BİZim YÛNUS EMRE ks.

Cevapla
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

BİZim YÛNUS EMRE ks.

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

YÛNUS EMRE
kaddesallahu sırrahu


ALi ÇiÇeKLi

Resim

Söze tarih yedi yüz yediyidi
Yûnus canı bu yola fidiyidi..


Böyle diyor Yûnus, “Risâlât-al Nushiyyâ” adlı mesnevîsinin sonunda. Bu kitabı, hicrî 707'de (Milâdî 1307-8'de) yazdığını söylüyor yâni.

Kitaptaki görüşler ve anlatım, Yûnus'un o tarihte olgun yaşlarda olduğunu gösteriyor. Yûnus ayrıca divânındaki başka şiirlerinde kendinden “koca=ihtiyar ve kocaldın=ihtiyarladın” diye söz eder:


“Niceler aydur Yûnus'a: "Sen kocaldın aşkı kogıl!.”
...
“Biri aydur: "Ben gördüm, bir âşık kocayımış!.”
...
“Mani yüzün gösterir bu âşıklar kocası!.”


Yûnus'un bu dediklerinden çıkacak kesin sonuç şu: Ozanımız XIV. yüzyıl başlarında sağdır, öldüğü zaman da kocamış bulunuyordu. Ayrıca Mevlânâ ile görüştüğünü de söylüyor:

“Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur!.”


Bilindiği gibi Mevlânâ, XIII. yüzyılın ikinci yarısı ortasında ölmüştür. Yûnus, bundan başka çağdaşı bazı şeyhlerin adlarını da anıyor. Örneğin:

“Geyiklünün ol Hasan söz ayıtmış kendüden
Kudret dilidür söyler kendünün söz nesidir!.”


Diyor ki bu Geyikli Baba, Orhan Gazi devrinde (1326-1329) henüz yaşıyordu. Böyle XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyıl başlarında yaşadığını bildiğimiz daha başkaları da geçiyor Yûnus'un şiirlerinde.

Böylece Yûnus'un sadece kendi dedikleri bile hiç bir kuşkuya yer bırakmaksızın gösteriyor ki, ozanımız XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyıl başlarında yaşamış ve ileri yaşlarda ölmüştür. Bu kesin..

Adnan Erzi'nin İst. Bayezit Genel Kitaplığında bulduğu belgedeki kayıt da bu kesin bilgiye uygundur. (Belge, Osman Gazi'den Kaptan-ı Derya Müezzinzade Ali Paşa'ya (Ölümü: 1571) kadar o çağların meşhurlarının ölüm ve doğum tarihlerini doğru olarak gösteren bir kronoloji cetvelidir.) Bu belgede Yûnus için de şu kayıt var:


“Vefat-ı Yûnus Emre
Sene 720 Müddet-i ömr 82”


Bundan Yûnus Emre'nin hicrî 720 (Milâdî 1320) yılında 82 yaşında öldüğü anlaşılıyor, öyle ise hicrî 638 (M. 1240) yılında da doğmuştur. Böylece Yûnus'un ölüm ve doğum tarihleri ile yaşını da saptamış oluyoruz: 1240-1320 (Yılların hesabında, hicrî takvimin 354 günlük ay yılı ile Milâdî takvimin 365 günlük güneş yılı arasındaki yılda 11 günlük, 65 yılda 2 yıllık fark unutulmamalıdır.)

Yûnus'un yaşadığı dönemi böylece kesin olarak saptadıktan sonra hayatı hakkındaki öteki kesin bilgilerimize gelince, yazık ki bu konuda hemen hiç bir şey bilmiyoruz. Yûnus hakkında bilgi veren ya da adının geçtiği başlıca kaynaklar ve belgeler şunlardır:


1-) Kendi şiirleri: Yaşadığı dönemi ve Taptık Emre'nin müridi olduğunu, Mevlânâ'ya yakınlığını gösteriyor.

2-) “Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi: Kesinliği olmayan menkâbeler, halk inançlarıdır. Bu efsânelerden birine göre Yûnus Hacı Bektaş'la görüşmüş, Yûnus'u Taptık'ın tekkesine gönderen de Hacı Bektaş'tır. “Sarıgök” köyündendir, orada gömülüdür..

3-) Bursalı Lâmii'nin “Nafahat-al Üns” Tercümesi: “Ziyâretgâh” olan mezarının “Kütahya suyunun Sakarya suyuna karıştığı yerin kurbünde” bulunduğunu yazıyor. (Lâmii'nin ölümü: 1531)

4-) Şakâik-i Numâniye Tercümesi: (1266) Taptık'ın Sakarya'ya yakın bir “karyede” gömülü olduğunu, Yûnus'un da “Bolu sancağından” olduğunu yazıyor.

5-) Bayezit II.'nin Hocası Sivrihisarlı Şeyh Baba Yusuf'un “Mahbub-ı Mahbub” kitabı: Yûnus'un Sivrihisar'da (Sarıköyünde) gömülü olduğunu söylüyor.

6-) Adnan Erzi'nin bulduğu Kütahya Vahit Paşa Kütüphânesindeki “Menâkıb-ı Evliyâ” ile yukarıda sözünü ettiğimiz kronoloji cetveli: Menâkıb-ı Evliyâ'da Yûnus'un “makam-ı mübârekeleri Sarıköydedir” deniyor.

7-) “Defter-i Hakanî” ve Vakıf arşivlerindeki kayıtlar: Sarıköy'deki, Karaman'daki vb. Yûnus Emre adını taşıyan türbe, câmi vb. vakıfları ile ilgili mütevelli tâyini, vergi, hesap gibi resmi işlem ve yazışmalar.

8-.) Niyazi-i Mısrî'nin yüreğine doğan ilham, Erzurum'lu İbrahim Hakkı'nın rüyâsı, birilerinin birilerinden işittikleri, mezar taşlarındaki balta resimleri, Şikarî'nin Karamanoğulları tarihi, Sarıköy'deki mezardan çıkan iskeletle ilgili rapor vb. gibi inandırıcı olmayan kayıt ve belgeler..

9-) Halk arasında yaygın menkâbe, efsâne, inanç ve söylentiler. (Yûnus'un bunların birleştirilmesiyle çıkan hayatı aşağıdadır.)


Bütün bu kaynaklardan ve belgelerden çıkarılabilecek kesin bilgiler şunlardır.:

Yûnus Emre dediğimiz tarihlerde Orta Anadolu'da yaşayıp ölmüş bir Türkmen köylüsüdür. Taptık Emre'nin tekkesinden yetişmiştir, “yukarı illeri”, Konya'yı vb. görmüştür. Çağına göre iyi bir öğrenimi ve sağlam bir kültürü vardır, Arapçayı ve Farsçayı, okuyup anlayacak ve çeviri yapacak kadar bilmektedir.

