MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Niyazi Mısrî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

MAVÂİDU'L- İRFAN
İRFAN SOFRALARI


Hikmetin Yazarı: Niyazî-i Mısrî
Notlarla Çeviren: Prof. Dr. Süleyman ATEŞ.



BİRİNCİ SOFRA

Bismillahirrahmânirrahîm
İnsana çeşitli iyilikler lutfeden, Kur’ân Sofrasına insanları ve cinleri davet eden Allah'a hamdolsun!
Rahmân namına o sofralara çağıranların Efendisi Hz. Muhammed'e; irfan sofralarına koşarak kalblerine irfan dolduran Âli'ne ve Ashabına salat ve selam olsun!

Bundan sonra :
Bu fakir kul Mısrî, her ne kadar o sofralara güzel icabet edemedi ise de uzun zamandan beri yüce Allah'ın şu sözüyle o sofranın inmesini istiyordu:
"Allah'ım, bize gökten öyle bir sofra indir ki bizden öncekilere de, bizden sonrakilere de bir bayram ve senden bir mu'cize olsun. Bizi rızıklandır. Muhakkak sen, rızık verenlerin en hayırlısısın."

Bin yetmiş altı yılı Şevval'inin ikinci günü akşama doğru kıbleye karşı oturmuş:
"Fakirlik tamam olduğu zaman o, Allah'tır." sözünü düşünüyordum.
Allah'ın ilhamiyle sırrıma bunun hakiki bir mânâsı doğdu.
O kadar kesin bir mânâ doğdu ki artık bunun ötesinde bir mânâ yoktur.
Allah bana açıkça gösterdi ki kendisinden başkasının ne zâhirde, ne bâtında varlığı yoktur. Yalnız var sanılır.
Bana bildirdi ki ârifin sırrında vücûddan fakr (yoksunluk) tamam olmayınca perdesiz, doğrudan doğruya Hak'kın yüzüne bakması mümkin olmaz.

Nitekim yüce Allah buyurmuştur:
"O gün bazı yüzler sevinçli, rablarına nazırdır. " (Kıyamet 32)

Varlığı atmazsa, Allah'ın göklere ve yere arzettiği, onların kabulden imtina, edip sadece insanın yüklendiği vücûd emanetini ödememiş olur.
Ve bu sûretle büsbütün hiyanetten kurtulamaz. Allah'ı da sevmez olur.
Çünkü Allah Teâlâ:
"Allah hainleri sevmez" (Enfal 58) âyetiyle ifade ettiği üzere onu sevmez.
Onun gözünden perde nasıl kalksın ve nasıl Allah'ı görsün ki o, Hak'ın olan vücûdu kendine mal etmektedir.
Çünkü fakrın tamamı, Allah'tan başka her şeyden varlığı almaktır.
Vücûd kalkınca Hakk görünür. Ve hiç kaybolmaz.

Dersen ki:
"Vücûd görünürde ve gerçekte Allah Teâlâ'nın ise o halde ârif kim, O'na bakan kim, O'nu gören kim?"
Derim ki:
"Vücûd birdir ama mertebeleri çoktur.
Bir mertebede muhiblikle, bir mertebede mahbuplukla görünür.
Bir mertebede gül olur, diğerinde bülbül.

“Futuhat-i Mekkiyye'nin başında şöyle bir beyit vardır:
"Rabb Hak'tır, kul Hak'tır. Ah bilseydim, kimdir mükellef.
Kuldur dersen, o ölüdür. Rabb'dır dersen o halde O nasıl mükellef olur?"

Buradan anlaşıldı ki fakr:
İki cihanda da vechin (yüzün) siyah olması (yok olması) dır. Yokluğa da siyah denilir.
Yâni dünya ve âhiret âdemdir (yoktur). Bunların varlığı yoktur.
Çünkü varlık gerçekte Allah'ındır. Mahlukata varlık vermek mecazidir.

Peygamber'in: "Nefsini bilen Rabbını bilir.” sözünün mânâsı da budur.
Çünkü nefsinin vücûdu olmadığını bilirse, kendisinde olan vücûdun Allah'a ait olduğunu anlar.
Yâni kendisinin, mahiyyeti itibariyle Rabb, görünüş itibariyle nefs olduğunu bilir.
Yahut: o aynen (zât itibariyle) Rabb, taayyünen (görünüş) itibariyle nefstir." diyebilirsin.

"Fakirlik küfür olayazdı. “sözüne gelince bu, nafile ibâdetlerle Allah'a yaklaşmanın sonucudur.
Ama benim söylediklerim, farz ibâdetlerle Allah'a yaklaşmanın sonucudur.

"Allah gerçeği söyler, O, yola iletir.” (Ahzab 4)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

İKİNCİ SOFRA

مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِ
Resim---“Merecel bahreyni yeltekıyân (yeltekıyâni): Birbirleriyle kavuşmak üzere iki denizi salıverdi.” (Rahmân 19)

بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لَّا يَبْغِيَانِ
Resim---“Beynehumâ berzehun lâ yebgıyân (yebgıyâni): İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler.” (Rahmân 20)

Resim---"Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar. " (Rahmân 19-20) âyetini izah etmektedir.

Âyetin anlamı şudur:

Tatlı Denizi ve Acı Denizi salıverdi.
Bunlar, karşılaşıyorlar, yaklaşıyorlar, yüzeyleri birbirine temas ediyor.
Fakat aralarında birbirine geçmelerine mâni’ bir berzah (açıklık) vardır.
Bundan dolayı biri diğerine karışarak onun özelliğini bozmaz.
Yâni sınırlarını geçemez ve aralarındaki engeli boğmazlar.

Burada iki denizden maksat Şeriat ve Hakikattir.
Allahu Teâlâ onları salıvermiştir.
Karşı karşıya gelirler, komşu olurlar, yüzeyleri birbirine dokunur.
Öyle ki Şeriatte bulunan her ilim ve amel Hakikatte de bulunur.
Hiçbiri o ilim ve amelden ayrılmazlar.
Fakat yine de aralarında Allah'ın Hikmeti ve Kudreti icabı birbirlerine karışmalarına engel bir berzah vardır.
Bu engel sebebiyle biri diğerine geçemez.
Bu mâni’, iki taraf adamlarının vehimleridir.
Yâni bu iki ilim, aslında tek bir ilimden ibarettir.
İki ilim itibar edilir.
Bu itibardan dolayı, iki taraf erbabı arasında dâimi bir ihtilaf vardır.
Bunun zâhirde misâli dağ'dır.
Dağ, dağ olması dolayısiyle tektir.
Çıkışı ve inişi dolayısiyle ikidir.
Çıkışı şeriate misâl, inişi hakikate misâldir.
Dağda yürümek, çıkan için zordur; inen için kolaydır.
Ama dağın zirvesinde olan kimse çıkış ve iniş zahmetinden kurtulmuştur.

Bu engelden dolayı iki taraf ehlinden gizli kalan bir hikmet gereğince biri, diğerinin hükmünü kaldırmaz.
Zirâ bu engel, iki cihanın imarı için konulmuştur.
Bunun içindir ki tamamen birbirine geçip karışmazlar Şeriat ehli, Hakikat ehlinin ilmini bilmediklerinden ve onları Şeriate aykırı sandıklarından dolayı Hakikat ehline karşı koyarlar.
Tam kemâle ermiş muhakkikler müstesna, Hakikat Ehli de Şeriati Hakikate aykırı görerek onu terk etmekte bir sakınca görmedikleri için Şeriat Ehline karşı koyarlar.
Fakat dağın zirvesine ulaşan en yüksek kulelerde oturan Ârifler, A'RAF ehlidirler.
Bu iki ilmin, bir tek ilim olduğunu, iki taraf erbabının gözlerindeki illet örtüsünden dolayı iki ilim gibi göründüğünü bilirler.
Ve iki taraf ehlinin de haklarını verirler.
İki tarafın benzerliklerini açıklayarak, müşküllerini çözerek bu iki ilim erbabının arasını mümkün mertebe düzeltmeğe çalışırlar.
Her asırda bunların aralarını bulan kimseler mevcûddur.
Eğer aralarını bulan kimseler olmasaydı, aralarında savaş olur, düzen bozulurdu.
Bundan dolayı dır ki: "Ahlâk güzelliklerinin en iyisi, iki kişi arasını islah etmektir. " denilmiştir.
Bu iki ilim, sulh ile karışacak, birleşecek gibi olur, lâkin aralarındaki berzah ile ayrılırlar.
Ve böylece dâimi olarak halleri birbirine tecavüz etmez.
Ta ki birinin hükmü diğerini yenerek iki cihanın dengesi bozulmasın.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ÜÇÜNCÜ SOFRA

Resim---"Ey iman edenler, zandan çok sakınınız. Çünkü zannın bazısı günahtır. Birbirinizin gizlisini araştırmayınız, biriniz, diğerinizin gıybetini etmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Elbet bundan iğrendiniz. Allah'tan korkunuz. Şüphesiz Allah bağışlayıcı ve merhamet edicidir. " (Hucurat 49/12)

Bil ki, güneş nereye yönelse, karşısında karanlık görmez.
Karşısına düşen her şey aydınlık (nur) görünür. Güneşin gördüğü nur, karşısına düşen eşyayı ışıklandıran kendi yüzünün nurudur.
Ama zulmetin karşısında aydınlık olmaz.
Karanlık, karşısında bulunan eşyada dâima karanlık görür.
Bu karanlık, karşısına düşen eşyayı karartan kendi karanlığıdır.
İmdi güneş, kendine kıyasen, bütün âlemin nurdan ibaret bulunduğunu zanneder.
Zulmet (karanlık) ise, kendisine kıyas ederek bütün eşyanın zulmetten ibaret olduğunu sanar.
Güneş, ârif-i billâh olan muvahhid mü'minin misâlidir.
Bu zâten bütün eşyada, kendi irfanının, tevhidinin, imanının ve ayanının:

Resim---"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihlerini anlıyamazsınız. " (İsra 17/44)

Âyetinin ifade ettiği gibi aksini, nurunu görür.
Halbuki aslında eşyanın bir kısmında cehalet, küfür ve isyan zulmeti vardır.
Fakat o mü'minin bakışının nuru, bütün eşyayı kaplar da o, hepsinde sadece nur görür.
Bütün insanlara iyi zan besler. Bu sıfat, bir insana, ancak kemâle eriştiren bir mürşid-i kâmilin terbiyesi altında iç tasfiyesiyle mümkün olur.
Zulmet ise cehalet ile kalbi kararmış câhile benzer.
Bu adam, bütün eşyada bir eksiklik görür, herkeste bir ayıp arar.
Câhil neye baksa, cehaletinin ve aybının siyahlığı o şeye akseder.
Baktığı şey ne olursa olsun onda muhakkak bir ayıp ve noksan bulur.
Fukara bilmez ki o, kendi ayıp ve noksanıdır, oradan kendine aksetmiştir.
Binaenaleyh, ey Ehlullah yolunda süluk eden talib, Allah'ta mücahede et ki ruhunun güneşi battığı yerden doğsun, tutulduğu yerden açılsın, kalbinin âlemleri nurlansın, nuru yüzüne vursun ve senin yüzünden karşında bulunanlara yansıyarak hepsini aydınlatsın.
Karşında bulunanlar, senin ilim ve irfanının nurundan istifade etsin, senin gölgende, yâni cisminin ve bedeninin gölgesinde istirahat etsinler.
İşte güzel huyun kemâli budur. Allah, bizi de sizi de bu vasıflarla vasıflananlardan, Allah indinde ve insanlar indinde razı olunmuş ve sevilmiş olan bu huylarla huylanmış bulunanlardan eylesin âmin!.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِّنَ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَب بَّعْضُكُم بَعْضًا أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ تَوَّابٌ رَّحِيمٌ
Resim---“Yâ eyyyuhellezîne âmenûctenibû kesîran minez zanni, inne ba’daz zanni ismun, ve lâ tecessesû ve lâ yagteb ba’dukum ba’dâ(ba’dan), e yuhıbbu ehadukum en ye’kule lahme ahîhi meyten fe kerihtumûh(kerihtumûhu), vettekullâh(vettekullâhe), innallâhe tevvâbun rahîm(rahîmun) : Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.” (Hucurat 49/12)

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
Resim---“Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinn(fîhinne), ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum, innehu kâne halîmen gafûrâ(gafûren) : Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır.” (İsra 17/44)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

DÖRDÜNCÜ SOFRA

Resim---"Gece ve gündüzü birer âyet (delil) kıldık. Gecenin âyetini kaldırıp, rabbınızın bol nimetini aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için gündüzün âyetini aydınlık yaptık. Her şeyi uzun uzadıya açıkladık. " (İsra 17/12)
Denildi ki iki âyet ay ve güneştir.
O zaman mânâ şöyle olur:
Gece ve gündüzün iki aydınlatıcısını iki âyet kıldık.
Yahut gece ve gündüzü iki âyet kıldık.
Gece âyetini ki aydır, mahvetmek demek, onu kendi nefsinde nursuz, karanlık kılmak, yahut nurunu ay sonuna yaklaştıkça yavaş yavaş eksiltip tamamen gidermek demektir.
Gündüzün âyetini ki güneştir, gösterici kılmak ise onu, ışıgiyle eşyayı gösteren ışın sahibi yapmaktır.
"Ta ki Rabbınızın keremini arayasınız. "
Yâni gündüzün aydınlığında geçim sebeblerinizi arayasınız ve onunla işlerinizin zamanlarını bilmeğe tevessül edesiniz, gece gündüzün değişmesiyle yahut hareketiyle senelerin sayısını, hesabı, hesap cinsini bilesiniz.
"Din ve dünya işlerinde muhtaç bulunduğunuz her şeyi açık açık izah ettik. Şüpheye yer kalmayacak şekilde açıkladık.
(Kadi-i Beydavi)

Ben derim ki:
Âyette geçen mahvetmekten, Ayın nurunun, Bedre (dolunaya) doğru gitgide artmasıyla gece karanlığının yavaş yavaş azalması da kasdedilmiş olabilir.
Burada izafet, yine adedin ma'duda izafeti gibidir.
Ya da Kamer nurunun ay sonuna doğru yavaş yavaş azalması da muradedilmiş olabilir.
O zaman izafet lam veya fi mânâsınadır.
Her iki mânânında kasdedilmiş olması muhtemeldir.
Gündüzü gösterici kılmaktan maksat, onu kemâl nurunda dâima aydınlatıcı, parlak kılmak demektir. Bu misâl, telvin (kesret) ehli ile temkin (hakikat) ehlini temsil etmektedir.
Telvin ehline ilim, ma'rifet, ibâdet ve taat tahsilinde iki gününden hiçbiri diğerine eşit olmayacak şekilde dâima ilerlemek gerektiğini tenbih eder.
Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz : "İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır. " buyurmuştur.
Keşif ve ayan güneşi doğup yakin hasıl oluncaya kadar ilerlemelidir.
"Ta ki Rabbınızın keremini, nimetini arayasınız. " demek, ilim ve maârifin zikir ve güç riyazât ile çoğalmasını telep edesiniz.
"Tevhid-i Zât" hakikatinin doğmasıyla "Senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. " demektir.
Zirâ her yönüyle O'nu bilmek, ancak, Allahu Teâlâ'nın, gündüzünün âyetini keşfederek vücûdunu gösterici kıldığı kimseye nasibolur.
Halkın günü, haftaları, ayları ve yılları olduğu gibi hesap gününün de günü, haftaları, ayları ve seneleri vardır.
Halkın günü gece ve gündüz olarak yirmidört saattir.
Rabbın günü bin senedir.
Resim---"Muhakkak Rabbın indinde bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir. " (Hac 22/47)
Allah'ın indinde miktarı elli bin yıl olan gün de vardır ki o, hesap günüdür.
Herbirinin kendine uygun haftaları, ayları ve yılları vardır.
Bunun sayısını bilmek, Suğra (küçük), vusta (orta), kübra (büyük) devrelerini bilmeğe bağlıdır.
Bu devrelerin hepsini Arş devresi içine alır.
Fakat Arş devrelerinin sayısını bilmek ne mümkündür, ne de zapta sığar. Çünkü sonu yoktur.
Zirâ Âhiret ebedidir.
"Ta ki Rabbınızın keremini arayasınız.
Sözü, Telvin Ehlinin haline işarettir.
"Senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz.
Sözü ise Temkin Ehlinin haline işarettir.
Bu âyette telvin (kesret) ehlini, temkin (hakikat) ehli olmaya teşvik vardır.

