SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Rasulullah (s.a.v) Efendimiz üzerine Salâvât getirmek her müslümana farzdır.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
israfil
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 202
Kayıt: 28 Kas 2009, 02:00

SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen israfil »

Resim

SALÂVÂT-I MEŞÎŞ

ABDUSSELÂM BİN MEŞİŞ HASENÎ
(kaddesallâhu sırrahu’l azîz)

Fas evliyâsından.
Ebû´l-Hasan Şâzelî´nin hocası.
Künyesi, Ebû Muhammed´dir.
Hz. Muhammed Mustafa aleyhi's-salâtu ve's-selâm ve alâ âlihî Efendimizin mubârek soyundandı‎r.
Hazret-i Hasan´‎ın soyundan olduğu için Hasenî denmiştir.
Doğum târihi bilinmemektedir.
1228 (H. 625) senesinde şehîd olmuştur.
Hayât‎ı hakkında bilgi azdı‎r.
Yedi yaşında mânevî hâller görülmesinden sonra kendini ilme ve ibâdete verdi.
On altı‎ yıl dolaştı‎.
Bu s‎ırada bir mağarada kalır iken, yanına, evliyâdan Abdurrahmân bin Zeyyât geldi.
Yedi yaşından beri mânevî terbiyesi ile meşgul olduğunu, kavuştuğu halleri tek, tek söyleyince ona intisâb etti, bağlanıp talebe oldu.
Evliyalıkta yüksek derecelere kavuştu.

Talebelerinin büyüklerinden olan Ebu´l-Hasan eş-Şazelî (ks) şöyle anlatır:


Irak´a vardığı‎m zaman, sâlih bir zât olan Ebû´l-Feth el-Vâsi‎tî Hazretlerinin huzûruna gittim.
Çünkü, Irak´ta bir çok âlim olmasına rağmen, onun gibisi yoktu.
Ben, zamânı‎n büyüğünü arı‎yordum.
Yanına girince bana:


“Sen, Irak´ta zamânı‎n kutbunu, büyüğünü arı‎yorsun. Halbuki o, senin memleketindedir. Onu orada bulabilirsin.” dedi.

Bunun üzerine hemen memleketime döndüm ve evliyân‎ın büyüğü Ârif-i billâh el-Kutb el-Gavs Ebû Muhammed Abdu's-selâm bin Meşîş Hazretlerinin bulunduğu yere vardı‎m.
Bir dağ eteğinde, bir dergâhta ikâmet ediyordu.
Huzûruna çıkmadan önce gusül abdesti aldı‎m.
Sonra niyetimi hâlis kılıp; bilgim, amelim her neyim varsa kalbimi tamâmen boş bulundurup, istifâde niyetiyle huzûruna yöneldim.
Bulunduğu yere çıkarken onunla karşılaştım.
Bana;


“Merhabâ, hoş geldin ey Ali bin Abdullah bin Abdulcebbâr.” buyurup,

Hz. Peygamber aleyhi's-salâtu ve's-selâm ve alâ âlihî Efendimize kadar ulaşan ceddimi (dedelerimi) saydı‎ ve:


“Ey Ali! Gönlünü boş bulundurup, her şeyini terk edip bize geldin. Biz de, dünyâ ve âhiret ile ilgili ne zenginlik varsa sana verdik.” dedi.

O anda beni bir dehşet kapladı‎.
ALLAH celle celâluhu, kalb gözümü açıncaya kadar orada kaldım.
Hocamdan, târifi imkânsız kerâmetler gördüm.
Bir gün huzûrunda oturuyordum.
Kucağında küçük bir çocuk vardı.
O esnâda İsm-i Âzam‎ sormak hatırıma geldi.
O çocuk kalktı ve elini kuşağıma uzâtıp:


“Ey Ebu´l-Hasan, sen, İsm-i Âzam‎ sormak niyetindesin, o, senin kalbine emânet edilmiş bir sırdır.” dedi.

Zamân‎ın Kutbu Abdusselâm bin Meşîş:


“Bu çocuk, bizim yerimize sana cevab verdi.” buyurdu.

Daha sonra Ebû Muhammed Abdusselâm bin Meşîş (ks) bana:


“Ey Ali, şimdi Afrika´ya git. Şâzile denilen yere yerleş. ALLAH celle celâluhu, bundan sonra senin eş-Şâzelî diye çağırılmanı‎ nasib eder.
Oradan Tunus´a git. Tunus´ta pek çok kimse sana tâbi olur.
Daha sonra Meşrik beldelerine gidersin. İnsanlar‎ irşad edersin doğru yolu gösterirsin.”
buyurdu.

Bunun üzerine ben:


“Efendim, bana vasiyette bulunur musunuz?” deyince:

“ALLAH celle celâluhu'dan kork. İnsanlardan sakın.
Dilini insanları‎n boş sözlerinden koru.
Kalbini onlar‎ın kötü düşüncelerinden muhâfaza et.
Âzâların‎ı gözet ve onlar‎ harama düşmekten, günah işlemekten koru.
Ne için yaratılmışlar ise, onları‎ o vazîfede kullan. ALLAH celle celâluhu´nun farz kıldığı işleri zamânında yap.
Böyle yaparsan, ALLAH celle celâluhu´nun hıfz- u himâyesi ve korumasında olursun.
ALLAH celle celâluhu´nun sana emrettiği işleri yaparsan, verâ sâhibi (haramlardan sakınan) olursun.
Şöyle duâ et:


“Yâ RABBî, Senden alı‎koyan her şeyden beni koru.
İnsanları‎n şerlerinden beni muhafaza et.
Senin rızân ile kalbimi zenginleştir.
Sen her şeye kâdirsin”
buyurdu.

Yine biri ona;


“Efendim! Bana bâzı‎ vazîfeler verseniz de onlarla meşgul olsam.” dedi.

Buyurdu ki:


“Farzları‎ yerine getir, mâsiyetleri günahları‎ terk et. Kalbini dünyâyı ‎istemekten, kadın ve makam sevgisinden, nefsin arzu ve isteklerinden koru. ALLAH celle celâluhu'nu‎n sana verdiği ile kanâat et. ALLAH celle celâluhu´nun beğendiği bir şeye kavuşursan şükret.”

“Dünyâ kirinden temizlen. Arzu ve isteklerine meylettiğin zaman onu tövbe ile düzelt. ALLAH celle celâluhu´nun sevgisine yapış. ALLAH celle celâluhu sevgisi öyle bir şeydir ki, her iyilik, hayır ve üstünlüğün esâsı‎ O´dur.
Sevâba kavuşamayacağı‎n yere ayağı‎n‎ koyma.
Günah işlemeyeceğin yere otur. Başka yere oturma.
ALLAH celle celâluhu´nun beğendiği işleri yapmakta yardı‎m isteyeceğin kimseden başkası‎ ile oturup kalkma.
En güzel nasihatçi seni MEVL´ya sevk edendir.
Kendisi hatırlanınca, ALLAH celle celâluhu hatırlananlarla berâber ol.”
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/dairem.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
israfil
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 202
Kayıt: 28 Kas 2009, 02:00

Re: SALÂVÂT-I MEŞÎŞ

Mesaj gönderen israfil »

Resim
Kelime-i tevhîd ile zikr etmenin faydasını talebesine şöyle anlattı:
Kelime-i tevhîd; söyliyenin korkusunu ve hayâlindeki düşünceleri giderir.
ALLAHu Teâlâ'nın diğer isimleri ile yapılan zikirde hayâle gelen düşünceler tamâmen gitmez.
Hayâl gâlip olup, talebe, bir makâmın sâhibi oldum sanır.
Hâlbuki, kavuştuğu makam hayâlidir.
Makam, kalbî ve aynî değildir.
Ben böyle iddiâcılarla karşılaştım.
Bunlardan bâzısı:
"Ben her gece mîrâc ederim." diye iddiâ ederdi.
Bâzıları da:
"Bana günah zarar vermez." diyerek, bozuk îtikâdda idi.
Bu düşünceleri hayâlden gelme idi.
Bu ise mekr-i ilâhîdir, yâni ALLAHu Teâlâ'nın aldatarak, nîmet şeklinde gösterdiği musîbetlerdir.
Evliyâdan Ebû Ali Ruzbârî'den:
"Bir kimse günah işler ve; "Bana helâldir. Çünkü ben öyle bir dereceye yükseldim ki, günahlar bana zarar vermez bana tesir etmez." derse, bu kimse hakkında ne dersiniz?" diye sorulunca, cevâben:
"Öyle bir makâma kavuştuğunu söyleyen, kavuştu fakat Cehennem'e kavuştu. Yoksa Cennet'e ve HAKK'a kavuşmadı. Çünkü, haram olan şeylerin helâl olacağı makam yoktur. Haram olan, her makamda haramdır. Her âlim kendi makâmına uygun amel işler. Yükselmeye mâni olan işlerin yanına uğramazlar. İşte bir asırdır âlemde hak ve doğru sûretinde, bâtıl olan işleri yapanlar meşhûr oldu." buyurdu.

Abdusselâm bin Meşîş sünnet-i seniyyeye dînin emir ve yasaklarına çok bağlı, yalnız olarak hep ibâdetlerle meşgul olurdu.
Muhammed bin Ebû Tevâcîn peygamberlik iddiâsında bulununca, inzivâyı, yalnız bir köşede kendi hâlinde yaşamayı bırakı‎p, onunla mücâdele etti ve bu sırada şehid oldu.

“Şehîd-i kutb” diye meşhûr oldu.
Benî Ârûs mıntıkasında ki Cebel-i Âlem denilen yere defnedildi.
Türbesi Fas´taki önemli ziyâret yerlerindendir.
Çocuklarına ve torunlarına dâima hürmet edile gelmiştir.
Okumuş olduğu Salâvât günümüze kadar gelmiş ve yirmiden fazla açıklaması‎ yapılmıştır.
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/dairem.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
israfil
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 202
Kayıt: 28 Kas 2009, 02:00

Re: SALÂVÂT-I MEŞÎŞ

Mesaj gönderen israfil »

Resim

İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ kaddese’llâhu sırrahu’l- azîz Hazretleri de Şerh-i Salâtı-ı İbn-i Meşiş adlı eserini yazmıştır.
Kısaca hayâtına göz atıp Salâtı-ı İbn-i Meşiş eserine bakalım inşae ALLAH..



İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ kaddese’llâhu sırrahu’l azîz

Anadolu´da yetişen büyük velîlerden. Babası Mustafa Efendi, aslen İstanbullu´dur.
Mustafa Efendi, 1650 (H.1061) senesinde İstanbul Esir Hanında çıkan büyük bir yangında evi ve eşyası yandığından maddî sıkıntıya düştü.
İstanbul´u terk ederek Trakya´da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmail Hakkı Bursevî, 1652 (H.1063) senesinde Pazartesi günü Aydos´ta doğdu.
İsmail Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü. Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmail Hakkı´ya:
“Sen doğumundan beri, bizim halis talebemizsin.” dedi.

Yedi yaşında annesini kaybeden İsmail Hakkı, on yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne´de bulunan ilk halîfesi Abdülbakî Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbakî Efendinin yanında yedi sene kalan İsmail Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyan, fıkıh, kelam, tefsîr ve hadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mülteka, kelamda Şerhi Akaid adlı eserleri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı.

İsmail Hakkı Efendi, 1674 (H.1085) senesinde, zamanın büyük âlimi Osman Fadlî´den ilim öğrenmek için, hocası Abdülbakî Efendinin yazdığı bir mektubu alarak İstanbul´a gitti.
Osman Fadlî Efendi ile Atpazarı´nda bulunan Kul Camiinde buluştu. Osman Fadlî, onu eskiden tanıdığından hemen kabûl etti. İsmail Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet etti ve Allah celle celâlihunın zikri ile meşgul oldu.

Birgün hocası Osman Fadlî, onu yanına çağırarak: “Senin istidadın gelmiş.” dedi. Sonra Besmele çekip, Fatiha-i şerîfeyi okudu ve üzerine üfledi. “Seni Bursa´ya halîfe yaptım.” buyurdu.
Kendisi şöyle anlatır:
Hocam beni Bursa´ya halîfe olarak tayin ettiği zaman Mutavvel adlı eseri okuyordum.
Hocamın Fatiha okuyup üzerime üflemesinden sonra, bende başka bir hal zuhûr etti.
Hocamın bu duasından sonra ilâhî feyz ve mârifetlere kavuştum.
Bundan sonra ayet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin tefsîr ve te´villerini yapmaya başladım.
Muhyiddîn-i Ârâbî kaddesallahu sırrahu, Abdülkâdir-i Geylanî kaddesallahu sırrahu, İbrahim Edhem kaddesallahu sırrahu, Üftade ve Azîz Mahmûd Hüdâyî kaddesallahu sırrahu Hazretlerinden manevî olarak faidelendim.


İsmail Hakkı Efendi, Bursa´ya gittikten bir sûre sonra hocası tarafından Üsküp şehrine gönderildi. Burada insanlara vaz ve nasîhatta bulunmaya başladı.
Bu sırada hocasının şu mektubu ile talebe yetiştirmeye başladı:
Oğlum Şeyh İsmail Efendi!.
Aklen ve dînen, güzel ve beğenilmiş olan şeyleri yapmalarını halka söyle!.
Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları men et!.
Kâlem Sûresinin kırk sekizinci ayetinde yer alan hitaba hazır ol!.
Sabırlı ol, şükür edici ol!.
Gecelerinde ibadet et. Gündüzleri oruç tut. Muttakî ol!.
Kötü zanna sebep olacak, töhmet altında bırakacak yerlerden sakın!.
Şâyet böyle yerlere dâvet olsan bile gitme.
Nasıl olursa olsun halkı ilme ve amele dâvet eyle!.
Onları îtikadî ve amelî yönden terbiye eyle!.
Yanında bulundukları ve bulunmadıkları zaman onlar hakkında iyi konuş!.
Ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya koyma!.

On sene Üsküp'de kalan İsmail Hakkı Efendi, 1685 (H.1096) senesinde yine hocasının emriyle Tekfur Dağı yoluyla Bursa'ya gitti.
Din ve dünya saadetine sebep olan hocası Osman Fadlî, Kıbrıs'a gönderilince:
Canımız gitti, bedenimiz burada niye durur.diyerek, Magosa´ya gitmek üzere yola çıktı. Magosa´ya vardığı zaman hocası ile birkaç gün sohbet etti. Bir gün sohbet esnasında sohbette bulunanları bir cezbe, kendinden geçme hali kapladı.
İsmail Hakkı Efendi, o sırada, Azîz Mahmûd Hüdayî kaddesallahu sırrahu Hazretlerinin bir ilâhisini ve arkasından bir aşr-ı şerîf okudu. Bunun üzerine hocasının duasına nail oldu.
Osman Fadlî Efendi, İsmail Hakkı´ya dönerek:
Seni buraya getiren mîrasındır. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir kimseyi göremedim.dedikten sonra, parmağını İsmail Hakkı´nın ağzının ortasına koyup: “Bu nefes benden sonra sana nâsib olsun.” dedi.

İsmail Hakkı şöyle der:
Hocam böyle buyurduktan sonra bende öyle bir zevk ve haller hasıl oldu ki, maksadıma kavuştum.
Yine bir Cuma günü Osman Fadlî, İsmail Hakkı'yı yanına çağırdı.
Bir tefsîr şerhini uzatıp:
Al şunu, otuz altı yıllık mahsulümdür. Allah celle celâlihu sana daha ziyadesini ihsan etsin.diye dua etti.
O duadan sonra İsmail Hakkı Efendide daha yüksek haller meydana geldi.

Seyyid Osman Fadlî şöyle buyurdu:
ALLAH celle celâluhu bana öyle yüksek bir talebe verdi ki, hocam Şeyh Azîz Mahmûd Hüdayî'ye böyle yüksek bir talebe vermedi.
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/dairem.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
israfil
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 202
Kayıt: 28 Kas 2009, 02:00

Re: SALÂVÂT-I MEŞÎŞ

Mesaj gönderen israfil »

İsmail Hakkı Efendi, hocasının vefatından sonra Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul yolu ile Bursa´ya geldi.
Bu yolculuk sırasında hazret-i Mevlânâ´yı, Sadreddîn Konevî´yi ve Eşrefzâde Abdullah Rûmî´yi ziyâret etti.
Sultan İkinci Mustafa Han'ın, da'veti üzerine, 1695 (H.1107) senesinde Edirne´ye gitti.
Nemçe seferinde, orduya cihadın sevâbını ve büyüklüğünü anlatarak, askeri coşturdu.
Osmanlı Ordusu önce Belgrad´a vardı.
Oradan Tuna’yı geçerek düşmanla çarpıştıktan sonra, kışın bastırması üzerine Edirne´ye geri döndü.
Ertesi sene ordu yine Edirne´den ayrılarak Belgrad´a gitti.
O sırada Sadrâzam Elmas Mehmed Paşa idi.
İsmâil Hakkı Efendi, Elmas Paşa'nın hazır bulunduğu gazâların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı.
İsmâil Hakkı Efendi, ordunun zaferlerle geri dönüşünden sonra yaralı olduğu halde Bursa´ya döndü ve talebe yetiştirmeye, eser yazmaya devam etti.
Hocası Seyyid Osman Fadlî´nin vefatından yirmi sekiz sene sonra, gördüğü bir rüyâ üzerine âilesiyle birlikte Şam´a gitti.
Şam´da üç sene kadar kaldı.
Sonra ALLAH celle celâluhu'nun izni, Rasûlullah efendimizin işâreti üzerine İstanbul´a gitti.
Üç sene kadar Üsküdar´da kaldı.
Bu sırada otuza yakın eser yazdı.
Kendisi şöyle anlatır:

Üsküdar´da iken bir gece Şeyh Uftâde kaddesallâhu sırrahu ve Azîz Mahmûd Hüdaî´nin rûh-u şerîfleri gelip yanıma oturdu. Bursa tarafına gitmemi işâret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni sağ taraflarına aldılar. Azîz Mahmûd Hüdaî kaddesallâhu sırrahu bana çok iltifat etti.

İsmâil Hakkı Efendi, 1722 (H.1135) senesinde Bursa´ya gitti.
İlk iş olarak bir dergah yaptırdı ve ismini
Câmi-i Muhammedîkoydu.
Dergah; mescid, semâhâne, çilehâne ve misâfir odalarından meydana gelmiştir.
Câminin kitâbesi bizzât İsmâil Hakkı Efendi tarafından yazıldı.
Ömrünün son günlerini evine çekilerek, eser yazmakla geçirdi.
Yetmiş altı yaşında iken, 1725 (H.1137) senesinde HAKK´ın rahmetine kavuştu.
Kabri, yaptırdığı ve bugün İsmâil Hakkı Tekkesi diye anılan Câmi-i Muhammedî´nin mihrabının arkasındadır.
Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın yakınlarından Hacı Ali Paşa hem türbesini, hem de Câmi-i şerîfi tamir ettirmiştir.
Kabrin üstü açıktır. Etrâfında ve üstünde demirden şebeke vardır.

Resim

İsmail Hakkı Bursevî kaddesallahu sırrahu’nun Bursa Tuz Pazarındaki Türbesi
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/dairem.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
israfil
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 202
Kayıt: 28 Kas 2009, 02:00

Re: SALÂVÂT-I MEŞÎŞ

Mesaj gönderen israfil »

İsmail Hakkı Bursevî kaddesallahu sırrahu buyurdu ki:
“Evliyayı inkar etmeyip, muhabbet beslemek lazımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyruldu. Kıyamet günü bu büyükler sevdiklerine şefaat edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helakine sebep olur.”
“Malûm ola ki, Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin yoluna girene farz olan, Allah celle celâlihu’dan başka olan şeyleri kalbinden çıkarmaktır.
Mesela; bir kimse bir iş için sefere çıktığında, önce vatanını, hısım ve akrabasını terk edip yola devam eder. Eğer kalbinde vatanının, hısım ve akrabasının sevgisi var ve fazla ise sefere rahat gidemez. Belki yola da çıkamaz.
Bir peygamber gazaya çıkarken, bir işle uğraşan kimseyi gazaya götürmedi.
Meşhûr sözdür ki: “Bir evde iki sarıklı olmaz!”
Çünkü her biri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun bozulmasına sebep olur.
Nefis ve şeytan kalbe vesvese verince, insanın zâhiri de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar.
Namazın faidesine inancı az olan kimse, kaç rekat kıldığını şaşırır. Ekseriya dînî meselelerde yanılır. Çünkü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin zâhirleri de harabdır.

Onun için sûretten hakîkate istidlal et. Arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalalete saparsın! Topluluktan ayrılan helak olur. Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur.
Yolun başlangıcında olanlar âma gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır.
Kendisine yol gösterecek birine ihtiyacı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyacı vardır.
Kâmil bir hocanın elinde terbiye olunan bir insan, kısa bir sûre içerisinde maksadına kavuşur.
Bunun misali dağlardaki meyvalar ile bahçelerdeki meyvalardır. Yani dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve bakım görmedikleri için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır hem de çok lezzetli olur.”
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/dairem.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
israfil
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 202
Kayıt: 28 Kas 2009, 02:00

Re: SALÂVÂT-I MEŞÎŞ

Mesaj gönderen israfil »

Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri yazmış olduğu şiirlerinde “Hakkı” mahlasını kullanmıştır.
İsmail Hakkı Bursevî'nin 106 adet eseri vardır. Bunlardan altmış kadarı Türkçe olup, sade bir üslûb ile yazmıştır.

Eserlerinden bazıları şunlardır:

1-) Tefsîr-i Rûhu'l- Beyân: Kur'ân-ı kerîmin tefsîridir.
İsmâil Hakkı Hazretleri bu tefsîrinde şöyle buyurur: “Mânevî pederim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerinin delâleti ile, bir gün rüyamda Resûlullah Efendimiz bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifâde ile: “Ümmetim için bir tefsîr yaz!.” diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allah celle celâlihudan ve Resûlullah Efendimizin rûhâniyetinden yardım isteyerek üç ciltlik bir tefsîr yazdım.”
Bu tefsîr hem İstanbul’da hem de Mısır’da basılmıştır. Daha ziyâde bir vaaz tefsîridir.
2-) Şerh-i Muhammediyye (iki cilt)
3-) Şerh-i Mesnevî (iki cilt)
4-) Şerh-i Pend-i Attâr.
5-) Şerh-i Bostân.
6-) Şerh-i Hadîs-i Erba'în.
7-) Risâle fî İlm-i Hadîs.
8-.) Kitâbü’l- Kebîr.
9-) Kitâbü’n- Netîce.
10-) Şerh-i Mukaddime fî İlm-i Nahv.
11-) Şerh-i Fıkh-ı Gîydânî.
12-) Hüccetü’l- Bâliga.
13-) Kenz-i Mahfî.
14-) Nakdü’l- Hâl.
15-) Risâletü’l- Câmi’a.
16-) Risâle-i Verdiyye.
17-) Şerh-i Şuabi'l- İmân.
18-) Vesîletü’l- Merâm.
19-) Şerhu'l- Âdâb.
20-) Kitâbü’l- Envâr.
21-) Sülûkü’l- Mülûk.
22-) Silsile-i Nâme-i Celvetî.
23-) Kitâbü’l- Mir’ât.
24-) El-Vâridatü’l- Kübrâ.
25-) Hutabu'l- Hutabâ.
26-) Risâle-i Vahdet-i Vücûd.
27-) Şerhu Salâti'ş- Şifâ.
28-) Esrâru'l- Hac.
29-) Şerhu Dibâce-i Kasîde-i İbn-i Fârid.
30-) Şerh-ul-Mukrî el-Cezerî fî İlm-it-Tecvîd.
31-) El-Vesâyâ fil-Uhûd.
32-) Risâletü'n- Nesâyih.
33-) Dîvân.
34-)Şerh-i Salâtı-ı İbn-i Meşiş.
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/dairem.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-I MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

SALÂT/SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ kaddesallahu sırrahu

Bu salavât Abdüsselâm İbn-i Meşîş kaddesallahu sırrahu tarafından tertib edilmiştir.
Çokça açıklaması yapılan salavâtlardandır. Bazı cem’aat guruplarının günlük virtleri arasında da yer almaktadır. Bu sebebten dolayı salavât-ı şerîfeden günümüz insanının faydalanması için açıklama yazmak gerekli görüldü.
Salavât-ı şerîfe ve açıklaması için Mecmuatü’l- Ahzâb’(1)ın metni ve zeylindeki (kitap kenarındaki ilâve bölüm) İsmail Hakkı Bursevî kaddesallahu sırrahu nun açıklaması temel kabul edildi.

Fakat ifâde tarzı sâde ve yalın olmasına rağmen günümüz insanına ağır gelecek lisanı vardır.
Ayrıca tarafımızdan ilâveler ve kısaltmalar yapılmıştır. Sadeleştirilirken konuya sahib çıkılmış, metin yönünden serbest davranılmıştır. Bu sebeble yeni bir açıklama gibidir. Yapılan açıklamaların aslı onlardan alınan incilerdir.

Yine kitaptaki Abdulganî Nablûsî kaddesallahu sırrahu’nin şerhinden yararlanıldı.
Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri kaddesallahu sırrahu ve Abdülkadir Geylanî kaddesallahu sırrahu Hazretleri’nin salavât-ı şerîfelerinden bazı alıntılar yapılarak zenginleştirildi. Bunlar yanında gerekli açıklayıcı bilgilerde ilâve edildi.
Salavât-ı şerîfe ve açıklama ile Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz en güzel şekilde anlatılmaya ve tanıtılmaya çalışılmıştır.
Açıklamadaki bilgiler bizim kendimizden bir katkı olmayıp hakîkât membaının anlayışımıza düşen ihsanlardır. Yazmak ve açıklamak haddimizi aşan nispettedir. Büyük insanların haline ve makamına bizler elbette ulaşamayız. Fakat onların anlatmaya çalıştığı konular ve ilimler hakîkâti itibari ile değişme göstermez. Eğer ki yanlış bir öğreti bir kâlemden akarsa, bunu düzeltecek himmet ve kudretler, büyüklere ihsan olmuştur.
Bizler i’tikadımızı ehl-i sünnetten uzak tutmadıktan sonra korkulacak durum da olmaz. Ameller niyetlere göre tecellî eder.
Gayemiz, bu salavâtın şerhini okuyan insanda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize aşırı bir sevgi oluşması ve O’nun ümmeti olduğu için iftihar edeceği olmasıdır.
MuhaMMed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz, Seni çok seviyoruz. Bizi, Allah’ım Sen’de çok seversin. Allah’ım, bu sevgi yüzüne bizi ve âhiretimizi güzel kıl!.


(1) Mecmuatü’l- Ahzâb: Ahmet Ziyâeddin Gümüşhânevî kaddesallahu sırrahu Hazretlerinin bütün bilinen tarikatlerin ezkâr ve evratlarını topladığı üç ciltlik kitab.

