Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Cevapla
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


Münir DERMAN
kaddesallahu sırrahu

GÜL BAĞI

Tertemiz bir ömür içinde Muhammedî Şuuru Yaşayan ve yaşatmak için Hasbî Hizmetin Eşsiz örneklerinden ALLAH DOSTU Münir DERMAN kaddesallahu sırrahu Hocamızın;
Eserlerinin orjinaline dokunmadan altlarına O yazıda geçen, Âyet-Hadis ve kelime Açıklamaları eklemiştim ve daha geniş ele alsak derdim.
Hayatı, Eserleri, Sohbetleri, Sesi ve Albümüyle BİR-likte bir Araştırma Enistitüsü Hassasiyetinde FİKİRlerinin İncelenmesini hep düşler idim.

Resim

Asla Reklam vs almadan Maddî-Manevî Çıkardan ALLAH celle celâlihu ya sığınarak;
Kur'ân-ı Kerim, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve Gerçek HAKK ERENler BUYRUK ve İzinde hasbî Hizmeti şeref sayan MUHAMMEDİNUR Sitemizde, BİZ-BİR-İZ YÜREKlerimiz,
DERMAN kaddesallahu sırrahu Hocamızın ÖMÜR Harcadığı inanç ve fikirlerini genç beyinlere AN-layıp AN-latmaya ALLAH celle celâlihu RIZAsı için Hizmetteyiz.

DERMAN kaddesallahu sırrahu Hocamız için ÖZEL açılan bu GÜL BAĞI-mızda çalışmalarımız derli-toplu olacak inşaallah..

İnceleme çalışmalarımızdan kasdım, DERMAN kaddesallahu sırrahu Hocamızın çeşitli konulardaki düşüncelerini o konu da toplayarak daha tam ve doğru Anlamaktır.

Mesela; Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem in MİM li İSİMlerini ABDEST-siz ağzınıza almayınız buyururken, ABDEST ten KASDı nedirve Nasıl bir ABDEST Almalı ve KORUmalıyız?..
Çok çeşitli Yazı ve Sohbette yer alan ABDEST KONUSU bir arada kaynaklarıyla birlikte yer aldığında çok kıymetli bir çalışma ve HİZMET olacaktır…
Başta Ebru kardeşimiz olmak üzere DERMAN kaddesallahu sırrahu Hocamızı SEVen ve İn-AN-AN her cAN kardeşimizi bu Hizmete beklemekteyiz..

Münir DERMAN kaddesallahu sırrahu Hocamızı SEVmek demek;
Yer altında Hikmet aramak değil, GÖK Yüzü de dahil İNSANlığa HASBÎ HİZMET ET-mektir İnancındayız ve Azmindeyiz İnşaallah..


Resim

Münir DERMAN kaddesallahu sırrahu Hocamızın Aziz RUHuna Rabbülâleminden,
Rahmetenlilâlemin Rahmetleri yağsın ebeden İnşaallah..



Hakta ve Hayrda BİZ BİR-İZ
Elhamdülillahirabbilâlemin


MuHaMeDî MuHABBetle..

Kul İHVANÎ
Latif YILDIZ
Resim
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen simurg »

Bu dediğiniz tarzda ki çalışma muhteşem olur inancındayım.

İnşallah tam ve mükemmel şekilde gerçekleştirmek nasip olsun.

Elimden gelen birşeyler olsun ve katkıda bulunayım çok isterim.

Mubarek hocamın vesilesi ile benim bütün hayatımın yönü değişti elhamdülillah.

Kendisini çook seviyorum. Çook.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

YALAN ÜZERİNE

Resim

YALAN ÜZERİNE

“Yalan söyleyenin mumu yatsıya kadar yanar”

Bunda ne gizlidir?

Aklınızın bir köşesinde kalsın...

Gece med - cezir olur denizde.

Nebatlar gündüz oksijen, gece karbon dioksiit verirler.

Daha birçok sünnetullaha ait değişiklikler vardır.

Edebsizliklerin bir çoğu, hırsızlık gece olur.

Mi’rac gece vakti olur.

Resûlü Ekrem gece doğdu.

Kadir gecesi Kur’ân inmeye başladı.

Hicret gece...

Oruç gündüzdür.

Bu karışıklığın içinde ne gizlidir?

Sen bul, ben söylemem.

Doğumlar umumîyetle gece olur.

Bunda çok ince bir arzu gizlidir.

Gündüz doğumda mânevî bir sebep gizlidir.

Gece cenaze defnedilmez.

Ölümlerin bir çoğu gece olur.

Günler gece ile anılır.

Kadir gecesi, Pazartesi gecesi vb...

Husuf ay tutulması gecedir.

Güneş tutulması gündüzdür.

Kuşlar tavuklar gündüz yumurtlar.

Gece doğan koyun, at, eşek, inek, keçi, camış yoktur.

Olsa bile sebebi başkadır.
Süluk gündüz tutar.
Netice:
Gece yalanı şeytan bile olsun söylemez.

Deyyan tecellî ettiğinde gece yalan söyleyenin tövbesi yoktur.

Gece DEYYAN mütecellîdir.

Deyyan, ALLAH'ın Ahad ismi gibidir.
Yalanın kökünde menfaat, kıskançlık, kanaatsizlik gizlidir.

Şeytanda yalan yoktur.

Yemin müessesesi.

Yalan, ALLAH'ın şâhidliğini göstermektir.
Yalan söylemeyen, ömür boyu
“Şehidallahü Lâ ilâhe illallah “ demek çok güç bir mertebe bir makam meselesidir.

Bu gibiler âdetâ ALLAH ile el ele tutuşmuşlardır.
Hz. Ömer, Bayezidi Bestami, Zennun, Bedevi, bütün gelmiş geçmiş velîyyullahların söyledikleri sözlere göre...

Son olarak halkada şeyh Şabanı Velî ve bir kaç kadın bulunur.
Bir de Abdulkadir-i Geylâni'nîn haber verdiği Yakud-u Müstahsen
için, ALLAH'ın sırrı onun elinde tecellî etmiştir derler,
Gece yalan söylemek yasaktır...


Duruh : Yalan

Kizib : Yalan söylemek.

“Helak olacağınızı bilseniz, yalana başvurmayınız.” Hadis.

Bu hadîs yalan söylemenin insan yaradılışında var olduğunun delilidir. Olmasaydı bu hadîs olmazdı.

Yalan söylemek insanın yaratılışında vardır.

Yaratılışta insan nefsi tarafından serbes bırakılmıştır.

Akıl, irade, mantık, melikeleri ile bunu önlemek de insana bildirilmiştir.

O hâlde, nefsin yapacağı işlerin birçoğunda mes’uliyet, sual, cezâ mükâfat da konulmuştur...
Bir tarafı haram ile diğer tarafı helâl ile hududlandrılmıştır.

Bu iki hudud, serbes bırakılan nefsin islahı içindir, iyiliğe, mükâfata gitmesi arzulandığı sebebiyledir.


Yalan: Menfaat, utanma, cezâ, korkusu, kandırmak, kibir, fenalık yapma, kıskançlık, hased, yapılamayacak şeylerde mükâfatlandırma vaadi, cezâlandırma tehdidi, uygulanması mümkün olmayan vaadler, dedikodu, şaka bütün bunlar yalan kadrosu içine girer.

Yalanın insan için çok yıkıcı birşey olduğunu ifade için kafi mânevî bir misal verelim.

Olta ile balık tutmak haramdır.

Hakiki İslâm dininde.

Münakaşa ve itiraza lüzum yoktur.

Düşünen insan için...
Yalanda her türlüsünde, ALLAH'ı inkâr vardır.

Görücü, duyucu olduğunu inkârdır.

Bu, böyledir.

Düşünürsen doğru oluduğunu anlarsın.

Kurt zâlimdir amma hiylesi ve yalanı yoktur...

Bu hakikatdir.


“Yemin etmek” vardır.

Bu ne demektir?

Bu yalanın insan hayatında olduğunun en büyük delilidir.
Yalanda ŞİRK vardır.

ŞİRK ne demektir?

ALLAH'ı aynı işe ortak yapmaktır.

[ Bu lâfı anlarsan ] en büyük sırrı anlamış olursun.

Fenafîllah olursun…


Deyyan : Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla.
Kahhar:Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hakk.
Tecellî : Görünme. Bilinme. * Kader. * ALLAH'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hakk nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.
Mütecellî : Tecellî eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.
Müstahsen : Beğenilen. Güzel ve herkesin beğendiği. * Dinimizin güzel gördüğü şeylerin her biri.
Fenafillah : (Fenâ fillâh) Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak hâletidir. Sofi, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

OLUK, RUH, EMİR ÂLEMÎ

Resim

OLUK, RUH, EMİR ÂLEMÎ

Allah Dostu Derki...

“YES’ELUNEKE ANİ’R- RÛHİ” -İsrâ Süresi-

“Sana ruhdan sorarlarsa: Ruh RABB’ın emrindendir” söyle...

Böyle cevap, ruhun varlığını tasdik ediyor demektir.

Fakat mahiyeti gizli..

Niçin bu gizli oluş...

“Emirdendir” demek başka bir âlemdendir demektir.
Akıl o âlemi kavrayacak kudrette değildir.


Emir âlemi nedir: Dünya kanunlarına girmeyen, maddenin ötesindeki...

Ölçüden, Tartıdan, Şekilden, Renkden uzak varlıkların âlemi...

Görmemek olmamağa delil değildir.

Ruh vardır onu inkâr edecek bir sebep de yoktur.

Peygamber var olduğunu tasdik etmiş ya...

Yeter ve artar bile...
Târif etmeye kendimizi aklımızla zorlarsak:

Madde aleminde dolaşan gayb âleminin malı “ruh” bir “var” dır ki yok görünür.

Ve kimsenin madde âleminde onu görmeye yolu yoktur.

Târifimiz bu kadar...
Sen başka târif biliyorsan söyle öğrenelim...

Ruhun hakikat ve mânâsı akıl ile değil, ilâhî zevk duygusu ile anlaşılır, hissedilir.

“Herkes ölümü tadacaktır” âyeti.

Burada zâika, tatmak zevktir, dikkat edilirse.
Resûlü Ekrem ruhlarını teslim ederken
“Er refiki âlâ” buyurmuşlardır.

Bu boş lakırdı değildir.

Düşün efendi!..

Bu ilâhî zevk nedir?

Arı ile çiçek arasında gizli olan bal peteği gibi burada ALLAH’ın arıya “vahyi” gizlidir.
Aklın, idrakin altında bütün ruhun bir idraki vardır ki oraya erişmekle mümkündür.

Buna erişmiş kimseler maddeye akseden mânâları şuûrlarından süzerlerken, ses söz şekil olur.

Bazen de herkesin anlayamayacağı bir dile bir kalıba dökülürler.

Bu gibi İlâhi kanun ve emirleri kendi temiz kalb ve vicdanlarında duyarlarken meleklerle tanışırlar.

Göklere çıkar buraklara binerler ve nihâyet tamamıyla dünyevi her şeyden alâkalarını keserek perde arkasından senli benli “Rabbül âlemin” ile konuşurlar.

Dikkat edin lâfa.

“Rabbül âlemin diyoruz.”

“ALLAH” demiyoruz aradaki farkı bul!

Bulursan anlattıklarımızı o zaman anlar bize de dua edersiniz...

Ölüm ALLAH’ın emri değildir.

Dikkat et! Kurduğu kanun icabıdır.

Her şey fânidir.

Bundan ötürü:


“Ahenk kanununa uyuşda bozukluk olursa onu tamir ediniz, tedâvi olunuz!” emri vardır.

Ölüm ALLAH’ın emri olsaydı tedâvi olunuz emri olmazdı.

Muhteremim düşün, anla bu lâflar çok mühimdir!
Gözlerin ve beş duygunun şâhidliğine dayanarak bu hususda bir fikir yürütme!..

Aklın yetmediği yerlerde kanunlardan bahsetmek gülünç olur.

Kanun etraflı bilgi demektir.

Manevîyat bilgi âleminde yalnız tezahurları ile vardır.

Bu hüküm ve tahdid, normal durum üstündeki insanlar zaviyesinden, objektif ilim hakkında kanun mânâsındaki umumi bilgi içindir.
Normal durum üstündeki insanların enfüsi müşahadeleri ve mârifetleri, umumi duygular mânâsındaki bilgiler için değildir.

Bu öyle bir duygudur ki, onun kendine mahsus bir uzvu yoktur.

Her uzuv onundur.

Ruhun umumi duygusudur.
Bu hâl beş duygunun dışında mühim bir ruh başarısıdır ki o duyguya erişenler bütün ruhları ile şuhud âlemini duyarlar.

Bizim gördüğümüz âlem şuhud âlemi zâhiren maddedir.

Bâtınan mânevîyattır.

Kâinatda akıl ve idrakin hududu dışındaki hadise ve oluşlar emir âleminin aynada görülür gibi akisleridir, insanlar aynaya bakarken yalnız kendi yüzlerine bakarlar.

Bir içlerine baksalar...

İşte insanlar aynaya bakar gibi emir âlemine bakarlar fakat görmezler, anlamazlar...

“Rabbimin emrindendir” âyeti budur.
“Min emri Rabbi” âyetin peşinde ilimle biraz anlaşılır.

“kalilen” lâfzı celili vardır.

Bu arada bir dua söyleyim:

“MIN EMRi BEYNEL- KÂFl VE’N- NÜN”
bu büyük mânâ ifade eden emir âlemine ait bir dua ve istekdir,
yardımdır, aman demektir...

Olukdan bir vefâ görmedin ise...

Suyu semâdan iste...
Su vermek için bekleyen çok bulut var.

Eşref saati bekliyorlar.

Eşref saat nedir bir bilsen...

Bunu eskiler bilir.

Yeni nesil bilemez

(ve sahabın hayrı lehu matarin...)

ALLAH’a karşı kendini gocundurma.

Ondan uzak olduğunu bilmeden söylemiş olursun.

Bu çok ince bir isyandır.
“O” sende değil. Sen “O”ndasın.

Bu lâfı düşün!

Yükselten yuvarlatan noktadır.
Cesedin senin yüzünü örtüyor.

Habersizsin.

Bir ana yavrusunu göğsüne basar öper.

O öpme iki et parçasının basit bir teması...

Bunun ötesinde gaybi bir kuvvet var.

Bu temas o kuvveti seyrediyor.

O kuvvete şevkat diyoruz.

Anlaması anlatılması çok güç bir duygu...


“Er RAHÎM” gizli, haberin var mı?

Yok...

Ne hadis ne âyet olup yanlış anlaşılmaya müsaid olan sahibsiz sözler vardır.

Bunların esaretinde birçokları...

Şevkat öyle bir dildir ki sağır da işitebilir kör de okuyabilir.
Bilir misin “mi’rac” maddî mânâda bir seyahat değildir.

Mekân ve mesafe mefhumları ile ölçülemez.

Tamamen mânevîdir.

Onu idrak ettiren kanunlar dünyada câri kanunlar değildir.

Şaşırır kalır insan.

Canlılık yokken üreme kanunu da yoktu.

Üreme kanununun canlıları yarattığını söylemek mümkün değildir.
Bilir misin :

Dut yaprağına böcek arız olmaz.

Çekirge bile uğramaz.
Dut yaprağını koyun yer süt olur.

Arı yer bal olur.

Geyik yer misk olur.
Bu süt.

Bu bal.

Bu misk.

Bu ipek başkadır diğerlerine benzemez.
Dut ağacının ömrü de uzundur unutma...

Dut. Kara dut. Kara ekşi dut.

Dut yaprağı ye!

Sorma bana...

Bütün bu hüner ALLAH’a mahsusdur.

Başka bir âlemin bu tarafta görünüşüdür...

17.1.1989 Salı



Müşahade : Şâhid olunan.

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً

“Ve yes'eluneke anir ruh kulir ruhu min emri rabbi ve ma utitüm minel ilmi illa kalila : Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” (İsrâ 17/85)

Zaviye : Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. * Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "grat" tır

Şühud : şâhidler. * Görme, şahid olma. * Müşahede etme. * Görünecek hâlde şekillenme.

“Min emri beyne’l- kâfi ve’n- nûn : Emrim kaf ve nûn arasındadır.” Yâni : “Kûn! : Ol!”
Ve sahabın hayrı lehu matarin : Onun için hayırlı yağmur var.

Ve sahabın hayrı lehu matarin : Ve ona hayır yağdıran bi bulut..
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

İPEK GİYMEK

Bir zatın sorduğu suale cevaptır :

Bu muhterem zat mektubunda :

---- İpek elbise vesaire giymek haramdır İslam dininde:bunu bir türlü anlayamadım.
Tatmin edici bir izah da bulamadım.
Üzüntülüyüm bir iki satırla cevap rica ederim----
diyor.

Muhterem efendim ipek böceği denilen bir mahluk vardır…
Bunu bilirsiniz….
Aldığı yeşil dut yapraklarını dünyanın en güzel ve kıymetli ipliğine çeviren bu mubarek mahluku insanlar sıcak suda haşlayarak öldürürler….

Çabalamasının mahsulünü muvakkat bir zaman için kendisine kefen yaparlar...
Ölüsünü de sonra atarlar…

Kefen hısızlığı çok ayıp çok fena bir suç…
Bu mubarek mahluk ipeği insanlar için hazırlar.
Çalışması bittimi mahpus kaldığı kozanın bir ucunu delerek kanatlanıp uçar gider.
Üç beş gün yaşamak için.

Bu çalışmasına Allah’ın (c.c.) kendisine verdiği kanat ve uçmak ve mükafatını kısa bir müddet olsun tamak.

İşte o kadar…

Kefen hırsızlerı onun bu cömert iyiliğine karşı gitmesine karşı gitmesine de müsaade etmezler…

Senin ipliğini alacağız seni de haşlayarak öldüreceğiz derler.

Ve söylediklerini yaparlar…

Zira ipek kesik olmasın diye…

Sonra çaldıkları bu kefenden mutena elbiseler içinde büyük bir gurur duyarlar…
Böceği uçmuş kesik ipek sadakor ismini alır bu haram değildir…

İpek elbiseler içinde dolaşmak haramdır söz ve emri budur…

Şimdi anladınızmı…
İtiraz etmeyiniz…
Durunuz hatta susunuz…
Katil neticesi hırsızlık..
Ondan dolayı ipek haramdır…
Anladınız mı efendim…


Op .Dr. Münir DERMAN
(ŞUBAT-1961 / RAMAZAN-1380)
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

NAZAR-HASED

Allah Dostu Derki...

Ana Başlıklar:

1-İsabet-i ayn hak’dır.
2-Dağı yerinden oynatır.
3-İnsanı mezara deveyi kazana ithal eder.
4-Hıfz için Cenab-ı HAKK’a sığınınız.

Bu çok mühimdir.
ALLAH’a demiyorum.
“HAKK’a”.

Bu ne demektir?

Bir yere bakmak: Hayranlık duyarak.
Tetkik etmek için.
Anlamak için bakmak.

Bunlar akıl ve düşünce melekeleri ile ruhun bakışıdır ki bir nevi tefekkürdür, ibadettir.
Bir de : Hased ile bakmak vardır ki bu nefsin bakışıdır.

Buna halk arasında “Nazar” ismi verilir, insanda bulunan HAKK’ın güçlerini yani sana verilen güçleri hayra değil de şerre kullanmak olur.

Akıl ve düşünce ile insan kimseye zarar veremez.

Vermez.

Nefis ile bunu yapar.

Zira nefis serbest bırakılmıştır.

Mesuliyet nefse yükletilmiştir.

Nazar : Ağaç, çemen, gül, at, koç, koyun, inek, arı gibi hayvanlara çok isabet eder.

Gece aynaya bakmayınız hadisinde gizli birşey vardır.

Setr-i avretde nazar vardır.

Nazarda da şirk gizlidir.

Nazar hased duygusundan doğar.

Hased: Bilerek bilmeyerek HAKK’ın takdirinden uzaklaşmak duygusudur.

Bunda da şirk gizlidir.

Hased islâmda men’ edilmiştir.

“Hased cehennemdedir.” Hadis bu.

HAKK’ın takdiri vücudda câri senin uzviyetinin malı olan her şey demektir.

Bu nazarda hased vardır.

Niçin benim olmuyor düşüncesi.

ALLAH’ın verdiğine isyan gizlidir.

Kanaatsizlik vardır.

Tabiatda birçok madenler vardır.

Bunlar bugünkü bilgimize göre Mendelyef cetvelîni tamamıyla dolduranlar Anyon, Katyon’dur.

Müsbet ve menfi diye yani analizde elektrik ayrılmasında gittikleri katotlardır.

Yine bazı madenler vardır.

Mıknatıs onları çekmez veyahut onlar mıknatısa yanaşmazlar.

Mıknatıs Rumcadan gelme bir kelimedir.

Mıknatıs tezahurları ile kendini gösteren, târifi elektrik gibi mümkün olmayan bir kâinat kanununun icabı bir nesnedir.

Bunu bir defa hakkı ile bil öğren…

Sonra: Meselâ : Nikel, Bakır, Gümüş, Kurşunu mıknatıs çekmez. Niçin? Kuru cevap arama...

Çinko, Bakır, Kalay, Demir, Sezyum, bunlar katyondur.
Bu madenlerin hepsi vücudda muayyen bir nisbetde mevcuttur.

Bunların azalıp çoğalması bir takım sebeplerden olur.

Dışdan gelen ve organizmaya tesir eden maddî nefsî sebepler, ruhî bunalmalar stresler, gürültüler, hırslar, arzular, tatminsizlikler her hususda;nefsî arzuların tezahurlannda vücudda “Çinko, Sezyum, Bakır, Demir” azalır.

Biz bunlarda maddî sebep arar dururuz.

