...SEMBOLLERLE KIYAMET ALAMETLERI...

İslamiyet'de yaşanan tartışmalara açıklamalar
Cevapla
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

...SEMBOLLERLE KIYAMET ALAMETLERI...

Mesaj gönderen dibbace »

NEFSİN SEMBOLÜ YECÜC ve MECÜC

“Her devirde İnsanlık Ailesinin gelişim sürecine uygun bir uyku ve sonradan uyanıklık dönemi yaşanmıştır. Uykudan genel uyanmaya geçmeden önce menfi imajinasyon ve menfi düşünce çoğalır, otomatizma yayılır nefsin hakimiyeti artar.

Dünya insanlığının bugün içinde bulunduğu ıstırap manzarası aslında hepimize çok şey söylüyor: İnsanoğlunun günlük yaşamında büyük bir huzursuzluk ve elem duyması, işlerinin hep ters gitmesi gibi oluşumlar, menfi yani olumsuz bir durum içinde olmasından ileri gelmektedir. Ve bu nedenle Yecüc Mecüc‘ ün yeryüzünü kaplaması deyimi zaten şu anda yaşanan bir gerçekliği ifade etmektedir.

Yecüc ve Mecüc çoktan ortaya çıkmış ve yeryüzünü sarmıştır bile…

Eciş bücüş adamların çıkıp da her tarafı saracağını bekleyenler daha çok bekler. Zira o bütün tezahürleriyle ortadadır. İnsanlar negatif duygusallığın, hissiliğin her çeşidini yaşamaktadır. Bu, nefsani azgınlık olarak tabir edilir. Nefsani azgınlığın Kutsal kitaplardaki sembolü, Yecüc ve Mecüc’tür.

Çağımızda çığırından çıkmış durumda olan şuursuz, otomatik ve nefsani yaşayış her şeyiyle bütün dünyayı etkisi altına almıştır. Ve bu etki insanı öyle kandırır, öyle ikna eder ki, kurtulmak çok zordur.O halde Yecüc ve Mecüc’ün ortaya çıkışını, nefsin azması olarak açıklayabiliriz. Bağlı şuurla ilgili benliğin, egonun azgın hale gelmesi demektir. Toplum olaylarının % 99′u, azgın nefsin saldırılarından meydana gelen bir fenomenler zincirinden ibarettir. Bu epeydir sürmekte olan ve muhakkak ki, genel bir uyanmaya gitmekte olan insanlık için bir değişimin başlangıcını oluşturur.”

VESVESE-ŞÜPHECİLİK

VESVESE ORTAMINDA BİLGİ ve BİLGELİK DEĞERİNİ KAYBEDER


“Kıyamet alametlerinden biri de “vesvese” yani sistemli şüpheciliktir. “Sistematik şüphecilik” toplumlarda yaygınlaşmıştır. Kuran’da bu kavram “vesvasil” diye geçer. Vesvese, her şeyin değerini aşağılamak, küçültmek, düşürmek, alçaltmak manasına gelir. İnsan kendi özünü bu şekilde kaybeder. Bu durumu açıklamak için “sağır ve kör olmak” tabiri de kullanılmıştır. Sağır ve Kör olmak, kendi özünü yitirmek demektir.

Vesvese, vicdan ve kalp güzelliğini yada hassasiyetini perdeler; insanın ruhsal yönünü karartır ve öz varlığına kadar ulaşan bir kurda benzer. Vesvese, insanın içini kemiren kurt gibidir. Ve şimdi yaygın bir durumdadır. Dikkat edilecek olursa, yeryüzünde fizik hastalıklara taş çıkartacak şekilde psikiyatrik rahatsızlıklar hızla yükselmektedir. Bunun sebebi, hemen hemen bütün insanlarda vesvese ile ifade edilecek ruhi bir çöküntünün mevcudiyeti, değer yargılarının adileşmesi, değerlendirmelerin en kaba şekilde oluşu ve bir vesvese halinin kemirici bir kurt gibi insanın içini sarmış olmasıdır

İnsanların doğadan kopup fizik güzelliklere, fizik iyiliklere ve fizik algılamalara, özellikle ve en çok fizik ihtiyaçlara bağımlılık şeklinde, bir nevi hastalık derecesinde bağlı bulunmaları nefsi bir azgınlığın ifadesidir. Ve insan nefsi, bir nevi çıldırma tarzında, yani hiç bir akli, hiç bir düşünsel ve hiçbir olumlu imajinasyonun engel olamayacağı bir saldırı biçiminde, bu yolda ilerlemektedir.

Bu, Kuran’daki ifadesiyle “Yecüc ve Mecüc” tür.

Böyle zamanlarda yani uyanış zamanlarında “Bilgi ve Bilgelik”, “Hikmet ve Hakimlik” değerini kaybeder. Yani, saf bilgi ve saf bilgiyle kendini doyurma işi ve bilge kişi değerini çoktan kaybetmiştir; öyle ki, hiç bir yerde yeterince ortaya çıkamaz hale gelmiştir. Bilgi ve bilgelik oluşamaz.

Neden? Çünkü daha önce sözünü ettiğimiz gibi, her şeyin değeri aşağılanmaktadır. Aşağılayan nedir? Menfi imajinasyondur, menfi düşüncedir. otomatizmadır, vesvesedir; yani sistematik şüpheciliktir, şaşırtıcı bilgiler yoluyla bir nevi iblisin iğvasıdır.

Demek ki, bilgi ve bilgeliğin değerini kaybettiğini hissettiğimiz her ortam, her konuşma, her tavırlaşma bize bir sistematik şüpheciliği çağrıştırmalı ve uyanık olmalıyız. Kendimizi bir an önce böyle bir ortamdan kurtarmanın ve tekrar olumlu düşünmenin bir yolunu bulamazsak, bizde aynı vesveseye hizmet etmiş oluruz.

Evet! Dedik ki, vesvese ortamında bilgi ve bilgelik değerini kaybeder. Belki tek tük mevcuttur, ama bu, binlerce hektarlık tarlada birkaç tane gelincik çiçeği misalidir; oysa her taraf eğrelti otuyla doludur.

Onlar da bu negatif akım karşısında, boyunlarını çaresiz büküverirler…Ya da

yapayalnız, her türlü acıya, sıkıntıya göğüs gerip ayakta kalmaya çalışırlar!…”

İNSANIN UYANIŞI(İsrafil’in Borusu)

“Ruhsal Dünya’nın uyarıları ve yardımlarıyla. kapalı şuur halinden, uyur-gezerlikten, sarhoşluktan, gerçek uyanıklık haline, ayıklığa geçilir. Menfi imajinasyon ve menfi düşüncelerin hakim olduğu nefsani şuur yok olursa, vesvese de ortadan kalkar. Bunun sembolü “İsrafil’in Borusu”nu, yani Kalk Borusu’nu; Uyan Borusu’nu çalmasıdır.

Borunun ismi şuurdur. İsrafil’in Sur’u ötecektir, denir. Bu boru öttüğü zaman öyle bir ses çıkarırmış ki, onu dinleyenin kulaklarının zarı patlar, göğsü daralır, beyni allak bullak olurmuş ve herkesin işitebileceği bir sesmiş. Sur’un üflenmesi, kıyametin kopması demekmiş. “Nefn“, Arapça üflemek, boru çalmak anlamına gelir. “Nefh-i Sür”, İsrafil’in Sur’u anlamındadır.

O halde, İsrafil tarafından Sur’un çalınması, o borunun öttürülmesi. yani bir nevi uyan, ayağa kalk borusunun üflenmesi, artık apaçık bir hale gelmektedir. İsrafil’in borusu, genel şuur uyanıklığına götüren maddi ve manevi tesirler süreci demektir.

