EL-HİKEMܒL-ATÂİYYE (Tâcüddîn Atâullah İskenderî ks)

Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXLVIII


إذا وقعَ منكَ ذنبٌ فلا يكُنْ يببً ليأْسِكَ مِنْ حُصُولِ الا ستقامةِ معَ ربِّكَ ، فقد يكن ذلك آخر ذنبٍ قُدِّرَ عليكَ .

Senden bir günah sadır olursa Rabbin Teâlâ ile istikamet husulünden meyüs olmaya sebeb olmamalıdır. Bu günah sana takdir edilmiş son bir günah olabilir.

Ubudiyet üzere istikamete bir günahın işlen­mesi engel değildir.
Engel olan, işlenen günahta ısrar etmektir. Unutarak yahut bir yanlışlık eseri olarak sadır olan günah sana takdir edilmiş son bir günah olabilir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXLIX


إذا أردْتَ أن يفْتح لك بابَ الرجاءِ فاشهدِ ما منه إليكَ ، و اذا أردْتَ أن يفتح لك بابَ الخوفِ فاشهدْ ما منكَ إليه .
Sana rica kapısının açılmasını istediğin zaman Allah'tan sana verilen fazıl ve kerem nimetlerini görmeğe çalış.
Sana havf kapısının açılmasını istediğin zaman da Allah'a karşı muhalefetlerini birer birer müşahede et.


Rica ve havf iki müşahededen beliren iki türlü hâllerdir.
Rica kapısının açılmasını istiyen, Allah'ın ihsan ve in'amını müşahede etmeli ve havf kapısının açılmasını istiyen yapmış olduğu mâsiyetleri ve Allah 'a karşı edebsizliklerini düşün­melidir.
Her iki türiü müşahedede rica ve havf hâlleri ziyâdeleşir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CL


رُبَّما أفادَكَ في ليل القبْضِ ما لم تسْتَفِدْهُ في إشْراقِ نَهَارِ البسْطِ لاَ تَدْرُونَ أَيُّهُمْ أَقْرَبُ لَكُمْ نَفْعاً .

Olabilir ki Bast gündüzünün parlayışında elde edemediğin faydayı Kabz gecesinde bulabilirsin. Menfaat cihetinden hangisinin size daha yakın olduğunu anlıyamazsı­nız.

İrfan ehli kimseler, Kabzı Basta tercih ederler. Çünkü Kabz hâli nefsin hoşuna gitme­mekle beraber onlar, bu hâlde muhafazası icâb eden edebleri yerine getirebilecek kuvvete de mâlik bulunmaktadırlar.
Bast hâlinde kendileri için açılmayan maârif kapılarının açılması dahi müyesser olur.
Şu hâlde sâlike gereken Bast gün­düzünün parlayışında Allah’ın nimetini bildiği gibi Kabz gecesinde dahi bilmektir.
Müellif bu hikmette Kabz ve Bastın iyi neticeler vereceğini söylerken :


ُوصِيكُمُ اللّهُ فِي أَوْلاَدِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الأُنثَيَيْنِ فَإِن كُنَّ نِسَاء فَوْقَ اثْنَتَيْنِ فَلَهُنَّ ثُلُثَا مَا تَرَكَ وَإِن كَانَتْ وَاحِدَةً فَلَهَا النِّصْفُ وَلأَبَوَيْهِ لِكُلِّ وَاحِدٍ مِّنْهُمَا السُّدُسُ مِمَّا تَرَكَ إِن كَانَ لَهُ وَلَدٌ فَإِن لَّمْ يَكُن لَّهُ وَلَدٌ وَوَرِثَهُ أَبَوَاهُ فَلأُمِّهِ الثُّلُثُ فَإِن كَانَ لَهُ إِخْوَةٌ فَلأُمِّهِ السُّدُسُ مِن بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصِي بِهَا أَوْ دَيْنٍ آبَآؤُكُمْ وَأَبناؤُكُمْ لاَ تَدْرُونَ أَيُّهُمْ أَقْرَبُ لَكُمْ نَفْعاً فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيما حَكِيمًا

--- “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris olmuş ise, anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş farzlardır (paylardır). Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.” (Nisâ 4/11)

“Hangisi menfaat cihetinden sizlere daha yakîn olduğunu bilemez­siniz” âyeti ile istişhad ediyor.
Bu âyet babaların ve çocukların mirasları hakkında Sûre-i Nisa'da nâzil olmuş bir âyettir.
Cahiliyet zamanında çocukları mirastan mahrum ederlerdi.
Mirasa dair âyetlerin nüzulü ile mirasta keyfi taksimata nihâyet verilmiş ve Ha k Teâlâ hazretleri, benim bildiğim ve emreylediğim gibi mirasları taksim ediniz babalardan ve çocuklardan hangisinin menfaat cihetinden sizlere daha yakın olacağını bilemez­siniz buyurmuştur.
Kabz ve Bast hâllerinden hangisinin bize daha faydalı olacağı da bunun gibidir demek istiyor.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLI


مطالعُ الأنوارِ اللقُلُوبُ والأسرارُ

Nurların doğacak yerleri âriflerin kalbleri ve sırlarıdır.

