Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

İlahî varlığın, devamlı olarak maddî ve veya manevî, tüm işlerimizde mevcudiyeti, tasavvufun esasıdır. Hatta diyebilirim ki, bu bizzat İslamiyet'in temelidir. Bilindiği gibi itikad, yani Allah’a iman, ibadet vs. İslam'ın esasıdır; fakat, mesela ben münafık olabilirim; Allah'a inandığımı söylerim; fakat içimden inanmam, itikadımı güzelleştirmek için, ihsan'a ihtiyaç vardır.

Yani her zaman Allah'ın yanımda hazır olduğunu düşünürsem münafik olmama imkan yoktur. Çünkü Allah, anında samimi veya münafık olduğumu görecektir. İbadette de böyledir.

Sadece farz namazı değil, nafile de kılabilirim; sadece Ramazanı değil, nafile oruç da tutabilirim; çok iyilik ve tasaddukta bulunabilirim; fakat bunların hepsini mürai olarak yapabilirim. İbadetteki hareketlerimi güzelleştirmek için, «ihsan»a ihtiyaç vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) çok muhtasar bir sözle buyuruyor ki, bütün işlerimizde, devamlı olarak, ilahî varlığın mevcudiyetini düşünmemiz lazımdır.

Konuyla ilgili gü<nlük hadiselerden bir misal vermek istiyorum. Farzedelim ki, sınıfı temizleyen bir işçi olsun. Şayet bu sınıfta Rektör de hazır bulunursa, bu işçinin ihmalkâr olabilmesi mümkün müdür? Şu halde, Allah'ın her zaman yanımda hazır olduğunu bilirsem, Allah'ın emirlerinin dışına çıkamam.

Bu, sadece dinî hayatla değil, insanoğlunun tüm hayatıyla ilgilidir. Devlet reisi olarak, kumandan olarak vs. her işimde, şayet Allah'ın hazır olduğunu ve beni kontrol ettiğini bilirsem, kendimi Allah'ın Kanunu'na göre düzeltir ve uyarım. Birinci gruptaki Halife, benim Allah'a inanmamı veya Allah'ı inkar etmemi görebilir;kontrol edebilir; ibadet etmezsem, beni murakabe edebilir; fakat benim samimi veya münafık olduğumu bilemez.

İkinci gruptaki Halife de bunu bilemez; fakat o beni bu yolda yetiştirir. Rehberlik yapar, bana öğretir ve beni hareketlerimi en güzel bir şekilde yapmama yöneltir. Müslümanlar dediler ki; «Birinci grupta bir çok halife olursa, kıskançlık, çekememezlik olur, şu halde bir tek halifemiz olsun».

Fakat insanoğlu, çok değişik bir yaratılışta olduğu için -sinirli, mülayim, cesur vs.- ikinci grupta, bütün bunları idare edecek, bir çok halife olabilir. Ve bunlar arasında «Ben birinciyim», «Sen ikincisin» diye bir rekabet de olamaz. Çünkü bu grupta esas olan «ihsan»dır.

Şu halde müslümanlar işlerini, zahiri ve batini olarak ikiye ayırdılar. Tarihi bir vak'a olarak görüyoruz ki, İslamiyet'in neşri, daha ziyade ikinci grup yani dervişler vasıtasıyla olmuştur. Ve görüyoruz ki, büyük alimler, kelamcılar, dervişler kadar İslamiyet'i yayamamışlardır.

Biliyoruz ki, Hülagu; İslamiyet'i ve İslamiyet'in merkezi olan Bağdat'ı yıkmıştı. Ondan otuzaltı sene sonra torunu Gazan Han, imparatorluğunun resmi dininin İslamiyet olduğunu ilan etti ve bu, alimler kelamcılar sayesinde değil, ümmî olan bir derviş sayesinde olmuştu. Şu halde «ihsan»ı kınamamak lazımdır ve her iki grup, arasında bir anlaşma olabilir
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

HALÎFENİN SEÇİMÎ


Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın hangi şartlar altında hilafet'e seçilmiş olduğunu belirtmiştik. Özetle belirtecek olursak, Hilafet konusunda Hz. Peygamber (s.a.v.), herhangi bir emirde bulunmuş olsaydı veya kendinden sonra gelecek olan Halife'yi tayin etmiş olsaydı, müslümanlar bu emirleri ihmal etmeyecek ve bu emirlere uyacaklardı. Ne Muhacirun, ne Ensar ve ne de başka bir müslüman grup, bu emirleri ihmal edemeyecekti. Bilhassa, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından, biri seçilmiş olsaydı, bu şahıs için çekinmeden ve korkmadan: «Hz. Peygamber (s.a.v.) beni seçti, bana biat etmeniz lazımdır.» diyebilirdi.

Bu hususta, bilhassa Hz. Ali (r.a.)'in tavrı dikkat çekicidir. Bu konuyu daha sonra ele alacağız. Şimdilik şunu söyleyebiliriz ki, Şiî mezhebindeki müslümanlara göre Hz. Peygamber (s.a.v.), kendinden sonra Hz. Ali (r.a.)'yi Hilafete seçmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından hemen sonra, niçin Hz. Ali (r.a.) müslümanlara gelip «Hz. Peygamber (s.a.v.) beni halife seçmişti, bana biat edin» demedi? Bu, ne Şia ve ne de Sünnî'ler tarafından itiraz edilmeyen bir vakıadır. Şu halde diyebilirim ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu mevzuda herhangi bir emir vermemişti.

İnsan cemiyetlerinde iktidara gelen şahıslar, çeşitli şekillerde hareket edebilirler:

Bazen, bir cemiyette boşluk olur, yani o cemiyetin idarecisi olmaz; bunun üzerine, o cemiyetin fertleri, kendi aralarında, bu boşluğu doldurmak için birisini başa getirirler. Bu, ya seçimle, ya tayinle yahut başka bir şekilde olur. Her hal-ü kârda bir toplumda idari bir boşluk olunca, cemiyeti idare etmek için birisi getirilir.
Bu bilinen genel bir metoddur.

İkinci bir ihtimal de şudur. Bir cemiyette, bir reis bulunur, bu reis ölmeden evvel kendine bir veliaht tayin eder. Bu durumda veliaht, baştaki reisin itibarı vasıtasıyla kabul edilir; bu da ikinci bir metoddur.

Üçüncü bir metod daha vardır: Cemiyetin iktidardaki reisine veya onun veliahdına karşı başka bir şahsın başkaldırısı olabilir. Böyle durumlarda muhtemelen bir savaş çıkar. Kuvvetli olan, iktidarı alır. Bu, ister bir şahsın iktidarının başında olsun, isterse devamında olsun. Yani uzun zamandan beri, iktidarda olan Reise isyan edilebilir, savaş olur ve isyan eden kazanırsa iktidarı ele alabilir. Bütün bunlar günümüzde dahi ihtimal dahilinde olan şeylerdir.

Krallıkla idare olunan yerlerde olsun, cumhuriyetle idare olunan yerlerde olsun, bütün bu metodlar mevcuttur. Yani seçimler, tayinler, hükümet darbeleri vs. günümüz cemiyetlerinde dahi rastlanan olaylardandır.

Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın durumunda görüyoruz ki, ortada bir boşluk mevcuttu. Yani Hz. Peygam­ber (s.a.v.) vefat etmiş ve yerine hiç kimse seçilmemişti. Ortada, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tayin ettiği bir şahıs da yok, fakat bir çok aday mevcuttu.

Sonuç itibariyle Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın aday­lığı ortaya konur ve %100 olmazsa bile buna yakın bir ekseriyet O'nun halifeliğini onaylar. İlk önce Beni Sa'ide sakifesinde toplananlar Hz.Ebu Bekir (r.a.)'e biat ederler. Bunu müteakip İslam Devletinin diğer şehirleri, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatı ve O'nun yerine Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın Halife tayin edildiğini duyunca onlar da biat ederler
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Şimdi, calib-i dikkat bir husus daha vardır ki, o da şudur; Müslümanların ekseriyetinin Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ı halife tayin etmeleri yetmemektedir. Ayrıca, seçilen halifeye biat edilmesi de şarttır. Bu durum bilhassa siyasî ilimlerde çok mühimdir. Bir kaç asırdan beri Batıda devlet esasının bir «içtimai anlaşma» (Contrat social) dan geldiği öne sürülüyor.

Bu işle meşgul olan bilim adamları devletin başlangıcında bir «siyasi anlaşma»nın olmasını gerekli görüyorlar. Yani bir cemiyetin fertleri, ilk önce kendi aralarında anlaşmalı, daha sonra da bir şahısla bazı şartlar muvacehesinde anlaşıp onu kendilerine reis tayin etmelidirler.