İnsanlar arasında öyle insan vardır ki Allah onun ilim, iman ve yakinini artırarak cehalet gecesinin âyetini yok eder, ömrünü nur üzerinde geçirip bitirir.
Öyle insan da vardır ki Allah onun, ömrünün sonuna doğru günden güne günahlar zulmetiyle kalbinin kararmasından meydana gelen gecesinin geceye mahsus aydınlatıcı âyetini yok eder de o kimse ömrünü böyle karanlık içerisinde geçirir. Bundan Allah'a sığınırız.
Öyle insan da vardır ki isyan zulmeti ile kalbi kararmış olup, Allah, kalbini küllîyyen mühürliyecek iken, sonra günahtan tevbe ile imanının, amelinin ve ihlasının nuru doğar; o nur ve yakin, Allah'ın dilediği kadar artar, o insanı karanlıktan kurtarır.
Bu hal bazılarında bir kaç defa tekerrür eder.
Eğer bir kimse: "Bizden iyilik geçmiş kimselerden" âyetinin mazharı ise ömrünü, iman ve amelinin nuru arttığı zaman saâdet üzre bitirir.
Fakat, ezelde şekavete mazhar olanlardan ise İhsandan sonra yüz üstü düşmekten Allah'a sığınırız.
Ömrünü, isyan zulmetinin arttığı sırada şekavet üzre bitirir.
Ve öyle insan da vardır ki Allah onun gündüzünün âyetini gösterici kılmış ve kah eksilen kah artan bir durumda bulunan telvinden kurtarmıştır.
Çünkü sabah olduğu zaman lambaya ihtiyaç kalmaz.
Bunlar peygamberler,sıddikler, şehidler ve salihlerdir.
Resim---"Bunlarla arkadaşlık ne güzel şey. " (Nisa 4/69)

Bu haller, sözünü ettiğimiz ihtiyari olaylarda görüldüğü gibi insanın tabi’i bünyesinde de görülür.
Mesela tabi’i vücûdumuzda bulunan güzellik ve kuvvet gibi.
Güzellik çocukta yirmi yaşa veya daha yukarı çağa varıncaya kadar artar.
Ondan sonra eksilmeye başlar. Kuvvet de böyledir.
Ömür ortalarına kadar artar, sonra eksilmeye başlar.
Ta ki insan, bunların, Allah'ın kendine vermiş bulunduğu bir emaneti olduğunu, tekrar Allah'a döneceğini "Bütün işlerin de O'na döneceğini" bilsin.
Ve güzelliğiyle kuvvet ve kudretiyle böbürlenmesin.
Zirâ dellalin, kendisinde bulunan emanet ve ariyetlerden dolayı halka kibretmesi, ahmaklık ve beyinsizliktir.
İnsanda daha buna benzer haller çoktur.
Lâkin sözü bu risaleye uygun gelmeyecek şekilde uzatmayı gerektireceğinden dolayı kısa kestik.
Resim---"Allah gerçeği söyler, O, yola iletir. " (Ahzab 33/4)

ÂYETLER:

وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ آيَتَيْنِ فَمَحَوْنَا آيَةَ اللَّيْلِ وَجَعَلْنَا آيَةَ النَّهَارِ مُبْصِرَةً لِتَبْتَغُواْ فَضْلاً مِّن رَّبِّكُمْ وَلِتَعْلَمُواْ عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ وَكُلَّ شَيْءٍ فَصَّلْنَاهُ تَفْصِيلاً
Resim---“Ve cealnel leyle ven nehâre âyeteyni fe mehavnâ âyetel leyli ve cealnâ âyeten nehâri mubsıraten li tebtegû fadlen min rabbikum ve li ta’lemû adedes sinîne vel hisâb(hisâbe), ve kulle şey’in fassalnâhu tafsîlâ(tafsîlen) : Biz, geceyi ve gündüzü birer âyet (delil) olarak yarattık. Nitekim, Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca, yılların sayı ve hesabını bilmeniz için gecenin karanlığını silip (yerine, eşyayı) aydınlatan gündüzün aydınlığını getirdik. İşte biz, her şeyi açık açık anlattık.” (İsra 17/12)

وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَلَن يُخْلِفَ اللَّهُ وَعْدَهُ وَإِنَّ يَوْمًا عِندَ رَبِّكَ كَأَلْفِ سَنَةٍ مِّمَّا تَعُدُّونَ
Resim---“Ve yesta’cilûneke bil azâbi ve len yuhlifallâhu va’deh(va’dehu), ve inne yevmen inde rabbike ke elfi senetin mimmâ teuddûn(teuddûne) : Onlar senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, va'dine kesin olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac 22/47)

وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا
Resim---“Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike refîkâ(refîkan) : Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, iste onlar Allah'in nimetine eristirdigi peygamberlerle, dosdogru olanlar, sehidler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadastirlar!” (Nisa 4/69)

مَّا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِّن قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمُ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءكُمْ أَبْنَاءكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُم بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ
Resim---“Mâ cealallâhu li raculin min kalbeyni fî cevfih(cevfihî), ve mâ ceale ezvâcekumullâî tuzâhırûne min hunne ummehâtikum, ve mâ ceale ed’ıyâekum ebnâekum, zâlikum kavlukum bi efvâhikum, vallâhu yekûlul hakka ve huve yehdîs sebîl(sebîle) : Allah, bir adamın kendi (göğüs) boşluğu içinde iki kalp kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız (zıharda bulunduğunuz) eşlerinizi sizin anneleriniz yapmadı, evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allah ise, hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltip iletir. (Ahzab 33/4)

HADİS:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır. Bugünü dününden kötü olan lanetlenmiştir. Artmayan eksilir. Eksilen için ise ölüm daha hayırlıdır. Cennet'i arzulayan hayırlı işlere koşsun. Cehennem ateşinden korkup çekinen, şehvani işlere uzak olsun. Dünyada zühd içinde yaşayan kimseye musibetlere karşı sabretmek kolay gelir." (İmam Ali Ali kerremullahi veche den,
(Deylemî, el-Firdevs, III, 611., es-Sehâvî, el-Makâsıdu'l-Hasene, 402; el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 274.)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

BEŞİNCİ SOFRA

Filazoflar şöyle demişlerdir: "Nefs-i Natıka, hakikatlere uygun sûretlere bürünür ve onlara sadık hükümleri gerçekleştirirse sanki o, bütün vücûd (varlık) un kendisi olur. Bütün yaratıklar bu cismani sûretlerle çok şiddetli bir şekilde birleştiklerinden ve bunlarla son derece meşgul bulunduklarından dolayı kendilerini seçemiyecek ve görünmeye muktedir olamıyacak durumdadırlar. Sanki o sûretler ve heykellerden ibaret olmuşlardır. "
Yâni nefs-i natıka (konuşan nefs), cisimlilik dolayısıyla son derece kesiftir ruhaniyyet dolayısıyla son derece latiftir.
Ruh, hangi şeye girse onun hükmünü alır, onun rengine bürünür.
Tıpkı su gibi. Suyun rengi de kabın rengine bağlıdır.
Bu bilindi ise bil ki: Nefs-i Natıka, letafet kazanıp, hariçte hakikatlere uygun olan, onlara muhalif olmayan zihni hayallerin şekilleriyle bezenir ve o hakikatlere uygun hükümleri giyer ve bu düşünceler nefs-i natıkada iyice yerleşir, nefs-i natıkanın sözlerinde ve fiillerinde bunların eseri meydana çıkar ve nefs-i natıka hiç abes konuşmayacak, abes iş ve hareket etmeyecek şekilde bu hakikatlerde rüsuh bulursa işte o zaman nefs-i natıka, sanki o sûretlerin, şahsiyetlerin, o heykellerin kendisi olur.

Bu, dış âlemde şuna benzer:
Mesela Zeyd bir şehirden çıkıp başka bir şehre yerleşse, bir zaman sonra çıktığı o şehir halkını eskiden gördüğü gibi şahıslar ve görüntüler olarak tasavvur etse yanılmış olur.
Çünkü o şehir halkı ölüm ve doğum ile, kuvvetlenme, zayıflama ve büyüme ile değişmiş, halden hale, sıfattan sıfata geçmişlerdir.
Bundan dolayı onun bu düşüncesi gerçeğe uygun değildir.
Ama o şehir halkını, şahıslarıyla, görünüşleriyle değil de türleriyle ve cinsleriyle düşünürse onun bu düşüncesi, gerçeklere uygun düşer.
İşte birinci düşünce sahipleri acı bir azap içerisindedirler.
Çünkü onlar kalblerini durmadan değişen gölgelere bağlamışlardır.
Onlar, erişilemeyen bir gölgenin peşinden koşmaktadırlar.
İşte dünyaya ve dünya adamlarına gönül bağlayan da böyledir.
Öteki tasavvur sahipleri ise dâimi bir rahat ve ebedi bir huzur içerisindedirler.
Çünkü onlar, kalblerini devamlı olan âhiretin salih amellerine vermişlerdir.
Bu, öyle sağlam bir iptir ki ona tutunan kopup düşmez.
İşte avam, dâima serap gibi yalancı, süslü batıl sûretlerle uğraşarak, letafet taraflarını kesafet taraflarında mahvettiklerinden dolayı, sanki bu aslında olmayan aldatıcı şahsiyetlerin ve görünür heykellerin kendileri haline gelmişlerdir.
Havass (seçkinler) e gelince bunlar da dâima hakikatlere uygun sûretlerle uğraşmak dolayısıyla kesafetlerini letafetlerinde kaybettiklerinden, sanki o hakikatlerin ve o vücûdun kendisi olmuşlardır.
Çünkü insan, düşündüğünün aynıdır.
Bunun için biri Arapça, biri Farsça, biri Türkçe olan üç beyit söylenmiştir:

Arapça: "Ey Fazıl kardeşim, sen düşüncenden ibaretsin, yoksa büyüttüğün et ve kan değilsin. "
Farsça: "Ey kardeş, sen düşüncesin, kemik ve akıl değilsin. Eğer düşüncen gül ise gülsün; diken ise külhansın. "
Türkçe: "Âdemi dedikleri endişedir, gayr-i âdem ustuhan-ü rişedir (Adam olmayan kemik ve tüydür. ) Âdemin endişesi olsa latif, şüphesiz zâtı olur anın şerif."


Ey kardeşim,
Görüntüler zindanından gözünü kaldır da yukarıya bak.
Çünkü bunlar, Kur’ân'da Esfel-i Safilin diye adlandırılan aşağıların aşağısıdır.
Mutlak küllîler âlemine bak ki o âlemin derecelerinin en aşağısı nevi'ler âlemidir.
Bunun üstünde cinsler, cinslerin üstünde yüksek cinsler, bunların üstünde cinslerin cinsi vardır.
Sonra cevherler, arazlar, vücub ve imkan, sonra mutlak vücûd gelir ki burada varlık dairesi tamamlanır ve sen rahatlar ezeli ve ebedi sevince erersin.
Muhakkak bil ki gözünü cüz'ler âleminden kaldırmadıkça, küllîler ile ülfet etmedikçe bütün neş'elerde devamlı olan ilahî işlerdeki rahatı bulamazsın.
"Allah gerçeği söyler, O, yola iletir. "
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ALTINCI SOFRA

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"O gün Yer, başka bir Arza, gökler başka göklere değiştirilir. Herkes kahredici Tek Allah'ın huzuruna çıkarlar. " (İbrahim 48)
"O'nun yüzünden başka her şey helak olacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz. " (Kasas 88)

Bil ki insan neden lezzet alıyor, nede rahat ediyorsa mutluluğu ondadır.
Her şeyin lezzeti tab'ı (yaradılışı) na göredir.
Bir şeyin yaradılışının gereği, o şeyin mahulika lehi (ne için yaratılmış ise o) dir.
Eşya, yaratılmış bulunduğu gayeye kavuşmak ister.
Çünkü ondan bir parçadır.
Nasıl ki parçalar bütüne kavuşmak talebeder, nehirler denize ulaşmak isterse, her şey de böyle küllüne (bütününe) kavuşmak, onda fâni olmak ister.
Gözün lezzeti, güzel şeylere bakmada, kulağın lezzeti makamları, güzel sesleri duymada, kalbin lezzeti yaratıldığı şeye nâil olmada yâni umuru (işleri) bilmededir.
Kalbin gıdası bilgidir. Gıda sevilir ve istenir.

Bil ki insanlığın saâdeti, Allahu Teâlâ'yı bilmededir.
Çünkü bu, lezzetlerin ve rahatların en son mertebesidir.
Lezzetlerin en bayağısı da sanatları bilmektir.
Fakat yine de bu, çocukların oyunları bilmesinden daha tatlıdır.
İlmi bilmek de oyunu bilmekten lezzetlidir.
Sonra şeriat ilmini bilmek, diğer ilimleri öğrenmekten daha lezzetlidir.
Tarikat ilmi de şeriat ilminden daha tatlıdır.
Ama hakikat ilmini bilmek, hepsinden lezzetlidir.
Çünkü hakikat ilmi, fiiller tevhidi, sıfatlar tevhidi ve zât tevhidine vakıf olarak Allah'ın sırlarına ermektir. Allah'ı bilmek ise elbette lezzetlerin ve rahatların sonudur.
Bu, kalbin yâni padişahın gıdasıdır.
Diğerleri duyuların, organların, uzuvların ve hizmetçilerin gıdasıdır.
Tabi’i padişahın gıdası ve lezzeti hizmetçilerin gıda ve lezzetinden daha üstündür.

Bil ki sen, kalb padişahının lezzetine, diğer duyuların lezzetinden vaz geçmedikçe ulaşamazsın.
Zirâ yolcu birinci konaktan çıkmadan ikinci konağa ulaşamaz.
Bütün konaklardan geçmeyince şühud kabesine giremez.
Hakikate kavuşan ârifler tekrar dünya konaklarına döndükleri zaman artık yemek, içmek, cima etmek, bahçelerde gezip dolaşmak, dostları ve Allah'tan başkalarını ziyaret etmek, onlara mâni’ teşkil etmez.
Anla ve bil ki her duyunun ve uzvun kemâli, ne için yaratılmış ise onun kemâline ve gayesine erişmesidir.
Kalbin kemâli, ne için yaratılmış ise onun kemâline ulaşmasıyla mümkün olur.
Bu da Allah'ı, bütün fiillerinde, sıfatlarında ve zâtında tevhid etmek/birlemek) ile mümkündür.
İşte o zaman duyuların ve uzuvların lezzetleri başka lezzetlere, arş başka bir arza ve gökler, başka göklere değişir.
"Tek ve kahredici Allah'ın huzuruna çıkarlar. "
"O'nun yüzünden başka her şey helak olacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz. "

Hasılı kalb, kemâline ulaşırsa duyular ve uzuvlar da kemâline ulaşır; Allah ile işitir, Allah görür, Allah ile konuşur.
Ve kul, sultanların sultanına ulaşır.
O zaman iş ve devir tamam olur.
Allah Teâlâ bizi kendisine kavuşanlardan eyliye.
"Allah gerçeği söyler, O, yola iletir. "



يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ غَيْرَ الأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُواْ للّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Resim---“Yevme tubeddelul ardu gayrel ardı ves semâvâtu ve berezû lillâhil vâhıdil kahhâr(kahhâri): Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, kahhar olan Allah'ın huzuruna çıka(rıla)caklardır.” (İbrahim 14/48)

وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Resim---“Ve lâ ted’u meallâhi ilâhen âhar(âhara), lâ ilâhe illâ hû(hûve), kullu şey’in hâlikun illâ vecheh(vechehu), lehul hukmu ve ileyhi turceûn(turceûne): Ve Allah ile beraber başka bir ilaha tapma. O'ndan başka ilah yoktur. O'nun yüzünden (zatından) başka her şey helak olucudur. Hüküm O'nundur ve siz O'na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28/88)

مَّا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِّن قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمُ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءكُمْ أَبْنَاءكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُم بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ
Resim---“Mâ cealallâhu li raculin min kalbeyni fî cevfih(cevfihî), ve mâ ceale ezvâcekumullâî tuzâhırûne min hunne ummehâtikum, ve mâ ceale ed’ıyâekum ebnâekum, zâlikum kavlukum bi efvâhikum, vallâhu yekûlul hakka ve huve yehdîs sebîl(sebîle) : Allah, bir adamın kendi (göğüs) boşluğu içinde iki kalp kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız (zıharda bulunduğunuz) eşlerinizi sizin anneleriniz yapmadı, evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allah ise, hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltip iletir.” (Ahzâb 33/4)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

YEDİNCİ SOFRA

Yüce Allah buyurdu: "Allah selamet evine çağırır. " (Yunus 25)
Allah kullarını sıfatlar ve zât tevhidine davet eder.
Bunların tevhidi, bütün afetlerden selamet evidir.
O, fiiller tevhidine Kelime-i Tevhid, namaz, zekat, oruç, hac gibi şeriatçe emredilen; şirk, adam öldürme, zina, haram yemek ve bunun gibi şeriatçe yasak kılınan şeylerden menetmek gibi çeşitli ibâdetler ve nehiylerle davet eder.
Çünkü kul, emirlerini tutmak, nehiylerden kaçmak ile selamet evine girer.
Yâni hiç kimse yaptığı bu ibâdet fiilleri için: "Bunlar caiz değildir" diye itiraz edemez, bu sûretle zâhirde bir müdahelecinin sataşmasına uğramaz.
Göğüslerindeki aldatma, tecavüz, kin, hased, kibir, kendini beğenme, işittirme, riya gibi kötü duyguları kalblerinden çıkaran sıfatlar tevhidine de çeşitli güç riyazetlerle nefs-i emmarenin arzusunu öldürmek, nefsin dediğini yapmamak, alışkanlık haline getirdiği şeyleri terk etmek gibi şeyleri yapmayı emrederek davet eder.
Bu sûretle nefis itmi'nane ulaşır.
Nefis itminnana kavuştuğu takdirde güzel huylardan ibaret bulunan sıfatların selamet evine girer.
Kötü ahlâk zindanında, kalblere sıçrayan kötülük ateşinden kurtulmuş olur.
Ve bu kötü huyların azabından dâima rahat içerisinde olur.

İnsanlardan ve her şeyden vücûdu (varlığı) kaldıran zâtî tevhide de:
"Allah'ı çok zikrediniz. " (Ahzab 41) âyetiyle zikri.
"Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler.” (Al-i İmran 191)
Âyetiyle düşünceyi emrederek çağırmaktadır.
Ta ki bu sûretle zikir ve fikir çakmağından doğan ateşin nuru çıksın, benlik perdelerini yaksın, kalb âlemlerini aydınlatsın, onlara Allah'tan başka varlık olmadığını göstersin ve onları varlık azabından ve günahından kurtarsın.

"Varlığın öyle bir günahtır ki onunla hiçbir günah mukayese edilemez.” (Hadis).
Keza varlık azabiyle de hiçbir azap mukayese edilemez.
Çünkü kendine varlık tanımak, yüklendiği emanete hiyanet demektir.
İnsan, vücûdu emanet olarak almıştır.
Kim emaneti öderse kendisinden daha lezzetli, daha rahat, ve daha zevkli bir selamet olmayan ebedi, zâtî selamete girer.
Zirâ bu, bütün selametlerin ruhudur.
Bu selametin ebedi olması şu demektir: Yâni bir kimse oraya bir an içerisinde girerse artık bütün neş'elerde (anlarda) orada kalır, çıkmaz.
Zirâ ezeli isti'dad bunu gerektirir. “Allah gerçeği söyler, O, yola iletir.”


ÂYETLER:

وَاللّهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلاَمِ وَيَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Resim---“Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin) :Allah barış yurduna-cennet evine çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip iletir.” (Yûnus 10/25)

الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
Resim---“Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı) : Sağ duyulular o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve yatarken (dâima) Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında Allah’ın varlığını isbat için iyice düşünürler ve şöyle derler: “-Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen batıl şey yaratmaktan münezzehsin (berîsin). Artık bizi cehennem ateşinden koru.” (Âl-i İmrân 3/191)

مَّا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِّن قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمُ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءكُمْ أَبْنَاءكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُم بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ
Resim---“Mâ cealallâhu li raculin min kalbeyni fî cevfih(cevfihî), ve mâ ceale ezvâcekumullâî tuzâhırûne min hunne ummehâtikum, ve mâ ceale ed’ıyâekum ebnâekum, zâlikum kavlukum bi efvâhikum, vallâhu yekûlul hakka ve huve yehdîs sebîl(sebîle) : Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmadığı gibi, "zıhâr" yaptığınız eşlerinizi de analarınız yerinde tutmadı ve evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız olarak tanımadı. Bunlar sizin ağızlarınıza geliveren sözlerden ibarettir. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir.” (Ahzâb 33/4)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

SEKİZİNCİ SOFRA

İlmini göstererek zenginlerin kapısında dolaşan ve onlardan bir şeyler uman âlimlerin neye benzediğini izah babındadır.
Kapılarında ilmini göstererek dolaştığı kimseler kendisini hor görürler ve nasihatini de kabul etmezler.
Bu âlim, örümceğe benzer.
Çünkü örümcek de gider, insanların kapılarında, evlerin küvetlerinde, deliklerinde, tavanlarında ev (yuva) yapar.
Hem de o kadar güzel yapar ki sanatının meharetinden, ölçülerinin güzelliğinden, açılarının düzeninden mühendisler hayret ve acz içinde kalırlar.
Fakat onun orada yuvalanmasındaki maksat sinek, kelebek ve emsali şeyleri avlamak olduğundan insanlar ona yüz vermezler, aksine onu yıkmaya çalışırlar, kötü görür şum tutarlar.