24. SALÂVÂT-I ŞERÎFE
Abdüsselâm bin Meşiş Hazretlerine ait çok kıymetli ve faziletli bir salâvâttır.
Sabah, akşam ve yatsı namazlarından sonra sıdk ve ihlasla okunması nefsin tekemmülüne sebebdir.


Resim

TÜRKÇESİ: Allâhümme salli ve sellim alâ men minhu inşakkati'l- esrâru venfelekati'l- envâru Resim Ve fihi irtekkatil hakâiku Resim Ve tenezzelet ulumu âdeme fe'aceze'l- halâika velehu tedâeleti'l- fuhumu felem yüdrikhu minnâ sâbikun velâ lâhikun Resim Feriyâdu'l- meleküti bizehri cemâlihi munikatun Resim Ve hiyâdu'l- ceberuti bifeydi envârihi mütedeffikatun Resim Velâ şey'e illa vehüve bihi menutun iz levle'l- vâsitatu lezehebe kemâ kile'l- mevsut Resim Salâten teliku bike minke ileyhi kemâ hüve ehluhu Resim Allâhümme innehü sırruke'l- câmiuddâllu aleyke Resim Ve hicabuke'l- a'zamu el kâimu leke beyne yedeyke Resim Allâhümme elhikni bisâlihi ümmetihi ve hakkikni bi muhabbetihi Resim Ve arrifni iyyâhu ma'rifeten Resim Eslemu biha min mevâridi'l- cehli Resim Ve ekrau biha min mevâridi'l- cehri ve ekrau biha min mevâridi'l- fadli Resim Ve ehmilni ala sebilihi ilâ hadratike hamlen mahfufen bi nusratike Resim Vekzif bi ale'l- bâtili feedmeğuhu Resim Ve zicbi fi bihâri'l- ehadiyyeti Resim Venşilni min evhâlittevhidi Resim Ve eğrikni fi ayni bahri'l- vahdeti hatta lâ era velâ esmau velâ ecidu velâ uhissu illâ bihâ Resim Vec'ali'l- hicâbe'l- azama hayâte ruhi ve ruhahu sırra hakikati ve hakikatehu câmia avâlimi bitah kiki'l- hakki'l- evveli Resim Yâ evvelu yâ âhiru yâ zâhiru yâ bâtinu yâ Allah unsurnî bike leke ve eyyidnî bike leke vecma beyni ve beyneke ve hul beyni ve beyne ğayrike Allahu Allahu Allahu İnnellezi ferada aleykel kur'âne lerâddüke ila meâdin Resim Rabbenâ Âtina min ledunke rahmeten ve heyyi'lenâ min emrine raşedâ Resim
(Bundan sonraki kısmı Abdullah İbni Abbas'a (radyallahu nahu) aittir.)
Yâ dâime'l- fadli ale'l- beriyyâResim Yâ bâsite'l- yedeyni bill'atiyye Resim Yâ sâhibe'l- mevâhibisseniyye Resim Salli alâ Seyyidinâ ve Mevlânâ Muhammedin hayri'l- verâsseciyye veğfirlenâ yâ ze'l- ulâ fî hâzihi'l- aşiyye. (fî hâzihi's- subhiyye..

MÂNÂSI : ALLAHım!. Sen salât ve selam ediver ona ki esrârın kabuğunu kırıp inkişâf ettirdi, nûrları her tarafa yaydı, hakikatler kendisinde uzlaştı-yüceldi, Âdemoğlunun tüm bilgileri kendisine aktı ve böylece mahlukatı âciz bıraktı; anlayışları zayıf bıraktı, ne geçmişte ne de gelecekte kendisine yetişecek yoktur. Cemâlinin pırıltısıyla, melekûtun muhteşem cennet bahçesi, nûrlarının fışkırıp taşmasıyla ceberûtun havuzu. Hiçbir şey yoktur ki ona bağlı olmasın. Zirâ aracı olmasaydı şâyet, giderdi mevcudiyeti aracıya bağlı olan. Senin ona ettiğin, onun da ehli olduğu bir salâtla ona salât ediver.
ALLAHım!. O her şeyi içinde barındıran, Sana delâlet eden sırrındır; Senin katında, Senin için duran en büyük hicâbındır.
ALLAHım!. Beni, ümmetinin salihleri arasına koyuver, bana kendi sevgini hakikatiyle tattırıver!. Bana onun mârifetini veriver!. Cehâlet pınarlarından ona teslim oldum, fazilet pınarlarından onunla içtim. Beni onun yolunda, nusretinle yeğnileşmiş olarak, kendi şanına taşıyıver!. Beni bâtılın üzerine atıver de onu mahvedeyim. Beni vahdaniyet denizlerinde yüzdürüver, küfrün bataklıklarından çıkarıver!. Beni vahdet denizinin pınarının içine daldır da yalnızca bunu göreyim, duyayım, bulayım, hissedeyim. En büyük hicâbı, ruhumun hayatı, onun ruhunu, hakikatimin sırrı, onun hakikatini, O İlk Hakkı hakkıyla bilerek âlemleri içinde düren kılıver!. Ey her şeyin başı ve sonu, ey zâhir ve bâtın olan Yüce Allah, bana Kendinle Kendin için yardım ediver, bana Kendinle Kendin için destek veriver; beni Kendinle bir beraber kılıver, benimle Senin gayrin arasına giriver de, onların aramıza girmesine engel oluver!.
Allah-u Allah-u Allah!. Senin için Kur'ân'a razı olan, elbette ki seni o güne geri döndürecektir.
Ey RABBımız, bize katından rahmet veriver, bize işimizde doğruyu, doğru yolu hazır ediver!.
Ey insanlar üzerinde dâim fazlı olan!.
Ey ihsan etmek için ellerini açmış olan!.
Ey yüce ihsanların/karşılıksız hibelerin sahibi!. Seciyesi kâinâtın en hayırlısı olan Seyyidimiz, Efendimiz MuhaMMed(salallahu aleyhi ve sellem)'e salât ediver. Bize mağfiret ediver, bu gecede, (bu sabahta) ey yüceler yücesi olan!.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

SALÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi/AÇIKLAMASI:

Allah’ım, temiz, seçilmiş, sevgilin ve razı olduğun kulun Hz. MuhaMMed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala-â âlihî) Efendimize salât ve selâm ederiz.
Bu salavât-ı şerîfe Hazreti Şeyh, rabbânî ilim sahibi, ârif-i billah, Abdüsselâm İbn-i Meşîş kaddesallahu sırrahu tarafından bizlere hediye edilmiştir.
O öncekiler ve sonradan gelenler arasında iftihar edilecek ve kerâmetleri ile meşhûr sultandır.
Kutuplar, ricâl-i gayb ve evliyâlar sırrını takdis ederler. (II)


nOTLar:

I-) Mecmuatü’l- Ahzâb: Ahmet Ziyâeddin Gümüşhânevî kaddesallahu sırrahu Hazretlerinin bütün bilinen tarikatlerin ezkâr ve evratlarını topladığı üç ciltlik kitab.

II-) KUTUPLAR:

RİCAL-İ GAYB: (Bilinmeyen, gizli tasarruf eden evliyâlar)

KUTBU’L- AKTAB: (İmamet) (Gavs)
Kutbü’l-aktab, âlemin nizamı ile alakalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızk, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan, rical-i gaybdan yani herkesin tanımadığı Allah celle celâlihu adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar… diye söylenen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. İmamet, Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi) Efendimizin izinde yürüyen büyüklerimiz O’na uyarak nübüvvet makamının derecelerini geçtikten sonra bir kaç kişiye bu makam verilir. Diğerleri bu makamı alâmadıklarından çok şeyden mahrum kalırlar.

KUTB-U İRŞAD: Âlemin irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saadete ve kurtuluşa ermesine) vesile kılınan veli zât, mürşid demek olan kutb-i irşâd, İmam-ı Rabbanî kaddesallahu sırrahu’nun da buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için, feyizlerin gelmesine vasıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem imandan ve hidâyetten büsbütün mahrûm kalır.
Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi) zamanının kutb-u irşâdı idi. Kutb-u irşâd ile bütün insanlara iman ve hidâyet gelmektedir. Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyizler, dalalet (sapıklık), kötülük haline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer, yahut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-u irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tane bulunursa, yine büyük nimettir. Her şey onunla nurlanır. Onun bir bakışı, kalb hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.

İmam-ı Rabbanî kaddesallahu sırrahu, bu konuda şunları söylemektedir: “Kemâlat-ı ferdiyyeye de sahib olan kutb-u irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyaya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyaya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa kadar, herkese rüşt, hidâyet, iman ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyiz alır. Arada o olmadan kimse bu nimete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi bütün dünyayı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yahut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlasına göre o deryadan, kalbi feyiz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allah celle celâlihu’ı zikrederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyiz alır. Fakat birincide feyiz daha büyük olur. Onu inkar eder, beğenmezse, yahut o büyük zât bu kimseye kırılmışsa, Allah celle celâlihu’ı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyiz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve Allah celle celâlihu’ı zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar.”

KUTB-U EBDAL: (Kutb-u Medâr) (Hilafet) Büyük âlim..
İmam-ı Rabbanî kaddesallahu sırrahu’nun bildirdiğine göre, Kutb-u ebdal veya kutb-u medar da denilen bu zât her zaman bulunur. Peygamber (aleyhisselâtü vesselâm ve ala âlihi) Efendimiz zamanında da vardı. Fakat bunlara inziva (insanlar arasına karışmamak) lâzımdır. Bunları herkes tanımaz. Hatta bazıları, kendilerini bile bilmezler. Yine İmam-ı Rabbanî kaddesallahu sırrahu Hazretleri buyuruyor ki: “Kutb-u medar, âlemde, dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyiz gelmesine vasıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları, bedenlerin afiyette olması, kutb-u ebdal da denen kutb-u medarın feyizleri ile olur. İman sahibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günahlara tövbe etmek ise kutb-u irşâdın feyizleri ile olur. Kutb-u ebdalın (kutb-u medarın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizamı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası tayin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet ve imandan boş olduğu zamanlar olur. Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi) zamanının irşâd kutbu iken ebdal kutbu ise Hazreti Ömer (radiyallahü anh) ile Üveys el-Karanî (radiyallahü anh) idiler. Hilafet makamı ise, Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi) Efendimizin izinde yürüyen ve O’na uyarak velâyet makamının derecelerini geçen büyüklerimizden bir kaç kişiye bu makam verilir.

KUTB-U ARİFİN: Âriflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve mârifetler sahibi, âriflerin başı olan zâta kutb-ü ârifin denir.

EVTAD: Evliyâdan (Allah’ın sevdiği kıymetli kullarından) ve ricalü’l-gaybdan (açıkça bilinmeyen velilerden) mübârek dört zât vardır ki, büyük âlim ve veli Molla Câmi kaddesallahu sırrahu’nun ifâde ettiğine göre bunlar, dünyanın dört tarafında bulunurlar. Her biri bulunduğu yerde dünyevi bakımdan huzur ve rahatlığı sağlamakla vazifelidir. Evtaddan dünyanın doğu tarafında bulunan zâtın ismi Abdülhayy, batıdakinin ismi Abdülâlim, kuzeydeki zâtın ismi Abdülmürid, güneydekinin ismi ise Abdülkadir’dir (radiyallahü anhüm). Allah’ın veli kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bazı mübârek kimseler daha vardır ki, Şeyhülislam Molla Câmi kaddesallahu sırrahu’nun belirttiğine göre, insanların imdadlarına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olan ve onların belâlardan korunmasına sebeb olan bu insanlara “nücebâ” denilmektedir.

EBDAL: İnsanlara yardımda ve hizmette bulunan, halkın açıkça bilmediği ve dünyanın nizamı (düzeni) ile vazifeli olup bunlardan biri vefât edince, yerine başka bir veli bedel kılındığından yani görevlendirildiğinden ve çok olduklarından, bedelin çoğulu ebdal veya “büdelâ” kelimesi ile tanınmışlardır. İrşad ehli yani insanlara doğru yolu gösteren velilerden olmayıp, gözlerden saklı olan bu kimselerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğunu Seyyid Şerîf Cürcanî ifâde etmiştir. Hilyetü’l- Evliyâ’da zikredilen bir hadis-i şerîfte bunlar hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalbleri, İbrahim (aleyhisselâm)’ın kalbi gibidir. Allah celle celâlihu, onlar sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara ebdal denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile yetişmediler.”
Abdullah ibni Mes’ûd: “Ya Resûlullah! Ne ile bu dereceye ulaştılar?” diye sorunca Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Cömertlikle ve müslümanlara nasihat etmekle yetiştiler.” buyurdu.

Abdülkadir Geylanî kaddesallahu sırrahu Hazretleri, Kutbu’l- İrşâd, Kutbu’l- Aktab ve Gavs görevlerini üzerinde bulundurduğundan: “İşte şu ayağım her velinin boynu üzerindedir.” buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu sözü tasdik ettiler. Şeyh Halifetü’l- Ekber anlatır: Rüyamda Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi) gördüm. “Ya Rasûlüllâh! Şeyh Abdülkadir, ayağım bütün velilerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?” diye sordum.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Doğru söylemiştir. O benim himayemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?” buyurdu.

Hülâsa: Allah celle celâlihu dostlarını sevenlerin, en büyük iddiası olan: “Benim şeyhim gavstır” sözü o kadar çok kullanılır ki, bu övgü Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm)’e olan sevgiyi geçer. Büyüklüğünü anlatmaya çalıştığımız Peygamber (aleyhisselâtü vesselâm ve ala âlihi) Efendimiz yanında yok gibi olan bu kişilere verilen duruma açıklık getirmeye çalıştık. Çünkü genellikle bu söyleyişler tarikat ehlinde mürşidine vefâ sınıfından olan sözlerdendir. Bu ifâdeler de her sohbetin ana konularındandır..

Büyükler bu meseleye: “Her müridin kendi şeyhini Kutbu’l Aktab görmesi o, müridin hakkıdır. Ama başka meşâyıhı küçük görmesi onun hakkı değildir. Şâyet kendi mürşidi Kutbu’l- Aktab olmasa da müridin ihlâsı sebebiyle zamanın kutbu o müridin şeyhi sûretine girer ve o müridin ruhuna hizmet eder” diye açıklık getirdiler.
Böylece mürid kapısını tanısın, ihlâsla bağlansın, mânâsını işaret etmişlerdir. Kaldı ki, Gavsı Geylanî kaddesallahu sırrahu, Şah-ı Nakşibend kaddesallahu sırrahu, Efendimiz Ahmed er-Rufaî kaddesallahu sırrahu, Husammeddin Uşşakî kaddesallahu sırrahu, Mevlâna Halid Bağdâdî kaddesallahu sırrahu gibi tarikat pîrlerinin ve (büyük) kummeliyn evliyâların, ruhaniyyette mutasarrıf olduğu bilinen bir vakıa’dır. Bu konuda en açık ve itiraz olmadan konuşulan büyüklerden biri Abdülkadir Geylânî kaddesallahu sırrahu Hazretleridir..

İki âlemde tasarruf ehlidir ruh-u veli
Deme kim mürdedir bundan nice dermân ola..

Ruh şimşir-i Hüda’dır ten gılaf olmuş ona
Dahi alâ kâr eder bir tığ ki üryân ola..

Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

Bu salavât-ı şerîfe evliyâullâh katında makbuldür.
Derleme gibi olmayıp bizzât Allah celle celâlihu tarafından ihsan edilmiştir. Devamlı okunan dualar arasında önemli bir yere sahibtir.
İsmail Hakkı Bursevî bu salavât-ı şerîfe hakkında bir Türkçe açıklama
yazmış ve başkaları da yazacaktır.
Hepsi Fahri Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’e olan sevginin ifâdesinden başka bir şey olmayacaktır.
Bu salavât-ı açıklamaya teşebbüs etmek âciz kulların bir kârı değildir.
Biliyoruz ki, bu açıklama ile insanların gönülleri keşif ve feyz bahçelerine ulaşacaktır. Bu bize ve okuyanlar için de, rahmet vesilesi olacaktır.

Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz buyurdu ki:

قَالَ رَسُولُ اللّهِ: وَاللّهِ ِلأَنْ يُهْدَى بِهُدَاكَ رَجُلٌ وَاحِدٌ خَيْرٌ لَكَ مِنْ حُمْرِ النَّعَمِ
“Vallahi, senin hidâyetinle bir tek kişiye hidâyet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır.”
(Ebu Davud, İlm 10)

Bir insanın kurtuluşuna sebeb olmak, sürülerce develerin sahibi olmaktan daha fazla şükür sebebidir.

Halkın ağzında salâvatlar sayısızdır. Mahlûkâtın anlayışı, yaratılış gereği ve Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize olan bağlılığı ile duâ ve niyazında bir kuvvet ve tesirler bulunur.
Yaratılış Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize bağlı bir olgudur. İleride bu konu gelecektir. İnsan bu tesirler çerçevesinde bütün halleri ve fiilleri ile etki altındadır. Bu nisbetiyle de hayatını düzenler. Bu çalışma ile kazanılan bir şey olmayıp Allah’ın bir kaderidir. Ameller çalışmalar ile elde edilse de, faziletler Allah’ın karşılıksız bir ihsanıdır. Bu yorum götürmeyen meseleler arasındadır.

Saâdettin Hamevî kaddesallahu sırrahu Hazretleri buyurdular ki; “On iki bin salâvât-ı şerîfe tesbit edilmiştir. Bir kısmı Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz tarafından ümmetine öğretilmiş, diğer kısımları ise; arş-ı âlânın eteklerine yazılmış ve evliyâullâha ilham ve keşif yolu bildirilmiştir.”

On iki bin salâvât-ı şerîfe’nin sırrındaki işaret, insanın kalbine inen ilâhî feyizlerin ve zevklerin mertebeleriyle ilgilidir. Bu ise insanda on bir mertebeden gelir. Feyiz, insana Allah celle celâlihu tarafından inerken;
Levh→Kâlem→Arş→Kürsî→7 (yedi) Semâ = 11

Bu toplamı Zât-ı ehadiyyet-e (Allah’a) itibar ile adet on iki olur. Her mertebede 1001 Esmâ (isimler) vardır. Her mertebedeki bu isimlere bağlı birer salâvât-ı şerîfe düşünülürse on iki binin sırrı açığa çıkar. Hakîkât-ı MuhaMMedîye (III), on iki bin isimle ve sûreti ile tecellî etmektedir.

(III) İlk belirtide var olan ve bütün varlığın esası olan zâttır. Buna İsm-i âzâm’da denir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem(aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’de yaratıklar, yaratılmadan var olan hakîkâttir.

Mertebelere ve hakîkâtlere göre farklılık gösterir. Bu ise yaratılmışlar üzerinde bir mecbûri gerçektir. Mahlukat hangi ismin veya isimlerin etkisi altında ise, ona göre Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize o salâvât-ı şerîfeyi okuma kudretine haiz olur.

Bir başka yönden ise; “لا اله الا الله Lâ İLâhe İLLâ ALLAH” on iki harf olduğu gibi, “محمد رسول اللهALLAH ReSÛL MuhaMMed” de on iki harfdir. Her harfin karşılığına bin adet salâvât taksim olundu. Bu sebebten dolayı İnsan; Nefis, Kalb, Ruh, Sır, Hafi, Ahfa ve Natıka gibi menzillerde bulur(IV).

(IV)- Tasavvufta insanın vücudunda ve ilerleyişinde göreceği makamlardır. Sırasıyla bir sonraki daha feyizli ve nurlu olması ile yükseliş gösterir. Her makam bir öncekinden sırlı ve gizlidir. Bunlar tasavvuf kitapların da izâhı çok yazılsa da halâ çözüme kavuşmamış olgulardır.

İnsân-ı kâmil bu makamları geçmiştir. İnsân-ı kâmil bir isim gibi söylenildiğinde, sayılan mertebelerin tecellîsi açığa çıkar.
Kur’ân-ı Kerim’de;

وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَلَن يُخْلِفَ اللَّهُ وَعْدَهُ وَإِنَّ يَوْمًا عِندَ رَبِّكَ كَأَلْفِ سَنَةٍ مِّمَّا تَعُدُّونَ
"Ve yesta’cilûneke bi’l- azâbi ve len yuhlifallâhu va’dehu, ve inne yevmen inde rabbike ke elfi senetin mimmâ teuddûn (teuddûne).: Ve azabı senden acele istiyorlar. Ve Allah, asla vaadinden dönmez. Ve Rabbinin katındaki bir gün, sizin saydığınız bin sene gibidir.” (Hacc 22/47) (V)

Buyrulduğu üzere, hakikâtler sûretler üzerine, mânâlar ise lafızlara göre geniştir..

(V) -Cinlerin bir yılı, insanların yıl hesabına göre 70 000 yıldır. Onun için falcıların geçmişle ilgili kehânetlerde isabet etmeleri kolay olur. Allah celle celâlihu katında zaman ise yok ile eş değerdedir. Bu belirtilen zaman meleklerin kullandıkları yıl hesabıdır. Meselâ âhirette sonsuzluk ile belirtilen söz zaman olgusunun kullar tarafından yitirilmesi demek olur. Bu anadan doğma körün, görmenin ne demek olduğunu anlayamamasına benzer. Çünkü görmeyi bilmeyen kişi, duyunun mânâsını zihninde oluşturamaz. Bu olgu anadan doğma körde olgu olmaz. Zaman âhiret boyutunda kaybolup gider. Ölümün koç şeklinde âhirette kurban edilmesi de fenânın yani yok olmanın kaldırılmasıdır. Ölüm zamânâ bağlılığı en kuvvetli fiildir. Ölümü zamansız anlatamayız. Ölümsüz olmak demek zamanı da yaşamayan demektir.

Hakîkâtler, sûretlerden geniştir. Hikmet ehli, bir hakîkâte ikinci, üçüncü vb. mânâlar verirler. Lafızlardaki rumuzları açığa çıkarırlar da hayran kalırsın. Hayır ehli de, bu sırları kabul etmekte çok daha isteklidir. Bunun benzeri şu olabilir. Bir çiçek için şair bin mânâ üretir. Bunun sonunu da getiremez. Hakikât bir iken, sûret geçici ve izâfi olduğundan elbiseler gibidir. Sûret insanın elbise değiştirdiği gibi değişir durur. Böylece sûret hakîkât yanında basit kalır. Sıfatlar sûreti temsil ederken, hakîkât zât-ı temsil ettiğinden kuvvetli ve temel öğedir. Meselâ zaman bir birim iken gelecekten geçmişe bakınca çeşitli şekilde görüntüler verir.
Gönül mânâları anlama kabiliyeti ile dolu olursa, bir harfe bin mâna, bir kelimeye bir kütüphâne dolusu mâna verirde, gönül bu hususta bir yorgunluk duymaz..

Resim

Allâhümme salli ve sellim alâ men minhu inşakkati'l- esrâru venfelekati'l- envâru:

اَللـَّهُمَّ صَلِّ عَلى مَنْ مِنْـهُ انْــشَـقَّتِ اْلاَسْرَارُ

“Allah’ım!. Sırların kendisinden fışkırdığı Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât et!.”

Allah’ım salâtını yaratılış ve ilâhî sırları kendisinde toplayan ve O’ndan âleme dağılan Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize yap. Çünkü O, ilâhî sırların sahibidir. Zât-ı ilâhînin muhâtabıdır.

Nûrâni kâlem harflerini yazmak için muhtaç olduğu, kelimelerin ancak O’nunla mânâya geldiği Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât olsun.
O besmeledeki noktanın topladığı sırların hepsi O’dur, kâinattaki işlerin olması için söylenen “KÛN كن” deki noktanın da kendisidir. Besmeledeki noktanın yorumları çok yapılmasına rağmen “KÛN كن” deki noktanın izâhatı fazla bildirilmemiştir.
Besmele kâinatın devamına sebeb iken “KÛN كن”deki nokta varlığına sebebtir. Çünkü irâde-i küllînin, yani Allah’ın irâdesinin varlıklar üstü muradı ile âlemler takdir edilmiştir. Bu noktaların her ikisi de Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’dir. Çünkü Allah’ın Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm alâ âlihî) Efendimizle olan münasebetini beşerî olgularla anlamak mümkün değildir. Âşık ile sevgilisi arasındaki münasebetin yorumları üzerine nice diller dökülmüştür. Fakat sonuç şudur denecek bir şeye varılamamıştır.
Fazilet hazinesinin de sahibi Peygamber aleyhissalatü vesselâm alâ âlihî Efendimizdir. O bu hazineyi mahlûkâta ve isteyenlere kabiliyeti miktarınca veren, âlemlere rahmet olarak geldi.

“اَللـَّهُمَّ-Allahümme” Genellikle duaların başında gelir. Çünkü bütün isimlerin mânâlarının toplandığı isimdir. Allah’ın bütün isimleri ile istiyorum demektir. Bu söz ile isteklerin istenmesi, İsm-i Âzam (en büyük isim) ile istemek demektir. İsm-i Âzam(VI) ile dua edilirse reddolmaz ve istenilen şey onunla verilir. .

(VI)- İsm-i âzam “En büyük” isim demektir. İsm-i âzam vücudun zikridir. Lisan ile yapılamaz. Bütün vücuddan gelen bir sestir. Bunun zikri yapana ağır gelir. Yani zikir zerrelerden çıkarak yapılır. Aşağıda bazı isimler gelecektir. Hangisinin İsm-i âzam olduğunu tâyin etmekte çok zordur.
Allah’ın isimleri hakkında en büyük ifâdesi ile isimlerde derecelendirmek yanlış olabilir. Gerçekte Allah’ın bütün isimleri büyüktür. Öyle ise bu ifâde niçin kullanıldı sorusu aklına gelebilir. Bu ifâde aslında rivâyetler incelendiğinde aynı isimde birleşmez. Değişik ifâdeler olması ismin, bir isim olmadığı ve zamanla ve insanlarda farklılıklar göstermektedir.
Allah celle celâlihu’dan başka ‏şeylerden yüz çevirerek, tam bir ihlâsla zikredilen her isim, İsm-i Âzam’dır, Zirâ harflerin birbirine karşı‏‎ farklı bir ‏şerefi yoktur.
Fakat bütün isimler İsm-i Âzâm’ın çerçevesi içinde saklıdır. Şöyle ki, Ulvî ve süflî (dünya) âlemde Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’e muhtaç olmayan bir nesne olmadığına göre, Hakîkât-ı MuhaMMedîye ve İsm-i Âzâm birdir.
Hakîkât-ı MuhaMMedîye de İnsan-ı kâmil’de tecellî eder. İNSAN-ı KÂMİLise, bulunduğu zamanda İsm-i Âzam’ı görmede kullanacağın aynadır. Eğer bu aynayı bulamazsan bu isme ulaşamazsın. İnsânı Kâmili idrak etmek, İsm-i Âzam’ın göründüğü yer olarak bilmek demektir.


