Salavatın Bir Sırrı

Rasulullah (s.a.v) Efendimiz üzerine Salâvât getirmek her müslümana farzdır.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Mukarrebun
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 3
Kayıt: 27 Eyl 2007, 02:00

Salavatın Bir Sırrı

Mesaj gönderen Mukarrebun »

O, önce kendine karşı nebî ve resuldür Resul-i Ekrem (a.s.m.). Sonra, kendisini unutmaksızın, bilakis kendisiyle birlikte, ailesine resuldür. Sonra, kendisini ve ailesini ihmal etmeksizin, tüm insanlığa resuldür.


KUR'AN AYETLERİNİN NÜZUL sırasına baktığımızda, karşımıza manidar bir tablo çıkar. İlk âyetler doğrudan Resul-i Ekrem'in (a.s.m.) şahsını hedef almaktadır. Evvelâ ve bizzat, ona emirler vermektedir. Ona, ubudiyetini; Rabbinin tüm âlemleri kuşatan küllî rububiyetine karşı nasıl bir ubudiyetle mukabele edeceğini bildirmektedir. Ancak Resul-i Ekrem'in (a.s.m.) bu noktada gösterdiği mutlak ve mükemmel teslimiyetten sonra, sıra 'sair insanları uyarma'ya gelir. Burada da bir sıra vardır. Aileni, yakın akrabanı uyar emri gelir öncelikle. Kavmini ve tüm insanları uyarma emri, aile ve akrabayı uyarmanın ardından gelir.

Resul-i Ekrem'in hayatına bakıldığında, el-Emîn ünvanıyla anılan o eşsiz insanın, bu sıraya aynen uyduğu gözlenir. O, ilk vahiy geldiğinde ne ailesini, ne sair insanları 'yaratan Rabbinin ismiyle okuma'ya çağırmış; bu emri en başta yalnız kendi şahsında yaşamıştır. Gelen emir budur. Rabbi, vahyini tebliğ görevini, bu emrin tam anlamıyla ifasından sonra ona vermiştir.

Burada, gözden kaçmaması gereken bir husus daha vardır: Resul-i Ekrem (a.s.m.) ilâhî vahyi önce kendine, sonra ailesine, sonra yakın akrabasına ve kavmine, sonra tüm insanlara tebliğ etmiştir, doğru. Fakat, bir sonraki adımı attığında, öncekini terketmemiştir. Ailesini uyarmaya başladığında, kendi şahsî dünyasındaki iman tâlimini bırakmamıştır. Kavmine tebliğde bulunmaya başladığında, kendinin ve ailesinin o güne dek alageldiği imanî dersleri bir kenara atmamıştır. Bir sonraki görev, önceki görevlerin rağmına ifa edilmemiştir. Bir sonraki görev, öncekilere rağmen değil, öncekilerle birlikte gerçekleştirilmiştir.

Nitekim, siyer kitapları, Resul-i Ekrem'in her gün bu sırra riayet ettiğini kaydederler. Peygamberin bir günü, hemen hemen eşit üç bölüme ayrılmıştır. Günün üçte biri, "gözü uyur, kalbi uyumaz" olduğu ânlar da dahil, şahsî ubudiyetine; üçte biri hanımları, çoluk çocuğuyla birlikte yaşadığı ailevî ubudiyetine; kalan üçte bir ashâbıyla yaşadığı cemaatî ubudiyetine ayrılmıştır. Yani, tüm insanlığa hakikatı tebliğe memur kılınan Resul-i Ekrem, bunu yaparken en çok tesbihat yapan, Kur'ân'ı şahsı için en ziyade okuyan, ailesinin imanî talimiyle en yoğun bir şekilde meşgul olan insandır da. Bir görevi, bir diğer görevini perdelemiş değildir. Sonraki bir görev, öncekilerin ihmali pahasını gerçekleşmemiştir. Bilakis, "İlâhî! Beni bir an olsun nefsimle başbaşa bırakma" duası da, "Muhammed'in nefsi yed-i kudretinde olana andolsun ki" hitabı da asla dilinden eksik olmamıştır. Ne kendi kalb, ruh, akıl ve nefsine karşı imanî vazifesini unutmuştur; ne ailesine karşı imanî vazifeyi.*

Hayatı, Resul-i Ekrem'in (a.s.m.), şahsı, ailesi ve sair insanlara karşı imanî görevini ne denli tutarlı ve dengeli bir şekilde ifa ettiğinin en birinci delilidir.