İlmiyle amel eden salih, hiç kimseye yüz suyu dökmeyen âlim de arıya benzer.
Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah'tan başka veliler edinen kimseler ev edinen örümcek gibidir. Evlerin en bayağısı da elbet örümcek evidir. Bilmiş olsalardı!" (Ankebut 41).
Ve buyurmuştur: "Rabbın arıya:" Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin;sonra da Rabbinin gösterdiği yollardan mütevazi olarak yürü.” diye vahyetti. Onun karınlarından insanlara çeşitli renklerde içki (bal, bal şerbeti) çıkar. Onda insanlara şifa vardır. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.” (Nahl 68-69).

Bil ki faydalı ilimleri cem’eden ve onlarla salih ameller işliyen âlimi, Allah bilmediği ilimlere aşina kılar.
Çünkü Peygamber Aleyhisselam Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Bildiğiyle amel edeni Allah, bilmediği ilimlere varis kılar.”
Ve buyurmuştur: "Kırk sabah Allah'a halisane ibâdet eden kimsenin kalbinden lisanına hikmet pınarları fışkırır.”
İmdi kırk sabah ibâdet eden böyle olursa ya kırk hafta, kırk ay, yahut kırk sene ihlasla sabahlıyan kimse nasıl olur?
Veraset ilmi temiz baldır.
Kalbleri saflaştırır, ruhları temizler, dilleri tatlılaştırır.
Hasılı ey kardeşim, Hakk nazarında kapılarda, deliklerde, tavanlarda yuva yapan örümcek gibi olma.
Çünkü o ev, sahibini sıcaktan ve soğuktan korumaz.
Örümcek onu sadece sinek ve kelebek avlamak için yapar.
Yâni ilim aracılığı ile zenginlerin dünyalıklarından faydalanmak için onların kapılarına gitme. Halktan uzlet eden arı gibi ol.
İlmini ve amelini halis et ve iyilikle emir kötülükten nehiy dışında ilim ve amelini insanlardan gizle.
Çünkü arı, Yüce Rabbın vahyiyle öyle bir ev yaptı ki örümceğinki gibi mühendisler onun da sanatından hayrete düştüler, aciz kaldılar.
Hatta bununki ondan da güzel.
Arıların karınlarından çeşitli renklerde şarap çıkar ki bunda insanlara şifa vardır.
Arı tadı ağızlarda kalan o saf bal ile evinin hücrelerini doldurur, onunla kendinin ve insanların açlığını ve çeşitli hastalıkları savar.
Yâni tenhayı ve uzleti sevmekte ilim ile amel etmekte arı gibi ol ki sana veraset ilmi hasıl olsun. Ahlâk-i hamide meyvasını versin, kalbin, Allah'ın ilhamına konak olsun, böylece va'z-ü nasihat ve irşadda söylediğin her kelimen, içinde insanlara şifa bulunan çeşitli renklerdeki şarap (bal) olsun.
Bir vaiz bir şeyhe yazıp ona: "Halkın, bizi değil de sizi dinlemeye meyletmesinin sebebi nedir?" diye sordu.
Şeyh cevabında dedi ki: "Ey kardeşim, bizim ağızlarımızda tevhid balı, zikir balı; Kalblerimizde Allah aşkı var.
Bizim kalblerimizden doğup ağzımıza gelen her söz, içinden çıktığı ve üzerinden geçtiği şeyin (yâni kalbin ve dilin) tadiyle karışmıştır.
Bunun içindir ki bizim sözümüzden ağızlar ve kulaklar tatlılanır."



ÂYETLER:

مَثَلُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ أَوْلِيَاء كَمَثَلِ الْعَنكَبُوتِ اتَّخَذَتْ بَيْتًا وَإِنَّ أَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Resim---“Meselullezînettehazû min dûnillâhi evliyâe ke meselil ankebût(ankebûti), ittehazet beytâ(beyten) ve inne evhenel buyûti le beytul ankebût(ankebûti), lev kânû ya’lemûn(ya’lemûne) : Allah'ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi.” (Ankebût 29/41)

وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَ
Resim---“Ve evhâ rabbuke ilen nahli enittehızî minel cibâli buyûten ve mineş şeceri ve mimmâ ya’rişûn(ya’rişûne) : Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin.” (Nahl 16/68)

ثُمَّ كُلِي مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكِي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاً يَخْرُجُ مِن بُطُونِهَا شَرَابٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ فِيهِ شِفَاء لِلنَّاسِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Resim---“Summe kulî min kullis semerâti feslukî subule rabbiki zululâ(zululen), yahrucu min butûnihâ şarâbun muhtelifun elvânuhu fîhi şifâun lin nâs(nâsi), inne fî zâlike le âyeten li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne) : Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü, uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır." (Nahl 16/69)


HADİSLER:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Kimse bildiği ile amel ederse, Allah onu bilmediği bilgiye varis kılar”
(Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, II, 265)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Kim sadece Allah rızası için kırk gün sabah namazına devam ederse, artık kalbinden diline hikmet akmaya başlar.”
(Abdullah ibn-i Abbas (radıyallahü anh)dan; Müsnedüş- Şihab, 1/285)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

DOKUZUNCU SOFRA

"Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir araya toplar. Allah şüphesiz her şeye kadirdir.” (Bakara 148). âyetinin işari mânâsı hakkındadır.
Bin yetmiş altı senesi Şevval ayının onuncu günü idi, ricası benim yanımda farz derecesinde olan ihvandan biri, tarikat ve hakikat erbabı nokta-i nazarından bu âyetin işaretini açıklamamı rica etti.
Şifahen bu ricayı kabul ettikten sonra bütün kemâlleri zâtında toplayan Allah'a yöneldim. Araştırma yapmadım.
Hiç bir kitaba bakmadım. Tamamen O'na yönelip ilhamını bekledim.
Nihâyet Yüce Allah sırrıma bu sofrayı indirdi.
Yedim, içtim ve bize lutfettiği nimetlere ve hidâyete karşı Allah'a hamd ve şükrettim:

"Allah bize hidâyet etmeseydi, biz hidâyete erişemezdik.” (A'raf 43).
Muvaffakiyetim Allah iledir. O'na dayanırım, O'na güvenirim.
İstedim ki "İnsanların en şerlisi yalnız yiyendir.” tehdidinden kaçmak

"Rabbının nimetini söyle.” (Duha 11)
Emrine uymak için sofrayı kağıtlara yazıp sereyim de hazmetmeye kabiliyetli kardeşler ondan yesinler ve Yüce Allah'a şükretsinler ki O da onlara nimetlerini artırsın, huylarını, vasıflarını güzelleştirsin.
İşte Allah'ın tevfiki ve irşadiyle âyetin beyanına başlıyorum.
Başarıya ulaştıran ve irşadeden O'dur.

Allahu Teâlâ buyurdu: "Herkesin bir yönü vardır.”
Ümmetlerden her birinin, fertlerden her ferdin, uzuvlardan her uzvun, nefis ve ruh kuvvetlerinden her birinin bir yönü, maksadı ve belirli bir kıblesi vardır.
Bu kıble veya yön, Allah'ın isimlerinden bir isimdir. O kişi ona yönelir.
Müvelli, ismi faildir. Yönelen mânâsına gelir.
Görünüşte insan yönelmektedir ama hakikatte yöneldiği maksadın cezbesi kendini çekmektedir.
Amel insanı Allah'a çeker nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Güzel kelime O'na çıkar ve salih amel O'na yükselir.” (Fatır 40).
Artık anla!.
Bunu bildinse bilirsin ki insanlardan hiçbiri maksadından ve kıblesinden sapmaz.
Ancak kendisini o cihete döndüren ve önce kendisine maksad olan kimse, Allah'ın diğer bir ismi galib gelirse o zaman ilk maksadından döner.
Allah'ın ismi onu, birinci maksadının elinden alırsa ona:

"Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (Bakara 150) der.
Bütün vecihleri döndüren isimlerle, insanların hoş görüp yöneldikleri maksatları kasdediyorum.
Yâni bu maksatlar, onların yüzlerini mıknatıs gibi cezbe ile çeker, ona yönelirler.
Bundan dolayı
"ilim, mâluma tabi’dir" demişlerdir.
İnsan bir şeyi hoş görürse ona yönelir.
Sonra başka bir şeyi birinci maksadından daha hoş görürse, haddi zâtında o şey birincisinden hoş olmasa da o adam birinci maksadını bırakır, ikinci maksadı kendisine maksat edinir.
Çünkü ikincisi kendine göre birincisinden daha güzeldir.
Ona bakmaktan, ona yönelmekten zevk alır.
Bir şeyin peşinden giden kimse, ondan daha cazip bulduğu başka bir şeyin peşine gider, ikincisi birincisinden daha cazip göründüğü için birincisinin yerine bu defa onu maksad edinir.
Çünkü o şey kendini çeker.

"Allah işini yerine getirendir.” (Yusuf 21).
Allah güzeldir, O maksad olmak ve bilinmek ister.
Bunu bildinse bil ki yüksek masat, alçak maksattan daha tatlıdır.
Zirâ onda güzellikler, alçaktakinden daha toplu ve daha tamdır.
Çünkü yükseklik tarafında letafet daha çoktur.
Alçaldıkça kesafet artar. Her latif, letafeti oranında kesifi kuşatır.
Her şey, yüksekliği oranında latifdir.
Bir şey ne derece kesafetten kurtulursa o derece daha kuşatıcı, rahat, iç açıcı, sevinç verici ve lezzetli olur.
Kimin yükseklere bağlılığı daha çok olursa, rahatı daha çok, bilgisi daha tam ve kalbi daha geniş olur.
Mesela iman tatlıdır, ibâdetle iman yalnız imandan daha tatlıdır.
Zühd yalnız ibâdetten daha tatlıdır.
Nefsi bilmek, tek başına zühdden daha tatlıdır.


Nefsi bilmek de derecelere ayrılır:

Nefsi Levvameyi bilenin lezzeti, Emmareyi bileninkinden çoktur.
Çünkü
Nefs-i Levvame, yükseklik itibariyle Nefs-i Emmarenin kıblesindedir.
Nefs-i Mülhimeyi bilenin lezzeti, bunun aşağısında olan Nefs-i Levvame'yi bileninkinden çoktur.
Çünkü o da kendi altında olanın yâni
levvame'nin kıblesindedir.
Nefs-i Mutmainneyi bilenin lezzeti, mülhimeyi bileninkinden çoktur.
Çünkü
mutmainne, mülhimenin kıblesindedir.
Nefs-i Raziye'yi bilenin lezzeti, mutmainneyi bileninkinden çoktur.
O da
mutmainnenin kıblesindedir.
Nefs-i Marziyyeyi bilenin lezzeti, raziyyeyi bileninkinden çoktur.
Çünkü o da
Raziyye'nin kıblesindedir.
Nefs-i Safiyye'yi bilenin lezzeti de hepsinden çoktur.
İşte bu nefsi bilmek, ayniyle Hakkı bilmektir.
Çünkü
Peygamber Aleyhisselam Efendimiz buyurmuştur:
"Nefsini bilen Rabbını bilir.” yâni nefsini bilen, o mârifetle Rabbını da bilmiş olur.
Yoksa nefsi bilmeden ayrı bir mârifetle değil.
Nefsi bilenin kıblesi Allahu Teâlâ'dır.
Bu mârifet anında kendisine:

"Nereye yönelirseniz orada Allah'ın yüzü vardır.” (Bakara 115) âyetinin sırrı açılır.
Allah kullarını bu bilgiye teşvik ederek buyuruyor:

"Hayır işlerinde yarşınız. " (Bakara 148).
Yâni ey Muhammed ümmeti isimlere ve sıfatlara bağlı bütün belirli maksatların menşeine, dünyevi ve uhrevi bütün arzuların kaynağına koşunuz.
Dikkat ediniz o, Zât-i İlahi ve mutlak Vücûd'tur.
O öyle bir varlıktır ki o belirli maksatlar, görünüşü ve itibarı yönünden Sırf Vücûd'tan başka bir şey koklamamışlardır. Belirli isimlerin ve sıfatların gereğine göre nerede olursanız Allah size gelir. Yâni bütün sıfatları tamamen kendinde toplayan Zât-ı Buht (Allah) onların maksat ve gayeleri olan bu isim ve sıfatlardan doğan görüntüleri kaldırdıktan sonra tecellî eder.
"O, her şey üzerinedir. " Başlangıç ve görünüşler itibariyle her şekilde görünür.
Fakat zâtını da gizler.
Ama Maad (âhiret), zuhur ve zâtî tecellîsi itibariyle de bütün görüntüleri ve çoklukları ortadan kaldırmaya "kadir'dir."
"Allah gerçeği söyler, O, yola iletir. "



ÂYETLER:

وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُواْ الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُواْ يَأْتِ بِكُمُ اللّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim---“Ve li kullin vichetun huve muvellîhâ festebikûl hayrât(hayrâti), eyne mâ tekûnû ye’ti bikumullâhu cemîâ(cemîan), innallâhe alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun) : Her ümmetin doğrulduğu bir kıblesi vardır. Öyle ise ey müminler, hayırlı işlerde diğerlerini geçin. Her nerede olursanız kıyamet gününde Allah sizi hesap için bir araya toplar. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara 2/148)

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلاَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنْهُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Resim---“Ve min haysu harecte fe velli vecheke şatral mescidil harâm(harâmi), ve haysu mâ kuntum fe vellûvucûhekum şatrahu li ellâ yekûne lin nâsi aleykum hucceh(huccetun), illellezîne zalemû minhum fe lâ tahşevhum vahşevnî ve li utimme ni’metî aleykum ve leallekum tehtedûn(tehtedûne) : Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Siz de) Her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. Öyle ki, onlardan zulmedenlerin dışında insanların, size karşı bir delilleri olmasın. Onlardan korkmayın, Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete erersiniz.” (Bakara 2/150)

وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim---“Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh(vechullâhi) innallâhe vâsiun alîm(alîmun) : Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir.” (Bakara 2/115)

وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الأَنْهَارُ وَقَالُواْ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا اللّهُ لَقَدْ جَاءتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ وَنُودُواْ أَن تِلْكُمُ الْجَنَّةُ أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Resim---“Ve neza'nâ mâ fî sudûrihim min gıllin tecrî min tahtihimul enhâr(enhâru), ve kâlûl hamdu lillâhillezî hedânâ li hâzâ ve mâ kunnâ li nehtediye levlâ en hedânallâh(hedânallâhu), lekad câet rusulu rabbinâ bil hakk(hakkı), ve nûdû en tilkumul cennetu ûristumûhâ bimâ kuntum ta'melûn(ta'melûne) : Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: "Bizi buna ulaştıran Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler." Onlara: "İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir" diye seslenilecek.” (Araf 7/43)

قُلْ أَرَأَيْتُمْ شُرَكَاءكُمُ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ أَرُونِي مَاذَا خَلَقُوا مِنَ الْأَرْضِ أَمْ لَهُمْ شِرْكٌ فِي السَّمَاوَاتِ أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا فَهُمْ عَلَى بَيِّنَةٍ مِّنْهُ بَلْ إِن يَعِدُ الظَّالِمُونَ بَعْضُهُم بَعْضًا إِلَّا غُرُورًا
Resim---“Kul ereeytum şurekâekumullezîne ted’ûne min dûnillâh(dûnillâhi), erûnî mâzâ halakû minel ardı em lehum şirkun fîs semâvât(semâvâti), em âteynâhum kitâben fe hum alâ beyyinetin minh(minhu), bel in yaıduz zâlimûne ba’duhum ba’dan illâ gurûrâ(gurûran) : De ki: "Siz, Allah'ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır?" Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar.”(Fâtır 35/40)

وَقَالَ الَّذِي اشْتَرَاهُ مِن مِّصْرَ لاِمْرَأَتِهِ أَكْرِمِي مَثْوَاهُ عَسَى أَن يَنفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَكَذَلِكَ مَكَّنِّا لِيُوسُفَ فِي الأَرْضِ وَلِنُعَلِّمَهُ مِن تَأْوِيلِ الأَحَادِيثِ وَاللّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
Resim---“Ve kâlellezîşterâhu min mısra limre’etihî ekrimî mesvâhu asâ en yenfeanâ ev nettehizehu veledâ(veleden), ve kezâlike mekkennâ li yûsufe fîl ardı ve li nuallimehu min te’vîlil ehâdîs(ehâdîsi), vallâhu gâlibun alâ emrihî ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemun(ya’lemune) : Onu satın alan bir Mısır'lı (aziz,) karısına: "Onun yerini üstün tut (ona güzel bak), umulur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat ediniriz" dedi. Böylelikle biz, Yusuf'u yeryüzünde (Mısır'da) yerleşik kıldık. Ona sözlerin yorumundan (olan bir bilgiyi) öğrettik. Allah, emrinde galib olandır, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12/21)

وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
Resim---“Ve emmâ bi ni’meti rabbike fe haddis : Rabbinin nimetini durmaksızın anlat.” (Duhâ -93/11)

HADİSLER:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “İnsanların en şerlisi, kimseye ikram etmeyen, yalnız yiyen ve hizmetçisini dövendir. Bundan da kötüsü, insanlara kızan, buğzeden ve insanların kendisine buğzettiği kimsedir. Bundan da kötüsü, şerrinden korkulan ve kendisinden hayır beklenmeyen kimsedir. Bundan da kötüsü, dünya karşılığında ahiretini satan kimsedir. Bundan da kötüsü, din ile dünyayı yiyen yani dini dünya menfaatine alet eden kimsedir.” Buyurdu.
(İbni Asakir)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” buyurmuştur. (Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ONUNCU SOFRA

Allah buyurmuştur: "Yaptığından sorulmaz. " (Enbiya 23).
Kadı Beyzavi şöyle demiş:
Azametinden, yetkisinin kuvvetinden, uluhiyyet ve zâtî saltanatında tekliğinden dolayı yaptığından sorulmaz.
Gizli olmadığı üzere bu mânâdan zulüm kokusu geliyor.
Çünkü eğer sormaktan korkmak, azametinden ve büyüklüğünün kuvvetinden ileri geliyorsa o halde sormanın mümkün olduğunu, ancak azametinden dolayı sorulmadığını, yahut Allah sormayı yasak ettiği için sorulmadığını söylemek lâzım gelir.