Bu “içtimai antlaşma” yani biat, Hz. Ebu Bekir (r.a.) için bir yenilik değildi. Çünkü bu uygulamanın daha Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında yapıldığını görüyoruz. Bir Peygamber, Allah tarafından seçilir. Buna rağmen bu yetmemekte ve herhangi bir şahıs müslüman olduğunda, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e «Sadakat yemini»nde bulunması gerekmektedir.

Bunu İslamiyet’in başlangıcından beri müşahede etmekteyiz. Yani, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tayini Allah'a ait, fakat bu peygamberi tanımak, insanlara aittir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamber olarak veya Devlet reisi olarak tanınması (çünkü İslam’da din-devlet ayırımı yoktur) bu şekilde, yani biat edilmek suretiyle olmuştur.

Şayet biat ile ilgili terimleri ve seçimden sonraki devlet reisinin konuşmasını tetkik edecek olursak, İslam'ın bu mevzuda düşüncesi ile ilgili güzel bir kanaat sahibi oluruz. Ensar'ın, Akabe'de Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yaptıkları biatin terimlerine sahip bulunuyoruz.

Ayrıca Hadis-i Şeriflerde de biat terimlerine ait birçok misal vardır. Mesela, Hz. Cabir'den gelen rivayette «Ben Hz. Peygamber (s.a.v.)'e şu terimlerle biat ettim...» denmektedir.

Hatta seçimden sonra, devlet Reisi'nin yaptığı konuşma Hz. Peygamber (s.a.v.) için de mevzubahistir. Bu hususda malumat; sahibiyiz. Ben fazla teferruata dalmak istemiyorum Yalnız şunu söyleyeyim ki, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın da seçimden sonra yaptığı konuşmasında, siyasetinin nasıl olacağını açıklamıştır.

Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın konuşması çok mühimdir. O, Devlet Reisinin, vazifelerinin ve haklarının neler olduğunu açıklamıştı. Aynı şekilde toplumun da hakları ve vazifelerini belirtmişti. Bu hususu tamamlamak için söyleyeyim ki, seçimden sonra yapılan konuşmalar, Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.) ve daha sonra gelen halifeler için de mevzubahistir. İslam Devlet Reisi'nin hakları ve vazifeleri hakkında İslam düşüncesinin tekamülünün anlaşılması için bu konuşmalarda birçok malumat vardır.

Şunu diyebiliriz ki, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın seçimi, modern manada bir seçim değildi. Bugünkü seçimlerde, seçme hakkına sahip olanlar birisini seçmek için oy kullanır; sonra bu oylar sayılır ve seçilen kişi parlamentoya gelip yemin eder. Yani önce bir seçim vardır ve bu seçimden sonra da seçilen iktidara gelir. Fakat Hz. Ebu Bekir (r.a.) için böyle bir şey yoktur. Başşehrin yani Medine'nin birkaç belli şahsı, Hz.Ebu Bekir (r.a.)'i seçiyor, biat ediyor ve geriye kalan müslümanlar da bunu tasdik ve kabul ediyorlar.

Netice olarak İslam’da seçim usulü çok mühim değildir. Yani Devlet Reisinin seçilip, sonra iktidara gelmesi veya seçilmiş durumda olan Devlet Reisine biat edilmesi hususları İslamiyet için fazla mühim olan şeyler değildir. Her iki şekil de müslümanlar tarafından alınabilir. Çünkü bu hususta, Kur'an-ı Kerim veya Hadis-i Şeriflerde bir açıklama yoktur.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

HZ. ÖMER'İN HALİFE TAYİN EDİLMESİ

Hz. Ömer (r.a.)'ın hilafete gelmesinde, İslam cemiyetinde yeni bir tayin veya seçim tarzı görüyoruz. Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın halifeliği olayında, ortada birkaç aday vardı ve sonunda Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçildi. Bu bir nevi seçim idi. Hz. Ömer (r.a.) için ise tayin mevzubahistir. Kesin olarak tayin edilmiştir ve iktidara nasıl geldiğinin detaylarım biraz sonra belirteceğiz.

İlk müslümanların ne kadar büyük insanlar olduklarına dair bir hadis-i şerif vardır. Hasta olarak yatan ve öleceğini bilen Hz. Ebu Bekir (r.a.), katibini çağırır, bu katip de Hz. Osman (r.a.)'dır. Hz.Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a «Benim söyleyeceklerimi yaz» diyor ve başlamak için besmele, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e salavatlar yazdırmaya başlıyor.

Devam ediyor: «Allah'ın kulu olan Ebu Bekir bu dünyadaki son dakikada ve diğer dünyaya intikal edeceği ilk dakikada sizden, aşağıdaki hususları istiyor». Bu dünyadaki son dakika ile diğer dünyaya intikal olan ilk dakika, öyle bir andır ki kafirler bile inanır, en kötü insan bile tevbe eder.» Hz. Ebu Bekir (r.a.), bu ifadelerle bu anda yalan söyleyemeyeceğini ifade etmek istiyor.

Ondan sonra yazdırmaya devamla, «Ben sizin şu şahsa biat etmenizi istiyorum...» diyor ve şahsın ismini söyleyemeden bayılıyor. Hz. Ebu Bekir (r.a.) bayıldığı için, Hz. Osman (r. a.) cümleyi tamamlayamıyor. Sonra Hz. Osman (r.a.) cümleyi kendiliğinden tamamlıyor ve boş bırakılan yere «Ömer» adını yazıyor. Birkaç dakika sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) ayılıyor.

Muhtemelen Hz; Osman (r.a.), Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın vefat ettiğini sanmıştı. Hz. Osman devlet sekreteri olduğu için halifenin vasiyetnamesini tamamlamış ve onu mühürleyip, halka göstermeyi amaçlamıştı. Ve burada Hz. Osman (r.a.)'ın karakterinin büyüklüğünü görüyoruz. Çünkü o kendi adım yazabilirdi. Fakat Hz. Osman (r.a.), başkasının adım yani Hz. Ömer (r.a.)'ın adını yazmıştır.

Hz. Ebu Bekir (r.a.), uyanınca Hz. Osman (r.a.)'a ne yazdığım sorar. Hz. Osman (r.a.) cümleyi okur:

«Ben ölürsem, Hz. Ömer (r.a.)'e biat edin.» Hz. Ebu . Bekir bundan çok mütehassis olur ve Hz. Osman (r.a.)'a, «Sen halifenin bütün şartlarım haizsin, kendi adını yazabilirdin, fakat Ömer'in adım yazdın, Allah senden razı olsun» der. Sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) vasiyetnameyi tamamlar ve Hz. Osman (r.a.)'a bunu hilafet mührü ile mühürlemesini söyler, vasiyetname, mühürlenir ve kapatılır.

Bundan sonra emniyet müdürünü çağırırlar. Emniyet müdürü geldiğinde, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ona şöyle der: «Bu zarfı al, dışarı çık ve müslümanları çağırarak onlara de ki, bu kapalı zarfla, Ebu Bekir'in vasiyetnamesi ve O'nun yerine geçecek olan halifenin adı yazılıdır.

Bu adı yazılı olan halifeye biat edin» Filhakika, bu kağıtta kimin adının yazılı olduğunu emniyet müdürü dahi bilmiyordu.

Bunu sadece Halifenin sekreteri olan Hz.Osman (r.a.) biliyordu. Ve bu böyle oldu. Yani emniyet müdürü, Halifenin vasiyetim söyleyince, bütün müslümanlar, seçilen fakat ismi bilinmeyen Halifeye biat ettiler. Çünkü onu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçmişti. Ve o müslümanlar dediler ki: «Madem ki bunu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçti, o kim olursa olsun, o bizim halifemiz olacaktır».
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Burada, fazla ehemmiyeti olmayan bir teferruat var, onu da nakletmek istiyorum: Bu hadiseyi müteakip, Hz. Ali, Hz. Sa'd b. ebi Vakkas gibi birçok müslüman ileri gelenleri, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'e gidip hal hatırını sorduktan sonra, bu vasiyetnameden söz ederler ve Hz.Ebu Bekir (r.a.)'e «muhtemelen sen Ömer'i seçtin» derler.

Hz.Ebu Bekir, «evet» der. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile konuşmaya başlayan şahıs şöyle devam eder: «Sen Allah'a nasıl cevap vereceksin? Böyle bir şahısı tayin etmek için, Allah'tan korkmuyor musun? Herkes onun ne kadar sert bir adam olduğunu biliyor. O, hiç kimseyi dinlemek istemez, sen nasıl onu seçersin?»