Hz. Aişe radiyallahu anhâ ile Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî arasındaki olan konuşma çok şeyleri açıklar.
“Fahri Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalatü vesselâm alâ âlihî Efendimiz bir gün şöyle yalvardılar: “Allah’ı‎m! Ben, senin pak, güzel, mübârek ve yüce katında en sevimli olan, onunla dua edildiği taktirde hemen icâbet ettiğin, onunla senden istenince hemen verdiğin, onunla rahmetin taleb edilince rahmetini esirgemediğin, onunla kurtuluş taleb edilince kurtuluş verdiğin isminle senden istiyorum.”

Başka bir gün Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Hz. Aişe radiyallahu anhâ’ya: “E‏y Aişe! Kendisiyle dua edildiği taktirde icâbet ettiği ismi, Allah’ı‎n bana gösterdiğini sen biliyor musun?” diye sordu.
Hz. Aişe radiyallahu anhâ der ki: “Ben: “Yâ Resûlullah! Annem babam sana fedâ olsun, onu bana da öğret!” dedim.
“Ey Aişe onu sana öğretmem uygun düşmez!” buyurdu.
Bu Cevâb üzerine ben de oradan uzaklaşıp bir müddet tek başı‎ma oturdum. Sonra kalkıp, başını‎ öptüm ve: “Yâ Resûlullah! Onu bana öğret” diye ricada bulundum.
O yine: “Onu sana öğretmem uygun olmaz, Ey Aişe! Onunla senin dünyevî bir ‏şey taleb etmen uygunsuz olur!” buyurdu.
“Hz. Aişe radiyallahu anhâ devamla der ki: “Ben de kalkıp abdest aldım, sonra iki rekat namaz kıldım, sonra: “Allah’ım! Sana Allah celle celâlihu isminle dua ediyorum. Sana Rahmân isminle dua ediyorum. Sana Bir’rur- Rahîm isminle dua ediyorum. Sana bildiğim ve bilmediğim güzel isimlerinin hepsiyle dua ediyorum. Beni mağfiret et, rahmet eyle!” diye dua ettim.”
Hz. Aişe radiyallahu anhâ devamla der ki: “Bu duam üzerine Peygamber aleyhisselâtü vesselâm ve alâ âlihi Efendimiz güldü ve: “İsm-i Âzam, senin yaptığı‎n ‏şu duanın içinde geçti” buyurdu..
Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî hangi ismin İsm-i Âzam olduğunu kesinlikle belirtmemiştir. Fakat işaretler buyurarak ismin dolandığı çerçeveyi biz âcizlere beyân etmiştir.

“Allah celle celâlihu,
el-Hayyu’l- Kayyûm,
Lâ ilâhe İllâllah,
Er Rabb,
Er-Rahmânu’r- Rahîm,
Allahu’r- Rahmânu’r- Rahîm,
Allahu lâ ilâhe illâ Huve’l- Hayyu’l- Kayyum,
Lâ ilâhe illa Huve’l- Hayyu’l-Kayyum,
Allahu lâ ilâhe illâ hüve’l- Ahadü’s- Samedü’llezî lem yelid ve lem yüled ve lem yekün lehü küfüven Ahad,
El Hannânu’l- Mennânu Bedî’u’s- Semâvat‎ ve’l- Ard‎ zü’l-Celâli ve’l- İkram el-Hayyu’l- Kayyum…

İsm-i âzam burada bulunmayan isimlerden de olabilir. Lâkin hepsinde “ALLAH” LafzuLLAH İsmi mevcuddur. Bu durumdan hareketle İsm-i âzam’‎ın “ALLAH” lafzı olduğuna görüşlerin yönelmesi vardır. Çünkü bu isim sıfat olmayıp, zât isimidir. Bütün isimleri ve sıfatları kendinde toplamıştır.
Bize göre her ‏şahsın İsm-i Âzamı‎ farklıdır. Çünkü böyle olması daha uygundur. İnsan yaratılış yönünden mükemmel yaratılmıştır. Fakat bu mükemmelliğin harekete geçmesi her insanda aynı merkezden olmaz. Çünkü terbiye edilebilecek vasıfta olan insanoğlu, aynı terbiye yolu ile terbiye olmadığı gibi, hepsi aynı manevî makamda olmadığı kesindir. Senin için uygun olanı biz söyleyebiliriz. Fakat sen kendin bulursan bu isimle tasarruf edebilirsin. Çünkü Allah celle celâlihu sevdiklerine bu ismi bağışlar. Bağışladığı zamanda Allah’ın işlerine karışmamaya ve dünya ni’metlerine rağbet etmediğin zaman olur ki, o zamanda istek diye bir şeyde sende kalmamış olur. O zamanda bilmek ve bilmemek sende aynı şeyler olmuştur..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

Ayrıca Hasan Basrî radiyallahü anh: “Bu lafız, bütün duaların toplamıdır” buyurdu.

صَلِّ Allah celle celâlihu’dan istemektir. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât etmek duâsı; Allah’ın peygambere ikrâm ve ni’metini artırması, meleklerin rahmet ve istiğfâr etmesi, kulların ise Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizi sebeb kılarak kendine dua etmesidir. Allah’ın Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize ikrâmı, şerefinin ziyadeleşmesi ile aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’in kullara vesile olması ve Allah’a yakınlığın artmasına sebeb olmasıdır.
Dualar Peygamber aleyhissalatü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizle kabul edilir. Duaların başı ve sonu salavât-ı şerîfe olursa kabul edilen dua yaptığını kabul etmelidir.
Dua fakirlerin âmirlere hediyesi gibidir. Meselâ dilenci dua ile ister ve menfaati üzerine çeker. Namazın sonundaki salât, başka duaya gerek bıraktırmaz.
Kim namazında salavât-ı şerîfe okumazsa, namazı kabul edilmediği gibi, redd edilir. Namazda salavât-ı şerîfenin farz olduğu mezhebler vardır. Namaz kılındıktan sonrada ârifler on bir kere salavât-ı şerîfe getirirler. Aksi takdirde Allah celle celâlihu’dan feyz alâmazlar. Niçin Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salavât getirilmesin; çünkü ruhu ilk küll-i ruh olan akl-ı evvelden(VII) üflenmiştir.

(VII)- İlk yaratılan varlık, Hakîkat-ı MuhaMMedîye, insandaki akıl; mânâlarına gelir.

Bu cihetten ne kadar salavât getirirsen, kendi özünü o kadar ihya etmiş olursun. Fakat insanlar bu sırdan gaflet ederler. Salavât ile kul Allah’a ibâdette yakınlık sağlar. Yakınlığın artması ise, Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin yüksek makamına tevessül etmek iledir. Allah’ın aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’e salâtı ise, her şeyi geçer ve hiçbir şeye muhtaç olmaz. Kulun salâtı ise, Allah’ın rızasına ulaşmak içindir. Salât kapısı ile, Allah’a kavuşmak ve hayır kapılarını açmak demektir. Bu şekilde kerâmetler meydana gelir. Salavât-ı şerîfe getirenlerin yakınlaşması büyük şeydir. Sevenlerin sıdkına alâmet, vuslatı isteyenlere sığınaktır. Bir insanın salât etmesi Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin ona salât etmesidir. İnsan ise, aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’in adının sûretidir. MuhaMMed ismindeki “mim”, insanın başıdır.
Kulların Peygamber aleyhissalatü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salavât getirmesi gereklidir. Geçerli olan bu hüküm Âdem aleyhi’s-selâm’dan kıyamete kadar devam etmektedir. Âdem aleyhi’s-selâm’a konuştuğu zamandan beri çocuklarına verilen bir emirdir.
Fakat Allah celle celâlihu’dan başka hiçbir şey Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize hakkıyla da salât edemez. Allah’ın salâtı zât-ı ve fiilleri vasıtaya muhtaç olmamaksızın olur. Zuhûr eden şeyler, keşiflerin hepsi Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in sebebiyledir. Küfrün karanlığı Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî ile yok olur. Allah celle celâlihu bir kimseye iman verecekse bir örtüyü kaldırır gibi karanlığını kaldırır. Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ise örtünün kalkmasına sebebtir.
Yaratılışın evveli Rûh-i MuhaMMedî, sonu ise insâniyetin yaratılışıdır. Yani bütün kâinâtın yaratılışının başlangıcı ve kökü Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizdir.
Kâinattan kasıt, ruhlar ve cisimlerdir. Ruhlar ve cisimlerin hepsi, bir hakîkâti ve sırrı bünyesinde taşır. Eşya, isimleri ve sıfatları yüzünden farklılaşır. Çünkü âlemin vücudunda yani bireylerinde özellik olarak vardır. Âlem her türlü vasıfları ile Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizden intişar etmiştir. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz yaratılışta da rûhanî yönü ile her şeyden öncedir. Rûhâni ve cismânî cihetlerin özü ve geldiği yerdir. Nitekim hadîs-i şerîfte gelir: “Allah celle celâlihu önce benim ruhumu yarattı.”
Ne kadar esrâr-ı rûhânî varsa, hepsi Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin rûhâniyetinden ayrıldı. Peygamberlerin ve evliyâların ve diğer insanların ruhları da, O’ndan ayrılan tâli unsurlardır. Onun için buyurdu ki: “Ben peygamber iken, Âdem aleyhi’s-selâm çamur ve su içinde idi.” Yani yaratılış itibârı ile sonra gelmiş olsa bile Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz mahlûkattan önce yaratılmıştır. O’nun peygamberlik sırları, fiilleri ve diğer halleri Allah’ın koyduğu esâslara göre vakti gelince tecellî etmiştir. Görünüşte mübârek vücudları sonradan gelmiş olsa da. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz: “Biz sonradan gelmiş, geçmişleriz” buyurdular. Zirâ arş-ı âlâ’dan önce cism-i küllî vardır. Buna heyûla-i küllî(VIII) derler ki, cümle feleklerin, unsurların ve doğuşların mayasıdır.

(VIII)-Hakîkat âleminde bulunmayan şeylerin ve eksik idrâk edilmesidir. hepsi; hayali. Eşyanın ve olayların, müphemi.

Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin ruhâniyeti cisimler âlemine göre öncelik taşımakla cism-i küllî sûreti ile tâyin olmuştur. Bu itibârla cihet-i cismâniyeleri dahi bütün mahlûkattan önce oldu. Buna göre arş ve arşın kapladığı takdir edilen cisimlerin sırları, Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin cisimlerinden çıktı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz kendine mahsus unsurları ile öncelik sahibi oldu. Kainâtın yaratılışı bu hakîkat üzere tamam oldu.
Zirâ mübârek ruhları ruh-u câmî olduğu gibi, cisimleri de cism-i kâmil idi. Yaratılmışlardan ve diğer peygamberlerden O’nun şemâil-i ve hilye-i şerîflerini(IX) derleyecek, toplayacak, kemâline ulaşacak ve tamamlayacak biri gelmedi ve gelmeyecektir.

(IX)- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin şekli, vasıfları, huyları, ahlâkı, tavırları ve davranışları.

Fakat onun arkadaşları Fahri Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin özelliklerinden bir kısmını almışlar ve nisbetini devam ettirmişlerdir. Meselâ dört halife Hz. Ebûbekir Sıddîk, Hz. Ömer Fâruk, Hz. Osman Zin-nûreyn ve Hazreti Ali radiyallahü anhüm Efendilerimiz ayrı ayrı sırlardan bir sır taşımışlardır.
Hz. Ebûbekir Sıddîk radiyallâhü anh, Peygamber aleyhissalatü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin arkasında cem’aat olarak uyduğu en büyük insan, Hz. Ömer Fâruk radiyallahü anh tebliğin zor günlerinde desteğine muhtaç olduğu insan, Hz. Osman Zin-nûreyn radiyallâhü anh “üçüncü bir kızım olsa Ona yine verirdim” dediği güzîde damat ve zenginliğini peygambere ikrâm eden zamanın en büyük aristokratı. Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimiz ise hicrette emânetleri yerine teslim etmek için ölüm döşeğinde huzur uykusuna yatırdığı ve savaşlarda düşmana korku saldığı en büyük kahramanı. Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimiz ilm-i ledünn sırlarının kaynağı olduğundan bugün hâlâ ilgi odağı olmaktadır. Çünkü dünyevî işlerin hakîkâtlerini oluşturan bu ilim hâlâ insanları kendine cezb eder.
Hz. Ömer Fâruk radiyallâhü anh: “Hazreti Ali kerremâllahü veche’nin bulunmadığı topluluk içinde müşkül bir mesele çıkmasından Allah’a sığınırım!” demiştir.
Tasavvufî alana girdiği için Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimiz üzerine çok şeyler yazmak gerekir. Kısaca şahsiyeti hakkında şunları söyleyebiliriz.:

Cabir bin Abdullah el-Ensari (radiyallahu anhu)den naklen, Peygamber aleyhissalatü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz şöyle buyurdu: “Allah celle celâlihu, her peygamberin zürriyetini kendi sulbünden kıldı, benim zürriyetimi ise Ali’nin sulbünden kıldı”

Tirmizî İbn-i Ömer (radiyallahu anhu) den şöyle rivâyet etti: Peygamber aleyhissalatü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ashabı birbirine kardeş yaptı. Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimiz gözleri yaşlı olarak Fahri Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize geldi ve şöyle dedi. “Ya Rasûlullah, ashabı birbirine kardeş yapmışsın, beni kimseye kardeş yapmadınız!” Peygamber aleyhissalatü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz: “Yâ Ali kerremâllahü veche, dünya ve âhirette sen benim kardeşimsin” dedi.
(Tirmizî)

Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimiz olaylar karşısında Peygamber aleyhissalatü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin: “Yâ Ali, sen Kâbe durumundasın. Sana gelirler, sen gitmezsin. Bu kavim eğer sana gelip de bir işi teslim ederlerse kabul et. Gelmezlerse sen ileriye varma!” emrine itaat ederek yaşamıştır.
Sonradan gelecek insanlar sevgilerinde aşırılığa kaçacaklarını bildiğinden kabrini bile oğullarına saklamalarını emretmiştir. Çünkü Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimiz varlığını Peygamber aleyhissalatü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize borçlu olduğunu çok iyi biliyordu. Halifelik sırasını bile en sona bıraktı ki, Fahri Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin arkadaşlarının kıymetleri diğer insanlara ulaşsın içindi. Ayrıca Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimiz Peygamber aleyhissalatü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin vefâtından sonra doğabilecek fitneyi daha ileriki yıllara çekerek Fahri Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin dünyayı terk edişinin acısı yanına ikinci bir acıyı ümmete yaşatmadı. O fitne dönemlerinde ki ağır yükü taşıyacak kişi idi. O gelecekle ilgili haberleri bilen ender sahabelerdendi(X).

(X) -Hamd, bizi dalaletten hidâyete sevk eden ve bu yolu seçenedir. Salât ve selâm kesintisiz, bizlerden kadri ve kıymeti yüce olan Nebî’nin üzerine olsun. Kıyamete yakın gönderilen Hz. MuhaMMed’e (sallallahu aleyhi vesellem ) ikram lâyıktır.O iyilik hazinesi, cömertlik denizidir. Hudâ’nın nurudur. Vasıfta Efendi, sıfatta kâmil, nuru zâtındandır, bakanlarından değildir. O ‘nun nuruyla Levh-i Mahfuz’da satırlar parıldar. Bize bu haber geldi. O her şeye muttali olduğu halde, bilinmeyeni bildiği halde hakkına tecavüz etmez ve etmemiştir. Her şeyin sahibi O’na dostum dedi; O’nu, O’nunla anlattı. Sırları, O’na anlattı. Bir sözü sakladıysa edebindendir. O’nun göğsünde toplanan ilim gelmiş, ve geleceğin ilmidir. Verâ sahibine bu sıfatla kim kıyas edilebilir. Bu bendeki olan O’nun feyiz deryasından avuçladıklarımdır. Kudret ve zengin Mevlamız affına ulaşan? Kulu’na sarılarak bu sözleri söylüyorum.

Peygamberimiz Allah’ın bize olan ni’metlerini müjdeledi, sonra: “Ey merhametlilerin en merhametlisi Ehli Beytimin günahlarını af eyle, tükenmez ilim ve amel ihsan et, ebedî merhamet et!” buyurdu.
Ey benden ince meseleleri soran “ilmi ledünni” bana mirastır. Dilersen geçmiş zamanları sor, dilersen gelecek zamanları sor. Geçmiş ve gelecek benim yanımda âşıkardır. Onların sırlarını ancak ben açığa çıkarırım. Bu söz açık bir delildir.
(Kasîde-i Ercûze; Hazreti Ali kerremâllahü veche)

Müslümanların dinleri tamamlanmış olmasına rağmen, sosyalleşmeleri ve devletleşme temellerinde O’nun sabır ve sonsuz ilmi kaynak olmuştur. Bu ümmete ihsan edilmiş büyük ni’metlerdendir.
Fakat şurası da unutulmamalıdır ki, siyasî hayat içinde olan insanların dinleri ile ilgili halleri yöneticilikleri ile eşleştirilmemelidir. Çünkü siyaset Hak yolunun gereği olmayan işleri insanlara yaptırmıştır. Bu sebeble Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimiz çok sıkıntı çekmiştir. O eşit veya birbirine yakın seviyedeki insanların dengelerini sağlayan kişi olmuştur. Gönüllerin dünya istekleri ve içtihatları ile karıştığı anda, dinin yüceliği ile nefislerin birbirine çakıştığında ancak ilmin kapısı Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimiz tarafından sakinleştirildi. Bu Allah’ın Ümmeti MuhaMMede aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî bir ikramıdır.(XI)

(XI)- Bedîüzzaman Saîd Nursî kaddesallahu sırrahu nin şeytandan sığınır gibi siyasetten sığınması bu şeyden olsa gerektir.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »


Konumuza dönelim;
Kur’ân-ı Kerim’de;

فَتَـبَارَكَ اللهُ احْسَنُ الْخَـالِقِيـنَ “Musavvir ve mukaddir olanların en güzeli olan Allah celle celâlihu pek mübârektir.”
ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
"Summe halaknân nutfete alakaten fe halaknâ’l- alakate mudgaten fe halaknâ’l- mudgate ızâmen fe kesevnâl izâme lahmen summe enşe'nâhu halkan âhar (âhara), fe tebârakallâhu ahsenu’l- hâlikîn (hâlikîne).: Sonra da nutfeden (bir noktadan rahim duvarına bağlı) bir alaka yarattık. Sonra alakadan bir çiğnem et (görünümünde) bir mudga yarattık. Bundan sonra mudgadan kemikleri yarattık. Daha sonra kemiklere et giydirdik (üzerini et ile kapladık). Daha sonra da onu, başka bir yaratışla inşa ettik (şekillendirdik). İşte böyle Allah, Mübarek’tir, En Güzel Yaratıcı’dır.” (Mü’minûn 23/14) buyruldu.

Bu âyetin tecellîsi Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizdir. Allah celle celâlihu'nun zâtı dahi Fahri Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin yaratılışına hayrandır.
Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz sûret ve sırları toplayıcı ve hakîkatine başlangıç olduğu gibi, ilâhî âleme de zât, sıfat ve ef’âlin zürriyetine esâs ve kemâlâtların hepsine mazhâr oldu.
Başkaları yani melekler, peygamberler, evliyâlar ve insanlar hakîkatlerin sırlarına Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ile kavuştular. Hakîkatlerin neticelerini sûretini de Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin cem’âliyetinde gördüler.

Kim gördü cem’âli esrârı
Gelmedi, MuhaMMed Ârâbi
O vücûd-u şerîftir, Hâfi
Küntü Kenzin zürriyetinin sebebi..

İlâhi sırların kitapları üçtür.:

a-) Âfâk Kitabı (Dış âlemlerin )
b-) Enfûs Kitabı (Gayb âlemlerinin ve bâtını müşâhedelerin )
c-) Kur’ân-ı Kerim
Bu üç kitabın aslı da Hakâyık-ı Rahmet Kitabı(XII) dır.

Allah’ın gönderdiği dört ilâhî kitapta bunlara işaret eder. Ârif-i billah olanlar tertip üzere bu kitapları okurlar ve hakîkatlerine kavuşur, bilgi sahibi olurlar.
Sırların çıktığı ve toplandığı yer Kur’ân-ı Kerim iken salavât-ı şerîfeyi yazan Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizi kabul etmesine sebeb nedir? diye sorarsan şu cevabı vermek gerekir.
Kur’ân-ı Kerim zâhiri itibâr ile sözdür. Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ise zâhiri itibar ile fiildir. Söz ise fiil üzerine bağlıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de;نَزَلَ بِـهِ الرُّوحُ اْلأَمِينُ عَلىَ قَلْبِـكَ “Onu Sen’in kalbin üzerine Rûhu’l- Emin indirdi.” buyruldu.

نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ
" Nezele bihi’r- rûhu’l- emîn (emînu).: O’nu, Ruh’ûl Emin (Cebrâil aleyhisselâm) indirdi.” (Şuarâ 26/193)

عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنذِرِينَ
" Alâ kalbike li tekûne mine’l- munzirîn (munzirîne).: Nezirlerden (uyaranlardan) olman için senin kalbine.” (Şuarâ 26/194)

Yani Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz Kur’ân-ı Kerim’in nüzul ettiği yerdir. Eğer bu kalb olmasa idi, Kur’ân-ı Kerim’in sırları bilinmezdi. Bundan dolayı sırların çıktığı yer olmak Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize lâyık oldu. İşte bunun gibi, Kur’ân-ı Kerim’e bakan, Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin yüzüne bakmıştır. Akside böyledir. Yani aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’e bakanda, Kur’ân-ı Kerim’e bakmıştır.
Bu makamda kalb, hüviyet(XIII) ile bir oldu.

Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizden dağılan esrar aslında enfûs, âfak ve hakîkatteki hüviyet-i hak’tır. Gizli ve açık her şeyden hüviyet kazanacak eşyanın da sırrı Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizdir.
Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî kulluğu, rabb’lığı ve mahlûkâtı her şeyi bünyesinde toplamıştır. Vücûd-u İlâhiye’ye şümûlü var iken Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz zâtını kulluk makâmında tutardı. Kulluğuna da hiçbir mahluk erişemedi. Beşerin ihtiyaçlarından korunmuş idi.
Gözü Allah’ın varlığından ayrılmaz iken yinede haddini aşmaz, başka âlemlere iltifât etmez ve kibirlenmezdi. Bu sırra istinaden Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz;
“Rabb’im tarafından doyurulurum” buyurur, günlerce aç durur; “benim gözüm uyur, kalbim uyumaz” buyurur geceleri devamlı ibâdet ederdi.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Birbirine eklenen çift oruç (savm-i misal) tutmayın (Bu ifadeyi iki kere tekrar etmiştir). Kendisine: “Ya Rasûlallah siz tutuyorsunuz ya!” denilince (Bu hususta ben sizin gibi değilim). Geceyi geçirirken Rabbim beni doyurur ve susuzluğumu giderir. Binaenaleyh, amellerinizden gücünüzün yettiği kadarının altına girip yüklenin.” buyurmuştur.
(Ebû Hüreyre’den; Buhârî, Savm, 49)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Gözlerim uyur, fakat kalbim uyumaz.” buyurmuştur.
(Buharî, Menakıp, 24; Müslim, Babu salati’l-leyl)

Bu normal insanlara uygun bir şey değildir.

وَانْـفَـلَـقَـتِ اْلاَنـــْـوَارُ ﴿﴾
“Nurların kendisinden infilak ettiği Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât et.”

O, beyaz incidir. Fakat kırmızı yakutlar ve elmaslar O’ndan çıkar.
Nur olarak bilinen eşyaların nurları aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz den zuhûr etti. Güneş, ay, yıldızlar ve diğer nur saçan mahlûkât (ruhun nuru, kuvvetin nuru, aklın nuru, imânın nuru, Kur’ân-ı Kerim’in nuru, tecellî nurları) nurlarını ondan aldılar.
Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz, “Allah celle celâlihu en önce benim nûrumu yarattı” buyurdu.

Resim---Câbir B. Abdillâh (radiyallâhu anhu)’dan: “Yâ Resûlullah! Anam, babam Sana fedâ olsun, ALLAH’ın en evvel yaratığı şeyi bana söyler misin?”dedim. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Yâ Câbir! Eşyâdan önce kendi nurundan (Nurullah) senin peygamberiyin nurunu yarattı ve şöyle buyurdu: “O nur ALLAH’ın kudretiyle dilediği yerlerde devredip gezerdi. O zaman ne levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne gök, ne güneş, ne ay, ne cin, ne ins var idi.” Ondan sonra buyurdu ki: “ALLAH Teâlâ mahlûkatı yaratmak istediği zamanda o nûru taksim edip 4 parça yaptı: İlk parçadan kalemi yarattı. İkinci parçadan levhi yarattı. Üçüncü parçadan Arş’ı yarattı. Dördüncü parçayı taksim edip 4 parça yaptı: İlkinden gökleri yarattı. İkincisinden yeri yarattı. Üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı. Dördüncü parçayı yine taksim edip 4 parçaya ayırdı. Birincisinden mü’minlerin gözlerinin nûrunu yarattı. İkincisinden kalblerinin nûrunu yarattı ki o, ALLAH’ı bilmedir. Üçüncüsünden dillerinin nûrunu yarattı ki o da Kelime-i Tevhiddir.......” buyurmuştur.
(İmâm Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175;İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404)
[/b]

Kur’ân-ı Kerim’de; قد جـائكم من الله نـور “Şüphe yok ki, size Allah celle celâlihu tarafından bir nur gelmiştir.”

يَا أَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَاءكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ كَثِيرًا مِّمَّا كُنتُمْ تُخْفُونَ مِنَ الْكِتَابِ وَيَعْفُو عَن كَثِيرٍ قَدْ جَاءكُم مِّنَ اللّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُّبِينٌ
" Yâ ehle’l- kitâbi kad câekum resûlunâ yubeyyinu lekum kesîran mimmâ kuntum tuhfûne mine’l- kitâbi ve ya’fû an kesîr (kesîrin) kad câekum minallâhi nûrun ve kitâbun mubîn (mubînun).: Ey kitap ehli! (Kitap sahipleri), Kitap’tan çoğunu gizlemiş olduğunuz ve çoğundan vazgeçtiğiniz şeyleri, size beyan eden bir Resûl’ümüz gelmiştir. Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Mâide 5/15 )

Allah celle celâlihu kendine “Nûr” ismini verdiği gibi(XIV), Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz en önce yaratılan nur olmak nedeni ile “ Nûr ” u lâyık gördü.