Fakat bu fakirin zevkine göre yaptığından sorulmaz.
Çünkü O, her şeyi hikmetiyle yapar.
Ama bu hikmeti keşif ehlinden başkalarının aklı anlıyamaz.
Ne zaman Hakk Teâlâ'nın:
"Yaptığından sorulmaz" hikmeti insanlara açılırsa ancak o zaman anlayabilirler.
Çünkü soru kalmaz ki.
Zirâ O'nun hikmeti, bütün mahlukatına olan rahmetini, sehasını, keremini ve lutfunu eksiltmez
.
Şöyle ki: Allahu Teâlâ mahlukatı yaratmış, her şeyi tam yerli yerince koymuştur.
Bir kul, Allah'ın fiillerinden kendi ilmine, zevkine ve tab'ına aykırı olan bir şeyi sormak isterse Allahu Teâlâ onun basiret gözünü açar ve kul Allah'ın o şeydeki hikmetini görür. Bu sûretle kul, zarurî olarak kalbinden niçin, nasıl sorularını çıkarır ve artık ondan hayret etmez. Onu yerine lâyık görür.
Artık hiç bir şeyin sinek kanadı kadar fazla yahut eksik tarafını dahi Rabbına sormayı kendine yakıştıramaz.
Elbette bir hastalığın, bir kusurun, bir eksikliğin, bir fakirliğin, bir zararın, bir cehlin, bir küfrün kaldırılmasını doğru bulmaz.
Allah'ın insanlara ezelde taksim ettiği rızkı, eceli, kudreti, aczi, taati ve masiyeti değiştirmeyi istemez.
Eşyayı olduğu gibi görür.
Bunların hepsini, içinde hiç zulüm olmayan, sırf adalet ve eksiksiz sırf kemâl, hiç bozukluğu, eğriliği büğrülüğü olmayan tam doğru kabul eder.
Her şer sandığının altında bir hayır vardır ve her zarar sandığı şeyin sonunda bir fayda vardır.
Bir zaman zulmetin kapladığı bir şeyi, başka bir zaman nur kaplar. Allah cömert, kerim ve merhametlidir.
Yaratıklarına asla cimrilik etmez.
Onların yararına olan bir şeyi kendine alıkoymaz.
İşte bu, ikinci bir soru daha meydana çıkarır ki keşf erbabı bunu sormaktan ve buna cevap vermekten menedilmişler, bilginler bunda hayrete düşmüşlerdir.

"Bizi buna ileten Allah'a hamdolsun. Allah bize hidâyet etmeseydi, biz hidâyete eremezdik. " (A'raf 43).
"Muvaffakiyetim Allah'a bağlıdır"
O'na yapışırım.



KELİMELER:


Seha: Cömertlik, el açıklığı.
Tab': Tabiat. Karakter. Damga basmak.
Basiret: Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat. İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet. Bir evin iki tarafının arası. Yer üstündeki kan.
Zulmet: Karanlık. Mc: Sıkıntı.
Keşf: Açmak. Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
Erbab: f. Ulu, ulvi, âlâ. Reis, başkan, şef.



ÂYETLER:

لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ
Resim---“Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn(yus’elûne) : Allah, yaptığından sorumlu olmaz; kullar ise sorumlu olurlar. (Enbiyâ 21/ 23)

وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الأَنْهَارُ وَقَالُواْ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا اللّهُ لَقَدْ جَاءتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ وَنُودُواْ أَن تِلْكُمُ الْجَنَّةُ أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Resim---“Ve neza'nâ mâ fî sudûrihim min gıllin tecrî min tahtihimul enhâr(enhâru), ve kâlûl hamdu lillâhillezî hedânâ li hâzâ ve mâ kunnâ li nehtediye levlâ en hedânallâh(hedânallâhu), lekad câet rusulu rabbinâ bil hakk(hakkı), ve nûdû en tilkumul cennetu ûristumûhâ bimâ kuntum ta'melûn(ta'melûne) : Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: "Bizi buna ulaştıran Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler." Onlara: "İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir" diye seslenilecek.” (A'râf 7/43)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ON BİRİNCİ SOFRA

Bin altmış yedi senesi Rebîu'l-âhir sonlarında bir gün kulların çokluğunu, fakat âbidlerin azlığını, zâhidlerin nâdir olduğunu, âriflerin de yâni âriflerden ALLAH'a yaklaştırılmış olanların azdan az olduğunu;
çoğunluğu fasıkların, âsilerin ve kâfirlerin teşkil ettiğini ve bana göre bunların ALLAH'ın rahmetinden uzak bulunduğunu düşünüyor ve kendi kendime diyordum ki:

"Acaba bu çoğunluğun hâli ne olacak? Biz iyi biliyoruz ki Yüce ALLAH Erhamu'r-râhimîn'dir."
Bunun sırrının, ALLAH tarafından açılması için kalbimin burçlarında dolaşıyordum.
Birden bana iki kanatlı büyük bir kapı açıldı.
Kanatlarından birine şöyle yazılmıştı:
"Bu, dünyânın sırrıdır. " ötekine de: "Bu, âhiretin sırrıdır. " yazılı idi.
Kapının hemen ardında güzel yüzlü, mütenâsib endamlı, yüzünün nûrundan Güneşin utandığı bir genç gördüm.
Bana dedi ki:
"Sana dünyâ ve âhiretin sırrı açıldı. Üzerindeki beşerî elbiseyi, ve izâfî varlığı (vücûdu) at, kapıdan içeri gir. Tuhaf bir şey göreceksin ve sana ledünnî ilimler açılacak, Yüce ALLAH'a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerden kurtulacaksın."
Çıkardım ve kapıdan içeri girdim.
Bana nûrânî bir elbise giydirdi.
Bir de baktım ki ilmim ve anlayışım, kulağım, gözüm bütün iç ve dış duyularım başka bir ilme, başka bir anlayışa, başka bir kulağa, göze ve yeteneklere değişti.
Günüm,
"Arzın başka bir arza, göklerin başka göklere değişip herkesin tek kahredici ALLAH'ın huzûrunda duracağı gün" oldu.
Ve:
"O'nun vechinden başka her şey helak olacaktır." âyetinin mânâsı meydana çıktı.
Bildim ki RABBımın bana giydirdiği elbise, Hâkânî varlıktır.
Sonra o hâlimle yaratılmışlara baktım.
Gördüm ki benim zannımda âbid, zâhid, velîyyullah olanların çoğu ALLAH'tan ve O'nun rahmetinden uzaktır.
Onunla ALLAH arasında gösterişten, işittirmeden, kendini beğendirmeden, nefsini temize çıkarmadan, böbürlenmeden, kendi nefsi yâhut insanlar hakkında ALLAH'a kötü zan taşımaktan, ya da zâhiren kendinden aşağı olana hakâret gözüyle bakmaktan meydana gelen bir perde vardır.
Halbuki kendisi iyi yaptığını sanıyor.
Ve zannımda fâsık, âsi, riyâkâr, sapkın, bid'atçi, mülhid, zındık olanların çoğunu da ALLAH'a yakın, ALLAH'ın dostu, O'nun sevgilisi gördüm.
Bunlar, kalblerinde bulunan üzüntü, zillet, hulus, ALLAH'ı bilme kendi nefsi ve diğer kullar hakkında ALLAH'a iyi zan besleme, herkese tevâzu gösterme gibi sebeblerden bir sebeble ALLAH'a yaklaşmışlardı.
Ve gördüm ki uzaklaştırıcı sebeblerin en kuvvetlisi kibir ve şöhret; ALLAH'a yaklaştırıcı sebeblerin en kuvvetlisi de tevâzu, ve mahviyettir.
Aslında yakınlık ve uzaklık varlığı olmayan mevhum şeylerdir ya.
Sonra bana:
"Benim velîlerim, benim kubbelerim altındadır, onları benden başka kimse bilmez."
Kudsî Hadisinin sırrı açıldı.
ALLAH Teâlâ'nın örtüsüyle ayıp kubbelerinin altında gizli olan velîleri kimse bilmez.
Bunları, izâfî varlığı atanlar bilirler.
Peygamber Aleyhi's-selâm Efendimiz buyurmuştur:
"Varlığın öyle bir günahtır ki onunla hiçbir günah mukâyese edilmez. "
Sonra Hakkânî vücûdu giydim, ve öylece ikinci defa halka baktım.
Bu defa bütün mahlûkatı Yüce ALLAH'a yakın gördüm.
Gözüm önceki bakışında aldanmış olduğundan üzüntü içerisinde bana döndü.
İmam Şatıbî bu görüş makâmında bir beyit söylemiş:

"Bütün insanlar Mevlâ sayılır; Çünkü ALLAH'ın kazâsına göre bir iş yapıyorlar. "
Sonra bana daha başka sırlar ve bilgiler de açıldı ki onları ifşa etmek helâl değildir.
İşte o vakitten beri o görüş ve o varlık benden hiç gitmedi.
Evvel ve âhir ALLAH'a hamdolsun.


KELİMELER:

Mütenâsib:
Uygun, aralarında muntazam bir nisbet bulunan, muvâfık, birbirine mensub ve müşâbih olan.
Endam: f. Beden. Vücud. Vücudun tenâsübü. Vücûdun görünüşü. Letâfet. İntizam ve üslub.
Ledun: İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.Hel-i istifhâmiye mânâsına geldiği de vaki'dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdir ki: Ledün kelimesi zaman ve mekânın evvel ve ibtidâsından mûteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan "min" kelimesine mukarin olur. "Ledâ" kelimesinde ise, ibtidâ mânası lâzım değildir. Ve "inde" kelimesinin "min" yerinde tasarrufu daha umûmîdir. "Ledün" kelimesi mâba'dını izâfetle cerr eder. (L.R.)
Ledünni: Ledünn ilmine mensub ve müteallik. Ledünne dâir ve âit.
Fâsık: (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. ALLAH'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse
Mülhid: Dinden çıkan, dinsiz, kâfir, îmânsız. Haşir ve âhirete inanmayan.
Zındık: Zendeka, Kâfirlik, dinsizlik.
Zillet: Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık.
Hulus: Hâlislik. Saflık. * Samîmiyet. Hâlis dostluk. İçden davranmak. Her hayırlı işi ve ameli ALLAH rızâsını niyet ederek yapmak.
Mevhum: Aslı olmayıp evham mahsûlu olan. Vehim.
İfşa: (C.: İfşâât) Duyurmak. Fâşetmek. Meydana çıkarmak. Gizli bir şeyi herkese duyurmak.


ÂYETLER:

يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ غَيْرَ الأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُواْ للّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ

Resim---“Yevme tubeddelu'l-ardu gayre'l-ardı ve's-semâvâtu ve berezû lillâhi'l-vâhıdi'l-kahhâr(kahhâri) :Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, kahhar olan ALLAH'ın huzûruna çıka(rıla)caklardır.”

(İbrâhîm 14/48)

وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Resim---“Ve lâ ted’u meallâhi ilâhen âhar(âhara), lâ ilâhe illâ hû(hûve), kullu şey’in hâlikun illâ vecheh(vechehu), lehu'l-hukmu ve ileyhi turceûn(turceûne) : Ve ALLAH ile berâber başka bir ilaha tapma. O'ndan başka ilah yoktur. O'nun yüzünden (zâtından) başka her şey helak olucudur. Hüküm O'nundur ve siz O'na döndürüleceksiniz.”

(Kasas 28/88)

HADİS-i KUDSÎ:

ALLAH celle celâluhu: "Evliyâî tahte kıbâbî la ya'rifuhum gayrî: Benim velilerim, benim kubbelerim altındadır, onları benden başka kimse bilmez"

(Ankaravî, Minhâcu’l-fukarâ, s. 318; Abdurrahman Câmî, Nefâhâtu’l-üns, s. 45; Gümüşhânevî, Câmi’u'l-usûl, s. 50; Mahmut Sâmi, Ashâb-ı Kiram, II, 216.)
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
MUHTEREM HOCAMIZ
ALLAHcc , size uzun ömürler vere. Hizmetlerinizi daim ve kolay eyleye..
ALLAH (CC)VE RESULU(SAV) SİZDEN RAZI OLA. İNŞALLAH..

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »


ON İKİNCİ SOFRA

Resim---"Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riâyet edin şüphesiz Allah sizi gözetleyip durmaktadır. " (Nisa 1)
Bil ki insanlar tamamen bir tek nefisten yaratıldıklarından dolayı, birbirlerine gidip gelem, aralarında sevgiyi artırır.
Ama bu, Allah için buğz etmeye de mâni’ olmaz. Zirâ küfre, şirke, isyana, müşriklere ve asilere Allah için kızmak vacibtir.
Onları imana ve salaha davet etmek gerekir. Burada Allah için sevmek, Allah için buğz etmek (sevmemek) vardır.
Bil ki sen, insanlara melaike gözüyle bakarsan, onları yeryüzünde fesad çıkaran, kan döken varlıklar görürsün.
O halde onların sohbetinden, arkadaşlığından sakınmalısın.
Çünkü onlar hatayı kabul etmezler, kusuru affetmezler, bir aybı örtmezler, nakirin (zerrenin) kıtmirin (köpeğin) hesabını sorarlar.
Azı da çoğu da kıskanırlar.
Acınmak isterler ama kendileri acımazlar.
Hata ve unutmayı cezalandırırlar, affetmezler.
Koğuculuk ve iftira ile ihvanı ihvandan kaçırırlar.
Onlardan uzaklaşmak, insanın dinini muhafaza bakımından tercihe şayandır.
Razı olsalar, yüzden gülerler. Kızsalar, içleri kin dolar.
Zâhirleri siyab (elbise) bâtınları (içleri) ziyab (düşmâlik) tır.
Zanlarla keserler, arkanda seni gözleriyle kaşlarıyle çekiştirirler.
Dostlarına dahi hasedden, şüpheden ve koruculuktan geri durmazlar.
Şöyle bir evde, bir yerde bir müddet rastlayıp sohbet ederek iyice sınamadığın kimsenin sevgisine güvenme.
Senden uzak kaldığında ve dost olup yaklaştığında, zenginliğinde fakirliğinde iyice tecrübe et; yahut onunla yolculuk et veya dinar ve dirhem ile (para ile) alış veriş et veya dara, ihtiyaca düş; eğer bütün bu hallerde ondan razı oldu isen onu büyükse baba, küçükse oğul, akran ise kardeş et.
İnsanlar birbirleriyle muamelelerinde dört hal üzeredirler:
Bir kısmı iyilik edene iyilik eder. Bu, eşek huyludur.
Bir kısmı kötülük edene kötülük eder. Bu da köpeklerin ve yırtıcı hayvanların huyundandır.
Bir kısmı iyilik edene kötülük eder. Bu da yılan huyludur.
Bir kısmı da kötülük edene iyilik eder. Bu da Peygamberlerin, velîlerin ve salihlerin ahlâkındandır.
Şimdi bu söylenenleri duydunsa artık kendine hangisini uygun görürsen onu seç.
Eğer dördüncü kısımdan olamıyorsan, bari insanların ahvalini araştırmamalısın ki onlara iyi zan besliyesin ve onlarla iyi geçinebilesin.
Bu da olmazsa onları bırak, onlardan kaçın ta ki onları kötü sanıp eziyet etmeyesin, akrabayı terk edenlerden, insanların hukukunu çiğneyenlerden olmayasın.
Ama insanlara Allah'ın nuruyla bakarsan, zulmette nur, zehirde panzehir, düşmanlarda dost, kâhirde lutuf ve o kadar çok çeşitli zıt aynalar içerisinde bir tek yüz ve bir cemâl görürsün.
"O'nun gibi hiçbir şey yoktur. " Nitekim Gazali (Ks. S. ) demiştir.
"Kainatta olduğundan daha güzeli yoktur. "

Kendi kendine şu beyti tekrar et:


Âlemin nakşını hep hayal gördüm
Ol hayal içre bir cemâl görürüm
Heme âlem çü mazhar-i Hak'tır
Anın içün kamu kemâl gördüm


O zaman sana insanların şerlileri ile hayırlıları bir olur.
Her ikisiyle de karışıp konuşman eşittir.
Hatta şerlileri arasına katılırsın ki sana eziyet etsinler de onların eziyetlerine tahammül edesin, bunun yanında onlara iyilik edesin.
Çünkü sevgilinin, âşıka celâl ile muamelesi, cemâl ile muamelesinden daha tatlıdır.
İşte bu bakış sırasında melaikenin bakışı, utancından mahvolur.


