EL-HİKEMܒL-ATÂİYYE (Tâcüddîn Atâullah İskenderî ks)

Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : XCIX

فاقتُكَ لك ذاتِيَّةُ ، و وُرُودُ الأسْبابِ مَذَكِّراتٌ لك بما خَفِيَ عليكَ منها والفاقَةُ الذاتتيَّةُ لا ترفعُها العوارضُ

Yoksulluğun senin için zâtîdir. Asıldır.
Sebeblerin gelişleri sana gizli kalan yoksulluğu hatırlatıcıdır.
Arızalar zâtî yoksulluğu kaldırmazlar.


İcad ve imdad nimetlerinin sana lâzım oluşları sabit olup da bunlar olmayınca kendi zâtında yok olacağına göre yoksulluğun zâtî olmakta ve varlık için ıztırar icabetmektedır.
Her ne kadar icad ve imdad nimetlerinden müstağni isen de bunlar arazî umurdandır.
Arazi umur ise zâtî umuru izale ede­mezler.
varlığa münafi olan marazlar ve elemler gibi sebeblerin gelişleri senden gizli kalan ve âni yoksulluğu hatırlatmak içindir.
Ta ki; Ubudiyet merkezine mülâzemetle had ve tavrını tecavüz etmiyesin.
Firavun’un : “Ene Rabbukümülâla :Ben sizin yüksek Rabbinizim!” diye Rububiyet davasında bulunmasının sebebi vücudça afiyetinin devamiyle zenginliğidir.
Dört yüz senelik ömrü müddetınce sapasağlam yaşamış, ne bir gün başı ağrımış, ne bir sıtmaya tutulmuş, ne de bir daman debren­miştir.
Eğer bir gün bir arızaya uğramış olsaydı Rububiyet davasında bulunacak zaman bulamazdı.
“Letâifü'l-Minen” kitabında kulun dünyada ve
âhirette cennete girmese bile ebedî olarak Allah'a ihtiyacını söyler.
Şu kadar var ki, kulun bu daimi ihtiyacını kuluna bahşettiği nimetlerin içine daldır­mıştır.
Bu hakikatlerin hükmüdür.
Bunların hükmü gayb ve şehâdet âlemlerinde dünya ve âhirette muhtelif olmaz.
İlmin sıfatı keşif ve iradenin sıfatı tahsis'tir.
Halkın varlıkları Tanrı hakikatlerinin vereceklerini herkesin aklı kavrayamıyacağından
Allahu Teâlâ Rububiyetinin kahrını ve Ülûhiyetinin azametini bildirmek için ıztırarı iras edecek sebeb­leri halka musallat eylemiştir.


Iztırar : Çâresiz olmak. Mecburiyet. İhtiyaç.
Umur : (Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler.
İras : Sebeb olmak, vermek. Vâris kılmak, miras bırakmak, miras yemek. * Gerekmek.
Musallat : Rahatsız eden. Tasallut eden. Sataşan.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : C

خيرُ أوْقَاتِكِ وَقْتٌ تَشْهدُ فيه وجودَ فاقَتِكَ ، وتُرَدُّ فته إلى وجودِ ذِلَّتِكَ


Vakitlerinin en hayırlısı yoksulluğunun müşahedesiyle nefsindeki zillete döndürüldüğün vakittir.


Bunun en hayırlı vakit olması Rabbin ile beraberliğinde huzur buluşundur.
Bu hâl bayram günleri gibidir.


Ata-i Selemî yedi gün aç kalıyor.
Hiçbir şey tadmıyor.
Kalbi sevinçle doluyor :
“Yarabbi üç gün daha bana hiçbir şey tattırınazsan sana bin rekat namaz kılacağım!” diyor.

Evliyadan Feth-i Musulî evine gelince evinde ne bir çerağ, ne bir yiyecek lokma, ne oturacak bir sergi olmadığını görünce sevincinden ağlamaya başlıyor : “Yarabbi, ben ne yaprım ki sevdiğin kullarına
vermekte olduğun bu saâdeti bana verdin!” diyor.

Rabi ibni Haytem'e: “Ekmek pahalılaşıyor!” diyorlar. Cevabında: “Allah'a göre bizim ne ehemmiyetimiz var ki bizi aç bıraksın, O sevdiği kullarını aç bırakır!” diyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CI

متى أوحَشَكَ مِنْ خَلْقِهِ فاعلمْ أنَّه يريدُ أنْ يفْتَح لكَ بابَ الأُنْسِ بِهِ

Ne zaman seni halktan vahşileştirirse bil ki, sana ünsün kapısını açmak istiyor.

Allah ile üns halktan vahşileşmeyi icâbeder.

Bir sâlike üns kapısı açılırsa Allah'ın gayri her ne varsa hepsinden vahşileşir.
Vahşetin mânâsı kalbin sıkılıp çekilmesi demektir.


Ebu Yezid-i Bistamî mükaşefesinde yüksek melekütun, acaib ve garaibin her türlüsünü görünce: “Bunlardan bir şey hoşuna gitti mi?” diye soruluyor.
“Hiçbir şeyden hoşlan­madım!” cevabını verince, “Sen hakkiyle Allah'ın kulusun!” deniliyor.