İlim yıldızlarının ve mârifet aylarının ve tevhid güneşlerinin doğacak ve parlıyacak yerleri irfan ehlinin kalbleri ve sırlarıdır.
Ebu’l- Hasan Ali Şâzelî: “İman sahibi âsi bir mü'minin nuru açıklanacak olursa yerle göğün arasını doldurur” demiştir.
Muti olan iman sahibini de artık buna kıyas etmelidir.
İlâhî kudsal hadiste Hak Teâlâ :


ما وسعني ارضى ولا سماءي و وسعني قلب عبدى المؤْمن

“Yerim ve asümanım beni alamadılar. Onlara sığmadım. Lâkin mü'min olan kulumun kalbine sığdım, beni alabildi” buyuruyor.
Kalbe verilmiş olan bu en büyük hassiyet ile mü'minler bu pek azim mertebenin ehli olmuştur.


Mutî’ : İtaatli. Terbiyeli. İsyan etmeyen. * Rahat.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLII


نورٌ مُسْتَوْدَعٌ في القُلُوبِ ، مدَدُهُ مِنَ النُّورِ الوارِد مِنْ خزاءِنِ الْغُيُبِ

Kalblere emânet edilen nurun yardımı: Gayb hazinelerinden varid olan nurdandır.


Kalblere emanet edilen yakîn nurunun istimdadı ve ziyâsının izdiyadı gayb hazinelerinden vârid olan nurdandır.
Ebu’l- Abbas-i Mürsî'den naklen bundan evvel zikredildiği üzere ezelî vasıf­ların nurudur.


İstimdad : Medet ve yardım istemek.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLIII


نورٌ يكْشِفُ لك به عنْ آثاره . و نورٌ يكْشِفُ لك به عنْ أوْصافهِ

Bir nur var ki senin için onunla eserlerinden ve bir nur var ki senin için onunla Hakk’ın vasıf­larından keşif hasıl olur.

Hasselerle idrak edilen nur ile sana ekvan­dan ibaret olan Hakk’ın eserleri keşfolunur.
Bu eserler ile müessire istidlâl edersin.
Kalblere emânet edilen nur ile ezelî evsaf sana keşfolunur.
Hatta ayanen görebilirsin.
Araştırdığın son maksat ve gaye dahi budur.
ne mertebenin şerefi de bundadır.
Çünkü bu mertebede mârifette tahakkuk
etmiş ve müşahedede yükselmiş olursun.
Sana delâlet edecek başka bir delile de muhtaç olmazsın.
İki nur arasındaki fark budur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLIV


رُبَّما وَ قَفَتِ القُلُوبُ معَ الأنْووارِ ، كما حجِبَتِ النُّفُوسُ بكَثاءِفِؤ الأغْيارِ .

Nefisler ağyarın kesâfetleriyle örtüldükleri gibi bazı kere kalbler dahi nurlarla beraber durur.

Kalbler nurânidir.
Ulûm ve maâriften hasıl olan nurlarla beraber bazı kere olabilir ki durur.
Nefisler zulmânidirler.
Âdetler ve şehvetlerden zülmâni ağyarın kesafetiyle muhtecib olur.
Nefisler zulûmat ile perdelendikleri gibi kalbler dahi envar ile perdelenirler.


Zulûmat : (Zulümât - Zulemât) (Zulmet. C.) Karanlıklar. Kara gün. * Dinsizlik ve zulüm devri.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLV


سَتَرَ انْوارَ السَّراءِرِ بِكَثَاءِفِ الظَّوَاهِرِ ؛ إجْلالاً لها أن تُبْتَذَلَ بِوُجُودِ الإظْهَارِ ، و أن يُنادَى عليها بِلِسانِ الاشْهارِ

Serirelerin nurlarını zevâhirin kesâfetiyle setretmesi, bunları mübtezel olmaktan ve şöhret bulmaktan korumak ve yüceltmek içindir.

Serair nuru kadir ve kıymetçe pek yüksek olup herkesçe görünmesi ve bilinmesi icâb ederken bunların bir sanat ve alışveriş gibi zevâhir ile mestur oluşları bunların herkesçe bilinmeleri gibi ibtizalden ve şöhret lisâniyle seyyar arasında söylenmekten siyanet ve tazim içindir.
Ağyar arasında görünür ve söylenir olması ona ihanet gibi bir şeydir.
Böyle bir setrin tafsili :


سبحانَ مَنْ سَتَرَ سِرَّ الخخُصُوصيَّةِ بظُهُورِ البَشَرِيَّةِ

Beşeriyetin zuhuriyle hususîyetin sırrını setreden Allahu Taâlâ'yı takdis eylerim meâlindeki hikmette geçmişti.


Zevâhir : (Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. * Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.
Kesâfet : Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
Mübtezel : (Bezl. den) Pek bol ve ucuz. Değersiz. * Hor kullanılan. Ortaya düşmüş olan.
Serair : (Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar.
İbtizal : Çokluğu sebebiyle bir nimetin kıymetini bilmeyip, hor kullanmak. * Devamlı şeklide bir şeyi kullanmak. * Edb: Herkesin bildiği bir sözü tekrar etmek. (Mümtâziyetin zıddıdır.)
Mestur : Örtülmüş. Setredilmiş. Gizlenmiş. (Bak: Tesettür)
Siyanet : Koruma, muhafaza, hıfz.
Tazim : Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak.
Setr : (Setir) Örtme, kapama, gizleme.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLVI


سُبْحانَ مَنْ لم يجْعلِ الدَّلِيلَ على أوْلِياءِهِ إلَّا مِنْ حَيْثُ الدَّلِيلُ عَلَيْهِ ، و لم يُوْصِلْ إلَيْهمْ إلَّا مِنْ أرادَ أن يُوصِلَهُ إليْهِ .