İsrafil’in Sur’u iki defa çalar. Biri, bireysel şuur uyanıklığı içindir. Diğeri ise, genel uyanıklık içindir. Sakın ola ki, birisinin upuzun bir boru alıp öttürmesi ve milletin ayağa kalkması akla gelmesin. Elbette ki, lavların fışkırması, denizin kabarması vb. tarzında maddi tesirler olabilir; ama bir de, insanın içinde meydana gelen birtakım değişiklikler vardır ki bunlar bir manevi tesirle beraber gelir. Tesir tek şekilde gelmez. Bu şuna benzer: Okuma yazması bile olmayan birinden Ziya Paşa’nın bir beytini açıklamasını istiyorsunuz ve bunu başaramayınca da onu dövüyorsunuz. Şimdi bu kişi sopadan sonra o beyit’i açıklayabilir mi? Ne öğrendi? İşte, kıyameti tek başına fiziki bir tesir halinde düşünmek de aynen buna benzer. Ama siz, ona, aynı zamanda manevi tesiri, yani Ziya Paşa’nın şiirlerini okuyup anlayabilecek bilgiyi de vermişseniz, sadece Ziya Paşa’nın değil, başka bir şiir de yazsanız, onu anlayacak ve kendine göre bir anlam çıkaracaktır.”

DABBET ÜL ARZIN ORTAYA ÇIKIŞI

“Dabbet-ül arz, Arapça bir tamlamadır. Dabbe, hayvan veya binek hayvanı manasına gelir. Dabbet-ül arz ise, kıyamet vakti yaklaşınca yerden çıkacak olan korkunç bir hayvan anlamındadır.

Buna benzer korkunç bir varlık, Yuhanna’nın vahyinde de geçer. Fiziki kıyamet vakti yaklaşınca canavarın yerden çıkacak olan tarifleri, dünya işlerinin tamamen Ruhsal Alem’e bağlanacağım ifade eder. İnsan tabiatında Ruhsallıktan verilmiş olan bilgilere, öğretilere, uyanlara karşı bir emniyet şuuru ortaya çıkacaktır. Şimdi ise Ruhsallık tanınmıyor; ayrıca insanlarda güven de yok. Ama bu güven hali yeniden meydana gelecektir.

Kıyamet sembolleri arasında, kıyamete yakın dünyaya inecek, saçları kızıl ve tek gözlü olarak tasvir edilen bir kötülük simgesi daha var. O da; Deccal. Deccal yeryüzüne indikten sonra insanlar ikiye ayrılacak, inananlar ve inanmayanlar, Deccal kötülükleriyle insanlığın çok büyük bir bölümünü etkileyecek ve kontrolü altına alacak durum böyleyken mehdi ortaya çıkacak az sayıda olan inananları himayesi altına alıp deccal’la savaşacaklar ve savaş sırasında deccal’i , iyileri kurtarmak üzere yeryüzüne bedenlenmiş olan Mehdi öldürecek ondan sonra dünyada adalet hüküm sürecek. Bu sembolik anlatım da tıpkı diğerindeki gibi uyanış öncesinde insanın kendi nefsi ile karşılaşmasını ve tüm nefsani davranışların azgınlaşacağı hatta bu tip davranışların beğeni toplayacağı bir dönemi işaret ediyor ki, o dönemi de zaten yaşıyoruz.Anlaşılıyor ki, ancak bu dönemin ihtiyaçları karşılandıktan sonra tekrar ruhsallığa dönüş olabilecek. Yani Deccal bir süre daha bizi sınamaya devam edecek.

RUHSALLIĞA GÜVEN

Ruhsal Otorite’ye güven şuuru, bencil işlerin terkine sebeptir ki; bu da, uyanıklığın başlaması demektir. Yani insan, yavaş yavaş,“İnşallah” sözünün şuuruna varır; “Tanrı’nın izniyle” demenin manasını anlamaya başlar.

Kanunlar ne demektir; nasıl çalışıyor? Kaza ve kader nasıl teşekkül ediyor? Nasipler nasıl oluyor? Uğraşıyor, didiniyorsun ve hiç bir şey elde edemiyorsun. Ya da hiç ummadığın bir zamanda da bir şey çıkıp geliyor. “Bu da neyin nesi? Akıl sır ermiyor!” diyorsunuz. Yani “inşallah” sözünü anlamaya başlıyorsunuz.

”İnşallah” demek, “Ben Göğe ve Tanrı Kanunları’na güveniyorum.” demektir. Bu güvenin oluşması kolay değildir. Bu sözü lafzen söylüyoruz, ama ruhen yatkın değiliz.

“İnşallah”, Tanrı’nın izniyle anlamına gelir ve ilahi bir otorite’yi kabul etmek demektir. Eğer insanın kalbinde ilahi otorite’ye karşı gerçek bir iman yoksa, kuru kuru sayı sayar gibi, “inşallah” demesi hiç bir şey ifade etmez. “Bizim işlerimiz de hep inşallah ile maşallah ile gidiyor.” diyen materyalistik cahiller, akılları sıra insanlarla alay ederler. Tabii ki, her iş inşallah’la gider; her olay ilahi otorite’ye bağlı olarak cereyan eder. Kim geleceğini garanti etmiştir? Kimin geleceği hakkında elinde senedi vardır?

Bu, bir iman ve bilgi meselesidir. Bu söz dillere pelesenk edilmiş olabilir, daima tekrarlanabilir. Ama bunu bilerek söyleyebilmek, büyük bir meseledir. “inşallah mal mülk sahibi olurum, inşallah işlerim tıkırında gider, vs.” tarzındaki sözlerle insan, kendi maddi ihtiyaçlarının tatmini için, nefsinin doyurulması için Gökyüzünün arka çıkmasını bekliyor. Eğer gerçek bir inancı varsa, insan, “inşallah” diyemez. Acaba onun arzusu ile ilahi Arzu bir araya mı gelmiş oluyor ki, O’nu kendisi ile şahit tutuyor, teşrikçi kılıyor?”

KIYAMET DEVRİNDE İNSANLAR AÇIK BİLGİYE KAVUŞURLAR

“Ruhsal Otorite’ye güven şuuru, uyaklığın gözükmesi, bencil işlerin terkine sebep olur. Böylece şuurlanmış olan insanlar; kendileri, dünya ve evren hakkında ince bilgilere kavuşurlar; Dünya Okulu’nun açık bilgilerine ulaşırlar. Kutsal Ruh, ruhsallıktan gelen açık bilgilerle yaşanır. İnsanlar aldanma şuurundan, tasdik şuuruna geçerler, yani verilen bilgilerin doğruluğuna bizzat kani olurlar; iman, bilgiye dönmüştür.

Buna eski dilde “Refik-i ala” denir. En yüksek arkadaş demektir, yani artık bir tasdik vardır. İman, bilgi haline geçmiştir ve bu aynı zamanda Ruhsallığın insan aracılığıyla “Yeryüzüne inişi” demektir. Bu bilme işi bir ihsandır, bir fazilettir, bir inayettir. Yani kurtarıcı bir husustur iman ile hareket edenlerin bilgiye kavuşmalarıdır. Hatadan çıkıp doğruya kavuşmaktır.

Ruhsal hiyerarşinin kudret ve yüceliği o kadar büyüktür ki, insan şuurları bir türlü ona tam olarak iman edemez. Bu imansızlığın azalması için, binlerce yıldan beri uyarı ve bilgi faaliyetleri sürdürülmektedir. Ama dünyada yaşanan şuur darlığı bu bilgileri anlayıp benimsemeye yetmemektedir. Bunun İçin şuurları uyandıran tesirin gelmesi gerekir.