Bir sâlik böyle bir vasıfta bulu­nursa bu vasıf üns ve kuds’ün makam ve huzurunda bulunuşunun âlâmetidir.


Üns : Alışkanlık, alışma. * Arkadaş. Hemdem.
Kuds : Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CII

متى أطْلَقَ لسانَكَ بالطَّلبِ فاعْلمْ أنَّه يُريدُ أنْ يُعطيَكَ


Ne zaman istemeğe dilini açarsan bil ki sana vermek istiyor.

İstemek için dilin açılması: Allah'ın gayri ile müstağni olmaktan ve ihtiyaç ve yoksulluğu görmezlikten hasıl olan düğümün çözülmesidir.
bu düğümün çözülmesiyle kul çaresizlik ve ıztırar
ile istemeğe başlayınca :


أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء الْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ قَلِيلًا مَّا تَذَكَّرُونَ


--- “(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!” (Neml 27/62)

“Çaresiz ve muztar olanın duasına Allah'ın gayri kim icâbet eder?”
meâlindeki âyette vaad buyu­rulmuş olduğuna binaen dileği kabul edilir ve istediği verilir. Sahabeden Abdullah ibni Ömer'in rivavetiyle :


منْ اذن له فى الدعاء منكم فتحت له ابواب الرحمة


--- “Sizden kime dua etmekte izin veri­lirse ona rahmet kapıları açılır.” meâlindeki şerefli hadis vârid olmuştur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CIII


العارِفُ لا يزولُ اضْطِرارُهُ ، و لا يكونُ مع غير اﷲ قرارُهُ


Ârif, ıztırarı zail olmayan ve Allah'ın gayriyle karar edemiyen kimsedir.

Âriflerin mârifetleri kendi nefislerinin yok­sulluk ve ihtiyaçlarını bilmeleri ve bu bilgide ne kadar tahakkuk ederlerse o nisbette Allah Azze ve Cell'in mârifetine ermiş olmalarıdır.

--- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu : Kim nefsini bilirse kesinlikle Rabb’ini de bilir. ” buyurmuştur. (Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)

“Nefsini bilen Rabbini bilir!” haberi bunu müeyyeddir.

Şâzelî üstadlarından Ebu’l- Abbas-i Mürsî :


أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ


Âyetinde, velî olan zât daima muztardır!” buyurmuştur.

أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء الْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ قَلِيلًا مَّا تَذَكَّرُونَ

--- “(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!” (Neml 27762)

Şâzelî silsilesinden feyz alan Tacüddin İbn-i Atâullah diyor ki:
“Üstad Ebu’l- Abbas-i Mürsî’nin bu sözün den anlaşılan: ammenin görüşünde his dairesinin galebesi dolayısiyle ıztırarların sebeblerin iradsiyle vuku’ bulmakta olduğudur. Sebebler zail olunca ıztırarları dahi zail olur.
Eğer Allahu Teâlâ’nın âlemi şâmil ve muhit olan ilâhî kabzasını müşahede etseydiler ıztırarları daimi olurdu üstadın bu sözleri ile halktan tevahuş edilmesi ve istek için dilin açılması ârif lerden ayrılmaz olan Hakk’ın verdiği daimi nimetleridir demek istiyor.”


Tevahuş : kaçınmak uzaklaşamak.

Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CIV

أناَرَ الظواهِرَ بأنوارِ آثارِهِ ، و أناَرَ السسَّراءرَ بأنوارِ اوصافه ، لأجْلِ ذلك أفلتْ أنوارُ الظواهِرِ ، و لم تأْفُلْ أنوارُ القلوبِ و السَّراءرِ ، ولذلك قيلَ : إنَّ شمسَ النَّهرِ تَغْرُبُ با للَّيلِ و شمسُ القُلوبِ لَيْسَتْ تَغِيبُ

Açıkta görünen zevâhiri eserlerinin nurlariyle
münevver eyledi.
Kalblerdeki sırları dahi vasıfla­rının nurları ile parlattı.
Onun için açık görünen zevâhirin nuru battı. Kalblerdeki sırların nurları batmaz.

Bunlar şu:

إنَّ شمسَ النَّهرِ تَغْرُبُ با للَّيلِ و شمسُ القُلوبِ لَيْسَتْ تَغِيبُ


Gündüzün güneşi geceleyin batar.
Kalblerin güneşi ise batacak değildir, beytiyle belirtilmiştir.