Velîlerine delil olabilecek şeyi ancak kendi mukaddes zâtından gayriye bir delil yapmayanı ve velilerinin eriş­mesini istediği şeye başka bir kimseyi eriştirmiyeni takdis eylerim.

Allahu Teâlâ’nın gayri Allah'a delil olabi­lecek yoktur ve Allah'ın gayri ile Allah'a erişmek olamaz. Allahu Teâlâ'ya vüsul ancak bir inâyet ve hususîyet ile olabileceği gibi ilâhî kurbiyet ile mümtaz olan velîleri dahi böyledir.
Allah'a kur­biyetleri dolayısiyle kendilerine azim hıl'atler giydirmiş, ve büyük minnetleriyle onların müle­vellisi olmuş ve ağyarın bulaşığından kendilerini tathir etmiş ve kalblerine emânet ettiği envar ve esrar hassiyetlerini ihsan eylediğinden gayretle kullarından en saf olanların mertebelerine çıkarmış ve bu azizleri âlemde gizlemiştir.
Kudsal hadiste :


لوللياءي تحت قباابي لا يعرفهم احد غيري

--- “Velilerim benim kubbelerimin altındadırlar. Onları benden başka kimse bilmez.” buyurmuştur.
Şazelî erenlerinden Ebu’l- Abbas-i Mürsî: “Veliyi bilmek Allahu Teâlâ'yı bilmekten daha çetindir. Çünkü Allah Kemâl ve Cemâl ile bilinmektedir. Senin gibi yer ve içer bir mahlûku nasıl ve ne zaman bilebilirsin?” buyu­ruyor.

Ebu Yezid-i Bistâmî :

اولياء اﷲ تعلى عراءِس و لا يرى العراءِس الا من كان محرماً لهم

“AllahuTeâlâ'nın evli­yası gelinlerdir. Gelinleri ancak mahrem olanlar görebilir demiştir.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLVII


ربَّما أطْلضعَكَ عَلى غيبِ مَلَكُوتِهؤ ، و حَجَبَ عَنْكَالاسْتِشْرافَ عَلى أسْرَارِ العِبادِ .

Olabilir ki Melekût âleminin gaybine seni muttali eder ve kulların gizli işlerini görmemek için seni perdeler.

Halkın gizli işlerinin birbirlerinden gizli kalması Hak Teâlâ'nın büyük bir lütfudur.
Hususiyle gizli iş bir aybı tazammun ediyorsa gözlerin onu görmiyerek kapalı kalmasındaki lutfun ehem­miyeti daha ziyâde anlaşılmış olur.


Tazammun : İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak. * Tazmini kabul etmek. Kefil olmak. * Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLVIII


مَن اطَّلَعَ على اسْرارِ العِبادِ ، ولم يتَخَلَّقْ بالرَّحْمَةِ الإلۤهِيَّتِ ، كان اطَّلاعُهُ فِتْنَةً عليهِ ، و سببباً لجرِّ الوَبَالِ إلَيْهِ .

Her kim kulların gizli işlerine vakıf olup da rahmeti ilâhîye ile tehallük etmezse bu bilgisi kendi üzerine fitneye ve günahı kendine doğru çekmeğe sebeb olur.

Allahu Teâlâ bütün yarattığı kullarının her işlediklerini görüyor ve biliyor.
Rahmet-i ilâhîye­siyle günahkarlara merhamet ve zâlimlere karşı semahat ve cahillerln cehâletlerine mağfiret ve kötülerin kötülüklerine iyilik etmekle bütün kul­larına re'fet ile muamele etmektedir.
Her kim İbadullah'ın esrarına yâni gizli olan işlerine vakıf olur ve ilâhî ahlâk ile mütehaâlik olmazsa bu
sûretle vakıf oluşu kendi üzerinde büyük fitnenin zuhuruna sebeb olur.
Çünkü bu hâlde kendi nefsini görmeye ve büyütmeye başlar ve Allahu Teâlâ'ya has olan Kibriyâ ve Azamet sıfatlarını iddia gibi en büyük dalalet gayyasına yuvarlanır.
İbrahim Peygamber Aleyhisselâm semavat ve arzın melekût âlemini müşahedesinde bir kulun mâsiyette bulunduğunu görüyor.
Bunun helâkini Allah'tan istiyor.
O adam helâk oluyor.
Böylece birkaç adam helâk olunca Hak Teâlâ vahiyle diyor ki :

"Ya İbrahim; sen duası müstecab bir zâtsın, benim kullarımın aleyhlerinde dileklerde bulunma, bunlar üç haslet üzeredirler: Olur ki tövbe ederler, ben de tövbelerini kabul ederim. Yahut onlardan bir evlât halk ederim, evlâtları benim tesbih ve takdisimle meşgul olur, yahut huzuruma geldikte istersem affeder ve istersem muazzebe ederim."Bu şerefli hadisi Hazreti Ali Peygamberden rivâyet eylemişlerdir.
Allah, İb­rahim Aleyhisselâm'a semavat ve arzın melekût ve gayb âlemlerini gösterdikten sonra ilâhî ahlâk ile tehallûk ettirmiştir.