Devam edin aramaya.

Bilir misiniz, gümüş mıknatısı ref’ eder.
Gümüş yüzük nedir.

Kurşun mıknatısı ref’ eder.
Başa kursun dökerler.

Kestane elektrikiyeti cezbeder.
At kestanesi ref’ eder.

At kestanesi ağacına yıldırım düşmez bilir misiniz?
Nereden bileceksiniz.

Kendini zorlama.
Bizi de okumaya devam et!

İnsanın içinde, insanın dışında muradı İlâhî olarak yaratılışında mevcut İlâhî hikmet “Teozofi” ile insan bu hikmetle daima birleşmiş hâldedir.

Fakat bunun farkına varıp muzaffer olan huzura kavuşarak mutluluğa erer.

Nefse iyi gibi görünen fena kuvvetlerle mücadeleyi bilmek gerekir...

Şunu anlamadan geçme: Havva’nın yegâne suçu erkeğe itaattir.

Yılana kanan Âdem’dir, Havva değil...

Bu bir hakikati gizli kapaklı fakat apâşıkâr anlatır.

Anlamadın yine.

Devam et anlamamaya.

Kesretden vahdete doğru gitmek hakiki sevgi ile olur.


ALLAH birçok peygamberler gönderdi, insanları aydınlattı.
Göndermeseydi şöyle olurdu gibi dua ve sözler söylemek doğru değildir.
ALLAH’ın yarattığı kâinat kanunu böyledir.
Biz ancak hamd ve şükrederiz.
114 sûre;
86 Mekke’de,
28 Medine’de inzal olmuştur.

Vahiy meleği Cebrail’dir.

Cibril-i emin bu meleğin lâkabıdır.

Yaptığı vahiy vazifesinden dolayı…

Vahiy: Gece.

Gündüz vâki olmuştur.

Resûl-ü Ekrem’e hicab olmadan mi’racda namazın farziyeti bildirilmiştir.

Cebrail bazen görünürdü.

Bazen de görünmezdi.

Göründüğü zaman arada hicab yoktu.

Karşı karşıya konuşurdu.

İnsan şeklinde görünürdü.

Meleklerin kanatları yoktur.

Ruhî kuvvetlerden ibaretdir.

Kuş kanadı gibi değildir.

Melekleri kendi ruhanî hüviyeti ile görmek çok güçtür.

Beşerî kuvvet yetmez.

Resûl-ü Ekrem beşeriyet hâlinden melekiyet hâline intikal ederek Cebrail’den vahiy aldı ki, bu en büyük güç vahiydir.

Cebrail melekiyetden beşeriyet sûretinde zuhur eder, âyetleri Resûl’e tebliğ ederdi.

Cebrail nazmı, mânâlarını Taraf-ı İlâhiyeden ruhanî bir takarrub “Yanaşma” ve ittisal sûretiyle ve hemen zâtında mürtesem olacak bir sür’atle telâkki eder.

Yahut Levh-i Mahfuz’dan telâkki ve hıfz ederek “Yere nüzul” eder. Resûl’e tebliğ ederdi.

“IKRA: Oku ...”
“Okuma bilmem” ne demektir?
Yazı yok.
Ne okuyacak...
Burası vahyin en büyük târif ve izahını ifade eder.
Bu lâfları da anlamak kolay değildir.
Uydurma lâflara bakma!
Onlarda tertipli yalan gizlidir.

Yalan : Zinadan, kumardan, içkiden, her türlü haramdan daha fena bir hareketdir.
Yalan ruha karşı bir isyandır.

Yalanda nefis hakimdir.
ALLAH’ın ilmini Es SEMİ’ olduğunu, El SEMİ’ olduğunu, peygamberi inkâr, Kur’ânı inkâr gizlidir.

Yalan söyleyen küfürdedir.

14.06.1986


Nazar : Göz atmak. Mülahaza, düşünmek, bakmak, imrenerek bakmak, düşünce. Yan bakış, kötü bakış. Bir türlü kabul etmek. * Gözdeğmesi. * İltifat. * İtibar.

Hased : Başkasının iyi hallerini veya zenginliğini istemeyip, kendisinin o hallere veya zenginliğe kavuşmasını istemek. Çekememezlik. Kıskançlık. Kıskanmak

Hıfz : Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza. * Ezber etmek. Hatırda tutmak. Kur'an'ı ezberde tutmak.

Setr-i avret : Başkalarına gösterilmesi haram olan yerleri örtmek. Şer'an örtülmesi lâzım gelen yerlerini örtmek. (Bak: Avret-Tesettür)
En son simurg tarafından 05 Mar 2011, 13:58 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen meryemnur »


Bu paha biçilmez inciler için sonsuz teşekkürler,
ALLAH razı olsun..


Resim
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen hamdolsun »

“Helak olacağınızı bilseniz, yalana başvurmayınız.” Hadis.
Kullanıcı avatarı
sule varlık
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 4
Kayıt: 20 Haz 2010, 22:04

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen sule varlık »

DERMAN HOCAMI BÜYÜK KİTLELERE TANITMAK İÇİN VERDİĞİNİZ ÇABA CİDDEN OLAĞAN ÜSTÜ....SAYIN KUL İHVANİ VE ARKADAŞLARI , BENİM İÇİN ÇOK DEĞERLİSİNİZ....ALLAH SİZİ KORUSUN...ŞULE VARLIK
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

Dr.Münir Deman Hz. Bir mektuba cevabı

SÜLEYMANİYE KÖYÜ BAKKALI
SALİHLİ

Bay Enver Çalış


Resim

Mektubunuzu aldım.
Hakkımdaki iyi niyet ve necib hislerinize teşekkür..
ALLAH feyzinizi artırsın.
Dualarınızda bize de arasıra yer vermenizi dilerim.
Suallerinize, bana müsaade edildiği nisbette cevap veriyorum...

Buyurun dinleyin:


Göz:
Ayn, bir âlet, bir uzuvdur.
Basar, bu âletle yani göz ile görme fiilidir, işidir.


Nazar:
Görmeğe yeltenme.
Göz âletiyle görme arzusunu göstermektir.


Dikkat edilirse bir şey'e bakan göz o şeyi nerede ise orada görür.
Kendi içinde değil...
Görülecek şey dışarıda olduğu hâlde, görme de dışarıdadır.
Sizin içinizde değil..

Bulunduğunuz dükkanın tapısı önüne çıkınız, hemen şimdi...
Sağda biraz ilerideki duvarın arka tarafındaki kuru ağaca bakınız. Görüyorsunuz...
Ağaç yanınızda değil., uzaktadır.
Siz ağacı yerinde görüyorsunuz...
İçinizde değil...
O hâlde - görme - aynaya baktığınız zaman siz kendinizi aynanın içinde görüyorsunuz...
Sizin içinizde değil.
Baktığınız şeyin hayali sizin gözünüze bir fotoğraf makinası gibi aksetmiş ve içinize intikal etmiştir.
Fakat görüşünüz dışarıdadır.
Hatta baktığınız şeyin ne kadar uzakta olduğunu bile söyleyebilirsiniz...

İçinizde bir ayna var...
Dışarıdaki şey, sizin aynaya baktığınız gibi size bakıyor, kendisini aynada görüyor.
Fakat siz onu sizin aynanızda değil de onun aynasında görüyorsunuz..
Ve gördüğünüz şey, şu karşıdaki ağaçtır, diyorsunuz..
Karanlık olunca o ağaç yine oradadır amma...
Siz onu göremiyorsunuz, hâlbuki o kendini göstermiyor size...
Çünkü onun görünme şartları karanlıkta ortadan kalkıyor...

Bir şeye baktığınız zaman onu, sizi görmeye sürükleyen, zorlayan nedir... acaba...
Görmek, anlamak ve görünmek arzularıdır...
Bunlar acaba kimden geliyor...
Şiddetle zâhir olup görünmek istemeyen ve fakat görmek arzusunu taşıyan bir mânâdan geliyor bunların hepsi...
Bu mânâ şiddetle zâhirdir.
Bu şiddetten dolayı “SETTÂR”dır.
Her yerde hazır, nazır olmak ve başka şekilde görünmek muradını halkeden bir mânâdır...
O varlık senin içinde “HAYY” esmâsıyle ve onu süsleyen diğer esmâlarla tecellî etti...
Bunu söyle ifâde ediyor Kelâmında:

“Ben insanın sırrıyım!”
“Yani insan beni bilemez, göremez, anlayamaz, ben bir bilmeceyim”...

“İnsan da benim sırrım”
“İnsanı yarattım yani bir bilmece yaptım, bu da benim hünerim, sırrımdır.” Bunu anlayamazsınız...
”Ben kulumla görürüm, kulumla işitirim, kulumla konuşurum!” diyor... Başka bir kelâmında:
“Ben namütenahi yarattığım âlemlere, sığmam, bana inanan mü'min kulumun kalbine sığarım”.
Diğer bir sözünde:
“Sessiz gözyaşı dökeni, benden korkup ağlayanı severim”..
“İçine sığdığım kalb bu gözyaşı ile yıkanır, benim evimi bununla yıkayana mağfiret ederim...
Bana sevgi ve havf'dan dökülen göz yaşını yere düşürmem, izzetim hakkı için yeri mahvederim!”


İşte, insan gözü bir şey'e insanın haberi olmadan alışıktır...
“Ben bir gizli hazine idim, Kendimi görmek, seyr etmek için, âlemleri, insanları yarattım” diyor...
Gözlerle Cenab-ı ALLAH kendi kendini seyrediyor...

Ondan dolayı göze sövmek en büyük günahlardandır...
Sizin bir adamla konuşurken gözlerine bakmanız sizin arzunuz değildir. Kendi kendine âşık, kendi kendini görmek arzu ve muradını taşıyan yaratıcının arzusudûr...

Sizin basit bir görüş fiilinizin içine gizlenerek sizi meşgul ederek SETTÂR ile örtülerek kendini seyrediyor, Hazreti ALLAH...

Bu küçük anlatışı anlayan insanda da basîret başlar.
Basîret, gördüğünü dışarıdaki hâli ile değil de kalbte görme işine verilen isimdir. O zaman gözler yekdiğerine artık bakamaz...
O hâlde göz göze bakmak, basîrete varıncaya kadar, bir nev'i habersiz zikirdir...
Bu zikirle, Cenab-ı ALLAH, insanın haberi olmadan, kendi kendini tesbih ettirmektedir.
Onun için göze sövmek herkesin bildiği büyük günahlardan daha büyük bir günahtır.
Bu günahı işleyenler dünyada her türlü görme hassasından mahrum olurlar...

Muhterem efendim!
Bu satırlara geldiğiniz zaman gözünüzü kapayınız.
“Beni ne şekilde bir adam olarak tasavvur edeceksiniz bakalım. Yüzü şöyle, gözü şu renkte, saçları şöyle” kafanızda beni hayali olarak canlandıracaksınız...

“Yazılarını okudum, mektup yazdım cevap verdi şöyle bir adammış!” diye hakkımda bir hüküm vereceksiniz...
Bu bilgi ile beni hayalinizde görmüş olacaksınız.
Bir gün nasip olup benî gözlerinizle gördüğünüz zaman, haaa bu adam şöyle bir adammış diyeceksiniz...
Nihâyet benimle konuştuğunuz zaman, bu adam gördüğüm hayal ile tasavvur ettiğim değilmiş diyeceksiniz..
O zaman hakiki olarak benî anlamış olacaksınız...


Daha başka bir izahla:

1 -
Gözü kapalı bir âdem ateşi ancak sıcaklığı ile hisseder, anlar

2 - Gözünü açınca onu olduğu gibi görür.

3 - Ateşe düşüp yanınca ateşin ne olduğunu anlar.

Birinci görüş îlmel yakîn...
İkinci görüş Aynel Yakîn...
Üçüncü görüş Hakkel yakîn...

Diye târif ve isim alır mânevîyat lûgatında...
Göz, insanlara bunları öğretmek, anlatmak için verilen ALLAH'ın küçük bir hediye ve ni'metidir...
Elli şu kadar senelik hayatınızın bütün dakikalarını, saatlarını önünüze serseniz:

Bu ALLAH’ındır.
Bu da benimdir.
Bu da ruhum içindir.
Bu da gövdem içindir diyebilir misiniz?..
HÂLİK’ı tanımak için hissettiğiniz, duyduğunuz, aklınızın saplandığı muammaları çözmeğe katiyen kalkışmayınız...
Daha ziyâde etrafınıza bakınız.
Zira gözler bunu anlamak için ALLAH tarafından hediye edilmiştir, insanoğluna..

Çünkü o, bütün güzel esmâlarıyla sizin çocuklarınızla beraber oynuyor, semânın derinliklerine bakınız.
Onun bulutlar içinde yürüdüğünü, şimşeklerle kotlarını size uzattığını ve yağmurlarla size indiğini, onun çiçeklerle gözlerinize gülümsediğini sonra yükselerek ağaçlarda ellerini size salladığını görürsünüz.

Bu görüş, duyuş ve ümitlerinizin, arzularınızın derinliğinde, öteye ait bir bilgi var demektir.
İşte bu bilgiye varmağa çalışmak, iman aşılar insanoğluna...

Her ses, kendini kanatlandıran dil ve dudağı alıp götürmez, yapayalnız uçar esîr âlemine...
Kartal yuvasını taşıyarak uçmaz.
Güneşe doğru hamle eder, tek başına...
Siz kendi kendinize ruha eza verebilir misiniz?..
Bülbül, gecenin sessizliğini, sükûtunu bozabilir mi?..
Ateş böcekleri yıldızların pırıltısını rahatsız edemez.
Duman rüzgâra katiyyen yük olmaz...

Siz Allah'ın emrinden olan ruhu, bir taş atmakla huzuru bozulacak bir dere mi sanıyorsunuz?...

Dikkat ederseniz, derin şefkatten ızdırab çıkar..
Izdırab derinleştikçe, şefkatin de o nisbette ve daha fazla derinleştiğini hissedersiniz.
Anlayışınız yükseldikçe daha geri anlayış ve duyuşun açığını hissedersiniz...
Buna isteye isteye cefa çekmek derler.
Çalışıyorsunuz, bakkallık yapıyorsunuz, gayret ediyorsunuz.
Bu göze görünebilen bir sevgidir.
Sevinciniz örtüsünü atmış kederinizdir..
Kötülük kendi açlığı ve susuzluğu yüzünden işkence çeken iyiden başka nedir...
İçiniz ile dışınız bir olunca muhakkaktır ki iyisiniz. Fakat bu birlik kalkınca katiyyen kötü değilsiniz.

Çünkü içinde birlik ve beraberlik bulunmayan ev, haremgah değildir, yalnız, yalnız düzenini kaybetmiş bir evdir.

Siz bu satırları okurken köy imamı yanınıza gelecek...
İmam gelirken saatına bakmıştır, imama sorunuz saat kaçtır diye imam saatim çıkarıp bakacak ve size söyliyecek.
Hâlbuki biraz evvel saatına bakmıştır.
Fakat akıl gözü ile değil, hafızasında, kalmadı.
Zira kafası başka şeylerle meşguldü.
(Bunu nerden bildiğimi sormayınız, artık o kadar da manevî bir hünerimiz olsun)...

Göz göze gelen insan, - kalb başkasıyla meşgul olduğu için - konuşamaz, saati bilemediği gibi imam efendinin.
İnsan hâleti nez'ide iken göz bebekleri büyümeğe başlar.
Bu bir fotoğraf makinasının ayarlanması gibi öteki âleme bakmak için göz adesesini ayarlamak olduğunu milyonda bir kişi bilir, bu hâlin.

“Dost göze, düşman ayağa bakar.” Dede sözü kıymet taşır.
Fena şeylere bakmak haramdır...
Sebebini düşünebilirsiniz artık.
Kimi şekle bağlanır, kalbi unutur...
Kimi kalb içinde kaybolur erir...
Şekli kendine bağlar...
İnsan kalbi ile insan olur.
Kalıbı ile değil..
Size, mektupla sorularınıza, cevabı ancak bu kadar verebilirim, inşallahurrahmân bir gün size, sizi gösteren bir ayna tutarlar da kendinizi bütün açıklığı ile görürsünüz...

Bu târifât, aklı başında, edebli, îmânlı, hayâlı olgun imanlara aittir.


Bir de diğer bakışlar vardır:

1 -
Tecessüs, merak neticesi..
2 - Şehvanî...
3 - Aptal, salak, budala, insanların bakışları...

Bunların hepsi hayâsızlık ve bilgisizliktir...
Ma'nen olgun, hayal mekanında bulunan büyük insanlar daima konuşurken kendi içlerine bakarlar. (Gözleri karşıya baksa bile).
Bunun en büyük mertebesi Resûl-i Ekremde idi:
Gözü kapalı uykuda bile olsa, kalb gözü uyumazdı..
Bu gibi insanlar kimsenin gözüne bakmazlar, başkalarının gözlerine bu gibi büyük insanlar bakarken utanırlar, hayâ her taraflarını kaplamıştır zira.

Her iki gözü âmâ bir sahabe, Hz, Ayşe Validemizin huzuruna girmiş...

Hz. Ayşe Validemizin ayakları açıkmış.
Hemen kapamıştır..

Âmâ bunun farkına vararak:

”Ya Ayşe, ben sizi görmüyorum, niçin telaşla örtünüyorsunuz?” demiş.
Hz. Ayşe:
“Ben sizi görüyorum ya!..”

Buyurmuştur.
Bu kadar anlaşmamız bir târif ve izahtan ibarettir.
Asıl hakikati ancak o makamlara ruhen yükselenler anlayabilirler...
Feyzinizin artmasını niyaz ederim, efendim...
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

GENÇ BİR FRANSIZ PAPAZININ iSLÂMİYET HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERi,
BUNA iTiRAZ EDEN HRİSTİYAN ÂLEMİNE BiRLiKTE CEVABIMIZ

1961 Nisan ayında, genç bir Fransız Papazının yazdığı “Kur'ân ve Din” ismindeki kitabı okumuştum.
Kendisiyle mektuplaştık.

Bu genç din adamı Hıristiyan âleminin elde bulunan kitab-ı mukaddes bağlığı altında bir külliyât teşkil eden Davud, Musa, İsa Peygamberin Hazeratının kitaplarından, âyetlerle vesaik göstererek Resûl-i Ekrem'in son Peygamber olduğunu ve getirdiği dinin en mükemmel bir din olduğunu haykırmaktadır.

İslâmiyeti, genç olmasına rağmen, büyük bir sa'y ile tetkik etmiş ve düşüncelerini kitabında açıklamıştır.
Kendisine bir çok garip itirazlar olmuş, birlikte bu itirazlara cevap vermiştik.
Şimdi bu hususu, aslından tercümesini yaparak, aşağıya arzediyorum.
Dindaşlarımızın, bu muhterem Papazın düşüncelerini, zevk ve iftiharla okuyacaklarını ümit ederim.

TEVRAT;
Bir şeriat kitabıdır.
Ahlak ve mevazini muhtevi değildir.
Asıl lisanı ibranîdir.

İNCİL;
Ahlâk ve mevâizle doludur.
Fakat içinde şeriattan eser yoktur.
Hangi lisanla vahyolunduğu ve ilk evvel hangi lisanla yazıldığı kat'i olarak malûm değildir. Hz. İsa (A.S.) ibranî lisanı konuşuyordu.
Fakat incil'in Süryâni lisanı üzerine nazil olduğu rivâyet edilmektedir.
Hz. Mesih'in incili, güzel hutbeleri muhtevi olmakla beraber, insanları derin derin düşündürecek, fikir ve nazarını açacak ufuklardan mahrumdur.

ZEBUR;
Kalbi müracaatlardan, ilâhîlerden, dualardan müteşekkildir.

(*) KUR’ÂN-I KERÎM;
Arapça değildir, Allahçadır.
Yani ifâde lisanı Arapçadır.
Ve daha evvelki mukaddes kitaplardan bu noktada ayrılmaktadır.
Lisan kelimesiyle burada lügat mânâsı buyurulmuştur.
“Lisanen Arabiyyen”
Yani Kur’ân-ı Kerim gerek mevzu’, gerek teşri’ usul bakımından daha önceki mukaddes kitaplardan farklı olmasa dahi lügat itibariyle onlardan ayrılmaktadır.
Bu mânâda Tevrat'tan iktibas edildiği yahut kitap ehlinden öğrenildiği yolunda tevcih edilecek bir hatadan sakınmak için işaret vardır, ifâde lisanı bakımından Kur’ân Arapçadır.

Beni israil'in kitapları bir çok ihbarat ile doludur.
Fakat bunlarda hikmetin dekayıkı, îmanın esrarı görülmez.
“Cabalistique” bir takım sırların menba’ını teşkil ederek bundan “Occultiste” lerin mezhep ve doktrininin esasları ortaya çıkar...

Hâlbuki Mukaddes Kur’ân bunların hiç birine benzemez.
İslâmiyet :
“Peygamberler arasında ve kitaplarında fark gözetmeyiniz!”emrini esas kabul eder.
Tapacak bir ilâha insanoğlu muhtaçtır.
Bu, “Tek” dir.
Ve o ilâhın ismi de “ALLAH”dır.
“ALLAH” lâfzı mübâreki GOD, DİEU, DEUS, GOTT, YEHOVA ve diğer lisanlarda kullanılan yaratıcı'ya verilen isimlerin mukabili değildir.
Müteal varlığın bizzat ism-i hasıdır.
“Lâ ilahe illallah” lâfz-ı celili:
“ALLAH’tan başka ALLAH yoktur” demek değildir. “Tapacak ilâh yoktur, ancak tapacak ilâh “ALLAH” ismi verilen ilâhdır!” demektir...