İkinci delili ise, ailesi teşkil eder. Hanımlarıyla öylesi bir imanî bağ kurmuş, öylesi yoğun bir imanî beraberlik yaşamış, dünyasına gelen iman nurlarını onlarla öylesi bir yoğunlukla paylaşmıştır ki, meselâ Hz. Hatice ve Hz. işe (r.a.), meleklerin mertebece en yükseği olan Cebrail'in (a.s.) kendilerine selam verdiği insanlar makamına çıkmışlardır. Çocuklarıyla öylesi bir imanî terbiye şuuruyla her daim meşgul olmuştur ki, kızı Fâtıma, Hz. Meryem'den sonra, cennet kadınlarının en büyüğü, mertebece en âlîsi olarak anılmıştır. Yine Fâtıma'nın (r.a.) ulaştığı marifetullah mertebesine hürmeten, o yanına geldiğinde, babası bile ayağa kalkmıştır.

Keza, yanında büyüyen kuzeni Ali (r.a.), onun imanî terbiyesi sonunda, "Gayb perdesi açılsa, yakînim ziyadeleşmeyecek" diyebilen, imanı o derece yakîne ulaşmış bir insandır. 'İlim şehrinin kapısı'dır. 'Allah'ın aslanı'dır. Yine yanında bulunan azatlı kölesi Zeyd ile ellerinde büyüyen Üsame b. Zeyd (r.a.), imanî hakikatlerin önde gelen alemleri ve alemdarları olmuşlardır.

Resul-i Ekrem, ikisi de onun imanî talimine muhatap olmuş Fâtıma ile Ali'nin çocukları olan iki torunu, Hasan ve Hüseyin (r.a.) ile de öylesi bir imanî terbiye bağı kurmuştur ki, her iki torun, kıyamete kadar devam edecek olan, bindörtyüz yıldır ümmeti nurlandıran iki nuranî silsilenin başı olmuşlardır.

Unutmayalım: Tüm bunlar, başka insanlara karşı tebliğ görevini ifa ederken ne kendini, ne ailesini unutmayan; kendine ve ailesine yönelik imanî dersleri asla geri bırakmayan bir Resul-i Ekrem'e (a.s.m.) nasip olmuştur.

Önce kendine karşı nebî ve resuldür Resul-i Ekrem (a.s.m.). Sonra, kendisini unutmaksızın, bilakis kendisiyle birlikte, ailesine resuldür. Sonra, kendisini ve ailesini ihmal etmeksizin, tüm insanlığa resuldür.

Tıpkı, ceddi İbrahim (a.s.) gibi...

İbrahim aleyhisselâm da, en başta kendi dünyasında yoğun bir imanî tefekkür yaşamış; en başta kendi fıtratını Fâtır-ı Hakîm'in marifet ve huzuruna açmıştır. Sonra, Meryem sûresinde zikredilen o tatlı "Yâ ebetî" nidasıyla, "Babacığım. Ey babacığım!" hitabıyla, babasını imana çağırmıştır. Hanımını ve Hacer'i uyarmıştır. Ve, gerek kendisine, gerek ailesine karşı imanî sorumluluğunu asla geri bırakmamıştır. Bilakis, Kur'ân'da, kabulünün en muazzam delili Muhammed-i Arabî olan, ailesine dönük bir duayla anılır İbrahim (a.s.). Bu sorumluluk hissine, bu çabaya, bu duaya karşılık, iki evlâdı iki nuranî silsilenin başı olacaktır. Bir yanda, İsmail'le (a.s.) başlayan, Muhammed (a.s.m.) ve âliyle devam eden nuranî silsile; öte yanda, İshak, Yâkub, Yusuf, Musa, Hârun, Yûşa, Zekeriya, Yahya.. derken Hz. İsa'ya uzanan nuranî silsile...