Bu hadiseyi nakleden rivayet şöyle devam ediyor: Hz. Ebu Bekir (r.a.) o kadar üzülüp, kızdı ki, uzanmış olduğu yatağında harekete geldi, oturdu ve şöyle dedi: «Ben Allah'a diyeceğim ki, ben bu dünyada mevcut olan en iyi şahsı tayin ettim. Ben Ömer'i sizden daha iyi tanıyorum». Ve galiba şöyle de diyor: «Ömer, şüphesiz serttir, fakat hilafete gelip, mesuliyeti eline alınca başka türlü hareket edecektir.

Şayet Ömer, benim düşündüğüm şekilde hareket ederse ne ala ve ben O'nun, düşündüğüm şekilde hareket edeceğine inanıyorum- fakat O, böyle hareket etmeyecek dursa Allah O'nu cezalandıracaktır». Bunu müteakip, müslümanlar çıkarla? ve birkaç dakika sonra da Hz. Ebu Bekir (r.a.) son nefesini verir.

Emniyet müdürü yeniden müslümanlara gelip vasiyetnameyi açar okur ve onlara Halife Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın vefat ettiğim söyler, istisnasız herkes, yeni seçilen halifeyi kabul edip O'na biat eder.

Böylece görüyoruz ki, Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir nevi seçimle hilafete geldiği halde, Hz. Ömer (r.a.) seçimle değil, tayinle hilafete gelmiştir. Fakat beriki halde de müşterek bir taraf vardır ki, bu «biat»tır. Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın bir halef, yani veliahd tayin etmesi yetmemektedir. Bu kişinin meşru halife olabilmesi için bu tayinden sonra müslümanların, O'na biat etmeleri «Biz seni halifemiz olarak tanıyoruz» demeleri lazımdır.

Hz. Ömer (r.a.) hilafete geldikten sonra, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in düşündüğü şekilde hareket etti. Yani o artık, eskisi gibi sert değildi.

Hz. Ömer (r.a.), Devletin en fakir insanı gibi yaşadı. O, Devlet parasının kendisine değil, ümmete ait olduğunu biliyordu. Bunun için alelade bir insanın yiyemeyeceği kadar az yiyor, giyemeyeceği kadar sade giyiyordu. Ve O'nun bu durumu, sadece müslümanları değil müslüman olmayanları da şaşırtıyordu, Yakın tarihten konumuzla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Muhakkak ki, Gandi'yi artık herkes tanıyor. Hindistan'ın îstiklalinden evvel, Hindistan'da, Hindistan'ın bağımsızlığı için ingilizlere karşı bir hareket vardı. Ve Gandi bu hareketin lideri idi. Başlangıçta Müslüman-Hindu ayırımı yapmadan, bu hareketin başkanı idi.

Bu hareketin sonuna doğru, müslümanların büyük bir ekseriyeti O'ndan ayrıldılar, fakat bu konumuzu ilgilendirmiyor. Benim demek istediğim şudur ki, Gandi, Hindistan'ın istiklal mücadelesinde başkandı. Birgün Gandi, istiklalden sonra devletin siyasetinin ne olacağı hakkında, büyük bir nutuk verdi. Ben o zaman bir talebe idim; fakat bir cümlesini hala unutamadım. O demişti ki: «Bizim müstakbel hükümetimiz, müslümanların Hulefa-i Raşidin'i gibi hareket etmelidir» ve bilhassa, Hz. Ömer (r.a.)'in hükümetini örnek olarak gösteriyordu.

Sahih-i Buhari'de Hz. Ömer (r.a.)'ın nasıl hareket ettiğine dair olan bir hadisi de nakletmek istiyorum. Hz. Ömer, sert bir adamdı. Fakat bu sertliğim, mes'ul olduğu şeylerde göstermiyordu; sorumlu bir şahıs olarak hareket ediyordu. Uyayna b. Hism el-Fezari adında bir sahabi vardı.

Onun hayatı hakkında verilen bilgilerden, iyi bir müslüman olmadığı anlaşılıyor. Müslüman oluyor, sonra mürted oluyor, sonra tekrar müslüman oluyor; hülasa aleyhinde buna benzer birçok rivayet vardır. Hatta Hz. Peygamber (s.a.v.)'e geliyor. Hz. Peygamber'den izin almadan O'nun evine giriyor; içerde Resülullah'ın hanımları olduğu halde, aldırmıyor ve içeri dalıyor.

Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu müsamaha ile karşılıyordu; çünkü büyük bir kabilenin reisi idi. Bu adam orada Hz.Aişe'yi görüyor ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'e şöyle diyor: «Ya Resülallah, (Hz. Aişe'yi göstererek) sen bana.bu gülü ver ve benim hanımlarımdan istediğim al», İşte Uyayna b. Hism böyle biriydi.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Hz. Ömer (r.a.) hilafete gelince, Uyayna b. Hism yeğenine -ki, Hz. Ömer (r.a.) bunu çok seviyordu; çünkü bu zat, ibadetine düşkün olan çok iyi bir müslümandı- dedi ki: «Beni Hz. Ömer (r.a.)'le görüştür». Uyayna b. Hism, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra İslamiyet'i terk etmişti ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın hilafeti zamanında, İslam ordusuyla çarpışmıştı. Daha sonra, esir edilip, Medîne'ye getirilince, Hz. Ebu Bekir (r.a.) O'nu affetmişti.

Çünkü O, Hz. Ebu Bekir'e şöyle demişti: «Benim, İslamı terk ettiğim doğrudur. Fakat ben hiçbir zaman müslüman olmamıştım ki. Ben münafıktım. Gizli ve aşikar, her şeyi bilen Hz. Peygamber (s.a.v.), bunu biliyordu ve buna rağmen, o bana tahammül ediyordu. Fakat ben, bugün samimi olarak İslamiyet'i kabul ediyorum». Hz. Ebu Bekir (r.a.) de, O'na acımış ve affetmişti.

Şüphesiz Hz. Ömer (r.a.), böyle kimseleri sevmezdi. İşte bunun içindir ki, Uyayna b. Hism, Hz. Ömer (r.a.)'in, kendini huzuruna kabul etmeyeceğini biliyordu.

Bundan dolayı Uyayna, Hz. Ömer (r.a.)'ın çok sevdiği yeğenine diyor ki: «Beni Hz. Ömer'le görüştürmeye aracı ol, O'na söyleyecek mühim şeylerim var». Ve Hz. Ömer (r.a.), yeğeni dolayısıyla, Uyayna'yı huzuruna kabul ediyor. Ve Sahih-i Buhari'de geçen rivayete göre, Uyayna, Hz. Ömer (r.a.)'a şöyle hitap ediyor: «Sen adaletsizsin, zalimsin ve sen devletin parasını, kabul edilmeyecek bir şekilde dağıtıyorsun» Şüphesiz buna karşı Hz. Ömer (r.a.) sinirleniyor ve O'nu dövmeye hazırlanıyor.

Ve ravi devamla, «Hz. Ömer (r.a.) Uyayna'nın üzerine atılmak üzereydi» diyor. Fakat Uyayna'nın yeğeni, Hz. Ömer (r.a.)'a bir Ayet-i Kerime okur:

«Onlar (o takva sahipleri) bollukta ve darlıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar,
insanların kusurlarından af ile geçenlerdir. Allah iyilik edenleri sever» (Ali İmran 3/34).

Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) değişiyor. Uyayna'yı döveceği yerde, O'na hiçbir şey demeden bırakıyor, işte, hilafete geldikten sonra Hz. Ömer buydu.

Hz. Ömer (r.a.) bütün hilafet boyunca öyle bir hayat tarzı yaşamış ve İslam Devletim o şekilde idare etmiştir ki bu, bütün müslümanlar için çok iyi bir örnek olmuştur.

Hz. Ömer (r.a.) diyor ki, «Ben, bütün hilafetim boyunca benden sonra gelecek olan halifenin kim olacağım düşündüm, fakat bu işi yapabilecek birisini bulamadım». Hz. Ömer (r.a.)'ın seviyesi o kadar yüksekti ki, kendi asrında o seviyede birisini bulamıyordu.

Filhakika, Hz. Ömer (r.a.), bir hadiste bu mevzudan bahsederken, Hz. Ali, Hz. Osman ve başkalarından da bahsetmektedir.

Ve şöyle demektedir: «Şayet şunu seçersem şu şekilde hareket eder; diğerini seçersem, daha başka şekilde hareket eder.» Yani şahısların eksik olan tarafından endişe ediyordu.. Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ali (r.a.) için şöyle diyordu. «Ben Hz. Ali'yi seçersem, çok iyi bir müslüman olmasına rağmen muhtemelen Beni Haşim'den olan şahısları, yüksek memuriyetlere getirecek». Hz. Osman (r.a.) içinde aynı şeyi söylüyor: «Osmanı seçersem, o da Beni Ümeyye ailesinden olan şahısları, devletin yüksek mevkilerine tayin edecek.»