Yûnus'un hayatı hakkında bunun dışında yazılıp söylenenler, hele turistik tartışmalar şimdilik isbat edilemeyecek iddialardan öte geçemez..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: BİZim YÛNUS EMRE ks.

Mesaj gönderen kulihvani »

HALKın YÛNUS'u.:

Türkiye halkı, sevip benimsediği her halk büyüğü gibi Yûnus'u da efsâneleştirmiş, destanlaştırmış, onun hayatını menkâbelerle örmüştür. Yüzyıllardır -kitaplarda, resmi evraklarda yazılı olanlardan habersiz, aydınların iddialarına, taşra turizm ve tanıtma derneklerinin çıkar yarışmalarına bakmadan- şöyle bir Yûnus'a inanmaktadır.:

Yûnus, yoksul, “bî-çâre” bir Anadolu köylüsüdür. Okuma yazması bile yoktur (ümmîdir), karnını yarsan içinden “cim” harfi çıkmaz. Gerçi okula gitmiş ama, daha ilk gün, okutulanları görünce.:


Elif okuduk ötürü
Haber eyledik götürü
Yaratılmışı severiz
Yaratandan ötürü!.


Deyip o okutulanları küçümsemiş ve okulu bırakmıştır..

Evlenip çoluk çocuğa karışınca da o zamanların her köylüsü gibi yoksulluk yükünün altında ezilmektedir. Dayanılmaz bir kıtlık ve açlık yılında işitilir ki Sulucakarahöyük köyünde Hacı Bektaş adlı bir Velî, aç halka buğday dağıtırmış. Açlar, kendileri böyle açlıktan kırılırken o din ulusunun ambarlarının dolu olmasını şeyhin kerâmetine verir, gider buğday isterlermiş ondan. Yûnus da kalkar buğday istemeye gider Hünkâr'dan. Giderken de eli boş varmaya utanır, dağdan bir hurç/heybe dolusu alıç toplar, öküzüne yükleyip tutar Sulucakarahöyüğün yolunu..

Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, bu gelen Türkmen köylüsünün saf, temiz gönüllü, “bir ALLAH'ın adamı” olduğunu anlar. Buyurur ki: “İlle de buğday isterse verin. Fakat sorun bakalım, dilerse buğday yerine nâsib/nefes verelim!.”

Fakat fukara Yûnus, neylesin “nâsib”i, ne'tsin nefesi. Evde çoluk çocuk açlıktan kırılıyor: “Buğday verin, bana buğday gerek.” der.
Hünkâr ikinci olarak buyurur: “Hurcundaki alıcın her tanesi başına bir “nâsib” verelim...”

“Olmaz!.” der Yûnus, “bana buğday gerek!.”

Hacı Bektaş üçler: “Her alıcın, her çekirdeği başına on “nâsib” verelim...”

Gün gelecek Yûnus da, değil buğday, değil dünyanın bütün ni’metleri, cenneti, cennet köşklerini, hurîlerini bile istemeyecek.: “Bana SENi gerek SENi!.” diyecek..


Bize didâr gerek dünya gerekmez
Bize mânâ gerek da’vâ gerekmez
Bize aşk şerbetinden sun ey deli
Bize uçmak’taa kevser gerekmez!.


Diyecek ama şimdiye şimdi, diretir buğday isteğinde.: “Bana buğday gerek, nâsib gerekmez!.”

Dileğini yerine getirir Hacı Bektaş, öküzünün götürebileceği kadar buğday verip savar Yûnus'u. Fakat Yûnus'un yolda aklıbaşına gelir.: “Ben nasıl işledim bu yanlışlığı? “Nâsib”i alsaydım buğday nasıl olsa bulunurdu!.” deyip gerisin geri döner:
Ve.: “Ben yanılmışım, bilmedim, buğday yerine Hünkâr'ın söz verdiği “nâsib”i isterim!.” der.
Ama iş işten geçmiştir, Hacı Bektaş.: “Biz o “nâsib”in anahtarını, Taptık'a verdik, gitsin ondan alsın!.” deyip Taptık Emre'ye yollar onu.

Yûnus da varıp Taptık'ın tekkesine girer, kırk yıl hizmet eder ona. Kırk yıl sırtı ile dağdan odun taşır tekkeye. Bu kırk yılda bir güne bir gün, bir kez olsun, bir tek eğri odun getirmez tekkeye. Getirdiği bütün odunlar dümdüz, dosdoğrudur. Odun yükünü bağlarken ip yetişmeyince iki yılan gelip kendiliğinden ipin uçlarına ulanır ve kendi kendine düğümlenirler. Taptık da, müridleri içinde en çok Yûnus'u sever, gözetir.

Gelgelelim öteki müridler çekemezler Yûnus'u, çirkin bir dedikodu çıkarırlar.: “Guya Yûnus'un şeyhin kızı ile arası iyi imiş. Bu laflar Taptık'ın da kulağına gider.
Bir gün Yûnus'u denemek ister.: “Yûnus, bunca yıldır getirdiğin odunlar hep dümdüz, dosdoğru. Bu ormanda hiç eğri odun yok mu?.”

Yûnus.: “Senin kapından odunun bile eğrisi giremez şeyhim, hiç bir şeyin eğrisi giremez!.”

Taptık, o kadar sever ki Yûnus'u, sonunda kızını verip damad edinir onu. Ne var ki Yûnus şeyhine saygısından karısı olunca bile el sürmez onun kızına.

Yûnus böylesine kırk yıl sabırla hizmet eder de bir gün gelir ki sabrı tükenir, ister ki şeyhi “destur” versin, dili çözülsün, söylesin artık içinden kaynayıp coşanları. Fakat Taptık.: “zamanı var” diye “destur” vermez bir türlü. Ve Yûnus kaygılanır durur.: “Ben hiç bir zaman eremeyecek miyim yoksa, “sevgilinin didârını” göremeyecek miyim?!.”

Sonunda kırılır, küser, terk eder tekkeyi, çıkıp gider. O zamanlar “dört traş” olmuş (sakalını, bıyığını, saçını ve kaşını ustura ile kazıtmış) Abdâl Dervişler kafile kafile gezerdi köyden köye. Yûnus da onlardan bir kafileye karışır. Yollarda yemek zamanı gelince dervişlerden biri bir duâ eder, ortaya bir kap yemek gelir, yerler. Öteki öğün öteki derviş duâ eder, gene bir tabak yemek gelir. Üçüncü öğün.: “Hadi bakalım, sıra sende!.” derler Yûnus'a. Fakat ne desin, nasıl duâ etsin Yûnus? Ne yapacağını şaşırır.
Sonunda.:“Yâ RABB, beni mahcûb etme! Bu dervişler kimin için duâ ediyorlarsa, o mübâreğin yüzü suyu hürmetine gene gönder rızkımızı!.” diye duâ eder içinden. Fakat hayret! İki tabak yemek gelir bu kez. Dervişler de şaşarlar bu işe, Yûnus'a sorarlar: “Kimin için duâ ettin, doğru söyle.”