Bu sırdandır ki, ümmet, her namazın sonunda Resul-i Ekrem'e, âline ve ashâbına salât ve selâm ile bereket duası okur. Ve "Tıpkı İbrahim'e, âline ve ashâbına olduğu gibi" diye ekler.

Hemen her salâvatın o, ailesi ve ashâbı sırasını taşıması; her selâmın aynı sırayla gönderilmesi, yine aynı nebevî sırdandır.

Her salâvatta tekrar teyid ettiğimiz bu gerçek, bizim için de çok ciddi uyarılar taşır. Bize, eğer dikkat eder ve unutmazsak, kendi dünyamızda da aynı sırayı her daim yaşamamız gerektiğini hatırlatır. Hiçbir görev, kendi iç dünyamızdaki görevin; kendi kalb, ruh, akıl ve nefsimize karşı taşıdığımız imanî sorumluluğun engeli ve rakibi olmamalıdır öncelikle. Aynı şekilde, ailemize, çoluk-çocuğumuza karşı imanî sorumluluğumuzdan gaflete de gerekçe yapılmamalıdır.

Bilakis, herşey, önce kendi dünyamızda imanî hakikatlerin yerleşmesiyle birlikte ilâhî emrin kendi kalbimizde hükümferma kılınmasıyla başlar. Ve bu görev, hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir aşamada atlanamaz, bırakılamaz. Aynı şekilde, hiçbir hizmet ve hiçbir vazife, ailemizi; çoluk-çocuğumuz ile kendi hanemizde imanı hükümferma kılma çabasını ihmalin mazereti değildir. Olmamalıdır.

Nebîlerin verdiği ders bu iken, bilhassa Nebiyy-i Zîşan'ın (a.s.m.) verdiği ders bu iken, üstelik her salâvatta ve her namazın sonunda salât ve selâmlarda bu ders bir daha, bir kez daha hatırlatılırken, tüm bunları elimizin tersiyle itercesine öncelikle ve yalnız başkalarını irşada kalkışmak ne derece haklı, ne kadar tutarlıdır?

Oysa, salâvatın bu sırrı, yaşadığımız onca keşmekeşin iksirini, onca sancının devasını olabildiğince berrak bir şekilde gösteriyor.

Bize bu sırrı ders verenlere, sonsuz salât ve selamlar olsun.

*İmanî vazife diyoruz. Çünkü, şu modern çağın medenî engizisyonu ile kavramlar o kadar daralmış ve sığlaşmış ki, 'vazife' deyince, sadece maddî mideye bakan, ve ailemizin de sadece maddî ihtiyaçlarına bakan hususlar akla geliyor. Onları aç bırakmamak, eve yiyecek götürmek, hanıma ve çocuklara elbise almak, ve ceplerine harçlık koymak yeterli sanılıyor. Yalnız bunları yaparak, 'vazifesini ifa etmiş bir insanın huzuru' ile dolaşabiliyoruz. Resulullah da ailesinin bu maddî ihtiyaçlarını karşılamıştır; ama yalnız bu ihtiyaçları değil. Ve bu ihtiyaçları da, imanî ölçülerden soyutlayarak karşılamış değildir. En başta onları hakikatı tanıma, bâtıldan uzak olma nimetiyle müşerref kılmış; maddî ihtiyaçlarını da, o rızık ve nimetleri gönderenin Rezzâk-ı Kerîm olduğunu her daim bildirerek karşılamıştır. Ki, onun attığı her adım, yaptığı her fiil, sofraya oturuşundan elbisesini giyişine kadar, imanî derslerle yüklüdür. Her fiilinde, bizi Rabbü'l-âlemîne yönelten bir vecih vardır. Bunun içindir ki, 'imanî vazife' diyoruz. Yoksa, imanî vazifeyi ihmal pahasına ve de imanî bir vecihten soyutlanmış biçimde yapılan hiçbir işle, 'vazife'mizi yapmış olamayız.


Metin Karabaşoğlu
Cevapla

“►Salavat-ı Şerifeler◄” sayfasına dön