Görünen zevâhir ve bütün kâinat hakkın eserleri olan güneş, ayı yıldızlarla parlamaktadır­lar.
Bunlar, yok iken sonradan yaradılmış hadis şeylerdir.
Allah'ın vasıf ve sıfatlarının âriflerin kalblerine tecellîyatiyle parlıyan Rabbanî esrar ise hadis şeyler hilafına kadîm ve ezelîdirler.
Onun için kâinâtın nurları batar ve serair nurlarının membaı Kıdem ve ezelîyet olduğu için batmaz. Serairin envariyle münevver olan sâlik


فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا قَالَ هَـذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لا أُحِبُّ الآفِلِينَ

--- “Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi.” (En’âm 6/76)

“Gurub edib batanları sevmem!” diyen İbrahim Peygamberin milleti yolunda bulunmuş olur.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CV

ليُخَفِّفْ الم البلاء ِ عَنْكَ علمُكَ بأنَّه سبحانه هو الميلي لك ، فالذي واجَهتْكَ منهُ الأقدارُ ، هو الذي عَوَّدَكَ حُسْنَ الاختيارِ


Belâyı Allah'ın vermiş olduğunu bilmekliğin üzerindeki belânın demini hafifletmelidir.
Allah'ın kaderlerinden karşına çıkanlar seni güzellik ihtiyarına alıştırmıştır.


Allah'ın kendi hakkında merhametkâr ol­duğunu bilen sâlik ne kadar belâ ve musibetlere duçâr olsa aldırmamalı ve Allah'tan ne gelirse hayırdan gayri bir şeyolmadığı kanaatini âdet edinmiş olmalıdır belâ ve musibetlerde kendisi için ancak Allah 'ın bileceği gizli hayırlı maslahatlar bulunduğunu bilmelidir.

َا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَرِثُوا النِّسَاء كَرْهًا وَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُوا بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ إِلاَّ أَن يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُّبَيِّنَةٍ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَإِن كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسَى أَن تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيراً

--- “Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.” (Nisâ 4/19)

“Ola ki sizin için hayır olanbir şeyi ikrah edib hoş gömüyesiniz!” âyetiyle müeyyeddir.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CVI

مَنْ ظَنَّ انْفكاكَ لُطْفِهِ عَنْ قَدَرِهِ ، فذلكَ لقَصَورِ نَظَرِهِ


Allah'ın lütfunu kaderinden ayrı zanneden kim­senin bu zannı görüşünün kusurundandır.

Burada görüşün kusurundaki sebeb yakînin zayıf oluşu ve mukaddir olan hâkim Hak Teâlâ'ya güzel zannın bulunmayışındandır.
Sâlikin görüşü kuvvetli olsaydı hoşlanmadığı kaderinde ne kadar faydaları ve maslahatları olduğunu anlamış olurdu.
Âriflerden bir zât şiddetli bir maraza mübtelâ oluyor ve bu marazın zail olmamasını diliyor.
Yine âriflerden İmran İbn-i Hasiyn istiska illetine tutuluyor ve bu hastalığı otuz sene devam ediyor. Ne kalka biliyor, ne oturabiliyor, yerde arkası üzerine kalıyor.
Kardeşi Ebu’l- ulâ yanına gelip de bu hâlde görünce ağlamaya başlıyor.
İmran ne için ağladığını sorunca :“Seni bu hâlde görüp de nasıl ağlamıyayım!” diyor.
İmran: “Hayır, benim için Allah 'ın sevdiğini ben severim. Belki sana faydası olur. Şu hâlde Allah’ın başka bir lûtfunu görüyorum bunu sana söyliyeceğim, fâkat ben ölünceye kadar kimseye söyleme. Bu hastalığımda Melelaike gelip beni ziyâret ediyorlar, bunlarla ülfette bulunuyorum, bana selam veriyorlar, selâm­larını işitiyorum.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CVII

لا يُخافُ عليكَ أنْ تلتَبِسَ الطرقُ عليكَ ، و إنَّما يخافُ عليكَ مِنْ غَلَبَةِ الههَوَى عليكَ

Senin için yolların karışıklığından korkulmaz.
Senin için korkulacak ancak hava vehevesin galebesidir.


Allahu Teâlâ'ya doğru yol gâyet açık ve bellidir. Çünkü bu yolu gösteren ve peygamberleri gönderen, mukaddes semâvî kitabları indiren ve birliğine delil ve burhanları kuran O'dur.
Artık kul için bu yolun korkulacak karışıklıkları yoktur.


Ahmet İbn-i Hadraveyh Belhî: “Yol açıktır. Hak ve hakikat görünmektedir. Davet eden sesini
İşittirmiştir. Bundan sonra hayrette kalmak ancak körlüktendir!” demiştir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CVIII

سبحانَ مَنْ سَتَرَ سِرَّ الخخُصُوصيَّةِ بظُهُورِ البَشَرِيَّةِ ، و ظَهَرَ بعطَمَةِ الرُّبوبِيَّةِ إظهار العُبثودِيَّةِ


Beşeriyerin zuhuriyetiyle hususîyetin sırrını örten ve Rububiyetin azametiyle ubudiyeti belirten Allahu Teâlâ'yı takdis eylerim.

Hususîyetin sırrı Evliyaya muhtas olan mârifetin hakikatidir bu mârifet beşerîyetın zuhu­riyle örtülmüştür.
Beşeriyetin hakikati ise ihtiyaçve iftikar ile muttasıf olmaktır.
Bu ihtiyaç dolayı­siyle ibâdet edilecek bir mâbudun varlığı lâzım gelmektedir.
İşte bu Ubudiyet perdesi arkasından beliren Rububiyet azametidir.