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim---“ALLÂHU NÛRUS SEMÂVÂTİ VEL ARD(ardı), meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâh(mısbâhun), el mısbâhu fî zucâceh(zucâcetin), ez zucâcetu ke ennehâ kevkebun durrîyyun, yûkadu min şeceratin mubâraketin zeytûnetin lâ şarkîyetin ve lâ garbiyyetin, yekâdu zeytuhâ yudîu ve lev lem temseshu nâr(nârun), nûrun alâ nûr(nûrin), yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu, ve yadribullâhul emsâle lin nâs(nâsi), vallâhu bi kullî şey’in alîm: Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yâni zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.”
(Nûr 24/35)

Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Allah’ın nuru olduğu gibi, hem önceliği ve özellikleri tamdır. Bu nedenle “yaratılmışların en faziletlisi” oldu. Çünkü nurların aslı ve tümü Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’dir. Bu nur bütün nurlardan daha güzeldir. Yusuf aleyhi’s-selâm’ın güzelliği, Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin cem’âlinden doğmuştur. Arş bünyesinde taşıdığı cisimler ve nurlar ile Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’den yaratılmış ve O’nunla bekâ bulmuştur.
Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz diğer şeyler gibi yaratılışın mertebelerinden inerken nurunu kaybetmedi. Arş ise sahib olduğu nurları Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizden emânet alarak durur. Yoksa hariçten nûrâniyeti yoktur.
Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize Kur’ân-ı Kerim’de وسراجـا منـيرا (Ahzâb 46) “Nurlar saçan kandil” buyruldu.

وَدَاعِيًا إِلَى اللَّهِ بِإِذْنِهِ وَسِرَاجًا مُّنِيرًا
"Ve dâîyen ilâllâhi bi iznihî ve sirâcen munîrâ (munîran).: Ve O’nun (Allah’ın) izni ile Allah’a davet eden ve nurlandırıcı sirac (kandil) olarak (gönderdik).” (Ahzâb 33/46)

Bu nur eşyanın aslında olan hakîkât nurlarının bilinmesine sebeb olur. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in nuru aydınlattığı halde diğer kandiller gibi eksilme göstermez ve şûlesi de kesilmez.
Ümmetin âlimlerine ve beşeriyet âlemine verilen şeriât ilimleri, tarikât kazançları, mârifet nurları ve hakîkât sırları bu kandilden dağıtılır. Her taraftan aydınlatma özelliği de vardır. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz وجـعلنى نـورا “Allah celle celâlihu beni nûr kıldı” buyurdular. Bu nurdan dolayı “namazda arka tarafımı görürüm” diye buyurarak, altı yönü gördüğünü ümmetine haber verdiler.
Çünkü birdir yanında bütün cihetler
Her yandan görürüsün kainâtı
Sen-i gören görür cihanın her yerinde
İstersen sırrı, çünkü O nurdan yaratıldı..

Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin hakîkâtinde iki nur, yani Nübüvvet ve Velâyet Nurları vardır.
Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî bu âlemden ayrıldıktan sonra zâhire (dünya) bağlı olan Nübüvvet Nurlarını İslâm’ın özünde, Velâyeti Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimizde bıraktı. Nübüvveti, velâyeti, şeriatı ve nuru Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin bakî olduğu için başka bir peygamber gelmeyecektir. Çünkü Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz (bizlerin anlayışına sığmayacak şekilde) ölmemiştir.
Velâyet nurları, bâtınî nübüvvettir. Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimiz ve ehl-i beyt aleyhumusselâm ile bugüne kadar devam etmiştir. Bu nübüvvet Peygamber aleyhissalatü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin şer-i nübüvveti gibi kıyamete kadar devam edecektir. Evliyâlar bu velâyetin sırrı ile tasarruf eder. Veliliğin sırları aynı eşya gibi insanlara miras kalmıştır. Bu fazilet çalışma ile kazanılandan çok büyüktür. Hz. Ömer Faruk (radiyallahu anhu) bu sırra binâen Hazreti Ali kerremâllahü veche Efendimizin kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmiştir. Bu şekilde Fahri Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize akraba olup bu sırdan ve velâyetten ayrı kalmak istememiştir.
Hz. Kutbul Aktab kaddesallahu sırrahu bu nûrla tasarruf eder. Diğer evliyâlarsa kutbun nurundan istifâde eder. Çünkü Hz. Kutbul Aktab kaddesallahu sırrahu feyiz kaynağıdır.
Sorulur ki hadisi şerîfte ; علمآء هذه الأمة كأنـبيآء بـنى إسـرآئــل
“Ümmetimin âlimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir” gelmektedir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Ümmetimin âlimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir” buyurdu.
(Fahreddin Razî, Tefsir, VIII/302; Neysaburî, Tefsir: I/264; Keşfu’l- Hafa: II/64)

Bu manevîyât menzillerindeki silsileden dolayıdır. Yani geçmiş ümmetlerin evliyâsı peygamberinden, peygamberleri de Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizden manevî feyizleri almaktadır. Fakat Ümmet-i MuhaMMedîn aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî evliyâsı ise feyzi bizzât aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’in nûrundan direkt aldıklarından, İsrail oğullarının peygamberleri gibi olmuşlardır.
Evliyâ, geçmiş ümmetlerin üzerine bu sebeble fazilet ve rüçhan bulurlar. Evliyâlar batinî yönden kutuptan, Kutub da peygamberlik memba’ından feyz ve nisbet alır. Evliyânın kutubtan feyz ve nisbet alması da peygamberlik membaından alma gibidir. Çünkü kutub peygamberlikte fenâ bulmuştur.
Velâyet makamlarında çok yüksek mertebelere ulaşmalarından bazılarına Hâtemü’l- Evliyâ(XV) denilmiştir.

nOtLar:

(XII) -Rahmet-i ilâhînin gizli mahiyetleri ve sırlarını taşıyan kitabdır.
(XIII) u’luhiyyetin hakîkati, zâtın mertebelerini temsil eden makamdır.
(XIV) ”Allah celle celâlihu yerin ve göklerin- nûrudur.” ( Nur 35)
(XV)-Meselâ, Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri, Celvetiye tarikinde İsmail Hakkı Bursevî (kaddesallahu sırrahu) gibi..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

Hakîkâtte ise Hâtemü’l- Enbiyâ ve Evliyâ Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizdir. Nübüvvet ve velâyet O’nda zuhûr ettiği gibi kimsede zuhûr etmediğinden durumu âyin dolunay olması gibidir. Diğerlerinde olanlar ise, O’nda olanların tafsilatları gibidir.
Velînin kerâmeti, peygamberin mucizesidir. Farkı ise velî zuhûrat yeridir. Hüküm zuhûratadır, velîye değildir. Velî peygamber gibi dâva sahibi olmaz. Dâva sahibi olursa (velî olanı kendinden bilirse) kabul görmez ve kötülenir. Lâzım olan zuhûr eden kemâlâta hamd ve senâ etmelidir. Bizler için iftihar olacak şey, sultanın hâneye teşrif etmesidir. Bundan anlaşılan peygamberlik nûru asıl olan nur, evliyânın nûru ise asıl nûrun parçalarıdır. Meselâ Güneşin ışıkları asıl, Ay’ın ışıkları ise yansımalardan ibârettir. Yansımalar ise hiçbir zaman asıl gibi olamaz. Belki benzerlik veya özellik bulundurur. Bu sırrın işaretleri de Hakîkât-ı MuhaMMedîyeden gelir. Eğer ismin okundu ise, ismin aslını yücelerden iste. Çünkü sûret aslın yansımasıdır. Bu anlattığımız âlemde gece ve gündüz, sabah ve akşam yoktur.
Bu sırra işaret Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İbrahîm aleyhi’s-selâm hakkında hikaye yolu ile gelir.

فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لا أُحِبُّ الآفِلِينَ
"Fe lemmâ cenne aleyhi’l- leylu raâ kevkebâ (kevkeben), kâle hâzâ rabbî, fe lemmâ efele kâle lâ uhıbbu’l- âfilîn (âfilîne).: Gece onun üzerini örtünce, (gece olunca) bir yıldız gördü. “Bu benim Rabbim.” dedi. Fakat kaybolunca, “Kaybolup gidenleri sevmem.” dedi.” (En’âm 6/76)

İnsandaki nurlar yıldızların, kalbteki nurlar âyin, ruh ve levhdeki nurlar ise güneşin sırlarını taşır. Fakat bunların yani yıldız, ay ve güneşteki durumlar gibi tecellîyatları sûrekli görülmez. Tecellîyatın fazlaca olduğu ruhbanlık ve mânevi sarhoşluğun keşif ve idrak ettiği şeylere de itibâr yoktur. Çünkü geçici şeylerden hasıl olmuştur. İtibar edilen ise mutlak oluş üzere olan tecellîlerdir. Zirâ bu oluşta zât, sıfat ve fiiller fenâ bulup, Hakk’ın zât, sıfat ve fiillerinin nurları zuhûr eder. Bu fenâda ebedî fenâ vardır. Hadisi şerifte:
تـنام عـيناى و لا يـنـام قلـبـي “Gözlerim uyusa da, kalbim uyumaz” gelmiştir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Gözlerim uyur, fakat kalbim uyumaz.” buyurmuştur.
(Buharî, Menakıp, 24; Müslim, Babu salati’l-leyl)

Dışta olan nûrun kaybolması, içteki nûrun gitmesine sebeb olmaz. Kaybolan bâtın (sanal) nur ise tecellî zâttan (Allah’a kavuşma) başka makamlarda olur. Onun için insan-ı kâmiller tecellî zâtta kavuşmadan rahat edemezler. Bu makama ulaşana kadar bir yerde durmak istemezler.

İstersen, tecellî etsin nurlar
Senden fenâ bul, gör ne var..
Bu fenaya erişmek için bir an
Dâima Hazret-i Hakk-a yol var.

وَ فِيـهِ ارْتَــقَتِ الْحَقائِـقُ
“Hakîkâtlerin kendisine yükseldiği (gerçeğini bulduğu) Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât et!.”
Eşyadaki bütün hakîkâtler, ulvî, süflî (dünyevi) özellikler, incelikler ve keyfiyetlerin hepsi Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in zâtında toplanmıştır. Hakîkâtler Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in bâtınında toplandığı gibi, kalb-i şerîfleri hakîkâtler madeni, aslı ve çıkış yeri olmuştur. İlimler ve nurlar Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’den âlemlere dağılır. Bu özellik Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize ait husustur. Başka hiçbir mahlukat buna kadir olamaz. Diğer nebîler, peygamberler, sıddıklar, ârifler ve evliyâlar hep Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in kalbinden ayrılmışlardır.

Onun için Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize denildi ki; Her şey O’nda toplandı, O’nun kalb-i şerîfleri, arş-ın aslî hakîkâtlerini, kürsînin sırlarını, tevhîdin ilimlerini, melekûtiyyet nurlarını, kalbî, bâtınî ulvî ve süflî (dünyevî) sırları her şeyi eksizce toplayandır. Kısaca her şey O’dur.

Bilindiği üzere hakîkâtler iki kısımdır.:
a-) Kevnî (varlıkla ilgili, yaratılışla ilgili) hakîkâtler; ruhlar ve cesedler ilgili inceliklerdir.
b-) İlâhî hakîkâtler; zât, sıfat, ef’âl (fiiller) ve isimlerin incelikleridir.

Bu hakîkâtlere ulaşamayan velâyet mertebesine ayak basamaz. Çünkü ilâhî yolun usûlü bunun üzerinedir. Bu yola giren, öncelikle seyrân eden âlemlerin seyirlerinin hakîkâtlerini anlayıp inkişaf etmesinden sonra velîlik mertebesi gerçeklerine kavuşur. Bugün peygamberlik kesilmemiş olsaydı, peygamberlik mertebesine de ayak basardı. Fakat Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizden sonra peygamberlik kesilmiştir.
Velâyet ile peygamberliğin arasında bir perde vardır. Hakîkâtler Allah celle celâlihu’tan peygambere olunca vahiy, velîye olunca ilhâm olarak kabul edilir.
Hakîkâtlerin gösterildiğine işâret olarak Kur’ân-ı Kerim’de; وكذالك نـرى ابـرآهـيم مـلكوت السمـوات والأرض “İbrahîm’e şöylece göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki” gelmektedir..

وَكَذَلِكَ نُرِي إِبْرَاهِيمَ مَلَكُوتَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنِينَ
"Ve kezâlike nurî ibrâhîme melekûte’s- semâvâti ve’l- ardı ve li yekûne mine’l- mûkınîn (mûkınîne).: Ve böylece Biz, İbrâhîm’e onun mûkınîn (yakîn hasıl edenlerden) olması için yerin ve göklerin (semaların) melekûtunu gösteriyoruz (gösteriyorduk).” (En’âm 6/75)

Melekûttan murat bâtınî (ilâhî ve gizli) hakîkâtlerdir. Yani iç ve dış âlemlerde melekûtu, süflî ve ulvî işleri, bâtınî (sanal) şekilleri, devreden âlemleri, tekrarlanan tavırları ve doğuşları Sana gösterdiğimiz gibi, Sen’den önce teveccühlerimizi kazanan atan İbrahîm aleyhi’s-selâm’e de gösterdik. Çünkü O’nun görüşü Sen’in görüşüne, anlayışı anlayışına benzediğindendir. Hadisi şerîfte;
انكـم ستـرون ربـكم كــما تـرون الـقـمر لـيـلة الــبدر “Ayın on dördünde ayı gördüğünüz gibi Rabb’inizi de öyle göreceksiniz” gelmiştir.

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Muhakkak siz, dolunay gecesinde ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz." buyurmuştur.
(Buhârî, Mevâkît 16, Ezân 129, Tevhid 24; Ebû Dâvud, Sünnet 19; Tirmizî, Cennet 16; İbn Hanbel, 3/16)

Görmek ile müşâhede (sırları anlayarak görmek, anlamak) arasında ayrılık vardır.(XVI)

nOtLar.:
(XVI)- Görmek ile bakmanın farkı, insanları sınıflara ayırtmıştır. Bir çok insan bakarken ibret alır. Bazıları ise aynı şey ve olay karşısında gülüp geçer. Şairlerin bir gülün rengine binlerce sayfalık övgüler dizmesinin gerçeği budur.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

Çünkü aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz mükemmel olarak yaratılmıştır. Peygamberler arasında mertebe ve faziletçe farklılık olduğu gibi evliyâlar arasında da aynı farklılıklar vardır.
Hülâsa Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin zâtı bir nüsha-i ilâhîdir ki, oluşan harfleri, kelimelerin asıllarını, ruhanî ve misalî hakîkât âyetlerini ve oluşan sûretlerin hepsini topladığı gibi ilâhî zât'ın isimlerinin harflerini, sıfatî isimlerinin kelimelerini, ef’âli (fiiller) isimlerin âyetlerini ve meydâna gelmiş eserlerinin sûretlerini de ihtiva eder yani içine alır.
Sayılan Hakîkâtlerin kitapları vardır.
Kevni hakîkâtlerin kitabı; hayâli vücûdların sırlarından yani bizim var olduğunu zannettiğimiz varlıklardan bahseder, (dünya âlemindeki bütün varlıklar)
İlâhî hakîkâtlerin kitabı ise hakîki vücûdların hakîkâtlerinin sırlarından bahseder.(ayan-i sabite; varlıkların özleri, ilâhî ilim)
Bu kitapları okuyarak kavuşacağın Hüviyet (XVII) mertebesinde ise; faziletli ilimler, şerefli hakîkâtler, gizli ve açık şirkten kurtulmak, tevhidin aslını bulmak, eşyanın hakîkâtine kavuşmak ve bunda da usanmadan temizleneceğin bir saray bulursun.

Bu saray için Kur’ân-ı Kerim’de,

لَّا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ
"Lâ yemessuhû illâ’l- mutahherûn (mutahherûne).: O’na, tahir olanlardan (maddî ve manevî arınanlardan) başkası dokunamaz.” (Vâkıa 56/79) buyrulmaktadır.

Hakîkâtlerin şeriatları ve ümmetinin ihtilafları bu hikmete göre değişme göstermez.

إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن بَعْدِ مَا جَاءهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَمَن يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللّهِ فَإِنَّ اللّهِ سَرِيعُ الْحِسَابِ
"İnned dîne indâllâhi’l- islâm (islâmu), ve mâhtelefellezîne ûtû’l- kitâbe illâ min ba’di mâ câehumul ilmu bagyen beynehum, ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîu’l- hısâb (hısâbı).: Muhakkak ki Allah'ın indinde dîn, İslâm'dır (teslim dînidir). Kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki hased sebebiyle ihtilâfa düştüler. Ve kim Allah'ın âyetlerini örterse (inkâr ederse), o taktirde, muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir.” (Âl-i İmrân 3/19)

Buyrulduğu üzere hakîkât dindir.
Hz. Âdem aleyhi’s-selâm dan kıyamete kadar dinin usullerinde birlik olduğu gibi, dinin hakîkâtlerinde de birlik vardır. Onun için hakîkâtlerde değişme ve kalkma olmaz. Çünkü zâtı ile var olan nesne, başka bir şeyle kaybolma ve değişiklik kabul etmez. İnsan ile bu hakîkâtler arasında olan münasebet, bütün ile parça arasındaki münasebet gibidir. İnsan ile âzası arasındaki münasebet gibi. Fakat bütün ile parçaları arasında olan münasebet, insan ile ifrazâtındaki münasebet gibi de değildir. Muhakkak ki insanda cüz’ler toplandığı gibi hakîkâtler de toplanmıştır. Hakîkâtler insanın zâtından ayrı değildir. Fakat inkar ile bir şeyde bu âlemi toplamak Allah celle celâlihu’tan da değildir. (Her şeyi yaratan ise Allah celle celâlihu’tır. Kötü olan şeylerin isnadı Allah celle celâlihu olmaz)

Kim ki ola zâtında hakâik, olur akranı içinde merdi faik
Oluptur naka-i müşkil âhu, göre âlemde merğûb-u halâyık (XVIII)

وَ تَـنَزَّلَتْ عُلُومُ ﺁدَمَ فَـاَعْجَزَ الْخَلآ ئــِقَ

“Âdem aleyhi’s-selâm’ın ilimlerinin kendisine inip de onun karşısında mahlûkâtın âciz kaldığı Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât et.”
Salavât-ı şerîfedeki Âdem’den murat insandır. O’nun kalbinde insanla ilgili büyük ilimler vardır. İnsan dahi bundan âciz kalır demektir. Bütün mahlukat O’nu idrakten mahrumdur.
Âdem aleyhi’s-selâm’a öğretilen isimlerden murad, aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’de olan ilimden kudreti miktarınca aldıklarıdır. Âdem aleyhi’s-selâm deki ilimden dahi melekler âciz kaldı.
Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ile Âdem aleyhi’s-selâm karşılaşınca: “Beşerî yaratılış yönünden evlâdım, hakîkât yönünden babam olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât ve selâm olsun” demiştir.
Onun için Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize ابـا الأرواح “Ruhların Babası” denilmektedir. Âlimlerin ilmi, hâkimlerin hikmeti, âriflerin mârifeti ve eşyanın bilgisi hep aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’den aldığı nisbet iledir. Bütün mahlukatın ilmi toplansa Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin deryasında bir damla dahi etmez.
تَـنَزَّلَتْ Kelimesi ile kalbine inen ilimlerin inceliklerine sahib olduğuna delâlet eder. İnsan ilimlerin inceliklerine sırlarına sahib olmadıkça ilminin hakîkâtine erişemez. Kalbide sahib olduğu ilimden menfaat ve mutmain olamaz. Yani insan cinsine gereken ilimlerin hakîkâtlerini kalbine indirmesidir. Nitekim hadisi şerîfte,
تعلمـت العـلوم الأولـين و الآخـرين“Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri bana öğretildi.” Başka bir rivâyette;
فاورثنى عـلم الأولـين و الآخـرين“Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri bana mirastır.”

Yani aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini ve daha fazlasını tâlim eylemiştir. Bu sebebten dolayı Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ilimde cümle peygamberler ve evliyâdan üstün olmuştur. O’nun hakkında, وكـان فضـل الله عليـك عظيما “Allah’ın lütfu senin üzerine pek büyük olmuştur.”

وَلَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّت طَّآئِفَةٌ مُّنْهُمْ أَن يُضِلُّوكَ وَمَا يُضِلُّونَ إِلاُّ أَنفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِن شَيْءٍ وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا
"Ve lev lâ fadlullâhi aleyke ve rahmetuhu le hemmet tâifetun minhum en yudıllûke. Ve mâ yudıllûne illâ enfusehum ve mâ yadurrûneke min şey’ (şey’in). Ve enzelallâhu aleyke’l- kitâbe vel hikmete ve allemeke mâ lem tekun ta’lem (ta’lemu). Ve kâne fadlullâhi aleyke azîmâ (azîmen).: Ve eğer Allah'ın fazlı ve rahmeti senin üzerine olmasaydı, onlardan bir grup mutlaka seni saptırmaya kastedecekti. Ve onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar. Ve sana hiçbir şeyle zarar veremezler. Ve Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediğin şeyleri öğretti. Ve Allah'ın senin üzerindeki fazlı çok büyüktür.” (Nisâ 4/113) buyruldu.

Çünkü ilim ile insan, melekûttan faziletli olmuştur.
Âdem kelimesinden murat Âdem aleyhi’s-selâm olursa, mânâsı Âdem aleyhi’s-selâm ilimleri aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’in şanından indirilmiştir. Çünkü Âdem aleyhi’s-selâm sonraki geleceklerden önce gelmiştir. Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz netice ve gayedir. Onun için her şey ilmini İsti’dadı miktarınca aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’den almıştır. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz mükemmellik üzere yaratılmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de;

وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
"Ve alleme âdeme’l- esmâe kullehâ summe aradahum ale’l- melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn (sadikîne).: Ve (Allah), Âdem’e, (Allah’ın) isimlerinin hepsini (bu isimlerdeki hikmetleri) öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek dedi ki: “Haydi sadıklardan iseniz bunları isimleri ile bana haber verin (söyleyin).” (Bakara 2/31)

Buradaki Âdem’den murat zâhirde Beşerin atası olan Âdem aleyhi’s-selâm’ın sûretidir. Hakîkâtte ise Âdem-i Hakîki’dir ki, akl-ı evvel(XIX) olarak isimlendirilen Rûh-u MuhaMMedîyedir.

Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Âdem aleyhi’s-selâm çamurdan yaratılmadan, hakîkâtinden önce bütün isimlerin hakîkâtlerine kavuşmuş idi. Her eşyayı ismi ile bilirdi. Âyetteki isimlerden murat belki, isimleri ve konulduğu şeylerin hakîkâtlerini toplamış olmasıdır.
Sofiyye, bu konuda isimleri bildirmesi ve konulduğu şeylerin hakîkâtlerine ulaşmasıdır demiştirler. Nitekim hadisi şerîfte; رب ارنـا الأشيـاء كـما هـى “ Rabb’im eşyayı aslı ile göster”

Meselâ bir kimse koyunu bildikten sonra renginin siyah veya beyaz olacağını bilir. Kulağı ile sesini, burnu ile kokusunu, taam ile tadını, eli ile yumuşaklığını ve hususiyetlerini idrâk eder. Bundan yaratılışını, özelliklerini, iyilik ve kötülüklerini bilgisine katar. Böylece koyundan başkalarının hakîkâtini ayırır. Bir koyunda böyle olunca, diğer eşyayı buna göre kıyas etmelidir.
Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî böylece bütün peygamberlerin hakîkâtini icmâlen ve tafsîlen toplamış olması hakîkâti zuhûr eder.
Zâhirî ilim sahibleri derler ki, kast edilen hakîkât ilmidir. Çünkü her eşyaya ilim (adlar) tahakkuk etmemiştir. Bu kolay bir Cevâbtır. Çünkü bir eşyanın fertlerinden birinin adını bilmek yeterlidir, husûsiyet gerekli değildir.
Kâmil evliyâlar ise bu ilmi keşif ile bilirler. Nice aklı ermeyenleri, bu gizli ilimlerden haberdâr etmişlerdir. Bir eşyanın hakîkâtine âlem (isim) verilmez ise yaratılışı abes olur. İlâhi hikmetlerden ise abes nesne sâdır olmaz. Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de sûrelerin evvellerinde gelen hurûfu mukattaların hikmetleri ( الم المر الر المص طس طه طسم كهيعـص حم عـسق حم يس ص ق ن) ehl-i keşf tarafından bilinmiştir. Onlar, bunların indirilmesinden murat yalnız iman içindir, demek hatadır. Fakat hakîkâtleri ifşaya izinli olmadıklarından, gerekli olduklarını beyân ile iktifâ ederler.

Zirâ Sultânu’l Müfessirîn ve Tercümanü’l- Kur’ân’da
ابهـموا ما ابهم الله و فصلوا ما فصل الله “Allah’ın sakladığını saklayın ve açıkladığını açıklayın” buyruldu. Bu gizli olan şeylerin olmadığını göstermez. Belki gizli olan şeylerin açıklanmaması sırlara ihânet edeceklerden muhafaza içindir. ان للــقرآن ظـهيـرا و بـاتــنا “Kur’ân-ı Kerim’in zâhiri (dışı)ve bâtını (içi) vardır.” Kur’ân-ı Kerim’in zâhirisini ulemâ, bâtınını hakîkât ehli diye tefsir etmişlerdir. Fakat bunlarda gerekli olan yapılan tefsirin kitap ve Rasûlullâh aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin sünnetine uymasıdır. Zîra denilmiştir ki “hakîkât; sünnet ve kitaptır.” Eğer ikisinin (sünnet ve kitap) şahâdeti olmazsa aşırılık ve zındıklıktan başka bir şey zuhûr etmez.
Kur’ân-ı Kerim’de و لا رطــب و لا يـابس الا فــي كــتـاب مــبيـن “Bir yaş ve bir kuru da yoktur ki, illâ apaçık bir kitaptadır.”

وَعِندَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِن وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
"Ve indehu mefâtihu’l- gaybi lâ ya’lemuhâ illâ huve, ve ya’lemu mâ fî’l- berri ve’l- bahr (bahri), ve mâ teskutu min varakatin illâ ya’lemuhâ ve lâ habbetin fî zulumâti’l- ardı ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn (mubînin).: Ve gaybın anahtarları, O'nun yanındadır. Onu O’ndan başkası bilmez. Ve denizde ve karada ne varsa bilir. O bilmeksizin, bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içinde hiçbir yaş ve kuru bir dane yoktur ki, “Kitab-ı Mübîn”de bulunmasın.” (En’âm 6/59)

Batîni taifesinin ret edilmesi, Kur’ân-ı Kerim’in zâhirini kabul etmedikleri gibi, bâtınını nefislerine göre yorumlamalarıdır.
Sorulursa ki, niçin peygamberler bâtından söz etmediler? Cevâb olarak deriz ki; peygamberler avâm ve havâsın (câhil, âlim her sınıf insan gruplarına) hepsine birden gönderilmiştir. Hitapları umûma birdendir. Bâtına da îma (işaret) yolunu kullanmışlardır.
Zîra söylenilmiştir ki;
لا يباع الابل فـي الـسوق الـدبـاج “İpek satılan çarşıda deve satılmaz.” Hicretten 600. hicrî seneye kadar ümmetin havas tabakası hakîkâtleri rumuz ( îma, kinâye, kapalı sözler) ile dile getirdiler. Çünkü açıklamaya izinli değildiler. Daha sonra gelenler izin alarak kitapları açıklama yolu ile yazmaya başladılar. (Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri gibi) Yinede anlayışlarda zorluklar vardır. Zîra bâtın işi zevk işidir. Tatmayan bilemez. Meselâ kimya ilmi ne kadar açıklanırsa açıklansın yine hayretlerle ve anlaşılmazlarla kalmaktadır.
خـذ مــا صـفا دع مــا كــدر “Sana huzur vereni al, üzüntü vereni bırak.” Hadîs-i şerîfte;
دع مــا يـريـبك الـي مــا لا يـريـبك “Seni şüpheye düşüreni bırak, yakîne yönel (kalbinin şüphe etmeden kabul ettiğine yönel)” emredildi.(XX)

nOtLar:

(XVII)- U’luhiyyetin hakîkati, zâtın mertebelerini temsil eden makamdır
(XVIII)-Kim ki hakîkâtleri zâtında bulursa, akranı içinde üstün insan olur.
(XIX)-Allah celle celâlihu’ın âlemleri yaratırken, Allah celle celâlihu’ın nuruyla zâhir olan ilk ayn (hakîkât) dir.