Semahat : Cömertlik. İyilik severlik. El açıklığı.
İbadullah : Allah'ın kulları.
Gayya : Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.
Müstecab : Hoş görülen. * İstediği kabul edilen. İcâbet olunmuş.
Muazzeb : Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLIX


حظُّ النَّفْسِ في المَعْصِيَةِ ظاهِرٌ جَلِيٌّ ، و حظُّها في الطاعَة باطِنُ حفِيُّ ، و مُداواةُ ما يخْفَى صَعْبٌ عِلاجُهُ .

Nefsin mâsiyette hoş­lanacağı açık ve bellidir. Tâatlerde hoşlanacakları huzuzâtı ise kapalı ve gizlidir. Gizli olan illetin müdavatı daha çetindir.

Nefsin cibilliyeti iktizası; daima hoşlanacağı şeyleri aramak ve ifâsı icâbeden haklardan kaçın­maktır. Maasiden tâatlerde bile gâyet gizli hoş­lanacak cihetler bulunabilir.
Basiret erbabı herhangi bir tâat ve ibâdette nefislerinin hoşlandıklarını görürlerse nefsin türlü türlü hile ve oyunlarını bildikleri için derhal başka bir tâat ve ibâdette bulunurlar.
Basiret erbabından Ahmet ibni Erkam-i Belhî nefsinin fisebilillah küffar ile gaza etmesi emrinde bulunduğunu görünce teaccüb ediyor
.
Hak Teâlâ mukaddes kitabımızda :

وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ

--- “(Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yusuf 12/53)

“Hakikaten nefis kötülükle emredicidir!” Buyurulduğu hâlde nefsim beni hayır yoluna davet ediyor. Bu hiçbir zaman olacak iş değildir düşüncesiyle nefsime dedim ki:
“Gazaya gidecek olursam kimseye haber vermeden tanınmaz, bilinmez bir hâlde giderim!”
Nefsim: “Benim de istediğim budur” dedi.
“İlk hücumda düşman saflarına atırılırım, şehit olurum” dedim.
“Ben de bunu istiyorum” dedi.
Hülâsa böyle nefsin hoşlanmıyacakları birçok tehlikeleri söyledikçe rıza göstermesi üzerine Hak Teâlâ'ya yalvardım ve nefsimin böyle hayırlı bir işin isteğinde bulunmasının içyüzünü söylettirmesi
niyazında bulundum.
Bunun üzerine nefsim anlatmağa başladı.
“Beni bütün isteklerimden mahrum ediyorsun, beni her gün öldürüyorsun, gazaya gidecek olursan bir defada ölür kurtulurum.
Gazada şehit olduğun duyulunca büyük bir şeref
ve şöhret kazanılmış olacaktır.
İşte bu hâl nefsin türlü türlü hile ve oyunlarını gösteren güzel bir misaldir.”


Huzuzât : (Huzuz. C.) İnsanın hoşuna giden şeyler.
Müdavat : Deva bulma. Hastaya bakma. İlâç bulma. Tedavi etme.
İllet : (İllet) Esas sebeb. Vesile. * Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLX

رُبَّما دخَلَ الرِّياءُ عَلَيْكَ مِنْ حَيْثُ لا يَنْظُرُ الخَلْقُ إليْكَ

Olabilir ki, halk seni görmediği hâlde ibadet
ederken riyâda bulunmuş olursun.


Kulun ibâdet ederken halkın karşısında bu­lunması kâfidir.
Riya edib etmediğine dair bir âlâmet aramağa ihtiyaç yoktur.
Fâkat hiç kimse kendini görmediği hâlde de ibâdetinde riyâde bulunmuş olur.
Böyle bir riyâ gâyet gizlidir.
Ancak bazı işaret ve alâmetler ile anlaşılabilir.
Böyle gizli bir riyânın işaretlerinden biri halkın kendini âbid ve zâhid bildikleri için gösterdikleri hürmetlerden hoşlanmasıdır.

Sofiyeden Davud-ı Tâî’nin yanına birisi geliyor. Davud-i Tâî, niye geldiğini sorunca: “Ziyâretinize geldim” diyor.
Davud : “Ziyâret niyetinde bulunduğun için bir hayır işlemiş oldun, fâkat benim başıma geleceği biliyor musun?
Bana denilse: “Sen kimsin ki ziyâret ediliyorsun? Zâhidlerden misin? Vallâhi değil. Âbidlerden misin? Vallâhi değil. Salihlerden misin? Vallâhi değil.”
Bundan sonra Davud-ı Tâî kendi nefsine hitab ile diyor ki: “Gençliğinde fâsık idin, büyük olunca mürai oldun. Mürai olan kimse fâsıktan Vallâhi daha şerlidir.”