Şazelî'lerin büyük üstadı Ebu’l- Hasan Ali Şâzelî : “Ubudiyet, Rububiyet'in izhar eylediği bir cevherdir” buyurmuştur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CIX

لا تُطالِبْ ربَّكَ بتأخر مَطلَبكَ ، و لكنْ طالِبْ نفْسكَ بتأَخُّرِ أَدَبِكَ


İsteğinin gecikmesiyle Rabbine mutalebede bulunma.
Lâkin edebinin gecikmesinden nefsinle muta­lebede bulun
.

Rabbinden hangi bir dilekte bulunup da dileğin icâbeti zâhir olmazsa zannını güzelleştir.
Dileğin hemen oluvermesini isteme
Allah istediğini yapar ve yaptıklarından sorulmaz. Lâkin nefsinin edebi teahhur eylediğinden nefsine karşı mutale­bede bulun.
bu hususta nefsin edebsizliği birkaç cihettendir. Dileğin kabul edilsin diye Allah'tan diliyorsun.
Bu ise ubudiyetin kemâline münaridif.
Dileğin hemen oluvermesi icâbetin şartlarından değildir.
Senin için bir takım mesalihi ihtiva etmekle gerilemiş olabilir.
İcâbet doğruca Allah'a ait bir keyfiyettir.
Bileceğin ve bilmiyeceğin sûret­lerde istediği gibi kullanır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CX

متى جَعَلضكَ في الظاهرِ مُمْتَثِلاً لأمرهِ ، ورزقكَ في الباطنِ الاسْتِسْلامَ لقهْرِهِ ، فقد أعْظَمَ المنَّةَ عليكَ

Ne zaman seni zâhirde emrine imtisal edici ve bâtında kahrına brşı teslim olucu kılarsa sana in'am ve ihsanını çok büyütmüş olur.

Zâhirde emre imtisal ve bâtında kahra istislâm; Hak Teâlâ'ya karşı ubudiyetin ikame­sinde gözetilmesi lâzım olan iki mühim emirdir.
Bunlara muvaffak olan Allah'ın hakiki bir kulu ise bunlardan sonra daha neyi bekliyebilir ve daha neyi ister?


Büyük üstad Ebu’l- Hasan Ali Şazelî diyor ki:
“Hak yolu kardeşlerimden bir zât ile çölde bir mağaraya girdik.
Ola ki evliyadan olmak ve onlara fethedilen ilâhî fütuhata karış­mak üzere birçok zaman mağarada kaldık.
Şu haftada, şu ayda fütuhatın tecellîsini beklemekte idik.
Tecellî etmiyordu.
Biz bu hâlde iken mağa­ranın kapısında bir zât içeri girmek için izin isti­yordu.
İzin verdik, içeri girdi.
“Sen kimsin?” dedik.
“Ben Abdülmelik'im” dedi.
Evliyadan bir zât ol­duğunu anladık,
“Ne hâldesin?” dedik.
“Bu haftada, bu ayda veli olacağım diyenin hâli nasılolur?
Ne evliyalığı, ne felâhı, ne dünyayı ne de âhireti bulabilir.
İbâdetin ruhu şudur: Allah’a ibâdet, emreylediği üzere :

خالصاً لِوَجْهِ اللَّهِ


Vechullah için haliseten olmalıdır!” dedi ve savuştu gitti.
Bunun üzerine büyük bir gaflet­ten uyandık.
Bu giden zât vasıtasiyle Hak Teâlâ' nın bize merhamet eylediğini anlıyarak tövbe ve ıstiğfarlardan sonra Allah'ın fazıl ve keremiyle ilâhî fütuhat tecellîye başladı!”


İmtisal : Nümune kabul etme. * Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme. * Mesel ve kıssa söyleme. * Bir şeyin suretine girme. * Muvafakat ve mutabakat etme. * Katili kısas etme. (Bak: Dimağ)
İstislâm : Uyma, tabi olma. * Müslümanlığı kabul etme. İslâm olma. * Yolun ortasından gitme.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXI

ليس كُلُّ منْ ثيتَ تَخْصِيصُهُ كَمُلَ تَخْليصُهُ

Tahsisi sabit olan herkesin tahlisi tamam olamaz.

Tahsis görüş ve tahlis kurtarılış demektir.
Allahu Teâlâ bazı kullarına lutuf ve inâyetini
izhar ile bunlardan kim bu hâlde devam edib
giderse irfan ile gerçekleşmiş olur, kâinat ve ağyarı görmekten kurtulur.
Bunlar mukarrib olanların havassıdır.
Devam edenlerden bazısını dahi kemâlin en yüksek noktasına varmaktan durdurur ve kendi hâlinde kendine yanyacak ulûm ve amal ile terbiye eder.
bunlar mukarriblerdir.
Mücahede ve evrad ve ezkar ehli âbid ve zâhidler lutuf ve inâyete mazhariyetle irfan ehli mukarriblere zikir­lerde ve tâat ve ibâdetlerde her ne kadar iştirak ediyorlarsa da nefislerini görmekten kurtulama­mışlar ve isteklerden dahi ayrılamamışlardır.
Hak Teâlâ kalblerinde yakîni kuvvetlendirmek için ellerinde kerametler dahi izhar ettirir.
Fâkat mukarriblerin kalblerinde irfan ve yakîn kuvveti Rüsûh bulduğundan kerametlerin kendilerinde zuhuruna lüzum kalmamıştır.
Onun için görüş mertebesinde bulunanların kurtarılışları tam olmaz.