Yûnus biliyor mu kimin için duâ ettiğini: “Önce siz söyleyin!.” der, “Siz kimin için duâ ettiniz?.”

Onlar da.: “Biz Taptık'ın tekkesindeki Yûnus için duâ ettik!.”

Yûnus sözün arkasını dinliyemez.: “Eyvah, ben neler ettim, ne yaptım böyle!.” diye ellerini dizlerine çarpıp koşar tekkeye gerisin geri.
Dışarda Taptık'ın karısı “AnaBacı”ya rastlar.: “Anabacı, ben Şeyhime saygısızlık ettim, dizlerine kapanıp yalvarsam, aceb beni bağışlar mı, bağışlar da gene tekkesine kabul eder mi?.” der.

AnaBacı.: “Ne bilirim ben Yûnus, gerçekten iyi etmedin. Ama şu eşiğe boylu boyunca yat. Biliyorsun artık şeyhinin gözü görmüyor, çıkarken bastonu ile dokunur sana. “Kim bu?” diye sorar, ben de.: “Yûnus” derim. “Hangi Yûnus?” derse, bil ki bağışlamayacak seni, bekleme boşuna, çek git. Ama.: “Bizim Yûnus mu” derse dizlerine sarılıp yalvar.” der.

Öyle olur gerçekten: “Bizim Yûnus mu?.” der Taptık BaBa. Yûnus'u bağışlar ama, tekkeye geri almaz.: “Eee Yûnus, kendi mertebeni kendi gözünle görmeyince inanamadın gerçeğe. Gördün işte. Daha ne duracaksın burada. İşte asamı fırlatıyorum. Git ara, nerede bulursan orada kal, orada toprağa baş koy. Haydi uğurun açık ola!.” buyurur.

Böylece Yûnus, Taptık'ın asasını bulduğu yere yerleşir, “mürşid” olur, “irşâda” başlar. “Bir usanmaz ozan” olur, “iniler durur derdini”. Öylesine yüce mertebelere erişir ki koca Mevlânâ bile.: “İlahî Mertebelerin hangisine vardıysam, önümde bu Türkmen Kocası’nın izini buldum!.” dermiş.
Kimileri de rivâyet eder ki Yûnus öğüt bile vermiş Mevlânâ'ya.: “Çok uzun yazmışsın Mesnevî'yi. Ben olsam.:


“Ete deriye büründüm
Yûnus diye göründüm!.” derdim, olur biterdi...”


O Mevlânâ'ya böyle demese, Mevlânâ da onun için öyle demese bile Yûnus'un ünü ve şiirleri yer yüzünü tutmuş. Şiirleri toplanıp koca bir divân olmuş. Bir gün de bu divân Molla Kasım adlı bir din yobazının eline geçmiş. Bir suyun başına oturmuş bu molla, divânı yaprak yaprak okudukça.: “Bu da şiir miymiş, bu da söz müymüş!.” diye yırtar yırtar atarmış. Böylece divânın üçte birini yırtıp suya atmış, üçte birini de havaya savurmuş. Son üçte birine gelince gözleri fal taşı gibi açılmış Molla’nın.
Çünkü şunlar yazılıymış.:


“Derviş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir!.”


Molla Kasım bu yaptığından, Koca Yûnus'un önceden bilip divâna yazmasından korkuya kapılmış ve yırtmaktan vazgeçmiş artık.

Şimdi Yûnus'un elimizde bulunan şiirleri, bütün şiirlerinin sadece üçte biri imiş. Molla Kasım'ın suya attığı üçte birini suda balıklar, havaya savurduğu üçte birini havada kuşlar, elde kalan bu üçte birini yeryüzünde insanlar okuyup ezberliyormuş.. Bir rivâyete göre de Molla Kasım dört bölüğe ayırmış şiirleri, bir bölüğünü de ateşe vermiş, onlar da dumanla göğe ağmış. Onları da gökte melekler söylermiş. Böylece yerin, göğün, suyun, havanın bütün varlıkları Yûnus'un şiirlerini ezgilermiş. Bütün evreni doldurmuş koca ozan..

İşte halkımız böyle biliyor Yûnus'u, böyle inanıyor ona. Balıkları, kuşları, melekleri bilmeyiz ama ilahîleri halkın dilinde boydan boya, şiirleri yeryüzünde sınırları aşarak yayılmakta..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: BİZim YÛNUS EMRE ks.

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

YÛNUS'un SANATı.:

YÛNUS Emre, hangi edebiyat - sanat ekolünün bir başka deyişle Türk Edebiyatının hangi dalının yetiştirdiği bir ozandır? Şiirlerini halk edebiyatı geleneklerine göre mi, “yüksek zümre”, “enderun (sarayiçi)”, “okumuşlar” ya da “Divân” Edebiyatı dediğimiz edebiyatın kurallarına göre mi yazmıştır?.
Kısaca Yûnus, bir “halk ozanı” mı, “divân şâiri” mi? Onun sanatını, elbet, önce bu belirler. Sonra da bağlı olduğu edebiyat akımı içinde kendine özgü öteki özellikler..

Bu soruyu doğru cevaplandırabilmek için ilkin Yûnus'un kişiliğinde, dilinde, zevklerinde, kullandığı şiir tekniğinde gördüğümüz özellikleri sıralıyalım.:


1-) YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahu:

a-) Orta Anadolu köylüklerinde yaşamış bir Türkmen köylüsüdür. Bu doğru.
b-) Fakat Konya'yı, “yukarı illeri” gezip görmüş, Mevlânâ ile görüşmüş, hatta “işret” meclislerinde bulunmuş, bu bir. Acemceyi, Acem klasiklerini ve Mevlânâ'yı okuyup anlıyacak, hatta Türkçe'ye çevirecek kadar biliyor; Kur'aÂN'dan ve hadislerden aracısız yararlanıyor; biliyor ve aktarıyor, bu iki. Eski Grek-Latin felsefesini ve filozoflarını (Eflatun'u, hatta Calinus gibi ünsüzlerini) en azından doğuda bilindiği kadarıyla biliyor, söylüyor; bu üç. Belki bir dördüncü, beşinci özelliğini de katarak düşündüğümüzde görüyoruz ki: Çağının kültürünü almış, okumuş, aydın bir kimsedir. Bu da doğru..


2-) YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahunun DİLi.:

a-) YÛNUS, bir yandan.:

“Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar!.”