Sofiye ekabirinden birçok zevat hakiki ihlas hakkında hep böyle işaretlerde bulun­muşlardır. Gizli ve açık riyâdan ancak âbid ve muvahhidler selâmette kalmışlardır.
Çünkü Hak Teâlâ şirkin her türlü inceliklerinden kendilerini kurtarmış ve yakîn ve marifet nurlarının kalble­rinde parlamsiyle halkı görüşleri büsbütün nazar­larından silinmiştir.
Halkın karşılarında yaptıkları iyi ve güzel amelleri hep hâlistir.
Sofiyeden Yusuf bin Hüseyin Razî: “Dünyada en aziz ŞEY ihlastır” buyurmuştur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLXI

إسْتِشْرَافُكُ أن يعْلمَ الخَلقُ بِخُصُوصِيَّتِكَ دليْلٌ عَلى عَدَمِ صِدْقِكَ فِى عُبُودِيَّتِكَ .


Kendi hususîyetini halkın bilme­sini istemekliğin ubudiyetinde sadık olmadığının delilidir.


Bir insanın hususîyetinden maksat Hak
Teâlâ'nın bazı kullarına tahsis eylediği faydalı bir bilgi, yahut yaratıcı bir iştir.
Ubudiyette sadakat dahi kulun Hak Teâlâ'nın bildiğine kanaatle halktan hiçbir kimsenin kendi hâline vakıf olmamasını isteyişidir.
İhlas ile ibâdet eylediği için ağyarın bilmesine gayreti mânidir.
Şerefli hadis­lerde âşikâr bir ibâdete göre gizli bir ibâdetin değeri yetmiş derece daha ziyâde olacağı şerefvârid olmuştur.


Sehl bin Abdullah-i Tüsterî: “Her kim kendi ile Allah arasında olanı halkın bilmesini isterse gafil adamdır demiştir.”

Ebu’l-hayr-i Aktâ dahi : “Her kim yaptığı ibâdetleri halkın bilmesinden hoşlanırsa o adam müraidir.'' diyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLXII


غَيِّبْ نَظَرَ الخَلق إليك ينظرِ الحقِّ إليك ، و غيب عن إقبالِهم عليك بشهودِ إقبالِهِ عليكَ .

Allahu Teâlâ'nın seni görüşü ile halkın seni görüşünden uzaklaş ve sana teveccühü müşahedesiyle halkın teveccühünden gizlen.

Bu hikmet: Evvelki hikmette geçen ubu­diyette doğruluğun hakikatine işaret etmektedir.
Kulun halk ile hiçbir ilişiği olmayıp görüşünün ve
istek ve dileğinin yalnız Allahu Teâlâ'ya münhasır olmasını gösteriyor; her iki hâl birbiriyle karşılaşınca aşağıdaki yukarıdaki hâl içinde gaib olacağını bildiriyor.
Çünkü halktan gelecek şeyler hep vehmî ve bâtıl şeylerdir.
Bunlara uymak birçok büyük günahlara sebeb olur.


Münhasır : (Hasr. dan) Belli bir sınır içinde olup harice tecavüz etmeyen, inhisar eden, her yanı çevrili. * Yalnız bir kimseye veya bir şeye mahsus olan.
Vehmî : Olmadığı halde var zannederek. Düşünmeye, vehme dair, vehme ait.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLXIII


مَنْ عرف الحقَّ شَهِدَهُ في كُلّ شَيْءٍ ، وَ مَنْ فَنِيَ به غابَ عن كلِّ شَيْءٍ ، و من أحَبَّهُ لم يُؤْثِرْ عليهِ شَيْءً


Hak Teâlâ'yı bilen her şeyde Hakk’ı görür.
Hak ile fâni olan her şeyden gaib olur ve her kim Hakk’ı severse Hak üzerine hiçbir şeyi üstün tutmaz.


Hikmetler Müellifinin söylediği hâletler bu yüksek makamlara erişmek alâmetleridirbunları nefsinde görmiyen sâlik tahsili iddiasında buluna­cağından bunlara erişebilmek için nefsiyle müca­hedeye çalışmalıdır.


Müellif : (Ülfet. den) Te'lif eden. Kitab tertib eden, kitab yazan. Kitab meydana getiren. * İmtizac ettiren.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET: CLXIV

إنّما حَجَبَ الحقَّ عنكَ شِدَّةُ قُرْبِهِ مِنْكَ


Haktan seni mahcub edib perdeliyen onun sana şiddetle yakın bulunmasıdır.

Yakınlığın şiddeti perde olduğu gibi uzak­lığın şiddeti dahi perdedir.
Yakınlığın şiddeti senin varlığının hiç olup gitmesi demektir.
Hiç olup gidenle sâbit ve mevcud olan arasında hiçbir münasebet yoktur.


Ebu’l- Hasan Şazelî : “Yakınlığın hakikati, yakınlığın azameti için yakınlıktan gaib oluşudur.
Nitekim miskin kokusunu alan kimse onun bulunduğu yere doğru yakınlaştıkça kokusu artmağa başlar.
Fâkat bulunduğu yere girince misk'in kokusu kesilir buyurmuştur.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLXV


إنّما احتجَبَ لِ شِدَّةِ ظُهُورِهِ ، و خَفِيَ عنِ الأبصارِ لِعِظَمِ نُورِهِ .

Hakk’ın muhtecib yâni görünmez olması: Zuhurunun şiddetinden ve gözlerden gizli bulunması nurunun azametindendir.