(XX)- Fahri Âlem MuhaMMed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi) Efendimiz bir adama buyurdu ki:
“Sana şüphe vereni bırak şüphe vermeyeni yap!”
Adam: Ben bunu nasıl bileceğim? dedi:
“Bir iş yapacağın zaman elini göğsünün üzerine koy; kalb muhakkak haram için çarpar, helâl için sükunet bulur, takvâlı müslüman büyük günahın korkusundan küçüğünü terk eder.”
Şüpheli bir kazancı terk edişin senin sınırsız sadaka vermenden daha güzeldir. Böylece kazancın temizlenmesi amelin temizlenmesine, amelin temizlenmesi kalbin düzelmesine sebeb olur. Kalb düzelince niyetler Allah celle celâlihu’ın isteklerine uygun olur. Yani seni ihlas sahibi yapar. İhlas ise cennetin kapısıdır.
Adamın biri, Rasûlullâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi)’ınhuzuruna gelerek:
-Ya Rasûlallah! Soracak sorum var size.
-Sorunu sormadan cevabını almak istemez misin?
-Buyurun ya Rasûlallah!
-Sen, iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sormak istemiyor muydun?
-Evet yâ Rasûlallah, aynısını soracaktım size.
Peygamber aleyhisselâtü vesselâm ve alâ âlihi Efendimiz, üç parmağını birleştirip, adamın göğsüne hafifçe vurarak:
-Bunu sen, kendi kalbine sorsana. İnsanoğlundaki bu kalb, yaratılışı gereği iyiliklerle âşinâdır; Onlarla huzur bulur, mutmain olur. Kötü işlerle bozulup çeşitli rahatsızlıklara mâruz kalır. Bu konuda gerçek fetvâyı kalbine danış, ondan al.”
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

Çünkü akla sığmayan şeyler panzehiri olmayan öldürücü zehirlerdir. Onun için büyüklerden işitilen rumuzlu ve kapalı kelâmlarını inkârda acele etmeyip tabi olmak gereklidir. Hiç olmazsa âlimler bilir diye ehline havâle edilmelidir.
İhyâ-i Ulûm kitabında bazı âriflerden nakil edilmiştir ki: “Bir kimsenin vehb-î ilimden nasîbi olmaz ise imansız ölmesinden korkulur.”
Bu kötü halden Allah’a sığınırız. Bu sebeble hiç olmazsa bu ilm-i tasdik etmeli ve ehline teslim etmelidir. Bu ilim ehlini bilmekte ve bulmakta çok zordur. İnsanların çoğu ise kerâmet ehlini ararlar. Kerâmeti kevniye (varlıklar ilgili gösterilen kerametler yani uçmak, altın yapmak vb.) ise velîlikte şart değildir. Şart olan ilmi kerâmetlerdir. Hakîkâtler burada bulunur. Fakat niceleri hakîkâtlerden bahsederler ama isabet etmeleri ise mümkün olmamıştır. Hakîkât de aranan doğru yol, sâlim akla uygun olmasıdır. Konu edilen hakîkâtin özelliği de doğru ve sahih olmalıdır. Fakat her ilâhî ilim zâhirde doğru yol üzere görünmediği gibi, bu yolun sapıtanları da çok fazladır. Dört mezhebin birinden olup ehl-i sünnet vel-cem’eât üzere olanların nâci fırkasından(XXI) oldukları kesindir.

Bulamayınca sâlik kahırdan necât
Lütûf yüzünden bula bî-deracât(XXII)

Ulûm-u Âdem-e nisbet eyledi
Zîra insan mazhar-ı tâmdır.(XXIII)

Et Tâmmu:
Resim

Hadis-i şerîfte; ان الله خــلق آدم فــتجـلـى فـيـه “Allah celle celâlihu insanı yarattı ve onda tecellî etti” gelmiştir. Yani, Allah celle celâlihu insanda celâl ve cem’âl isimlerinin hepsi ile kendisini gösterdi demektir. Meleklerde yaratılış basit ve cem’âl iledir. Hâkk ise zâtını celâle mazhar kılmıştır.(XXIV)

Hadîs-i şerîfte bu sırra işaret şöyle gelir.
اللهـم اغــنـنى بـالإفتـقار الـيـك “Allah’ım Sana (iftikâr ile) muhtaç olmak ile beni zenginleştir.” (başka bir rivâyette devamında; “Fakat Sen’den müsteğnî (zenginleşmek) olmak sûretiyle beni fakirleştirme” gelmiştir)(XXV)

Burada bahsedilen iftikârdan (muhtaç olmak) murat bütün ilâhî isimlere sahib olmakla, Hakk’a yönelmeği istemektir. Çünkü isimlere sahib olan eşyaya sahib olur. Zenginlik ile eşyada tasarruf gerçekleşir. Bu makama tam mânâsı ile Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz müyesser olmuştur. Bu sebeble Hakîkât-ı MuhaMMedîye ve İsm-i Âzâm birdir. Bütün isimler İsm-i Âzâm’ın çerçevesi içinde saklıdır. Onun için Ulvî ve süflî (dünya) âlemde de aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’e muhtaç olmayan bir nesne yoktur.
Meleklerde derece yükselmesi yoktur. Yaratılışları gereği yüksek derecelerde olduğundan ilimleri de yüksektir. (olabilecekleri en yüksek makamda yaratılmışlardır) Nadir olarak, terakkîleri Âdem (aleyhisselâm) isimleri ile olmuştur. (bu ise Allah’ın onları uyarmak için olmasıdır)
İnsanda ise terakkîler sonsuzdur. Çünkü yaratılışı gibi tedrîcen (derece derece) çeşitli şekillerden geçerek olmasıdır. Kur’ân-ı Kerimde çok yerde bu konu açıkça anlatılır.(XXVI)

İlimde dahi böyledir. Her şeyi birdenbire öğrenemez. Onun için demişlerdir ki, Seyr-i Fillah’ta (Allah’a yapılacak yolculukta) son yoktur. Yani dünya ve âhirette insanın seyrinde sonsuzluk vardır. İnsanın özelliği devamlı artma üzeredir. Tecellîyâtın çeşitli olması da ilminin çokluğuna işarettir. Lâkin makamlarda nihâyet vardır. Meselâ bir padişahın gücü ve mâlik olduğu yerler sınırlı iken, işlerine hallerine sınır yoktur. Bu makamda Hüdâyi kaddesallahu sırrahu buyurdu ki: “Bir sır ki, âlim ve melek bilmez ola. Onun için Hazreti Âdem aleyhi’s-selâm ın yeryüzüne inmesi bu ilim içindir. Bunun zuhûratı aşk üzerinedir. Aşk dert üzerine kurulmuştur. Cennette ise dert ve belâ yoktur.
Melekler, sultanın nedimlerine benzer. Nedimlerde eyâlet beyleri gibi tecrübe ve kabiliyet aranmaz. Fakat kale muhafızları nedimlerden mükemmel ve hizmet ehli de işçilerden faziletlidir.
Kutbiyette (yüksek derecedeki evliyâ makamı) tenezzül (mânevî dönüş) vardır söylenmesi lugat mânâsı yönüyle ele alınmalıdır. Kastedilen mânâ hizmet için geri dönmeleridir. Onun için peygamberler ve kâmil evliyâlar hizmet makamını sıkıntılar ve zorluklar makamından saymışlardır.

Kur’ân-ı Kerim’de:

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
"Subhânellezî esrâ bi abdihî leylen mine’l- mescidi’l- harâmi ilâ’l- mescidi’l- aksallezî bâraknâ havlehu li nuriyehu min âyâtinâ, innehu huve’s- semîu’l- basîr (basîru).: Âyetlerimizi göstermek için, kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah, Sübhan’dır (bütün noksanlıklardan münezzehtir). Muhakkak ki O, en iyi işiten, en iyi görendir.” (İsrâ 17/1)

Âyeti gelmiştir. Yani insan yürümekle beraberdir. Bu yolculuğu ise kulluk etmesinde bulur. Bu ise hizmettir. Çünkü kölenin efendi olması yoktur. Bu sebebten delilere de itibâr yoktur. Çünkü üzerlerinden kâlem kaldırılmıştır. Manevî sarhoşluğa, cezbeye düşenler ayık olanlardan aşağı derecededir. Sarhoşluk delilik gibidir. Onun için manevî sarhoşluğu galip olanlar akıl ve ihtiyarlarını kaldırdıklarından şeriâtın bazı emirlerini yapamazlar. Meselâ cezbe halinden kurtulmadan namaz kılamazlar bu halleri on gün sûrenler dahi vardır.”
فَـاَعْجَزَ الْخَلآ ئــِقَ “Mahlûkat âciz kaldı.”
Açık olan mânâ budur ki, mahlukatın âciz kaldığı aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’e inen ilimdir. Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize inen ilim, husûsan Kur’ân-ı Kerim sebebi ile bütün yaratılmışları âciz kıldı. Hiçbir kimsede onunla münakaşa ve yarışmaya kadir olmadı ve olamayacaktır. Zâhiri ilim sahibleri zâhirine, bâtınî ilim sahibleri de bâtınına delil oldular. Yaratılmışlar aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’in ilmine ulaşamadığı gibi, O’nun kelâmındaki fesâhat ve belâgatına da ulaşamadı.
Hazreti Ömer (radiyallahu anhu) sordu ki: “Ya Rasûlullâh aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî bizden fasih (güzel konuşma) olman nedendir?” Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî buyurdu ki: “Cebrâil aleyhi’s-selâm bana gelip İsmail (aleyhisselâm)’ın lugatı ile konuşmaktadır. Ne kadar beşerî üstün vasıflar varsa; yani sözlü, fiili, ahlâkî, yaratılış, dünyevî, uhrevî hepsi Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin üstün vasıflarındandır. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî de olduğu için insanlarda bu vasıflar bulunmaktadır) Onun için her fasih ve beliğin cevabını verir, bütün makamların müşküllerini halleder. Kâtiplere bile yazının şekillerini öğretmiştir.(kendisi ümmî olduğu halde) Yazıdan ve harflerden anlayanlara çok şeyi Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî öğretmiştir. Bu sebebten dolayı bütün insanlar O’nun ilmine ve kemâline muhtaçtırlar. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz bu ilmi ile, mi’rac gecesi bütün peygamberlerin makamlarını geçmiştir. Musa aleyhi’s-selâm kıskançlığından ağlamıştır. Cebrâil aleyhi’s-selâm bile aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’in yolculuğunda âciz kaldı. (Sidre-i Müntehâ’dan ileri gidemedi) Ümmet-i MuhaMMedîn kâmilleri ise bu kabiliyetlerince bu mânâya varis oldular. Onun için bazı müjdeli haberlerde geldiği üzere İmam Gazalî kaddesallahu sırrahu in Hazreti Musa aleyhi’s-selâm verdiği Cevâblar buna delildir. Çok kişiler geçmiş ümmetin büyüklerine üstünlük gösterdiler. Bazılarının kabirde cevabı anlaşılmayıp, inkar edenler âciz ve mütehayyir olup vazgeçtiler. Bunların ilimleri ledünnî (ilâhî) sözlerdendir. O mertebenin lafız ve mânâsına şâmil inen ilâhî işaretleri akıl idrak edemez. Şuur ve idrak onların gittiği yolu anlayamaz. Bundan anlaşıldı ki; ilimlerde zıtlıklar vardır. Her ilim kendi nefsinde kâmildir. Kendi bünyelerinde ilimler birbirine zıt değildir. Nitekim vezirler kâmildir. Fakat sultana göre ise noksandır. Fakat her ikisi kendi açılarından kâmildirler. Mutlak olarak cerh (iyilik ve doğruluğu araştıranlar, yaralayanlar) sınıfından olma, onlar gerçekten yaralayan ve parçalayan Rabb’in katında hasta ile aynıdırlar. Taki bilgiler ilm-i hicâbtır.(saklanılan ilim) Onun için ârif-i billah olanlar yani mârifet ehli okumaya yazmaya ihtiyaçları olmaz. Onların ilimlerin dersleri ile meşgul olmaları Allah celle celâlihu’tan uzak kalmalarına sebeb olur. Bunlar ve benzerlerinin misâli tevil (yoruma açık) edilmiştir. Fakat tâ’n( ayıplayan) ehli ve câhillerin inançları bunu anlamaya kafi gelmez. Yine de bütün bu sınıflar üzerine ilmihal (lüzumlu bilgiler) vacip derecesinde gereklidir. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz buyurdular ki; “İlim taleb etmek bütün müslümanlara farzdır.”

Ber-kuy-i Tarîkât adlı kitapta “câhillerin halini mutlak mânada sofilere isnat edip umûmu üzerine hatâ ediyorlar demek hatadır. Çünkü her fırkanın muktediri (yaşayanı) muhakkiki (takdir edeni) belki de mü’mini (kabul edeni) kafiri (kabul etmeyeni) olur. Bu sebeble fasıklık, kötülük, aşırılık ve zındıklık oluşur. Çünkü her ikrâra karşı bir inkâr, her îmâna karşı bir zünnâr (kafirlik), her nûra karşı bir nâr (ateş), her güle karşı bir diken olduğu bilinmektedir.”

Nerde bir hazine, olur yılanı
Nerde bir gül, olur dikeni
Nerde bir sevinç, olur gamı(XXVII)

nOtLar:

(XXI) -Cehenneme girmeden cennete giren Müslüman sınıfı.
(XXII) -Bu yola çalışan eğer kahırdan(sıkıntı, meşâkkat) kurtuluş yollarını bulamaz ise, lütûf ve ihsan kapısından sonsuz derecelere ulaşır.
(XXIII) -İlimler Âdem aleyhi’s-selâm’a nisbet edildi, çünkü insanın yaratılışı zuhûratların (isimlerin) hepsinin tecellî edebileceği varlıktır.
(XXIV)-Allah ismi zikredildiğinde Celle Celâlühü (azameti ve yüceliği çok büyük olmak) denilmesi bundan dolayıdır. Allah celle celâlihu tecellî etmesi celâl yönü iledir. Cem’âl sıfatında kudret yoktur. Onun için melekler aklı kullanmazlar. Yalnız itaat ederler. İnsanlar ise akılların kudretleri miktarınca kullanırlar. Öyle ki sınırlarını aşar bazen Firavun, Nemrut gibi ilâhlık iddiasında bulunur. Celâl sıfatında tehlikeler var olsa da, cem’âl sıfatı bu tehlikelerden korunmuştur.
(XXV) -Şu husus ta unutulmamalıdır ki, dünya malına muhtaç olmak fakirlik değildir. Asıl fakirlik Allah celle celâlihu’tan istiğna (muhtaç olmamak)dır. Samîmi dua etmek, genellikle muhtaç olanlarda olur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem(aleyhissalâtü vesselâm) Efendimizin “ fakirlik benim iftiharımdır” buyurması bundandır.

(XXVI) -

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ مِن سُلَالَةٍ مِّن طِينٍ
"Ve lekad halaknâ’l- insâne min sulâletin min tîn (tînin).: Ve andolsun ki Biz, insanı balçığın (nemli organik ve inorganik toprağın) özünden yarattık.” (Mü’minûn 23/12)

ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَّكِينٍ
"Summe cealnâhu nutfeten fî karârin mekîn (mekînin).: Sonra onu, mekin (sağlam) bir yerde karar kılmış (yerleşmiş) bir nutfe kıldık.” (Mü’minûn 23/13)

ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
"Summe halaknân nutfete alakaten fe halaknâ’l- alakate mudgaten fe halaknâ’l- mudgate ızâmen fe kesevnâl izâme lahmen summe enşe'nâhu halkan âhar (âhara), fe tebârakallâhu ahsenu’l- hâlikîn (hâlikîne).: Sonra da nutfeden (bir noktadan rahim duvarına bağlı) bir alaka yarattık. Sonra alakadan bir çiğnem et (görünümünde) bir mudga yarattık. Bundan sonra mudgadan kemikleri yarattık. Daha sonra kemiklere et giydirdik (üzerini et ile kapladık). Daha sonra da onu, başka bir yaratışla inşa ettik (şekillendirdik). İşte böyle Allah, Mübarek’tir, En Güzel Yaratıcı’dır.” (Mü’minûn 23/14)

(XXVII)-
Zehî, kenzi hâfi kân-den gelir her var olur peydâ
Gah zulmet zuhûr eder, gah envâr olur peydâ..

Zehi deryayı vahdet kim kesilmez her giz emvâcı
Bu kesret âlemi andan doğup naçar olur peydâ..

Ne sihr-i bül aceptir kim bu yüzden görünür ağyar
O yüzden gayrı yok tenha gelir dil-dâr olur peydâ..

O yüzden görüben ağyar döner şem-i cem’alinden
Feleklerde görüp anı döner edvâr olur peydâ..

Taşınır günde yüz bin can Âdem iklimine her dem
Gelir yüz bin dahi andan bulur îmâr olur peydâ..

Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı
Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ..

O devriyle geliptir Enbiyâ, Mürsel merâtipçe
Gah mü’min zuhûr eder gah küffâr olur peydâ..

Tecellî eyledikçe ol sarayı sırr-ı ahfâdâ
Bu sûret âlemi içre satıp pazar olur peydâ..

Anın zâtına gâyet sun’unâ her giz nihâyet yok
Anın için her bir isminden gelir bir kâr olur peydâ..

Tecellî eyler her dâim celâl içre cem’âlinden
Birinin hasılı cennet, birinden nâr olur peydâ..

Cem’ali zâhir olsa tiz celâli yakalar onu
Görürsün bir gül açılsa bir har olur peydâ..

Bu sırdandır ki bir kâmil zuhûr etse bu âlemde
Kimi ikrâr eder anı kime inkâr olur peydâ..

Velî ârif celâl içre cem’âlini görür dâim
Bu hâristânın içinde ana gül-zâr olur peydâ..

Ne sırdır ki iki kimse nazar eyler bu ekvâne
Biri ancak görür dârı, bire deyyâr olur peydâ..

İçi ummân-ı vahdettir yüzü sahrâ-i kesrettir
Yüzün görür ağyâr içinde yâr olur peydâ..

Alan lezzât-ı birlikten halâs olur ikilikten
NİYAZİ kande baksa ol hem-an didâr olur peydâ..

Görür ol kenzi mahfîden nice zâhir olur peydâ
Bilir her nakş-i sûretten nice esrâr olur peydâ..

Niyâzî Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

Usul âlimleri içinde arasında birçok fasık, fâcir bilge ve kâfir var iken onların kötü inanışları ve çirkin amellerine bakıp diğer âlimleri cerh ve ta’n etmek câiz olmadığı gibi, mutasavvıflar (tarikat insanları) arasında birçok mülhide (aşırılığa düşen) zındığa, zayi’e (perişan olmuş), sapıklığa düşmüşe bakıp diğer ulemâ-i billaha dil uzâtmak doğru değildir. Zirâ bu halden ayrı olunmadığı gibi, herkes kendi bilgisinin rehini altındadır.
Bu makamın açıklamaları çoktur. Onun için hakîkâte vakıf olmak için faydalı ilim ve kapsamlı keşif lâzımdır. Zâhirî anlayışın ağırlıklarından Allah’a sığınırız.

Sanma ki âlemde her bir Âdem insan olur
Kimisi insan olursa kimisi şeytan olur.

وَلَهُ تَضۤاءَلَتِ الْفُهُومُ فَلَمْ يُدْرِكْهُ مِنّاَ سَابِقٌ وَ لاَ لاَحِقٌ
“Onun karşısında anlayışların zayıf kalıp bizden önce ne geçmiş, ne de gelecek hiçbir kimsenin kendisini idrâk edemediği Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât et.”

Abdüsselâm Bin Meşiş Hasenî kaddesallahu sırrahu Hazretleri burada bir sırrı açığa çıkardı. Ahmedî ruhâniyetin sırrı, sûreti MuhaMMedîyye’den yüksektir. Bunun hakîkâtini Allah’ın dilediklerinden başkası anlayamaz. Çünkü insanlar bu sırrı anlamakta zorlanırlar. Fakat akılları miktarınca anlatılırsa gizli sırrın az bir kısmını makamları derecesinde ruhları anlayış gösterebilirler. Bu sebebten dolayıdır ki, Hazreti Ebûbekir (radiyallahu anhu)’a MuhaMMedî Risâletin Husûsiyeti ve Hakîkât-ı Sırr-ı Ahmediye’yi keşifite kimse yetişemedi. Büyüklüğüne, ihtirâmına, önce imân edenlerden olmasına, sıddîk makamına erişmesine, Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî ‘den hiçbir zaman delil ve işaret istemeden iman etmesine, tevile başvurmasının önüne kimse geçememiştir. Sıddîk-i Âzâm olmak O’na lâyık olmuştur.

Diğer sahabe-i kiramda sıddîkiyet makamı tecellî etse de bu makamın şöhreti ve sahibi Hazreti Ebûbekir (radiyallahu anhu)’dır. Meselâ Hz.Ali kerremâllahü veche Efendimiz hakkında da rivâyetler vardır.
İmam Ali kerremâllahü veçhe: “Ben, Allah’ın kulu ve Resûlünün kardeşiyim. En büyük Sıddık benim, bunu benden sonra kim söylerse yalancıdır, ben insanlardan yedi yıl önce namaz kıldım.” buyurdu.
(Sünen İbn-i Mâce)

Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’i idrâk etmek mümkün olmadığı gibi akıllar ve idrakler âciz ve zayıf kaldılar. Yaratılmışlardan yani geçmiş ve gelecek ümmetlerden hiçbir kimse aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’in aslını hakîkâtini de idrâk edemedi. Kimse bilmez iken ezelden ebede aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz padişahtır.

سَابِقٌ (Sâbık) ile kastedilen mânâ irade ve fâzilet ile geçmişleri geçmesidir. حِقٌ َ لا(Lâhık) ile kastedilen mânâ ise geçmişe ve geleceğe önder olandır. (Sâbık) ruh, (Lâhık) kalbtir. Kalb, ruh ile cesedin birleşmesinden hasıl olmuştur. Ruh ve cesed, baba ile anne gibi önce gelir, kalb evlat gibi sonradan gelmiştir.
(Sâbık) ile geçmiş ümmetlerin âlimleri ve peygamberleri; (Lâhık) ile ümmeti MuhaMMedîn evliyâları kast edilmektedir.
Bu açıklamalara göre Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin hakîkâtının hakîkâtı üzere peygamberler, evliyâlar, câhiller ve âlimlerden hiçbiri bilemedi.
Zirâ denilmiştir ki; evliyâların ilmi, yedi derya olan peygamber ilimlerinden bir damla; peygamberlerin ilmi, yedi derya olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin ilminden bir damladır. Yedi deryanın ve bir o kadar benzerinin ihata edemeyeceği Allah’ın ilmi yanında Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin ilmi de bir damladır.
Öyle bir nesnedir ki, hakîkâtinden insanların kâmilleri bile âciz iken nasıl diğer eksik vasıftaki insanlar nasıl idrâk edebilirler, mânâsına gelir.

Onun için َ مِنّا dendi, yani bu kelimedeki zamir kâmil insanlardan kinayedir. Bunları meleklerin idrâk etmesi mümkün değildir. Faziletli olanın (insan) bilmediğini, üstün yaratılışlı (melek) nasıl bilir. Bu makamın hakîkâti şudur ki, İNSAN-ı KÂMİLyaratılışlar yurdunda bulundukça bilinir ve idrâk edilebilir. O izzet âlemi ve ceberût âlemine ayak basıp ادخـلى جـنتـى “Cennetime gir” (Fecr 30) hitâbı ile işâret olunan cennete dahil olursa bütün yaratılmışların nazarı ondan kesilir.

İNSAN-ı KÂMİL gayb âleminde gizlenmiş olduğu için cesed ve eserlerine bakıp bilindi ve göründüğü şekle de kıyas olundu. Çünkü meçhûl şeyler idrâk edilemez.
Bunun misâli sultandır. Zirâ sultanın sarayı birkaç tabakadır. Sultan, sarâyin dışında olunca veya yaptığı işlerle müşâhede olunur. Sarâyin içine girince halkın nazarı kesilir. Odasına girince de yanındaki özel görevlilerin de bakışı kesilir. Tahtına oturduğu zamanda saltanat zevki ancak oturabilecekten (velîaht) başkası tadamaz. Belki ilim ile padişahın tavırları bilinir ve makamları anlaşılır. Lâkin ilmine sahib olmadıkça ona ulaşılamaz. Bilinmesi gerekli olan, isteklerin mecbûri olmasıdır. Hakîkâti değildir. İnsânı Kâmili idrak etmek, İsm-i Âzam-ın göründüğü yer olarak bilmektir. Mutlak mânada İNSAN-ı KÂMİL idrak olunamayınca Makamı Ev-ednâ’( yahut daha da yakın. Necm 9)da olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz nasıl idrak olunabilir. Bu mânâya işâret Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Adn Cennetinde Vesile Makamında sakin olurlar. O vesilenin(XXIX) üstünde makam yoktur.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُواْ فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
"Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn (tuflihûne).: Ey iman edenler, Allah'tan korkup sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Mâide 5/35)

VESİLE, lügat olarak bir büyüğe yaklaşmayı sağlayan vasıta, aracı mânasına gelir. Hadislerde bununla cennetteki yüce bir makam kastedilmiş olmaktadır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem(aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz: “O (el-vesîle), cennette bir makamdır.” buyurmakta, bu makamı Allah’ın bir kişiye vereceğini belirtmekte ve tevâzu olarak bu kimsenin kendisi olması hususundaki temennisini ifâde etmektedir.
Buna göre daha net ifâde ile el-Vesîle, cennetteki en yüce makamdır, bu makam tek bir insana verilecektir, O da Allah indinde insanların en yüce olduğunu Mi’rac ve Kur’ân gibi mucizelere mazhariyetini ispat eden Eşref-i Mahlukât ve Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ‘dir. Bu yüce makama vâsıl olan, Allah’a yakındır; böylece Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), günahların affı dahil her çeşit ebedî şart olan lütuflara kavuşmuş ilâhî yakınlığı elde etmeye vesîle olmuş olur.
Aşağıda zikredilen Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ‘i tevessül edilerek edilen dua ile istenen istekler muhakkak Allah celle celâlihu tarafından kabul edilir.