İslâm dininde ALLAH “Ehad” dır.
Ehad kelimesi “UN”, “UNA”, “ONE”, “EİN”, “YEK”, “BiR”, “VAHÎD” kelimelerinin hududu içindeki “Bir,, değildir.
O “Ehad”dır.

İslâmiyette bütün semâvî kitaplara, bütün Peygamberlere inanmak şarttır, farzdır, Peygamberler;
ALLAH’ın Resûlüdür,
Ve kuludur.
Bunlara başka bir sıfat verilemez...
Peygamberler Ümmîdirler.
Buna itiraz, Peygamberleri bilmemek demektir.
Peygamber zamanında, kendisine hücum eden müşrikler bile, Hazreti Resûlün Kur’ân’ı yazdığını, kat'iyyen söylememişlerdir.
Kureyşin hepsi Peygamberin “Ümmî” olduğuna kat'iyetle kanidirler..
Bir kaç saat zarfında “BAHİRA”dan öğrenmiş olduğunu iddia ve ileri sürenlere:
“Bir kaç saat içinde bu kadar büyük mefhumları anlıyacak küçük bir çocuğun, bunu öğrenme mu’cizesini kabul ediyorlar!” demektir.

Kitab-ı Mukaddes'in hâlihazır elde bulunan nüshası Yunancadır.
Yunanca incil'de:
Paraklitos kelimesi ingilizce Comforter teselli verici mânâsınadır. Paraklitos, teselli edici mânâsına paraklitis telaffuz edildiği zaman, arapçada “Ahmed”in tam mukabilidir,

Yohanna incilinde :
“Peder tarafından gönderilecek paraklit yani ruh-u hakikiyye geldiği zaman benim hakkımda şehâdet edecektir.”

“Ben size doğruyu söylüyorum. Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Zira ben gitmezsem “Paraklit” gelmez”.
“Benden sonra gelecek Ahmed nâmında bir Peygamberin müjdecisiyim.”...
Yohanna incili 16 ncı bab, 7 net söz.

Bu incil tebligatı, İsadan sonra bir Peygamber geleceğine ve son Peygamber olacağına delâlet eder.
“O hakikat ruha geldiği zaman sizi irşad edecektir. O kendiliğinden söylemiyecek, her şeyi haber verecektir. O beni tazîz edecek”.

Tevrat'ta tesniye: 18 inci bab, 18 inci söz:
“Onlara biraderleri içinden, senin gibi bir Peygamber zuhura getireceğim ve kelâmımı onun ağzına koyacağım ve dahi kendine emredeceğim şeylerin cümlesini onlara söyliyecektir.”

Hz. Musa'nın bu müjdesi Benî israil için tahakkuk etmedi.
Tevrat tesniye 30 uncu babdâ:
“Rab, Sina'dan geldi ve onlara sa'irden zuhur eyledi. Paran Dağı’ndan tecellî etti. Onbinlerce mukaddesler ile geldi, onlara, onun sağ elinden şeriatın ateşi çıktı...”

Sînadan gelmek; Hz. Musanın zuhuruna,
Sa'irden kıyam: Hazreti İsa'ya işarettir,
Paran: Hicaz'dır.

Hazreti Resûl-i Ekrem de orada zuhur etti.
Bütün cihan kahramanlarının içinde “Mekke'ye onbin güzide mücahid ile giren yegâne tarihi şahsiyet Hazreti Resûldür.”
Şeriatı, şeriat-ı câmi’dir.

Arabistanda zuhur edeceğine dair bir haberde Eş'ıya 21. bab:
“Arabistan ormanlarında geceliyeceksiniz!
Ey Tihâ Diyarı’nın sekenesi!
Susamış olanları su ile karşılayınız!
Firarinin önüne ekmekle çıkınız!
Zira onlar çekilmiş kılıç önünden ve kıvrılmış yay önünden ve şiddetli muharebe önünden kaçtılar!..”
Bu cümledeki Arabistan kelimesi... Sonra da burda muhacirlerden bahsolunması, müjdenin hedefini tâyin etmektedir.
Dünya tarihi muazzam bir hadise olarak yalnız bir HİCRET kaydediyor ki o da Hazreti Resûlün hicretidir.

“Harpten, kılıçtan kaçtı”.
Hicret gecesi kanına susamış kılıçlardan hayatını kurtaran Hazreti Resûldür.
Bunlar, son Peygambergeleceğini ve hak Peygamber olacağını, son emirleri getireceğini, semâvi kitaplarla isbattır...

Şimdi Kur’ân âyetlerinde:

Tur-i Tîna = İsa Aleyhisselâm
Tur-i Zîta = Musa Aleyhisselâm
Belde-i Emin = Resûlullahların ba's olunduklan yerlerdir.

Bu yerlerin, mübârek ve emin belde olduğu işaret edilmektedir.
Turların ruhanî kalacağı, ruhanîlerin birleşerek madde şeklinde Belde-i Emin’de toplanacağına işarettir.
Gelmiş geçmiş, dinlerin islâmiyette toplanacağına delâlet eder.
Bu yerlerin hepsinin şimal nısıf küresinde bulunması ulvî olduklarına, islâm câmialarının hepsinin şimal nısıf küresinde bulunacağına, ince bir işaret vardır.
Cenup nısıf küresinde müstakbel islâm câmiası yoktur.
Bütün Peygamberler şimal yarım küresinde ba's olunmuşlardır.

Sûrenin “Vav” ile başlaması büyük, ruhanî bir mânânın ifâdesini taşır.
“Zeytun, tîn, belde-i emin” den daha evvel sizin bilemiyeceğiniz mübârek yerler vardır. Oradan gelmişlerdir.
Dünyanın sonu geleceğine işaret gizlidir. “V” de insan aklının muayyen bir hudud içinde bulunacağı, bir disiplin altında yaşayacağı, mükellef olduğu vazifeleri yapacağı emri gizlidir.
Yedi “V” ye inanmasiyle kurtulabileceği bildirilmektedir.
Arapçada, bilhassa Kur’ân dilinde “V” harfi diğer lisanlarda olan “UND”, “ET”, “AND” kelimelerinin müteradifi değildir.
“V”; inanınız, bunda kuvvet var demektir.
TîN = İsa,
Zeytun = Musa,
Belde-i Emin = Resûlullah.

Resûlullah ilk ve sondur.
Son ve ilk olduğuna göre;
İkinci Zeytun - Musa,
Üçüncü Tîn =: İsa,
Dikkat buyurunuz!..

Musadan sonra İsa ba's olunmuştur.
Sonra Resûlullah..
Resûlullah ilktir.
Ondan evvel Musa zikredilmiştir.
İlkden sonra ikinci demektir..
Musadan sonra İsa..
Sûrede İsadan sonra Musa zikrolunması tekrar ilk ve son olana geliyor, ilkin sonuna, sonunun ilke rücu’u Resûlullahın son Peygamber olduğuna işarettir.

Şimdi bu tercüme malûmatı üzerine, Amerikadan gelen (23) suale cevap mes’elelerinin cereyan ettiği 1956 yılında Diyanet işleri Makamına 2.1.1956 tarihli bir yazıyla sorulan suallere teker teker cevap verilmesi yerine toplu bir cevap verilmesi hususunda eski müşavere Hey'eti azasından muhterem dostum M. Asım Beyin ricası üzerine, yazdığım yazıda:
“İnanmıyan garip sualler soran bir şahsa, Kur’ân âyetleriyle cevap vermek garip olur. Zira: “Kur’âna inanan bu gibi sualleri sormaz” kaydiyle verdiğim cevabî düşüncelerimi hulâsa ederek bu genç Fransız Papazı ile birlikte, hıristiyan âlemi mûterizlerine haykıracağım..
Bunlardan önce îslâm Dini lügatinden bazı târifler vermek lüzumu vudır:

1) Kur’ân-ı Kerim mesaj olarak kabul edilemez.
Bu kelime ağıza alınmaz.
Bu, dinde saygı hududu dışındadır.
Manevî ölçü ve terazide küfürdür.

2) Peygamberlerin vasıfları vardır.
Bu vasıflar olmazsa Peygamber olamazlar.
Bu vasıfları saymak bir nev'i inanma yokluğu ifâde eder.

3) Dinde tenkid yoktur.
Her insanın ruhunda meknuz olan insiyakı kamçılayıp kendiliğinden harekete getirmek lâzımdır.
Tenkitçi değil, mürşid olarak hareket etmek icabeder.

4) Kur’ân vehleten gaybe itiraz etmeden inananların kitabıdır ki o inananlara hakiki cepheyi ve hakikatlerin hakkını öğretir.
Kitabımıza inanmıyanlara bu kitabın malzemesiyle cevap vermek o mübârek ve mukaddes malzemeye hürmetsizlik olur.

Şimdi bu hürmetsizliği yapmamak için bu gibi sual soranlara, söylüyorum:

Namütenahi kâinatın menşei ve yaratıcısı hakkında benî beşer tahmin kabiliyetlerinin söndüğü geçmişlerden beri bir izah ve târif bulamamış ve bulamıyacaktır da..
Zira, onun mahiyetini tâyin ve teşhis edecek hücre insan dimağında yoktur.

ALLAH, her şeyin üstünde müteal bir varlıktır.
ALLAH, her şeyin üstünde müteal bir varlıktır.
Onun üç büyük tezahür eden vasfı vardır:
Yaratır,
İdame ettirir,
Ve yokeder..
Bu vasfın akıl yoran bir nizam içinde işlemesinde bir takım fizikî, kimyevî, cevvi, ruhî kaideler, değişmeyen kanunlar görülür.
Bunlar ALLAH’ın sıfatlarının tezahürleridir ki işte bu muazzam işlemdeki bütün şuun ve hâdisatın kanunlarındaki azamet ve intizamın heybet ve devâmı insan dimağı için mevzu’ ve bunların intizamım keşf, bir nev'i ibadettir ki yaratana karşı şükrün sıfat şeklinde ifâdesidir.
O hâlde ALLAH’ı kesret ve namütenahi kâinat hadisatı içinde idrak, insanda fıtrî bir hassa olarak tecellî eder.
Bu hadisatın heybeti karşısında, insan dimağının son kabiliyeti, mebhut ve hayret içinde duraklar.
Bu bir nev'i ALLAH’ı tasdik ve îmândır...
Beşer nesline bu idraki tattıranlar,
Bir anda Sidretü’l- Münteha’da yani beşer aklının söndüğü yerde bu hâli idrak ettirilmiş olan mümtaz, necib ve mübârek insanlar,
ALLAH’ın Peygamberleridir.
Peygamberler bunu beşere en doğru, en hakiki olarak idrak ettirmek için gönderilmiş elçilerdir.
Ellerindeki kitap kendilerine tebliğ edilmiş küllün, tekliğin kesret hâlinde izahlarıdır.
Bütün Peygamberler hep aynı şeyi söylemişlerdir.

Hazreti Resûl-i Ekrem son olarak;
İnsan dimağlarındaki yanlış idrakleri düzeltmek,
Hurafe ve bâtılları kaldırmak,
Beşerin yaratıcısı hakkındaki düşünceleri temizlemek,
Ve onları ıslah ve salâha kavuşturmak için son nebi olarak gönderilmiştir.

Bu târif ve bu büyük kudret karşısında, Peygamberlerin mümtaz kul ve insan olduklarına aykırı olan bir düşünceye sürüklenmek insan düşünce ve dimağına en büyük hakaret olur. Dinler, muhtelif emirler ve kaidelerle dimağı, intizama ve temiz düşünceye sevk etmek için nehiyler, temiz emirler ve şükrün ifâsı için, değişmeyen ibadet usulleri vazetmişlerdir...
Temiz bir düşünce, hakiki insana itiraz değil, inkiyad, itaat ve bînnetice sükûn içinde şükrün ifâsını telkin eder.

Amerikalılardan gelen 23 sual içinde:
“Ateşe elimi soktum niçin yandı?
Soğuk beni niçin üşütür?
Sıcaktan niçin terliyorum?
Güneş niçin ışık veriyor?
Ağaç niçin çiçek açtı?
Balık sudan çıkınca niçin öldü?..”
Gibi suallerin sorulmasındaki faidesizliği görüyorum...

Herşey izah edilmez.
Hissedilir…
Bu his, dimağı okşar geçer.
İşte, bu okşamayı idrak edip, onunla inşirah duymadadır iş...

Hazreti İsa babasız doğmuştur.
Nasıl olur! Aklın, düşüncen almıyorsa, bu düşünce ve aklının bazı tabiî şuuna saplanarak kendi kendini kandırmasıdır.

Bunun farkında olmayarak, düşüncenin yanlışlığını değil de onun doğru olacağını hissettiğinde, bu hissine hürmet için baba, anne, oğul hikâyelerini izah çâresi bulmuşsun ve dalâlete düşmüşsün.
Bu dalâletten kurtulmak için düşüncene artık itiraz etme..
Düşüncelerin sözüne bir müddet itaat ve inkiyad etme ki idrak kendi kendine bir gün gelecektir.
Dinimizde zorlamak yoktur.
Bu, düşünceden hisse, hisden idrake giden, insanların fıtrî hassasıdır da ondan böyledir.
Bu böyle olmazsa, Peygamberlere lüzum yoktur.

İnsanlar toplu olarak yaşarlar.
Aralarında en müdebbir ve zeki olan dâhilerini seçerek kendilerini idare etmek için başlarına getirirler.
Onun uzağı görme neticesi o topluluk bir çok itiraz mrıltıları ile nihâyet terakkiye, refaha kavuşur...
Bu hususlarda insanların ruhanî cihetlerini idare edip, onları hâlâs ve refaha götürenler de Peygamberlerdir.
Onlar hakkında da itirazlar, boş mırıltılar olmuştur.
Bunlar hiç bir şey ifâde etmezler.

“Şu karşıki dağı bana getir, onu tetkik edip anlayacağım!” diyenlere benziyor bu sualleri soranlar..
“Sen dağın yanına git ve tetkik et ve dağı gör!” diye biz de onlara söyleriz.

Hakikat daima hakikattir.
Beşer düşüncesi ile hakikat tamamen anlaşılmaz.
Bu düşünce ve idrak bulanıklığı hakikati perdelediğinden bu sualler ortaya çıkmıştır.
Soğuk, kar, yağmur, sıcak, rutubet olmazsa nebatat da olmaz.
Hastalık olmazsa insanlar sıhhat mefhumunu bilmezler.
Bu perdelemeler olmazsa düşünce olmaz, idrak dumura uğrar.
Bu gizli kapaklı bazen akıldan uzak, bazen akla yakın gibi görünen hadisat ve şuun olmazsa dünyanın yaradılışındaki hikmet ve muradı ilâhinin mânâsı kalmaz.
Fenalık olmazsa iyilik olmaz.
Çirkin olmazsa güzel olmaz, gece olmazsa gündüz olmaz, insan olmazsa kâinat yaratılmazdı. ALLAH Cemâlini seyr için kâinatı kendisine ayna yapmıştır.
Bir gün bu ayna kırılacaktır.
Ve bütün kâinat ALLAH’a dönecektir!..

Hulâsa, bütün Peygamberler haktır..
Yekdiğerini takip etmeleri, insan aklı ve düşüncesi böyle olduğu içindir.
En son Peygamberle insanların artık derece-i tenevvüre geldikleri ind-i ilâhide kabul buyrulduğundan Cenab-ı ALLAH insanlarla vasıtalı tebligatı artık kaldırmıştır.
Bundan dolayı Resûl-i Ekrem son Peygamber ve kitabı da ekmel olmuştur.
Atom devrinde ALLAH’ın varlığını deli bile inkâra yeltenemez...
Zira maddenin ve mânevîyatın hududları çizilmiştir.

Beşer, aklını zorlar, hadisat ve şuunu tetkik ederse, son Peygamberin emirlerini yerine getirirse CEMÂLE kavuşur..
Sükûn ve huzur içinde mânâ âlemine kollarını sallayarak metin ve vakur yüzü gülerek dalıp gider...

Menşeiniz hakkında dalâlet ve hurafeden kendinizi kurtarırsanız âhiret âleminin perdeleri kendiliğinden açılır.
Evinin penceresinden sokağı seyrettiğin gibi deryayı vahdetin dalgalarını hem görür ve hem duyarsın.
Böylelikle ölmezler diyarına en güzel namzet olarak hazırlanmış olursun.

Şuna inanıyor musunuz?
Bunun hakkında fikriniz nedir?
Bu olur mu olmaz mı?
Âhiret var mıdır yok mudur?
Bir üç, üç bir olur mu?
Kader şu mudur bu mudur?

Gibi suallere, hakikatlerin izahları olan İslâmiyet; cevabını, ancak dalâletten kurtulmuş akıl ve düşüncelere fısıldar.
Dinimizde icbar ve iknaa çalışma yoktur..
Her şey ortada, değinmeyen KUR’ÂN-I AZİMÜŞŞAN'IN içinde izah edilmiştir.
Yalnız, O’na temiz olanlar yanaşır.
Ve suallerine cevap bulabilirler..
Bizde her şey peşin alınıp peşin satılır!..
İslama gelin, felah bulursunuz Misyoner efendiler!...

Mevazin : (Mizan. C.) Mizânlar. ölçüler. Terâziler.

İhbarat : Bildirilen haberler. İhbarlar. Bildirilen hadis-i şerifler.

Dekayık : incelikler.

Müteal : Âlî, büyük.

İsm-i has : Özel isim.

Sair : Seyreden, harekette olan. * Bir şeyden geri kalan. * Maadâ. Geçen, dolaşan. * Yolcu. Seyyar. * Başkası, diğeri.

Sekene : Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar.

Teşri’ : Yolu açık ve vâzıh kılma. * Şeriata isnad ve nisbet eylemek. * Kanun vaz' ve tenfiz eylemek. * Peygamberimizin (A.S.M.) şeriata dair
emretmesi. * Havuza su getirmek.

Tur : Dağ. * Had ve mikdar.

Şimal nısıf : Kuzey yarım küresi.

Cenup nısıf : Güney yarım küresi.

Müteradif : Birbirine bağlı, tâbi olan. Birbirinin ardınca giden. * Gr: Yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime.

Mu’teriz : İtiraz eden. Kabul etmeyen. Bir şeyi beğenmeyip bozulmasını isteyen, aksini iddia eden.

Menşe’ : (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.

İnsiyak : Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek.

Vehleten : Birdenbire. İlkin. Ansızın.

Benî beşer : İnsanoğlu.

Mebhut : Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem.

Sidretü’l-Münteha : Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihâyet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.

Mümtaz : Diğerlerinden ayrılmış, üstün, seçkin, seçilmiş. * Ayrı tutulan.

Müdebbir : Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören. * İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (C.C.).

Hülâsa : Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.

Cevvi : Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ. * Ev veya odanın içi.

Şuun : (Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis.

İnkiyad : Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal.

İnşirah : Ferahlanmak, mesrur olmak
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

TAAHHÜD ŞUDUR
Resim
“Yâ İlâhî! Huzuruna çıkmak, secdeye kapanmak, Sana şükretmek arzusundayım, irâdem dâhilinde bulunan bütün muzır ve günah diye emir buyurduğun şeylerden kendimi tutacağıma söz veriyorum!

Elimde olmayanlardan beni muhafaza et de şükrümü tamamıyle yapmış olayım!”


O hâlde bu hareketle ruhu bir müddet için bir taahhüde alıyoruz.

Yellenme ile abdestin bozulması, iraden dâhilinde bulunan muzır şeylerden, kendini tutacağına dair, verdiğin niyet ve sözün, bozulmasındandır.

Taahhüd bozulunca tekrar taahhüdü yerine getirmek için abdest almak lâzımdır.

Burada psikoloji üzerinde ruhî bir muhasebeyi insanlarda tesis etmek ve bu sûretle ruhî temizliğe doğru yürümek yolunda ruhî ve harekî bir insiyak temin edilmektedir.

Bunun için sağlık bakımından faydalı olan hususat insiyaka geçtikçe vücud o iyi ve faydalı iş için disipline girmiş, demektir.

Ruhî ve harekî insiyak teşekkül edince vücud bir intizam içinde işler.


GUSL, GUSUL:

İşlenen büyük bir zevkin karşısında, ruhî ve aklî unutkanlığı, tekrar, normal olarak, âdeta uykuda olan ruhu, uyanmağa davet mahiyetindedir.

Gusül, ruhî ve uzvî bir harekettir.

Zîrâ meni ve pislik tıbbî bakımdan mukayese edilecek olursa, pisliğin meniden daha mülevves ve mikroplu olduğu ortaya çıkar.

O hâlde def-i hacetten sonra gusül icâbetmeyip meni geldikte icâbetmesi, pislik mefhumu bakımından değildir.

Meni geldikçe şahıs iradesini kaybediyor, bu anda her şeyi unutuyor.

Bu vücud makinası doludizgin en yüksek tevettür hâlindedir.

Gusül vücudun bir tövbesi, ruhî âletin istikrar muhasebesi mahiyetini almış oluyor ve bu suretle psikolojik muvazeneyi temin ediyor.



TAHARET:

Büyük ve küçük abdestten sonra su ile temizlenmek esasına dayanmaktadır.

Su ile yapılan, taharet “anüs”, yâni “ferç”'te toplanan pislik parçalarının giderilmesi esasıdır.

Tibbî istatistiklere nazaran ferç kanserleri ve çatlakları taharet yapanlarda görülmüyor.

Zira mevad-ı gaita kuruduğu zaman deri gerginleşiyor, çatlak husule geliyor ve yaraların tekevvününü mucib oluyor.

Bilâhare bir tahriş, nüvesi olan bu yerde habis urlar teşekkül ediyor.