Zuhurunun, şiddetinden görünmez olmasının misali güneşin kendi zâtıdır.
Mahsus olan nurların en kuvvetlisi güneşin ziyâsıdır.
Ziyâsının şiddeti görülmesine mâni olmaktadır.
Bu görülmemezlik hakikatte kendi zâtından değildir.
Çünkü kendi zâtîyle zâhir olan kendi zâtîyle muhtecib olmaz.
Buradaki hicâb nurun feyezanına karşı gören gözlerin zayıf oldukları için mukavemet edemediklerindendir.
Hak Teâlâ'nın halka görünmez olması zuhurunun şiddetinden ve gözlerden gizli kalması nurunun azametindendir.


Muhtecib : Hicablanmış. Perdeli. Örtülü. Örtülmüş. Saklanan. Gizlenen.
Hicâb : Perde. Örtü. Hâil. * Utanma. Kendini kusurlu bilip insanlar arasından çekilmek. * Men'etmek. * Allah ile kul arasındaki perde. * Setretmek. Gizlemek.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLXVI

لا يكن طلبُكَ تسبُّباً إلى العَطاءِ منهُ ، فيَقِلَّ فهْمُنَ عنْهُ . و لْيَكُنْ طلبُكَ لإظْهَارِ الْعُبُودِيَّةؤ ، و قِياماً بِحُقُوقِ الرُّبُوبِيَّةِ .


Hak Teâlâ'dan dileklerin, istediklerinin verilmesine sebeb olmamalıdır.
Dileklerin ubudiyeti izhar etmek ve Rububiyetin haklarını yerine getirebilmek için olmalıdır.


Âriflerin anlayışlarına göre Hak Teâlâ'nın dileklerde ve yalvarışlarda bulunmakla emirleri, kendine karşı ubudiyeti izhar etmek ve Rububiyetin haklarını yerine getirebilmek içindir.
Yoksa kendi istediklerine kavuşmak için değildir: Ebu Nasr-ı Sarrac : “Teslim ve tafviz ehli için duanın ne olacağını erenlerden bir zâttan sordum. Cevaben dedi ki: İki türlü duada bulunursun:
Biri, dua etmek Allah'a karşı bir hizmette bulunmaktır. Vücudunun aza­larını bu hizmetle ziynetlendirmiş olursun.
İkincisi Hak Teâlâ emretmiş olduğundan emrine imtisal eylersin.”
Âriflerden bir zât demiştir ki:
“Duanın faydası ihtiyaç ve yoksulluğu Hak Teâlâ'ya arz etmektir.
Hak ne isterse onu yapar."
Bundan anlaşılıyor ki bir sâlik her istediği verildiği ve her duası kabul buyurulduğu hâlde dileklerden kesil­memelidir.
Yoksulluk ve ihtiyacını daima arz etmekten geri durmamalıdır.


Ebu’l- Hasan Ali Şazelî: “Dua ederken kasdın, duanın kabulü ile işinin görülmüş olması olmamalıdır. Belki dua ederken kasdın Hak Teâlâ’ya münacatta bulun­mak olmalıdır.” buyurmuştur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLXVII

كيْفَ يكنُ طلبُكَ الَّلاحقُ سبباً في عَطاْءِهِ السَّابِقِ ؟


Sonradan lâhik olan talebin evvelce ezelî âlemde sebkeden ilâhî atânın nasıl sebebi olabilir?

Bu hikmet: Sebebin kadere bağlı oluşunun başlıca bir delilidir.
Çünkü kulun Haktan istediği evvelce ezeli âlemde takdir edilmiş bir keyfiyettir.
Sonradan vuku’ bulmuş olan bir taleb evvelce takdir edilmiş bir keyfiyetin sebebi olamıyacağı bedihîdir..
Çünkü lâhik sabıkın sebebi olamaz.
Sebebler daima müsebbib olanlara tekaddüm etmekte değil midirler?


Lâhik : Yetişen, vâsıl olan, ulaşan. * İlâve olan, eklenen. * Sonradan tâyin edilen, yenisi. (Bak: Lâhık)
Atâ : Verme. Bağışlama. Bahşiş. Lütuf. İhsan.
Keyfiyet : Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
Bedihî : Aşikâr, belli ve açık olma. * Ansızın zuhur eden. * Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık.
Sabık : Geçmiş. Önceki. * Zamanca veya rütbece ileride olan. * Eskiden işlenmiş suç.
Müsebbib : Sebep, vesile ve mucib olan. Vücuda getiren, kuran.
Tekaddüm : Geçmiş bulunma. * Öne geçme. İlerleme. * Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek. * Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLXVIII

جَلَّ حُكْمُ الأزَلِ أن يَنْضَافَ إلى العِلَلِ .


Ezelî ve İlâhî hüküm, bir takım illetlere bağlı bulunmaktan çok yüksek ve münezzehtir.

Bu hikmet ikinci bir delili göstermektedir.
Şöyle ki: Dilek sahibinin istediği ezelde mukadder olan ilâhî bir hükmün eseridir.
Dilek sahibinin dilek ve duası neticesi değildir.
Çünkü Allah'ın hükümleri illetlerin neticeleri olmaktan münezzeh­tir.
O mutlak bir irade ve nafiz bir meşiyyet
Sahibidir.
Bütün masiva kendi masnuatından ibarettir.
Ârif ve muhakkiklerin dedikleri gibi kendinin sun'u her şeyin illetidir ve san'atının hiçbir illeti yoktur.