اَللَّـهُمَّ إِنِّي أَسْأَلــُكَ وَ أَ تَـوَجَّهُ إِلَــيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٌ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ
ياَ مُحَمَّدٌ إِنِّي أتَــَوَجَّهُ بِكَ اِلىَ رَبـِّـى في حَاجَتِي لِتَقْضِىَ اَللَّهــُمَّ شَفِّعْهُ فى

Cennetteki Tûba ağacı aslında MuhaMMedî bir makam olduğunun sırrı budur demişlerdir. İnsânı Kâmili bilmek Hakkı bilmekten zordur. Çünkü Cenâb-ı Hakk cem’âl, celâl ve sonsuz kemâlleri ile bilinmektedir. Bildirilen müteşâbihatın(XXX) vucûd-u hakîki ve izâfi tarafları vardır.

Meselâ gölgeye bakan güneşin nurundan mahrum olur. Gölgenin vücûdu keşf olmakla umumun nazarı onadır. Görmez misin ki, bir pencere deliğine bir nesne atılsa, atarken nesne genellikle ya pencerenin ağacına veya demirine isabet eder. Zirâ ağaç ve demir pencerenin husûsî özelliklerindendir. Pencerenin yüzü (camlı tarafı) hava ile bağıntılıdır. Husûsî özellikle olan ülfet ise galip olur. Pencerenin boşluğuna nesne atan boşluğa attığını zan eder (pencerenin yüzüne yani camına değer). Böylece çok zamanda hisleri hata eder. Onun için zâhirden bâtına geçişte, sûretten mânâya dönüşte güçlük vardır. Bu sırra işâret büyüklerin bazı sözlerinde gelir.

Evliyânın gönlünden şey’en lillâh kesme kim
Sana himmet eden ol göz ile kâş-ı değil
Burada anlatılmak istenen, bakışları zâhire bağlamaktan kaçınmalıdır. Kafirlerin yardımcısız kimsesiz kalması ve inkâr ehlinin nasibsizliği hep bu nedendir. Allah’a sığınırız.
Nice bilsin hakâyıkı câhil
Nice görsün bu hâleti a’mâ
Ki teni kim bilir rusemâtın
Göçer dillerde söylenir esmâ..(XXXI)

nOtLar:

(XXIX)-”Ey Allah celle celâlihu ve Rasûlullâh (aleyhissalâtü vesselâm) a iman edenler!, (Allah’ın cezâsından, azabından) korkunuz, (çirkinliklerden sakınınız, şâyet bir günâha düştünüzse hemen tövbe ediniz) O’na, (Zirâ bilirsiniz ki, rahîm olan Allah’ın azabı da pek büyüktür. Fakat takvâyı yalnız fenalık yapmamaktan ibaret bir haslet telâkki etmeyiniz) vesile arâyinız ve O’nun yolunda cihat da bulununuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.”
(XXX)-Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde geçen kapalı ifâdeler. Tevili yapılsa da hakîkât-ı Allah celle celâlihu tarafından bilen hususlardır. Meselâ huruf-u mukatTeâlâr gibi
(XXXI) -Hakîkâtleri câhiller nasıl bilebilirler. Bu işleri körler nasıl görebilir. Resimler göçer de, tenlerini kimse bilmese de dillerde isimleri kalır.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »


فَرِيَاضُ الْمَلَكُوتِ بِاَزْهاَرِ جَمَالِه مُونــِقَـةٌ
“Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât et ki; melekût âleminin bahçeleri O’nun cem’âlinin çiçekleri ile güzeldir.”


Yaratılış vücûdu madde ve kuvvetlerden oluşmuştur. Fiiller kuvvetle meydana geleceğinden Allah’ın fiilleri dahi melâike-i kirâmla zâhir olur. Kuvveti İlâhiyyenin ismi Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin kelâmında melâike olarak adlandırılmıştır. Melekût âlemi Hazret-i Ervâhtan ibarettir. Melek kelime olarak “şiddet ve kuvvet” mânâsına gelir. Melekler ihtiyâr ve irâde sahibi olmayıp Allah’ın emirlerine itaat ederler. Nitekim insanın vücûdundaki kuvvetlerde dahi ihtiyar yoktur. Meselâ İnsan bir şeyi isteyince kuvvetleri ona itaat eder.
Melekût âlemi melekler ve bütün ruhlar âlemine şâmildir. Her nesnenin bâtınına melekût derler. Meselâ nefs-i nâtıka(XXXII)
melekûttandır. Sûre-i Yâsîn(XXXIII)‘in sonunda;
فـسبـحان الذى بـده ملكوت كل شـئ “Hakîkaten noksanlardan münezzeh tesbih ve takdise lâyık Olan Yüce Yaratıcı ki, her şeyin tam mülkü O’nun kudret elindedir.” (Yasin 83) buyrulmuştur. Yani her nesnenin bâtını, ruhu kudreti elindedir demektir.

Burada melekût âlemini bahçeye, cem’âli nübüvveti çiçeklere benzetme vardır. Bahçenin güzelliği çiçeklerle olduğu gibi melekûtun hoşluğu Cem’âli yani MuhaMMed aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’in güzelliği iledir. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin cem’âli Hazret-i Ervâhtandır.
Hakîkâtte melekût âlemi lafız, Cem’âl-i MuhaMMed aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî mâna gibidir. Lafzın güzelliği mânânın güzelliğine tâbîdir. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî sûretiyle insan, sûret bulmuştur. Bu nedenle insan Cem’âli MuhaMMed aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’le yaratılması ile melekût âlemini geçmiştir(XXXIV).

Onun için hakîki cem’âle bu kemâl mâna ile bahçe demek uygun oldu. Melekût âlemi meleğe nisbetle latîf ve nûrânî olmakla cem’âlin zuhûr yeri oldu. Çünkü cem’âl, eşsiz güzellik ve nurlardan ibârettir.


وَ حِيَاضُ الْجَـبَرُوتِ بَفَيْضِ اَنـــْوَارِهِ مُتَدَفِّقَـةٌ
“Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât et ki; ceberût âleminin havuzları O’nun nurlarının feyzi ile dolup taşmaktadır.”


Ceberût âlemi isimler ve sıfatlardan oluşur. Ceberût âlemi Hazret-i Esrârdan ibarettir. Mücerred (karışıklığı olmayan, soyulmuş) âlem de denir. Yani bedenleri mücerret zâtlardan oluşur ki, latîf ve kalın cisimler yoktur. (Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî)’in nûru Hazret-i Esrârdandır. Buna göre ceberût âleminin havuzları Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in nurlu feyzi ile dolup taşmaktadır. İsimlerin eserleri ve sırları, sûretlerinin sırları O’nunladır.
Burada ceberût âlemini havuza, Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin feyzini aya benzetme vardır. Dökülmekte olan feyzin hızına işaret vardır. Kâinat; isimler ve sıfatlar ile zuhûr etmiş, mücerred şeyler bu şeylerin feyzi ile hasıl olmuştur. Ceberût âleminde feyz bunlardan önce gelmiştir. Ceberût âlemi, emirler âleminin(XXXV) nurlarının ateşine yakın olmakla nurlu feyizlerini ispat eyledi.
Mücerredât konusunda filozoflar ve kelâmcılar arasında görüş ayrılığı vardır.
Filozoflar akıllar ve mücerred nefisleri, melâike-i kerrûbîyûn(XXXVI) ile tefsir etmişlerdir.

Lâkin bu görüşü bazı hakîkât ehli sofiler kabul etmemişlerdir.
Kerrûbîyûn denilen melekler, müheymiyûndandır. Yani onlar Allah’ın cem’âlini müşâhededen dolayı hayrete gark olmuş, Âdem (aleyhisselâm) ve âlemlerden habersiz olan meleklerdir. Bu melekler Âdem (aleyhisselâm)’a secde ile emir olunmadılar. Bunların dışındaki melekler ise, Âdem (aleyhisselâm)’a secde ve itaat ile emir olunduklarından mücerret ruhlardan oldular.
İmâm Gazali kaddesallahu sırrahu (Mücerredât konusunda) filozoflara uyarak: “mütehayyiz (mekan tutan) olmadığı gibi âlemin bir yerinde de değil, bedenlere dahil olmadığı gibi hariçte değildir demiştir. Fakat kardeşi Ahmed Gazâli kaddesallahu sırrahu “Sirâcü’l- Ukûl” isimli kitapta bu görüşü ret edip, mütehayyizdir demiştir. Zirâ kelâmcılara göre zâtı ile var olan nesne mütehayyizdir. Bunlara göre cevherler gayri-mütehayyiz değildirler. (yer tutarlar)
Filozoflara göre arşın ötesindeki şeyler ne boşluk ve nede doluluğun olmadığı âlemdedirler. (lâ halâ ve lâ melâ âlemi) Sofiler derler ki, melâ âlemindedir. (doluluğun olduğu). Çünkü ruhlarla doludur. Sofiyyenin bu sözünden anlaşıldığına göre ruhların yer tuttuğuna işâret vardır. Müheymiyûn, âlem-i tedvîn (levh-i mahfûzun kapsadığı âlem) ve âlem-i tasdîr’in (levh-i mahfûzun kapsadığı hükümlerin icrâ edilmesi ) ötesindedir.
Filozofların görüşüne göre, mücerredât fikrine yönelmekte ki zarar eşyanın kıdemi (evvelî olmamasına) görüşüne götürür. Halbuki Allah celle celâlihu’tan başka kıdem yoktur.
Bazıları akl-ı evvelî melâikeden sayarlar hakk ile devamını iddiâ ederler. Bu konular ayakların kaydığı (yanlış görüşler) konulardan olduğu için bu kadarla iktifâ etmek uygun görüldü.
İsmail Hakkı Bursevi kaddesallahu sırrahu Hazretlerine göre; mücerredâta mübdeât’ta derler. Yani vücûdu oluşurken anneye (anaç), müddet ve zamânâ muhtaç değildir. Müddet ve zaman içinde olmayan nesne teveccühle mütehayyiz olur. (Manevî bakışlarda mekan tutar) Meselâ, ruh cesedten ayrıldıktan sonra bile cisim olarak temessül (şekil ve sûret olarak) eder. (Mü’minlerin ruhu, insan şeklindeki bal arısıdır. Kafirlerin ruhu ise eşek arısı gibi olup ateşe dayanma gücü göstermeleri için biraz büyükçe yaratılmıştır)

Ne kadar olsa bir kişi âlim
Yine bilmez hakikât-ı ruh
Her nedenle sahih olsa
Sözü hakikatte olur mahrum..

Hülasa, ruh, ancak Allah’ın bileceği iştendir, ruhun hakikati öyle şeydir ki, bilgisini Allah celle celâlihu kendisine mahsus kılmıştır.


وَ لاَ شَىْءَ اِلاَّ وَهُوَ بِه مَنُوطٌ اِذْ لَوْلاَ الْوَاسِطَةُ لَذَهَبَ كَمَـا قِـيلَ الْمَـوْسُـوطُ
“Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât et ki; O’na bağlı olmayan hiçbir şey yoktur.”
“Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize salât et ki;‘şâyet vasıta olmasaydı, neticeye ulaşılmazdı’ kaidesince mevsût(XXXVII) olmazdı.”


Mevcûdâttan bir nesne yoktur ki, aslı Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize muhtaç ve bağlı olmasın. Çünkü vasıta olamasa mevsût olamaz kaybolurdu. Mevcûdât ise dış vücûdları ile mevcût ise de, bekâları zât’a bağlıdır. Yani varlığımız Allah’a muhtaçtır. Buna göre bekâ vasıtaya bağlıdır. Feyz onunla husûle gelir. Bu vasıta Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizdir. Çünkü Hakk ile halk arasında ondan başka feyz vasıtası olacak vücûd yoktur. Açıklaması şudur ki, Allah celle celâlihu, âlemler, cisimler ve ruhlar arasında zincirleme bağlar vardır. Hakîkâti MuhaMMedîye’de bütün eşyânın özellikleri vardır. Eşya gerek küllî ve gerek cüz-i olarak bu hakîkâte bağlıdırlar.
Şöyle ki, bağları ve irtibatları olmasa idi vücûdları öncelik sahibi olurdu. Çünkü vücûdun bekâsı devamlı bir feyz, ulaşan bir bağa ve takib eden tecellîye bağlıdır. Bu feyz ise Hakîkâti MuhaMMedîye ile olur. Zirâ her eşyanın vücûdu bütün mertebelerde bizzât Hakk’tan feyz almağa istidât sahibi değildir. Böyle olmasa idi peygamberlerin gelmesine ihtiyaç kalmazdı. Bu mânâ üzerine irtibat lâzım gelmektedir. Bu meselenin bir çok misalleri vardır. meselâ baş vezir olan kimse padişah ile halk arasında vasıtadır. Eğer bu vasıta olmasa idi insanların meseleleri sonuca ulaşamazdı. Çünkü padişahın hakîkâtinde olan özellik halkının üstü ve perdeli olmaktır. Yani halk gibi yaşayamaz. Bütün işler vezirle biter. Çünkü padişaha dayanmıştır. Padişah işlere direkt kendi vasfı ile karışırsa kendi gücünü zayıflatır, îtibâr kaybına uğrar. Meselâ kıkırdak denilen nesne et ve kemik arasındaki vasıtadır. Eğer olmasa idi, etten kemiğe ve kemikten ete besin alış verişi olmazdı. Kıkırdakla kemik ve et uyuma gelir. Çünkü et ile kemik arasında ortak özellikler yoktur. Kıkırdak etsel ve kemiksel özelliklerle et ve kemiğin gelişme ve bekâsına sebeb olmaktadır.
Başka bir misal; kalb insanî ruh ile cesed arasında vasıtadır. Kalb latif yönü ile bir tür ruhu tutar. Kesâfeti olan (kalınlık, ağırlık, çokluk vb.) cesede yön verir. Bu vasıta ile ruh ve cisim arasında beraberlik, yani izdivaç sağlanarak vücûd oluşur.
Başka bir açıklama ise; ulvî âlemin hareketleri arasında kendi seyirlerine etki eden çekim kuvvetleri birer vasıtadır. Eğer bu kuvvet olmasa idi, felekler su değirmeni gibi olmaz, hareketsiz kalırdı. Deniz yüzündeki geminin hareketi dümenine bağlıdır. Eğer böyle bir irtibât olmasa idi, hareket oluşmazdı.
Nitekim bizim kâlemimiz bu yazıya vasıtadır. Maksadımız ise hakîkât âlemine olan irtibâtı tasvir etmektir.
İrtibat hali bilindikten sonra vasıtaya (Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize şükür etmek lâzım gelmiştir. Onun için enbiyâ, evliyâ ve ulemânın hukûku, anne ve babaya olan hukuktan fazladır.


صَـلاَ ةً تَـلـِـيقُ بِكَ مِنْكَ اِلَـيْهِ كَمـَا هُـوَ اَهْلُـهُ ﴿﴾
“Allah’ım, bu salât Sen’den O’na, Sen’in şanına yakışır ve O’nun da lâyık olduğu bir salât olsun.”


Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin şanına yakışır salât ile salât eyle ki, o salât başlangıçtan sona kadar (ezelden ebede) O’na olsun ve salât O’nun rûh-u pâkine ulaşsın. Yani yapılacak salavât Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’e lâyık olacak şekilde olsun. Lâkin Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’e lâyık olacak salavâtın hakîki mânâsını ancak Allah celle celâlihu ve Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizden başkası bilemez. Çünkü Allah’ın kulları üzerine salavâtı çeşitli şekillerdedir. Yani herkesin mânevi makamı göredir. Bu mânâya göre salavât rahmet, mağfiret, bereket, keşf, müşâhede, fenâ, bekâ ve mânâya sığmayacak şekillerde olur.
Zâhirde salât, sultanın herkesin istihkâkına göre hediyeler vermesine benzer. Her isteyene bu hazineden verilmez. Kabiliyet tesbit edilmeden yönetici sınıfına kimse alınmadığı gibi. Her nesnede bir ölçü aranır. Onun için Kur’ân-ı Kerim’de ni’metlerin inişi, mîzân (terazi) ile olduğu bildirilmiştir.
Büyük sultanların halk yanında halleri gizli olduğu gibi, Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin makamı da yaratılmışlar tarafından bilinemez.
Sonuç olarak Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’e verilen hakîkâtin salât-ını kimse idrâk edemeyeceği gibi salâtını da yapamaz. Bu mânâyı şu hadîs-i şerîf kuvvetlendirir.

لـى مــع الله وقت لا يـسعنـى فـه مـلك مـقرب و لا نـبى مـرسـل
“Benim Allah celle celâlihu ile bir vaktim vardır ki, o vakitte bana ne mukarreb melek nede gönderilmiş bir peygamber hiçbiri yanaşamaz.”


Ulemânın salât hakkında ettikleri açıklamalar hakîki salâtın olma gerekçeleridir. Yoksa hakîkâtte murat şöyle salât yapılacak diye tâyin etmek değildir. Çünkü insana bildiği ilimden haber vermek cehâletten sayılır.
Bu kelâmda Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize Allah’ın lütufları ve özelliklerinin beyânı vardır. Çünkü mevcûdâtın anlayışından ve ehil olduğu mânadan üstün yaratılmıştır. Onun için mevcûdat Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in mertebesinde konuşma kudretine sahib değildir. Kur’ân-ı Kerim’de;
هو الذى يـصلى عـليـكم و ملائـكته لـيخـرجـكم من الـظلـمات الى الـنـور
“O, Yüce Yaratıcı ve melekleri, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet buyurur”. (Ahzâb43) buyrulmaktadır.

Burada salât etmek çıkarmağa hasredilmiştir. Çünkü ümmetin fertlerinden her ferdin kabiliyetine göre terakki ve tenzil vardır. Fakat Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimize olan salâvatta salât şekli aslı üzerine zikir olundu. Kur’ân-ı Kerim’de “Muhakkak ki, Allah celle celâlihu ve melekleri Peygamber üzerine salâtta bulunurlar. (Ahzâb 56) şeklinde gelmiştir. Çünkü Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz makamların ve terakkinin zirvesindedir. Bunun zevki kimsenin tatmamış olmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de; عـسى ان يـبعثـك مـقامـا محـمودا “Ümitli ol ki, Rabb’in seni övgüye değer bir makama gönderecektir.” (İsrâ 79)

Çünkü her vech ile oldun mahmud
Sana feyz oldu Makam-ı Mahmud
Enbiya ümmetinden olmuştur
Evliyâ bendelerinden ma’dûd…(XXXVIII)

Makam-ı Mahmud yalnız büyük şefâat etme makamı değildir. Belki bütün makamların hepsinden ibaret olan büyük bir makamdır. Büyük şefâat makamı ise, bu makamın bir bölümüdür. Bundan Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’e olan salavât-ı şerîfenin sırrı açığa çıkar.


اَللـَّهُمَّ اِنَّهُ سِـرُّكَ الْجـَامِـعُ الدَّالُّ عَلَـيْكَ
“Allah’ım, muhakkak ki O Sen’in sana delâlet eden en câmi(XXXIX) sırrındır.”


nOtLar:

(XXXII) -İnsâni ruh, konuşan ruh; Nefs: İnsanın vücûdun da buhara benzeyen kalble ruh arasında bulunan ve insanın canlı olmasından dolayı meydana gelen duygudur. Yani madde olmayıp, fiilinde maddeye yakın olan cevherdir.
Kur’ân-ı Kerim’de Nur Sûresinde geçen zeytin ağacı nefs demektir. Kur’ân-ı Kerim’de “Bu zeytin ağacı ne doğuda ve nede batıdadır” denilmektedir. Doğuda değildir demek, mücerret olarak ruhun yanında, batıda değildir demek de vücûdun yanında değildir demektir. Çünkü nefs, ruh ile vücûd ve kalb arasında bir varlıktır.
(XXXIII) -Yâ-Sîn; Ey insan mânâsına da gelmektedir.
(XXXIV)- لولا ك لولا ك لـما خـلقـت الأفلا ك “Eğer Sen olmasaydın, Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” Hadîs-i şerîf
(XXXV)-Ruhlar âlemi, zaman ölçüsü bulunmayan, Allah’ın emriyle vasıtasız yaratılmanın olduğu âlem.
(XXXVI) -Büyük melekler
(XXXVII)-Varlığı vasıtaya muhtaç mahluklar.
(XXXVIII)-Ya Rasûlullah, Sen her yönden seçilmiş birisin, sana Makam-ı Mahmud verildi. Peygamberler senin ümmetin, evliyâlar ise kölelerin ve hizmetçilerin sayılır.
(XXXIX)-Her şeyi toplayan, derleyen, bütün- yaratıkları huzurunda toplayan.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Allah’ın birliğini, sayıların birine (sayısına) ihtiyaç duymadan gören, bilen ve mahlûkattan ayırandır.
Lafzın zâhirî mânâsı, haberler mânâsı yönünden ikrârdır. Çünkü hakkında bildirilen haberler Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in büyüklüğü gibi büyüktür.

Bu üç makamdır.:
a-) Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz Allah’ın sırlarını kendinde toplar.
b-) Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî, varlığı ile bu sırların delilidir.
c-) Sırlar ise Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî ile kâim ve korunmuş ve perdelidir. Çünkü diğer peygamberler Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin sırrına kavuşamadıklar. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Allah’ın zât, sıfat ve ef’âlin topluca zâhir olduğu kimse olmuştur.
Eğer Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz olmasa idi, yüksek ve alçak diye bir şey olmaz, orta olurdu.
Bilindiği üzere sırlar çoktur. Çünkü her nev’in her sınıfın her ferdin kendine mahsus sırları vardır. Onun için insanın sırrına melek, padişahların sırrına halk, peygamberlerin sırrına evliyâlar, âlimlerin sırrına ümmîler (tahsili olmayanlar) havâssın sırrına avam vakıf olamaz ve anlayamazlar. Çünkü onlarda Allah celle celâlihu ile kendileri arasında husûsiyeti olan sırlar vardır. Bu husûsiyette iki büyük sır vardır ki, biri insanın sırrı diğeri Hakk’ın sırrıdır.

İnsanın sırrı insanın hakîkâtinden ibârettir. Sûreti hakîkâti ilâhîyye üzerine zâhir olmuştur. Yani yaratılmıştır.
Hadîs-i şerifte:
خـلق الله آدم عـلى صـورته “Allah celle celâlihu Âdemi kendi sûreti üzerine yaratmıştır.” İlâhi sûretten maksat yedi mertebedîr. Hayat, ilim, irâde, kudret, semi (işitmek), basar (görmek) ve kelâm’dır. İnsan bu ilâhî sûretler üzere yaratılmıştır. Çünkü insan zuhûrat yeridir. İnsanın sırrı, Hakk’ın sırrı zâhirisi ve sûretidir.
Hakk’ın sırrı, insanın bâtınî hakîkâtidir. Bu sırrı ilâhî İsm-i Âzam’dan ibâret olan bütüne izâfe edildi. Onun için Câmî (Toplayıcı) denildi. Çünkü bütün sırları toplayan ve hakîkâtlerin tümünü toplar.
Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz bu câmî sırrın hakîkâti ile zuhûr eylemiştir ki Dâll (delil, işâret) dir. Çünkü âlemler içinde Hakîkâtı MuhaMMedîye âlemler üstüdür. Allah’ın zâtına delâlet eden eşyada en mükemmeli ve genişi Hakîkât-i MuhaMMedîye’dir. Onu için bu hakîkâtin feleği Hayattır. Hayat Feleği arş gibi tam bir kaplaması vardır. Âlemin kiminde hakkâni, kiminde sûrî (görünüş) vardır. Hayat feleği hepsinden geniştir. Cisim demek zâhire itibâr iledir. Meselâ ölünün hayatı hakîkisi vardır. Bu keşf ile bilinir, fakat ölü cansızdır. Bu mânâya göre taşın dahi hayatı vardır. Onun için Hz.Musa aleyhi’s-selâm ın elbisesini kaçırdı. Nitekim tefsirlerde gelir. Bu hayat sebebi ile, kıyamet gününde mü’minin sesini işiten yaş ve kuru her şey şehâdet etse gerektir. Nitekim hadîs-i şerîfte “müşâhede hayat ve ilim ehline mahsustur” gelmiştir. Yemek ve içmekten dolayı bedenin sıhhatli vücûda kavuşması, hayattır. Çünkü canı olmayandan hayat hasıl olmaz. Yani cisimler canlıdır. Bu büyük bir sırdır. Ehlullah böylece kabul ederler. (Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri’de bu görüştedir) Kur’ân-ı Kerim’de:

و ان الدار الآخـرة لهـى الحـيوان “Hakikaten âhiret yurdu ise elbette ki, dâimî hayat yurdudur.”

وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
"Ve mâ hâzihi’l hayâtu’d- dunyâ illâ lehvun ve laibun, ve inned dâre’l- âhırate le hiye’l- hayevân (hayevânu), lev kânû ya’lemûn (ya’lemûne).: Ve bu dünya hayatı, oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muhakkak ki ahiret yurdu, elbette o gerçek hayattır. Keşke bilselerdi.” (Ankebût 29/64)

Âhirette eşyanın hayatı zâhiri (gerçek şekilde), dünyada ise gizlidir(gerçeğe benzer). Bunun sırrı dünya kalıb (şekli), âhiret kalbî (iç) dir. Biri cisimin ağırlığını, diğeri ise ruhâni ve latif yönünü taşır. Fakat âhirette ise kalb, şekli ile tasavvur olması gerekir. Onun için âhirete âlem-i sıfat demişlerdir. Çünkü insanda olan kalbin sıfatları orada sûreti kalbiyeye dahil olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de;

فـتأتـون افـواجــا “Artık bölük bölük geliverirsiniz.”

يَوْمَ يُنفَخُ فِي الصُّورِ فَتَأْتُونَ أَفْوَاجًا
"Yevme yunfehu fî’s- sûri fe te’tûne efvâcâ (efvâcen).: Sur’a üflendiği gün artık siz bölük bölük geleceksiniz.” (Nebe178/8)

Bu âlemde o hayatın zuhûr etmesine cisimlerin kesâfeti (koyuluğu ve ağırlığı) mani olmuştur. Ehlullahın kemâlâtını, letâfetlerini (incelikleri) bulmakla bilirsin. Bu dünyada görmekten men edilmek dahi bu sır üzere bina edilmiştir. Onun için basîret erbâbı, bâtın ile vücûdu beraber idrâk ve müşâhedeyi kabul ederler.