İnsan ruhu maddeye olan şuursuz ve otomatik bağlantısından kurtulunca, nefsin takıntılarından sıyrılınca keşif sahibi olacaktır. Bu ise kendi bilgisini ve Ruhsal Dünya’nın bilgisini arılayıp, uygulaması anlamına gelir.

İÇ UYANIKLIK
Demek oluyor ki, her birimiz için bir Dabbe’nin çıkması lazımdır. Yani Ruhsal Alem’e bağlılığı ifade eden bir iç uyanıklığın meydana gelmesi lazımdır. İnsanlığın şimdiki durumunda öyle bir uyanma yoktur. Bugün aldanma devresi içinde bulunan insanlıkta, uyumakta olan bir insanlık aleminin vicdanında, henüz Ruhsallığa karşı bir emniyet şuuru ortaya çıkmamıştır. Eğer bir küçük kıyamet kopacaksa, kendimizde bir değişiklik olmaya başlayacaksa, kendi nefsimizde böyle bir şey aramamız lazımdır.

Kendimizde göğe karşı böyle bir emniyet şuuru doğuyor mu? Rutubetin yayılması gibi, bizde uyanıklığa doğru giden bir gelişme başlamış mıdır? Eğer böyle bir hal teşekkül etmeye başlarsa, uyanmaya doğru, kıyama doğru, bir gidiş var demektir.

Sufiler arasında, en yüksek makam, Abid’lik makamıdır. Abid, sadece ibadet eden, yani hakiki kul olan demektir. Bir sürü düşünceden, rütbeden ve sıfattan sıyrılmış olarak sadece kulluk yapar. Onun üzerinde bir tek ağırlık bile kalmamıştır. İnsanın kul olduğunu idrak etmesi lazım. Ama biz kendimizin kul olduğunu idrak ediyor muyuz? Elimize biraz para, biraz mevki, biraz kudret geçse, yapamayacağımız şey yoktur; aslan kesiliriz birbirimize karşı…”

HER İNSANIN ZAYIF YÖNLERİ VARDIR


“Derler ki: “Derecesine göre, satın alınamayacak kimse yoktur. Yeter ki. sen fiyatını biç!” Bu, insanlar için çok önemli bir realitedir. Demek ki, herkes realite realitedir ve herkesin zayıf bir noktası vardır; orada kalakalır. O noktada artık bir şey yapamaz ve daha üst mertebede olan, ona istediğini yaptırabilir. Demek ki, iğvaya düşmeyecek İnsan yoktur. Bunu maddi olarak değil de daha geniş anlamda alalım. İğvaya düşmeyecek, sapıtmayacak, şaşırmayacak insan yoktur demek, her birimizin kendimize göre bir şeytanı vardır demektir.

Sembolik olarak ifade edecek olursak, farkına bile varmadan, onun taktığı çelme ile tepe üstü yere düşeriz. Doğrulduğumuz zaman, hayretle gene yere düştüğümüzü anlarız. Oysa, daha önce bir daha düşmeyeceğimize dair kendi kendimize söz vermiştik: mücadelede kesin kararlıydık. Ama ne oldu? Tekrar yere düştük… Artık, o oyunu bir daha bize tekrar etmezler. Fakat iblisin oyunu biter mi? Onu bırakır ve öbür oyunu dener. Bizim bilmediğimiz ne oyunlar var… Bu, genel oyunları öğreninceye kadar sürer.

Umumi oyun ise, nefsi ya da kendini tanımanın içinden geçer. Kendimizi tanıdığımız zaman, şaşırtıcı, saptırıcı ve kandırıcı iblis’in, yani mekanik nefsin, otomatik hayatın da işleyişini öğreniriz.

UYUYAN İNSAN SEVEMEZ

Uyuyan insan sevgi gösterileriyle aslında kendi nefsini okşar. Kendimizi aldatmanın hiç gereği yok. İnsanlar sevemez. İnsanların sevgisi egosantriktir. Ne yaparsanız yapınız, o döner dolaşır size gelir. İnsan kendi sevgisinin merkezindedir, yani kendini sever. Çünkü o kapasite henüz gelişmemiştir. İnsanlar hiç bir şeyi terk edemez. Yani fen’a dediğimiz hadise meydana gelmemiştir. Sevgi bile bir başkasını kendisine esir etmek için değil midir? Tutku ile aşk ile seviyor; romanlar, şiirler yazılıyor ve cinayetler işleniyor. Çelişkiye bakın.

Yeryüzünde sevmek demek, kişinin kendisine ait bir şey bulması demektir. Bu, önder kabul edilen büyük insanları sevmekte de vardır. İnsanlar kolay kolay sevemez. Realite icabı, bizim, gerçek sevgiyle bir ilişkimiz yoktur. Bu, bir kusur değildir, ama bunu bilmemek kusurdur. Biz ancak nefsimizi severiz. Nefsimize uygun, meşrebimize uygun, bize yumuşak gelen şey bizim için iyidir. Katı realiteler, gerçekler, bizim için iyi değildir. İnsanın sevebilmesi için gerçekten uyanması ve her türlü hale karşı dayanıklı olması gerekir.”

…bunu onlara bir tabak içinde vermeyin, bırakın kendi emekleri ile kazansınlar; bu suretle onu daha iyi takdir edeceklerdir. Kolayca gelenin değeri anlaşılmaz, zorlukla yapılabilen en büyük mükafatı getirir…

Silver Birch



MADDİ VE MANEVİ BİR ARADA

“Maddi olanla manevi olan bir arada olmak gerekir. Tek başına hiç bir şey olmaz. Çünkü insan tek bir ünite değildir; insan, ruh ve maddeden oluşmuş üçüncü bir varlıktır.

O halde insanın, iki dili vardır, maddi ve manevi olmak üzere iki tane beyni vardır. Bunların her ikisine birden hitap etmek zorundasınız. Sadece birine hitap edildiği zaman diğeri cüce kalır, yarım kalır, kadük olur, dejenere olur ve hiçbir şeye yaramaz. Her iki beynin beraberce gelişmesi gerekir. Genel şuur uyanıklığına götüren maddi ve manevi tesirler sürecine ise, “İsrafil’in borusu” denir.

Şuur uyanıklığına geçmek, nefsin terki ile olur. Bu çok zordur, çok acılıdır ve çok korkunçtur. İşte, kıyametin kopuşunu anlatan tasvirler bu fiilleri temsil eder. Bir çok zorluklar vardır; dağlar yürür, ormanlar yanar, hayvanlar kaçışır, insanlar perişan olur, çocuklar gider, buna benzer şekilde hatıra gelebilecek her türlü felaket, korkunç olan ve bizim duyularımızın algılayabildiği, beynimize sokulan menfi imajinasyonların her türlüsü nefsin terkini anlatır.

Bizim için en acı şey nefsaniyetimizi terk edebilmektir. Büyük azaplar çekilir. Kıskanç bir insanın, fasık bir insanın kıskançlıktan vazgeçmesinin, fesatlıktan vazgeçmesinin ne demek olduğunu bilir misiniz? Çocuğun elinden süt şişesini alırsanız ne olur? Evinize hırsız girse neler hissedersiniz? Canınıza kasteden biri sırtınıza bıçağı dayasa ne hissedersiniz? Suratınıza alev püskürse ne hissedersiniz? İşte, bütün bunların hepsi, bu sefer içeriden dışarıya doğru taşmaya başlar. Yani dışarıdan bir müdahale olmadan siz kendi kendinizle hesaplaşmaya başlarsınız. Bunu niçin yaparsınız? Değişmek için, yenilenmek için… yani Kıyam etmek için, Uyanmak için…

Öyle bir şuur uyanıklığına geçmeniz lazım ki, sizi uyuşuk halde tutan, sizi bağlayan, yani dar şuur fiilinde tutan her şeyden, farkına varıp, anlayıp, uzaklaşma keyfiyeti başlasın. Zor iş!…

Bu, insanın cebindeki parasını dağıtmaya benzemez, evindeki eşyayı da dağıtmaya benzemez. Onları verir, kurtulursunuz, ama varlığınız kalır hiç olmazsa. Burada ise can pazara gidiyor. Zor iştir. İşte, kıyamet budur. Gerçekten uyanmak zor iştir. Bütün kıyamet tasvirlerinin esası, nefsin terkidir. Ağlasak da, sızlasak da, bağırsak da, çağırsak da, bu terk işlemi yapılacaktır. Bu defterin dürülme vakti geliyor.