Gibi yüzde yüz arı Türkçe mısralar söyler, bu doğru..


b-) Öte yandan “Dastan-ı ruh ve akl ve mayata' allâku bihima mina’l- ahvâl” yazar, ikisi de Arapça, biri Arapça biri Farsça, biri Türkçe biri Arapça ya da Farsça, hatta ikisi de Türkçe sözcüklerden Farsça kurala göre tamlamalar yapar. Bu da doğru..


3-) YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahu da ÖLÇü/Vezin.:

Divânında.:
a-) Hece ölçüsü ile,
b-) Aruz ölçüsü ile yazılmış şiirleri yanyanadır. Ayrıca “Risâlât-al Nushiyyâ”sı baştan aşağı aruz ölçüsü ile yazılmıştır. Bunlar da doğru.


4-) YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahunun Kullandığı Nazım Birimi ve Nazım ŞeKiLLeRi.:

Risâlât-al Nushiyyâ kitabı beyitlerle ve mesnevî biçiminde yazılmıştır. Divânındaki şiirleri ise:

a-) Birçokları hece ile yazıldığı gibi dörtlüklerle yazılmış koşma biçiminde, İlahi, nefes, şâthiyye türlerinde halk şiirleridir. Bu doğru.
b-) Pek çoğu da beyitlerle yazılmış gazel ya da murabba biçiminde şiirlerdir. Beyitler (ortalarında da kafiye olduğu için) dörtlükler biçiminde de yazılabilir. Böyle dörtlük haline getirilen beyitlerin kafiye dizilişi ya koşma (aaab - cccb...), ya da mani (aabc, ddec...) biçimlerindeki gibi oluyor. Bu da doğru.


5-) YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahuda Konu ve Mazmun/Mefhumlar.:

YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahu gene.:

a-) Bir yandan ölüm, dağ, dolap, ağaç, bulut vb. konuları alır, sevgilinin (hele de bu sevgili Tanrı'dır üstelik) yüzünün arılığını “buğday ü nohut”a benzetecek kadar köylüdür, bu doğru..
b-) Öte yandan Mevlânâ'dan Şeyh Galib'e kadar bütün tasavvuf şiirleri yazan “yüksek zümre” şâirlerinde rastladığımız konuları, onlarda rastladığımız mazmunlarla anlatır. Bu da doğru.

Daha sayılabilecek başka özelliklerinde de hep bu “ikilem”i görürüz Yûnus'ta: Bir yanıyla halk edebiyatı gelenekleriyle söyleyen halk ozanı, bir yanıyla “yüksek zümre”den bir divân şâiri.

Fakat bu özellik o dönemin (XIII. ve XIV. yüzyılların) öteki divân şâirlerinde de görülür. Hatta XV. yüzyılın Süleyman Çelebi'sinde bile benzer özellikler görürüz. Buna bakıp Yûnus'u da örneğin Sultan Veled gibi bir yüksek zümre şâiri ya da hiç olmazsa bir “intikal/geçiş dönemi şâiri” mi sayacağız? (Sayın Abdülbaki Gölpınarlı Yûnus'u bir geçiş dönemi şâiri saymak gerektiğinde ısrar ediyor..)

Bizce Yûnus, şu ya da bu özellikleriyle, aslında bir “geçiş dönemi şâiri”, yazılı eserleriyle de hatta okumuşlar edebiyatının XIII.inci.-XIV.inci. yüzyıllardaki temsilcisi sayılabilse de Yûnus'u, Yûnus eden bu ikili özelliği değildir. Onu diri tutan, Mevlânâ'dan, Âşıkpaşa'dan, hatta Süleyman Çelebi'den, hatta Hacı Bektaş-ı Velî'den canlı tutan bu ikili özelliği değil, ikisinden biridir. O da halk adamı, halk ozanı olmasıdır. Yûnus'u günümüze kadar yaşatan gücün ölçüleridir. Yani Tasavvufçu Halk Edebiyatı, Tekke Edebiyatı ve din dışı Halk Edebiyatı gelenekleridir. Bu nedenle Yûnus, katıksız bir halk ozanı olmasa bile, kuşkusuz “Halkın Ozanı” dır. Onu yaşatan da sanatının bu yanıdır. Nitekim Risâlât-al Nushiyyâ da, Divân'ındaki benzer başka şiirler de Yûnus'undur ama onlar ölmüştür. Ölmeyenler, hak dili, halkın zevki, halk şiiri geleneği ile yazılmış şiirleridir. Yûnus'un “Halk Ozanı” kabul edilişi de bilgisizlikten değil işte bu somut durumdan ötürüdür..

Gerçekten Yûnus EMRE kaddesallahu sırrahu, duyuş ve düşünüşte, zevkte, dilde halktan kopmamıştır.:


Sıfatın arılığı bulgur u nohut gibi
İki kaşın ay, alnın gencaya verir sabak!.


Anlatımı genellikle süssüz, sanatsızdır. Yaptığı benzetmeler, istiâreler, kinâyeler de halk dilindeki gibidir, halkın yaşantısından çıkmadır.:

Bu dünyanın misâli benzer bir değirmene
Gaflet onun sepedi bu halk onda üğüne!.

Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline bakubanı doyamaz!.


YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahunun Tasvirleri de gene HALkçadır:

Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?!.


Bütün bunlar Yûnus'un hep bu “halktan” yönünü ortaya koymaktadır. Diliyle, anlatımıyla, değindiği konularla vb. “Halkın Ozanı” Yûnus'u çıkarır karşımıza. Eğer bu yerliliği ve felsefesinin evrenselliği olmasaydı Yûnus da öteki çağdaşları gibi bugün unutulmuş olurdu.

XIII. yüzyılda Moğol/Tatar akınlarıyla, artık iyice gevşeyip çürüyen Selçuklular yönetiminin ağır baskıları ve vergileriyle, devlet otoritesi kalmayınca başkaldıran beylerin zorbalıklarıyla, isyanlarla, kıtlık ve hastalıklarla canından, dünyadan bezmiş olan halka Yûnus bu özelliğiyle umut ve teselli oldu. O günden bugüne de bu özelliği ile kalabildi. İçinden çıktığı halk onu sevdi, anladı, bağrına bastı ve yüzyılların yıkımından sakladı.


YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahu'nun ETKİsi.:

Kendi çağını ve kendinden sonraki uzun yüzyılları Yûnus kadar etkilemiş ozan pek azdır. Günümüze kadar geniş halk yığınlarını etkilemesinden başka XIV. ve XV. yüzyıl halk ozanları doğrudan onun izinden yürümüş, sonraki yüzyıllarda da onun birçok taklitçileri yetişmiş, birçok ozan onun etkisinde kalmıştır. (Sait Emre, Hacı Bayram-ı Velî, Eşrefoğlu, Ümmî Sinân, Niyazi-i Mısrî, bunların en tanınmışlarıdır.) Alevi ozanlarının çoğu da (Kaygusuz Abdal, Hatayî “Şah İsmail”, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet vb.) Yûnus'u izlemişlerdir. Din ve tasavvuf şiirinin böylece temeli olan Yûnus'un etkileri din dışı halk edebiyatımızın ozanlarında da görülür. Hatta Divân Şâirlerinde de etkileri görülür. Günümüzde de Yûnus Emre adına Oratoryo yapılıyor, şiirleri besteleniyor, ilahileri söyleniyor. Sanat ve edebiyatta etkileri sürüyor..