Hasıl olsa dil-e tecellî Hakk, rûşen olurdu hânesi mutlak
Hâne kim ruzûnesi yoktur, nur-u hurşitten oluptur muğlak..

Gör her cism-ü cân içre, bir öz ki, cânı cân ehli
Bilir bu remzî Ey Hakkı, hayat-ı câvidân ehli.. (XL)

وَ حِجَابـُكَ اْلأَعْـظَمُ الْقۤــائِــمُ لَـكَ بَيـْـنَ يَدَيـْكَ ﴿﴾
“Huzurunda durabilen en büyük perdedârındır.”
Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî, mutlak varlık ile yokluğun arasındaki perdedir. Onların karışmasına da engeldir.
Yukarıda vasıta ifâdesine uygun olarak, burada hicâb mânâsına hâcib (perdedâr) mânâsını kullanmak gerekir. Çünkü hâcib burada bevvâb (kapıcı) mânâsına da gelir. Bevvâb, giren ve girilecek şeyin vasıtasıdır. Büyük hicâbın mânâsı hakîkâtte açıktan açığa görülen Ridâ-i Kibriyaya(XLI) işârettir.

Hakîkâti rütbe ve makam yeri demektir. Bu misal olarak rütbenin aslına görmek ona bağlı oldu. Gözle görünen ridâ (cübbe), basîretle görünen ridâdan farklıdır. Nitekim Arap adetinde ridâ, baştan ayağa giyilen elbisedir. Görünen elbise insanın kendi değildir. Nitekim çekirdek, ağaç sûreti ile zâhir olur. Ateşle anlaşılan ağaçtır. Çekirdekte bâtınî özde ağaç müşâhede edilir. Bu mertebe-i zuhûrattır. Bu zuhûrat her şeye Hakîkâtı MuhaMMedîyeden verilen hisse kadardır.Her mertebenin hicâbtan bir hissesi vardır. Hakîkât-ı MuhaMMedîye ise bu hicâbların toplamı ve en büyüğüdür.

Bilinir ki, aynada görenlere hicâb olmaz. Belki ayna görmeğe vasıta olur. Nitekim ridâ köre hicâb olmaz. Fakat dışardan görene elbette hicâb olur. Salavât-ı şerîfedeki hicâb-ı Hakk’tan murat, Hakk’a hicâp gereklidir demek değildir. Çünkü hicâb ile mahcûb (perdelenen) olmak, sınırlı olanların sıfatıdır. Duyular geniştir sınırları sonsuzdur.
Buna göre Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz halkla Hakk arasında hicâb, vasıta ve aslın görülme sebebi olmasıdır.

Veziriâzam dahi, halk ile sultan arasında hicâbdır. Yani Allah celle celâlihu dışarıdan hicâb ile perdelenmiş ve gizlenmiş değildir. Belki kendi sıfatları ile gizlenmiştir. Hicâb ile perdelenmenin arasındaki fark açığa çıkmış oldu. Çünkü görmek ebedîdir. Hicâb da bu görmekle beraberdir. Onun için salavât-ı şerîfede الْقۤــائِــمُ لَـكَ diye geldi. Yani görmek bu ayna ile olduğu bilinsin. Çünkü Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî her zaman huzûr-u ilâhîdedir ve görenlere de vasıtadır.

اَللـَّهُمَّ اَلـــْحِـقْنى بِنَسَبِـه وَ حَقِّـــقْنـى بِحَسَبـِه
“Allah’ım, beni O’nun soyuna ilhâk eyle, O’nun sahib olduğu şerefe beni lâyık kıl.”

Neseb ebeveyn ciheti ile olan ortaklıktır. Yakın akrabalığa sebeb bir olgudur. Haseb kişinin nefsinden baba ve ecdadından olan iftihar edilen şeylerdir. Hadîs-i şerîfte;
كـل سبـب و نسب يـنقطع يوم الـقيـامة الا سبـبى ونـسـبى “Kıyamet günü sebebler ve nesebler kesilir, Benim neseb ve sebeblerim kesilmeyecektir.” Allah celle celâlihu insan cinsini muhtelif terkiplerden yaratmıştır. Sûret âlemi, halktan; rûhî âlem emirdendir(XLII).

nOtLar:

(XL)-Gönülde Hakkın tecellîleri olursa, hânesi şenlenir. Bir hânede günlük ve güneşlik yoksa, güneşin nûrundan mahrum demektir.
Gör her cismin içindeki cân, cân ehlidir, Bunu Hakkı bilir, çünkü sonsuzluk yurdunun ehlidir.
(XLI)-Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) hadisi kutsîde “ Büyüklük izarım (etek), kibriyalık ridam (cübbe) dır” buyurdular.
(XLII) -Âlem : Bütün cihan, kainat. Her şey.

Âlem-i Asgar: En küçük âlem. İnsan.
Âlem-i Berzâh: Kabir âlemi.
Âlem-i Ceberût: Azâmet ve kudret âlemi. Kudret âlemi. Lâhut âlem-i ile altta bulunan melekût âlemi arasındaki âlem.
Âlem-i Ekber: En büyük âlem. Kâinât.
Âlem-i Emir: Ruhlar âlemi, zaman ölçüsü bulunmayan, Allah’ın emriyle vasıtasız yaratılmanın olduğu âlem.
Âlem-i Ervâh: Ruhlar âlem-i.
Âlem-i Esbâb: Sebebler âlem-i. Dünya.
Âlem-i Fâni: Geçici âlem. Dünya.
Âlem-i Gayb: Zâhiren hissedilmeyen, ruhlar, melekler ve cinlere mahsus âlem.
Âlem-i Kevn: Varlık âlemi. Kâinât.
Âlem-i Lâhût: İlâhî âlem. Rûhânî mânevî âlem. Yani keyfiyeti, belirtisi olmayan gözlerin idrakinden gizli olan âlem demektir.
Âlem-i Mâna: Ehline açık olan, mânen anlaşılan âlem.
Âlem-i Melekût: Melekler âlem-i.
Âlem-i Nâsût: İnsanlar âlem-i.
Âlem-i Şehâdet: Dünya.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

İnsanın nesebi rûhunadır. Rûhun intisâbı Allah celle celâlihu’dır. Kur’ân-ı Kerim’de و نـفخت فـيه مـن روحـي “Ona ruhumdan üflediğim”

فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينَ
"Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fe kaû lehu sâcidîn (sâcidîne).: Artık onu dizayn edip, içine ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secde ederek yere kapanın!” (Hicr 15/29)

Hadîs-i şerîfte; انـا مـن الله والمـؤمنـون مـنى “Ben Allah’tanım, mü’minler Ben’den” (Bana verilen nurdan) gelmiştir. Havâss ehli bu nesebtendir. Bu neseb ehline galip olan rûhâni özelliklerdir. Yani şevk, muhabbet, taleb (mânevî makam arzûsu), hilm (yumuşaklık), kerem (cömertlik) ve hakîki takvâ vb.dir. Yüksek meziyetleri toplamak ile bu neseb hasıl olur. İnsanın beşerî sûreti çamurdan yaratılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de هو الذي خلقـكم مـن طين “O, Yüce Yaratıcıdır ki, sizi bir çamurdan yarattı.”

هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن طِينٍ ثُمَّ قَضَى أَجَلاً وَأَجَلٌ مُّسمًّى عِندَهُ ثُمَّ أَنتُمْ تَمْتَرُونَ
"Huvellezî halakakum min tînin summe kadâ ecelâ (ecelen), ve ecelun musemmen indehu summe entum temterûn (temterûne).: Sizi topraktan yaratan, sonra bir ecel (zaman dilimi) tayin eden O’dur. Ve ecel-i müsemma (mekânı ve zamanı belirlenmiş ecel) Allah’ın katındadır. Sonra da siz, şüphe ediyorsunuz.” (En’âm 6/2)

Bu sebebten dolayı insanlarda galip olan beşerî özelliklerdir. Yani hırs, şehvet, nefs-i hevâ, gazab, boş şeylere heves etmek, aşağılık şeyler de mahvolmasıdır.

Geçerli olan neseb mânevî nesebtir. Bu ise takvâdır. Yoksa çamur ve sûretten olan değildir.
Haseb ile murad Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin ahlâkıdır. Hazreti Âişe (radiyallahü anha) Annemizden Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in ahlâkı sorulduğunda: “Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in ahlâkı Kur’ân-ı Kerim’dir” buyurmuşlardır. Yani dışı Kur’ân-ı Kerim’le amel ettiğinden başka, bâtınını (iç âlemi) dahi hakkıyla vasıf olduğu gibi iftikâr makâmina(XLIII) sahib idi.

وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ
---“Ve inneke le alâ hulukın azîm (azîmin): Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak üzerindesin..” (Kalem, 68/4)

Aişe radiyallahu anha: “O ahlâk bakımından insanların en iyisi idi” buyurdu.
(Tirmizî, Birr, 69, IV, 368)

“Ve Onun ahlâkı Kur’ân ahlâkıdır.”
(Müslim, Salatü’l-Müsafirin, 139, I, 512)


(XLIII)-Hadîs-i şerîfte bu sırra işaret şöyle gelir.
اللهـم اغــنـنى بـالإفتـقار الـيـك”Allah’ım Sana (iftikâr ile) muhtaç olmak ile beni zenginleştir.” (başka bir rivâyette devâminda; “Fakat Sen’den müsteğnî (zenginleşmek) olmak sûretiyle beni fakirleştirme” gelmiştir.)


Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Allahümme ağninî bi'1-iftikari ileyk: Allah'ım sana muhtaç olmak¬la beni zenginleştir. (Ferah, II, 85; Makâlât, vr. 266, Kitabü'n-Netice, II, 34 135, 229. Bursevî'nin müttefekun aleyh dedi.)

İnsân-ı Kâmil bu hakîki şeref ile muttasıftır. Nakıs (eksik) insan nefsin istekleri ve noksan şeylerle bezenmiştir. Bu kelâmda الحقـني (ilhâk) حققنى (tahkîk) ten önce gelmiştir. Çünkü bu işin evvelî tağlik (bağ), ortası ilhâk (karışmak), sonu tahkiktir (hakîkâti görmek). Allah celle celâlihu fazl-ı keremi ile bizi muhakkîklerden eylesin Âmin!.

وَ عَــرِّفـــْنى اِيـّاَهُ مَعْرِفــَةً اَسْلَمُ بِــهاَ مِنْ مَــوَارِدِ الْجَهـْلِ
“Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizi bana öyle tanıt ki, bununla cehâlet kanallarından kurtulup selâmet bulayım!.”

Mârifetin hakîkâti Allah’ındır. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ise hakîkâtin ağacı ve neticesidir. Onsuzda olmaz. Mârifet aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ile taleb edilir.
Mârifet ile iki cehâlet giderilir.
Birisi vasıta iledir. Yani kitablardan ve üstadların ağzından giderilir. Buna vech-i âm (umûma) ait olan bilgi derler.
Diğeri ise vasıtasızdır. Zarûrî bilgi ve ilham yolu ile olan mârifettir. Buna vech-i hâs (hûsûsi) bilgi derler.
Birinciye işaret eserlerde “İlm-i insanların ağzından alın”, hadîs-i şerîfte ise “Bir şey hakkında şüpheye düşerseniz önce Kur’ân-ı Kerim’e sonra sünnete müracaat edin” gelmiştir.

İkinciye işaret Kur’ân-ı Kerim’de واتقوا الله ويعلمكم الله
“Allah celle celâlihu’tan korkunuz. Allah celle celâlihu sizlere öğretiyor.”

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإن كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُواْ شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُواْ وَلاَ تَسْأَمُوْاْ أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيرًا أَو كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُواْ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْاْ إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُواْ فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
"Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ tedâyentum bi deynin ilâ ecelin musemmen fektubûh (fektubûhu), velyektub beynekum kâtibun bi’l- adl (adli), ve lâ ye’be kâtibun en yektube kemâ allemehullâhu felyektub, velyumlilillezî aleyhi’l- hakku velyettekıllâhe rabbehû ve lâ yebhas minhu şey’â (şey’en), fe in kânellezî aleyhi’l- hakku sefîhan ev daîfen ev lâ yestatîu en yumille huve felyumli’l- veliyyuhu bi’l- adl (adli), vesteşhidû şehîdeyni min ricâlikum, fe in lem yekûnâ raculeyni fe raculun vemraetâni mimmen terdavne mine’ş- şuhedâi en tedılle ıhdâhumâ fe tuzekkire ıhdâhumâ’l- uhrâ ve lâ ye’be’ş- şuhedâu izâ mâ duû, ve lâ tes’emû en tektubûhu sagîran ev kebîran ilâ ecelih (ecelihî), zâlikum aksatu indallâhi ve akvemu li’ş- şehâdeti ve ednâ ellâ tertâbû illâ en tekûne ticâreten hâdıraten tudîrûnehâ beynekum fe leyse aleykum cunâhun ellâ tektubûhâ ve eşhidû izâ tebâya’tum, ve lâ yudârra kâtibun ve lâ şehîd (şehîdun), ve in tef’alû fe innehu fusûkun bikum, vettekûllâh (vettekûllâhe), ve yuallimukumullâh (yuallimukumullâhu), vallâhu bi kulli şey’in alîm (alîmun).: Ey iman edenler! Birbirinize belirli bir süreye kadar borç verdiğiniz zaman onu yazın (senet yapın). Aranızda bir kâtip onu adaletle yazsın. Ve kâtip, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, aynı şekilde yazsın. Üzerinde hak bulunan (borçlu) da yazdırsın. Ve Rabbi olan Allah'a karşı takva sahibi olsun (ve emirlerinden sakınsın) ve ondan bir şey eksiltmesin. Fakat, eğer üzerinde hak olan (borçlu) olan kişi, sefih (aklı ermeyen) veya zayıf (küçük, güçsüz) ise veya kendisi onu (söyleyip) yazdıramayacak bir durumda ise o taktirde velîsi onu adaletle yazdırsın. Ve erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun. Fakat eğer iki erkek bulunamıyorsa, o zaman şahitlerden razı olacağınız bir erkek ve iki kadını (şahit) tutun ki, ikisinden biri unutursa o taktirde, diğeri ona hatırlatır. Şahitler çağrıldıkları zaman (şahitlikten) kaçınmasınlar. Borç büyük olsun, küçük olsun vadesine kadar onu yazmaktan usanmayın. İşte bu, Allah'ın katında en adil ve şahitlik için en sağlam, şüphe etmemeniz için en yakın olandır. Ancak aranızda devretmeye hazır olan peşin bir ticaret (alım-satım) ise o zaman bunu yazmamanızdan dolayı sizin üzerinize bir günah yoktur. Alım-satım yaptığınız zaman da şahit tutun. Kâtibe (yazıcıya) ve şahitlere bir zarar verilmesin. Eğer bunu yaparsanız (bir zarar verirseniz), bundan sonra o mutlaka sizin için bir fısk olur. Allah'a karşı takva sahibi olun. Allah size öğretiyor. Ve Allah, herşeyi en iyi bilendir.” (Bakara 2/282)

Kendi kendine olan bilgi, vasıta ile olan bilgiden faziletli olmakla beraber salavât-ı şerîfede Hakka nisbet edildi. Beyazıd Bestâmi kaddesallahu sırrahu Hazretleri kelâmında:

اخذتـم علـمكم مـيتا عـن مـيت واخـذنـا عـلمـنا عـن الحـى الذى لا يـمـوت
“Siz ilminizi kalbi ölü olanlardan aldınız. Biz ise ilmimizi ölümsüz diriden aldık” buyurdular.

Mârifetten gaye Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizi BİLmektir. aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz, Allah’ın zât, sıfat, sözler ve hallerini bilmek ile bütün yollarını kendinde toplamış olmasıdır. Mârifet ve bilgi kâmiller yanında aynı şeydir. Filozoflar yanında ise çok fark vardır. Bazı filozoflar ise “âlim âriften üstündür” dediler. Zirâ ilim tasdik, mârifet tasavvur yönündendir. İlim hakîkâti idrâk, faziletlerini idrâk ise mârifettir. Kur’ân-ı Kerim’de;
هـل يـستوى الذيـن يـعـلمون و الذيـن لا يـعـلمون
“Hiç bilenler ile bilmeyenler eşit olabilirler mi?”

أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاء اللَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
"Em men huve kânitun ânâel leyli sâciden ve kâimen yahzeru’l- âhırate ve yercû rahmete rabbihî, kul hel yestevîllezîne ya’lemûne vellezîne lâ ya’lemûn (ya’lemûne), innemâ yetezekkeru ulû’l- elbâb (elbâbi).: Gece boyunca secde ederek ve kıyamda (ayakta) durarak kanitin olan, ahiretten çekinen (korkan) ve Rabbinin rahmetini dileyen mi? De ki: "(Hiç) bilenle bilmeyen bir olur mu? Ancak ulûl’elbab (daimî zikir sahipleri) tezekkür eder." (Zümer 39/9)
Bilgi, ilme şerefinden dolayı tahsis edildi.

Hadîs-i şerîfte: انـا مـديـنة العـلـم و عَلِىٌّ بـابـها “Ben ilim şehriyim, Hz.Ali kerremâllahü veche kapısıdır” (Suyuti Câmiu’s- Sağir).

Başka bir hadîs-i şerîfte: انا ميـزان الحكمة وعلى لسـانه “Ben hikmetin ölçüsüyüm, Hz.Ali kerremâllahü veche de sözcüsüdür.”
İmam Gazali kaddesallahu sırrahu Risâleyi Akliye’sinde bu konu geçer.

Salavât-ı şerîfedeki mârifet ile murad ilimdir. Onun için cehâletin karşılığı olarak getirildi. Cehâletin her türlüsü ilim ile giderilir. Yoksa tasavvuryönünden olan mârifet ile giderilmez. Lâkin burada lisana uygun deyim olarak diye mârifet geldi.

Mârifet iki türlüdür: Hakkânî, Şeytânî.
Hakkânî, zâhirde kitab, sünnete; bâtında zevk ve erbâb-ı hakâika uygun olandır.
Bu sayıların dışındakiler şeytânidir.
İlme uygun olmayan mârifet muteber değildir. Çünkü faydası yoktur. Kelâmın mânası budur ki, Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizi bir târif ile bilelim ki, vâridatlar ve mârifet yolunda cehâlete düşmekten O’nunla selâmet bulalım. Her şeye ve mevzûya lâyık olan ilim ehli olalım.

Murg-i cân uçmağa ilim ve ameldir iki yer
Yoksa olurdu hevâ-i cehlde zîr-u zeber.(XLIV)

(XLIV)- Can kuşunun uçacağı iki yer ilim ve ameldir. Yoksa nefis, cehâletle karma karışık olurdu.


وَ اَكْــرَعُ بِــهاَ مِنْ مَــوَارِدِ الْـفَـضـْلِ ﴿﴾
“Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizi bana öyle tanıt ki, bununla fazilet pınarlarından kana kana içeyim.”


كـرع Suyu el ve kap kullanmadan yerinden ağızla içmek demektir. Fâzilet kazancından başka şeyler çalışma ile hasıl olan ilâhî ni’metlerdir. Maksud peygamberlik mârifeti ile üstün fazilet ve ni’metleri taleb etmektir. Onun için bu tâbir kullanıldı. Çünkü كـرع de vasıta yoktur. El ve kap vasıta cinsindendir. Fazilet ise çalışmadan ve vasıtasız olandır.

وَ اَحْمـِلْنـى عَـلىَ سَبـِيلِـه اِلـىَ حَضْــرَتــِكَ حَمْـلاً مَحْفـــُوفــًا بِنُـصْرَتـِكَ
“Allah’ım, bana Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin yolu üzerinde, inâyetinle kuşatılmış olarak Sen’in huzuruna giden yolda da yardım et!.”

Yol, nefis terbiyesi yoludur.
“Allah’a giden yollar, yaratılmışlar sayısıncadır.”
Fakat nübüvvet yolunun kapsamı çok geniştir. Bu sebebledir ki, MuhaMMedî meşreb olanların yaşları dahi, aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz’in yaşını dahi tecavüz etmez. Kâmil bir uygunluk vardır. Onlar ilim ve zevklerine istidâdları gücü kadar varis oldukları gibi, ömürleri bile uygunluk gösterir. (XLV)

(XLV) -Yani Fahri Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz hicri 63 yıl yaşamıştır. Sünnet ehl-i olan kişiler bu yaşı geçmeyi arzulamazlar. Ahmet Yesevî kaddesallahu sırrahu Hazretleri 63 yaşından sonra yeryüzünde bulunmayıp yer altındaki çile hânesinde ömrünü tamamlaması bu sevginin işaretidir.

Onun için salavât-ı şerîfede
الـى حـضرتـك yi mutlak söyledi. Huzurdan maksad İsm-i Âzâm’ın küllîyet makamıdır. Bu Cennet-i Adn, Vesile makamıdır. Huzur, makam-ı ilâhîde yani huzurunda durabilmek makamıdır. Bütün makamların en üstünüdür. Onun için Kur’ân-ı Kerim’deعـند ملـك مـقتدر “Gâyet kudret sahibi bir hükümdarın huzurunda bulunacaklardır.”

فِي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِندَ مَلِيكٍ مُّقْتَدِرٍ
"Fî mak’adi sıdkın inde melîkin muktedir (muktedirin).: Kudret Sahibi Melik’in huzurunda, sadıklar makamındadır.” (Kamer 54/55)

Sırrım ererse makâm-ı vasla
Bula canım o makam içinde huzur
Bu huzûra nice can vermeye
Benim aşkım âşık oluptur mağdud..

وَ اقْــذِفْ بى عَلىَ الْـبـَاطِلِ فَـاَدْمـَغَـهُ ﴿﴾
“Allah’ım, Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ile beni bâtılın tepesine öyle indir ki, beynini dağıtayım.”


Bâtıl, nefisinde vücûd, sübût ve hakîkâti olmayan demektir. Sofilere göre iki kısımdır.
Hakîki Bâtıl; ilim âlemi ve ayn (asıl) âleminde onunla tecellîsi olmayandır. Hâkîki yokluk da derler.
İzâfî Bâtıl; kendisi ile tecellî olan dışta görünen mevcûdattır. Geçici yoklukta denir.

Âlem-i vücûdda ise Hakîki Bâtıl yoktur.
Hakîki Bâtıl olması mümkün olmayandır. Buna göre izâfî bâtılın hakîkâti Hakk’a uygun olmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de;
ربنا مـا خلقت هـذا بـاطـلا “Rabb’imiz, Sen bunu boşuna yaratmadın”

الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
"Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkı’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ (bâtılan), subhâneke fekınâ azâbe’n- nâr (nârı).: Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.” (Âl-i İmrân 3/191) buyrulur.

Bâtıl, Hakk’ın dışında olan her şeydir. Hâkîki vücûd Allah’ındır. Bâtılda bekâ yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de
ان البـاطـل كـان زهـوقـا “Muhakkak bâtıl yok olmaya mahkumdur.”

وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
"Ve kul câe’l- hakku ve zeheka’l- bâtıl (bâtılu), innel bâtıle kâne zehûkâ (zehûkan).: De ki: “Hak geldi, bâtıl zail oldu (yok oldu). Muhakkak ki bâtıl yok olacaktır (yok olmaya mahkûmdur).” (İsrâ 17/81) buyrulur.

Fakat Hakk ve bâtıl birbirlerini takib eder. Çünkü birbirlerinin gereğidir.
وَ زُجَّ بى فى بِحـَارِ اْلأَحَـدِيــَّةِ
“Allah’ım, Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ile beni ehadiyyet(XLVI) deryalarına al!.”

(XLVI)-Ehâdiyyet: Allah’ın her bir şeyde kendine ait birlik tecellîsi. Bir olmak; fakat sayıdan olmayan birlik. Vâhidiyyet: Allah’ın bütün eşyada birden birlik tecellîsidir. Bilindiği üzere ehâdiyyet zât-a, vâhidiyyet sıfatadır.
Ehâdiyyet, Zâtın tecellîsinden ibarettir. Bu tecellîde isimlerin, sıfatların ve bunların müessirlerinden olan hiçbir şeyin zuhûru yoktur. Çünkü ehâdiyyet, Hakk ve halkın itibarlarından sıyrılmış olarak tecellî eden sırf zâtın ismidir. Tecellîlerin en ulvîsidir. Mahlukun bununla vasıflanması mümkün değildir.
Vâhidiyyet, zâtın mazharıdır ve sıfatların ayrılığını toplayarak zuhûr eder.
Bilmek lâzımdır ki; Ehâdiyyet, vâhidiyyet ve ulûhiyyet arasındaki farklar şöyledir.
Ehâdiyyette isim ve sıfatlara dair hiçbir şey zâhir olmaz. Sırf zâttan ibarettir.
Vâhidiyyet isim ve sıfatlar, müessirleri ile beraber zâhir olur. Bu zâhir oluş yine zâtın hükmü iledir. Yoksa zâttan ayrılma demek değildir. Bu bakımdan sıfatların her biri diğerinin aynıdır.
Ulûhiyyette isim ve sıfatların her biri kabiliyet ve istihkâk hükmü ile zâhir olur. Ulûhiyyet tecellîsi, bütün tecellîlerin hükümlerine şâmildir. Zirâ ulûhiyyet, her haklıya hakkını verme tecellîsidir.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SALÂVÂT-ı MEŞÎŞ ŞERHi

Mesaj gönderen kulihvani »

وَ انَـــْشُلـــْنى مِنْ اَوْحـَالِ الــتَّــوْحـِيـدِ
“Allah’ım, Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ile beni tevhidin hallerinden süratle geçir.” (XLVII)

وَ اَغْــرِقْــنى فى عَيـْنِ بَحْــرِ الْوَحــْدَةِ حَتىَّ لاَ اَرَى وَ لاَ اَسْمَعَ وَ لاَ اَجِدَ وَ لاَ اُحِسَّ اِلاَّ بِـهاَ
“Allah’ım, Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ile beni vahdet (birlik) denizinin kaynağına gark et, öyle ki, sadece O’nunla göreyim, O’nunla işiteyim, O’nunla bulayım, O’nunla hissedeyim.”

وَ اجْـعَلِ اللـَّهُمَّ الْحِـجاَبَ اْلأَعْظََـمَ حَياَةَ رُوحى
“Allah’ım, en büyük perdedâr(XLVIII) olan Hz. MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizi ruhumun hayatı kıl!.”