Kapalı şuur halinden, otomatik şuur halinden, uyurgezerlikten, el yordamı ile yaşamaktan, bir nevi sarhoşluktan, maddeye bağlanmış olmanın verdiği hazların sarhoşluğundan gerçek uyanıklık haline; ayıklığa geçmek, nefsin terki ile olur. Çok zordur, çok acıklıdır, çok korkunçtur. Ama hiçbir şey insan için imkansız değildir. Burası imkanlar alemi, burada her şey mümkün…”

PUTLARA TAPMAK

“Eskiler insanı uyanışa götüren yola, “kan ve ateş yolu” demişlerdir. Bu öyle bir yol ki, ancak içinizin kan ağlamasına bakar. Çünkü çok şeyleri bırakıyorsunuz, çok sevdiğiniz varlığınızın bir çok bağlarını koparıyorsunuz. Bu, insanın putlarından vazgeçmesi demektir. Tanrı’ya inanıyoruz diye hiç övünmeyelim, zira bir bakıma hepimiz putperestiz. Putperestlik demek, Tanrı’ya şirk koşmak, ortak koşmak, bir başka Tanrı edinmek manasına gelmez. Haşa! Olacak iş değil. Putperestliğin gerçek anlamı, kendi kendimize yarattığımız kıymetlerdir, yani nefsin her türlü bağlılığı puttur, putperestliktir. Ve bu da tip tiptir. Hep değişir; yaştan yaşa, seneden seneye, işten işe değişir. Belli bir süre belli bir puta bağlanırsanız; o biter, bir diğerine bağlanırsınız ve bu böylece birinden diğerine atlayarak gider.

Bu putlar arasında incelik farkı olabilir, yani daha kabasından daha ince putlara gidilebilir. Fakat insan öyle çelişkili bir varlıktır ki, Yaradan’ına ibadet ederken veya O’na içinden gelerek kulluk ederken dahi etrafta Yecüc Mecüc ler, yani putları dolaşır durur. İnsan, başkasını bırakıp kendi hayatını gözünün önüne getirecek olursa, Yecüc Mecüc’ün hep çevresinde olduğunu görür. Biz, birtakım putların gerçekleşmesi için dua ederiz. ”Yarabbi, senden sağlıktan başka bir şey istemiyorum.” ne demektir? Bu dua şu anlama gelir: “Ne olur beni öldürme. Burada bu kadar güzellikler var, elbiseler var, para pul var, yiyecekler var, iyice yiyip içeyim, giyineyim, eğleneyim vb:’. Baştaki sözlerin arkasında bu yatar.

Kendimize dürüst davranacak olursak görürüz ki, yapılan ibadet bile Tanrı için değil, kendimiz içindir. Tanrı’nın ibadete, benim tapınmama, benim duama ihtiyacı yoktur ki! Yaradan’ın mahlukundan böyle muhtaçlığı olur mu? Yaradan herhangi bir şeye muhtaç olur mu? Demek ki, muhtaç olan benim. Ben O’ndan bir şeyler koparmak istiyorum. Onu yapmakla, O benden bir şey istemiyor; ben olmasam da O var. Birtakım sapık sufi yun, “İnsanoğlu olmasaydı, Tanrı olmazdı.” diyor. Oysa onun böyle düşünmesine bile sebep Tanrı’dır, ona o beyni veren O’dur. İnsan, olsa ne olur, olmasa ne olur. O isteseydi, ne o kelimeyi insana verirdi, ne de o beyni insanda teşekkül ettirirdi. Ve o kendini bilmez sufi de böyle saçmalamazdı.

Demek ki, menfi imajinasyon, menfi düşünce ve otomatizmanın yayılması, nefsin azması ve vesvese halinin her tarafı kaplaması, Yecüc Mecüc sembolü ile ifade edilmiştir.

İsrafil’in Sur’u ise, genel şuur uyanıklığına götüren maddi ve manevi tesirlerin süreci demektir. İsrafil, bütün bu süreci tanzim eden bir tabiat kuvvetidir. Buradaki tabiat kuvveti, fiziki tabiat kuvveti değil de, yaratılışla alakalı dört büyük ilahi kuvvet’ten bir tanesidir.”


DECCAL’İN ORTAYA ÇIKIŞI

“Kıyamet alametlerinin en önemlisi daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, Deccal’in ortaya çıkışıdır. O yüzden bu kavramı çok iyi anlamak ve zihnimizde netleştirmek için tekrar kısaca ele almakta yarar vardır.

Deccal aldatıcı anlamına gelir. Bu durum şöyle tasvir edilir: Solunda cennet, sağında cehennem olan (halbuki Kuran’da cennet sağdadır) ve iki kaşı arasında kafir yazılı bir varlık, yani bir küfr ehli ortaya çıkar. Demek ki, bu bir varlık değildir. Bir insanın solunda cennet, sağında cehennem olur mu? Ne demektir bu? Yani, sol tarafında bütün hazlar, sağ tarafında bütün elemler ve ortasında da küfr var. “Deccal, kendisine iman edenlere su içirip, yemek yedirir. Yiyen ve içen artık iflah olmaz.” derler.

“Bazı insanlar, bazı varlıklar, Deccal’in suyundan içmemek ve yemeğinden yememek için ot kökü yiyerek Deccal’in zararlarından kendilerini kurtarabilirler.” deniyor. Dikkat edilirse, bütün anlatılanlar teşbihidir, benzetim yoluyla ifade edilmektedir.

“Deccal yeryüzünü gezer. Mekke ve Medine hariç her tarafı dolaşır; yalnız oralara giremez. Dımışk yakınlarındaki beyaz minareye Hz. İsa indirilir. Hz. İsa’nın elinde süngü vardır. Deccal, Hz. İsa’yı görünce tuzun suda eridiği gibi erir gider. Hz. Isa, Deccal ‘i süngüyle vurur ve öldürür. Böylece Deccal ortadan kalkar.” diye anlatılır.

DECCAL NEFSANİYETİ TEMSİL EDER

Şimdi bu, tasvir edilmiş bir tablodur. Acaba bu olayın küçük kıyamet olarak anlamı nedir? Çünkü insana lazım olan budur. Deccal, içgüdüsel ve otomatik hissiyatı, nefsaniyeti temsil eder.

Kıyamet döneminde yaşanan kargaşa, nefsin tam manasıyla baş kaldırması demektir. Yani, yanlış olanı, doğru olana karıştırmak demektir. Daha önce İblis’ ten bahsetmiştik. Kıyamet zamanı, karıştırıcı, iltibas edici İblis’in hakimiyeti ortaya çıkar. Deccal ile iblis hakimiyeti arasında çok yakın bir alaka vardır. Çünkü bunun sonucunda genel bir teşevvüş (şaşkınlık) devri meydana gelmiştir.