Batılılar da gide gide Yûnus'la ilgilenmeye başladılar. Hakkında Batılılar da kitaplar, yazılar yayımladılar
(Başlıcaları Gibb, J. K. Birge, Y. Regnier, L. Bazin, S. Lemaitre'dir), şiirleri Fransızca'ya çevrildi.


YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahu’nun ESERLERi.:

Elimizde Yûnus'un iki eseri var: “Risâlât-al Nushiyyâ” ve “Divân” (Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği, her ikisini bir arada 1965'te yeniden yayımladı.)

Yûnus Emre Divânının birkaç değişik yazma nüshası vardır. Divânından birçok şiirler de türlü “Mecmua”lardadır. Divânın oldukça eksiksiz bir nüshasını günümüz okurlarına ilk sunan Burhan Ümit (Toprak)'tır. Daha sonra da Abdülbaki Gölpınarlı, Yûnus'un hemen bütün şiirlerini “Yûnus Emre Divânı” adı ile yayımladı. Her iki değerli araştırmacı yayımladıkları Divânların başında Yûnus hakkında geniş bilgiler de verdiler. Özellikle Abdülbaki Gölpınarlı, ozanımız hakkında geniş çerçeveli araştırmalara girişti ve pek çok yeni bilgiler bulup yayımladı.


YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahu ÜZERİNDE ÇALIŞANLAR.:

YÛNUS hakkında eski kaynaklardaki ilk kayıtları, Fuat Köprülü “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı kitabında yayımladı. Burhan Toprak ile A. B. Gölpınarlı, dediğimiz çalışmalarında geniş bilgiler verdiler. A. B. Gölpınarlı ilkin “Divân”ın başında sunduğu bilgilere zamanla yenilerini de katarak birkaç küçük kitap daha yayımladı. Halim Baki Kunter de Yûnus hakkında yıllar süren araştırmalarını topluca yayımladı (Yûnus Emre, Bilgiler - Belgeler, Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği yayını). Yûnus'un soyundan olduğunu iddia eden (Sarıköy'deki türbenin son Vaziyedârı'nın yeğeni ile evli) eski Müftü Necmeddin Dinçer de topladığı bilgileri (36 sayfa) bir kitapçık halinde yayımladı. (Aynı dernek yayını). Sayın Sabahattin Eyüboğlu'nun “Yûnus'a Selâm” kitabının Yûnus hakkında yazılanlar arasında özel bir yeri vardır. Ayrıca Yûnus hakkında kitap ve yazı yazan, belgeler bulup yayımlayan daha pek çokları vardır, (Adnan Erzi, Kâmil Kepecioğlu, Çağatay Uluçay vb.) Hepsini burada sayma olanağı yok..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: BİZim YÛNUS EMRE ks.

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

YÛNUS EMRE kaddesallahu sırrahu'nun MEZARı SORUNu.:

Acaba Yûnus, efsânenin söylediği asâ'yı nerede buldu da oraya yerleşip toprağa baş koydu? Şimdi nerede gömülüdür? Türkiye halkına bakarsanız, şimdi bildiğimiz 15 yerde. Belki daha bilmediklerimiz de var. Evet Türkiye halkı Yûnus'u ve mezarını paylaşamamaktadır. 15 yerin halkı.: “Yûnus bizimdir, mezarı da bizim köyde, bizim kasabadadır.” diyor. Her biri de buna gerçekten inanıyor ve çoğu iddiasını isbat için belgeler de gösteriyor.

1-) Bursa'da.: Emirsultan'a giden yol üzerinde.: Şibli'de, eski Sadi Tekkesinin yanındaki üç mezardan biri. Bunu, tanınmış mutasavvıf ve ozan Niyazi-i Mısrî (Ölümü 1693) söylemiş. Onun da içine öyle doğmuş. Söylenti bundan sonra başlıyor.

2-) Sandıklı'nın Çayköy'ünde.: Köyde iki çaycığın birleşip bir yarımada yaptığı yerdeki mezardır. Bunun 150 metre batısındaki bir mezarın da “Taptık'ın mezarı” olduğuna inanıyorlar. İçinde “Yûnus” geçen bir iki vergi kaydından başka buraya ait belge yok..

3-) Erzurum'un Tuzcu Köyünde.: Eski adı Müşkivank olan Tuzcu Köyünde biri Yûnus'a, biri Tapdık'a ait olduğu söylenen iki mezar. Mezarları Marifetnâme yazarı İbrahim Hakkı yaptırmış. O da bu mezarların bu Emrelere ait olduğunu düşünde görmüş. Başka belge yok..

4-) Ünye'de.: Bunu da Abdülbaki Gölpınarlı'ya Halit adlı eski bir öğrencisi söylemişmiş. Başkaca hiç bir bilgi yok..

5-) Afyon'un Döğer istasyonunda.: Döğer yakınında Emre Sultan adlı köy kalıntısı ve Emre Sultan türbesi ve tekkesi. Söylentiler bir belgeye dayanmıyor..

6-) Tire'de.: Yûnus Emre Câmii ve üç mezar. Câminin adından başka Yûnus'a ait hiç bir belge yok..

7-) Sivas'ta.: Söylentiden başka bir belge ve mezarı gören yoktur.

8-.) Kırşehir'de.: Aksaray-Ortaköy'ün Taptık ve Sarıkaraman Köylerindeki türbeler için söylenenleri buraya maletmişler. Mezar bile yok..

9-) Bolu'da.: Sarıköy'deki mezar için söylenenlerdir. Ayrıca Bolu'da bir mezar yok..

10-) Keçiborlu'da.: Söylenti, Bursalı İsmail Hakkı adlı Şeyhin Kitab-ün Necat adlı kitabında öyle yazmasından çıkıyor. Başkaca bir belge, hatta mezar bile yoktur..

11-) Uluborlu'da.: Büyükçeşme Mahallesinde “Yûnus Emre Kabri” varmış. Ayrıca o bölgede Emre Mahallesi, Emre Câmii, Emre köyü gibi adlara rastlanıyormuş. Belge yok..