ÂYET:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثِيرًا وَنِسَاء وَاتَّقُواْ اللّهَ الَّذِي تَسَاءلُونَ بِهِ وَالأَرْحَامَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا
Resim---“Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâe(nisâen), vettekûllâhellezî tesâelûne bihî, vel erhâm(erhâme) innellâhe kâne aleykum rakîbâ(rakîben) : Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden korkup sakının. Ve (yine) kendisiyle, birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.” (Nisâ 4/1)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ON ÜÇÜNCÜ SOFRA

Resim---"Yakînen bilenlerden olması için İbrâhim'e göklerin ve yerin melekûtunu göstermiştik. Gece basınca bir yıldız görmüştü, "İşte bu benim RABBim" dedi; yıldız batınca, "Batanları sevmem" dedi. Ayı doğarken görünce, "İşte bu benim RABBim" dedi, batınca, "RABBim beni doğruya eriştirmeseydi and olsun ki sapıklardan olurdum" dedi. Güneşi doğarken görünce, "İşte bu benim RABBim, bu daha büyük" dedi; batınca, "Ey milletim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım" dedi. "Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, dosdoğru çevirdim, ben puta tapanlardan değilim. " (En'am 75-79)

Bu fakir kula da ALLAH'a sülûkum sırasında sülûkun istikâmeti bereketiyle ALLAH'a şükür, aynı şey vâki oldu.
Ben o günlerde on iki konak'tan beşinci konakta idim. Hiç karârım kalmamıştı.
Bir yandan öbür yana kaçıyor, mücâhede şiddetinden dolayı bir yerde ve bir halde duramadığım için kendimi minâreden, yahut da dağlardan aşağı atacak oluyordum.
Süluk günlerimin ekserîsinde gıdam, yirmi dirhem arpa ekmeğiydi.
Nihâyet bin altmış senesi Muharrem Ayı'nın son on gününde dördüncü Cuma gecesinde süluk esnâsında uyanık iken bir de gördüm ki evin içinde karşımda bir yıldız.
Onu baş gözümle gördüğümü zannettim de gözümü yumdum.
Baktım ki hayır, yine öyle görünüyor.
Gözümü açtım, yine önceki gibi karşımda.
O zaman anladım ki bu, kalb gözüyle görülüyor.
Birkaç gün o yıldız gözümden kaybolmadı.
Sonra büyüdü, büyüdü Ay kadar oldu.
Birkaç gün de böyle devam etti.
Sonra git gide büyüdü Güneş kadar oldu.
Birkaç gün de böyle gittikten sonra yine yavaş yavaş büyüdü, yükseldi, altı ciheti kapladı.
İlk gördüğüm zamandaki ıstırabım, kalb çalkantım, nûrun genişleyip altı yönü kaplayıncaya kadar yavaş yavaş tamâmen dinmişti.
Artık bundan sonra cesetle mücâdele ve riyâzat yapamadım.
Kalb ve Ruh ile bunların durumlarına uygun şekilde mücâhedeye devam ettim.
Bu hâli, şeyhim, göz bebeğim Elmalı'lı Ummî Sinan (kaddesallâhu sırrahu) a söyledim.
Dedi ki:
"İbrâhim Aleyhi's-selam'dan kalan beşinci menzilin hâli budur. Bu menzil onun ilk makâmı idi. Onun ilk menzili, ittiba bereketiyle Muhammed Aleyhi's-selam Efendimiz'in ümmeti için beşinci menzil oldu. Fakat ALLAH'ın Rasûlu için bir makam yoktur. Bütün makamlar onun ayakları altında bir tek adımdan ibârettir. "
Sonra buyurdu: "Seni İbrâhim Aleyhi'-sselam'a lutfettiği Sırat-ı Müstakîme ileten, ve seni onun izinde gittiğin için O'na vâris kılan ALLAH'a hamdolsun."
Sonra şu âyeti okudu: "Gece onu örtünce bir yıldız gördü. "


KELİMELER:

Melekut: Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrârı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib rûhu, canı, hakîkatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. Hükümdarlık. Saltanat. Ruhlar âlemi. Melekler, kuvvetler âlemi. Maddî olmayan âlem. melek ve ruhlar âlemi; ALLAHu Tealâ'nın saltanat ve azâmet âlemi.
Süluk: (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu tâkib etme. Bir târikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme. Bir yola, bir mesleğe girme.
Dirhem: (Direm) f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tâne arpa ağırlığı. Eskiden kullanılan ve beş kuruş değerindeki gümüş para. Akça.
Riyâzat: (Riyâzet. C.) Nefsi terbiye maksadıyla az gıdâ ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak. Az yemek, az içmek ve az uyumak sûretiyle ibâdete koyulmak.
Menzil: İnilen yer. Konulacak yer. Yer. Dünyâ. Ev. Mesâfe.
İttiba: Tâbi' olma. Arkasından gitme. İtaat etme. Tebaiyyet ve imtisal etme


ÂYETLER:

وَكَذَلِكَ نُرِي إِبْرَاهِيمَ مَلَكُوتَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنِينَ
Resim---“Ve kezâlike nurî ibrâhîme melekûte's-semâvâti ve'l-ardı ve li yekûne mine'l-mûkınîn (mûkınîne) : Böylece İbrâhim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.” (En'âm 6/75)

فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لا أُحِبُّ الآفِلِينَ
Resim---“Fe lemmâ cenne aleyhi'l-leylu reâ kevkebâ (kevkeben), kâle hâzâ rabbî, fe lemmâ efele kâle lâ uhıbbu'l-âfilîn (âfilîne) : Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: "Bu benim RABBimdir." Fakat (yıldız) kayboluverince: "Ben kaybolup gidenleri sevmem" demişti.” (En'âm 6/76)

فَلَمَّا رَأَى الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَئِن لَّمْ يَهْدِنِي رَبِّي لأكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّالِّينَ
Resim---“Fe lemmâ rae'l-kamera bâziğan kâle hâzâ rabbî, fe lemmâ efele kâle le in lem yehdinî rabbî le ekûnenne mine'l-kavmi'd-dâllîn (dâllîne) : Ardından Ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: "Bu benim RABBim" demiş, fakat o da kayboluverince: "Andolsun" demişti, "Eğer RABBim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum." (En'âm 6/77)

فَلَمَّا رَأَى الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هَذَا رَبِّي هَذَآ أَكْبَرُ فَلَمَّا أَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ إِنِّي بَرِيءٌ مِّمَّا تُشْرِكُونَ
Resim---“Fe lemmâ rae'ş-şemse bâziğaten kâle hâzâ rabbî,hâzâ ekber (ekberu), fe lemmâ efelet kâle yâ kavmî innî berîun mimmâ tuşrikûn (tuşrikûne) : Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: "İşte bu benim RABBim, bu en büyük" demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: "Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım." (En'âm 6/78)

إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Resim---“İnnî veccehtu vechiye lillezî fatare's-semâvâti ve'l-arda hanîfen ve mâ ene mine'l-muşrikîn(muşrikîne) : "Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri Yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim." (En'âm 6/79)
Resim
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Kıymetli hocam, Ateşte sürekli kaynayan ve SOFRAmıza konan çaydanlıktan bizde nasipimizce kana kana içmekteyiz. Elhamdülillah
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen nur-ye »

kulihvani yazdı:ON ÜÇÜNCÜ SOFRA


Kalb ve Ruh ile bunların durumlarına uygun şekilde mücâhedeye devam ettim.
Bu hâli, şeyhim, göz bebeğim Elmalı'lı Ummî Sinan (kaddesallâhu sırrahu) a söyledim.
Dedi ki: "İbrâhim Aleyhi's-selam'dan kalan beşinci menzilin hâli budur. Bu menzil onun ilk makâmı idi. Onun ilk menzili, ittiba bereketiyle Muhammed Aleyhi's-selam Efendimiz'in ümmeti için beşinci menzil oldu. Fakat ALLAH'ın Rasûlu için bir makam yoktur. Bütün makamlar onun ayakları altında bir tek adımdan ibârettir. "
Sonra buyurdu: "Seni İbrâhim Aleyhi'-sselam'a lutfettiği Sırat-ı Müstakîme ileten, ve seni onun izinde gittiğin için O'na vâris kılan ALLAH'a hamdolsun."
Sonra şu âyeti okudu: "Gece onu örtünce bir yıldız gördü. "
Resim

ALLAHu Zü'l-Celâl'imizin İZni ve İNAYETi ile RABB'ül Âleminimiz SÖZünü, RESÛLALLAH SALLallahu aleyhi ve sellem efendimizin SESinden buyuruyor:


بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم

وَمَنْ اَحْسَنُ دٖينًا مِمَّنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ ِللّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ اِبْرٰهٖيمَ حَنٖيفًا وَاتَّخَذَ اللّٰهُ اِبْرٰهٖيمَ خَلٖيلًا
Resim--- ''Ve men ahsenu dinem mimmen esleme vechehu lillahi ve huve muhsinuv vettebea millete ibrahime hanifa, vettehazellahu ibrahime halila. : İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in dinine dosdoğru olarak tâbi olan kimseden, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim'i dost edinmişti. ''
NİSA:125 (Resmi:4/İniş:98/Alfabetik:82)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ON DÖRDÜNCÜ SOFRA

Müslim Ebu Hüreyre'den şu Hadisi rivâyet etmiştir: "İşte Cumdân, yürüyünüz. "
Cumdân Cim'in ötüresiyle, Mim-in sükûnuyla Medine-i Münevvere'den bir gece uzaklıkta meşhur bir dağdır.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bunun üzerinden geçtiği zaman:
"Müferridler geçti ileri. " buyurmuştu.
Kâdı, müferridi râ'nın kesriyle ve şeddesiyle zikrediyor.
Diğerleri şeddesiz olarak müfrid diyorlar.
Müferrid veya müfrid: bir şeyi tek yapmak demektir.
Hz. Peygamber Efendimiz'den:
"Müferridler kimlerdir ya Rasûlullah?" diye sorduklarında:
"ALLAH'ı çok zikreden erkekler ve kadınlardır. " buyurdu.
Hadisin tam metni İbn Melek'te mevcûddur.

ALLAHu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Yer yüzünde yürümediler mi ki kalbleri olsun da onunla düşünsünler, yâhut kulakları olsun da onunla işitsinler. Çünkü gözler kör olmaz, lâkin göğüslerdeki kalbler kör olur. "
(Celâleyn)

Ben, doğum yerim olan Malatya'da ilk ilim talebinde bulunduğum sırada kalbimde Târikat-ı Sûfiyye'yi bilmek arzusu vardı.
Önce onların meclislerine muhalif idim, gitmezdim.
Fakat sohbetleri bereketiyle günden güne şevkim arttı, nihâyet Halvetî Şeyhlerinden birine bey'at ettim.
Babam da beni ona gitmekten menediyor, kendi şeyhine götürmek istiyordu.
O zât Nakşibendiyye'den idi.
Ve bana göre kâmil değildi.
Sefer etmem îcâbetti.
Nihâyet bin kırk sekiz yılında ki Bağdat bu yılda fethedilmişti, ilim talebi kasdiyle Diyarbekir'e sefer ettim.
Ama asıl maksadım târikat ilmi idi.
Orada bir yıl kaldım, sonra Mardin'e gittim. Orada da bir sene kaldım.
Diyarbekir ve Mardin'de mantık ve kelâm okudum.
Oradan Mısır'a gittim.
Mısır'da Şeyhuniyye (Medresesinde) Kadirî'den bir şeyh buldum.
Ona bey'at ettim ve Câmiu'l-Ezher'de de derse başladım.
Camiu'l-Ezher'de okuyor ve o tekkede de yatıyordum.
Ciddî çalışıyor, her ikisini de muntazaman yürütüyordum.

Bir gün şeyhim bana dedi ki:
"Zâhir ilim talebinden tamâmen vazgeçmedikçe târikat ilmi sana açılmaz. "
İlimden ayrılmam bana güç geldi.
Ağlıyarak tazarrû ve niyaz ile
ALLAH'a istihâre ettim ve uyudum.
Gördüm ki güyâ ben büyük bir şehirdeyim, sultana hizmet ediyorum.
Sultan da Şeyh Abdul-Kadir Geylâni kaddesallâhu sırrahu imiş.
Kendisinin avlusu geniş bir sarayı var.
Kendisi, nedimlerinden büyük bir cemaat arasında bir tarafta abdest alıyor.
Sanki ben de öbür tarafında tereddüd içerisinde duruyor, bana kızacağından korkuyorum.
Oradan çıkacak bir yer de bulamadım.
Beni gördü, çağırdı:
"Ey Sufi" Hemen kendisine döndüm. Ve önünde durdum.
Hadimlerinden birine:
"Buna bir kese getir. " dedi.
Hizmetçi çabuk çabuk bir kaç adım gidince:
"Gel," dedi, "ona kendi cebimden vereyim."
Elini cebine soktu, bir kese çıkardı ve bana uzattı.
Huzûrunda keseyi açtım. İçinde tâze sikkeli dirhemler vardı.
Başka bir kese daha gördüm, onu da açtım. Onda da tâze sikkeli dinarlar vardı.
Ben:
"Efendim, bu iki kesenin mânâsı nedir?" diye sordum.
Cevâben dedi ki:
"Dirhemler zâhir ilimdir, öğren ve onunla amel et. Dinarlar târikat ilmidir, ona ancak sana takdir edilmiş bulunan kimsenin (mürşidin) yüzünden kavuşabilirsin" ve bana:
"Senin şeyhin bu şehirde değildir. " diye işâret etti.
Söylemeye muktedir olamayacağım bir ferah ve sevinç ile uyandım.
Rü'yayı şeyhime söyledim.
Bu rü'yâ üzerine beni halîfe yapmak istedi.
Dedim ki:
"Efendi benim kalbim hilâfete kanmaz. Artık bundan sonra seyahat etmek istiyorum. Çünkü hiçbir yerde durağım kalmadı. Eğer bana izin vermezsen helak olmaktan korkuyorum. "
İzin verdi.
Bana yüzünden ilim mukadder olan zâtı bulmak arzusiyle yola çıktım.
Senelerce dolaştım.
Arap ve Rum (Anadolu) şehirlerinde çok şeyhlerin sohbetine eriştim.
Akıbet şeyhim, göz bebeğim, kalbimin devası Şeyh Ümmî Sinan ELMALI kaddesallâhu sırrahunun hizmetine ulaştım.
Kalbimin şifâsını onun hizmeti şerefinde buldum.
Mubârek nefesi kimyâsiyle, bana Hz. Şeyh Abdu'l-Kadir Geylâni kaddesallâhu sırrahunun bahsettiğim rü'yada bana işâret ettiği her şey hâsıl oldu.
ALLAH'a hamdolsun, ALLAH'ın lutfiyle telvin gitti, temkin hâsıl oldu.
"ALLAH gerçeği söyler, O, yola iletir."


KELİMELER:

Müferrid: ferd olanlar.O işte önde gidenler.
Müfrid: (Ferd. den) Tek başına, yalnız bırakan.
Muhalif: Uymayan. Birbirine benzemeyen. Birbirine zıt olan. Başka şekilde düşünen. Karşı duran.
Tereddüd: Kararsızlık. Bir mes'ele hakkında karar veremeyerek şüphede kalmak.
Muktedir: Güçlü, kuvvetli, becerikli. İşe gücü yeten. İktidarlı.
Mukadder: Tâyin olunmuş. Kısmet. Kader. Miktârı tâyin ve takdir olunmuş olan. Kazâ. Kıymeti biçilmiş. Beğenilmiş. Yazılmış olan.

ÂYETLER:

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
Resim---“E fe lem yesîrû fî'l-ardı fe tekûne lehum kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânun yesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’ma'l-ebsâru ve lâkin ta’ma'l-kulûbu'lletî fî's-sudûr(sudûri) :Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sînelerdeki kalpler körelir.”
(Hacc 22/46)

مَّا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِّن قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمُ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءكُمْ أَبْنَاءكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُم بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ
Resim---“Mâ cealallâhu li raculin min kalbeyni fî cevfih(cevfihî), ve mâ ceale ezvâcekumullâî tuzâhırûne min hunne ummehâtikum, ve mâ ceale ed’ıyâekum ebnâekum, zâlikum kavlukum bi efvâhikum, vallâhu yekûlu'l-hakka ve huve yehdî's-sebîl(sebîle) : ALLAH, bir adamın kendi (göğüs) boşluğu içinde iki kalp kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız (zıharda bulunduğunuz) eşlerinizi sizin anneleriniz yapmadı, evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. ALLAH ise, hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltip iletir.
(Ahzab 33/4)

HADİSLER:

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ashâbı ile Mekke yolunda yürüyordu. Cumdân denilen bir yere uğradı ve ashâbına:
"Yürüyünüz, burası Cumdân dağıdır. Müferrid olanlar öne geçmiş; yarışı kazanmışlardır" buyurdu.
Sahâbiler: "Yâ Rasûlallah! Müferridler de kim?" diye sordular.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem : "ALLAH'ı çok zikreden erkekler ve kadınlar"
buyurdu.
(Müslim, Zikir,4)

Tirmizi'nin rivâyetinde ise; "Müferridler ne demektir?" diye sordular, şöyle buyurdu:
"ALLAH'ın zikrini kendilerine şiar edinenlerdir. Zikir onların yüklerini ve ağırlıklarını sırtlarından atar ve kıyâmet gününde ALLAH'ın huzûruna hafif olarak gelirler."
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1111
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen nur_umim »

ZİKRULLAH HAKKINDA Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurur ki:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem :
"Allah (cc)'ın birtakım melekleri vardır ki, bunlar yeryüzünde dolaşıp zikir yapanları araştırırlar. Zikir yapan bir gruba rastlayınca,birbirlerine"geliniz aradığınız buradadır" diye seslenirler ve zikir yapanları göğe kadar kanatları altına alırlar. Gökyüzüne döndüklerinde Allahu Teala -aslında her şeyi bildiği halde-onlara-Kullarım ne diyorlar?"diye sorar. Meleklerde O'na;
-"Seni tesbih ve tekbir ediyorlar. Sana hamd ve tazim sunuyorlar. "diye cevap verirler. Yüce Allah onlara;
-"Onlar beni gördüler mi?"diye sorar. Melekler;
-Hayır vallahi seni görmemişlerdir, diye cevap verirler. Allahu Teala;
-"Ya beni görmüş olsalardı ne yaparlardı?"diye sorar. Melekler;
-Eğer seni görmüş olsalardı daha çok ibadet ederler,daha çok tazim ve tekbir ederlerdi.
-"Kullarım ne istiyorlar" diye sorar. Melekler;
-"Senden cennetini istiyorlar" diye cevap verirler.
-"Cenneti gördüler mi?" diye sorar. Melekler;
"Hayır vallahi ya Rabbi orayı görmemişlerdir.
-"Orayı görmüş olsalardı ne yaparlardı?"diye sorar. Melelekler de O'na;
-"Eğer orayı görmüş olsalardı oraya karşı daha fazla bir arzu ve özlem duyarlar,orayı daha ısrarlı bir şekilde isterlerdi"diye cevap verirler.
Allahu Teala meleklere;
-"Neden bana sığınıyorlar "diye sorar. Melekler;
-"Cehennemden sana sığınıyorlar" diye cevap verirler. Allahu Teala ;
-"Onlar cehennemi gördüler mi?"diye sorar. Melekler;
-"Hayır vallahi görmemişlerdir"diye cevap verir.
Allahu Teala onlara;
-"Ya cehennemi görselerdi ne yaparlardı?" diye sorar. Melekler;
-"Eğer orayı görmüş olsalardı ondan daha şiddetli kaçar,daha çok korkarlardı"diye cevap verir Bunun üzerine Allahu Teala:
" Şahit olunuz ki onları affettim" buyurur.
Meleklerden biri;
-"Onlar arasında falanca kimse var ki, o aslında onlardan değildir.
Şahsi bir amaç için onların arasına katılmıştır"der. Allahu Teala o meleğe;
-"Onlar öyle bir gruptur ki,onların arkadaşı kendilerine ihanet etmez"
buyurur.
(Ebu Hureyre (r.a)den Buhari ve Müslim)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem :
" Müferridler öne geçti (amacına ulaştı) "kendisine" ya Resulallah müferridler kimlerdir?"diye sorduklarında;
"Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlardır"
buyurmuşlardır. (Müslim)

Resim---Resulullah(SAV) efendimiz bir gün mescidi saadette halka kurup zikir yapan bir grup sahabeye rastladı.
Onlara;
-"Niçin oturuyorsunuz?" diye sordular. Ashab;
-"Oturduk Allah'ı zikrediyoruz, bizi islama ilettiğinden ve islamla bize ihsan buyurduğundan O'na hamd ediyoruz"dediler.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
-"Ancak bu iş için oturdugunuza yemin edermisiniz? dikkat edin,ben sizi suçlamak için size yemin verdirmiyorum, fakat Cibril gelip haber verdi ki, Allah sizinle meleklere karşı övünüyor."
buyurdu.
(Ebu Said el-Hudri (ra)'den Müslim,Tirmizi, Nesai)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Bir topluluk oturup Allah'ı zikrederse, onları mutlaka melekler kuşatır, Allah'ın rahmeti onları bürür, üzerlerine sekine iner ve Allah onları yanında bulunan meleklere anlatır.” buyurdu.
(Ebu Hureyre (r.a)denMüslim ve Tirmizi)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem:
"Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kulum hakkımda nasıl düşünüyorsa ben öyleyim. Kulum beni zikredince ben onunla birlikteyim. Eğer o beni içinden zikrederse,bende onu içimden zikrederim. Eğer beni bir toplulukta zikrederse, bende onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım, o bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim." buyurdu.
(Ebu Hureyre (r.a)den; Buhari, Müslim, Tirmizi)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem:
"Allah'ı zikreden kimse ile zikretmeyen kimse ölü ile diri gibidir." buyurdu.
(Ebu Musa el-Eşari(ra)'den Müslim)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem:
"Allah'ın zikredildiği evlerin misali ile, içerisinde Allah'ın zikredilmediği evlerin misali,
diri ile ölünün misali gibidir."
buyurdu.
(Ebu Musa el-Eşari(ra)'den Buhari ve Müslim)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem:
"Cennet bahçelerine uğradığınızda oradan otlayınız, Sahabiler; “cennet bahçeleri nedir Yâ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem?” dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "zikir halkalarıdır" buyurdular.
(Tirmizi)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem:
"Size amellerin en hayırlısı, sizin derecenizi en çok artıracak, Melikiniz nezdinde en temiz,
sizin için altın ve gümüş bağışlamanızdan daha hayırlı, düşmanlarınızla karşılaşıp onların
boyunlarını vurmanızdan, onlar da sizin boyunlarınızı vurmalarından da hayırlı olanını haber vereyim mi?" Sahabiler;
"Evet ey Allahın Resulü" dediler. Resulullah; "Allah'ı zikretmektir"
buyurdular.