Demek ki Deccal, dünyanın içinde bulunduğu genel teşevvüş halini ifade eder. Ve Deccal çoktan çıkmıştır. Geldi, gelecek diye beklemeye hiç gerek yok. O mevcuttur. Şu anda insanlar bir şaşkınlık içerisindeler. Yani, yanlış olanı doğru olandan ayırt edememe hali içindeyiz.

Bu devir, bir nevi sapıtma, yolunu şaşırma, Sırat-ı Müstakim’den ayrılmış olma devridir. Yani Sırat Köprüsünden, vicdanla nefs arasındaki o kıl kadar ince ayırım köprüsünden ayrılma, yolunu şaşırma devridir.

Teşevvüş içinde Deccal ismini alan, azgın nefs ve teşevvüşe, bir bakıma insanın şeytanı da denmektedir. Genel teşevvüşe paralel olarak azgın nefsin ya da nefsani aşırılığın durumu Deccal’in ifadesidir. Bunların hepsi de hali hazırda çevremizde mevcuttur.”

DOĞRULUĞUN ÖNEMİNİ YİTİRMESİ

Deccal, insan nefsaniyetinin vicdan ve sevgiden yoksun olarak, bilgisizce, körlük ve sağırlık içinde geri tesirlerin başarılı olmasına hizmet etmesi ve insana kötülüğü emretmesidir. İşte teşevvüş (şaşkınlık) budur. DeccaIi seviyedeki insan yani bu denli kendini şaşırmış insan, Deccal ‘e göre, her türlü şer işleriyle cennete, iyilikle uğraşarak yani uygunsuz işlerle olan alakasını keserek de cehenneme gider. Her türlü kötülüğü yaptığı zaman Deccal’in cennetindedir; doğru ameller ise insanı Deccal’in cehennemine götürmektedir. Yani, vicdanı ortaya çıktığı zaman, insan, ıstırap çekiyor; nefsi ile hareket edip, vicdansızca davrandığı zaman da huzur duyuyor. İnsanın böyle şaşırtılması, iyiliğin, doğruluğun, dürüstlüğün, inancın neredeyse ayıp kabul edilmesi devri, “Kıyamet devridir”.

“Ben sana ne iyilik ettim ki, sen bana kötülük yapıyorsun.” ifadesi tam Deccal ifadesidir. Bu bir teşevvüş-şaşkınlık-iyiyi/doğruyu ayırt edememe-ne yaptığını bilememe halidir. Bu davranışlar belki de isteyerek yapılmıyor, zira insanoğlu derin bir teşevvüşün içindedir. Ne yaptığının farkında değildir, çünkü Deccal ’i bir seviyede bulunuyor. Her türlü şer işleriyle cennet hayatı yaşıyor; esrar, eroin, döviz kaçakçılığı, gümrük kaçakçılığı, adam öldürmek vs. gibi akla gelebilecek her türlü kötülük yapılıyor. İnsanın değeri maddi kıymete göre tartılıyor. “Kaç paralık adamsın” deyimi ile insan değeri ölçülüyor, sarraflık yapılıyor.

Uygunsuz işlerle olan alakanızı keserseniz dürüst hareket ederseniz, vicdanlı davranırsanız, dedikodu yapmazsanız, iki küsü barıştırırsanız, iki yanlış işi doğrultursanız, birine hizmet ederseniz, insanlara sevecenlik gösterirseniz, Deccal sizi cehennemine atar. Fesatlık yaparsanız, hain olursanız onun cennetine gidersiniz. Ama bu, teşevvüş içerisinde bulunan Deccal ’i bir cennettir. Dünyanın şimdiki hali budur. Kötülüğe, şerre, nefsaniyete prim veriliyor.

“Doğru sözlü dokuz köyden kovuluyor.” Esasında bu, düşünen insan için, teşevvüş alametinden başka bir şey değildir; şaşkınlığın bir sonucudur. İnsanın kim olduğunu unutmuş olması anlamına gelir.”



HAKİKATİN ÖRTÜLMESİ


“Nefsaniyetin, şuursuzluk içinde körü körüne, alabildiğine yaşanması, hakikatin örtülmesi, karanlık perdenin çekilmesi, yoğunlaşması, “küfr” demektir. Kafirler demek, küfr içerisinde olanlar demektir. Kuran’da böyle geçer. Kafir başka dinden olan manasına gelmez. Gerçekleri örten anlamındaki kafir Kelimesi, Deccal’in iki kaşının ortasındaki yazıdır. Demek ki, kıyamet alametlerinden biri de budur. Yani, “hakikatleri örteceklerdir” manasına gelir. Her türlü vicdan ikazının dinlenmemesi demektir. Küfrün en büyüğü, en belirgin olanı, vicdan sesini dinlememektir. Vicdan sesini duymazlıktan gelmek, hakiki küfr’dür. Küfr, insanın kendi şuurundaki perdeden dolayı doğruyu ve gerçeği görememesi, kendi kendini perdelemesi, örtmesi demektir.

KIYAMET DEVRİ TEŞEVVÜŞ (ŞAŞKINLIK) DEVRİDİR

Bilgi sahibi, olgun kişi bile, dünyanın bu teşevvüş çağında nefsin esaretine düşerek, doğruyu anlayamayacak hale gelmiştir. İrfan sahibi, yani açık seçik bilgi sahibi, nefsi ile arkadaşlık etmek zorunda bulunmaktadır. Böyle bir gerçeği de ifade etmek gerekir. Denir ki, yiyecek ve içecek ancak onun yanında bulunmaktadır. Yani, bir insan iman sahibi de olsa, olgun olsa da bu teşevvüş çağının bir icabı olarak, nefsinin esaretine düşecek, doğruyu anlamayacak, doğru olanı da örtmek zorunda kalacaktır. Çünkü devrin teşevvüşü bazen bunu gerektirir. Bu bakımdan kendimizi fazlaca itham etmemeliyiz. Bütün iyi niyetimize rağmen, elimizde olmadan bazı sürçmeler, bazı takılmalar meydana gelebilir. Bu, genel bir tesirin etkisinden başka da bir şey değildir.

Deccal devri tam anlamıyla sürüyor. İnsan nefsi ile olan cihadını kaybetmek üzeredir. Merkez daima kendisidir. Nefsi arzular, bedeni hazlar, şehvani lezzetler gibi adi fiil ve zevklerin peşindedir. Bu ise, Deccal’in verdiğini almaktır. Deccal’in etkisi altında kalmaktır.

Bilgiye dayanmayan, ama mubah (geçerli) sayılan yollara fazlasıyla sapmak zararlı bir şeydir. Haram değildir, yasak edilmemiştir, ama mubah edilmiştir. Nefis terbiyesinde, yapıp yapmamakta, bir şeyi yerine getirip getirmemekte vicdani ve ahlaki bir sakınca olmamakla beraber, insanın kendisini hür hissetmemesi gerekir. Yani vicdanen ve ahlaken o işi işlemenizde bir sakınca yoktur, yasak değildir; yani mubahtır. Ama mubahtır diye, normal olarak bir iki defa yapmanız gereken o fiili siz alışkanlık haline getirip 50- 100 defa yaparsanız, sanki haram, yani yasak edilmiş bir şeyi yapıyormuşçasına aynı sonucu verir. Şöyle bir örnek verebiliriz: Kanınızı tahlil ettirdiniz ve şeker hastalığınızın olmadığım öğrendiniz. Ve hastaneden çıkar çıkmaz soluğu tatlıcıda aldınız; arka arkaya birkaç porsiyon yediniz. Şekeriniz yok ya; ertesi gün tekrar, ertesi gün tekrar ve bir ay sonra karaciğerin iflası sonucu sarılığa yakalandınız.