12-) Kula'nın Emre Sultan köyünde.: Köydeki Türbe'nin içinde Taptık Emre'nin, kapısının önünde de Yûnus Emre'nin olduğu söylenen iki mezar. İddiayı Bursalı Tahir, Osmanlı Müellifleri adlı eserinde ortaya atmış, Tarih öğretmeni Çağatay Uluçay da geliştirmiştir (Bk. Yûnus'un Mezarı, Manisa Halkevi yayını, 1943). Dayanılan başlıca belgeler şeriye sicilleri ve vakfiyelerdeki kayıtlarla, mezar başındaki balta resmidir. Gerisi bilinen söylentilerdir..

13-) Eskiden Akasaray'a bağlı bir bucakken şimdi ilçe olan Ortaköy'e bağlı Taptık köyünde Taptık Türbesi ve ona komşu Sarıkaraman Köyü’ndeki Yûnus Emre türbesi.: Bunlar, incelenmemiştir, mezarları gidip görmeden üstünkörü yazılan şeyler dışında belge aranmamıştır, hatta Sarıkaraman Köyünü de ilk kez burada biz ele alıyoruz. (Aşağıda bu mezarlar üzerinde ayrıca duracağız.)

14-) Karaman'da.: İlçe merkezindeki Kirişçibaba câmii ve türbesi. Burhan Toprak'ın yayımladığı arşiv belgesi, Prof. O. Lütfi Barkan'ın yayımladığı başka bir arşiv kaydı, Mesut Koman'daki Yûnus'un Karaman'da yattığını söyleyen bazı kitaplar, Şikarî'nin Karamanoğulları tarihi vb. gibi kayıtlara dayanmaktadırlar. Bu kayıtlar ise halk arasında söylenenlerin sonradan resmi evraka ve kitaplara geçmesinden ibârettir..

15. Sarıköy'de.: Eskişehir'in eskiden Sivrihisar, şimdi Mihalıççık ilçesine bağlı Sarı köyündeki (Şimdiki adı Yûnus Emre köyü) türbe. Başta sıraladığımız kaynakların ve belgelerin çoğu burası ile ilgilidir. Köye yeni bir türbe ve anıt yapılmıştır..

Bir Yûnus Emre, bu 15 yerin 15'inde de gömülü olamayacağına göre ya bunların birinde yatmaktadır, ya da hiç birinde değildir. Ötekiler Yûnus'a saygı için yapılmış içinde Yûnus olmayan “makam” lar, ya da adı Yûnus, hatta Yûnus Emre olan başkalarına ait mezarlardır. Fakat Yûnus bu mezarlardan birinde yatıyorsa acaba hangisindedir?.

Şimdilik “Yûnus bizde” diye birbiri ile yarışan iki yer vardır: Sarıköy ile Karaman. Öteki 13 yer ya bu yarışa hiç girmediler, ya da Eskişehirliler ve Karamanlılar baskın çıktıkça yarıştan çekildiler. Halen en ağır basan ise Eskişehir takımıdır. (Bu latifemiz, büsbütün nedensiz de değildir. Gerçekten Eskişehirlilerle Karamanlılar, Yûnus'un mezarı sorununu “sendeydi - bendeydi” yarışması, hatta bir futbol maçı durumuna düşürmüşlerdir. Bunu, iki tarafın ve bu iki taraftan birini tutan yazarların, salt bilim aşkına yaptıklarını da söyleyemeyiz. Nitekim bu kampanyayı yürüten de iki kentin “Turizm ve Tanıtma Dernekleridir”. Böyle bir konuda bile bölgecilik; hemşerilik, Eskişehir'in ya da Karaman'ın çıkarlarını koruma gayretkeşliklerini kınamamak elde değil.

Bununla birlikte bu “rekabetçilik”in bir yararı da olmamış değil. Bu, Yûnus hakkında araştırma ve incelemeleri hızlandırmış, yeni belgeler ortaya atılmasına yaramıştır. Özellikle Eskişehir'de ilkin “Yûnus Emre Dernekleri” kurulmuş. Sonra da “Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği”nin başlıca uğraşısı bu olmuştur. Yûnus Emre'ye yeni türbe ve anıt yaptırmış, ozanımız hakkında yoğun bir yayın çalışmasına girişmiştir. Karamanlılar da her yıl “Dil Bayramı”nın yanında Yûnus'u da anmaktadırlar. Her iki kentte düzenlenen törenler dolayısıyle Türkiye basınında türlü yazılar çıkmakta, Türkiye aydınlarından Eskişehir'e ve Karaman'a gidip hiç olmazsa o süre içinde bu sorunlarla yakından ilgilenenler olmaktadır. Yûnus'a karşı uyanan ve yoğunlaşan bu ilgi, turistik amaçlardan çok gerçekten Yûnus'a yönelirse ozanımız hakkında gerçek bilimsel bilgiler edinebiliriz..


AKASARAY İLİ ORTAKÖY İLÇESİ SARIKARAMAN KÖYÜ’NDEKİ MEZARı.:

Bugüne değin Yûnus Emre hakkında yazı ve kitap yazanlar hep birbirinden aktararak, Yûnus'un mezarlarını sayarken.: “Aksaray'da bir tepede Yûnus'un olduğu söylenen bir mezar varmış” derler. Fakat mezarın bulunduğu tepeye çıkmak zahmetine katlanıp da orada bir araştırma yapmak gelmez hiçbirinin aklına. Hatta mezarın bulunduğu yeri, köyün adını da işitmemiş hiçbiri. Burayı görüp incelemeden, araştırmadan da karara varabiliyorlar: “Yûnus, Karaman'da değilse Sarı'dadır, ille de Sarı'da.” Yûnus'un mezarı gerçekten “Sarı” da, ya da gerçekten “Karaman” dadır belki.

Fakat gene Ortaanadolu'da, Eskişehir'de Sivrihisar'a yakın Sarıköy'ünden başka, gene başka bir Sivrihisar'a yakın başka bir “Sarı”; Karaman ilçesinden başka bir “Karaman” daha vardır. Hem de bunun ikisi aynı köydür, bu iki ad birleşip bir köye ad olmuştur: Sarıkaman Köyü. Yanında da Taptık Köyü. Sarıkaraman'da bir tepenin üstünde Yûnus Emre mezarı, Taptık köyünde Taptık Emre türbesi, tekkesi ve Taptık tekkesine karşı tepeden inen bir yol: Yûnus Emre Yolu. Biraz ilerlerde de Hacı Bektaş-ı Velî'nin köyü eski Sulucakaraöyük, şimdiki Hacıbektaş İlçesi. Nasıl, üzerinde durulup incelenmeye, araştırma yapmaya değmez mi? İşte “Yûnusolog”larımızın “Aksaray'da bir tepe üzerinde” deyip geçtikleri mezar bu mezardır, o da Hacı Bektaş'a yakın, Taptık köyünün yanında, “Sivrihisar” dolaylarında “Sarıkaraman” köyündedir..