Tırnakların haftada bir defa kesilmesi, dişlerin misvak ile yıkanması, tenasül yerlerindeki kılların muayyen zamanlarda tıraş, edilmesi, saçların taranıp îcâbederse kestirilmesi, vücud sağlığını tehdit edecek her türlü mikropların vücudda temerküzüne mani olmak için tavsiye edilen sıhhî kaidelerin birinci şartlarıdır.

Bu küçük gibi görünen fakat 1300 sene evvel konmuş kaidelerin doğurduğu esaslara riâyet eden İslam ordularının, tarihimizdeki büyük hakanların, cihangirlerin binlerce askeri seferleri tetkik edilecek olursa hiçbirinde sarî bir hastalık çıkmadığı görülür.

Ehl-i salib orduları yüz sene zarfında o kadar sefer yapmıştır.

Hepsinde sâri hastalık çıktığı târihen sabittir.
Bu kaidelerin dînî mahiyet alışı türlü ihmalkârlığı ortadan kaldırmıştır.
İslâm Dinindeki temizliğin maddî kısmı insan vücûdunu evvelâ kesin olarak bir disiplin altına sokuyor (alıyor), disipline alışan vücud bu kaideleri insiyakına naklediyor ki bir zaman, düşünmeden, bu sıhhi kaideleri tatbik ediyor.

Bu kaidelerin dînî sekil alışı, câhili de, münevveri de aynı insiyakı kullanmağa alıştırıyor, câhil aslını bilmeden temizleniyor, münevver, pisliğin tevlid edeceği beden için fenalıkları idrâk ederekten...

Münevver bir dindar, misvakı dişlerini temiz tutmak için kullanıyor.
Câhili, Hazret-i Resûl'ün sünnetidir, diye kullanıyor.
Hazret-i Resûl'ün tavsiye buyurduğu kaideler, vücud temizliğinde anlayış farkı yarattığı gibi, vücudu bilaistisna demokratik sıhhî bir disiplin altına alıyor.

Hazret-i Resûl'ün bu çok güzel tavsiyesine misâl olarak küçük bir müşahedemden bahsedeceğim:
Bir târihte seyahat ediyordum, küçük bir kasabada bir handa kalmak mecburiyeti hâsıl oldu, kaldığım odada hoca kılıklı ve câhil bir arkadaş yatıyordu.
Kasaba adetâ köy gibi bir yerdi, uyuyamadım.
Gece yarısını geçmişti, hoca yatağından uyandı, odada yanan küçük gaz lâmbası hocayı farketmeme müsaade ediyordu, masanın üzerinde duran su testisini aldı, avucuna biraz su döktü, sonra ellerini oda içerisinde yıkadı, sonra da bardağa su dökerek içti ve tekrar yattı...
Bu adamcağızın elini yıkaması, sonra da bardakla su içmesi belki tuhaf gibi geliyorsa da hoca bunu gayriihtiyârî yapmıştı.
Zîrâ bu dindar, temiz, fakat câhil adam Hazret-i Resûlün şu tavsiyesini insiyakına sindirmiş mübârek bir zât idi:

“Uykudan uyandığınız zaman ellerinizi yıkamadan bir yere sürmeyiniz...” (Hadîs)
tavsiyesini insiyaki olarak tatbik ediyordu.
Zîrâ uykuda haberi olmadan insan bir tarafını kaşıyabilir, ellerin ve tırnakların bu hâliyle bir yere sürülmemesi esasına müstenid bu mübârek tavsiyede, gâyet ince ve büyük bir temizlik prensibi gizlidir.

Bir insan yüzünde toplanmış olan güzellik yalnız fizikî güzellik değildir.
O yüzde, iyilik ve ilim parlaklığının ve ruhanî şeffafiyetin ifâdeleri de vardır.
Bunları, dünyayı tetkik ettiğimiz melekelerimizle değil, inanma denilen meleke ile idrâk eder ve görürüz.
Bu meleke ile insan görünmeyen mevcudatın delillerini keşfedebilir.
Bu kudretin açıkladığı manzara hududsuzdur, işte insana tekâmül merhâlesi yaptıran,
olgunlaşmak imkânları sağlayan bu melekesidir.

Ruhun kemâle ermesi, ne yalnız çırılçıplak, kuru, objektif tabiat bilgileriyle ne de riyâzî ilimlerle temin edilemez.
Bütün kâinat bir fizikçinin kafasından çok daha geniştir.
Ve orada bu kafaya sığmayan sayısız buutlar, sayısız ihtizazlar mevcuddur.
Biz bu üç buutlu âleminin kesif maddelerinden yapılmış dimağ hücreleriyle duymaktan
ve düşünmekten kendimizi kurtarmadıkça etrafımızdaki kaba tezahürleri tesbit ederek ruhanî âlemlerin tezahürlerini ne anlayabiliriz, ne de bunlar hakkında bir fikir edinebiliriz, öyle bir had gelir ki maddî idrâk durur, bundan ötesini ya inkâr eder veya maddeye gayri maddilik ismini yapıştırırız.
Gözlerimizin görebileceği, hâdiselerin arkasında, ne gibi hâdiselerin cereyan ettiği, ancak, vakitlerini fedâ ederek bu işe verenlere müyesser olur.

Şuûr dediğimiz zaman, ruhun kendi içindeki umûmi bilgisi hatıra gelir.
Ruh, kendi varlığındaki umûmî bilgi ile müessiriyet kudretini haiz bir nûr-ı ilâhîdir.
Ruhun, maddî kâinatta, cesede girerek bulunması, ebedî varlığına intikâl için, bir merhâle geçirmesi demektir.

Ölümden evvel, insanın bir varlığı mevcuddur ki, biz maddi hasselerimizle insanın bu varlığını tanırız, ölümden sonra, bu varlık kaybolur ve bu sûretle bir insanı ebediyyen kaybettiğimizi zannederiz.
Ölüm bir zarurettir.
Bu zarureti anlamak, insanda tekâmül ihtiyacı ve maddi kâinattaki varlığının zaruretini anlayıp, kabul etmekle mümkün olur.

Ölümün eşiğinde bulunan insanda, ölümle hayat arasında şiddetli bir mücâdele vardır.
Fakat dikkatli bir müşahid bu tabloyu seyrederken görür ki, burada dağılmak veya başka maddî bir şekle inkılâbetmek istemeyen fizikoşimik bir varlığın değil, fizikoşimik varlığını bırakmak istemeyen ve meçhul bir diyara doğru sürüklenip gitmekten endişe duyan başka bir varlığın karşısında bulunmaktadır.
Hele o mücâdelenin, hayâtını fena kullanmış veya insanî fikirlerle beslenmemiş kimselerde daha şiddetli olması o şâhidin dikkat nazarını çeker.

Bu şunu ifâde eder ki, ruhun cesede girmesi, dünyâda bir şeyler öğrenmesi içindir.
Doktor olmam bu hâdiseyi çok defalar müşahede edip tetkik etmeme müsaade verdiğinden bunu kendi müsbet bir kanaatim olarak söylüyorum.

Dünyâda iyilik ve insanlık kelimeleriyle ifâde edilen ve kemâle doğru giden yollardan geçmemiş kimselerde, ölüm ânında şiddetli ve çetin olan bu mücâdele, kemâle susamış ruhun cesedi bırakmak istemeyişinin ifâdesidir.
Zîrâ ruh dünyada îcâbeden ruhanî terbiye ve malûmatı almamıştır.
Kemâle ermişlerin ölümlerinde büyük bir huzur ve rahatlık göze çarpmaktadır.
Can çekişenlerin ve etrafındakilerin, ölüme mâni olmak için, gösterdikleri bütün gayretler, boştur.

Ne doktorun ilâçları, ne hasta yanındakilerin kuru tesellileri ve ne de bizzât hastanın ölmemek için yaptığı mücâdeleleri, faide vermez.
Bütün gafilce ve câhilce mukavemetleri ölüm, sonunda muhakkak kıracaktır.

Nihâyet hastanın şuûru bulanmağa başlar.
Bir uyuşukluk, hattâ tatlı bir istirahat hâli teessüs eder.
Bütün ağrılar diner, ızdırablar durur, hasta bütün hayâtı müddetince geçirdiği ölüm korkusunun beyhudeliğini kendisine haber veren bu ilk alâmetlerin ekseriya henüz mânâsını anlayamaz, fakat artık mücâdele kalmamıştır.

Yalnız cesedde görülen şey, ruhun ondan kurtulmak için, yapmakta olduğu sarsıntılardır.
Yalnız maddelere mahsus olan bedenin âtıl hâli bir anda teessüs eder, insan mânâsız bir hâl alır.
Yüzde toplanmış olan ruhanî şeffafiyetin güzelliği kaybolur.
Fizikî güzellik mânâsız, adetâ korkunç bir hâle inkılâbeder.

Böylece bir taraftan hasta hakikî hayâtına girerken, diğer taraftan, etrafındakiler, hâlâ işin farkında olmadan, onu ölümün pençesinden kurtaramadıklarına üzülürler.
Eğer onların bu arzusu tahakkuk etse ve hastanın fikrini sorabilseler, hasta çok defa bu isteği şiddetle reddedecek ve yoluna mâni olmamalarını onlardan isteyecektir.
Bu, hastanın maddî kısımdan biran evvel kurtulmak arzusudûr.
Bütün şiddetli gayretlerine rağmen bedenîn kuvvetli bağlarını müşkilâtla koparan ruhun bedende tezahür eden çarpışmaları da ekseriya dışardakiler tarafından yanlış, tefsirlere uğrar.
Pek az kimse bunun, kurtuluş yolunda sarfedilmekte olan, ulvî bir cehd olduğunu anlayabilir.

Arasıra işitilen çeşitli sızıltılar, cesedde görülen silkinmeler ruhun, serbestlenmek için gösterdiği gayretlerin, dünyamızdaki son maddî tezahürleridir.
Ruh hemen hemen bedeni bırakmış gibidir.
Hayat sahibi bir yüzün mütemadiyen değişen ifâdeleri artık bu cesedde kalmamıştır.

Yalnız son bir tek ifâde orada sabit olarak yerleşir ki o da, ruhun cesedde tecellî eden son duygularına ait bazan korkunç bir ızdırabın başında derin ve ulvî bir huzurun ifâdesidir.
Hayâtı manevî huzurla geçen kimselerde, Kasas sûresindeki;

“Maddî kıymetler ruhanî kıymetlerin yanında bir hiç...” olduğu ifâdesi şahsî olarak anlaşılır.

Dünyada bulunmamız birçok maddî icablardan doğma hâllerden geçmemizi intâc eder.

İşte ölüme varıncaya kadar kemâle ermenin mânâsı budur.
Bu hududa varmak için lüzumlu kaideler islâmiyet'in en büyük emirleri arasındadır.
Bu kaideleri teker teker teşrih edelim:


Muzır : (Muzırra) Ziyân veren, zararlı, zarara sokan.

Hususat : (Husus. C.) Hususlar, bakımlar, işler. Tarzlar, şekiller.

Mes'eleler. Maddeler.

Meni : Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma.

Tevettür : Gerginleşme, gerilme.

Anüs : Sindirim sistemi boşaltım ucu. Dübür.

Ferç : Yarık, çatlak. Korkulacak yer. * Ud yeri. Dişi tenasül âleti.

Habis : Kötü,alçak, soysuz.

Mevad-ı gaita : Dışkı maddesi.

Misvak : Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.

Tenasül : Türemek. Nesil yetiştirmek. Üremek. Birbirinden doğup türemek.

Temerküz : Merkez tutma, merkezleşme. Bir merkezde toplanma. * Yığılma. Birikme.

Ehl-i Salib : Haçlı ehli.

İnsiyak : Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek.
Müstenid : Dayanma. Güvenme. * Sened veya delil söylemek, göstermek.

Buut : Boyut.

Müessir : Te'sir eden. İz bırakan. Te'sirli. Dokunaklı. * Hükmünü yürüten. * Eserin sahibi.

Teessüs : Temelleşmek. Yerleşmek. Kurulmak. Teşekkül.

Âtıl : (Âtıla) İşlemez. Boş. Tenbel. * Bozulmuş.

Tekevvün : (C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak.

Tevlid : Çocuğu doğarken almak. Doğurmak. Doğurtmak. * Mc: Sebep olmak, vücuda getirmek. * Beslemek. Terbiye etmek.

İntâc eder : neticelendirir.

Teşrih : açıklama, izah
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

BİR SUALE CEVAP

Resim
Münevver ve olgun bir zât bana mektup yazdı.
Mektubunda güzel bir üslûp ile mühim, vehleten garip görünen bir sual soruyor.
Fakat muhterem zâtın, bu mektubu, islâm mecmuasına yazıp, o vasıta ile sormasını çok arzu ederdim.
Doğrudan doğruya bana yazmış.
Bu hususu açıklayarak, mecmuaya olan hürmetim dolayısiyle o kanaldan cevap vermeğe çalışacağım, isminin açıklanmasını istemeyen bu zâtın ve beni islâm mecmuasının gayesi çerçevesi dahilinde, büyük islâm edeb ve nezaketinin, mazur göreceğini ümit ederek, sualinin cevabına geçiyorum...


Muhterem efendim!
“ALLAH’tan korkulur mu?” sualinize:
“Herkesin evet cevabını verdiğini” buyuruyorsunuz.
Bu suali sormanıza sebep nedir?
Acaba başka bir şey mi düşünüyorsunuz da bu sual ortaya çıktı?
Cenab-ı ALLAH bir çok şeyleri men buyurmuştur.
Bu menhiyatı yapanlara da azap vereceğim, cehenneme atacağım, belâ vereceğim diye tehdit ediyor.
O hâlde bir korku vermek muradındadır.
Korku vermek muradı niçindir?
Bunu hiç düşündünüz mü?
Size bir sual sorayım:
“Bir doktor hastayı muayene ediyor, ilâcını veriyor.
Bir avukat suçluyu müdafaa etmek için bu işi üzerine alıyor..
Acaba Doktor hastayı iyi etmek için mi ilâç veriyor?
Yoksa buna mukabil para almak için mi?
Avukat bu suçluyu müdafaa ediyor.
Onu kurtarmak için mi?
Yoksa para almak için mi?.
Siz ibadet ediyorsunuz.
Cennete girmek için mi?
Yoksa cehennemden, azaptan korktuğunuz için mi?”

Bu suallere hemen cevap vermeyiniz.
Uzun saatler, günler, aylar belki senelerce düşünmek icabeder..
Her iki taraftan da evet veya hayır cevabını verirseniz doğrudur, hilaf yoktur..
Fakat bir mertebede bunların evet'i de hayır'ı da hepsi, külliyen doğru değildir.

Sizi yormak istemiyorum; beni dinleyin!
Her şeyi şefkat, merhamet, mağfiret ve kudretiyle muhit olan ALLAH'tan korkulmaz...
Bu muazzam, müteal kudret ve varlık karşısında duyulan sevgi ve şükürden büyük bir edeb duyulur..
Korku bu edebin dışına çıkmak endişesinin insan sözüne ismidir. Bu edeb duygusu çok ince bir noktadır..
Bunu anlamak çok hem de çok güçtür.
Bu nokta üzerinde bir müddet tefekkür ediniz!
Kuvvetle zannediyorum ki, manevî olgunluk noktasına yanaştığınızda derhâl fehm edeceksiniz.
Bu nokta Velî ile nası yekdiğerinden ayırt eden hududdur.
Bu işte acele yok.
Tasavvur ediniz; bir genç moda diye saçlarının beyazlanmasını arzu ediyor. Kemâl yaşını beklemesi lâzımdır.
Yok acele ederse boyaması icabeder.
Boya ile tabiî renk arasındaki fark nedir?
Bunu idrak etmek lâzımdır.

Esmâların muhtelif varlıklarda tecellî miktarına göre tecellîyat muhtelif mertebeler arzeder.
Meselâ HAYY esmâsının tecellî şiddetine göre küçük bir şey anlatayım. Fakat çok derinden değil ve sual de sormayınız.
Çünkü çok nazik mıntıkalarda dolaşıyoruz.

HAYY’ın tezgâhı olan bir çok mahlûkâtı göz önüne alalım, insan, senede ancak bir, inek senede ancak bir, koyun senede bir belki iki defa doğurur. Bunlarda aynı zamanda Er REZZAK esmâsı da mevcuddur.
Köpek, domuz senede bir, iki üç defa hem de beşten 10'a kadar yavru yapar.
HAYY esmâsı Er REZZAK esmâsına daima galiptir.
Er REZZAK, HAYY’ın emrindedir.
Bunların böyle oluğu, bir hikmet için, insanlara bazı hakikatten öğretmek içindir.
Bunların anlaşılması, kapalı ve güç bir nev'i âyat ve kısas gibidirler..
Bu hayvanların etleri yenmez..
ALLAH namütenahi kudret tezahürlerini, gizli hazinesini göstermek için ilk defa HAYY ile tecellî etti.
HAYY’ın birinciliğine hürmet muradı ilâhidir.
Er REZZAK onun emrinde olduğu için, Er REZZAK esmâsının HAYY’a takaddümü arzuyu ilâhi dışında kalır...
Dikkat ediniz bütün haram hikâyeleri, bu noktadan menşeini alır.
Dönüp dolaşıp emri nehiy hâlinde kullara intikâl eder

Domuz da ALLAH’ın bir mahlûkudur.
Zira ALLAH'ın esmâlarının tecellî mahâlleri bize hem mübârektir, hem de edeble ta’zime kulu mecbur eder.
Bu ince noktaya göre haram yiyecekler tefrik edilmiştir. Hay’ın devâmı için Er REZZAK esmâsını Cenab-ı ALLAH, HAYY’ın emrine verdi.
Vücud topraktan halk edildiği için, Errez-zak esmâsının tezahür yeri olan toprağın terkibi aynen vücudda da mevcuddur...

Riyâzat, Vücuddaki Er REZZAK’ın, HAYY’a hürmetinin son haddinin tezahürüdür...
Vücud bir nev'i aslına dönmek gâyetinde demektir.
Bu, ind-i ilâhîde makbuliyet kesbeder.

Çok yemek, bu hürmetten uzaklaşmak demektir.
Nesil idame ettirmek, HAYY’ın tezahürüne karşı bir nevi zikir ve hürmettir,. Bu zikre hürmeten ALLAH cimayı mubah kılmıştır.
Zina emirin hilafında şehvanî hislerin esiri olarak bu zikri başka bir düşünce altında yapmaktır.
Hürmetsizliktir de, ondan haramdır.
Haramiyeti kulun İyiliği düşüncesiyle değildir.
ALLAH’ın kendi esmâlarına kendisinin hürmet ye ta'zîmi içindir.
Bu bir nev'i kendi kendilerini tenzihtir..
Hay’ın mevkii ve kıymetinin tenzil edilmemesi için, daima HAYY esmâsını ikinci dereceye bırakan bir mahluk halk etmiş, bu mahlukla bu ince noktayı kullara anlatmak arzu buyurmuştur.
O hayvan da domuzdur.
Bununla rızıklanmayınız emrini çıkartmıştır.
Domuzu ince bir mes’eleyi izah için vesile yapmıştır.
Bu kadar ince, gizli olmasının sebebi nedir?
Gayba inanmak derecesinin kulda, ölçüsünü bilmek içindir.
Bunun böyle olması kullara mağfiret için yer hazırlamaktır.

Domuz dişisini kıskanmaz.
Etinden hastalık geçer hikayeleri ince mânâlara varmak kabiliyeti olmayan düşüncelerin yanlış izahlarından doğmuştur..
Her sırrın bahanesiz ve bahasız kullara verilmesine izn-i ilâhî yoktur... Onun için Cenab-ı Resûl (s.a.):

“Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz,” buyurmuştur.
Bu ilim, doğrudan doğruya bu ince manâlar ilmidir.
Dünyaya gelen, zâten, diğer ilimleri öğrenmek say-i fıtrîsine mâliktir. Zâten bu ilimleri yapmadan, diğer ilimleri öğrenmek güçtür.
Manevî ilimleri anlamak için, zâhiri ilimleri bilmek, hem de çok kuvvetli bilmek lâzımdır.
Zâten zâhiri ilimler, bâtınî ilimlerin, tezahür etmiş kısımlarıdır.
Bâtını çevirseniz zâhir olur, zâhiri çevirirseniz batın olur..
Bir çınar tohumunu düşününüz..
Tohuma bakarsanız, çınar içinde gizlidir.
Çınara bakarsanız, içinde tohum gizlidir.