Tahsis : Rağbet ettirmek. Meylettirmek, yöneltmek
Tahlis : Kurtarmak. Halâs etmek. * Bir şeyin özünü, hülâsasını almak.
Havass : (Hasse. C.) Hasseler. Duygular.
Rüsûh : İlim ve fennin derinliğine vukufiyet. Sağlamlık. Devamlılık. Yerinde, sağlam, sâbit ve devamlı olmak. * Meharet, meleke.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXII

لا يسْتحقِرُ اللوِرْدَ إلا جَهُولٌ الواردُ يوجد في الدارِ الآخرةِ ، والوِرْدُ ينطواءِ هذه الدارِ ، وأوْلَى ما يُعتنى به لا يُخْلَفُ وُجُوودهُ الوِرْدُ هو طالِبُهُ منكَ ، الواردُ أنت تطْلُبُهُ منهُ ، و أيْنَ ما هو طالِبُهُ منكَ مما هو مطْلَبُكَ منهُ ؟


o Vird'i ancak cahil kimse küçük ve hakir görür.
Vârid ise âhirette daimdir.
Vird bu dünyanın bitmesiyle bitmiş olur.
Birinci derecede itina edilmesi icâbeden şey gerisi ve halefi olmayandır.
Vird'i senden istiyen odur.
Vâridi ondan istiyen sensin.
Senin ondan istediğin nerede, onun senden işittiği nerede?


Vird ve Vârid kelimelerinin târifleri evvelki hikmetlerde geçmiş idi.
Tasavvuf terimlerinde:
Vird: Kulun kesbiyle zâhir ve bâtındaki ibâdetleri ve Vârid: Kulun kalbine doğan Allah'ın envarı ve letâfetleridir.
Vird: Kulun Allah'a karşı ubu­diyeti ve
Vârid: Allah'ın kuluna ihsan eylediği lütuf
ve kerametidir.

Kulun vird'e en ziyâde itina etmesi iki cihetle evlâ ve elzemdir.
Birincisi Vird bu dünya âlemine mahsustur. Dünyanın bitmesiyle Vird dahi bitmiş olur.
Artık Vird’e halef olabilecek bir şey kalmamış demektir.
İkincisi Vird Hakk’ın senden istediği hakkıdır.
Vird senin hoşlanacağın bir şeydir.
Ubudiyete lâyık olan Hakk’ın huku­kunu yerine getirebilmektir.
Vird'in Vârid üzerine meziyeti böylece sabit olunca Vird'i küçük ve hakir görmek koyu bir cehâletten başka bir şey değildir.


Bir zât, Cüneyd-i Bağdadî'yi elinde tesbih ile görünce : “Şerefinizle beraber elinizde tesbih bulunduruyorsunuz!” diyor.
Cüneyd-i Bağdadî: “Evet, her neye erdik ise bunun sebebiyle ermiş bulunu­yoruz, bunu ebedîyyen terk edemeyiz!” demiştir.


Halef : Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXIII



ورُودُ الإمْدادِ بحسَبِ الاستِعْدادِ ، وشروقُ الأنوارِ على حسَبِ صَفَاءِ الأسْرارِ


İmdad'ın gelişi istidadın kuvvetine ve ilâhî nurların ışıklanması esrarın sâfiyetine göredir.

İlâhî imdadın kulun kalbine gelişi kalbin ağyardan pak olmasına göredir.
İlâhî nurların kalbte ışıldayıp parlaması: Ağyar ve eserlere ilişik bulantılardan saf oluşu nisbetindedir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXIV


الغَافِلُ إذا إصْبَحَ يَنْظُرُ ماذا يفْعلُ ، والعاقلُ يَنْظُرُ ماذا يفْعلُ اﷲ به

Gafil bir kimse sabahlayınca, Bugün ne yapacağım?” diye düşünür.
Âkil bir zât ise, “Allahu Teâlâ bana ne yapacaktır!” der.


Kulun hatırlıyacağı ilk düşünce tevhidinin kendi nefsine nisbet etmektir.
“Bugün ne yapacağım?” diye düşünür.
Âkil olan zât ise, “Bugün Allah bana ne yapacak ve yaptıracaktır?” demekle ilk hatırlıya­cağı işi Hak Teâlâ'ya nisbet eder.


Nisbet : Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXV


إنما يسْتوحِشُ العبَّادُ والزُّهَّادُ مِنْ كلِّ شيءٍ ؛ لغيْبَتِهم عنِ اﷲ في كلِّ شيءٍ ؛ فلوْ شهدوهُ في كلِّ شيءٍ لم يسْتوْحِشُوا مِنْ شيءٍ

Âbid ve zâhidlerin her şeyden haşyet duymaları her şeyi görüşlerinde Allah'tan gaib ve gafil oluşlarındandır.
Eğer her şeyde Allah'ı görmüş olsa­lardı hiçbir şeyden yabancılık duymazlardı.