Hz. Ömer (r.a.), hilafeti sırasında hiçbir akrabasını yüksek memuriyetlere tayin etmemiştir. Çünkü yakın akrabaları devlet memuriyetlerine tayin etmenin devlet yararına bir şey olmadığına inanıyordu.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

MÎRAÇ'LA İLGİLİ TARTIŞMALARA CEVAP


Bu bölümde de hilafet mevzuuna devam edecek ve Hz. Ömer (r.a.) Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.)'ın halifelerim inceleyeceğiz.

Fakat, konuya girmeden evvel ilmî ve biraz da şahsî olan bir meseleden bahsetmek istiyorum. Bu «Mirac»a dairdir. Bu mevzuda şahsınım da söz konusu edildiği birçok münakaşanın mevcut olduğunu biliyorum

Şunu belirtmeliyim ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Miraca ceseden mi, yoksa ruhen mi gittiğine dair, hiçbir zaman şahsi bir görüş ortaya atmadım. Hiçbir yazımda ye konferansımda, «Hz. Peygamber (s.a.v.) miraca ceseden gitmedi» demedim ve yazmadım.

Fakat bu bana isnad ettiriliyor. Tabii ki bu durum sanki Kur'an-ı Kerîm -haşa- «Namaza yaklaşmayınız» (4/43) diyormuş gibi ayeti eksik okumaya benziyor. Ayetin «La tekrabus-selat» Yani cümle parçalanarak «namaza yaklaşmayın» bölümü okunuyor ve bundan hükümler çıkarılıyor. Yani Ayet-i Kerime'nin. sonu olan «Sarhoş iken» okunmuyor ve ayet yanlış anlaşılıyor. Aynı şekilde,demin işaret ettiğim gibi ben hiçbir zaman, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ceseden gitmediğim söylemedim, benim söylediğin şudur:

Mirac'ın cismani mi, ruhani mi, olduğuna dair, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in hiçbir sözü yoktur.
Netice olarak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra Ashabı arasında bu mevzuda görüş ayrılığı olmuştur. Bütün ashab aynı şekilde düşünmemiş ve görüş ayrılığı doğmuştur.

Şüphesiz bu görüşlerin hepsi, şahsi görüşlerdi. Bu Kur'an-ı Kerîm'de ve Hadis-i Şerifte olmadığı için, onların bu görüşlerine mutlaka inanmak zarureti yoktur. Ben ayrı ayrı tarafların delillerini serdettim, söyledim.

Bütün bunların sonunda dedim ki, «Bu mühim bir mesele değildir, bu mevzuda münakaşa etmeyelim». Bu konudaki görüşümün böyle olduğunu, şimdi tekrar belirtiyorum. Miraç, her müslümanın ondan şeref ve gurur duyacağı bir hadisedir. Bu küçük teferruat, halledilemeyeceği için de en iyisi, bu mevzuda münakaşaya girmemektir.

Şimdi de esas mevzumuz olan Hilafet'e dönelim. Daha önce Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın hangi şartlar altında Hz. Ömer (r.a.)'ı tayin ettiğini, kapalı ve mühürlü bir vasiyetnamede, hiç kimsenin bilmediği bir isme, müslümanları biat'a davet ettiğini ve herkesin bunu kabul ettiğini görmüştük. Ve bundan, şu neticeyi çıkarmıştık:

1) Müslümanlar, kendi aralarından birimi, halife seçebilir.

2) iktidarda olan halife, kendinden sonraki halifeyi tayin edebilir
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Fakat her iki halde de müslümanların bu kişiye biat etmesi gerekmektedir.


Hz. Ömer (r.a.)'ın hilafetine ait teferruat konumuz dışında olduğu için girmeyeceğim. Yalnız şunu söyleyeyim ki, O, bütün hilafeti boyunca, kendinden sonra kimin halife olacağım düşünmüştür. Fakat Hz. Ömer (r.a.), bu konuda hiçbir neticece varamamıştı; çünkü istediği seviyede birisini bulamamıştı.

Fakat bu hususta, Hz.Ömer (r.a.)'ın zikredilmeye değer bir sözü vardır. O diyorki: «Şayet Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim hayatta olmuş olsaydı O'nu halife tayin ederdim». Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu büyük sahabisi, Müseylemetü'l-Kezzab savaşında şehid düşmüştü. Ve O, Kureyş'den değildi. Görüldüğü gibi, Hz. Ömer (r.a.), Kureyş'ten olmayan bir şahsı, -hayatta olsaydı- derhal Hz. Peygamber (s.a.v.)'in halifesi seçeceğini belirtmektedir.

Burada teknik bir soru vardır. Acaba Hz. Ömer (r.a.), bu sözü söylerken, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in «İmamlar Kureyştendir» Hadis-i Şerifini biliyor veya hatırlıyor muydu? Şayet bu Hadisi biliyor idiyse, niçin böyle bir söz kullandı? Bunu biliniyoruz. Muhtemelen, Hz.Ömer (r.a.), bunu biliyordu. Ve buna rağmen Ebu Huzeyfe'nin kölesinin Hilafet'e layık olduğunu düşünüyordu.

Burada, teknik bir imkan vardır. O da şudur: Kureyş'ten olmayan Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim, Kureyş'in kölesi idi. O Kureyş'in mukaveleli bir kardeşi, bir kölesi idi ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir hadis-i şerifi vardır:

«Kavminizin kölesi sizdendir». Bir kabilenin kölesi, o kabileden sayılır. Şu halde köle Salim, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir sözüne istinaden, Kureyş'ten idi.

Fakat bu çözülmesi icabeden başka meseleler ortaya çıkarıyor. Bir Avrupalı, bir Afrikalı veya herhangi başka bir müslüman, Kureyş'in mevlası, ve dolayısıyla Halife olabilir. Şu halde, «İmamlar Kureyş'tendir» sözü tatbikatta zayıf kalacaktır. Yani Hz. Peygamber (s.a.v.), ırkçı değildi. Bunun için müslümanların reislerinin, sadece bu kabileden olmasını istemiyordu.

Hz. Peygamber (s.a.v.), «imamlar Kureyştendir» sözünü o günkü şartlar muvacehesinde söylemiştir. Çünkü o biliyordu ki Araplar, ancak Kureyş'ten olan birim halife kabul ederler.

Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.), «Kavminizin mevlası (kölesi) sizdendir» sözü ile bunu yumuşatmıştır. Böylece herhangi bir müslüman, Kureyş'in mevlası olarak ve bu yolla halife olabilir. Bu benim görüşümdür Allah daha iyi bilir
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

HZ. OSMAN'IN HALİFE SEÇİLMESİ

Hz. Ömer (r.a.), bir halife seçmeye mecbur edilince, yani bir düşman tarafından sırtından hançerlenip, ölüm döşeğine düşünce, bir şey yapmalı idi.

Filhakika, kendisini ziyarete gelen birçok sahabi O'na, bir halife seçmesinin zorunlu olduğunu söylemişlerdi. «Çünkü Hz. Ebu Bekir (r.a.) bunu yaptı» demişler ve ilave etmişlerdi: «Şayet sen kendine bir veliahd seçmezsen, karışıklıklar olabilir ve belki de bir iç savaş çıkabilir.» Gelen müslümanlardan bazıları, Hz. Ömer (r.a.)'in kendi oğlu, Abdullah b. Ömer'i seçmesini teklif ettiler.

Çünkü Abdullah b. Ömer, çok iyi bir müslümandı. Alimdi, mütedeyyin idi ve Halife olmak için, bütün şartlara sahip idi. Hz. Ömer (r.a.) bu teklife çok kızmış ve yanlış hatırlamıyorsam, bu teklifte bulunanı tokatlamış ve şöyle söylemişti: «Sen benim cehenneme gitmemi mi istiyorsun?»

Daha sonra devam etmişti «Ne yapacağımı bilemiyorum. Şayet birini tayin edersem, benden önce, benden daha iyi olan birisi, yani Hz. Ebu Bekir (r.a.), bunu yapmıştı. Şayet kimseyi seçmezsem, bunu da benden önce ve benden çok daha iyi olan Hz. Peygamber (s.a.v.) yapmıştı. Şu halde, her iki şekilde de hareket edebilirim.» Hz. Ömer, «Bu dünyada olduğu gibi, öbür dünyada da sizi idare etmenin mes'uliyeti altına girmek istemiyorum» diyordu. O demek istiyordu ki «Ben bir veliahd tayin edecek: olursam, dolaylı olarak, öldükten sonra da sizi idare etmiş olacağım ve bu veliahdın vasıtasıyla ben mes'ul olacağım; bunu istemiyorum».