Resim---Bir başka rivayette, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem e sorulur: "Kıyamet günü Allah nezdinde en hayırlı ibadet hangisidir? "Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şu cevabı verir. "Allah'ı çok çok zikretmektir." Hadisin ravisi Ebu Said der ki: " Yâ Rasûlullah, Allah yolunda cihat etmekten de mi?" diye sordum. Aleyhissalatu vesselam şu cevabı verdi: "Gazi, kılıcını kırılıncaya ve kana bulanıncaya kadar, kafirlerin ve müşriklerin boyunlarına indirse de. Allah'ı zikredenler, derece itibariyle ondan üstündür." buyurdu.
(Ebud Derda(ra)'den; Muvatta, Kütüb-ü Sitte S-252)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Kul, kendini Allah'ın azabından kurtarmada zikrullahtan daha müessir bir ameli işlememiştir." buyurdu.
(Muaz b. Cebel (RA) den; Muvatta,Tirmizi,İbnu Mace)

Adamın biri gelerek:"Ya Râsulullah, İslamın hükümleri çoğaldı. Sımsıkı tutacağım bir şeyi bana bildir"dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem de: "Dilin devamlı olarak Allah'ı zikretsin" buyurdu.
( Abdullah b. Büsr (ra)'den; Timizi)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince,dünya semasına iner ve; "Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istiyorsa onu vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım" der.” buyurdu.
(Ebu Hureyre (r.a)den; Buhari, Müslim, Muvatta, Tirmizi)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Allah'ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam, bana İsmail'in oğullarından dört tanesini azad etmemden daha sevgili gelir. Allah'ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batımına kadar oturmam dört kişi azad etmemden daha sevgili gelir.” buyurdu.
(Enes (ra) den; Ebu Davud)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Resulullah (SAV) şöyle buyurmuştur; "Namaz, oruç ve zikir Allah yolunda infak üzere yediyüz misli katlanır." buyurdu.
(Enes (ra) den; Ebu Davud)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir Hadisi Kudsi'de şöyle buyurmuştur: "Kulum beni andıkça ve dudakları beni anmak için kıpırdadıkça ben onunla beraberim." buyurdu.
(Ebu Hureyre (r.a)den; İbni Mace, İbni Hibban)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Ademoğlu Allah'ın zikrinden daha kolayca kendisini Allah'ın azabından kurtaracak bir amel işlemiş değildir."
Bu söz üzerine, Ashab'ı Kiram Resulullah'dan şöyle sordular: Allah yolunda cihad da mı zikir kadar faideli değildir? Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Allah yolunda cihad da zikir kadar faideli olamaz. Ancak kılıcın paramparça oluncaya kadar düşmana çalarsan. Sonra yine kılıcın parçalanıncaya kadar düşmana çalarsan, sonra yine kılıcın parçalanıncaya kadar düşmana çalarsan."
buyurdu. (Muaz b. Cebel (ra)'den ;Ibni Ebi Şeybe ve Tabarani )

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: Hadisi Kudside şöyle buyurmuştur; "Cenabı Hak beni zikrettiği için benden ihtiyacını istemeye vakit bulamayan bir kuluma benden ihtiyacını isteyenden daha fazla veririm"
(Ömer İbnul Hattab (RA)'den; Buhari Tarihinde)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ON BEŞİNCİ SOFRA

Abdullah İbn Mes'ud (R. A) ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Rasûlullah bir çizgi çizdi ve bize: "Bu, ALLAH'ın yoludur. " dedi.
Sonra sağında solunda birtakım çizgiler çizdi ve dedi ki:
"Bunlar da yollardır. Bu yolların her birinde bir şeytan oturmuş kendisine davet eder.
"Ve okudu: "İşte benim doğru yolum budur, ona tâbi’ olun. "
"Muhakkak sizin sa'yiniz (yâni ameliniz) çeşitlidir.
" Kiminiz ilim ve amel ile sa'yeder, cennet'e gider. Kiminiz cehâlet ve nefis arzusiyle zulmete koşar da Cehennem'e gider.

"Herkesin uyduğu bir ciheti vardır. Hayır işlerine koşunuz. Nerede olursanız ALLAH hepinizi toplu olarak bir araya getirecektir. " (Bakara 148)

Bil ki insanın sa'yinin çeşitli oluşu, insanların dört tavır (merhâle) de bulunuşlarından dolayıdır.
Bu dört tavır (merhâle) ile hayvanlar âlemini, yırtıcılar âlemini, şeytanlar âlemini ve melekler âlemini ifâde etmek istiyorum.
Her âlemin mâhiyyeti, insanı öteki âlemin aksi yöne iter.
Doğumdan hemen sonra insanın ilk âlemi başlar ki hayvanlar âlemidir.
Bu âlem onu yemeye, içmeye, helal ya da haram birleşmeye sevkeder.
İnsan orada sebat eder, îmana ve amele dönmezse dünyâ sevgisi ona galebe çalar, dünyâdan her istediğini de pek tabi’i elde edemez, netîcede yırtıcılar âlemine girer.
Kibir, kin, hased, intikam, mukadderse katil ile vasıflanır ve o insanın sireti yırtıcı hayvanlara döner.
Eğer bundan da îmana ve amele dönmezse mevki hırsı galebe eder, murâdına ancak hîlelerle erişir ve sonunda devler ve şeytanlar âlemine girer.
Hîle, hud'a yalan, gıybet, koğuculuk ve iftira ile İblis gibi halk arasına fitneler düşürmek gibi huylarla vasıflanır. Orada kalırsa Esfel-i Sâfilîn (aşağıların aşağısı) da kalmış ve insanların en sapkını olmuş olur.
Ama saâdete ulaşıp da melekler âlemine dönerse ki bu âlem zikir, tesbih, tehlil ve istiğfar âlemidir; bütün insanlar ile iyi geçinir ve güzel ahlâklı olur ki güzel ahlâk insanın kemâlidir.
Bununla ötekilerden (meleklerden) üstün olur.
Çünkü böyle insanlar oraya hayvanlar, yırtıcılar, dev ve şeytan âlemlerinden ilim ve amel ile yükselmişlerdir. Mücâdele ederek oraya geçmişlerdir.

"Güzel söz O'na çıkar, sâlih amel O'na yükselir. " (Fâtır 10).
İnsanlardan bâzıları birinci mertebede, bâzıları ikincide, bâzıları üçüncüde ve bâzıları da dördüncüdedir.
Bâzıları da merhâleden merhâleye seferini tamamladıktan sonra dâimi olarak bir halden diğer hâle geçmek üzere bulunurlar.
Şimdi bak gör, senin nefsin bu otlaklardan hangisinde otlamaktadır.
Onu aşağılardan yukarıya döndürmek için çemirlen ki helak bâdirelerinde ilimler suyundan-ki sâlih amellerin netîceleridir-susuz kalmayasın.
Eğer insan isen himmetini hayvanların, yırtıcıların ve iblisin gittiği yönden çevir.
ALLAH'a koşman, yolların en yükseğinde olsun.
Çünkü ALLAH'a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısı kadar çoktur.
Nefsi bilmeye çalışmak, insanı ALLAH'ı ve gâyelerin en yükseği olan tevhid mertebelerini bilmeye görürür.
Bil ki güzel ahlâk îmandır, ameldir, ihlastır, zikirdir, ihsandır, tevâzu'dur, öğüttür, tasavvuftur, cömertliktir, mürüvvet etmedir, rızâdır, sabırdır, ALLAH'ı sevmedir, ALLAH'tan korkmadır.
Bunlar, ancak Âdem Aleyhi's-selâm'ın ilmi kendisinde zuhur eden insanlara vergidir.
Bu ilim, esmâ ilmidir. Yâni ledünnî ilimdir, ve amel-i sâlihin neticesi olan verâset ilmidir.
Çünkü Peygamber Aleyhi's-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur:


"Her kim bildiğiyle amel ederse ALLAH onu bilmediği şeylerin ilmine vâris kılar."
" Nasıl ki melekler de önce Âdem'e itaat etmediler. Ancak ALLAHu Teâlâ Âdem'e esmâ ilmini ilham ettikten sonra ona secde ettiler ve hürmetle onu başlarının üstüne kaldırdılar.
Ahlâk-i Hamide de böyledir.
Ancak ALLAH'ın verâset ilmini lutfettiği kimsede bulunur.
O (insa)nlar bu ilmi arzu ederler, çünkü bu ilim, peygamberlerin ve velîlerin ilmidir.
İşitilmedi mi ki bizim Peygamberimiz okuma ilmiyle değil, verâset ilmiyle bir velî idi.
Ama İblis'e gelince: kimdeki cin, dev ve şeytanın sıfatları olan hîle, hud'a yalan bühtan ile insanları azdırma huyları zuhur ederse bu sıfatların sâhibi;
Ahlâk-ı Hamide meleklerinin itaat ettiği ikinci ilim erbâbına icmâlen ve tafsîlen düşman olmakta devam eder.
Bu sıfatlar onu beşerî sıfatların hükmüne düşürmek sûretiyle mahvetmeye ramak kalır.
Artık sen anla. Binâenaleyh Âdem hilâfetinde olan kimsenin, halk ile muâmelesinde hâlin îcabına göre ahlâk-ı hamide meleklerini kullanması ve dâima kötü ahlâk şeytanından kaçınması, ledünnî ilim tâlibi bulunan melâikeyi irşad edip onları da bu ilimde otlatması, mülhidlerden ve münkirlerden dâima kaçınması gerekir.


KELİMELER:

Mukadder: Tâyin olunmuş. Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. Kazâ. Kıymeti biçilmiş. Beğenilmiş. Yazılmış olan
Hud'a: Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. Bir kere aldanmak. Herkese aldanan. Safdil.
Bühtan: İftirâ. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme. Dalgınlık. Medhûş ve mütehayyir olma.
Mülhid: Dinden çıkan, dinsiz, kâfir, îmânsız. Haşir ve âhirete inanmayan.
Münkir: (Nekr. den) İnkâr eden, kabul etmeyen, hakîkatı tasdik etmiyen, dinsiz.


HADİS:

Resim---İbni Mes’ud (ra): “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bize düz bir çizgi çizdi ve: “Bu rüşd yoludur.” dedi. Sonra bunun sağından ve solundan bir çok çizgiler daha çizdi: “Bunlar da bir takım yollardır ki her birinde bir şeytân vardır, ona (kendisine) çağırır!” buyurdu ve En’âm 6/151-153 Âyetlerini okudu.”dedi.
(Buhârî, Rikak 4;Tirmizî, Kıyâmet 22; Ibn. Mâce, Mukaddime 1; Darimî, Mukaddime 23)

ÂYETLER:

قُلْ تَعَالَوْاْ أَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ أَلاَّ تُشْرِكُواْ بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَلاَ تَقْتُلُواْ أَوْلاَدَكُم مِّنْ إمْلاَقٍ نَّحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ وَلاَ تَقْرَبُواْ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَلاَ تَقْتُلُواْ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللّهُ إِلاَّ بِالْحَقِّ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Resim---“Kul teâlev etlu mâ harreme rabbukum aleykum ellâ tuşrikû bihî şey’â(şey’en), ve bi'l-vâlideyni ihsânâ(ihsânen), ve lâ taktulû evlâdekum min imlâk(imlakin), nahnu nerzukukum ve iyyâhum, ve lâ takrebû'l-fevâhışe mâ zahere minhâ ve mâ batan(batane), ve lâ taktulûn nefselletî harremallâhu illâ bi'l-hakk(hakkı), zâlikum vassâkum bihî leallekum ta’kılûn(ta’kılûne) : De ki: "Gelin size RABBinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın, anne babaya iyilik edin, yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -Sizin de, onların da rızıklarını biz vermekteyiz- Çirkin kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, ALLAH'ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz." (En’âm 6/151)

وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُواْ الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ لاَ نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا وَإِذَا قُلْتُمْ فَاعْدِلُواْ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى وَبِعَهْدِ اللّهِ أَوْفُواْ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Resim---“Ve lâ takrebû mâle'l-yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluğa eşuddeh(eşuddehu), ve evfû'l-keyle ve'l-mîzâne bi'l-kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne) : "Yetimin malına, o erginlik çağına erişinceye kadar -o en güzel (şeklin) dışında- yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yapın. Hiç bir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz. Söylediğiniz zaman -yakınınız dahî olsa- âdil olun. ALLAH'ın ahdine vefâ gösterin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz." (En’âm 6/152)

وَأَنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلاَ تَتَّبِعُواْ السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَن سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Resim---Ve enne hâzâ sırâtı mustekîmen fettebiûh(fettebiûhu), ve lâ tettebiû's-subule fe teferraka bikum an sebîlih(sebîlihi), zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn(tettekûne) : Bu benim dosdoğru olan yolumdur. Şu halde ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın. Bununla size tavsiye etti, umulur ki korkup sakınırsınız.” (En’âm 6/153)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ON ALTINCI SOFRA

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:
"Sâdık ru'ya, peygamberliğin kırk altı şu'besinden bir şu'bedir. Bu da mü'minlerin peygamberlikten nasipleridir."
Mevlâna Câmi kaddesallâhu sırrahunun Füsus Şerhinin Yusuf Fassı'nda da böyledir.
Fakir der ki içimden geçiyordu ki İmam Busırî kaddesallâhu sırrahunun Kasîde-i Bürde'sini tahmis veya tesbi' edeyim.
Ve her beytin başında Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in ismini getireyim.
İsti'dadım olmadığı için buna muvaffak olamadım.
Ne kadar çalıştımsa güçlük çektim, ağır geldi, uzun zaman sâdece birkaç beyitten fazla birşey yazamadım.
Bu yazdıklarımı da beğenmiyordum.
Fakat bu düşünceyi de kalbimden çıkaramadım.
Benim bilgin, sâlih bir ihvanım vardı.
Ona içimdeki bu iştiyakı, fakat bunu gerçekleştirmeye muvaffak olamadığımı söyledim.
Bana:

"Sâhibinden yâni Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den izin aldın mı?" dedi.
"Hayır" dedim.
"İşte içine doğmayışının sebebi budur. Bunu Hz. Rasûl Aleyhi's-selâm'dan sor." dedi.
Sanki ben uyuyordum da o kardeşim bu öğütüyle beni uykudan uyandırdı.
Birkaç gece Rasûl Aleyhi'-selâm'ın sırrına yalvararak, niyaz ederek kerem denizinden fakiri boş döndürmemesini istiyerek iltica ettim.
Bin yetmiş beş senesi Muharremu'l-Haram'ının ikinci onunda Bursa'da Rasûlullah'ın(sav) mubârek yüzünü görmek şerefine nâil oldum:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bana arkadaşlarından birini göndermiş, Kendisi şark tarafından garp tarafına geçiyormuş.
Bana dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana diyor ki:

"Beyaz at bizden ayrıldı, arkamızdaki otlakta kaldı. Onu alsın, bize getirsin."

O gelen zât, bana atın nerede bulunduğunu ve oraya gidilecek yolu gösterdi.

"Rasûlullah'ın sözü başım üstüne" dedim.
Hemen ata koştum ve onu denilen yerde buldum.
Yularını elime aldım, çabuk sürdüm, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Hazretlerine yetiştirdim.
Yanında yedi kişi vardı.
Bir dağın eteğinde, nehir kenarında, bir ağaç gölgesinde konaklamışlardı.
Aralarında Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'de bulunuyordu.
Baktım namaz kılıyorlar. Ben yetişinceye kadar namazlarını bitirdiler.
Rasûl-i Ekrem'e kavuşunca sabrım tükendi, utanmayı bir yana bıraktım, hemen boynuna sarıldım, öptüm, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in iki dudağını emdim.
Ben mubârek dudaklarını öptüğüm sırada:

"İşte bu, ilimler ma'denidir; bu, bilgiler kaynağıdır; bu, ALLAH'ın vahiy hazinesidir. " diyordum.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem beni bir müddet bundan menetmedi, sonra bana:

"Namaz kıldın mı?" buyurdu.

"Hayır, ya Rasûlallah. " dedim.