Mukadder : Tâyin olunmuş. * Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. * Kazâ. * Kıymeti biçilmiş. * Beğenilmiş. * Yazılmış olan.
İllet : Herhangi bir şeyin var olması için lâzım gelen sebeblerin tamamı. Bu sebebler var olunca neticesinin vücuda gelmesi bizzarure ve bilvücub iktiza eder.
Münezzeh : (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.
Nafiz : İçe işleyen. Delip geçen. İçeri giren. * Sözü geçen, kendine itaat edilen. Te'sirli, nüfuzlu.
Meşiyyet : Meşiet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek.
Masnuat : San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
Sun' : Yapmak. * Eser, yapılan iş. * Te'sir. * Güzel iş yapmak.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »


HİKMET : CLXIX

عنايتُهُ فيكَ لا لشيءٍ منك ، و أينَ كنت حينَ وَاجَهَتْكَ عنايتُهُ ، و قابلتْكَ رِعَايتههُ ؟ لمْ يكنْ في أزَلِهِ إخلاصُ أعْمالٍ ، و لا وجودُ أحوالٍ . بلْ لمْ يكن هُناك إلّا محضُ الإفْضَالِ ، و عَظِيْمُ النَّوَالِ .


Allah'ın sende olan inâyeti senden vuku’ bulmuş değildir.
İnâyeti seni karşılayınca ve riayeti sana mukabil olunca sen nerede idin?
Ezeliyyette iyi işlerin ihlâsı ile ahvalin varlığı mevcud değildir.
Orada olan ancak sırf ilâhî bir ihsan ve büyük vergiden gayri bir şey değildir
.

Allah’ın gayri hiçbir şey yok iken sen de yok idin. Tevessül edebileceğin ne ezelî bir ihlâsın ne de iyi amalin vardı. Orada olan biten ancak ilâhî ve sırf bir kerem ve ihsanın tecellîsinden başka bir şey değildir.


İnâyet : Yardım, lütuf meded etmek. * Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul olmak.
Riayet : İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. * Uymak, tâbi olmak. * Otlamak veya otlatmak. * Hıfzetmek, korumak.
Mukabil : Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.
Ahval : Haller. Vaziyetler. Oluşlar.
Tevessül : Allah'ın dergâhına yaklaştıracak amel işlemek. * Sarılmak. * Baş vurmak. * İnanmak. * Sebeb tutmak
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLXX

عَلِمَ أنَّ العِبادَ يتشوَّفُونَ إلى ظُهُورِ سِرِّ العِنايةِ فققالَ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاء علم أنّه لوْ خلَّاهُمْ وذلك لتَرَكُوا العَمَلَ اعْتِماداً على الأزَلِ فقالَ : إِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ


Allahu Teâlâ ezelî ilâhî ilminde yarattığı kul­larının ilâhî inâyet sırrının zuhurunu özliyecek­lerini bildiği için Mukaddes kitabımızda :

يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاء

ثمَّا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلاَ الْمُشْرِكِينَ أَن يُنَزَّلَ عَلَيْكُم مِّنْ خَيْرٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَاللّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

“(Ey müminler!) Ehl-i Kitaptan kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Bakara 2/105)

“Dilediği kimseyi rahmetine has eder.” buyurmuştur.
Ve kullarını oldukları gibi bırakacak olursa ezelî hükümlere itimad ile iyi işleri terk edeceklerini bildiği için mukaddes kitabımızda :


إِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ



وَلاَ تُفْسِدُوا فِي الأَرْضِ بَعْدَ إِصْلاَحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفًا وَطَمَعًا إِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ

“Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır.” (A’raf 7/56)

“Hakikaten Allah’ın rah­meti iyi iş işleyenlere yakındır!” buyurmuştur.

Muktazası rahmet olan ilâhî inâyet sırrının zuhuru için :

يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاء

“Dilediğine rahmetini tahsis eder.” buyurmuştur. Kulun bunda bir ilgisi yoktur.
إِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ

“İhsan edi­cilere hakikaten Allah'ın rahmeti ykındır.” âyetinde zikredilen ihsan o inâyetin bir işaret ve alâmetidir.
Mucib bir illeti değildir.
Ancak rahmeti kendine isnad etmesi kulların ezelî ahkâma işi terk ile ubudiyyetin muktezası olan iyi işleri bırakmamaları içindir.
Bunlar Allah’ın kulları üzerine vâcib kıldığı haklarıdır.


İtimad : Güvenerek bağlanmak. Emniyet etmek. Bir şeye kalben güvenip dayanmak.
Muktaza : Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen.
Mucib : (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
İsnad : Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek. * Bir nesneye, bir şeye dayanmak. * Birisi için, bir şeyi yaptı demek. İftira etmek.
Ahkâm : (Hüküm. C.) Hükümler. Kanunlar. Nizamlar.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLXXI

إلى المَشِيْءَةِ يسْتنِِدُ كُلِّ شيْءٍ ، و لا تسْتنِدُ هِيَ إلى شيْءٍ

Her şey meşiyyete istinad eder ve o meşiyyet hiçbir şeye istinad etmez.