Ve sonunda Hz. Ömer şöyle demişti: «Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat ettiğinde, O'nun en çok sevdiği on kişi vardı, hatta Hz. Peygamber (s.a.v.) bunların öldükten sonra cennete gideceklerini müjdelemişti (aşere-i mübeşşere). İşte bunlar arasından kendinize bir halife seçin.»

Bu arada, bu on kişiden üçü vefat etmişti. Daha doğrusu iki kişi ölmüş ve Hz. Ömer (r.a.) de yaralıydı. Geriye yedi kişi kalıyordu. Fakat bu yedi kişiden, sadece altısı Medine'de bulunuyordu. Yedincisi seyahatte idi. İşte, Hz.Ömer bu altı kişinin toplanıp aralarında halîfe seçmelerini istedi. Fakat bunda bir güçlük ihtimali vardı. Şayet üç kişi bir tarafta, üç kişi diğer tarafta olacak olursa, seçim imkanı olamazdı. Hz. Ömer (r.a.) bu güçlüğü düşündü.

Mesele çok mühimdi. Halife'nin hemen seçilmesi icap ediyordu. Yedinci olan sahabi beklenecek olursa, karışıklıklar olabilirdi. ve onun ne zaman döneceği belli değildi. Bunun için Hz.Ömer (r.a.), bu altı kişilik heyete, bazı şartlarda dahil olmak üzere, yedinci bir şahıs seçti: Abdullah b. Ömer. Şartlar şunlardı:

O, halife olarak seçilemeyecekti. Şayet seçimde ekseriyet temin edilirse, mesele, dörde karşı iki gibi, bu durumda Abdullah b. Ömer, ekseriyete uyacak ve şahsi görüş serdetmiyecekti. Şayet her iki tarafta, eşit olarak üçer kişi olursa Abdullah, Abdurrahman b. Avf hangi tarafta ise, reyini o tarafa kullanacaktı.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Bu durumda, yedinci şahıs olarak seçilen, Abdullah b. Ömer'in selahiyetleri en aza indirilmişti. Hatta diyebiliriz ki O, sadece teknik yönden bir kuvvete sahipti.

Kendi şahsi görüşlerim ortaya atamazdı. Ve sonunda Hz. Ömer şunu söylüyor: «Ben oğlumu, teknik bir ihtiyaç için seçtim. Bu, aynı zamanda babası ölmek üzere olan oğluma bir ta'ziyettir». İşte, Buhari'nin, Sahih adlı kitabında naklettikleri, bunlardır. Birkaç saat sonra da Hz. Ömer (r.a.) ölür.

Bu altı kişi de, istedikleri gibi hareket etme hürriyetine sahip değillerdi. Çünkü Hz.Ömer (r.a.)'ın, başka şartları da vardı, İbn Kesir vs. gibi kaynaklarımız diyor ki, Hz. Ömer (r.a.), bu altı kişiyi murakebe etmek için bir polis komiseri seçmişti. Ayrıca, bu altı kişinin bir odaya kapatılmasın! emretmişti. Ve bunların birini halife olarak seçmeden bu odadan çıkmamaları emrolunmuştu.

Ayrıca Hz. Ömer (r.a.), polis komiserine şu emri vermişti. «Şayet bu altı kişiden birisi, ekseriyetle seçilse ve buna karşı adaylığım koyup, kaybeden, seçilen halifeyi kabul etmezse, onu derhal öldürmeniz lazımdır». Bu, son derece sert bir emirdi. Fakat bu emir İslam’ın faydasına mülahazasiyle verilmişti. Çünkü Hz. Ömer (r.a.), bir iç harp istemiyordu. Fakat bu, sadece şeklen alınmış bir tedbirdi. Hz. Ömer haddi zatında buna ihtiyaç duyulacağına inanmıyordu. Fakat buna rağmen O, hiçbir şeyi unutmuyor, her ihtimale karşı tedbir alıyordu.

Bilindiği gibi, bu altı kişi toplandı ve ilk olarak kimin aday olmak istemediği soruldu. Bunun üzerine üç kişi çekilerek, «Ben aday değilim» dediler. Geriye üç kişi kaldı: Hz. Ali (r.a.), Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Abdurrahman b. Avf (r.a.).

Tam bu sırada, Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali ve Hz. Osman'a «Ben de aday değilim, sizler beni hakem olarak tayin eder misiniz? Ben ikinizin arasında hilafete daha layık olduğunu zannettiğim kişiyi, bütün varlığımla Allah'tan korkarak seçeceğim». Ve bu formalite gereği söylenmiş bir söz değil gerçekti.

Filhakika, Hz. Ömer (r.a.) hançerlenip evine getirildikten sonra, hemen kendisiyle konuşmak üzere, Abdurrahman b.Avf ı işletmiştir. Abdurrahman b.Avf gelip selam verdikten hemen sonra, «Ben hilafete aday değilim, beni veliahd tayin etme» demişti. Abdurrahman b.Avf, çağrıldığı için, kendisine bu teklifte bulunulacağını zannediyor ve tedbirini alarak, «Beni veliahd tayin etme, istemiyorum» diyordu.

İşte bundan dolayı, Hz. Abdurrahman b. Avf in ne büyük bir karaktere sahip olduğunu görüyoruz. Netice olarak, bu altı kişilik heyette, Abdurrahman b. Avf, hakemlik teklifinde bulunduğunda Hz. Ali ve Hz. Osman, her ikisi de «Evet, memnuniyetle kabul ediyoruz» dediler. Hz. Abdurrahman b. Avf in yaptıkları enteresandır. Odada bulunan beş kişiden müsaade alarak dışarı çıkar ve Medine şehrinde dolaşır.

Bir çok gün ve gece ve gündüz dolaşarak, halkın her tabakasıyla görüşür. Ve görüştüğü her şahsa şunu sorar: «Hz. Ali ve Hz. Osman'dan hangisini tercih edersiniz?» Hz. Abdurrahman b. Avf in karşılaştığı şahıslar üzerinde, kaynağımız İbn Kesir, bazı calib-i dikkat teferruat vermektedir. O diyor ki, «Abdurrahman b. Avf, yaşlılarla, gençlerle görüştü. O alimlerle ve cahillerle görüştü. O, tüccarlarla ve sanatkarlarla görüştü.

O, aynı zamanda, Medine'de geçici olarak bulunan yabancı müslümanlarla da görüştü» îbn Kesir şunu ilave ediyor: «Hatta O, kadınlarla dahi görüştü. Ve evlenmemiş olup, evlerinden çıkmayan, genç kızlarla görüştü». Ve başka bir kaynakta, -yanlış hatırlamıyorsam Buhari'de olacak- O'nun, ordu komutanları ile de görüştüğü zikredilmektedir. Bu mühim bir şeydir.

Çünkü bildiğimiz gibi, ordu komutanlarının devlet işlerindeki rolü büyüktür. Onun için, Abdurrahman b. Avf, tedbirli olmak için bunlarla dahi görüşmüştü.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

İbn Kesir, ilave olarak diyor ki: «Abdurrahman b. Avf in karşılaştığı bütün şahıslardan, iki kişi müstesna herkes Hz. Osman (r.a.)'ı tercih etti», İbn Kesir bunların adlarını da vermektedir.

Fakat, bu mühim değil. Netice olarak görüldü ki, Medine'nin büyük ekseriyeti, Hz. Osman'ı tercih etmektedir. Hz. Abdurrahman b. Avf, hala memnun değildi ve heyetin yanına döndü. Bu sırada gece yarısı olmuştu. Bir kaç kişiyi çağırtıp, getirtti. Bunlar arasında Hz. Osman ve Hz. Ali de vardı. Bunlarla ayrı ayrı konuştu.

Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ve Hz. Ali'ye ayrı ayrı şu suali sordu: «Şayet, -ben seni değil, öteki adayı seçersem, sen bunu gönül rızası ile kabul eder misin? Ona karşı buğz besleyip isyan etmez misin, ona her zaman itaat eder misin?» Hatta Abdurrahman b. Avf, onlara sadakat yemini dahi yaptırdı.

Her ikisi de kabuledip, «Evet kabul ediyorum, hatta başkasını dahi seçsen, itaat edeceğim» dediler.

Böylece bu anket sona erince, Abdurrahman b. Avf sabah ezanını duydu. Abdurrahman b. Avf birkaç gün boyunca, gece gündüz çalışmışta. Ezan sesini duyunca camiye gitti ve diğer müslümanlarla beraber, sabah namazım kıldı. Namazdan sonra minbere çıkıp, müslümanlara, «Şimdi sizin yeni halifenizi bildireceğim» dedi. Minberden Hz. Osman ve Hz. Ali'ye ayrı ayrı aynı suali sordu: «Şayet ben .seni halife tayin ödersem, sen her zaman Kur'an-ı Kerîm'e, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetine ve Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in tatbikatına uymaya söz verir misin?»