Esmâlar zikredilirken, bir sıraya tabi’dirler.
Bu sıra, kul tarafından tertip edilmiş değildir.
Lâmekandan, kullara, bu sıra ile bildirilmiştir.
Bunlarda büyük hikmetler gizlidir.
Bir çok insanlar, esmâları tesbihat yaparlar.
Bir çokları esmâları tefsir ederler.
Bunlar zâhirî bir takım güzel adet ve izahlardır, iç tarafı, hakikat tarafı bambaşka; her insanın normal düşünce ve itikadını, vehleten inhiraf ettirecek mahiyette görülür.
Çünkü bu mıntıkada insan ruhu tamamen şeytanla birliktedir.
Şeytan bir nev'i tel'in edilmesine rağmen ilâhi bir emirle, gizli hududlara kulları sokmamak için, bir bekçi vazifesi görür.
O hâlde şeytanın da insanlara bir çok faydaları vardır.
Şeytan ne kadar tel'in edilmiş olursa olsun, saray-ı ilâhînin edebini kaybetmemiştir.
Şaka değil, Meleklerin hocasıdır...
Şeytan, aynı zamanda kulların mağfiret ve şefaate erişmeleri için, çok ince bir iş görür.
Lâmekânm tel'ini bile bir iltifât, bir nev'i rahmettir.
Şeytan rahmet-i llâhiyenin kullara dağılmasına yardım edenlerin başında gelir.
Şeytan ile manevî nezaket dahilinde arkadaş olmak lâzımdır.
Şeytan, Resûlullâhtan kaçarmış, sebeb, Rahmetenlilâlemîn olan Resûl-i Ekremin rahmet pınarı olduğunu kıskandığındandır.
Bu kıskanma da yine bir sebebe bağlıdır.
Günahkâr olmazsa, şefkat bir mânâ ifâde etmez...
Velhasıl muhterem dostum işler karmakarışıktır.
Fakat bu karışıklık, Hindistan cevizi sütünü saklamak için etrafını berbat bir bağ ile sarmaş dolaş ettiği gibi bir karışıklıktır.
Perde perde üstüne, perdenin altında tekrar bir çok perdeler mevcuddur. Perdeler bittiği yerde gayb hududu başlar.
Gayb hududunu aşarsanız, lâmekân, gelir.
Lâmekânda akıl, söz hep duraklar.
O zaman hep O ve yine O görünür.
Bu mıntıka da sözle ifâde edilmek istenirse, fenafillah hudududur.
Velhasıl iş karışıktır.
Fakat bu karışıklığı ben yapmadım.
Bunu çözmek için bir çâre vardır.
O da: Nas ve Velîlik arasında dolaşmamak...
İnsanlar bâzan nas tarafına, bâzan Velîlik tarafına meylederler, bu iş değildir.
Buna bocalama derler.
Ya bu taraf ya o taraf...
Şüphesiz, şeksiz olarak; Ya “Rızake matlubu” veya “Rızake maksudi” başka türlü bu işin içinden çıkmağa imkân yoktur.
Birincide büyük bir sabır ve edeb içinde acele etmeden kulluk yapmak lâzımdır, ikincide bahane aramak lâzımdır.
Bunda da bir mürşide kendini söz söylemeden beğendirmek ile bahanenin yollarını öğrenmek icab eder.
Bazı bahaneleri insanlar haberi olmadan yaparlar.
Bunlar o kulun bir kısım günahlarının haberi olmadan silinmesine sebeb olur.
O bahaneleri aramanız, gaflet ile uyanıklık arasında, içten gelme bir hissî emirle zevk duyarak yapmanız icabeder.

İnsan herhangi bir şefkat hissi gösterirken mukâbelesiz olarak yaparsa ALLAH’a daha çok yanaşır.
O işi ALLAH hesabına yapmış olur.
O anda tehlike olsa bile ya Hafız esmâsı yanındadır...
İbrahim’i ateş bundan dolayı yakmadı.
Hakiki şehid olanlar bu gibi ahvalde mertebe kazanmaları için ecelleri tacil edilmişlerdir...
Öyle ruhî, ilâhî bir arzu içinde bulunurken, Cenab-ı Rabbülâlemin büyük bir memnuniyet duyar, derhâl kendisinde erimesi muradı tezahür eder.
Bütün esmâlar derhâl çekilirler. O kül derhâl aslına rücu’ eder.
Ve ismine şehid denir.
Fakat bu hakihi şehidliğin târifidir, insanların uydurduğu teselli edebiyatı ile süslenmiş mânâlardaki değil...
Târifimiz ALLAH'ın târif ettiği şehidliktir.
Bu mertebelerin öyleleri vardır ki, Ruh yed'-i ilâhî ile kabzedilir, araya El KABIZ esmâsının memuru Azrail bile giremez.
Bu hâl ân-ı vahidde fenafillâh olup, eriyip derya-yı vahdete dalmak demektir.
Hem de giderek değil çekilerek...
“Bunlar ölmemişlerdir. Daima diridirler..”
“Âyeti Kerimeyle sabittir...”
Diri olmaları, bütün esmâların silinip yed'-i ilâhî ile kabz edilen ruhlarının ya HAYY olan Cenab-ı ALLAH’ta erimeleri ve HAYY esmâsına bürünmeleridir.
HAYY'da eriyen daima HAYY'dır, diridir.

Ölüp dirildikten sonra hesap vardır, ölmeyene daima diri olana hesap yoktur, fânilere aittir.
Böyle bizim ölüm dediğimiz hududa diri gidenlerin bazılarının inanabilirseniz cesedlerine toprak dokunmaz.
Zira toprağa HAYY girince toprak topraklıktan çıkmıştır.
Ancak hatıra olarak cesedin terkibinde, kimya bakımından terkib olarak kalmıştır.
Gıda diye alınan bütün şeyler bu terkibi Er REZZAK ile takviye ve yıkamaktır.
Cesedin hastalıklarında şifâ için verilen edviye, HAYY’ın emrine verilen Er REZZAK’ın cilâsıdır.
“Tedavi olunuz” emri “bu edebi bırakmayınız demektir.
“Hastanın iniltisi bir nevi ibadettir” demek de bu edebe verilen ind-i îlâhîyedeki kıymetin derecesidir.
“Hastaları ziyâret ediniz” emr-i Peygamberisi de bu edebin daima görünmeyen tecellîsini anlayamazsınız, fakat bilmeden göre göre belki bunu anlamak lütfuna uğrarsınız, demektir.

Hasta, hastalık, ilâç, inlemek, sabır ve isyan etmeden tahammül, kadrosu içinde ne kadar büyük ilâhî bir tecellî ve cilve olduğunu anlayan kimse büyük bir lutf-u ilâhîye mazhar olmuştur ki, arif, velîlerden olur.
Bu hâlleri bilenler bayram yerine gider gibi temizlik, güzellik ve sevinç içinde ölüme giderler.
“Herkes ölümün zaikasnıı tadacaktır” demek bu demektir.
Zaika tatmak hassası demektir.
Tatmakta, daima hoşluk, güzellik gizlidir.
Acı, ızdırap, fenalık yoktur.
Bu sonuncular tadılmaz, tadılamaz, duyulur hissedilir.
O hâlde ölümü bilenler dünyada çok azdır, ölüm, bilgisizlik, körlük, cehâlet diyarından bilgi, hakiki görme diyarına gitmek demektir, ölümden korku da, bu işi sezmek fakat şüphe içinde olmak demektir.
“Ölmeden evvel ölün” sözü bu işi anlamağa çalışın demektir. Bunları anlamak, şek, şüpheden ârî, gayba inanmak hasletinin insanda husulünden sonra başlar.
Bu perdeler, açık ve kapalı lâkırdılar - insan, havasıyla anladığı hakikatlara nasıl itiraz etmeyip inkıyat ediyorsa - onların gayba şüphesiz inanmak hasletlerini de yoğurup kemâle ulaşmaları için söylenmiştir.

Zindana atılmış bir mahpusun sessiz ve sabırla, bir çivi parçasiyle koskocaman zindan duvarını senelerce uğraşıp delmesi, onu hürriyete kavuşturur.
Acele edip şamata eden mahpus ise daha kuvvetli hücrelere, zincirlere bağlanır. Böylelikle küçük kurtulma imkânları da elinden gider...
Zamanla artık ümit ve hürriyete kavuşmak hisleri bir hayal olur.
Gayba sudan inanan, şüpheli inanan zâhire saplanır kalır. Hırs, para, dünya ve madde peşinde koşar durur.
Huzur bunlarda yoktur.
Olamaz da..
Bu gibiler daima küfre, zulme giderler.
En keskin ateş bile sonunda küle inkılâp eder.
Kül toprak değildir.
Dikkat et..
Ateşte, toprakta, suda, havada yaşıyan mahluk vardır.
Külde mikrop bile yaşamaz, kül olma bir şey ifâde etmez bir şey değildir. Bu olayda da bir şey gizlidir.
Bir hikmet olmasa, bir şey gizli olmasa bu olmazdı.
Biraz bu külü eşeleyiniz bakalım.
Fakat tavuğun bitlerini dökmek gayretiyle eşeler gibi değil.
Kül bir çok ateşleri gizler.
Bir çok şeylerin çürümesine mani olur.
O hâlde külde bir temizlik gizlidir.
Mikrop yoktur. Ama bu lâkırdılar çıplaktır.
Bir şey söylemek arzusundayız fakat söyleyemiyoruz..
Külde ümitler söner.
Kül bir bakımdan, bir çabalamanın, bir işin sonunda, teşekkül eder. insanların konuştuğu bir çok dil ve lisanlar vardır.
Bu niçin böyledir.
Bir sır bir dildeki izahlarla tamamiyle perdelenir.
Diğer bir dilde o sır açığa çıkar.
Başka birinde kaybolur.
Gül (gülmekten), gül (çiçek), kül (ateşin sonu), kül (bütün) kelimelerinde neler vardır.
Bu isimler uydurma değildir.
Tesadüfi de değildir.
Hele hele dostum, sen biraz bu külü eşeleyiver bakalım, belki sonu boş veya dolu çıkar..

Yangın yerlerinde, kül arayan, eşeleyen bir çok kimseler vardır, orada bir çok şeyler bulurlar. Yangın yerlerinde, küllerde, bir çok hazineler gizlidir. Bu hazineleri arayanlar her zaman, her diyarda bulunur.

Yangın yerlerindeki küllerde altın bile rengini değiştirerek senelerce saklı kalır. Her türlü hazine kül altındadır.

Sözlerimiz biraz kapalı söylendi gibi... Size hayal değil, geçmişte olmuş bir ALLAH dostunun kahramanı olduğu bir hikâye anlatayım:

Bu hikâyedeki ana fikrin yokluğu, bu günkü beşer neslini, şuûrlu bir mesaiden ziyâde zamanın hikmetine tabi’ otomat bir hâle sokmuştur.

Buyurun dinleyin:


Tüyleri dökülmüş, vücudu yara içinde, zayıflamış, güçlükle yürüyen bir köpek..
Açlık ve susuzluktan dili dışarda, bütün kasaba halkı hayvana nefretle bakıyor, taş atıp uzaklaştırmak istiyorlar...
Hayvan acı acı bağırıyordu..
Bir lokma ekmek, bir yudum su esirgeniyor bu hayvandan..
Zorla, sürüne sürüne, korkarak çeşme yalağına yanaştı.
Orada su dolduranlar hayvana taş atıp uzaklaştırdılar.
Yan tarafta ellerinde ekmek yiyen çocuklara baktı.
Bir parça ekmek atan bile yok.
Çocuklar da taş atmağa başladı.
Tüyleri dökük, yaralı, çıplak vücudunu süsleyen yalnız iki adet koyu kahverengi sadakat timsali gözlerini şefkatle çocuklara çevirdi.
Çeşmeye baktı sonra güçlükle döndü, sürüne sürüne uzaklaşmağa bağladı, bu insan sürüsünden.
Yine taş attılar, yine nefret nidaları yükseldi.
Açlık, susuzluk, hastalık ve insan merhametsizliğinin yenemediği sadakat timsali koyu kahverengi gözlerini ayırdı, ümit beklemeden ve sürüne sürüne uzaklaşmağa başladı...

Oradan geçiyordu, köpeğe yaklaştı.
Hayvanı kucağına aldı. E
lleri yaralardan akan cerahatli sularla ıslandı.
Hayvan bu sırada dili ile o zâtın mübârek ellerini yalıyordu.
Beraber kıra, gölgelik bir yere gittiler, kırk gün hayvana baktı; ilaçladı, yıkadı, doyurdu, içirdi, hem de elleri ile..
Hayvan iyileşti.
Tüyleri geldi, güzelleşti.
ALLAH’ın her mahlukta tecellî eden bütün güzel esmâları gülmeğe başladı bu hayvan vücudunda..

Bir gün beraber şehre indiler.
Bütün kasaba halkı hayretle etrafını sardılar:
İleri gelen yaşlılar mübârek zâta ve hayvana bakıyorlardı:
İçlerinden biri:
“Efendim bu köpeğe bu kadar niçin itina ettiniz?” diye sordu.
Mübârek gözlerini onlara doğru çevirdi.
Ağır ağır, lâhuti bir ahenkle:
“Evet itina ettim. Zira Cenab-ı Hakkın yarın yevmü kıyamette, huzurunda, bu köpeğe niçin merhamet etmedin.. Onu giriftar ettiğim belâya seni de uğratmaklığım ihtimalini düşünmedin mi? İtab-ı ilâhisinden korktum da ondan böyle yaptım!” dedi..
Ortalığı derin bir sükût kapladı..
Kalabalığı yararak ağır ağır yürümeğe başladı.
Arkasından koyu kahverengi gözleriyle etrafa bakıp kuyruğunu sallayarak köpek geliyordu.
Bu sahne âdeta bir âyetin dile gelmiş ve şekillenmiş hâli idi.

“İyi işler işleyip kendilerini ALLAH'a teslim edenler ALLAH indinde mükafata kavuşur, onlar için hiç korku yoktur, onlarar mahzun da olmazlar.”

Halk, hayran, mahcub, yaşlı gözlerle onları bir müddet takip ederek; epeyce gittiler..
Gözden kaybolacakları bir köşe başında mübârek zâtın tekrar köpeği kucağına aldığını gördüler.
Onla, da böylece yollarına devâm ettiler.

Sadakat, merhamet, şefkat ve Velîlik uzaklaşıyordu insan kitlelerinden...
Dedemin dedesinin devrinde her kasabada iyi insanlar, her mahâllede merhamet, şefkat timsali, nûrlu bir ihtiyar, her bölgede bir ALLAH dostu bulunurdu.

İnsan kitlelerine deniz feneri gibi fasılalarla şefkat, merhamet, doğruluk ışıklarını akıtan bu mübârek simalar, gün geçtikçe gizlendiler.
Beşer kitleleri bugün maddeye tapan ağaçsız, susuz, medenî diye vasıflandırılan, mâmure çölde kaldılar...
Dış mâmureler kuruldu güya...
İç mâmureler yok oldu beşer neslinden.
Yıldızlara seyahat, semâların derinliklerine nüfuz merakı, sür'atle ilerliyor. Uzak mesafeler yakınlaştı.
Asıl ruhun, kalbin ince derinlikleri bırakıldı. insan kitleleri, bugün, yekdiğerini korkutmak ve birbirini yok etmek için, bütün kabiliyet ve hünerlerini, korkunç yok etme çârelerine sarfediyorlar.
Eskiden bâtını geniş, zengin, dışı gösterişsiz, iyi insanlar vardı.
Bugün gösterişli, maddesi zengin, bâtını bomboş insanlar var.
Bu garip ve münakaşayı davet edecek bir mevzu’dur.
Fakat müsaade buyurun bir sualim var:
Suçlu bir insan öldürülür..
Suçsuz bir insan öldürülür.
Burada ölüm var, fakat iki türlü.
Hangi ölüm iyi?
Muhakkak suçsuz ölmek, daha iyidir.

Bundan binlerce sene evvel, Sokrat, baldıran zehirini içerken çocukları etrafında ağlıyordu.
Karısı hıçkırıklarını tutamadı.
Sokrat :
“Be kadın ne ağlıyorsun?” dedikte, kadın :
“Suçsuz öldürülüyorsun!” diye mırıldandı.
Sokrat:
“Suçlu ölmek daha mı iyi be kadın?” dedi...
“İyi ve tatlı bir söz, iyi bir dilek, minnet ve eza ile verilen sadakadan hayırlıdır.” buyuran Hazreti ALLAH şu müjdeyi veriyor:

“Şu hakikati unutmayınız ki, ne bu dünyada ne de öldükten sonra, iyi insana, hiç bir fenalık gelmez ve ALLAH, o adamı ihmal etmez.”


Edviye : (Devâ. C.) İlâçlar, devâlar
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

Resim

BU YAZIYI DİKKATLE OKU...

ORADAN BURADAN LÂFLAR VARDIR. AMMA BlRŞEY ANLATMAK iSTiYORUZ ...:..:...

Helâl olmayan haram mıdır? Hayır...
Haram olmayan helâl midir?..Hayır...
Haram ile helâl arasında belli olmayan şüpheli tehlikeli durumlar vardır...

Beddua İslâmda yasaktır.


“Es SABÛR”a isyan olur.

“Es SABÛR”da kazâ ve kadere inkiyad vardır.

Helâl olmayan haram değildir.
Haram olmayan da helâl değildir.

Helâl, haram kelimeleri mânâları bakımından yek diğerinin zıddı demek değildir.

Bu düşünce doğru değildir.
Kan nakli helâl değildir.

Haram mıdır?

Hayır...

Besmelesiz kesilen hayvan eti helâl değildir.

Haram mıdır?

Hayır...

“Haram olsun!” derler.

“İçine sinmesin! Hakkında muzır olsun!” demektir.


Bilir misiniz :

Karga karga ile.
Kırlangıç kırlangıç ile gezer.
Hiçbir hayvan başka cinsle alâkadar değildir.
Arslan kaplanla gezmez.

İnsanoğlu tabiat ile uğraşmasını aşırı ileri götürürse canavarlar hâsıl olur.
Nükleer silâhı medeniyet dediğimiz yarattı.

İnsanın dostu yoktur.
Mutluluğuna ortak olmak isteyenler vardır.


ALLAH’ı yarattığı şeylerle isbata kalkma!

Kimi kime vardır yoktur diye isbata uğraşıyorsun.

Vardır! Vardır! Vardır!..

ALLAH’ın yarattığı şeylerde ALLAH’ın kudretini görmeye çalış!

ALLAH’ı isbata kalkmak şüphe etmenin tam kendisidir.

Küfürdür.

Aklın eremediğini akla sokmaya çalışmak da akla karşı hakaret olur.

Kendini bulmak HAKK’ı bulmaktır.

Yâni hakikati bulmaktır.

Kaç kula nasip olmuştur.


Dışarıdan içeriye bakarsan bir şey göremezsin.
İçeriden dışarı bakarsan o zaman iş başkadır.

Dışarıdan içeriye herkes bakar, içeriden dışarıya bakanın baktığını anlayan ve gören yoktur.
Bu lafları anla!..

Sende gizli malzeme ile kendini bul!

ALLAH verdiği nimetleri kulun üstünde görmek ister!

Zira ALLAH’ın dışında değildir kul...

Burayı tekrar tekrar oku!

Ne demek istiyoruz onu onla!..

Bu ne demektir?


Kulumla görürüm, kulumla işitirim!
Biz onlara şah damarlarından daha yakınız!

“Biz” ne demektir.

“Onlara” kimlere?..

Bana bir arşın yanaşana ben on arşın yanaşırım! ne demektir.
“Niçin ondur?”
Bunlar kudsî hadisdir.


Nihâyet;

“Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım!”...
“Biz hep iç içeyiz. Birbirimizin dışında değiliz!” demektir.

Bunu idrak hududuna sokanlardan biri Mansur gibi birşey mırıldandı:
“Cebrailem!” diyor.

Bu vasıtadır.

Dimağda düşünceler.

Sessiz sözler, Kelimeler, Sırrî lâflar bu düşünceleri sese çevirmek bunları âlet vasıtası ile duyurmak yâni ruhun kudret ve güçlerini cesed mekânında kendisinin ait olduğu lâ mekâna bağlanışı “ALLAH’a” ses ile oluyor demektir.

Kur’ân-ı Kerim Arap lisanı üzere nazil olmuştur.

Kur’ândaki kelimelerin Arap lisanında nasıl isti’mal edilmiş olduğunu göstermek için Arap şiirlerine müracaat edilir.

Kur’ânda dini vazifelerimizin ibâdet emri olduğu için, bunlarda hikmet aramak, niçin böyle olduğunu aramak doğru değildir.

Herkes o sırrı, hikmeti anlayamaz.

“Sabah vakti namazı 2 rekkâtdır.
Akşam vakti namazı 3 rekkâtdır.
Diğer namazlar niçin 4’dür.” diye araştırmak makul değildir.

Emr-i taabbüdîdir.

Yâni İbâdet edeceğe emirdir.
Salât-duadır.

Asıl mânâsı budur.

Namaz mânâsında da kullanılır.

Sebebleri var.

Niçinleri var...

Gözleri hakîkatlara açık olanlar yakınen bilirlerki bu maddîyat âleminin fevkinde bir de mânevîyat âlemi vardır.
Bu maddîyat sahasında sayısız hadiseleri vücuda getiren ilâhî kudret mânevîyat âleminde de nihâyetsiz şuuna = olurlara vücud vermektedir.
Bu mânevî şuunun tecellîyatı hususunda ise Kur’ân âyetlerinin pek lâtif tesirleri vardır ki bu da Kur’ân-ı Kerim’e ALLAHu Taalâ tarafından mev’ud (vaad edilen) bulunan hassalardan, meziyetlerden ibaretdir.

Birçok hastalıkların zeval ve inkişaf bakımından insanın okunması lâzımdır.

Gramofon plâkları üzerine ses dalgaları ivler açar.

Bunlar tekrar oradan ses hâline alınır.

Kurşun levhalar üzerine yazı yazarak, kâğıtlara yazı yazarak veya su ile karıştırarak oradan harekete geçen atomların ihtizazları insan vücuduna tesir eder.

İslâmda rüya bir sırdır.

Ruhî hadiselerden biridir.

Eskiden “Belagat ilmi” denilirdi ki;

Mâni’a, Beyan, Bedii kısımlarını ihtiva eder.

Bunu bilmek büyük bir ilim sahibi olmak demektir.

Kur’ân-ı Kerim birşeyi anlatırken evvelâ onu maddî şekle sokarak şekillendirir, insanın idrak hududuna girdiği zaman mânevî kelimelerle, vaadlerle onu süsler, insanın akıl ve ruhuna hitap eder.

Sözler bazen yetersizdir.

Bunu unutmamak lâzımdır.


Meselâ:

Teyemmüm : Niyet vardır. Medine’de
Abdest : Niyet yoktur. Medine’de.
Oruç : Niyet vardır. Medine’de.
Namaz : Niyet vardır.


Sabah ve akşam vakti namazları başkadır.

Diğer namazların niyetleri başkadır.