Her şeyin meşiyyete dayanması, meşiyyetin taallûk etmediği bir şeyin imkansız ve muhal olduğundandır.
Meşiyyetin bir şeye dayanmaması dahi kemâli vâcib olan bir şeyde eksiklik bulun­ması imkansız olduğu içindir.
Buraya kadar geçen hikmetler güzelliğin son derecesindedir.
Tekerrür etmeleri ayrıca şerh ve beyandan müstağnidir ve bunlar ezelî ahkâma ve sebebler ile illetlerin fık­danına işaretleri ihtiva etmektedir.
Kula vâcib olan bu işaretler üzerine amal ve ahvalini kurmuş olmasıdır.
Bu tarik ile ubudiyet ve iftikarı iltizam ederek tedâbir ile ihtiyarı terketmemiş olacaktır.


Taallûk :Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
Muhal : İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. * Hurâfe olan nazariye.
Şerh : Açma, genişletme. * Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme. * Bir şeyi dilim dilim kesme. * Bollaştırma. * Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme. * Açıklanmış yazı, risale.
Müstağni : (Gani. den) Kimseden bir menfaat beklemeyen, bir şey istemeyen, istiğna eden, kimseye ihtiyacı olmayan. Gönlü tok, tok gözlü. Çekingen, nazlı. * Gerekli ve lüzumlu bulmayan.
Fık­dan : Yokluk. * Bir şeyin belirsiz olması. Yitirmek.
İhtiva : İçinde bulundurmak, içine almak, hâvi olmak, şâmil olmak. Bir şeyi toplamak ve korumak.
Tarik : Yol. Tarz, usûl. * Vâsıta. Meslek. * Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası.
Ubudiyet : Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.
İftikar : Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu'. Alçak gönüllülük.
İltizam : Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma. * Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
Tedâbir : (Tedbir. C.) Tedbirler, çareler.
İhtiyar : Yaşlanmış kimse. Yaşlı. * Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek. (Bak: İrade)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CLXXII

رُبّما دلَّهُمْ الأدبُ عَلى تَرْكِ الطَّلَبِ ، اعْتماداً على قِسْمَتِهِ ، واشْتَغِالاً بِذِكْرِهِ عَنْ مَسْألَتِهِ .

Olabilir ki kul, ezelî kısmetine dayanarak edebin rehberliğiyle talebin terki üzerinde bulunur ve onun zikir ve fikri ile kendi dileklerinden geçmiş olur.

Hak Teâlâ'nın zikrine dalmış ve kendi üzerinde cereyan etmekte olan mukadderatın
tasarrufatına rıza göstermiş olan sâlikin sual ve talebi terketmesi edebin icâbı olabilir.Bu hâl dahi Sofiye taifesinin mezheblerinden biridir.
Ebu’l- Kasım-i Kuşayrî diyor ki: “Duanın mı yahut sükût ve rızanın mı efdal olduğunda ihtilaf edilmiştir.”

Sofiyeden kimi :

الدّعاء مخ العبادة

“Dua ibâdetin iliğidir!” meâlindeki şerefli hadis icâbınca kendi zâtında ibâdet olanı yerine getirmek evlâdır demişlerdir.
Daha sonra bu Hak Teâlâ'nın hakkı­dır. Müstecab olmayıp da nefsin hazzı hasıl olmazsa ubudiyetin fakr u fâkasını izhar ile Rububiyetin hakkını yerine getirmiş olmaktır.

Sofiyeden Ebu Hazım Âreç: “Duadan mahrum olmak duanın müstecab oluşundan mahrum olmaktan daha şid­detlidir.” demiştir.
Sofiye taifesinden bir cemaat: “Sâlik olan zât lisâniyle dua eshabından ve kalbiyle sükût ve rıza erbabından olmalıdır.”
demişlerdir.
Böyle olunca her iki cihet yerine getirilmiş oluyor demektir.


Cereyan : Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma. * Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî veya siyasî hareketler gibi birbirlerinden farklı sahalarda olabilir.
Tasarrufat : (Tasarruf. C.) Tasarruflar.
Tasarruf : İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı. * (Para veya mal) artırma. * Bir şeye karışıp müdahale etme.
Efdal : (Fazl. C.) Ziyadeler, fazlalar, çoklar. * İhsanlar, ikramlar, iyilikler, meziyetler, hünerler.
İcâb : Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.
Evlâ : Daha iyi, birincisi, başta gelmesi lâzım geleni.
Müstecab : Hoş görülen. * İstediği kabul edilen. İcâbet olunmuş.
Hazz : Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saadet. Tali'. Nasib. Nimet ve süruru mucib şey.
Fakr : İhtiyaç, yoksulluk. * Azlık, muhtaçlık. * Cenab-ı Hakk'a karşı fakrını, ihtiyacını hissetmek. * Tas: Kendisindeki bütün her şeyin Allah'a âit olduğunu bilmek.
Fâka : Zaruret, ihtiyaç. Yoksulluk, fakirlik.
İzhar : Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek. * Yalandan gösteriş.
Rububiyet : Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti. * Artırmak. Ziyade kılmak.
Cihet : (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
Resim
Cevapla

“►Allah Dostları Divan Şerhleri◄” sayfasına dön