Hadîs-i şerîfte: انـا مـن الله و المـؤمنـون مـنى “Ben Allah celle celâlihu’tanım, mü’minler Ben’dendir” gelir.
Hiçbir ruh yoktur ki, rûhu âzâm’dan (büyük ruh) feyzlenmesin ve bekâsı ondan yardım bulmasın. Bu hayatın evvelînde ruh, sonra beden gelir.
Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz ruhların babası olduğu gibi hayatında babasıdır. Bazı kitablar da Hazreti İsâ aleyhi’s-selâm’ın babası olduğu yazılıdır. Çünkü Hazreti İsâ aleyhi’s-selâm’a üfürülen ruh Rûhul Kudüs’ten, Rûhul Kudüs’un nuru Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizden alınmıştır. Hayat ruh ile olmadıkça, insan ölü gibidir. Maksut olan hayat, ruhî hayattır. Hayvan-i nefs böyle değildir.

Fuzûlî şöyle demiştir.:

Şehîd-i aşk olup feyz-i bekâ kesb eylemek hoştur
Ne hasıl bî-vefâ dehrin hayatı müsteârından..(XLIX)

Yani bâki hayat fâni hayattan faziletlidir. Bu sebeble mü’minler ve evliyâlar hakkında:

اولـياء الله لا يـموتـون ولـكن يـنقلـبـون مـن دار الـى دار
“Evliyâlar ölmezler, belki bir evden başka bir eve geçiş yaparlar” buyrulmuştur.
Bazı rivâyetlerde evliyâullahtan bedel mü’minler olmuştur. Bundan maksad kâmil mü’minlerdir. Bu hayatı bâkiye sebebiyle kâmil mü’minlerin bedeni bozulmaz. Bu bir hakîkâttir.(L)

وَ رُوحَـهُ سِـرَّ حَقِــيقَـتى
“Allah’ım, Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin ruhunu hakîkatimin sırrı eyle.”

Rûhu MuhaMMedîye’de iki mânâ hatıra gelir. Biri ruhların hayatı diğeri hakîkâtlerin sırları olmasıdır. Hayat ile sır aslında birdir. Zirâ her şeyde olan Hakîkât-ı MuhaMMedîye hassası zikredilen hayat ile beraber olmuştur. Yani ruhumuz aslında Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizden bize düşen kısımdır. Buna göre mânâ O’nun bana olan yakınlığına göre, bende müşâhedesini ve güzelliğini gerçekleştir.

وَ حَقِـيـقَـتَهُ جاَمِـعَ عَواَلِمـى بِتَــحْقِــيقِ الـــْحَـقِّ اْلأَوَّلِ ﴿﴾
“Allah’ım, Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin hakîkâtini ilk hakkın gerçekleşmesi ile âlemleri kaplayıcı (kuşatan) kıl!.”

Geçen bahislerde anlattığımız üzere Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin hakîkâti İsm-i Âzam’dır. Çünkü adı İsm-i Âzamı, İsm-i Âzâm bütün isimleri topladığı gibi, Hakîkât-i MuhaMMedîye de bütün hakîkâtleri toplar.

Hakkü’l Yakîn’in hakîkâti ve bâtını bu hakîkâte mahsustur. Âlemlerden murad seyreden âlemlerdir. Bunlar 360 bin âlemdir. Gayb ve şehâdet âlemlerinde inen ve çıkan mertebeler çoktur. Bütün âlemlerde Hakîkâti MuhaMMedîye’yi müşâhede etmek sûretiyle devir etmek büyük bir rütbedîr.

بِتَــحْقِــيقِ الـــْحَـقِّ اْلأَوَّلِ ile Allah’ın ferdiyyetine (birliğine) işaret eder. Bu Allah’ın ilk yaratılıştaki hüviyetidir. (yalnız başına kendisiyle olduğu hal) Buna الـــْحَـقِّ اْلأَوَّل denmiştir. Mertebeler ve tecellîyatlar bunun açılımlarıdır. Onun için her şeyde aslı müşâhede etmek vahdettir. (Allah’ın birliğini görmektir) Ağaçta sesin müşâhede edilmesi gibi. (ney gibi) (Aslında ağaç sesiz bir madde iken sırrını keşfedene sesini bahşeder. Her insan ney çalgısına ses verdiremez.)

ياَ اَوَّلُ ياَ اَخِـرُ ياَ ظاَهـِرُ ياَ باَطِـنُ
“Yâ Evvel celle celâlihu, Yâ Âhircelle celâlihu, Yâ Zâhircelle celâlihu, Yâ Bâtıncelle celâlihu”(Başka bir mânâya göre)
“Yâ Evvel aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî, Yâ Âhir aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî, Yâ Zâhir aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî, Yâ Bâtın aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî” (LI)

Evvel sırların inişi için, Âhir çıkılan sırların sonu için Zâhir Vücûd-u Hakk’a bakıldığında, Bâtın halkın vücûduna bakılınca söylenir.
Bu dört isim ilâhî isimlerin Ümmühât-ı Esmâ’sıdır. (isimlerin anaları). “O evvelî ve aynı anda sonu olmayan, zâtı açık ve aynı anda gizli olandır.”
Boyutların olmadığı bir zâttır. Yaratılanlar zıtları ile hayat bulurken, O zâtında zıtları olmadan vücûd bulan mutlaktır. Zıttı olmayan birdir. O her şey ve yerdedir. Fakat her zâhiri O, zannetmemelidir. Çünkü O zâhir olmakla beraber bâtındır. Akıl ile anlaşılamayacağı, hayal ile tahayyül olunamayacağı gibi, hakîkâti akılların idrak ve ihatasına sığmaktan münezzehtir. Ne yalnız zâhir ne de yalnız bâtın diye hükmetmemeli, zâhir ve bâtın demelidir. Evvel ve âhir de böyledir.

Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî için ise bu konuda aynı müteâlayı yaparken ilâhlık vasfı dışında hepsi gerçektir. Âlem, Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî olmadan hiçbir şekilde ifâde ve hayat bulamaz. Sultanın huzurunda vezirinden başka kimse konuşamazsa Allah’ın huzurunda peygamberler ve melekler dahil olmak şartı ile kimse konuşmak şöyle dursun, huzûra çıkmak dahi mümkün olmadığı gibi varlığı hesaba dahi katılmaz.

Bu gerçekten Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’in varlığının evvelî, sonu, zâhiri ve bâtını için açıklama yapmak mümkün değildir.
Bu isimler için çok açıklamalar vardır. Fakat bu kadar ile iktifâ uygun görüldü.
اِسْمَـعْ نِـدَائى بِمـاَ سَمِعْـتَ بِـه نِدَاءَ عَـبْـدِكَ زَكَــرِيـّاَ عَلَيــْهِ السَّلاَمُ
“Allah’ım, Kulun Zekeriyyâ aleyhi’s-selâm’ın nidâsını işittiğin gibi benim nidâmı da işit.”

Bu konu Kur’ân-ı Kerim’de:

“O vakit ki, Rabb’ine gizlice bir dua ile duada niyazda bulunmuştu. Demişti ki: YâRabbî!. Muhakkak benim kemiklerim zayıfladı, başımın tüyü de tutuştu (beyazladı), Sana ne dua ettim ise mahrum kalmadım. Ben arkamdan takib edecek akrabamdan korkmaktayım. Eşim de kısırdır. Artık bana Sen kendi tarafından bir oğlu bağışla. Hem bana vâris olsun hem de Yakub hânedânına vâris olsun. Onu katında rızaya mazhar buyur. Ey Zekeriyâ!. Seni bir oğul ile müjdeleriz ki, adı Yahyâ’dır. Onun için evvelce kimseyi bir adaş kılmadık. Dedi ki: YâRabbî!. Bana nereden bir oğul olabilir?. Eşim ise kısır olmuştur. Ben de ihtiyarlıktan son yaşa yetişmiş oldum. Buyurdu ki: Öyledir. O bana kolaydır ve muhakkak ki, ben seni bundan evvel yaratmıştım, halbuki, sen hiçbir şey değildin. (Meryem 19/3-9)” açıkça anlatılmıştır.

Zekeriyyâ aleyhi’s-selâm Allah’a gizli bir sesle dua etmesi büyüklerin huzurunda olanın sesinin yüksek çıkmadığı içindir. Nidâ dua etmek makamındadır. Buradaki duada insanların yaşantısında olmayacak bir isteğin, olabilirliği vardır.

Bu salâvât-ı şerîfe ile dua eden Efendimiz Allah’ın rızasına muhâlif bir şey istemiyorsa, aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’i vesile ederek isteğine kavuşacaktır. Yine bu salâvât-ı şerîfeye devâm edenlerin lafzen dua etmese bile gönülden murad ettikleri isteklerin muhakkak olacağı açıklanmıştır. Gönül istekleri ise Allah celle celâlihu katında geçerli isteklerdir.

وَ انْصُــرْنى بِكَ لَكَ ﴿﴾
“Allah’ım, Sen’in rızan yolunda bana yardım et.”
“Allah’ım, Sen’in yoluna, Sen’inle yardım et.”

Bana yardımınla, nefsim üzerime Senin ile, Senin için, benim dileklerim olur. Benim dileğim ise Sana vuslattır. Fakat bana olan yardımını bizzât Sen’inle isterim. Sen benim işlerimin de velîsi ve kefili ol. Çünkü kuvvet ve yardıma ancak Sen’inle kavuşurum. Benim muradım ise her şeyde tam bir fenâya kavuşmaktır. Düşüncelerim ve vücûdumla Sen’de yok olarak feyiz bulurum.

وَ اَيِـّـدْنـى بِـكَ لَــك
“Allah’ım, Sen’in rızan yolunda beni kudretinle destekle.”
“Allah’ım, Sen’in yolunda gitmek için, Sen’inle destek istiyorum.”

Beni meleklerin, lâhûtî yardımının bereketiyle takviye et, vehmin (mânâsız korku, düşünceler) ve ihânetin kuvvetlerine kahır ile güçlü olayım. Sonunda nefsim âlemin karanlıklarına meyilden ayrılıp âlemin nurlarına yükselsin. Bu sebeble nefsim kemâllere ulaşıp, müşâhedeye kavuşsun. Bu ise nur farkı ile olur. Bunun için kuvvetli nur, açık deliller bulup, hak ve mâsivâyı birbirinden fark ve teşhis edeyim. Bununla göğüsün genişlemesi ve kalbin açılması gerçekleşir. Bu hali bile Sen’in için et. Çünkü biliriz ki, dilekler Sen’inle Sana yönelmekle ve Sen’inle olur.

وَ اجْـمَعْ بَـيْنى وَ بَيـْنَـكَ وَ حُـلْ بَـيْنى وَ بَـيْــنَ غَـيْرِكَ
“Allah’ım, benimle Sen’in aranî birleştir. Benimle Sen’den başkalarının arasına gir.” (üç defâ okunacak)

Yani aradan yaratılış perdelerini, ayrılık sebeblerini ve işleri kaldır!. Beraberlik ve müşâhede ihsan et!.

Şeyh Sâdi kaddesallahu sırrahu buyurdu ki;

Ehl-i irfân dediler, sen çıkmayınca aradan
Bilmez misin kendini pinhân(LII) eyleyen.

Bu sen-den murad, yaratılışın getirdiği ilişkiler, bağlardır. Çıkmaktan murad ise bunlardan bağı koparmak ve kesmektir. Bu bağlar vücûd, zât, sıfat ve fiillerden ibârettir. Bunlar kesildiğinde gizlenen açığa çıkar. Yani kulun hakîkâti ile ilâhî hüviyet arasındaki bağlar ve kulluklar yok olur, âşık mâşuk’a, sevgili sevdiğine kavuşur. Bu cümle ile hicâb ve berzah (perde) sen-den ibarettir. Bu ise gaflettir.

Gaflet-i dil perdedir, dîdâr-ı mevlâdan bana
Perde zâil oldu ise, can gözü ile baksana(LIII)

Salâvât-ı şerîfede mâsivâya gayr denildi. Gayr Hakk’tan ayrı olan şeyler demektir.
Mevlâna Câmi kaddesallahu sırrahu; “mâsivânın vücûdu yoktur” demiştir. O zaman الـلهـم اشـغلـنـا بـك مـمن سـواك “Allah’ım Sen’in ile değil, zâtınla meşgul et” duasının mânâsı nedir diye sorulunca, cevâben; Kaffe-i Zâta (Zâtın bütün özellikleri) işarettir.. Beni zâtınla meşgul et. Sıfat ve fillerinle meşgul etme” buyurmuşlardır.

Fakat bu sıfatlara gayr demek bir görüştür. Ehl-i Sünnet ise sıfatlar için: “Allah’ın ne aynıdır ve ne gayrıdır” demiştir.
Zât-î isimler de hakîkât ise müsemmanın (isimlendirilen şey) aynî (aslı) olmasıdır. Bu isimlerden murad âlemle ilgisi olmayan isimlerdir.

اللهُ اَللهُ اَللهُ
“Allah celle celâlihu, Allah celle celâlihu, Allah celle celâlihu.”

Üç defâ söylenmesi zât, sıfat ve fiillere işâret içindir. Birincisi ile gafilleri îkaz, ikincisi âriflere târif, üçüncüsü vuslat lezzeti için söylendi. Allah celle celâlihu lafzı İsm-i Âzâm (En büyük isim) dır ve bütün isimleri kendinde toplar. Gerçekte Allah’ın bütün isimleri büyüktür.
Fakat bazı isimlere bazı hususlara istinaden;

يـا حـى يـا قـيوم (Yâ Hayyü Yâ Kayyûm) gibi İsm-i Âzâm denilmiştir.

اِنَّ الَّـذى فَرَضَ عَلَــيْكَ الْقُــرْاَنَ لَــرَادُكَ اِلىَ مَعـاَدٍ
“Muhakkak ki, Kur’ân-ı Kerim’i (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) Sana farz kılan Rabb’in elbette Sen’i dönülecek yere(LIV), döndürecektir.”(Kasas 85) (üç defâ okunacak)

Bu hâle ulaşmak için zât, sıfat ve ef’âl de fenâya kavuşmak ile olur. Bu fenâda zâtla kendisi, sıfat ve ef’âlde Hakk’la bekâ vardır.
“Vatan sevgisi imandandır” gereğince Hakk yolcusu bu fenâ ve bekâ menzillerine talib olmalıdır.

َربَّناَ آتِناَ ِمنْ َلدُنْكَ رَحََْمَة ً وَ هَىِّءْ لَناَ ِمنْ اَمِْرناَ رَشَدًا
“Ey Rabb’imiz, tarafından bize rahmet ihsân eyle, işimizden kurtuluş yolu hazırla.” (Kehf 10) (üç defâ okunacak)

Salâvât-ı şerîfeyi elif harfi ile başladığı gibi elifle bitirdiler. Başlangıç ve sonuçta elif asıldır. Hemze böyle değildir. Hareke ve sükunu birbirinden ayırmak içindir. Harflerden de sayılmaz. Elif hakkında çok kelâm edilmiştir.

Buralarda üç kere okunmanın sırrı nedir? Bir sözünüzde salâvât 11 kere okunmaya tahsis edildiğini sorarsan şu cevâbı veririz.
Mertebeler yönündendir. Yani insanlar âlemine nüzul eden ilâhî feyzler; melekût, ceberût ve lahût âlemlerinden geçerek gelir. Feyz mertebelerden geçerek gelecek olursa parlak olur. Çünkü her nesnenin evvelînden nihâyetine kadar çeşitli tavırlar zuhûr eder. Hakîkâtte ezel ve ebed, evvel ve âhir birdir.

اِنَّ اللهَ وَ مَلۤـئِــكَتَهُ يُصَلُّـونَ عَلىَ النــَّبِـىِّ ياَ اَيــُّهاَ الَّذينَ آمَـنُوا صَــلُّوا عَلَيــْهِ وَ سَلِّـمـُوا تَسْلــِيمـًا﴿31﴾
“Şüphesiz ki, Allah celle celâlihu, melekleri, O şanı yüce Peygambere çok salât etmektedir. Ey imân edenler, haydi sizde O’na çokça salât edin ve güzelce selâmlar getirin.” (Ahzâb 56)

Ey Allah’ım faziletli salâvâtların ile Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’e salât et. İlk yaratılışta O’nu yarattın. Varlığından dolayı insanlık şeref buldu. O Seni tanıtmak için yurdunu terk edip, beşer âlemine geldi. Sana kavuşmanın mertebeleri ancak O’nun yanındadır. Besmele O’nsuz mânâya gelemedi. Çünkü O be harfi altındaki noktadır. O nokta da her şeydir. Ol dediğin şeyde ancak O’nunla olur. Çünkü nisbetler ve eşyanın sırları O’nunladır. Fazilet hazinesini O’na teslim ettin. O da hazineyi yaratılmışlara kabiliyetleri miktarınca dağıttı. İsm-i Âzâm, kendisi olduğu halde Senin isimlerine bizi O yönlendirdi.

Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’i zâhir ve bâtın tılsımların anahtarları yaptın. Kulluk ve rablık sırlarını O’nda toplandın. Vâcip ve mümküne sahib iken O’nu mümkün âleminde gösterdin. O’da kulluğu kendine şeref kabul etti. Kulluk şerefide O’nunla açığa çıktı. Yaratılmışlar O’nunla kul olduklarını anlayıp ilâhlık davâlarından vazgeçtiler. Rütbeleri O tâyin etti. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî ile Hak ve bâtıl birbirinden ayrıldı. Sen’i sayılara ihtiyaç duymadan bir olarak ancak O bildi. Yemeksiz yaşayabildiği gibi ibâdetsiz zamanı da hiç geçmedi. Âlemlerin perdesi ve birleştiricisi ancak O oldu.

Biliyorum ki; Levh-i mahfûzu yazan kâlemden dökülen nurlu harfler ancak O’nunla mânâya gelebilir. Mukaddes feyizler ancak O’nunla dağılabilir. Sıfatlar ve isimler’den çıkacak ışıklara güneş, ancak O olabilir.
O birlik ve birin arasındaki ince latif çizgi oldu.

Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî ezelî isimlerden isimler yurduna inen ilâhî emirlerin vasıtasıdır. O öyle bir incidir ki, elmaslar, yakutlar, hareketler, sükunlar ve bütün olaylar O’ndan çıkar.

Ey Allah’ım! O’nu benzeri, ikincisi ve yokluğu olmayan mecbûriyet ve gâye kıldın. İlâhi hitaplarından çıkan sûretleri O’nunla meydana getirdin.

Ey Allah’ım! Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Sen’in cemâlini celp etti de celâlin sakin oldu. Büyük hilâfet elbiseni ve vücûduna zamansızlık ve mekânsızlığı lâyık gördün. Teveccühlerinin kıblesi yaptın da isimler ve sıfatlar elbiselerini giyebildiler. Sidre-i müntehâ O’na lâyık oldu. O’na verdiğin yakınlığı kullarına dahi Sen târif etmek istemedin. Sen O’nunla O Seninle oldu. Fakat O’nun gözü Senin ne varlığına takıldı, ne de ayrıldı ve karışmak istedi. Bu yakınlıktan dolayı sarhoş olup yanında kalmak arzusuna da düşmedi. Güzel sevgilin kulluğuna yöneldi.

Ey Allah’ım! Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî ile eksiklerimizi tamamla, aslımıza kavuştur Ayrılık aramızdan gitsin de zâtımız zâtı ile, sıfatımız sıfatı ile, fiilimiz fiilleri birleşsin..

Ey Allah’ım! Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî ile emniyette olup, yaşamakta zorlanmayalım. İslâm’ın ve aşkın kapıları bize açılsın. Lâilâhe İllâllah kalesine O’nunla girebileceğimiz gibi Seninle buluşmakta ancak O’nunla olabilir. Sana açılan kapı ve yol O’dur. Başka bir yolda yoktur. O bizi Sen’den koruyan hicâbtır. O olmasa idi Sen bizi, yok ederdin.

Ey Allah’ım! İstiyoruz ki, kayıdlardan kurtulup Sana kavuşâlim. Fakat her şey yine Sen’in takdirindir. Bizim varlığımız Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’e kıldığın salât iledir. Allah’ım bu salât bizde can, kan ve ruh oldu. Küfrün karanlıklarını, birinci ölümün ve ikinci doğumun sıkıntılarını bizden uzaklaştırdı. Fâni dünyada bâki hayatın diriliğini verdi.

Ey Allah’ım! Nereye baktım ise Sen’i, O’nunla buldum. O’nunla hidâyet veren oldum. Karanlığımda üzerimden soyuldu..
Peygamberimiz Efendimiz MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’yi severek ölen, imânını kurtararak ölür. Kabrini melekler ziyâretgâh edinirler. O’nu bulmadan ölenler için “Allah’ın rahmetinden umutsuzdur” yazısı, iki gözünün arasına yazılı olarak haşredeceksin.

Ey Allah’ım! Rasûlullâh aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî’ı sevdiğimiz gibi çocuklarını ve ehl-i beytini de severiz. Şu sözüne iman etmişizdir. “Rabb’im; ehl-i beytimden, sülâlemden birliğine iman edip ve Benim peygamberliğimi kabul edene azab etmeyeceğini, vaat etti” Sen ve çocukların cennette Efendilerimizsiniz. Biz Sen’i kendimizden, evlatlarımızdan ve her şeyimizden çok severiz. Canımızı isterse O’na fedâ ederiz. Çünkü “kısasta hayat vardır.” Canını uğruna pazara çıkarana elbette Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî den büyük ihsanlar olacaktır.

Ey Allah’ım! Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizi çok seviyoruz. Ne kadar üzerine salâvât getirsek, o kadar özümüzü ihyâ etmiş oluruz. O’na yakın olmak ne büyük şereftir. Ya O’ndan uzak olan….

Ey Allah’ım! Nefesini üzerimize gönder, kokusu ile hayat bulalım. Nefsimizin hakîkâtini görüp hakîkâtine ulaşâlim da evvelî, âhiri, zâhiri ve bâtını toplayalım. Uzaklar ve yakınlar kalksın, bir olalım. Biliyoruz ki, O’nun yerine ulaşamadığımız gibi, O’nsuz da yaşayamayız. Biz âciz kullarını, Güzel ve müstecab isimlerinle O’na kavuştur. İstiyoruz ki son sözümüz ise Yâ MuhaMMed aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî olsun.

وَ الْحَــمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعــاَلَمِــينَ
“ Hamd, Âlemlerin Rabb’i Allah’a mahsustur.” (Fatihâ 1/1)

İhramcızâde İsmail Hakkı

Esenler /İstanbul
16/11/2003


nOtLar:

(XLIX) Aşkı bulup, bekânın feyzine kavuşmak güzeldir. Ne hasıl oldu bu vefâsız zamanın emânet hayatından.

(L) Yaratılışta insan melek ve hayvan tarafını haiz olarak dünyaya gelir. Fakat Allah’ın yardımı ile hayvanı tarafını terbiye ve tahvil ederek, melekiyyet sıfatına erer. Burada değiştirilmesi istenen kötü ahlâkın, güzel ahlâka tahvili ve fıtratın bozulmamasıdır. Çünkü nefis başıboş bırakılırsa aşısız meyve ağaçları gibi, meyvesinden yoksun veya olgun olmayan meyveler verir.
Bıyıkları, tırnakları kesmek, koltuk ve kasıkları temizlemek vb. fıtrat amellerindendir. Bunlar bile terk edildiğinde noksanlıklar zuhûr eder. Meselâ, Beni İsrail’de erkekler bıyıklarını uzatmaya başlayınca kadınlar zinaya yönelmişlerdir. Çünkü kadın tabiatı uzun bıyığı sevmez. Bu sebebten dolayı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir şeyi tavsiye etmişse bunda ancak bir hayır ve hikmet aranmalıdır.
Nefis terbiye edilmediği zaman insanın fıtratı bozulur. Öldüğü zaman da, ölümün gerçeğini görür ve ruhu mahkum olur. Terbiye edilen nefis ruhu serbest bıraktırır. Ölümsüzlük şerbetini içer. Ölen nefistir. Fakat terbiye olmayınca da ruhu ölmüş gibi yaptırır. Ölüden bir farkı kalmaz.
Aziz Mahmud Hüdayi kaddesallahu sırrahu riyazât günlerinde çarşı pazarda gezerken daha çok ölmüş insanları gezer görmesi, yaşadığını bildiği insanları görmemesi bundandır. Çünkü nice yaşayan insanlar vardır ki onlar ölü gibidirler. Bu sebeble büyükler ölümde aradıkları husus kişideki terbiye edilmiş nefis sahibi olup olmamaya bakarlar. Çünkü bütün nefisler için ölüm yazılmış bir kaderdir. Nefis terbiye edilince bir nevi ruha döner. Ruh ölümsüzdür. Ruh zâhir ve bâtın lezzetlerini bir arada bulundurur. Rabb’i müşâhede edebilir. Hz Ebubekir (r.anh) Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz vefâtında sahabe-i güzin efendilerimiz üzülürken, O üzülmedi. Çünkü Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’in bir âlemden başka âlemlere geçiş yaptığını bilmesidir. Beşer ölümü tadacaktır. Lâkin terbiye edilmiş nefis sahibleri ölümü tatmayacaklardır. Allah celle celâlihu şehidler “bilakis diridirler ve rızıklanırlar” buyurması bu durumun en açık örneğidir.
Mevlâna Celâleddin Rûmî kaddesallahu sırrahu Hazretleri bir gün müridlerini toplayıp “bize hayat veren kan mıdır” diye sormuştur. Sonra vücûdundaki kanı bir kaba boşaltıp, kansız kalan ve sararan vücûddan “ bizde ki hayat, aşkımızdan başka bir şey değildir.“Bu cesed ve kan hayat sebebi olamaz” sözleri dökülmüştür. Diğer insanlar için dahi bu aşkın buharı olmasa idi hayat diye bir şeyden bahsetmek mümkün olmazdı.

(LI) Mecmuatü’l Ahzâb’da Abdülkadir Geylânî kaddesallahu sırrahu Hazretleri tarafından zikredilen Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizin isimlerinde ve diğer rivâyetlerde bu isimler zikredilmiştir. Belki bazı kardeşlerimiz bu açıklamadaki yorumu ilk anda taaccüple karşılayabilir. Fakat bizler Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî için bu ifâdeleri bile eksik görürüz. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimiz için Allah demekten başka her mükemmel sıfat, ismi ve şeyi lâyık görürüz. Fahr-i Âlem MuhaMMed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî Efendimizi anlamak ve anlatmak Allah’ı anlatmaktan zor ve mümkün değildir. Çünkü Allah celle celâlihu için ifâdelerde deliller bulmak kolaydır. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî için ise delil getirmek bazen keşfe dayandığından mümkün olmamaktadır. Bu sözler tadanlar için kolay olduğu kadar, tatmayanlar için ise isyan mertebesinde sözlerdir. Fakat biz Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve alâ âlihî ‘çok severiz. Aşk lugâtında hata kelimesi olmaz.

(LII) Gizlenen.
(LIII) Gönlün gafleti, Allah’ın cemâlinden perdedir bana; perde kalkarsa can gözü ile kendine bak.
(LIV) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem(aleyhissalâtü vesselâm) Efendimizin Mekke’ye geri döneceği, âhirette en yüksek makama kavuşacağı.
Resim
Cevapla

“►Salavat-ı Şerifeler◄” sayfasına dön