Hz. Ali şu cevabı verdi: «Kur'an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetine evet, fakat ilk iki halifenin tatbikatına uymaya mecbur değilim. Ben de ictihad yapabilirim, müctehidim, onlara her şeyde uymaya mecbur değilim.»

Aynı soruya, Hz. Osman şu cevabı verdi: «Evet, Kur'an-ı Kerîm, Hadis ve ilk iki halifenin tatbikatına uyacağıma söz veririm». Bu sırada Hz. Abdurrahman b.Avf, ellerini havaya kaldırarak: «Ya Rabbi, sen şahit ol ki, İslam menfaati için ben Hz. Osman'ı halife olarak seçtim» dedi ve minberden inerek, Hz. Osman'a minbere çıkmasını söyledi. Bunun üzerine herkes Hz. Osman'a biat etti
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

VERGÎ

Hz. Osman'ın hilafetinin bütün yönlerim incelemek ayrı bir araştırma konusudur.. Yalnız şunu belirtmeliyim ki, O'nun hükümeti «Pederşahi» idi. Yani o bir baba gibiydi. Çok mertti ve birçok vergiyi ilga etti ve hakkı olduğu halde, hilafet maaşı olarak bir tek kuruş dahi almadı. Bu husustaki bütün teferruatı vermek istemiyorum. Bunlardan, sadece bir tanesini belirtmek istiyorum. Bu da zekat meselesidir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ilk halifeler Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanında zekat, devlet memurları tarafından toplanıyor ve bu zekatı hükümet dağıtıyordu. Zekat deyince bugün başka bir şey anlaşılıyor ki, Hz, Peygamber (s.a.v.) zamanında bu daha farklı anlaşılıyordu. Zekattan bugün anlaşılan şey şudur: Mesela, benim iki yüz liram varsa ve bu para üzerinden bir yıl geçmişse benim bunun %2.5'unu fakirlere vermem gerekir. Bugünkü müslümanlar, zekatlarını, araya hükümet memurları girmeksizin direkt olarak fakirlere verirler.

Hz. Peygamber'(s.a.v.) zamanında ve ilk iki halife zamanında sadece buna değil, diğer bütün vergilere zekat deniyordu. Tüccarlar vergi veriyordu ve buna «Ticaret zekatı» deniyordu.

Ziraatçılar da vergi veriyordu ve buna «Toprak zekatı (Zekatu'l-Ard) deniyordu. Madenler işletiliyor; bunların vergisine de «Maden Zekatı» (Zekatu'l-Meadin) deniyordu. Koyun, deve gibi sürüler vardı ki, bunlardan da vergi alınıyordu ve buna «Hayvan zekatı» (Zekatu'l-Mevaşi) deniyordu. Aynı şekilde, kervanların getirdiği mallar üzerinde de haklar vardı ki, bütün bunlara zekat
deniyordu. Hülasa olarak, Kur'an-ı Kerîm'de geçen, «Zekat», «Sadaka», «infak fisebilillah» vs. gibi vergiler, İslam Devletinin müslümanlara taalluk eden vergileri idi.

Gayr-ı müslimlerden alınan vergiler, bundan ayrıydı. Bunlara zekat denilmiyordu. Bizim bugün zekat dediğimiz şey, o zaman da zekattı. Fakat bu, zekat çeşitlerinden sadece biri idi.

Biraz önce dediğim gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ilk iki halife Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer zamanında, bütün bu zekat çeşitlerim, bugün bizim zekat dediğimiz ve zekat demediğimiz bütün vergileri, bu memurlar topluyordu ve hepsine de zekat deniyordu.

Hz. Osman zamanında, İslam toprakları, yıldırım hızıyla ve şaşırtıcı bir süratte genişledi. Hicrî 2. Senede, Hz.Osman'ın bir ordusu Avrupa'da, İspanya’ya girerken, diğer taraftan başka bir ordusu Çin'e girdi. Her iki uç arasında Çin'den İspanya’ya kadar üç kıtaya yayılmış olan topraklar, İslam devletini oluşturuyordu.

Bazen, ispanya fethinin, Emeviler zamanında Tarık b. Ziyad'le başladığını söylüyoruz. (Bu doğru değil, İspanya’nın bir kısmı, daha Hz. Osman zamanında fethedilmiştir. Bu husustaki kaynağımız Taberi; bu ordunun Tarık b. Ziyad zamanına kadar İspanya’da kaldığım yazıyor. Yani bu ordu İspanya’ya girdikten sonra geri çıkmamış, bilakis orayı fethetmişler ve oraya yerleşmişlerdir.

Netice olarak söyleyeyim ki, benim gayem bu fetihleri değil, fakat bu fetihlerin zekat için olan ehemmiyetinden bahsetmektir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Üç kıtaya yayılmış olan bu büyük devlette, müslümanların sayısı ne kadardı, bunu bilmek lazımdır. Çünkü zekat, müslümanlara taalluk eden bir vergidir. Üç kıtaya yayılmış olan İslam devletinde, milyonlarca gayr-ı müslim vardı.

Fakat bunların zekat ile alakaları yoktu. Bu gayr-ı müslimlerden de vergi alınıyordu. Fakat bu vergilere zekat değil, haraç, vs. gibi başka isimler veriliyordu.

Hz. Osman -diyelim ki, maliye bakanının tavsiyesi üzerine- bugün bizim anlattığımız manadaki zekatla, diğer zekatları birbirinden ayırmak istiyor. Niçin? Hz. Osman diyor ki: «Evin dışında olan şeylerin zekatını toplamak kolaydır. Koyun, deve, maden vs. gibi mallar, kolayca tesbit edilir ve zekatı alınır ve bu kolaydır.

Fakat zekat memurlarının, her müslümanın evinde ne kadar para olduğunu bilme imkanı yoktur. Bunun için, bu zekat çeşitlerini birbirinden ayırmak lazımdır». Bunun üzerine Hz. Osman, müslümanların bizim bugün anladığımız zekatı (yani evde olup, üzerinden bir sene geçen, parayı), bundan böyle hükümet'e direkt olarak vermeye mecbur olmadıklarını ve bunu bizzat kendileri, fakirlere dağıtabileceklerine dair bir emir veriyor.

İşte bu tarihten itibaren, bu şekilde verilen zekata zekat denmiş ve diğerlerine zekat değil, vergi, gümrük, vs. denmiştir. Hz. Osman'ın niçin bu şekilde karar verdiğine dair bir iki söz söyleyeyim: Görünüşte bu karar Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz.Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)'ın tatbikatlarına aykırı idi. Şu halde
Hz. Osman (r.a.) niçin bunu değiştirdi? Ben bunun devletin menfaati gereği yapıldığı kanaatindeyim. Çünkü İslam devleti, İspanya’dan, Çin'e kadar uzanıyordu. Ve buna karşı, müslümanların sayısı çok azdı. Bu hususta nüfus sayımı yapılmamıştır.

Fakat bazan 100 km2 de bir tek müslümandan fazla kişi bulunmuyordu. Bunun üzerine tasavvur buyurun ki, İspanya’dan Çin'e kadar her 100 km2 ye bir tahsildar gidip, bir müslüman bulacak, üstelik bazen bulduğu bu müslümanda zekat veremeyecektir.

Çünkü evinde nisabı dolduracak kadar parası olmayabilirdi. Bu müslümanın evi veya başka bir şeyi olabilir, fakat zekat verecek kadar parası olmayabilir. Netice olarak karşımıza şu durum çıkabilir. Zekat memurlarına verilecek olan para, toplanacak olan zekattan daha fazla olabilir. İşte böyle bir şeyi, bir maliye bakanı kabul etmez. Bunun için, müslümanların, bizzat kendilerinin bu zekatı vermeleri serbest bırakılıyor.

Müslümanlar zekatın bir farz olduğunu, Allah'ın emri olduğunu bildikleri için, herhangi bir murakabeye ihtiyaç duyulmaksızın, onların şuuru, onlara bu farzı yerine getirmelerini emrediyor. Mesela; namaz, oruç gibi ibadetlerde, hükümet beni zorlamıyor, fakat benim şuurum bana emrettiği için bu ibadetleri yapıyorum. Aynı şekilde zekatı da murakabesiz verebilirim, çünkü şuurum emrediyor
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

YAHUDİ OYUNU


Bilindiği gibi, Hz. Osman'ın hilafetinin sonu acıdır. Bu hususta birçok yanlış anlaşılmalar mevcuttur. Ben, bütün bu meseleleri hallettiğimi iddia etmiyorum; fakat uzun zaman bu meseleyi araştırdım. Sonuçta edindiğim kanaat şudur ki bütün bu hadiseler, yahudilerin çevirdiği bir oyun, bir komplodan başka birşey değildir.