"İşte su dedi, abdest al ve namaz kıl. "

"Baş üstüne" dedim.
Namaz kılmak için abdest almaya başlayınca ferahımdan sevinç ve ağlama ile tatlı bir şekilde uyandım.


Derhal tesbi'e başladım.
O gün otuz yedi beytin tesbi'i mümkün oldu.
Ertesi gün kırk beyit tesbi' ettim.
Hâsılı on gün içinde bitti. Yüce ALLAH'a hamdolsun.
ALLAH ve Rasûlu daha iyi bilir, ru'yanın tâbiri bu idi.
Ameller sâhibinin bineğidir. Onu isteğine ulaştırır.
Tasnifler ve diğer hayırlı işler de böyle (sâhibinin bineği) dir.
Demek at Kaside-i Bürde idi, onu ALLAH'ın Rasûlu'ne götürmemiz için bize olan emir, onu, Muhammed Aleyhi's-selâm'ın ismine kavuşturmaya işâret idi.
Çünkü isim, Ehl-i Hakîkat indinde müsemmânın kendisidir.
Onların yedi kişi olmaları da tesbi'e işâret idi.
Abdest almakla emir ise, tesbi'e başlama emrine işâret idi.
Vefâtımdan sonra, kardeşlerimden bu ru'yayı, Tesbi'i Muhammedî'nin başına yazmalarını ricâ ederim.



KELİMELER:

Kasîde: (C.: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kâfiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh u senâ eden, öven manzûme şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı HAKK'ı veya Peygamberi (A.S.M.) medheden manzûme
Bürde: Hırka. Üstten giyilen libas, elbise.
Tahmis: (Hums. dan) Bir şeyi beş kat veya beş köşe hâline getirmek. Edb: Bir şiirin her beytine üçer mısra ilâve ederek beşe çıkarmak.
Tesbi’: (Seb'. den) Yediye çıkarma, yedileme. Bir şeyi yedi parça yapma.
İsti'dad: Bir şeyin kabûlüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. Kâbiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. ALLAHu Teâlâ Hazretlerinin (c.c.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kâbiliyet kuvveleri.
Ma'den: Mâden. Bir haslet veya husûsiyetin kaynağı. Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer. Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir ve sâirelerin vaziyetlerine de mâden denir.
Tasnif: Sınıflara ayırmak. Sınıflandırmak. Kitap yazmak. Kitap tertib etmek.
Müsemma: İsimlendirilen, ad verilmiş olan, bir ismi olan. Muayyen zaman. Belirli vakit.


HADİS:

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki:
"Zaman yaklaşınca mü'minin rüyâsı neredeyse yalan söylemeyecek. Esâsen mü'minin rüyâsı peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür."
Buharî'nin rivâyetinde şu ziyâde var: "Peygamberlikten cüz olan şey yalan olamaz."

(Ebu Hureyre (radıyallâhu anh) dan; Buharî Ta'bir 26; Müslim Rüya 8 (2263); Tirmizî Rüya 1 (2271); Ebû Dâvud Edeb 96 (5019).

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: "Sâlih (sâdık) rüya (mü'minin rüyası) peygamberliğin kırk altı cüzünden bir parçadır" buyurmuştur
(Maamafih, "elli cüzden", "yetmiş cüzden", "kırk cüzden" diye gelen rivâyetler de vardır.

(es-Suyûtî, Kıtful-Ezhâril-Mutenâsira fil-Ahbaril-Mütevâtira, Beyrut 1985, s. 174).
Peygamberlik süresinin yirmi üç yıl devam etmiş bulunmasına göre, vahyin ruya-ı sâdıka olarak gönderildiği altı ay, peygamberlik süresinin kırk altı cüz'ünden bir parça olur.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ON YEDİNCİ SOFRA

ALLAH Teâlâ buyurmuştur: "ALLAH'tan korkanlara va'dedilen Cennet şöyledir: Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü ürün ve RABB'lerinden mağfiret vardır. Bunların durumu, ateşte temelli kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?"
(Muhammed 15)

İnsanlık âleminde suyun, sütün, şarabın ve balın misâli şöyledir:
Bil ki ilim arayan kimse ilim talebinde suyun denizi araması gibi olmalıdır.
Nasıl ki su, gece gündüz durmadan ne dağ, ne ova, ne taş, ne orman, ne de güzel ve çirkin arâzi demeden hepsini geçip denize kavuşur.
İşte ilim talebinin de hiç durmaması, ilim denizine ulaşıncaya kadar matlûbunu bulduğu herkesten o kimse şeref ve izzet sâhibi olmasa da tevazuu esirgememesi lâzımdır.
İlmi de kendi rûhunu ve başka ruhları besliyecek faydalı bir ilim olmalıdır.
Nasıl ki süt vücûdları besler.
İlim ve ameliyle bir mürşid-i kâmile koşmalıdır ki şarap gibi sâkisini de, içenini de sarhoş eden bir ma'rifete (bilgiye) erişebilsin.
Ahlâkı da kalblere şifâ veren süzme bal gibi olmalıdır.
Bir kimse bunları yâni ilmi, ameli, ma'rifeti ve güzel ahlâkı kendinde toplarsa onun meclisi cennet olur.
Bil ki Cennet'te bu dört nehir bulunduğu gibi müzekkir (zikrettiren) ve şeyhte de cennettekinin misâli olan bu dört şey bulunmalıdır.
Bunlardan biri eksik olursa onun meclisi cennet olmaz.
Çünkü cennet bunlardan yoksun değildir.
Aralarında tam bir münâsebet olmazsa, onun meclisi insana hoş gelmez.
Meclisi insanların meyledeceği bir meclis olmaz.
Yâni seyri ve ilim talebi ve ilim ehline tevazu'u tam olmazsa ilmi eksik olur, ona meyledilmez.
Meselâ ilmi cem’eder de onunla amel etmezse o ilim kendisine fayda vermemiştir.
Artık başkasına yararlı olması beklenemez.
Ondan fayda umulmaz ve halk da ona rağbet etmez.
Hem âlim, hem ilmiyle âmil olur da kâmil ve mükemmil bir mürşidden icâzetli bulunmaz, sâdece kendi kendine zâhid geçinirse onda da ne kendisine, ne de başkasına bir lezzet hasıl olmaz.
Zirâ cem'inin çırasında mahabbet yandırılmamışsa onun etrâfında pervâne nasıl toplanır?
Kendisini büyük bir nimet olan ma'rifet, halîm kılmamış ise onun sözü bal gibi göğüslere şifâ vermez.
Halk onunla ünsiyyet etmez.
Her cihetten kendisine meyledilmesi için bu dördünü kendinde toplaması lâzımdır.
Tâ ki her yönden kendisine meyledilsin.
Nasıl ki Cennet her milletin arzusudur ama ona herkes giremez.
Ancak mekârihine (sıkıntılarına) katlananlar girebilirler.
Çünkü cennet mekruhlarla (sıkıntılarla) çevrilmiştir.
Bu meziyyetler bir insanda kolay kolay toplanmaz.
Ancak çok yorulmak, güçlük çekmek, belâya katlanmak, erbâbına tevâzu göstermek sûretiyle elde edilebilir.
Çünkü Cenâb-ı
HAKK şöyle buyurmuştur:
"Yoksa siz, ALLAH aranızdan mücâhede edenleri ve sabredenleri bilmedikçe Cennete gireceğinizi mi sandınız?"
(Al-i İmran 142)
Beyit:
"Aşkın yaşayışında safa rahatlık nereden olacak?
Çünkü Cennet mekârihle bezenmiştir. "


KELİMELER:


Matlub: İstek, istenilen şey. Alacak. Ödünç verilmiş.
Tevazuu: Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli
Saki: (Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu. Kadeh sunan. İçki sunan.
Münasebet: İki şey arasındaki tenâsüb, uygunluk, yakınlık, bağlılık, mensûbiyet, yakışmak, vesîle, alâka.
Rağbet: (Ragbet) İstek, arzu. İyi sayılmak. Bir şeyi çok iştiyakla istemek. İhlasla duâ etmek, teveccüh etmek.
Mükemmil: İkmâl eden. Tamamlayan. Tamamlayıcı.
Ünsiyet: Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık.
Mekarih: (Mekrehe. C.) İnsana tiksinti veren şeyler. Sıkıntılar, dertler.
Mekruh: İğrenç, nâhoş görülen şey. Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zarûret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi câiz olmayan iş. Mihnet. Şiddet.
Erbab: f. Ulu, ulvi, âlâ. Reis, başkan, şef.


ÂYETLER:

مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ فِيهَا أَنْهَارٌ مِّن مَّاء غَيْرِ آسِنٍ وَأَنْهَارٌ مِن لَّبَنٍ لَّمْ يَتَغَيَّرْ طَعْمُهُ وَأَنْهَارٌ مِّنْ خَمْرٍ لَّذَّةٍ لِّلشَّارِبِينَ وَأَنْهَارٌ مِّنْ عَسَلٍ مُّصَفًّى وَلَهُمْ فِيهَا مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَمَغْفِرَةٌ مِّن رَّبِّهِمْ كَمَنْ هُوَ خَالِدٌ فِي النَّارِ وَسُقُوا مَاء حَمِيمًا فَقَطَّعَ أَمْعَاءهُمْ

“Meselu'l-cennetilletî vuide'l-muttekûn(muttekûne), fîhâ enhârun min mâin gayri âsin(âsinin), ve enhârun min lebenin lem yeteğayyer ta’muh(ta’muhu), ve enhârun min hamrin lezzetin li'ş-şâribîn(şâribîne), ve enhârun min aselin musaffâ(musaffen), ve lehum fîhâ min kulli's-semerâti ve mağfiretun min rabbihim, ke men huve hâlidun fî'n-nâri ve sukû mâen hamîmen fe kattaa em’âehum : Takvâ sâhiplerine va'dedilen cennetin misâli (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve RABB'lerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükâfatlanan bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını 'parça parça koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu?”
(Muhammed 47/15)

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

“Em hasibtum en tedhulû'l-cennete ve lemmâ ya’lemillâhullezîne câhedû minkum ve ya’leme's-sâbirîn(sâbirîne) : Yoksa siz, ALLAH, içinizden cihad edenleri belirtip ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”
(Âl-i İmrân 3/142)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ON SEKİZİNCİ SOFRA

ALLAHu Teâlâ buyurmuştur:
Resim---"ALLAH kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışında dilediğini affeder. "
(Nisa 116)
Ve buyurmuştur:
Resim---"Bil ki ALLAH'tan başka İlâh yoktur. " (Kital 19)

Peygamber Aleyhi's-selâm Efendimiz de buyurmuştur:
Resim---"Âdem oğlunda bir et parçası var ki o iyi olduğu zaman bütün ceset iyi olur; o bozulduğu zaman bütün cesed de bozulur. Bilin ki o kalbdir. "

KALBin fesadı Şirk iledir.
Şirk de dört türlüdür:

Müşriklerin Şirki: Putlara ve sâireye tapmak gibi.
ALLAH'ın Fiillerinde Şirk: Fi'li mutlak olarak kula nisbet etmek gibi.
ALLAH'ın Sıfatlarında Şirk: Kula izafi değil de mutlak olarak kemâl nisbet etmek gibi.
Gerçek Vücûd (Varlık) ta Şirk: Halka doğrudan doğruya vücûd nisbet etmek gibi.
Kalb bu dört türlü şirkten ne kadar bozulursa, şirkin fesadı insana sirâyet eder ve o kişi o miktar azâba çarptırılır.

ALLAH, her şirkin karşısında onu gideren bir tevhid olmak üzere dört tevhid ile selâmet evine çağırır:


Birinci Şirkin Karşısında Bulunan Tevhid: ALLAHu Teâlâ'nın: "Bil ki ALLAH'tan başka ilâh yoktur. " sözüdür. Yâni ALLAH'tan başka tapılacak varlık yoktur demektir. Bu tevhid ile mü'min kâfir ayrılır.

İkinci Şirke Karşı Tevhid: ALLAH'ın Hud Aleyhi's-selâm'dan naklen söylediği: "Hiç bir canlı yoktur ki ALLAH onun alnından yakalamamış (ona el koymamış) bulunsun. "
(Hud 56) sözüdür.
Bu tevhid ile havass (seçkinler), işi bizzât ALLAH'a nisbet etmekle avamdan ayrılırlar.
Bu görüşte olan şöyle der:
"Bütün insanlar Mevlâ sayılırlar, çünkü onlar HAKK’ın kazâsına göre bir fiil yapıyorlar. "

Üçüncü Şirke Mukâbil Tevhid: Yüce ALLAH'ın: "Hamd âlemlerin RABB'ına mahsustur." sözüdür.
Bu tevhid ile ahassu'l-havass (seçkinlerin seçkinleri) bütün hamidleri bizzât ALLAH'a nisbet etmekle havasstan (seçkinlerden) ayrılırlar.

Bu görüşte olan şöyle der: "Her güzel şey O'nun cemâlinin yankısıdır. Belki her güzelin güzelliği O'dur. "

Dördüncü Şirke Karşılık Olan Tevhid: ALLAHu Teâlâ'nın: "O'nun vechinden başka her şey helak olacaktır. " (Kasas 88)
sözüdür.
Bu tevhid ile HAKK'ın vücûdu ile halkın vücûdu ayrılır.
Bu görüşte halkın vücûdu yok görülür.
Bâki olan, var olan yalnız O'nun varlığıdır.
Tevhidin bu dört mertebesinden her biri, kendi miktârınca sâhibini selâmet evine sokar.


Fiillerin Şirki daha ziyâde avamda, bilhassa çarşı-pazar ehlinde bulunur.
Bunun alâmeti: Bâzılarının diğerlerine sövüp saymak, iftira etmek, dövmek, öldürmek, intikam almak şeklinde görülen husûmetlerdir.
Onlar, işleri ALLAH'tan değil, başkalarından görürler.
Çünkü eğer bütün fiillerin, yalnız ALLAH'tan olduğunu bilselerdi barış içinde yaşarlardı.
Bu şirkin erbâbı, amellerinde gösteriş yaparlar.


Sıfatların Şirki, umûmiyetle a'yan (ileri gelenler) da, özellikle bilginlerde bulunur.
Bunun alâmeti, kemâlde kendinden aşağı olanlara kibretmek, kendinden üstün olana hased beslemektir. Çünkü hâl diliyle:
"Elhamdulillâhi RABB'il-âlemin: Hamd âlemlerin RABBine mahsustur." deselerdi, o hususta kendi akranlarıyla ve kendinden üstün olanlarla barış içinde olurlardı.

Zât Şirki, umûmiyetle mevki sâhiplerinde, özellikle şeyhlerde bulunur.
Zirâ bütün mertebeleriyle vahdet-i vücûdu (varlığın bir olduğunu) bilselerdi bâzılarına yüz gösterip bâzılarına da sırt çevirmezler ve aşağı mertebelere hakâret gözüyle bakmazlar ve irşad ile bağlı kalmazlardı.
Çünkü bu görüş noktasında biri diğerinin karşısında bulunmaz. (zıt yoktur).
Burada yüz göstermek ve sırt çevirmek, nazar ve irşad, sâdece ALLAH ile, ALLAH için ve ALLAH'ta makbuldür, doğrudur Artık sen anla.


Bundan dolayıdır ki: Peygamberimiz Aleyhi's-selâtu ve's-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Sıddîklerin başından en son çıkan şey mevki hırsdır. "
Yâni insan mevkii kendi nefsi için isterse kötüdür.
Yok eğer ALLAH için isterse iyidir.
Nebîlerin ve Rasûllerin mevkiinden daha büyük mevki hani?


"Âlemin nakşını hep hayal gördüm
Ol hayal içre bir Cemâl gördüm
Heme âlem çu mazhar-ı HAKK'tır
Anın içun kamu kemâl gördüm. "


Bil ki tevhidin kemâli, dışıyla birincinin ehlinden, içiyle sonuncunun ehlinden görünmektir.



KELİMELER:

Sirâyet: Yayılmak, bulaşmak, geçmek.
Husumet: Düşmanlık. Hasımlık. Kincilik. Zıddıyet. Çekişmek. Dâvacı olmak.
Nazar: (Nazaret) Altın. Tâzelik.
İrşad: Doğru yolu göstermek. Aklî ve kalbî, muknî ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kubra-yı Kur'âniye yolunda selâmetle devam ettirmek. ALLAH'a ibâdet ve itaata kavuşturmak. Velî bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması. Ist: Hak ve hakîkatı arayan kimselere bir mürşid-i ekmelin Kur'ânî ve İslâmî eserleriyle veya sözüyle Sırat-ı Müstakim olan İslâmiyet yolunu tanıtması ve târif etmesi. Îmânı kuvvetlendiren ve inkişaf ettiren tahkîkî ve yakînî delillerle hak ve hakîkatı ta'lim ve tedris etmesi.
Kamu: (Kamuğ) t. Hep, bütün, tamâmen.