Hac : Niyet vardır. Medine’de...

Namazda en kıymetli vaziyet kıyamdadır.

Niçin?

Âdem’in yaratılışında ruh nefyedildiğinden sonra “kalk!” emri...

Bunda şükran, hamd gizlidir.

Ayakta uyunamaz.

O hâlde uyku nedir?

Düşün!

Bu şuun yek diğerine samimi bağlarla bağlıdır.
Kâinatda herşey güzeldir.

Çirkin yoktur.

Çirkin denilen ne ise onda gizli bir güzellik vardır.

Belki de bir güzelliğe perde olmuştur.

Çirkin dediğimiz hâl...
Çirkinlik ne ise muhakkak o bir güzelliği gizlemektedir.
Cenabı ALLAH her şeyi yarattığı için onda çirkin birşey sadır olmaz. Kusursuzdur.

Kusursuz yarattığına göre çirkinlik yok demektir.
Çirkinlik; insanların anlama, görme, kavrama kabiliyetine göredir.

Resûlü Ekrem, kokmuş ölü bir köpeğin dişlerini göstererek:


“Ne kadar güzel dişleri var!” buyurmuştur.

Sahabeler kokudan burunlarını tutarak ölünün yanına yanaşamamışlardır. Bu hadise güzellik ve çirkinlik görüşüne göredir.

Onu anlatır basit olarak...

Derine dalarsan iş bambaşkadır...
Bazı yaratıklarda koku hassası yoktur.

Bu da birşey ifade eder.

Tetkik et. Düşün!..

Herşey güzeldir.

Zira herşey bir tetkik ve endam üzere halk edilmiştir.
Cennet güzellik sembolüdür.

Cehennem çirkinlik sembolü değildir.
Cehennem çirkin değildir.

Zira ALLAH’ın halkettiği bir mekândır.

Huri Gılman güzelliğin, sevişmenin sembolüdür.
Huri Gılman kelimeleri çoğuldur.

Fakat müfret mânâda kullanılır.
Niçin?

Çok mühimdir anlamaya çalış düşünerek...

Ter sudur.

Su olarak kokusu yoktur.

Ter o anda cildin kokusu duyulmaktadır.

Ter o kokuyu ortaya çıkarır.

Bazılarının terleri kokmaz...
Bu kokuyu ter çıkaran hissedemez ve anlamaz.
Hiç kimse kendi kokunusu alamaz.

Alırsa çıldırır.
Herkesin kendine has kokusu vardır,
Bu kokuyu ter zamanındaki koku ile karıştırmayınız!

Koku daimidir.
Ter daimi değildir.

Köpekler sahibinin kokusunu tanırlar.

Dişi koyunlar yavrularını kokudan tanırlar.

Yavru iken onlar da analarını tanırlar.

Bir müddet sonra yavruları artık analarını tanıyamazlar.

Bu tanıma emzirme zamanındadır.

Emzirme bitti mi bu hassa kaybolur.
Analığın verdiği bir hassadır bu tanıma.

Kadın ve erkek kokularında fark vardır.

Hakiki kadın kokusu, hakiki erkek için çok hoştur cezbedicidir.
Hakiki sevişmelerde yek diğerinin kokusunu alabilirler.

Kendi kokularını alamazlar.

Sağ ve sol taraf kokuları farklıdır.

Terde de aynıdır.

Koltuk altlarında da...


“Bana;Gözümün nûru namaz, Kadın ve güzel koku sevdirildi” buyurması, Sun’î olarak elde edilen kokular diye düşünmek gülünçtür...

Kadındaki güzel kokudur bu.

Sevdirilen güzel koku...

Terin kokması haramdandır.

Bu kat’idir.

Haramdan sakın.

Ter kokusu kaybolur.

Bu koku elbiseyi ve ayakkabıyı eskitir...

Bazı hacı efendiler vardır koku sürerler.

Kendi kokusunu haber veriyor.
O koku seni ne gizler ne de burnu çok iyi koku alandan örter.

Aklını başına al!..

Resûlullah (sav) söyledi mi:

“Felan, felan kokular kullanın!” diye.

Aklını başına al!..

2.XII.1986


Muzır : (Muzırra) Ziyân veren, zararlı, zarara sokan.

İsti’mal : (Amel. den) Kullanmak. Faydalanmak.

Taabbüdi : İbâdet etmek. Kulluk etmek.

Sun’ : Yapmak. * Eser, yapılan iş. * Te'sir. * Güzel iş yapmak.

Sun’î : Yapma, doğal olmayan.

Felan : İnsanlar içinde alem isimlerden kinâye bir isim. İsmi bildirilen şey
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

YUNUS EMRE KONFERANSINDAN

Resim

Doğduğu yer.
Mezarı.
Divanının aslı.
Yaşadığı asırdaki ahbapları.
Yunus dernekleri.
Bir sürü çalışma çabalama...

Hâlâ münakaşa, şöyle idi, böyle idi.
Bunların hepsini bir tarafa bırakalım:

Ortada koskocaman bir insan var...
Onun ne istediği,
Ne söylemek istediği,
İnsanların nasıl olmasını arzuladığı...
Bir yol var, orada yürümek gerek…

Yunus’u sevenler derneği,
Sevmeyenler derneği,
Sevsinler, sevmesinler,
Ortada koskocaman bir insan var.
O’nunla biraz konuşmak gerek...

Benden Yunus Hakkında söz söylemek istediniz.
Gönlümün sırrına erdiği kadar.
Kalb pencereme vuran ışık kadar.
Söyleyeyim, buyrun dinleyin!..

Beğenirseniz size, beğenmezseniz o da size kalsın.
Heybemde dedim.
Evet benim bir heybem var, içinde:
Ayak basmamış ormanlar kadar saf, basit insanların ancak inanacağı Ümmî bilgi kırıntıları, nûrlu insanların söz parçaları, gürültülü muhitlere parçalanmaktan korkarak girmeyip; dağ başlarında, kuytu yerlerde, ıssız pınar yalaklarından kabın fikir parçaları...

Bu malzeme ile Yunus’u anlatacağım.
Heybeden kısmete ne çıkarsa...

Yunus’un beğeneceği, inanılması güç kelimelerden husule gelen inanılır cümle ve ifadelerle olacak.
Taş kesilmiş kalbleri yumuşatmak, örümcekli kafaları ayıklamak.
Şaşkın iradelere hakiki veçhelerini araştırmak lüzumunu duydurmak.
Gaflet uykusuna dalmış olanları uyandırmak.
Uyanık olanları şevk ve gayrete getirmek için;
Büyük ve temiz insanları bulmak lâzımdır...

Âdi hayatın “Olur” undaki “Olmaz” ı görenler, bu olmazlardaki “Olur” u da sezerler.
Bunlar hakikatin en mahrem tecellîsi etrafında toplanmış nûrlu insanlardır.

Dil keskin bir kılıçtır.
Nasıl keseceği bilinmez.
Söz geri dönderilmesi kolay olmayan bir ok gibidir.
Dil harekete geçmeden evvel sözü söylemeden önce dikkat et!
Belki bir dostu üzersin, belki bir ALLAH adamının kalbini kırarsın.

Yunus: Şiirler söylemiştir.
Elde bir divan vardır.
Yunus tahlil edilmiştir.
Yazıları tetkik edilir şâir şiir laboratuvannda analiz yapılmıştır.
Kendisini anma günleri tertip edilmiştir.
(Anma geceleri degil)...
Hakkında kitaplar, broşürler, fikirler, güzel sözler anlatılmıştır.
Bunların hepsi ortada, dimağlarda, insanın takdir ve kıymet ölçülerinin zevk duyan kısımlarında...

Ortada görünmeyen bir cephesi vardır Yunus’un:
Bu Gayb’dır.
Yunus budur...
Buna şimdiye kadar temas eden olmamıştır...
Gayb görülemeyen değildir.
Görünmeyen tarafa verilen isimdir.
Zira gayb mevcuttur.

Yu’minune bil gayb
Yunus da gayb insanlarının başında gelir...
Bu halkaya girenlerdendir...
Burası, karanlık derin bir umman ve ALLAH’ın en büyük sırrı...

Görünmede hüner yoktur.
Görünmeyeni görmede hüner vardır.
Yunus, giyim ve kuşam alâyiş haykırmıyor.
İç ve bâtın mamurlugunu mırıldanıyor:
Terennüm etmiyor.
Hâllerdeki edeb esrarını tanımayanların kârı olan bir duygusuzluk, teklifsizlik içinde bunun bu tarafı anlaşılamaz...
Kaba mantık çerçevesi içinde kobayca zaptı mümkün olmayan bu inceliğin izahı, sekizinci bir renk, dördüncü bir buudun târif ve tesbihini yapmağa çalışmak kadar çetindir...
Bu gibiler ALLAH dostudurlar...

Bunlardan ne denizdeki balık ne gökdeki kuş kaçar.
Sokulur yanına kırk yıllık dostmuş gibi...
Bunları izaha kalkmak gölgelerin derinliğini kulaç âletleriyle ölçmeğe kalkmak gibidir...
Bu bir sırdır...
O kadar...

Onlar HAKK’la olunca mahlûklardan hiç birini görmezler.
Eğer mahlûklar beşerîyet icabı gözlerine çarparsa onlan gökte şeffaf toz o zerreleri gibi görürler.
Onları dikkatle inceleyecek olurlarsa yerlerinde hiç bir mevcut bulamazlar...
Onun için Yunus:

“Ete kemiğe büründüm.
Yunus diye göründüm!”

Söyler...

İnsanlarda bilinemeyene, görülemeyene karşı bir anlama iştiyakı vardır. Bu iştiyakı arkasından kendisine hissettiren insan büyük insandır.
Yunus’tan bize ne?..
Evet bize birşey yok...
Fakat biz büyüklüğünü yâd ediyoruz güya...
Ete kemiğe bürünüp Yunus diye görünen büyük insanı.


Velî diyebileceğimiz insanlar:
Bir bakışda küflü ve rutubetli kalb hazinelerini ışığa sokarlar...
Bu bambaşka bir yoldur.
Demircilik isteyen, kuyumcuya baş vurursa gülerler.
Böyle insanlar hakiki bahar rüzgârı gibidirler.
Bir yerde durmazlar.
Fırtına yapmazlar.
Bütün gülistanı dolaşırlar...

Gece gökteki aya bak…
Havuza aksetmiş aya bak…
Her ikisi de başka başka…
Burada çok ince bir hadise cereyan eder.
Milyonda bir farkındadır bu hadisenin...

Biri hakikidir ki hayaldir.
Biri hayaldir ki hakikidir.
Bu lâf çok düşünmeye değer.
Bunda ummadığınız ilâhi bir sır gizlidir.
Bulabilirsen kalb gözüne bir pencere açılır...

“Hoca Nasrettin” in güzel bir fıkrası vardır.
Bu hakikati ince bir nükte ile açıklar...

Gece havuzda ayı görmüş:
“Zavallı havuza düşmüş!” demiş…
Boşaltmaya koyulmuş...
Koskoca havuzu...
Saatlerce...
Nihâyet arka üstü düşmüş...
Başı yarılmış..
Bir de bakmış ki ay gökte...
“Başım yarıldı amma... Seni de göğe çıkardım!..”


Gözün buğusundan gönlün kaynayışını sezen insan bulutu anlar...

Yunus niçin geldi?
Ne söyledi?
Ne yapabildi?..


Şunu haykırdı: Kudret âlemine cehâlet ayağı ile vurmayınız!
Şunu öğrenmek istedi: Siyahla olduğunuz zaman beyazı unutmayınız!

Bu günkü medeniyet ve dünya tıpkı bacaklarından biri alabildiğine uzamış, diğeri kısa kalmış topal bir yolcuya benzemiştir.

Yunus’un divanında şu şöyle olacaktı...
Mezarı şu vilâyettedir.
Yok filân yerdedir.
Filân asırda yaşamıştır.
Yok filân vesika şöyle diyor.
Filancanın tetkikatı şunu bildiriyor.
Bunlar lâkırdı amma...
Sonu ne?..

Büyük insan her yerde yatar...
Her vilâyette, bucakta, köyde mezarı vardır.
Makamı vardır...

Yunus hakkında kütüphânelerce kitap bir şey ifade etmez.

Mânevî olgunluk, fazilet, doğruluk, hasletlerini ruha nakşedip O’na benzemeğe bak!..
O zaman Yunus vazifesini yapmış sayılır...

ALLAH dostu ile arkadaşlık aslanla yan yana yürümek gibi insana emniyet ve mânevî haz verir.


Kafasında HAKK bilgisi olmayan cahildir.
Velev ki Dehrî gibi bilgili olsun.

Gönlünde HAKK aşkı olmayan gâfildir.
Velev ki dirâyetleriyle karşısındakilere parmak ısıttırsın.

İşinde ALLAH rızası gözetmeyen zâlimdir.
Velev ki Dünyalar kadar iyilik yapsın.

Hakiki saadetin anahtarı mihrab denilen oyukta asılıdır….
Yunus için konuşmam bu kadar.
Dikkat ettiğim şey, benden o ALLAH dostunun üzerine bir gölge düşmesin.
İşte o kadar...


الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
Resim---“Ellezine yü'minune bil ğaybi ve yükiymunas salate ve mimma razaknahüm yünfikun : Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.” (Bakara 2/3)


Alâyiş : f. Bulaşıklık, bulaşma. * Debdebe, tantana, gösteriş.

İştiyak : Fazla arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği gelmek.

Dehrî : Dehr ve zamana dair ve müteallik. DEHRİYE : Devre ait. Zamana dair ve müteallik. * Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

Oruç
Dr.Münir Derman Kuddise-i sirruh

Resim

Allah Dostu Der Ki
Cilt1



İslamların en büyük ibâdetlerinden biridir ki, hiçbir veçhile içine riyâ giremez.
Bu ibâdetledir ki, insan ruhu, maddî bağlarından muayyen bir müddet için ayrılarak manevî bir inşirah ve istirahate çekilir.
Hazret-i Resûl'e vahyolunan Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiğine göre oruç, ALLAH'ın, kendisine inanan ve tapanlara bir emr-i mübârekidir.
Gün doğmadan başlayan, güneş batıncaya kadar her türlü yeme ve içmeden, telezzüz-ü şehvanîden kendisini kendi kendine men'eden oruçlu bir insanın salâbet-i ruhîye ve rûhâniyesi önünde hiçbir mantık eğilmeden kendisini geri alamaz.

Orucun maddî bakımdan vücût makinasına yaptığı büyük tesiri kısaca mütalâa edersek; yiyeceksiz kalış, ilk önce açlık duygusunu uyandırır, bazan sinir bozukluğu ve nihâyet yorgunluk hissini ortaya atar.
Daha çoğu ruhî ve daha azı maddî gibi görünen bu rahatsızlıklar vücud makinasında ehemmiyetli olan birtakım gizli vücud çalışma hâdiselerini tahrik eder.
Karaciğerdeki şekerler, deri altındaki tabakalar ve adeledeki yağlar, beze ve karaciğer hücrelerinde protein'ler harekete geçerler.
Bütün uzuvlar, maddelerini, iç muhitin ve kalbin tamamiyetini muhafaza için, fedâ ederler.
Bu sûretle bir sene durmadan ve dinlenmeden çalışan insan makinası, nesiçlerini temizler ve değiştirir.
Bu değişme bir senelik yorulan ve kendisinde kimyevî birtakım maddeleri biriktiren uzviyetin insan ruhiyatı ve arzularına bağlı bâzı itiyat ve isteklerini değiştirir; yerine daha taze, daha canlı, ruh ve madde çalışma sistemini husule getirir.

Hastalıklarda, hekimlerin tavsiye ettiği istirahat, hasta uzviyetinin normal vaziyetini alması için vücudun hücrelerine yeniden bir hız vermekten başka bir gayeye matuf değildir.

İnsanın farkına varmadığı uzviyetinin hücre ve nesiçlerinin bir senelik yorgunluğu, ancak oruç ile, temizlenmek ve kuvvet bulmak imkânına sahibolur. Günün erken saatlerinden başlayarak, 12-14 saat aç duran bir uzviyetin maddî çırpınışı ile onun taşıdığı ruhun bir rahatlık deryası içinde çalkanışını, bu uzun saatlerin sona ereceği dakikalarda, duymak ve ondan ruhanî bir zevk hissesi koparmak itiyad-ı diniyesine mâlik insanlara, ne mutlu!

12-14 saatlik bu alışkanlığın verdiği ruhanî zevk târif çerçevesine ve tavsife sığmaz...
Ruh adetâ cesede küçük bir isteme kabiliyeti bağı bırakarak namütenahi kâinatın ihtizazları içine karışıyor...
Fakat bu ihtizazlar ancak kâmil, bilgi ve ilim peşinde koşup onun verdiği büyük kuvvetle yoğrulmuş kafa taşıyan müslüman insanlarda kendisini hissettirir...

O hâlde oruç; insan ruhunun uzviyetine bir hız veren taahhüdüdür.
Kur'ân-ı Kerim'e göre:
“İlâhî ve beşerî her taahhüd mukaddestir.”
O hâlde hakikî oruçlu olan insan, mukaddes uzvî ve ruhî bir durum almış olacaktır.

Buraya kadar fertler topluluğunun emr-i ilâhî olarak yapmaları istenen büyük sıhhî ve ruhî kaideler teşrih edildi.
Bu umûmî kaideler içinde fertlerin teker teker yükselme istidad ve arzusunu taşıyanlara ait öğütleri bulup çıkaracağız.

Hicret vuku’a gelmeden evvel Medine'de fevkalade çok sıtmalı.
Senede yüzlerce kişi sıtmadan ölür ve ızdırab çekerdi.
Resûl-i Ekrem Medine'yi teşriflerinde Medine'nin etrafını çok bataklık görmüş ve sıtmanın bu sulak ve pis yerden geldiğini söyleyerek bu işe önayak olarak bir defasında 30 bin hurma fidanı diktirmiştir.
Ve bataklıkları kurutmuştur.

Ebu'l-Berekât'ın bitabında yazılıdır:
“Bir yerde hastalık çıktığı zaman o yerde bulamıyorsanız başka tarafa gitmeyiniz, başka yerde hastalık vana o tarafa da seyahat etmeyiniz!” buyurarak ilk karantina usûlünü vaz'eden Cenâb-ı Peygamber'dir.
Bütün hastalıklarda himye, yâni perhizi musirrane tavsiye eden bütün devâların başı budur, diyen Ulu Peygamber'dir.

ALLAH'ın takdir buyurmuş olduğu ömrü rahat yasamak, huzur içinde geçirmek, rızâ-i ilâhîyi kazanmak için: “şunlara kat'iyyen riâyet ediniz!” buyuruyor:
1 - Daima taze yemeklerden yiyiniz!
2 - Çok sıcak ve çok soğuk yemeyiniz!
3 - Çok çiğneyiniz, yavaş yemek yiyiniz!
4 - Yemeğe oturmadan ellerinizi yıkayınız!
5 - Daima yemekten iştihah olarak kalkınız, çok yemeyiniz!
6 - Yemeklerde çok su içmeyiniz!
7 - Kışın daha ziyâde yağlı yemekler, yazın serin yiyecekler ve sebze yiyiniz!
8 - Yemeklerinizde hurmayı eksik etmeyiniz!
9 - Üzüm, hurma, zeytin ALLAH'a şükretmek için size afiyet ve kuvvet verir.
10 - Yorulduğunuz zaman tatlı yiyiniz!
11 - Kırık, çatlak kâselerde yemek yemeyiniz, su içmeyiniz!
12 - Yemeklerde daima neşeli olunuz! Yalnız yemek yemeyiniz!
13 - Yemekten sonra daima dua ederek şükrediniz!
14 - Ayda bir gün muhakkak oruç tutunuz, vücudunuz dinlensin.
15 - Bal yiyiniz, bin derde devâdır.

Bu tavsiyeler binlercedir.
Okuyucularıma bu tavsiyeler gâyet basit gelecektir.
Fakat 1300 sene evveline bir seyahat ederlerse akıl durduran bir hâdise ile muhakkak karşılaşacaklarını anlayacaklardır.
Bunlardan hiçbiri bugün değişmemiştir.
Değişemez ve değiştirilemez de...
Bu kadroya giren her hâdise büyük, cihanşümul ve ilâhî olur..
Son senelerin keşifleri dünya tıbbini değiştirmiş, yeni bir devre sokmuştur.


Telezzüz-ü şehvanî : Şehvet lezzetleri.

İnşirah : Ferahlanmak, mesrur olmak.

Salâbet : Metanet, katılık, sulbiyet. * Peklik, dayanma. Sağlamlık. * Mukaddesatı korumak
hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik)

Nesic : (C: Nüsüc) (Nesc. den) Dokular.

İtiyad : (İtiyat) Alışkanlık. Huy. Âdet. Âdet edinmek
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

KADİR GECESİ
Dr. Münir Derman Kuddise-i sirruh

Resim

Allah Dostu Der Ki
1.cilt



Kadir gecesini her müslüman bilir, ta'zim eder.
Münkirler de bu geceyi bilir, fakat dillerini bu gece için oynatamazlar...
Bir kelime ile mübâreklerin mübareği bir gecedir...
Bu güzel geceyi anlatmadan evvel, gece nedir, onu biraz karıştıralım, sırlarını görelim, sonra da Kadir gecesini birlikte dolaşalım...

Gece, ruhanî...
Gündüz cismâni âlem remzidir...
Bütün muz'i ecrâm karanlığın nâmütenâhiliği içinde parlarlar...
Kendilerini ancak karanlıkta gösterebilirler veya bizim görme hassamız onları gece görebilir...
Bu iki ters cümle üzerinde biraz düşünmenizi dilerim...
Karanlık namütenahi mülk-i ilâhide, aydınlığa nazaran gök galiptir,
Ruhanî âlemdeki nûrun temsili kamerdir...
Kamer aynı zamanda ruhun âlemidir...
Bedr-i tam zamanında ruhanî çalışmaya delâlet eder...
Gece namazı Resûl-i Ekrem'e farzdır.