Hz. Osman'ın katli, Hz. Ali ile Hz. Aişe ve daha sonra Hz. Muaviye ile olan savaşların hepsi, bir yahudi oyunu (komplo) idi. Bu komplonun idarecileri, kendilerine müslüman diyen Yahudilerdi. Taberi tarihinin bu mevzudaki rivayetleri, dikkatlice okunacak olursa mesele daha iyi anlaşılır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Müslüman olmayan, Hz. Ömer zamanında ve belki de daha sonra müslüman olan, ibn Sebe adında bir Yahudi vardı. O'na aynı zamanda ibn Sevda da deniliyordu. İbn Sebe, müslüman olduktan sonra, İslam devletinin her tarafına seyahat eder: Suriye, Irak, Mısır, Türkistan, Medîne gibi. Gittiği her yerde, kendisine arkadaşlar bulup bunlara belli vazifeler verir.

O zamanlar uçak gibi vasıtalar olmadığı için, İbn Sebe'nin seyahati bir kaç sene sürer. O aynı zamanda, çok iyi müslüman görünen, namaz kılan, camiye giden ve fakat içten içe İslam düşmanı Yahudileri seçer ki, bu da kolay bir iş değildi. İbn Sebe'nin işi bitince, yani her tarafta kendisine uygun arkadaşları bulunca, onlara sinyal (işaret) verirdi ve hep beraber, kendilerine verilen işe başlarlardı. İbn Sebe'nin başlattığı iş, çok enteresandı.

Mısır'dan, Medîne'ye bir mektup gelir. Şüphesiz bu mektup, bir yahudiden, diğer bir yahudiye yazılmıştı. Mısır'dan yazan yahudi, Medîne'deki yahudiye şöyle yazıyordu: «Bizim memleketimiz olan Mısır'da, İslamiyet namına hiçbir şey kalmadı, valimiz şarap içiyor, namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, zina yapıyor, islam'ın yasakladığı bütün işleri yapıyor ve birçok müslüman da valinin yaptığı şekilde hareket ediyor».

Mısır'dan bu mektubu yazan yahudi, aynı mektubu, Suriye'ye, Irak'a, Basra'ya, Türkistan'a vs. yazıyor. Şam'daki yahudi de aynı mealde, yani «bizde İslamiyet kalmadı, vali kafirdir vs.» gibi yazdığı mektupları, bütün İslam alemine gönderir.

Aynı şekilde Medîne'deki yahudi de her tarafa: «Halifemiz kafirdir, şarap içiyor, namaz kılmıyor... vs. mealinde mektuplar yazar. Böylece, bütün İslam devletinde aynı haberler dolaşır. Ve bu mektupları alan yahudiler, onları kendi bölgelerindeki camilerde okuyorlar. Ve bu, bir sefer olmaz; mektuplar devam eder.

Mesela; Medîne'deki yahudi, aldığı mektubu namazdan sonra camide okur ve «Bu ne korkunç şeydir? Halifemiz uyuyor mu?» deyip, halkı kışkırtır. Ertesi gün, aynı mealdeki mektubu, «Şam'dan aldım», «Basra'dan aldım» şeklinde okur ve işine devam eder.

Hergün aynı haberlerin geldiğini tasavvur edin, neticesi ne olur, ne anlaşılır? Ve neticede de diğer müslümanlar bu haberlere inanır.

Medine müslümanları düşünmeye başlarlar: «Suriye, Irak, Mısır kafir olsa da elhamdülillah, bizde hala İslamiyet var. Herkes ibadetini yapıyor» Mısır müslümanları da aynı şekilde düşünür: «Ehamdulillah Mısır müslüman kaldı, Medine ve diğer yerler kafir olmuş...» Ve böylece, her bölge, müslüman kaldığını düşünmeye başlar. İşte bu, ibn Sebe'nin idare ettiği şeytanî propaganda idi.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Bir müddet sonra Medîne müslümanları Hz. Osman'a gelerek: «Sen uyuyor musun? Suriye, Mısır, Irak kafir oldu, sen ne yapıyorsun?» dediler. Hz. Osman, onlara, «Sizin de güvendiğiniz birkaç kişi seçelim ve bu yerlere gönderelim. Onlar bunun doğru olup olmadığım bize bildirsinler» der. Bunu üzerine bir heyet seçilir ve İslam devletinin her tarafına yollanır.

Bu heyet, birkaç ay sonra dönerek: «Bu söylenenler asılsızdır. Her tarafta İslam kanunu cari olup, valiler de çok iyi müslümanlardır, bunun bir tek istisnası var» diye rapor verirler.

Bu giden heyet içinde, Hz. Ebu Hureyre de vardı. O der ki: «Her tarafta İslamiyet caridir, valiler iyidir; Fakat Mısır valiinin iyi olmadığını duydum». Bu sırada ibn Sebe Mısır'da bulunuyordu.

İbn Sebe, hemen Ebu Hureyre'yi bulmuş ve istediğini ona anlatmıştı. Ebu Hureyre çok iyi bir müslüman, fakat biraz saf olduğu için ibn Sebe'ye inanmıştı. «Açık olarak, namaz kılan vali, muhtemelen gizli içiyor» diye bir kanaate varmıştır. Bunun için, Ebu Hureyre, Mısır vahşinin değiştirilmesini teklif etmiştir.

Burada, kaydedilecek iki nokta vardır: Birincisi, Medîne müslümanları, çıkan haberlerin asılsız olduğunu öğrenince memnun olmuşlar, fakat diğer vilayetler böyle bir resmi haber alamadıklarından, eskisi gibi düşünmeye devam etmişlerdir. Yani «bizden başka herkes kafir oldu» demekteydiler. îşte bunun için, Medîne dışındaki müslümanların hükümete karşı olan kötü tutumlan devam eder.

İkincisi de şudur: Yapılan bu tetkike rağmen, ibn Sebe ve arkadaştan, işlerinden
vazgeçmemişler, bilakis daha şiddetli olarak devam etmişlerdir.

Hz. Osman, Hz. Ebu Hureyre'nin görüşünü kabul eder ve Mısır valisini değiştirir. Hz. Osman, müslümanlarla müşavere ettikten sonra, Hz. Ebu Bekir'in oğlunu Mısır'a vali tayin eder ve tayinine dair olan mektubu da kendisine verir.

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir'in oğlu, vazifesine başlamak üzere Mısır'a hareket eder. Yolda, aynı istikamette süratle giden birine rastlar. Hz. Ebu Bekir'in oğlu onu durdurarak, kim olduğunu, nereye gittiğini sorar. Bu yolcu şu cevabı verir: «Hz. Osman, Mısır'a gidip bu mektubu valiye vermemi, yeni bir valinin tayin edildiğini, ona görevi terk etmesini söylememi ve senden daha hızlı gitmemi emir buyurdu». Bunun üzerine, Hz. Ebu Bekir'in oğlu mektubu ister.

Hz. Ebu Bekir'in oğlu mektubu açar ve kendisini şaşırtan bir cümle ile karşılaşır. Mektupta (size gelince) diye başlayan cümlede nokta konmamış bir kelime ile (Onu kabul ediniz) veya (onu öldürünüz); şeklinde okunabilen bir kelimeyle karşılaşır.

Bunu bize nakleden Suyuti'dir. Tayin edilen vali, yani Hz. Ebu Bekir'in oğlu bu kelimeyi «Onu öldürün» şeklinde okur. Hz. Ebu Bekir'in oğlu, hiddetlenerek Medîne'ye döner ve doğruca camiye giderek, müslümanlara şöyle hitab eder: «Siz bu halifeyi görüyor musunuz? Beni Mısır'a vali tayin ediyor, arkamdan da öldürülmem için mektup yazıyor». Bunun üzerine müslümanlar, Hz. Osman'a gidip durumu sorarlar. Hz. Osman, «Vallahi ben böyle bir şey yazmadım, haberim yok» diye cevap verir. İşte, Mısırlı olup Mısır tarihi üzerinde mütehassıs olan Suyuti böyle yazıyor ki, bu böyle olabilir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Ben şahsen, bu mektubun ibn Sebe'nin ajanları tarafından yazıldığını zannediyorum. Bunlar mektubu yazdıktan sonra özellikle Hz. Ebu Bekir'in oğlunun yanına yaklaşıyorlar ki O, bunların kim olduğunu sorsun ve mektubu istesin.