Âbid ve zâhidler: nefislerini gördükleri ve nefislerinin hoşlanacaklarını murad ettikleri için Allah'tan gafil ve gaibdirler.
Her şeyden kocunup vahşetlenirler.
Çünkü her şey görüşlerinde vardır.
Eğer Allah ile bilgi ehli ve Allah için sevgi erbabı olsalardı Allah'ı her şeyden âşikâr görürler ve bu görüşleri kendileri için göz aydınlığı olurdu.
Bu göz aydınlığı nefislerini görmekten kendilerini alı­kordu.
Ne eşyadan vahşetlenirler, ne de bunların fitnesinden korkarlar idi.


Vahşet : (Vahş - Vahiş) Yabanilik. * Issızlık, tenhalık. * Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik. * Tenha, ıssız, korkunç yer. * Elbise ve silâhını çıkarıp atmak. * Aç kimse.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXVI


أمرَكَ في هذهِ الدَّارِ بالنَّظَرِ في مُكَوَّناتِهِ ، سَيَكْشِفُ لك في تلكَ الدَّارِ عَنْ كَمالِ ذاتِهِ

Bu dünyada işin, kâinata bakmaktır.
Âhirette onun zâtının kemâli sana açıklanacaktır.


Kulların Rab'lerini görüşleri Allah'ın kendi­lerine tecellîsine göredir.
Bu dünyada kâinatın perdeleri arkasından tecellîsinde basiret gözü ile Allah'ı âşikâr görürler. Onun için mukaddes kita­bımızın birçok âyetlerinde kâinata nazar etmekle emredilmiştir.
Âhiret gününde ise perdesiz olarak gözlerinin nuru ile Vâcib Teâlâ'yı göreceklerdir.
Zuhur ve açıklığın gâyeti dahi budur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXVII


عَلِمَ مِنْكَ أنَّكَ لا تَصْبِرُ عَنْهُ ، فأشْهَدَكَ ما بَرَزَ مِنْهُ

Hak Teâlâ murakabesiz sabredemiyeceğini bildiği için ancak kendinden zuhur eden eserleri sana göstermiştir.

Hak Teâlâ'yı murakabesiz sabretmemek
onun mârifetiyle bahtiyar olmaktır.
bu şerefli bir halettir.
Beraberliğin devamını iktiza eder.
Haki­kati müşahede ve huzur bu dâr-ı dünyada muta­savver olmadığından kulunun murakabesiz sabrede­miyeceğini bildiği için ancak yarattığı eşya ve eserleri kuluna göstermekle ikram etmiştir.
Âhi­rette hakiki müşahede ve huzur hil'atini kuluna giydirince o zaman hakiki beraberlik ve sermedi müşahede husul bulmuş olacaktır.


İktiza : Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama.
Muta­savver : Tasavvur edilmiş. İlerde yapılması düşünülmüş. * Tasvir edilen. Hatırdan geçen. * Kabil, akıl kabul eder, akıl alır.
Murakabe : Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. * Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. * Hıfz etmek. * Beklemek. İntizar. * Dalarak kendinden geçmek. * Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.
Müşahede : Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.
Hil'at : Yüksek makamdaki zatların beğendiği kimseye ve takdir edilen zevata giydirdiği kıymetli, süslü elbise. Kaftan.
Sermedi : Daimî, ebedî, sürekli.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXVIII


لمَّا عَلِمَ الحقُّ منك وجودَ الملَلِ لوَّنَ لك الطاعاتِ ، و علم ما فيك من وجودِ الشَّرَهِ فَحَجَرَها عليك في بعض الأوقات ؛ ليكونَ هَمُّكَ إقامةَ الصَّلاةِ لا وجودَ الصَّلاةِ ، فما كُلُّ مُصَلِّ مُقيمٌ

Hak Teâlâ, yaradılışında usanç olduğunu bildiğinden tâatleri çeşitli kıldı ve sende düşkünlük
bulunduğundarı bazı vakitlerde tâati yasak eyledi. Ta ki namazı namaz kılmak için değil bütün kasdın namazı yerine getirmek için olsun.
Her namaz kılan namazı yerine getirmiş olmaz.


Yaradılışta usanç bulunduğundan tâatlerin türlü türlü oluşu ve düşkünlük yüzünden bazı vakitler tâatin yasak edilişi Allah'ın kullarına ihsan eylediği büyük nimetlerdendir.
Çünkü usanç ve düşkünlük iki büyük fitnedir.
Kulun ubudiyet mizânidir.
Gafil sabahlayınca ilk hatırına gelen işi yolunun kesicileridirler.
Usanç, meşakkatli bir iş işlenirken yorgunluğa sabır ve tahammül ile sıkıntı basınca ağırlığı yüzünden insan terk edecek olur.
Fâkat yapılacak iş türlü türlü olunca bunların tatlısı ve hafifi işlenir.
Düşkünlüğe gelince vakitlerin hepsinde ibâdetler ifâ edilebilir.
Onun için ibâdet­lerin ifâ edilecek ve edilmiyecek vakitleri tayin edilmiştir.
Eğer usanç ve düşkünlük namazda olursa kusur dolayısiyle namaz yerine getirilmemiş olur. Mukaddes kitabımızda namaz hakkında birçok âyetlerde ikame kelimesi kullanılmaktadır.
İkame kelimesi bir şeyi kaldırıp durdurmak mânâsındadır ki, namaz hakkında bu kelime zâhir ve bâtında namazın hududlarını muhafaza etmekle beraber Allah'ın gayrı hiçbir şeyin namaz kılanın kalbinde bulunmamasıdır.