Buna benzer şekilde vicdanen ve aklen, yapmanızda bir sakınca olmayan bir şeyi bile çok ölçülü yapmak gerekir. Bu, oto kontroldür. Ben hürüm; istediğimi yaparım, kim karışır; kimseye zararım yok, tarzındaki davranışlar ölçülü olmadığı taktirde, insanı zarara sokabilir. Bu, bütün sistemin kontrol altına, akli bir düzen içerisine alınması demektir. Görülüyor ki, bilgiye dayanmayan, ama mubah sayılan yollara fazlasıyla sapmak, insanı uykuya sokan boş hayal ve ümitlere dalmak, geçici olan tatlara, dünya’nın süslerine, şan ve şöhretine, putlarına bağlanmak Deccal’in cennetine girmek gibidir.

GERÇEK CENNET İNSAN UYANINCA YAŞANIR

“Deccal cenneti, ıstıraplı uyanış teşevvüşü ile yer yer cehenneme döner. Yani, Ruhsal dünya, cenneti cehenneme; cehennemi de cennete çevirebilir. Cennetin cehenneme çevrilmesi demek, rüyadaki gibi eğlence cennetindeki bir insanın ıstıraplı bir teşevvüşle (şaşkınlıkla) uyanmaya başlaması demektir. İnsan, o cennette gördüğü her şeyin birer serap, birer aldatmaca, hiç bir işe yaramayan şeyler olduğunu; boş hayaller, boş ümitler olduğunu fark etmeye başlıyor. Böylelikle cennet cehenneme dönüyor.

Ruhsal dünya, insanı, cennet hali olarak uyku içerisinde, gerçeklerle ilgili olmayan bir tasavvur içerisinde, bir imajinasyon içerisinde tutarken, onu realiteyle karşılaştırmaya başladığı vakit, cennet cehenneme dönüyor. İnsanlığın bugünkü hali böyledir. Ama bu ümit vericidir, zira herkes ıstırap içerisinde, hiç kimse cennet hali yaşamıyor.Herkesin bir cehennemi var bugün!…

Asıl cennet, bu cehennemin ötesindedir. “Cennete giden yol cehennemden geçer.” Sözü bunu ifade eder. Cehennemi yaşamayan, onu görmeyen cennete gidemez. Cehennem ıstırabı, nefsin bağlarından kurtulmaktır, bu bağları atabilme gücüdür. Cehennemin geneli de dünyadır; mizanıyla, terazisiyle, ateşiyle, küreğiyle mükemmel kurulmuştur, insanlar inim inim inlemektedirler.

Burada olanlar yukarıda da olur. Yani fiziki bedeni terk ettikten sonra geçtiğimiz spatyom ya da ahirette de, bu işler daha etkili olarak mükemmelen devam eder.”Burada olanlar, orada olanların suyunun suyudur.”derler; “Yeryüzündeki ateş, cehennem ateşinin yedi kat yıkanmışıdır.” derler. Bu ateş, bizim bildiğimiz ateş değildir. Bu sözün altında çok büyük bir hakikat vardır. Bizim yeryüzünde duyduğumuz ıstırap, acı, pişmanlık, tövbe vs. belli bir dozdadır. Bedene bağlı şuurun savunma mekanizmaları, bu acılan bir yerde keser, durdurur. Bu ıstırabı fazla yaşamayız. Ağlarız, sızlarız, avunuruz ve bir derece olsun onu unuturuz. Ama ruh alemine geçildiği vakit fiziki bağlar koptuğu için, koruyucu mekanizmalar da ortadan kalkar. Ve varlık vicdanı ile baş başa kalır. Vicdan, ruh alemine geçildiği zaman da vardır. Hesap soracak olan da odur. Hiç bir şekilde sorgu meleği denen başka bir varlık aramamak gerekir. Ve orada çekilen vicdan azabı, göğün ateş misali çok daha acılıdır, zira belirttiğimiz gibi savunma mekanizmaları ortadan kalkmıştır.

Deyim uygunsa, orada kalkan olmadığı için yumruğu direkt yer insan. Burada tesirle varlık arasında bazı barajlar vardır; tesirin şiddeti azaltılır. Ama spatyomda baraj kalkar. Tesir adeta agrandize olur, büyür, yankılanır. Orada sessiz ağlanır. “

NEFSİYLE SAVAŞAN UYANMA YOLUNDADIR

“Nefsine karşı baş kaldıran, nefsiyle savaşan, nefsini uslu akıllı eden uyanma yolundadır. Hz. Peygamber’in, “Ben şeytanımı Müslüman ettim.’ demesidir. Şeytan nefsidir.”Nefsimi Müslüman ettim.” demek, “onu selim kıldım, selamet yoluna götürdüm, akıllı kıldım” demektir. Yani akla, şeytan varlığını Müslüman dinine dahil etmek gelmemelidir. Nefsini uslu eden, sabır ve metanetle vicdanına prim veren Deccal’in cehennemindedir, yani orada zulüm görürler. Bu devirde Deccal vardır. Nefsinize baş kaldırmayıp onu pohpohluyorsanız; nefis ile savaşmak yerine, onunla sulh yapmışsanız; nefsinizi saldırgan halde, sapık halde tutuyorsanız; vicdan yerine başka şeylerle meşgul iseniz, cennet hali içerisindesiniz yani Deccal’in cennetindesiniz. O zaman zulüm görmezsiniz. Yani bu sefer de Deccal zulmetmez de siz kendi kendinize zulmedersiniz o ayrı…

Deccal’in bütün dünyayı dolaşıp durması, nefsin bütün tekamül seviyelerinde insanı teşevvüşe düşürmekte olması manasına gelir. Elbette ki, nefsinin dizginleri elinde olanlar ile uyanıkların seviyesinde bu teşevvüşler olmuyor. Nefs denen Deccal, her kılığa girerek gerçeği bilen, bilge kişiyi de sarsar. Bazı vehimlere düşürür.

Şüphenin, şekillerin, teşevvüşün putların hüküm ve tesirinin kesilmesi Hakikat Ruhunun dünyayı sarmasıyla olur ki, simgesi Hz. İsa’dır. Hz. İsa’nın diğer bir kozmik ismi de, “Hakikat Ruhu’dur”. Vicdanı ve sevgiyi sembolize eder.

Bunun İslam’da da bir menkıbesi vardır. Hz.İsa, ahir zamanda Şam’ın kuzeyindeki Beyaz Minare’ye iner ve bir Türk mimari eseri olan o minarede ezan okur, nida eder. Yani bütün insanları oradan davet edecektir. Beyaz renk de önemlidir; kendisi de beyaz giyinirdi. Beyaz, Hakikat Ruhu’nu ifade eder. Minare şeklen semayı, göğü gösterir. Hz. İsa’nın oradan nida etmesi, Göklerin insanlara bir nidası, bir çağrısı var demektir. Yani sembol açıldığında, Bu doğrudan doğruya vicdandır.

Bizler için “Hakikat Ruhu”, sevgi ve vicdandan ibarettir. Yani, insanları sevmek ve vicdanımızın sesini dinlemekle, “Hakikat Ruhu’na” bağlanmış oluyoruz.