Gerçekte bu normal bir davranış değildir. Fakat bu, bir yahudi ajanı olursa, böyle yapar ve bu şekilde hareket etmesi normal olur. Eğer o mektubu Halife yazdırmış olsa, Hz. Ebu Bekir'in oğluna görünmemesi lazımdı. Ne olursa olsun, bazı müslümanlar Hz. Osman'ın yeminine inanıyor, diğerleri inanmayıp O'nun, Hz. Ebu Bekir'in oğlunu öldürmek istediğini zannediyorlar.

Bilhassa, ibn Sebe'nin Medîne'deki ajanları, Halife'nin böyle bir şey yapabileceğini, O'nun bir yalancı olduğunu etrafa yayıyorlardı.

Ayrıca, Mısır'da bulunan ibn Sebe, müslümanları kışkırtarak: «Halife, bize bir vali tayin etmiş, sonra da O'nu öldürme emri vermiş. O iyi bir halife değil, kafirdir; onu öldürmek lazımdır» diyerek ve bir isyan ordusu teşkil ederek, Mısır'dan, Medîne üzerine yürür, ibn Sebe'nin kumanda ettiği bu ordunun çoğu yahudi idi.

Mısır ordusu Medîne'ye gelip, Hz. Osman'ın evini kuşatır. Hz. Ebu Bekir'in oğlu kışkırtılır ve ona «Halife seni öldürmek istedi» deyip, kandırılır. Hz. Ebu Bekir'in oğlu, bu isyancılarla Hz. Osman'ın evine gider. Kapılar kapalı olduğu için merdivenlerle dama çıkıp, Halife'nin evine girerler, Hz. Ebu Bekir'in oğlu, Hz. Osman'ı öldürmek için sakalından tutar. Hz. Osman ona:
«Şayet senin baban, hayatta olup, seni bu halde görseydi, ne düşünürdü?» der.

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir'in oğlu titremeye başlar ve bir şey yapmadan çekip gider.

Fakat O'nunla beraber içeri giren yahudiler, meseleyi hallederler ve Halife'yi öldürürler. Kaynaklarımız, Hz. Osman'ın o anda oruçlu olup, Kur'an okuduğunu yazıyorlar. Ve onu öldüren şahsın, Kur'an'a bir tekme vurduğunu belirtiyorlar. Hiçbir müslüman bu hakareti yapamaz. Bunu yapanın bir gayr-ı müslim olması lazımdır. Daha başka şeyler de olur, teferruata girmek istemiyorum.. Hz. Osman şehid edilir.

Bu yahudiler, Hz. Osman'ı öldürdükten sonra, korkmaya başlarlar. Hatta Hz. Osman'a muhalif olan müslümanlar dahi, «Hz. Osman nasıl öldürülür?» diye şaşırıp, üzülürler. Onun için, suçlunun derhal yakalanıp, kısas tatbik edilmesini isterler. O dönme yahudiler şöyle düşünürler. «Bizi koruyacak bir müslüman bulalım, yoksa müslümanlar bizi yakalayıp, başımızı vuracaklar.»

İlk önce Hz. Ali'ye gidip, «Halife öldü, müsaade et, sana biat edelim, sen çok iyi bir müslümansın» derler. Hz. Ali, «Hayır, istemiyorum» der. Daha sonra yahudiler, Talha, Zübeyr ve diğerlerine giderlerse de hiç kimse onların teklifini kabul etmez. Yahudiler tekrar Hz. Ali'ye gelerek, çok ısrar ederler.

Sonunda Hz. Ali der ki: «Ben bunu, siz istediğiniz için değil, fakat bütün müslümanlar isterse kabul ederim». Bunlar, şehirde ilan ederek, Hz. Ali'nin müslümanlarla konuşmak için camiye toplanmalarını istediğini söylerler.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Hz. Ali camide minbere çıkar ve «Bizim masum Halifemiz öldürülmüştür. Yerine bir halife seçmemiz lazım. Aranızdan birini seçin» der. Herkes Hz. Ali'nin halife olmasını ister ve kendisine biat olunur.

Fakat orada bulunanlar, alelade insanlardı. Mühim olan şahsiyetler oraya gelmemişlerdi. Abdullah b.Ömer, Talha, Zübeyr vs. gibi yüksek şahsiyetler oraya gelmemişti. isyancı yahudiler, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'i tevkif ederek onlara, «Şayet biat etmezseniz, sizi öldürürüz» diye tehditte bulunurlar.

Bunun üzerine anılan şahıslar, tehdit altında biat ederler. Medîne'deki İslam ordusu, Hac için Mekke'ye gittiğinden, Hz. Ali yi koruma vazifesini, Mısır'dan gelen bu yahudi ordusu üzerine alır. Bunlar, kısası tatbike izin vermezler. Yani Hz. Osman'ın katilinin yakalanıp, öldürülmesini istemezler. Bunun üzerine ne yapacağını bilmeyen Hz. Ali bekler. Yahudiler, bununla iktifa etmeyip, fitne fesatlarına devam ederler.

İslam Devletinin her tarafına mektuplar yazıp şöyle propaganda yaparlar: «Halife öldürüldü. Onun yerine geçen yeni Halife, yani Hz. Ali, kısas tatbik etmek istemiyor; işte bunun için yeni halifeye isyan etmek lazımdır. Bu hususa dair, müşahhas delillerimiz vardır».

Hz. Aişe'nin ağzından birçok mektup yazılır. Ve bu mektuplarda, güya Hz. Aişe şöyle der:«Ey müslümanlar, Hz. Ali'ye isyan ediniz.» Daha sonra Hz. Aişe'ye, «Sen böyle mektuplar yazdın mı?» diye sorulduğunda o, «Vallahi, ben hiçbir zaman böyle şey yazmadım» demiştir. Ve böylece aynı komplo devam eder.

Son olarak da Hz. Aişe ile Hz. Ali arasında vuku bulan Cemel hadisesinden söz edelim.

Hz. Aişe, Talha gibi yakın akrabaları ile Basra'ya gitmişti. Çünkü O, Hz. Ali'nin kısası tatbik etmediğini gördü. Muhtemelen yahudiler
O'na da Hz. Ali aleyhine mektuplar yazmışlardı. İşte bunun için Hz. Aişe, Basra'ya gidip, İslam kanununu tatbik etmek istedi.

Hz. Aişe'nin isyan haberini alınca, Hz. Ali de bir ordu başında hareket ederek, isyancıların, Basra'daki Beytü'l-Mal'a ait hazineyi yağma etmelerine mani olmak ister. Her iki ordu «Hav'ab» denen bir yerde karşılaşır. Bu sırada, her iki tarafta da iyi niyetli müslümanlar vardı.

Bunlar dediler ki «Biz niye savaşıyoruz? Her iki orduya niçin savaştıklarını soralım». Hz. Aişe'nin tarafından birkaç kişi Hz. Ali tarafına geçip, «Niye bizimle savaşıyorsunuz?» diye sorarlar. Hz. Ali cevaben, «Çünkü siz isyan ediyorsunuz, benimle savaşmak istiyorsunuz?»

Aynı şekilde, Hz. Ali tarafından birkaç müslüman, Hz. Aişe tarafına geçip, «Niçin savaşmak istiyorsunuz?» diye sorarlar. İşte bunlar gerçek müslümanlardı. Ve bundan hemen sonra, anlaşmazlıklar ortadan kalkmıştır. Her iki tarafta mutabakata varırlar: «Harp olmayacak, şu şartlarda anlaşılacak vs.» deyip anlaşırlar.

Bu şekilde barış temin edilince, herkes sakin bir şekilde uykuya dalar. Bu sırada ibn Sebe oradadır, bu barış haberine memnun olmamıştır. Gece yarısından sonra, yanına birkaç yahudi alarak, Hz. Aişe'nin tarafından, Hz. Ali'nin tarafına doğru hücuma geçer. Gece baskını olunca, birkaç kişi öldürülür. Kimse ne olduğunu anlamadan uyanır ve savaş başlar. Hz. Aişe, Hz. Ali'nin ihanet ettiğini, Hz. Ali'de Hz. Aişe'nin ihanet ettiğini sanır.

İşte Cemel savaşı böyle başlar. Görüyoruz ki bu olayda müslümanların bir hatası yoktur. Tamamen yahudilerin çevirdiği bir komplodur. Kaynaklara bakılırsa bu açıkça görülür.


***

bitti..

Yazar

Prof.Dr.Muhammed Hamidullah

Türkçesi:

Prof.Dr.İhsan Süreyya SIRMA
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Cevapla

“İz Bırakanlar” sayfasına dön