Niçin, Şakku'l-Kamer hadisesidir de, Şakku'l-Şems değildir?..
Hasefe'l-Kamer'dir de Kusûfe'l-Şems değildir?..
“Vecmüa’ş-Şems ve’l-Kamer”dir de niçin “Vecmie'l-Kameri ve'ş-Şems” değildir?
Kudret-i Sübhaniye “Es SETTÂR” esmâsı kanalından tecellî eder de ondan...
Ecrâmın karanlıkta parıldaması ibâdetin karanlıkta olanı parlar olacağına işarettir...
Güneş aya giriyor...
Niçin ay güneşe girmiyor?..
Hem ay küçük olduğu hâlde...
Bütün mevcudatın ve mahlûkâtın yok olacağına ve SETTÂR'ın içinde kaybolacağına işarettir...
Aynı zamanda kıyamete işarettir...

Rûhâniyetin daimî olarak cismaniyete hâkim olduğunu ifâde eder.
Bundan dolayı gündüz ile gece yapılan ibâdet arasında muazzam fark vardır...
Gündüz cesedin ibâdeti, gece ruhun ibâdeti yapılır.
Mi'râc bile gece vakti olmuştur...
HAYY esmâsının tecellîsi daima SETTÂR esmâsiyle kapanarak, örtülerek olur...
Hangi tohum örtülmeden intaş eder?
Arı, balını yaparken kimseye göstermez...
İnsan alâkası gizli olarak büyümeğe baslar...
Ölünün cesedi bundan dolayı defnedilir...

Vahy gelirken “Üzerimi örtün!” diye Cenâb-ı Resûl'ün buyurması, sıcak iklimde üşümesinden değildir...
“Beni örtün!”
Vahyin şiddetinden husule gelen ihtizazın örtülmesini, görünmemesini, SETTÂR esmâsına karşı olan edeb için örtülmesini emir buyurmuştur...
Cenazeyi tekfin de bu edeb için yapılır...
Setr-i avret, HAYY esmâsının tezgâh ve teferruatı olan yerler için emir olunmuştur...
Edeb yeri aşikâre olan hiçbir canlı mahluk yoktur...
Hepsi fıtrî yaradılış icabı bir uzuv kısmıyla örtülüdür...
Kimini kuyruk, kimini gulfe, kimini kıl, kimini tüy örtmektedir...
Yalnız insanlarda bu gibi yaradılıştan teşrihi bir örtü olmadığından, (bu yaradılış murad-ı ilâhîdir) insanlara telebbüs lüzumu, te'sirat-ı hariciyeden sıyanet bahanesiyle setr-i avret mecburen ve habersiz yaptırılmıştır...
Örtü SETTÂR'ın naibidir.
Esmânın dünyada naibi varsa evvelden mevcuddur.
Naibi yoksa sonradan emirdir..
Bu, büyük dînî hakikatlerin bir kapı aralığıdır.
Bunu anlayan, kapı aralığından hakîkatların illetlerini, sebeplerini, niçin öyle olduklarını, nehiylerinin esasını anlamış olur.
Bâzı cümle ve kısa anlatışlar binlerce kelimenin, yüzlerce lâfzın küçültülmüş ve akla sokmak için hazırlanmış usûl ve yollarıdır...

Gece ve geceler insana daha yakındır gündüzlerden...
Resûl'ün sırtındaki siyah mühr-ü nübüvvet,
Dünyada siyah ırkın bulunması,
Bu siyah derili insanların yaradılışındakî hikmeti düşünüp anlamak herkese nasip değildir...
Hacer-i Esved,
Kâbe örtüsünün siyah oluşu insanları düşündürmelidir.
Bunlar tesadüfi şeyler değildir...

HÂLİK: “Geceye kasem ederim!” diyor.
Karanlık yere daima her cansız cisim bile hürmet ediyor.
Farkında mısınız?..

Güneşin ziyâsında birçok dalgalar mevcuddur.
Fakat aydınlık dalgaları hailleri geçmiyor; geçemiyor değil...
Dikkat buyurun...

Karanlığı aydınlatmamak için röntgen şua’ı her şeyi delip geçiyor.
Fakat kendini göstermiyor, kendi görünmüyor...
Gündüzü mü seversiniz, geceyi mi?..
Ne söylerseniz inanılmaz, muhakkak geceyi seversiniz.
Çünkü insanların yaradılışında gizli bir istek vardır..
Geceyi sevmek...
Hakikî sevgi ve kulluk gece belli olur.
Fosforun gece parlaması tesadüfi bir şey değildir;
Bir hikmetin ve bir sırrın gizli kapaklı izah ve ifâdesini haykırmaktır.
Fosfor böceklerinin zikri gecedir.
Ondan dolayı her bağırışlarında parlar, sönerler...

O hâlde gece:
l - Geceye “Kasem-i İlâhi”, verilen ehemmiyet ve kıymetin ifâdesidir,
2 - Güneşin küçük ay’a girmesi, SETTÂR'da her şeyin eriyeceğine,
Geceye verilen kıymetin ifâdesine, bir gün kıyamet kopacağına delâlet eder.
Şimdi geceyi târiften sonra KADÎR Gecesine gelelim:
Bu târif edilen gecelerden birisi değildir Kadir gecesi...
Ed-Duhan Sûresinin 4 üncü âyetinde zikredilen gece..
Bu gece, Kur'ân kül hâlinde Levh'den inmiştir...
Sonra senenin içindeki bir gecede de, parça parça inmeğe başlamıştır.
Bakara Sûresinin 185 inci âyetine göre, Ramazan ayına tesadüf eden bir gecedir.

“Biz onu Kadir gecesi indirdik...”
“Kadir gecesini Ramazın'ın son haftasında arayınız...”
Elimizde ALLAH ve Resûl'den müntakil bilgilerimiz bunlardır...

Kadir gecesi, muayyen bir gece değildir.
Bir sene tek gecede, bir sene çift gecede olmak üzere seyr ve intikal eder...
Ramazan ayı da o geceye tesadüf etsin diye mevsimlere göre değişir.
İnd-i ilahîde evvelce böyle bir gece murad ve tesbit edilmiştir...
Ramazan daima bu gecenin bulunduğu aya tesadüf eder.
Kur'ân-ı Kerîm'in bu gece inmesi Tensîb-i İlâhidir.
Ramazan ayı kamere göre olduğundan, senenin diğer muhtelif mevsim ve aylarında seyr ve intikal eder.
Buna nazaran, Kadir gecesi, İnd-i İlâhide sabit ve muayyen bir merkez noktasıdır.
Güneş muayyen bir burca dünyayı aldığı zaman bahar nasıl geliyor, nebatat uyanıyorsa,
senenin muhtelif zamanlarına ve mevsimlerine tesadüf eden kamerî Ramazan ayı o gecenin zarfı mahiyetindedir.
Herhangi gece, “O Kadrin, şerefin merkezine” geldiği zaman Kadir gecesi oluyor,
Kadir ismini alıyor,
Rahmet açılıyor...
İnd-i İlâhîde sudûr muayyen bir zamanda oluyor.
O hangi geceye tesadüf ederse Kadir ismi ona intikâl ediyor...
Gece sabit değildir.
Rahmetin sudûr merkezi sabittir.
Sudûr muayyendir.
Muayyen bir zamanda oluyor.
Tesadüf ettiği geceye şerefini saçtığından o gece Kadir gecesi ismini alıyor.
“Gök kapıları açılıyor diyoruz...”
Dedelerimizden gelme güzel bir tâbir.

Şerefin, kadrin, rahmetin sudûru İnd-i İlâhîde muayyendir..
SETTÂR ile örtülü olduğundan o sudûr zamanı bir geceye tesadüf ediyor.
Rahmetin sudûru hangi geceye tesadüf ederse o gece sudûrun şerefine mazhar olduğundan Kadir gecesi ismini alıyor...
Bu sûretle bütün senenin geceleri bu şerefe mazhar oluyor.
Ve SETTÂR'ın görünür naibi olan geceler Kadir şerefinden nasibini alıyor...
“Adâ-let-i İlâhî”...

“Gece;
Karanlık zamanıdır,
Câhiliyyet devridir,
Cihanın hakîki irfan ve nurdan mahrum olduğu zamandır.
Resûl-i Ekrem gelmeden evvel insanlığı böyle bir gece sarmıştı.
Böyle karanlık bir gecede, bir devirde insanlık nûrlara garkoldu, karanlıklar kalktı, Resûl'e gelen vahy ışıkları ile parladı.” diye tefsir ve târifler de mevcuddur.

Gece, cehâletin remzi olamaz...
Nûr geceden çıktığına göre nasıl olur?..
Cehâleti gideren de geceden çıkan nûrdur...
Yıldızlar gece parlarlar...
Bu bir âyettir...
Geceyi cehâlete remz ve temsil yapmak biraz edeb dışı bir iştir..
Belki de inanmayanların aklına dökememek aczinin verdiği garip bir târif olup, nezaketten doğmuştur bu tefsirleri...
Bin geceden hayırlı olan bu gece diğer geceleri küçültmez.
Her geceye nasip olduğu için her gece bu gecenin feyzinin ışıklarına sırası geldikçe çarpıyor...
Fecirde ışıklar başladığı zaman gece Kadirlikten çıkıyor.
Nasibi bitiyor demektir.
O hâlde gece nasıl câhiliyyet remzi oluyor?..
Olamaz!..
Gece ve geceler olmazsa nûrun kıymeti kalmaz, nûr, feyz görünmez...

Gül kokusu, gülü bıraktığından koku her tarafa yayılır...
Koku görünmez, yayılır.
“Benden sonra Peygamber yoktur.” mübârek sözü ALLAH'ın bir ihsanıdır.
Bu söz Resûl-i Ekrem'in dîninin şeref perdesidir.
Bu gül kokusu,
Bu ihsan,
Bu şeref,
Kadir gecesi hürmetine beşerîyyete Resûl ile bildirilmiştir...
Bundan nasibi olan korkmaz.
Zâten haktan gayrı olan varlıktan korkmak gizli bir şirkten başka bir şey değildir.
ALLAH'a dayananın korkusu olmaz, olamaz da...

Kadir gecesi idi...
Hastalığı ilerlemiş, ateşler içinde yatıyordu...
Dudaklarından ALLAH'ın mübârek kelimeleri süzülüyor...
Sevgili kızı başucunda idi.
Gözlerinden inci daneleri sedasız dökülüyordu...
Kızının güzel gözlerine fersiz gözlerini dikti:
“Sevgili kızım, Kadir gecesi bu gece değil mi?” dedi.
Kızı:
“Evet baba!” der gibi gözyaşlarını eliyle sildi.
Baba, tekrar, kızına baktı:
“Artık ayrılmak zamanı geldi! Yolumuza gidelim, Ben ölmeğe sen yaşamağa kızım... Hangisi daha iyi?.. Bunu ALLAH'dan başka kimse bilemez…” dedi.
“Kadrin rahmet, şeref ve kokulariyle gidiyorum...”
Resûl'ün mübârek ismini anarak ruhunu teslim etti...
Fecr ışıklan başlarken…
Bu ALLAH'ın velîsi her zaman şöyle dua ederdi (Duası kabul oldu da Kadir gecesi ruhunu teslim etmişti) :


“Ey gözlerin görmediği,
Fikirlerin varamadığı,
Öğücülerin övemediği,
Hadisatın değiştiremediği,
Mesâib ve belâyanın korkutamadığı,
Zât-ı Ecellâ!..

Sen ki;
Dağların kaç miskâl,
Denizlerin kaç litre,
Yağmurların kaç katra olduğunu,
Ağaçlarda kaç yaprak bulunduğunu,
Üzerlerine kaç gecenin karanlığı yayıldığını,
Kaç gündüzlerin aydınlattığını bilirsin!..

Senden;
Hiçbir gök öbür göğü, hiçbir yer diğer bir yeri örtüp gizleyemez.
Hiçbir deniz kenarındakini, hiçbir dağ sinesindekini saklayamaz.
Ey bu evsâfı celile ile mevsuf olan Kaadir-i Mutlak!..
Lütfet de benim ömrümün en hayırlı zamanını son dakikam ve en düzgün işimi işlerimin en sonu kıl!..
Günlerimin en mübareğini de sana kavuşacağım gün eyle!..
Yâ Erhame'r-Rahîmin!..”


O gün Kadir gecesi fecr ile ölmüştü…


Muz'i ecrâm : Yıldızların çoğu.Remz : İşaret. İşaretle anlatmak. * Güç anlaşılır. * Gizli ve kapalı söyleme.

Nâ mütenahi : Sonsuz.

Bedr-i tam : Dolunay.

Delâlet : doğru yolu göstermek işi.

Şakku'l-Kamer : Resûlullah (sav)’in mücizesi olan Ay’ın ikiye ayrılması.

Hasefe'l-Kamer : Ay tutulması

Kusûfe'l-Şems : Güneşin kırılıp ikiye ayrılması.

İntaş : (Tohum) toprakta çimlenme

İhtizaz : Titreyiş.

Telebbüs : Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak.

Setr-i avret : avret (ayıp olan) yerlerin örtülmesi.

Te'sirat-ı hariciyeden sıyanet : Dış tesirlerden koruma.

Settâr : Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten. (Rabbımız)


حم
وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ
إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُّبَارَكَةٍ إِنَّا كُنَّا مُنذِرِينَ
فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ

Resim---“Hâ-Mîm,
Andolsun o Kitab-ı Mübîne ki
Biz onu mübarek bir gecede indirdik.
Çünkü Biz uyarıcıyızdır.
O gecede her hikmetli buyruk ayrılır.”
(Duhân 44I 1-4)

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ
Resim---“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak kendisinde Kur’ân indirilen aydır…..” (Bakara 2/185)


Aşikâre : f. Belli, meydanda, açık. Bedihi.

Fıtrî : Doğuştan, yaradılıştan, fıtrata âit ve müteallik. Hayat kanunlarına uygun.

Gulfe : Zekerin sünnet edilecek derisi.

Teşrih : Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak. * Tıb: Bir cesedi kesip parçalaraayırarak incelemek.

Telebbüs : Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak.

Sıyanet : Koruma veya korunma. Himaye veya muhafaza.

Naib : Birisinin yerine onun işlerini yapmaya yetkili kişi.

İllet : Herhangi bir şeyin var olması için lâzım gelen sebebler.

Nehiy : Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin menfi şekli.

Mühr-ü nübüvvet : Peygamberlik mühürü. Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.) iki omuzu arasındaki (sırtındaki) peygamberlik işareti.

Hacer : Taş, kaya. * İsmail Peygamber'in anasının ismi.

Esved : Çok siyah. kara renkli olan.

Hacer-i Esved : Kâbedeki kudsal kara taş.

Röntgen : Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır. * Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.

Şua’ : Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.

Hail : Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran.

Kasem : Yemin. Ahdetme.

Levh : Görünen ibretli manzara. * Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük. * Seyredilen yerin çizili sureti. * Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey. * Şimşek çakmak. * Susamak. * Zâhir olmak. * Çalıp almak.

Müntakil : (Nakl. den) intikal eden, geçen. Bir yerden bir yere göç etmiş, taşınmış olan. * Miras kalmış. * Karine ile sözün gelişinden anlayan.

İndillah-İnd-iİlâhi : Allah'ın indinde. Allah'ın nazarında.

Tensib : Uygun görmek. Münasib kılmak.

Seyr : Yürüyüş. * Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme. * Görülecek şey ve yer. * Uzaktan bakıp karışmama. * Yolculuk.

Burc : Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi. * Tek hisar kule, kale çıkıntısı. * Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.

Nebatat : Bitkiler.

Zarf : Kap, kılıf. Mahfaza. * İçine mektup konulan kılıf kâğıt. * Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına "yer, zaman, mâhiyyet" (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını belirten kelime.

Sudûr : Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar

Muayyen : Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tâyin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.

Nezaket : Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.

Mesaib : Musibetler. * Güçlükler.

Miskal : Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. (Bir kırat, beş normal arpa ağırlığında olup, bir dirhemin 1/14 üdür.)

Katre : Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey.

Evsaf : vasıflar, sıfatlar.

Mevsuf : Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen. * Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan.

Kâdir : Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)

Mutlak : Salıverilmiş. Itlak olunmuş. Serbest. * Kat'i. Şüphesiz. * Aslâ bir şarta bağlı olmayan. Yalnız, tek. (Bak: Itlâk)
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »



RÜHANİYET-İ RESÛLULLAH'IN HAKÎKÎ MÜMİNE İLTİFATI
Dr.Münir Derman Hz.
ALLAH DOSTU DER Kİ -1-

Bundan 26 sene evvel, küçük bir kasabada devlet hizmetinde doktorluk yapıyordum.
Kasabaya gelişimden 6 ay sonra 80 yaşlarında, beş evlâdını harb meydanlarında şehid olarak bırakmış, hayatta ancak ellibeş yaşında çocuksuz dul kalmış kızının çamaşır yıkayarak temin ettiği nafaka ile geçinebilen Hüsnü Dede isminde zaif, fersiz gözlü, nûranî yüzlü bir ihtiyarı kazanın müftüsü bana gösterdi:
“Doktor Bey! Bu zât, Kur'ân'dan bir iki küçük sûre ve Elham'dan başka bir şey bilmez. Para verirsin almaz, bulursa ekmeği suya batırarak yer; garip olduğu kadar hoş, sessiz, hakîkî bir mü'mindir.”
Bir gün:
“Kasabamız zenginlerinin, nedendir bilmem, şefkat ve yardım kolları kısadır.Kızılaydan bu zavallı ihtiyara yardım yapabilir miyiz?” diyerek hükümetteki daireme gelmişti.
Ben :
“Müftü efendi, bu adamcağıza ben bir fırın göstereyim oradan her gün iki ekmek alsın, haftada da beş lira cebimden yardım yapayım. Amma kendisi bunu şahıstan değil Kızılaydan aldığını bilsin.” dedim.
Böyle yapmamın sebebi o küçük kazada Kızılay teşkilâtı olmamasındandı.
Müftü memnun oldu ve bu düşündüğümüz işi tatbike başladık.
Bu hâl dört sene sessizce devâm etti.
Hüsnü Dede bâzan câmiden çıkarken değneğine dayanarak daima yaşlı olan gözlerini silerek bana dua ederdi.
Bir gün:
“Doktor bey, ben ölürsem gazhânenin yukarısındaki mezarlık var ya, onun en tepesine beni gömdürür müsün?” demişti.
Aradan birkaç ay geçmiş, bugünkü gibi hatırlıyorum,
Eylül ayı 22 nci günü, hava soğuk,
Bir rüya görmüştüm;
Yemyeşil bir üzüm bahçesinde dolaşıyordum.
Karşıdan Hüsnü Dede bana:
“Doktor Bey, bana üzüm verir misin?” dedi.
Uyandım; Eylül 23, evimden çıktım.
Rüzgârsız bir hava, hafif hafif kar başladı.
Hükümete gidiyordum.
Sağ tarafta küçük bir meydanlığın dibinde büyük bir kahve vardı.
Kahvenin önünde bir ağız münakaşası işittim, oraya yanaştım.
Dinç, sakallı, iriyarı bir adam orta cesamette bir sepetin içinde siyah üzümler getirmiş, bir manav da bunu almak istiyor.
Kilosuna 60 kuruş istiyor.
Manav :
“Baba sen delirdin mi, bundan bir ay evvel 10 kuruşa üzüm satıyorduk”.
Üzümcü :
“Oğlum bu son üzümdür. Son üzüm, ben sakladım bunu, şimdi getirdim; ister alırsın, ister almazsın.” diyordu.
Üzümcüye yanaştım:
“Amca iki kilo üzüm ver.” dedim. Tarttı.
Kahvenin yanındaki bakkaldan bir kesekâğıdı alarak üzümleri koydum.
Daireye, geldim.
Kar devâm ediyordu.
Dairenin alt katında Müftülük dairesi vardı.
Müftüyü aldım yanıma, bir de sağlık memuru alarak kasabanın son evlerinden başlıyan küçük bir tepenin yamacında bulunan kulübe şeklindeki Hüsnü Dede'nin evine gittik.
Sağlık memurum evin kapısına yanaştı, seslendi:
“Hüsnü Dede! Doktor Bey geldi. Müftü Efendi de var!”.
Yaşlı kızı kapıyı açtı, biz hemen odanın içindeydik.
Ben:
“Hüsnü Dede, sana üzüm getirdim!” deyince:
“Doktor Bey! Ben bu gece seni üzüm bağında gördüm, üzüm de istemiştim. Bunu nereden biliyorsun?” dedi.
Titrek elleriyle üzümden üçbeş tane yedi.
Hüsnü Dedeyi muayene ettim.
Senelerin erittiği vücudda artık öteki tarafa niyetli olduğunu belirten emareler görülmeğe başlamıştı.
Yarım saat sonra yanından ayrıldık.
Ertesi günü Müftü Efendi, ben, sağlık memuru tekrar Hüsnü Dedeyi erken saatte görmeğe gittik..
Hüsnü Dede zâten 26 günden beri yerinden kıpırdıyamıyor.
Bana:
“Doktor Bey! Gazhanenin Üstünü unutmadın değil mi?” dedi.
“Ben artık yolcuyum. Bana hemen şimdi Kur'ân oku.” dedi.
Okumağa başladım.
Aşağı yukarı 6-7 âyet okudum.
Birdenbire Hüsnü Dede ağlamağa başladı:
“Beni kaldırın! Kaldırın!..”
Müftü efendi, ben, sağlık memuru yatağından Hüsnü Dede'yi ayağa kaldırdık.
Koltuk altlarından tutuyorduk.
Bütün vucudu kollarımızdaydı.
Birden:
“La İlâhe İllaALLAH Muhammedu’r-Resûlullah” dedi.
Gözlerini küçük kulübesindeki pencereye doğru dikti.
Yüzünde bir tebessüm belirdi ve yüksek sesle:
“NiÇiN ZAHMET BUYURDUNUZ YÂ RESÛLULLAH!”
derken Hüsnü Dede kollarımızın arasında ruhunu teshin etti.
Bir anda odayı hiçbir kokuya benzetemiyeceğim ve kelimelerin belâgatiyle bile ifâdesi gayr-i mümkün hoş bir koku kapladı..
Bugün rahmetli olan Müftü Efendi yüksek sesle tekbir getiriyordu,
İkinci günü Hüsnü Dedeyi bana söylediği Gazhanenin üstündeki toprağa vermiştik.
Bu canlı hâtırayı okuyasınız diye sizlere anlatmamın sebebi,
Hüsnü Dedeyi geçende rüyamda gördüm.
Bana dedi ki:
“Doktor Bey! Beni unuttun mu?”
Sebep budur.
Nûr içinde yatsın Hüsnü Dede!