Meşakkat : Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk. (Bak: Himmet)
Mizân : Terazi, ölçü, tartı. * Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. * Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir. * Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXIX


الصَّلاةُ ظُهرةٌ للقلوب مِنْ أددْناسِ الذنوبِ ، و استِفْتاحٌ لبابِ الغُيُوبِ


Namaz, kalbler için günahların kirinden temizlenmedir.

Bu hikmet: Şerefli bir hadisin ifâdesidir.
Sahih şerefli hadis budur:


إنما مثل الصَّلاةِ كمثل نهر عذب يمر بباب احدكم يقتحمّ فيه كل يوم خمس مرّات فما ترون ذلك ايبقى من درنه شيءاً

“Namaz ancak tatlı bir çay gibidir.
Kapınızdan her gün beş kere geçer, her geçişinde kapı sahibi bu çaya dalarsa ne dersiniz, kirinden bir şey kalır mı?”


استفتاح لباب الغيوب

“Namaz gayip kapısının açılmasını istemektir.”
“Kalbler tâhir olunca karşısındaki örtüler ve perdeler kaldırılır.
Kul kenddinden gaib olan ve gizli kalan esrarı görmeye ve anlamaya başlar.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXX


الصلاةُ محلُّ المناجاةِ ، و معْدِنُ المُصافاةِ ، تَتَّسِعُ فيها مياديينُ الأسرارِ ، و تُششْرِقُ فيها شوارِقُ الأنوارِ . عَلِمَ وجودَ الضَّعْف منك فقلّلَ أعْدادَها ، و علم احتياجَكَ إلى فضْلِهِ فكَثَّرَ أمْدادَها .


Namaz Allah'a yalvarışın yeri ve halis sevginin madenidir.
Esrarın meydanları namazda genişler ve nurların ışıkları onda parıldar.


Namaz hakkında müellifin irade eylediği altı cümlenin mefhumları birbirlerine yakın ifâdelerdir. Bunlar namazın ikamesi yâni hakkiyle yerine getirilebilmesi hususunda delil olarak zikredilmektedir.
Asıl makbul olan namaz: : Namaz kılarken ilâhî huzurun mehabetinden tüyleri ürperten ve kalbleri tecellîyat ile heyecanlanan kimselerin namazlarıdır. Böyle namaz kılan yuksek pek değerli maksatlara eriştirdiği için namaz bütün ibâdetlerin anası ve hayırların esasıdır.



Bunun için Peygamberimiz :و جعلت قرة عيني في الصلاة
“Namaz da gözümün nuru kılındı” buyurmuşlardır.


Ebu Talib-i Mekkî buyuruyor: "Vârid olan haberlerden anlaşıl­mıştır ki, imanı olan bir zât namaz için abdeste hazırlanırken padişahlar padişahı Allah’ın azametli huzuruna gireceği için şeytanlar her tara­fından uzaklaşırlar."
Namaza başlangıç tekbirini : “Allahu Ekber” diyerek alınca kalbinde Allah'tan gayri hiçbir şey bulunmadığından sağında solunda melekler: “Doğru söylüyorsun kalbinde Allah daha büyüktür” derler.
Kalbinden parlıyan bir nur arşın çevresine erişir.
Bu nur ile namaz kılana karşı semavat ve zeminin kapladığı eşya açılır ve görülür.
Bunların sayısınca defterine iyi ameller yazılır.
Gafil ve cahil abdest almaya kalkınca sinekler bal üzerine üşüştükleri gibi şeytanlar etrafını sarar. Namazın tekbirini aldıkta melekler kalbine bakar­lar. “Kalbinde her şeyin Allah'tan daha büyük olduğunu görünce yalan söylüyorsun. Kalbinde daha büyük değildir” derler.
İşte bu sırada bu gafilin kalbinden bir duman semavata kadar yükselir ve ilâhîyat ve manevîyat ile kendi arasında kalın bir perde olur ve bu perde ile namazı reddedilir.
Şeytanlar kalbinde yerleşirler ve her türlü vesvese ile eğri yollara çekerler.
Namazdan sonra sersemleşerek hiçbir şeyin farkına varmamış bir halde bulunur."

عز و جود الضعف منك اعدادها و علم احتياجك الى فضله فكثر امداها


“Allah sende zayıflık bulundu­ğunu bildiğinden namazın sayılarını azalttı ve ihsanına ihtiyacını bilmekle namaza yardımlarını çoğalttı.”