Demek ki, uyanış devrinde bütün insanlık arasında artık Deccal’in hükmü değil, vicdanın ve insanlık sevgisinin yayıldığı görülecektir. Şimdiki gibi, nefsin ve nefretin, düşmanlığın ve kötülüğün, göz oyuculuğun ve gırtlak sıkıcılığın değil; gerçekten insanlık sevgisinin ve vicdanın hükümran olduğu görülecektir. Yani vicdan sesi, rölatif değil, doğrudan doğruya Yukarı’dan gelen, ulühiyete bağlı yüksek tesirin insandaki tezahürüdür. Yani vicdan, artık insana kalmış bir şey değildir; benim vicdanım, senin vicdanın yok. Yukarı’nın tesiri doğrudan doğruya vicdanlarda yansımaya başlıyor. Biz bireysel olarak kendi içimizde bu uyanışı şimdi de yaşıyorsak, kıyameti daha evvelden yaşar, çeker gideriz…Ya da başkalarına yardım etmek için kalırız…”

MEHDİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
“Derler ki, “Kıyamet vakti gelince, Mehdi ortaya çıkacak, adaletle hüküm sürecek, insanlığa aydınlık, bereket ve emniyet getirecek.” Ve her yüz senede bir, genellikle doğuda, Hindistan ve İran taraflarında, Bağdat’ta vs. nefsaniyeti azgınlık içerisinde olan biri fırlar ve Mehdi’liğini ilan eder. Etrafına otuz kırk bin kişi toparlar, birkaç kelle götürür, ondan sonra da onun kellesini götürürler ve Mehdi’lik biter. Şimdiye kadar yeryüzünde aşağı yukarı yedi-sekiz tane Mehdi taslağı çıkmıştır.

Belki de bu, vaat edilen bir varlıktır. Fiziki olarak da böyle bir varlığın meydana gelmesi mümkündür. Yalnız, Mehdi devri henüz gelmedi. Bütün bu devirleri biz yaşıyoruz; daha yaşanacak devirler var. Mehdi devri gelmedi, çünkü şuur uyanıklığı başlamadı, Ruhsal Alem ile olan ilişkiler çoğalmadı, Onlar’ın etkisiyle gerçekleşen olağanüstü olayların ya da mucizelerin sayısı artmadı. Çünkü teşevvüş-şaşkınlık kalkmadı, Yukarı’ya emniyet doğmadı, doğruyla eğriyi ayırma bilgisi gelmedi, aldanmalar hala devam ediyor.

Eğer, bütün içsel ve dışsal putların ortadan kalktığını, Rahman olan Rabbe kulluk edildiğini, gönüllerde ve şuurlarda sadece O’nun mevcut olduğunu görürseniz, Mehdi devri çoktan gelmiş demektir. Demek ki, Mehdi için bir şahıs beklemeye gerek yoktur. Bu bir devirdir ve hep temsilen, teşbihen birilerine benzetilmiştir. Yukarıdaki hal insanlıkta teşekkül ederse, sizin Mehdi’niz gelmiştir. Siz kendi kendinizin Mehdi’si olursunuz. Hiç dışarıdan birisini beklemeyin insanda Ruhsal Otorite’yi kabul hali şuurlanıyorsa, o emniyet hali teşekkül ediyorsa, doğruyu eğriyi ayırma bilgisi gelirse, Mehdi devri gelmiştir. Doğruyu eğriden ayırt edeceğimiz açık Bilgi nerde? O, daha gelmedi. Ama gelecektir.”

GÜNEŞİN BATTIĞI YERDEN DOĞMASI

“Yazı dizisi boyunca açıklamaya çalıştığımız sembolik kıyamet alametlerinden başka, bir de Güneş’in battığı yerden doğması meselesi vardır. Bu sembolik ifadeye göre, o son zamanda Güneş battığı yerden doğacaktır. Yani tersine bir iş olacaktır. Bu masalımsı anlatımla insanlar, acaba Dünya tersine mi dönecek, her şey alt üst mü olacak diye düşünüyorlar.

Dünya’nın alt üst olması demek, insanın kendisinin alt üst olması demektir; uyku halinin alt üst olması demektir. Ve uykunun tersi uyanıklıktır. Dünya’nın alt üst olması denince, illa ki, magma tabakasının volkanlardan dışarıya fırlaması akla gelmemelidir. Bu, ‘küçük kıyamet’ sahibi olarak insanın alt üst olması demektir. En iyi alt üst oluş şekli de, insanın uyuduğu halden uyanık hale geçmesidir. Yani tam zıddı bir durum. Alt üst oluş, nefsani halden vicdani, ahlaki, makul vicdana geçiştir. Yani mevcut olan bütün eksik hallerin, mükemmel, olgun, yetkin hale geçmesi, siyahın beyaza dönüşmesidir. Güneş’in battığı yerden doğması budur.

Bu sembol ayrıca, devrenin bitişini ifade eder. Olumsuz yönden bir yorum söz konusudur. Tekamül Okulu olarak Dünya’ya tekrar kabulün sona ermesi, tövbe kapılarının kapanması demektir. Yani, insanlar diyorlar ki, ‘Biz pişmanız. Bunca zaman enkarnasyonlarımızı boşa geçirdik. Şimdi anladık, uyandık. Ne olur bize imkan verin de, tekrar dönelim, işi tamamlayalım ve eksiklerimiz gitsin” Fakat, hayır; o kapı kapanıyor. Yani, Güneş’in battığı yerden doğuşu, bir devrin, bir devrenin bitişi manasına da geliyor. Bunca ikaz, irşat ve uyandırıcı olaydan sonra, insan bilgi edinememiş, kendini tanıyamamış, Rabbe kulluk edememişse, artık fırsat, imkan da kalmamıştır.

Gökyüzü vermeden almaz. Verir, verir, verir ve siz cevap vermediğiniz için de, işini bitirir. Bundan sonra iman oluşmaz, zira verilen verilmiştir. Artık uyanıklık için Dünya üzerindeki bütün faaliyet kaldırılır ve defter dürülür. Yalnız bu, faaliyetin tümüyle kaldırıldığı manasına gelmez. Sadece uyanıklık için bütün faaliyet kaldırılır. Kıyamet, tümüyle varlığın, canlılığın ortadan kalkması değildir. Sadece insan varlıklarının, daha doğrusu bedene bağlanmış ruhi varlıkların uyanarak Dünya hakikatini öğrenebilmeleri için kendilerine tanınan bir fırsat ortadan kaldırılıyor. Yani, Yukarısı inayetini kestiği için, okulu kapandığı için hiç bir şey alınamıyor. Güneş’in battığı yerden doğması olumsuz olarak bu manaya gelir. Olumlu yönden ise, varlık uyanınca, kendi iç dünyasını keşfeder, kendini tanır, bilir. Öz nitelikleriyle gerçekleşir, tahakkuk eder. Tahakkuk dedikleri olay meydana gelir. Semboller çözülür, kendisindeki bilgi hazinesine kavuşur. Mana örtüleri açılır ve “kurtuluş” dediğimiz bu hal ortaya çıkar. Artık bunun için, Yüksek Hakikat’ten ayrı olmak, hasret çekmek sorunu kalmaz. Kurtuluş budur. iman hali biter, çünkü artık mana örtüleri açılmıştır.”



İMAN ve BİLGİ

“Bilgi taşıyan manalara inanmak imandır. Bilinmeyen ve manası anlaşılmayan şeylere iman, aldatıcı olabilir. Zihnimizdeki kavramlara, konuştuğumuz sözlere dikkat etmek zorundayız. Uyanıklık önce kavramlardan başlar. Ne konuşuyorum? Ne anlıyorum. “İmanım var.” derken manayı seziyorsunuz, ama bilgisine vakıf değilsiniz, demektir. Dikkat edilirse, bütün kutsal kitaplarda iman, daima ön planda tutulmuştur. Yani deniyor ki, “Şurada okuduğunuz ayetlerdeki manaların arkasında bilgi vardır, esaslar vardır. Siz, şimdiki halde bu bilgileri elde edecek durumda değilsiniz. Ama, manaların arkasında bilgi olduğuna inanınız, inkar etmeyiniz, daha vakti gelmedi. Şimdilik manalara inanınız.” Bu, iman halidir. Ama bilgi geldiği zaman iman haline artık gerek yoktur; İman gider, olduğu gibi bilgiyle karşılaşırsınız. Üzerinden örtü kalkınca, sizin imanınız bilgiye dönüştü. Bilgi sizindir artık. Siz ve bilgi aynı oldunuz.