Sarıkaraman ve Taptık köyleri ilçe olan Ortaköy'e bağlıdır. Ortaköy ise bucakken Aksaray'a bağlıydı. Aksaray ise bilindiği gibi Niğde'den önce Konya'ya bağlıydı ve hala Konya Aksaray'ı diye anılır. Haritaya bir göz atın: Bir yanda Hacıbektaş, bir yanda Konya ve ikisi arasında Sarıkaraman ile Taptık köyleri. Hacıbektaş'ta Hacı Bektaş-ı Velî'nin, Sarıkaraman'da Yûnus'un, Taptık'ta Taptık'ın, Konya'da Mevlânâ'nın türbesi. Bu dört çağdaş ve birbiriyle görüşmüş dört mürşidin böylesine bir araya geldiği bir bölge daha yoktur.

Taptık köyündeki türbe ve tekke, Sarıkaraman köyündeki mezar şimdi harap ve bakımsızdır. Niğde vâlilerinden biri Sarıkaraman'a gelip Yûnus Emre'nin mezarını biraz onartmış ama her iki mezar da hâlâ terkedilmişlikten kurtulamamıştır. Taptık köyünün yaşlıları, Taptık'ın türbesinde yakın zamanlara değin şeyhin ünlü asasının korunduğunu söylüyorlar. Şimdi o da yok. Kalan tek şey karşı tepelerden Taptık'ın tekkesine doğru inen yoldur. Köylüler hala.: “Yûnus'un tekkeye odun taşırken gidip geldiği yol, nah bu yol!.” derler.

Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesindeki kayda bir değer veriyorsak, orada denilenler, köyün adından Sivrihisar'ına kadar her şeyi ile Sarıkaraman köyüne uymaktadır. Vilâyetnâme'de Aksaray'lılarla ilgili başka menkıbeler de vardır. Bunlardan biri Aksaray'da oturan Saadettin Molla ile ilgili menkıbedir. Örnek olarak onu özetliyelim:

Bu Sadettin Molla, kendi kendine “gubuz”lanır, Hacı Bektaş-ı Velî'nin üstünlüğünü kabul etmediği gibi aleyhinde de ileri geri atar dururmuş. Hacı Bektaş da bu mollanın söylediklerini işitir, fakat.: “O da, anlar bir gün!.” deyip işitmezlikten gelirmiş. Sadettin Molla da önemsenmediğini gördükçe iyice kudururmuş. Bir gün dayanamamış.: “Nasıl bir adammış, gidip şunu bir göreyim” diye kalkmış Sulucakaraöyük'e Hacı Bektaş'ın yanına gitmiş. Fakat daha ilk görüşmede onun Velîliğini anlamış, mürşidliğini kabul etmiş ve müridi olmuş.

Hacı Bektaş.: “Molladan adam çıkmaz” diye bir kazan çattırmış, içine Sadetin Molla'yı koyup kaynatmış, kaynatmış. “Açın bakalım, nasıl olmuş?” demiş. Kazanın kapağını açıp bakmışlar ki Sadettin Molla minicik bir bebek olmuş. “Daha kaynatın!.” demiş, kaynatmışlar, kaynatmışlar, açıp bakmışlar ki yok olmuş molla. “Daha daha!.” demiş, kaynatmışlar, kaynatmışlar, açıp bakmışlar ki gene bir bebek olmuş. “Daha!.” demiş, kaynatmışlar, kaynatmışlar, açıp bakmışlar ki eski biçimine girmiş Sadettin Molla. “Yeter!.” demiş Hacı Bektaş, “Eğer mollalığını hâlâ yok edemediysek, ne yapsak adam edemeyiz bunu!.” Böylece yok edip yeniden yaptıktan sonra müridliğine kabul etmiş onu ve uzun yıllar emek vermiş adam olması için.

Bir gün ikisi Sulucakaraöyük'ün tepesinde otururlarmış. Az ileride de çayırda eşekler yayılırmış. Eşeğin biri, bir eşeğe atlamış. Sormuş Hacı Bektaş-ı Velî: “Sadeddin, alttaki mi olmak isterdin, üstteki mi?”
“Elbet üstteki olmak isterdim Hünkârım!.” demiş Molla.
Hacı Bektaş görmüş ki.: "Molla’nın “ben” ligi hâlâ ölmemiş!." “Bre Molla!. Alttaki ile üsttekinin ne farkı var? Bir adama Mollalık bir kez sindi mi, binlerce kez kaynatsan gene çıkmaz bu Mollalık pası. Sen de kurtulamayacaksın eski mollalığından!.” demiş.

Armağan götürecek hiç bir şeyi olmayan başka Aksaray köylüleri gibi olabilir ki Yûnus da öküzüne alıç yükleyip gitmiştir Hacı Bektaş'a. Eskişehir'in Sivrihisar'ının Sarıköy'ünden alıç yüklü bir öküzle Sulucakaraöyük'e gitmek, Sarıkaraman'dan gitmeye göre çok daha az olanaklıdır. Sulucakaraöyük (Şimdiki Hacı Bektaş), Sarıkaraman'ın burnunun dibi sayılır. Ayrıca dediğimiz gibi Taptık'la Hacı Bektaş arasında oluşu, söylentiyi gerçeğe daha çok yaklaştırmaktadır. Bu konuyu da bir şaka ile kapatalım:

Taptık'ın.: “nerede bulursan oraya baş koy!.” diyerek attığı asâ'nın ta Eskişehir'in Sarı'sına ya da Konya'nın Karaman'ına değil de hemen yanı başındaki Sarıkaraman'a düşmüş olması daha olağandır. Kaldı ki bu bölgede “Hisar” adını taşıyan birçok yer (Koçhisar, Kemerhisar, Yeşilhisar, Yaprakhisar) arasında bir “Sivrihasar” da vardır.

Sarıkaraman ve Taptık'taki mezarlar hakkında, 1958-60 yılları arasında Aksaray'da bulunduğumuz sıralarda edindiğimiz bu bilgilerin ilk aktarıcısı olmaktan kıvanç duyuyoruz. Bu açıklamalarımız, Sarıkaraman ve Taptık köylülerine, Aksaray, Ortaköy, Niğde, Nevşehir halklarına ve aydınlarına, ilgililere ve görevlilere, genel olarak Yûnus'u sevenlere ve bilim dünyasına armağanımız olsun. Doğanın yıkımına terkedilmiş olan mezarlar, tekke ve Yûnus Emre'nin yolu gerek bakım ve onarım yönünden, gerekse inceleme ve araştırma bakımından ilgi beklemektedir..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: BİZim YÛNUS EMRE ks.

Mesaj gönderen kulihvani »

Kaynak I.:

XIII üncü asırda Anadolu, içtimaî bir kaynaşma devri geçirdi. Moğol istilası karşısında Selçuklu Devleti çöktü. Siyasi hakimiyet daha sonra Osmanlıların elinde toplanmak üzere Türk Beylikleri arasında dağıldı. İstila ordusiyle beraber veya istila ordusundan kaçarak Orta Asyadan Ön Asya'ya göçen kafileler arasındaki ozanlarla birlikte gelen Ataların eski inanışları, islami itikatlara bürünerek Anadolu'da yeni bir Türk medeniyetine vücut verdi.