ÂYETLER:

إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
Resim---“İnnallâhe lâ yağfiru en yuşreke bihî ve yağfiru mâdûne zâlike li men yeşâu ve men yuşrik billâhi fe kad dalle dalâlen baîdâ(baîdan) : Hiç şüphesiz, ALLAH, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim ALLAH'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” (Nisa 4/116)

فَاعْلَمْ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مُتَقَلَّبَكُمْ وَمَثْوَاكُمْ
Resim---“Fa’lem ennehu lâ ilâhe illâllâhu vestağfir li zenbike ve li'l-mu’minîne ve'l-mu’minât(mû’minâti), vallâhu ya’lemu mutekallebekum ve mesvâkum: Şu halde bil; gerçekten, ALLAH'tan başka ilâh yoktur. Hem kendi günahın, hem mü'min erkekler ve mü'min kadınlar için mağfiret dile. ALLAH, sizin dönüp dolaşacağınız yeri bilir, konaklama yerinizi de.”
(Muhammed 47/19)

إِنِّي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّهِ رَبِّي وَرَبِّكُم مَّا مِن دَآبَّةٍ إِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا إِنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Resim---“İnnî tevekkeltu alâllâhi rabbî ve rabbikum, mâ min dâbbetin illâ huve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustakîm(mustakîmin) : "Ben gerçekten, benim de RABB'im, sizin de RABB'iniz olan ALLAH'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp denetlemediği hiç bir canlı yoktur. Muhakkak benim RABB'im, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hûd 11/56)

وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Resim---“Ve lâ ted’u meallâhi ilâhen âhar(âhara), lâ ilâhe illâ hû(hûve), kullu şey’in hâlikun illâ vecheh(vechehu), lehu'l-hukmu ve ileyhi turceûn(turceûne) : Ve ALLAH ile berâber başka bir ilâha tapma. O'ndan başka ilâh yoktur. O'nun yüzünden (zatından) başka her şey helâk olucudur. Hüküm O'nundur ve siz O'na döndürüleceksiniz.”
(Kasas 28/88)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

ON DOKUZUNCU SOFRA

Sadrettin Konevî kaddesALLAHu sırrahu Şerhul-Ehadisi'l-Erbain'in yirmi yedinci Hadis şerhinde şöyle demiştir:

Rasûlullah sallALLAHu aleyhi ve sellem in şöyle buyurduğu sâbit oldu:
"Zaman döndü, dolaştı, ALLAH'ın yeri göğü yarattığı gündeki hâli üzre geldi. "
Bu hadisin sırrının keşfî mânâsı şöyledir:
Bil ki bu Hadis, kâmillerin ittıla’, kesbedilebileceği ilâhî ilimlerden birçok umdeleri ihtiva etmektedir.
Bunlardan biri, Arşlık Devresinin başlamasıdır.
Bil ki olgun keşif göstermiştir ki:
Arşlık Devresi Mizan'dan başlar.
Ondan Hut'a geçer.
ALLAH semâvi ruhları devirlerle, aslî, küllî, belirli sûretlerle Arş'ın karnına (içine) koymuştur.
Bu altı burcun hükmü yirmi bir bin yıldır.
Hamel burcundan Sünbüle burcuna kadar hükmen elli bin yıl gelmiştir.
Burada işâret edilen emr-i İlâhi mûcibince, insanlık nev'i Sünbüle devrinin ilk hükmünde meydana çıkmıştır.
Bunun müddeti yedi bin yıldır.
Bizim Peygamber Efendimiz sallALLÂHu aleyhi ve sellem'in zuhuru Sünbüle Devrinin sonuncu binindedir.
Bu zuhur Sünbüle Devri hükümleriyle âhirete mahsus Mizan Devri arasını toplayan berzahi (aracı) cüzlerdedir.
İlim erbâbının burçlar hakkında söylediklerinin benzeri Zevatu'l-Cesedeyn (iki cesetliler) dir.
Çünkü bu zamanın yarısı da istikbal faslının özelliğiyle karışıktır.
Nebi Aleyhisselâm'ın bi'seti (gönderilmesi) zamanı ki bu zaman dünyânın âhiretle karışma zamanıdır, tıpkı şer'i gündüzün evvelî olan sabahtan, güneşin doğmasına kadar olan zaman gibidir. Sabahla güneşin doğması arasındaki zaman ne ise Rasûl'un gönderilmesiyle kıyâmet arasındaki zaman da odur.
Nasıl şafak attıktan sonra ışık yavaş yavaş artarsa, âhiret ahkâmının zuhûru da bi'setten, güneşin battığı yerden doğmasına kadar artar. İşte buna Peygamber Efendimiz şu sözüyle işâret buyurmuştur:


"Ben o zamanda gönderildim ki benimle kıyâmet şu iki (parmak) gibi (birbirine) yakındır. Az daha o beni geçecek. "

Bu hususta daha sayılamayacak kadar çok işâretler vardır.
Sonra Konevî izahının sonlarında şöyle diyor:


“Ama insan nev'inin zuhur zamânı, bu yedi bin yıla münhasır sanılmasın. Öyle değil.
Bundan maksad şunu anlatmaktır:

'Yüce ALLAH, küllî devrenin başında adı geçen şeyleri yarattı. Hüküm ve emr-i ilâhî Sünbüle burcuna gelince Âdem'i yarattı. Devirlerin sayısını ve Sünbüle burcuna intikal edenleri ALLAH bilir. Bir de ALLAH bunları kullarından bâzılarına bildirir. Onlar bilir ama söylemezler.' "

Sadrettin Konevî kaddesALLAHu sırrahunun sözü bitti

İbnu Arabî ve Konevî'ye göre bütün kâinatta bir tek varlık vardır. O da ALLAH'tır.
Diğer varlıklar, kendiliklerinden bir varlığa sâhip olmayıp O'nun varlığıyla vardırlar.
Güneş ışığının var olması gibi.
ALLAH, kâinattan önce var idi, hâlen de yine öyle vardır.
Zâtı, asla değişmez. Ancak tecellîleri değişir.
İşte O'nun değişik tecellîleri, kâinattaki varlıkları, şekilleri meydana getirir.
ALLAH'ın üzerinden zaman geçmez.
Zaman biz insanlar içindir.
ALLAH kâinatı başka bir maddeden değil, kendinden yaratmıştır.
Kâinatı yaratmak isteyince, isim ve sıfatlarını açığa çıkarmıştır.
İşte ALLAH'ın isim ve sıfatları, bu kâinattaki şekilleri meydana getirmiştir.
Yâni kâinat, O'nun isim ve sıfatlarının görünüşünden başka bir şey değildir.
Varlığın şekilsiz hâli ALLAH'tır. Buna Gayb-i Mutlak mertebesi de denir.
Bunun mahiyyetini kendisinden başkası bilmez.
Bunun altında derece derece varlığın şekil almış hâli de yaratıklar, yâni şekilli varlıklar âlemidir.
Şekilsiz varlığın, şekiller âlemini meydana getirişine, ALLAH'ın isim ve sıfatlarında sereyanı veyâ ALLAH'ın eşyâya inmesi denir.
ALLAH ilk tecellîsiyle Akl-ı Küll veya Akl-ı Evvel'i meydana getirmiştir.
Akl-ı Kül den taşan tecellîlerle de derece derece diğer yaratıklar hasıl olmuştur.
Şekilsiz varlığın, bu Şekiller Âlemini meydana getirmesi, kâdeme kâdeme olmuştur.
Mutasavvıflara göre varlık beş mertebeye ayrılmıştır.
İlk mertebe Gayb-i Mutlak mertebesidir.
Son mertebe ise Madde âlemidir.
Varlık ilk mertebeden başlayarak yaratıkları meydana getirir, çeşitli varlıklar ve şekiller halinde görünür, döne döne tekrar ilk haline gelir.
Yâni Akl-ı Kül den başlayan yaratıklar âlemi tekrar Akl-ı Kül le ve sonunda ALLAH'a kavuşur.
Bu sûretle varlık bir daire teşkil eder.
Dâirenin bittiği nokta, başladığı noktadır.
Böylece
"Başlangıç O'ndandır, dönüş O'nadır." âyetinin sırrı meydana çıkar.

İşte Niyazi, Çizdiği bu dâire ile Konevî'nin bu fikrini izah etmektedir.
Müellifin talebesi, Kari-i Mısrîde dâire kenarına Sadrettin Konevî'nin Fâtiha tefsirinden bir parça almıştır.
Orada bu gerçek izah edilir:
"Mertebe, her şeyin hakîkatinden ibârettir.
Fakat o şeyin soyut varlığı yönünden değil, o şeyle, onu meydana getiren birleştirici nisbet ve o şeye tabi’ olan hakîkatler yönünden.
Önce de açıkladığımız gibi hakîkatler birbirine tabi’dir. Tabi’, metbuun halleri ve gerekli sıfatlarıdır...

"HAKK'ın Zâtı ve Mertebesi vardır. HAKK'ın Mertebesi, O'nun ilâh olması nisbetinin düşünülmesinden ibârettir. Bu nisbete mâhiyeti itibâriyle ULÛHİYYET denmiştir. "
HAKK'ın zâtı, bütün bağlılıklardan, itibardan tecerrüdü, kendisinin hiçbir şeye, hiçbir şeyin de kendisine münâsebeti olmadığı mertebe hakkında hiçbir şey söylenemez.
HAKK'ın halka, halkın da HAKK'a bağlı bulunduğu mertebede ise ALLAH'ın zâtına haller ve sıfatlar nisbet edilir.
Çünkü halk, HAKK'ın görünme ve meydana çıkma yerleridir.
Rızâ, gazab, icâbet, sevinç, ve sâire gibi şeyler ki bunlara şuun denmiştir.
Her müessirde birtakım sıfatlar vardır ki bunlar, O'ndaki ulûhiyyet mertebesidir.
Bu mertebenin kabz, bast, yaşatma, öldürme, kahr vs. gibi şeylere mahsus halleri vardır.
Bunlar mertebenin hükümleridir.
Bu genel mukaddimeyi bil ki, ALLAH'ın izniyle yararlanasın.

(Sadrettin Konevî'nin Fatiha Tefsirinden.)


KELİMELER:


Şerh: Açma, genişletme. Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme. Bir şeyi dilim dilim kesme. Bollaştırma. Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme. Açıklanmış yazı, risale.
İttıla: (Tulu. dan) Haberli olmak. Öğrenmek. Haberi, malumatı bulunma. Yukarıdan aşağı bakmak.
Kesb: Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu. Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi.
Umde: İnanılacak şey. Prensip, temel fikir. Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker.
İhtiva: İçinde bulundurmak, içine almak, hâvi olmak, şâmil olmak. Bir şeyi toplamak ve korumak.
Ahkâm: (Hüküm. C.) Hükümler. Kanunlar. Nizamlar.
Tecellî: Görünme. Bilinme. Kader. ALLAH'ın (C.C.) lütfuna uğrama. İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. HAKK nûrunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.
Gayb: Gizli olan. Olduğu halde Görünmeyen. Belirsiz. Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.


HADİSLER:

Vedâ Hutbesinde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Ey Nâs! Devâmlı dönmekte olan zaman, ALLAH'ın gökleri ve yeri
yarattığı günkü duruma dönmüştür. Bir yıl, l2 aydır. bunlardan 4'ü Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep hürmetli aylardır”
buyurmuştur.
(Buhârî, 4/126-127; Tecrid Tercemesi, 10/437-330 (Hadis No: 1654); İbn Hişâm, 4/251)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Şehadet parmağı ile orta parmağını yan yana getirerek ben, kıyâmete şunlar(ın birbirine olan yakınlığı) gibi yakın (bir zamanda) gönderildim” buyurmuştur
(Ebu Hureyre (r.a.) ile Cabir (r.a.) den; Buharî).
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »


YİRMİNCİ SOFRA

ALLAH Teâlâ buyurdu:

"Ey Peygamber, RABBinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. "
(Maide 67)

Beyzavî kaddesallâhu sırrahu şöyle diyor:

"Âyetin zâhiri, bütün indirilen şeyin tebliğini gerektirir. Belki de murad: Kulların menfaatlerine uygun olanı tebliğdir. Çünkü ALLAH'ın ifşâsını haram kıldığı sırları da vardır. "

Sufyan İbnu Uveyne, Ebu Hureyre (ra) den Peygamber Aleyhi's-selâm Efendimiz'in şöyle dediğini rivâyet etmiştir:

"Öyle ilim vardır ki kapalı inci gibidir. Onu ALLAH'ı bilen âlimlerden başkası bilmez. Onu söyledikleri zaman kibirlilerden başkası inkar etmez."

Avârifte de bu mevcûddur.
Hadis şunu ifâde etmektedir:
Yâni ilmin başkasına göre kapalı oluşu, kapalı eşyânın kıymet, güzellik, üstünlük bakımından kapalı olmayan nisbeti gibidir.
Bu takdirde Hadisin mânâsı şöyle olur:
İlimler arasında kapalı ve saklı eşyâ gibi bir ilim vardır ki onu ancak
ALLAH'ı bilen âlimlerden başkası bilmez.
Bu ilmi söylerse, onu ancak gaflet ehli ve sûret erbâbı inkâr eder.
Çünkü bu ilim Sûret İlmi değildir.
Eh kişi de bilmediğine düşmandır.
İhyâ'da Zeynu'l-Abidin'den rivâyet edilen bir beyt vardır:


"Nice ilim cevheri var ki onu saçsam:
Sen puta tapıyorsun derler.
Mü'minlerden birtakım adamlar kanımı helâl sayarlar;
Ve yaptıkları şeylerin en kötüsünü güzel sanırlar. "


Fakir der ki:
Bu zikredilen âlim o kimsedir ki, onun ilminin cevherlerini, sadeflerin âlimleri, hattâ meşâyihinde çoğu anlamaz.
Nitekim Şeyh Akşemseddin, Risâle-i Nuriyyesi'nde şöyle diyor:


Bir kısım da var ki ehl-i hakîkatten olmayan şeyhler onu inkâr ederler.
Bu âlim tıpkı şu denize benzer:
Halk arasındaki şüphe ve ihtilaf rüzgârlarının esmesi netîcesinde üstünün dalgalanmasından dibi etkilenip hareket etmez.
Onlar varlık Arşının gölgesi altında oturmuş, oradan korkusuz ve hüzünsüz insanların hallerini seyrederler.


"Doğrusu ALLAH'ın velîlerine korku yoktur, onlar üzülmezler de. "
(Yunus 62)

Hikâye olunur ki tüccarlardan biri, dirhemlerle, dinarlarla dolu bir gemi ile bir pâdişahın memleketine gitmiş.

"Bu şehirde ticarette bana kim denktir?" diye dellal çağırtmış.

Hiç kimse bulunmamış.
Yalnız bir kişi çıkmış ama elbisesinin eskiliğinden ve isminin küçük görülmesinden dolayı onun zengin olduğu bilinmezmiş.
Meğer bu zâta babalarından, dedelerinden bitmez tükenmez hazîneler kalmış imiş.
Kendisi her gün o kalan cevherlerden bir cevher döver, onu yemeğe katar, yanındakilerine yedirirmiş.
Onların kuvvetleri günden güne artarmış.
Tâcir bunu duyunca hemen ona misâfir olmak istemiş.
O da bunu misâfir kabul etmiş.
Yine âdeti vechile önüne bir cevher koymuş, dövmek istemiş.
Tüccar:


"Bunu bana ver, gemidekilerin hepsini sana vereyim. " demiş.

O zât:


"Hayır" demiş, “Senin geminde olanları ben ne yapayım? Ben hamal değilim. Bana bu yeter. Senin geminde olanlara ihtiyacım yok benim."

Tüccar demiş ki: "O halde bana hîbe et. "

O zât:

"Bizim âdetimiz, demiş, cevheri dövmeden müstahak olanlara vermemektir.
Çünkü cevheri bütün alırsa bunu zaptedemez, fazla yer bu yüzden helak olur.
Onun için döverler, yemeğe katarlar ve o sûretle yiyenlerin önüne koyarlar.
Onlar da bunu yerlerse akılları, zihinleri ve fikirleri nurlanır, zekâları artar, bunun gibisini kazanmaya muktedir olurlar.”


KELİMELER:


Erbab: f. Ulu, ulvî, âlâ. Reis, başkan, şef.
İhtilaf: (Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik. Birisinin halîfesi olmak.
Tâcir: Ticâret yapan, ticâretle uğraşan.
Hîbe: Bağışlamak. Parasız ve karşılıksız vermek. Bağışlanan şey. Hal ve şân.
Müstahak: Hak eden, hak etmiş. Kendisi kazanmış.
Cevher: Bir şeyin özü, esâsı. Kıymetli taş. Çelik üzerindeki nakış.


ÂYETLER:

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

“Yâ eyyuhe'r-rasûlu bellığ mâ unzile ileyke min rabbik(rabbike) ve in lem tef’al femâ bellağte risâleteh(risâletehu) vallâhu ya’sımuke mine'n-nâs(nâsi) innallâhe lâ yehdî'l-kavme'l-kâfirîn(kâfirîne) : Ey peygamber, RABB'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. ALLAH seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz, ALLAH, kafir olan bir topluluğu hidâyete erdirmez.”
(Mâide 5/67)

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

“E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne) : Haberiniz olsun; ALLAH'ın velîleri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.”
(Yûnus 10/62)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MAVAİDU'L- İRFAN-N. MISRİ

Mesaj gönderen kulihvani »

YİRMİ BİRİNCİ SOFRA

ALLAHU Teâlâ buyurmuştur:

"Hiçbir hayvan yoktur ki O (ALLAH) onu alnından yakalamış olmasın. Şüphesiz Rabbim, dosdoğru bir yol üzerindedir. "

Her şey dabbedir (canlıdır), yerde hareket eder oradan yaratılmış bulunduğu gayeye gider.
Bil ki neye ibret nazariyla baksan, onu ma hulika lehi'ne (yaratılmış bulunduğu maksada) seferber bulursun.
Görürsün ki senin de, başkalarının da menzilleri vardır.
Herkes bir saik, bir (güdücü) ile bir menzile konar.
Eğer orada fâni olursa o menzil, kendi menzilidir.
Eğer geçip giderse başkasınındır.
Senin tasarrufun altında bulunan her şey: altın, gümüş, ev, bark, kap-kacak, sergi, çocuklar, zevce, kitaplar, hizmetçiler ve diğerleri sen gerçi bunların mâliki ve sahibi olduğunu zannedersin, biri elinden çıksa üzülür, azap çekersin.
Lâkin bu hareketin senin bilmezliğinden ileri gelir.
Tek tek, ya da çifter çifter, ya da daha çok olarak çeşitli taraflardan geldiler, sana kondular ve seni menzillerinden bir menzil yaptılar.
Sonra geldikleri gibi seni bırakıp ne için yaratılmış ve fenâları nerede mukadder ise onu aramak maksadiyle gittiler.
Eğer bunu bilmezsen, kalbini bunlardan birine yahut çoğuna bağlarsın veyahut sen istemeden elinden çıkmış, başkasının eline geçmiş olan şeyin, yine senin olmasını temenni edersin veya arzu ettiğin şey olmazsa tasalanırsın ve buna sebebolana kin beslersin.
İşte bütün düşmanlık, buğz, hased, kibir, kendini beğenme ve benzeri şeyler, hep fiillerin tevhidini bilmemekten ileri gelir.
Ama bunu bilen ve elini ister kendi tasarrufundan ister başkalarının tasarrufunda bulunsun, kendisinin olmayana uzâtmayan ve onun sevgisini kalbinden söküp atan kimse, zikredilen ıztıraplardan kurtulur, rahat bulur.



KELİMELER:

Saik: Dürten, sevkeden, sürükleyen, götüren. Sebep.
Menzil: İnilen yer. Konulacak yer. Yer. Dünya. Ev. Mesafe.
Mukadder: Tâyin olunmuş. Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. Kazâ. Kıymeti biçilmiş. Beğenilmiş. Yazılmış olan.
Buğz: Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin, husûmet.
Tasarruf: İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı.


ÂYET:

إِنِّي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّهِ رَبِّي وَرَبِّكُم مَّا مِن دَآبَّةٍ إِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا إِنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Resim---“İnnî tevekkeltu alâllâhi rabbî ve rabbikum, mâ min dâbbetin illâ huve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm(mustekîmin) : "Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp denetlemediği hiç bir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hûd 11/56)


*
Resim
Cevapla

“►Niyazi Mısri◄” sayfasına dön