Aranızdaki perde kalktı. İman ile Bilgi’yi birbirine karıştırmamak lazım. Bazıları, bilgisinden dolayı fazlaca ileri gidebilir ve iman sahipleri tarafından da öldürülür. Bu vakidir ve her toplumda olmuştur. Demek ki, zamanı gelmeden, karşı tarafın ne olduğunu anlamadan, mananın altındaki bilgiyi çıkarıp söylememek gerekir çünkü bu tepki insanlarda otomatik olarak vardır. Öldürmez de kınar; aynı hesaba gelir. Şu var ki, bilgiyi bilinir hale getirmek gerekir. Eskiler buna “Hicap” demişlerdir. Hicabı, yani bilginin örtüsünü kaldırmak, imanı gidermek, doğrudan bilgiye ulaşmak lazımdır.

“Güneş’in doğduğu yerden batması” ifadesinin olumsuz şekilde açıklanmasında. pişmanlık ve tövbe kabul edilmez dedik. Günah ve hata da bağışlanmaz. Neden? Çünkü doğrudan ‘Bilgi’ gelmiştir. Uyanmıştır, doğrudan Bilgi’ye sahip olmuştur. Görülüyor ki, bu uyanış devresinde, yani küçük kıyamette doğrudan bilgiye ulaştığınız için sizin pişmanlığınız, tövbeniz kabul edilmemektedir. Buradaki günah, hata anlamındadır. Kendi kendinin şuurunda olan, teklik içindedir. Günah ve bağışlanma ikiliktir. Uyanmış bir insanda ne günah vardır, nede bağışlanma vardır; bilgi vardır. Bu da gerçek kıyamet alametidir, bir uyanıştır.

Onca bilgiye rağmen uyanma olmazsa, Ruh ilk haline, yani Dünya Tekamül Okulu’nun önceki şartlarına döner.

Kozmik bir yolcu olarak, öğrenci olarak, başta kayıt yaptırıp girdiniz ve uyanıp oradan çıktınız. Yani bu iki hal aynıdır. Cevher, ÖZ, yani ruh kendini bilir, karanlık şuur devresinden çıkar. Artık dünyaya tekrar dönmek zorunda değildir. Bu bizim için kıyametin ta kendisidir. Tekrar dünyaya gelmeyecek şekilde bir şuur uyanıklığına gelen insanın kıyameti tamamlanmıştır; onun için kıyamet kopmuş ve bitmiştir.

Aynı şey büyük kıyamet için de düşünülebilir, yani orada da benzeri şeyler olacak. Dünya da belli bir devreyi tamamlayacak ve sonunda bitip, yeni bir devre başlayacaktır. insan için bütün mesele, nefsaniyet içerisinde boğulmuş kalmış benliğini mücadele ederek, çekip çıkarmaktır. Buna uyanış denir. “İnsanlar uyumaktadır, ancak ölünce uyanacaklardır.”

Bu bir ayettir. Yani insanlar, nefislerinden kurtulduktan sonra uyanırlar manasınadır. Hayat bütünüyle bundan ibarettir. insanların yeryüzünde yapmaya çalıştıkları iş, nefsin zulmünden, onun tahakkümünden, boyunduruğundan kurtulmaktır.

Nefsin zulmünden kurtulan insan uyanmış insandır. Yani ‘Yeni Dünya’nın bilgilerini yaşamayı, uygulamayı hak eden insandır.

Bu yazı dizisi M.T.İ.A Derneği Başkanı Sayın Ergün Arıkdal’ın seminer konuşmalarından derlenmiştir.
Kullanıcı avatarı
Hilmi
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 95
Kayıt: 07 Mar 2008, 02:00

Mesaj gönderen Hilmi »

Sevgili kardesim dibbace alinti yaptiginiz yazinin büyük bölümünü okuduktan kafamda belirmeye baslayan sorularla birlikte, MTIA dernegi nedir diye merak edip arastirdigimda Bedri Ruhselman ismine rastladim.aslinda bu isme hic yabanci degilim.hakkinda bazi yazilar okumustum.sözkonusu derneginde kurucusu olan bedri ruhselman "ruh cagirma" olayini Türkiye'de genis kitlelere yayan kisidir.düzenledigi seanslara ünlü kisileri sanatcilari yazarlari cagirarak kamuoyunda duyulmasina cabalamistir.alinti yaptiginiz yazi degisik acidan bakma adina güzel olsa da sonucta okuyana "one minute" dedirten yerler de olacagina eminin.selam ve saygilar
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

Sevgili Hilmi Kardesim...

Verdiginiz güzel bilgi icin tesekkür ederim...

Evet sözkonusu dernek,kisi ve bunlarin faaliyetlerinden haberdarim...

Yaziyi paylasmadan evvel,her zamanki gibi Hakka rucu ettim...

Ve inaniyorumki farkli acilardan bakabilmek icin güzel acilimlara vesile olacak...

Acikcasi bir yaziya ne niyetle yaklasilirsa,sonuctada hasil olacak olan seyde ona mukabildir...

iste görüyorsunuz ki,burda bir fitnenin yasam sürmesi cok zor...

Cünkü sizin gibi guzel ve degerli kardeslerimiz,kardeslerinin herturlu yanlis anlamasina ihtimal vererek,bazi seyleri dillendirirler...

Siz yapmasaniz baska biri yapacakti...

Tekrar cok tesekkür ediyorum,güzel hatirlatmaniz icin...

Hayirda kalin insaallah...

sevgiler...
Kullanıcı avatarı
Hilmi
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 95
Kayıt: 07 Mar 2008, 02:00

Mesaj gönderen Hilmi »

Güzellik sizin güzelliginizdir kardesim.ayrica alinti yaptiginiz Dücane Cündioglu'nun yazilarida bize yazarin yazilarini kacirmadigimiz yillari hatirlatiyor.tekrarTesekkurler
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »


İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah,bir SEVGi yaratacaktır...(Meryem-96)
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: ...SEMBOLLERLE KIYAMET ALAMETLERI...

Mesaj gönderen MINA »

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Savm ü salât ü hac ile

Sanma biter zâhid işin

İnsan-ı kâmil olmaya

Lâzım olan irfân imiş!
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Re: ...SEMBOLLERLE KIYAMET ALAMETLERI...

Mesaj gönderen dibbace »

Resim

Ve arda kalan tatlı bir anı şimdi...

2008-2010...

Ve hala yolun başındayız...

Manevi alandaki yürüyüşte,maddi yürüyüşlerle aynı...Yürüdükçe nihayetinde takat kalmıyor ve teslim bayrağı çekiyorsunuz...

Büyük sözü dinlemeli...Ama sanıyorum bu sözüde bir büyük söylemiştir...Ve eminim büyük sözü dinlemeyerek yola çıkmış bir büyük...

Söylenmiş sözlerin ve yazılmış eserlerin,söyleyen ve yazan tarafından ne zaman söylenmiş ve yazılmış olduğu önemli bence...

Deneme-Yanılma yoluyla öğrenene,bilene ve bulana ne mutlu...Artık ebediyen ona şüphe,yanma,korku ve hüzün olmasa gerek...

Doğruyuda bildin,yanlışıda...

Şimdi anladınmı kitabın ne tarafından verilmiş...?

...
Cevapla

“►Tartışmalı Konular◄” sayfasına dön