1240'da bir isyan neticesinde Selçuklular tarafından öldürülen Baba İshak'ın en yakın adamı olan Hacı Bektaş, Baba İshak'ın ölümiyle dağılan zümreleri etrafına topladı ve halk kütlelerinin eski inanışlarını islamlıkla birleştirerek sistemleştirdi.

Klasik şâirlerimiz divân edebiyatımızın mevzu ve şekillerini işlerken Hacı Bektaş ile başlıyan dini ve lâyik halk şiiri de, en kuvvetli ihtimale göre on üçüncü asrın ortasiyle on dördüncü asrın ilk yarısında ve Sakarya çevresinde yaşıyan Yûnus Emre'de ilk ifâde şeklini buldu.

Yûnus'un hayatı hakkında, yaşadığı yıllardan çok sonra yazılmış bazı eserlerle menkıbelerde ve şiirlerindeki kayıtları uzlaştırmak sûretiyle elde edilen bilgilerden öğrendiğimiz şundan ibârettir: Yûnus Sakarya yakınlarında oturan Tapduk Emre adlı şeyhine uzun yıllar hizmet etmiş, uzun yıllar gurbet illeri - Konya, Şam, Azerbaycan dolaşmış, Mevlânâ Celaleddin ile görüşmüştür.

Yûnus Emre, 1273-1274'te ölmüş olan Mevlânâ ile görüştüğü zaman her halde kemâlini bulmuş bir insandı. 1307-1308'de "Risalet el-nushiye" adlı didaktik bir manzume yazdığına göre Şâirimizin -bir yanlışlığa düşmeden- XIII. asrın ikinci yarısında ve XIV. asrın ilk yıllarında yaşadığını kabul edebiliriz.

Manzumeleri en sapa köylere kadar yayılan Yûnus Emre için halk arasında birçok menkıbeler, rivâyetler naklolunagelmiştir. Erzurum, Karaman, Bursa gibi birçok yerlerde Yûnus Emre'ye ait bir mezar taşına tesadüf olunur. Mezar taşlarının, menkıbelerin, rivâyetlerin doğruluğuna inanmak mümkün değildir. Ancak bunlar, şâirin mâneviyatımız üzerindeki tesiri i’tibâriyle önemlidir.

Şu menkıbe, onun manzumelerinin sade yerlerde değil göklerde ve denizlerde de okunduğunu anlatıyor:

Yûnus Emre üç bin manzume yazmış. Bir mecmuada toplanan bu manzumeler Molla Kasım adlı bir hocanın eline geçmiş. Molla Kasım, su kenarında oturup, manzumeleri okumağa başlamış. Dine uygun düşmiyenlerden binini yakmış, binini de suya atmış. İki bin birinci manzumedeki şu:


Derviş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir!.


Beyitini okuyunca Yûnus'un kerametine inanmış. Yazık ki elde de bin manzume kalmış. Fakat yakılanlarla suya atılanlar da kaybolmamış. Yakılanları gökte kuşlar, suya atılanları balıklar, elde kalanları da insanlar okumaya başlamış.

Mevlânâ Celaleddin'in söylediği rivâyet edilen şu söz de Yûnus'un tesirindeki genişliği anlatmaktadır. Mevlânâ.: “İlahi mertebelerin hangisine yükseldimse bu Türkmen Kocasını izim üzerinde buldum ve onu geçemedim!.” dermiş.
Yûnus'un, Mesnevî için Mevlânâ'ya söylediği rivâyet edilen.:

“Uzun yazmışsın. Ben olsam.:

“Ete, kemiğe büründüm
Yûnus diye göründüm!.”

Derdim, olur biterdi.”
sözleri Celaleddin-i Rumi ile Yûnus Emre arasındaki zihniyet ayrılığını göstermektedir.

Bektaşî Velâyetnâmesindeki menkıbe Yûnus Emre'nin Tapduk Emre'ye mensub olduğunu göstermekte, manzumeleri de bu intisabı belirtmektedir. Tapduk Emre, bir Selçuk şehzâdesi, daha doğru bir ihtimale göre Selçuk katiplerinden birinin oğlu olan ve tamamen şamanlığı temsil eden Barak Babanın adamıdır. O da Sarı Saltuğa mensubdur.

Bu menkıbe, Yûnus'un aslında bir köylü olduğunu söylüyor. Sonra Hacı Bektaş'la tanıştığını, onun tavsiyesiyle Tapduk Emre'nin kapısına gittiğini, uzun zaman ona hizmet ettikten sonra güzel sözler ve nefesler söyleme kudretini kazandığını anlatıyor.

Eldeki menkıbeler ve tarihi vesikalardan çıkarılan kuvvetli ihtimale göre Yûnus, hayatının büyük bir kısmının geçtiği Sakarya çevresinde ölmüştür. O civardaki Sarıköy'de ona ait diye gösterilen türbede gömülü olması en kuvvetli ihtimaldir..


Kaynak II.:

Yûnus Emre'nin doğum ve ölüm yılları belli olmadığı gibi hayatı hakkında da açık bilgi yoktur. Bazı tetkikçiler onu on üçüncü yüzyılda ve on dördüncü yüzyıl başlarında yaşamış gösteriyorlar; ve dil bakımından daha ileri vasıflar taşıyan "Şol cennetin ırmakları..." ilahisi ile birlikte bu cinsten daha birçok şiirlerin ona ait olmadığını söylüyorlar.

Bu duruma göre, on dört ve on beşinci yüzyıllarda yaşamış birkaç Yûnus'un bulunması icâbediyor. Halbuki ayrı ayrı mühim şahsiyetler halinde muhtelif Yûnus'ların yaşadıklarına dair hiçbir kuvvetli delil elde bulunmadığı gibi milletin Yûnus Emre diye tanıdığı şâir de "Şol cennetin ırmakları..." ve benzerlerinin müellifidir. Bu şahsiyetin on dördüncü yüzyıl sonlarında yaşadığım bildiren tarih kaynakları da mevcuttur. Biz, on üçüncü yüzyıl ortalarından on beşinci yüzyıl sonlarına kadar uzanan iddiaların ve ihtimallerin ortalaması olmak ve elde bulunan şiirlerin hemen hepsiyle kabil-i telif sayılabilmek üzere, Yûnus Emre'yi, tek şahıs halinde on dördüncü yüzyılda yaşamış kabul etmekteyiz. Şiirleri toplanarak basılmış bulunmaktadır..
Resim
Cevapla

“►Allah Dostları Divan Şerhleri◄” sayfasına dön