Bu hikmet: Allahu Teâlâ'nın kuluna alıştır­dığı ihsan ve in'amını göstermektedir.
Namaz yirmi dört saatte elli defa kılınacak iken beş defaya indirilmiş ve beş defaya verilecek sevabı elli defanın derecesine çıkarmakla yardımlarını çoğaltmıştır.
Yirmi dört saatte elli defa namazın beş defaya indirilmesi: İsrâ gecesinde Peygamberimizin Musa Peygamberle görüştüğü sırada Musa Peygamberin ellişer defa namaz kılmaya ümmetin takat getiremiyeceklerini Peygamberimize söylemesi üzerine ellişer vakit namazın beş vakte indirildiği İsrâ gecesine ait şerefli hdislerde beyan buyurulmuştur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXI


متى طَلَبتَ عِوَضاً على عملٍ طُولِبْتَ بُوجودِ الصِّدْقِ فيه ، و يكْفي المُريبَ وِجْدانُ السَّلامَةِ


Allah'a karşı yaptığın iyi bir iş için karşılık ister isen Allahu Teâlâ yaptığın işte doğruluk ister.
Şüphesi olanın selâ­mette bulunuşu kendisine kâfidir.


İbâdetlerin şartı hâlis ve muhlis olarak Allah'ın azamet ve Rububiyetine karşı ifâ edil­mesidir.
Bir karşılık isteğiyle olursa ihlasa müna­fidir. Herhangi bir ibâdete bedel karşılık istenilirse
Allahu Teâlâ o ibâdette doğruluğu ister.
Kul için bu doğruluk imkansızdır.
Çünkü karşılık isteme­siyle doğruluğu bozmuştur. Cezaye müstahak bir durumdadır.
Ceza görmeyip de selâmette kalmış olması bu kul için kâfidir.
Ulühiyetin şanlı aza­metine karşı ibâdetler hakkiyle ifâ edilemiyeceğin­den âbidler ibâdetlerindeki kusurlarından dolayı daima Allah'ın affı ricasında bulunmalıdırlar.


Müna­fi : Zıt, uymaz, aksi, aykırı. Mugayir ve muhalif olan.
Hâlis : Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli. * Pek beyaz. * Evvelce karışık iken kusuru zâil olan. * Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Bak: İhlâs) (Müennesi: Hâlise'dir)
İhlas : (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık. * Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve gaye edinmek. İnsanlara riyakârlıktan, gösterişten uzak olmak
Müstahak : Hak eden, hak etmiş. * Kendisi kazanmış.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXII


لا تطْلبْ عِوَضاً على عَمَلٍ لَسْتَلَهُ فا عِلاً ، يَكْفي مِنَ الجَزَاءِ لك على العمل أنْ كانَ لهُ قابِلاً

İşlemediğin bir iş için karşılık isteme
Kabul edilecek olursa bu kabul işin mükâfatı olarak kifâyet eder.


Kulların yaptıkları işleri Allahu Teâlâ ya­rattığı hâlde kulun yaptığı ibâdetlerinde hiçbir medhali yoktur.
Hakikatte o ibadetleri yapan ve yaptıran Hak Teâlâ'dır.
Kul, medhali olmayan bir işin karşılığını nasıl istiyebilir?


Medhal : Girilecek taraf. Dahil olacak yer. * Giriş. Esere başlangıç. Önsöz. Mukaddeme.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXIII


إذا أرَادَ أنْ يُظْهِرَ فَضْلَهُ عليك ، خلق وو نسبَ إليكَ

Allahu Teâlâ senin üzerinde ihsanını göstermek dilerse ihsanını yaratarak sana nisbet eder.

Allah'ın fazıl ve ihsanı çok büyüktür.
Bu fazıl ve ihsanı sende izhar etmek isterse sende tâati yaratır ve onunla seni ziynetlendirir ve sana nisbet eder ve der ki:
“Ey kulum sen itâat edici, müttaki ve çalışkansın, seni sevablandıracağım.”
Kul, bu çok büyük ihsanı görünce kerim olan Mevlâsına karşı utanmaya başlıyarak dua ve yalvarmak için dili açılır ve şunları söyler:
“Ya Rabbi; bende tâati yaratmak lütfunda bulundun, bununla beni ziy­netlendirdin.
Hakikatte bende hiç bulunmayan güzel sıfatlarla beni sıfatlandırdın ve bunlarla beraber bana çokça sevab vereceğini ve azab ve ikabtan kurtaracağını vadeyledin.
Benim şu ame­limin kabulü ile vadini incaz buyur."

Kul: böyle durumda bulunursa isabet etmiş olur.
Kulun hakkı: Övünülecek güzel sıfatlardan ve iyi işlerden hiç­birini kendisine nisbet etmemektir.
Edeb icâbı budur.
Kulun ancak kötü sıfatlar ve işleri kendi nefsine nisbet etmesi edebin muktazasıdır.


Müttaki : Ehl-i takva. İttika eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini Allah'ın (C.C.) sevmediği fena şeylerdan koruyan. (Bak: İttika - Amel-i sâlih)
İkab : Şiddetli azab, eziyet, ceza.
İncaz : (C.: İncâzât) Yerine getirme. Verilen sözü tutma.
Resim
Cevapla

“►Allah Dostları Divan Şerhleri◄” sayfasına dön