Nafaka : Yiyecek parası. Geçim için lüzumlu olan şey. * Geçindirmeğe mecbur olduğu kimselere veya çocuklarına mahkeme karariyle verilen iaşe parası.

Belâgat : Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek. * Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye, ilm-i belâğat denilir.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »



BiR ALLAH DOSTU RÜYASINDA GÖRMÜŞ DE ANLATIYORDU.
BEN DE ONDAN DİNLEDlM. SiZ DE BENDEN DİNLEYİN


Dr.Münir Derman Hz.
ALLAH DOSTU DER Kİ -1-

Aynaya bakıp, kendi mübârek yüzünü görünce:
Hamdolsun ALLAH'a, beni kusursuz yarattı, yüzümü güzel halketti ve beni müslümanlara kattı!..
diyen, dünyanın en mütevazı, temiz ve hâlûk insanı Hazret-i Resûl-i Ekrem,
insanların en güzeli, en cömert, en cesuru, en merhametlisi idi...

Bir gün huzuruna giren bir adam O'nun heybetinden titremeğe başladı.
Biraz sonra adam kendine geldi...

Ben padişah değilim! Kureyş boyundan kurumuş etle geçinen bir kadının oğluyum ancak.

Sözü apaçık söyler, kim duyarsa anlar, söylediğini üç defa tekrar ederdi.
Başını hiçbir tarafa döndürmezdi, icabederse gövdesiyle dönerdi.

Ancak bir kulum ben, kul gibi yerim, kul gibi otururum, kul gibi içerim! diyen Resûl-i Ekrem; nâlinini kendi Ta’mir eder, gömleğim kendisi yamardı...
Evini süpürür, toprak bir kapta yemek yer, bir post üstünde yerde yatardı.
İcabettiği zaman bu mütevazı büyük insan Semâvâtı gezerdi...
Boyu ortaya yakın uzunca, omuzlarının arası geniş, değirmi yüzlü, saçları siyahtı.
Ayağını yere kuvvetle basardı.
Göğsü ile göbeği birdi, gülünce dişleri inci gibi parlardı.
Pembe beyaz benizli, başı büyükçe, nûrlu güzel yüzlü, kirpikleri sık, ince ve uzundu.
Gözleri kudretten sürmeli, içine bakmağa imkân olmayan, her iki âlemi gören mübârek gözlerinin rengini târif etmek imkânsızdı.
Yatarken, kalkarken, ilk işi dişlerini misvaklamaktı.
Kızdığı zaman yanakları kızarır, ayakta ise derhâl oturur, oturuyorsa bir yere dayanırdı.
Yolda giderken çocuklara rastlayınca daima onlara selâm verirdi...

Yaşayışım da ölümüm de hayırdır size. diyen Resûl-i Muhterem'in şefâatına ALLAH cümleyi nâil eyleye!..

Huzur : Hazır olmak. Mevcud bulunmak. * Hürmet edilmesi lâzım gelen kimsenin yanında olmak. * İbadet neticesi hâsıl olan rahatlık, gönül ferahlığı.

Nâlin : Ayağa giyilen terlik.

Ta’mir : Bozuk şeyi düzeltmek. Eski şeyi düzeltip yeni hâline getirmek.

Post : f. Tüylü hayvan derisi. * Mc: Makam, mevki.

Semavat : (Sema. C.) Gökler, semalar.

Beniz : yüz, çehre.

Şefâat : Şefaat etmek. Af için vesile olmak. * Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allahu Teâlâ'dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.

Nâil : Muradına eren, nâil olan, ele geçiren. Erişmiş.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »



TASAVVUF DERLER

Tasavvuf derler...
Mutasavvuflar vardır...
Tasavvuf hakkında yazılmış kitaplar vardır...
Her telden bir ses...
Güzel sözler...

Tasavvuf; ALLAH’ın bir sırrıdır, insanın iç âleminde gizli bir sır deryasıdır...
Öğretilmez, öğrenilmez.
Târif edilmez.
Ulaşılır, varılır belki...
İşte o kadar...

Tasavvufî kitaplar vardır.
Tasavvufî sözler vardır.
Tasavvufî cümleler vardır.
Menkıbeler, hikayeler yardır.
Bunlar aslında yoktur…
Tasavvuf, ulaşılan manevî bir kemâl, bir makamdır.
Yaşanır...
O ne târif edilir.
Ne söze, ne kelimeye gelir...
Bir perde arkasıdır.

Tasavvuf hakkında suâl sormak bile abestir,
insanın iç âleminde varılan ve yaşanan bir hâldir..
Su, bardağa konan ile anlatılmış olmaz,.,

Tasavvufî söz, ötenin lakırdılarıdır.
Öte nedir?
Herkes kendi bilgisi kadar O’nu bilebilir...
Cesedi ile mekanda, gönlü ile sonsuzlukta olanların sözleridir.
İnsanın sonsuzluğa bakan gönül penceresinden kâinatı seyretmek makamıdır.
Yaşanan bir kemâl makamı...
Son söz:
Sessiz sözsüz asıl kendisiyle SOHBET-İ YEZDAN...

Bu hâl sözlerle öğretilmez..
Kitaplardan öğrenilmez.


ALLAH yolunda; Resûl-ü Ekrem’in ruhanî yardımıyla,
şikayetsiz çile,
usanmadan,
ne cesedî ne ruhî bunaltılara aldırmadan,
kimseyi incitmeden ve incinmeden bu dünya mekânında mekânsızlığa doğru yürümekle,
bir hâl içine girmekle mümkündür.
Bütün büyükler böyle söylemiştirler.
Hangi büyükler?..
Onu da bilmiyorsan.
Sözümüz yok!..

Ateş buz ile savaşırsa kim galip gelir?..
Buz erir su olur.
Suda ateşi söndürür.
Hangi ateş var ki suya sonunda mağlup olmasın...
Bu sözleri çocuk bile anlar.
Evet doğrudur...

Fakat bunun içindeki hikmeti:
Filozof başka düşünür.
Fizikçi başka türlü anlatır.
Matematikçi rakamların beliğ ifadelerinde herkesin anlayamayacağı formüller bulur.
Kimyacı, olayların, kâinat ahenginin nasıl şuûrlu bir intizamla islediğini, maddenin elementlerini formüle eder.
Birleşmeleri, kaynaşmaları ortaya koyar.,.
Hepsi bir sırrın çözümü peşindedir..
Bilmeden...

Veya akıl mantık, yolundan ayrılamaz.
Aslı olan suda boğulmak korkusu içindedir, insanın başka âleme açılmış tarafını sığdıramaz formüle...
Mantık ve akıl ile dış hükümler peşindedir.
En küçük atom ki maddenin ötesine madde âlemine bağlayan nokta.
Sürati, kavrama sığmayan çekirdek...
İhtimal ve tahmin formüllerinde gizli...
Bütün insanlık bu görünmeyen çekirdekle meşgul,..
Bütün bu fikirleri nazariyeleri düşünceleri, formüle edilmiş bilgileri harman yaparsak:

Herşeyin kâinatta iki yüzü vardır, deriz:

ALLAH’a bakan yüzü...
Eşyaya bakan yüzü...

Birincisi Lâ Mekân’a bağlı kısım...
Bilinmeyen, sonsuzluktaki durgun enerji, kudret menba’ı...
İsmine ne dersen de bir şey ifade etmez zira hepisi bir yerde toplanır...
Cansız dediklerimizde, elektronlar...
Canlılarda aynı fakat ismi başka “HAYY” olan kısım...
Herşeyin bir maddî element, birde ruhî elementi vardır.

Sessiz, sözsüz, kimsenin duymadığı bir lisanla söylenen lafları yine kendi duyma, anlama dilimize göre söylersek:
Maddesi dışta...
Madde ötesi ve güzellikleri ötelerin ötesinde.
Mekânda maddî element tükendi mi ötenin enerji elementi hemen öteye döner bir anda...
300.000 + Delta ә saniyedeki süratle...

Her an zamansızlıktan, mekânsızlıktan, akıl hududu mekâna ve zamana geliş vardır.
Yine her an zaman ve mekândan zamansızlığa ve mekansızlığa, aklın ötesine akış vardır.

Her şey iç içe, bu, alış veriş idrak edilemiyecek kadar hızlı olduğundan her şeyi birbiriyle kaynamış zannediyoruz.

Yokluk ve hiçlik mefhumu diye bir şey yoktur.
Her şey vardır.

Bu laflar insan aklının son tahammül hudududur.
Bunu anlayanlar...
HAKK’la birliktedirler. Secdededirler...

Kâinatta ne varsa ALLAH’ı tesbih ederler.
Siz bunu göremez anlayamazsınız...
Bu tesbih durduğu dakikada gördüğümüz kâinât yoktur.
Bütün kâinat. HAKK’ın güçlerinin, kudretlerinin mekânda görünüşüdür.
Bu güçler de HAKK’ın görünüşüdür.
Kâinatta herşey her an hem yok oluyor ve hem de tekrar var oluyor.
Ne tarafa bakarsan bak bu ahenk bu şuûr her yerde vardır.
O’nsuz boş yer yoktur…


Balık deryada yaşadığı gibi, bizde dünya yüzünde yaşıyoruz.
Buradaki şuûrlu ahenk de bizim deryamız...


Bu ahenk kaderdir.
ALLAH’ın en büyük Sırrı...
Bu sır hiç bir peygambere ve meleğe bildirilmemiştir.
Bozuldu mu ki böyle bir bozulma yoktur.
Bozuldu dediğimize tesadüf deriz.
Kaza ismini veriyoruz...
Alın yazısı, kader, kısmet diyoruz.
Bu ahenkli şuûru bu sözlerle tasdik ediyoruz demektir.
İnsan yuvarlak bir taşa basarsa düşer.
Suç taşta değildir.
Fakat taş orada olmasa insan düşmeyebilir.
Kendi yumruğun yüzüne hiç çarptı mı?
Bu lafı düşün.
Bir şey açıklıyoruz, böylelikle...

Bir ağaç ormanda devrilirse gök gürültüsü gibi ses çıkarır.
Ormanda kimse yoksa sesi kimse duymaz.
Ama yine ağaç devrilmiştir yıkılmıştır...
Dünya da bir orman oraya gir, dolaş!
Fakat elinde balta olmasın!..
Baltasızlık kadere inkiyaddır.
Sâkin ol!..

Savaş derler;
Savaş işlenen cinâyetlerin günahını örten bir kelimedir.
Kinden doğar.
Kin insanın acısını azaltmaz, intikam başka birinin acısını çoğaltır.
Ondan da tekrar kin doğar bu sürer gider.

Nefret tuzlu su içmek gibidir, içtikçe susuzluğun artar.
Öldürmek insana şeref kazandırmaz, öldürmek cesaret işi değildir.
Korkakların işidir.
Her şeye karşı iyi davranmak ancak insana şeref kazandırır.
Her insan, ölümü kendi aynasında görür.
Ölüm insanı tedirgin etmez.
İnsanı tedirgin eden ölüm korkusudur.
Ölüm yok olmak değildir.
Şeklî bir değişme ile asıl terekküp ettiği âdeta atomlara ayrılmasıdır.
Rüyadan uyanmadıkça, rüyanın rüya olduğunu anlamadığımız gibi ölümün sır olduğunu anlayamaz.
Ölmeden ölmeli...

Kendi kendime söylüyorum:
Beni kaybetmek bir gölge kaybetmek gibidir.
Ölüm, vücudun yıkılması, ALLAH’ın kurduğu şey’i mahvetmesi değildir.
Bu bir çözülmedir, insanın manevî benliğini halktan ALLAH’ın kendisine çekmesidir.

Herşey Hakk’a döner âyet...
Bunu bilen ölüme bıyık altından güler.,
Sedefe zarar gelir inciye değil...
İnsan beden ise, o hâlde ruh nedir?
Ruh ise beden nedir?
Bu iş ne senin işin nede benim işim.
Her ikisi de birbirini gizliyor.
Beden, ruhun gölgesinin gölgesinin gölgesidir.
Mahsulün adı dane diğeri saman çöpü demişler...

ALLAH Hikmeti;
Zıddiyetleri birbiriyle kaynaştırdı.
Ruh bedensiz bir iş yapamaz.
Kalıbın da ruhsuz soğur, donar kalıbın da meydandadır.
Canın gizli...
Toprağı bir insanın başına atsan yarmaz.
Suyu döksen yine başı yarmaz.
Onlardan yaratıldı insan...
Su ve toprak nankör değildir.
Şimdi toprakla suyu karıştırıp kerpiç yapsan başı paramparça eder.
Başı yardın mı, kerpicin suyu aslına döner.
Ayrılış gününde de toprak aslına döner.
ALLAH’ın Su ile toprağı birleştirmesinin hikmeti işte bu...

Başka birleşmelerde olmuştur amma, onları ne kulak duymuştur ne göz görmüştür.
Eğer duysaydı kulak olarak kalırdı, başka sözleri duymazdı.
Buraya söz bağladık…

Ateşin yakmadığı eşref saatin sırrını öğrenmek için Usta ara...

ALLAH’tan ayrılmayan insanın fotoğrafını kudret makinası çekmiştir.
Arş’ta onu seyretmeye gayret et!..
Arşın penceresi kalbin gönül kısmındadır.
O aralıktan bakmaya çalış!..
Lafların tuhaflığına bakma ve sapıtma!..
Kendinde tanımadığın bir dost taşıyorsun.
ALLAH insanın içinde âdemiyet hamulesine sarılmıştır.
Fakat bunu bilen çok azdır!

Kader, ALLAH’ın biç bir peygambere ve meleğe bildirmediği,
kendi ilminde gizli ve herşeyi kâinâtta içine alan ahenk...
Bu ahenge uyan mümindir.
Diğerleri hayır…

Mü’min, Müminin aynasıdır hadîs.
Yâ habibim: Sana bakıyorlar amma göremiyorlar! âyet.
Hakiki mümin bir aynadır.
Onda
“El MÜ’MİN” esmâsı mütecellîdir.
Onu görmek mümkündür.
Mü’min, insan şekliyle, ALLAH’ın esmâ tecellîlerinin göründüğü bir aynadır. Görmek güç.
Görmek kolay...

“Ve vucuhun yevmeizin basiretun. İla rabbiha naziretun.” âyet.

İnsanın en mahrem yerinde ALLAH gizlidir.
Bir tohumda bir orman gizlidir.
Bunun gibi...
İnsanda, HAKK güçleriyle gizlenmiştir.
Bu gizlenmeyi yapan perdeleri kaldır!.
Yırt...

Eğer çıldırmazsan gör HAKK’ı o zaman...
Bundan dolayı hakiki mü’min diğer mü’mini kardeş bilir.
Sevgisi, nebat, hayvan, maden, insan herşeye şamildir.
Herşeyi insan ALLAH için sevmelidir.
ALLAH’ın Rahîm esmâsıyle sevmelidir.


HAKK’ın yarattığı her ne var ise azîzdir.
Çünkü HAKK’ın kudret ve güçleri onda ortaya çıkmıştır.
ALLAH azîz ve hakimdir.
Mü’min başkasını kendine numune almayacaktır.
Başkasına numune olacaktır.
Din, olgun, kamil insanların iç âlemindedir.
Ancak, doğruluk, adalet, fazilet, yekdiğerine hürmet ve sevgi gösteriyle dışarıya akseder.

Hak murat etti, topraktan bir bedende bütün kudret ve güçleriyle,
kelâmiyle görünmek arzuladı.
İnsana bir isti’dad verdi.
Kemâle ermesi için de
“Kelime-i Şehâdet” ile kelâmdan kalbe kalbten gönüle oradan da kendisine varma yolunu gizledi
Kemâle ermek demek:
İnsanın mahreminde olan bütün mânevi hünerlerin aslına varmak ve o asıl ile bulunmaktır…

Bunun ismine de “mü’min” deriz..
“El Mü’min”in aynası oldu...
Mü’mine tevhid peşinde koş dedi.
Tevhid peşinde koşmak HAKK’ta erimek demektir.

Rızkın benden.
Güç ve kuvvetin benden.
Herşeyin benden.
“Vahid” de “Ahad “ı bul!
‘Tek” de kaybol!

Bu “BİR”e giriş kaybolmak veya DEYYÂN ile buluşmadır.
Tam birleşme olmaz..
Şirk olur.
İnsan Kuldur.
“E’l-HAKK” olamaz.
Böylelikle bana gel dedi...


Ben bir gizli hazineyim görünmek istedim,
Kendimi seyretmek arzuladım bütün kâinatı halkettim.
Vahdetten Kesrete dönerek göründüm.
Kendimi gizledim namütenahi kalabalıkta kayboldum.
Beni bul!
Sana ip uçları verdim.
Usuller bildirdim Beni bulmak için.
Denize atılan balık ağı gibi.
Birgün ağ çekilecek,
Hepiniz bir araya gelip bana çekileceksiniz...
Denizde yaşamayı öğrendiniz, amma karaya çıktığınızda yaşamayı öğrenmediniz!
Ben size dalganın denize yakınlığı gibiyim!


Herşeyi sudan halkettik! âyetindeki:
“Herşey” nedir?
Herşeyde su vardır.
Bu ne demektir?
“Herşeyde Ben varım.
Ben kudretimle tecellî ettim, bütün güçlerimle göründüm.”
Her meydana çıkıp zuhur eden “Şey”in aslı, sırrı, gücü, kudreti o zuhur eden “Şey”in içinde kalandır.
“Arş’ım su üzerinde kurulmuştur.”
ALLAH’ın Arş’ını kimse bilmez.
Melekler bile bilmezler.
Yaratılanların hiçbiri bilemez.
Cebrail’in bilgisi de görmeye ait bir bilgi değildir.
Levh-i Mahfuza dayalı bu bilgidir.
Meleklerin bilgisi Resûlullah (sav)’ın bilgisi gibi değildir.
Suyun neden halk edildiğini, nasıl hâlledildiğini, ne melek ne peygamber hiç kimse bilemez.
HAKK’ın sırrı bildirilmemiştir.
İnsanlar ancak maddî varlıkları incelemeye imkân bulabilirler.

Kendinde taşıdığın ulvî dostu bilen çok azdır.
O’nu bilen; ölümden, ihtiyarlıktan, ızdıraptan kurtulmuştur, ölmemezlik suyunu içmiştir.
İnsan Rahîm ve Rahmân gözüyle bakıp yekdiğerini sevseydi;
HAKK’ın cenneti dünyadan görünürdü.
Cehennem kendiliğinden sönerdi.
Bu ince sırrı bilmeyenler kibir içindedirler.
Zâlimdirler…
İnsanlık asırlardır bu gibilerin körlüğü yüzünden derdi, izdırabı, açlığı, huzursuzluğu kendinden ayrılmaz bir arkadaş yapmıştır.
Bundan dolayı insanlar güvenmenin ne olduğunu unutmuşlardır.

Bir damla suyun söylediği işte bu...
Günün birinde buluttan bir damla yağmur düştü.
Koskoca okyanusa...
Damla, denizin genişliğini görünce utandı.
“Şu deniz denilen yerde ben kim oluyorum.
Eğer deniz bu ise gerçekten ben “hiç”im!” dedi.

Damla kendisini hor görünce...
Sedefin biri onu koynuna aldı.
Seve seve besledi.
Sonunda bu sevgi o bir damlayı padişahlara yaraşan ünlü bir “inci”ye çevirdi...
Görünmeyen sevgi o damlayı içinde eritti.
Görünür inci oldu.
Taçlara konmak için...
Sedef gurur duydu yaptığı işten...
Kendisi de nadide eşyalara fırlayarak kakıldı.
Rahleleri, saray kapılarını süsledi...
Aza kanaat eden sedefin içini de ALLAH inci ile doldurdu...

İşte bu “Su Kitabı”, bu minicik hikâyede gizlendi.
İnci olmak için gönüllere...
Acaba o bir damla bilmiyor mu idi?
Okyanusu o damlacıklar okyanus yaptı.
Okyanus da biliyordu kendini, ben bir damladan türedim.
Aralarındaki bu sessiz konuşma o hâlde neden?
Damla Okyanusu gördü utandı.
Kendini hor gördü inciye döndü.
Kudret; o damla da Okyanusu damlalarıyle gösterdi.


Tasavvuf : Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak. (Bak: Tarikat)(İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkıkin-i ehl-i tarikat derler ki: "Birtek Sünnet-i Seniyyeye ittiba' noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevâfil-i hususiyeden gelemez! Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniyye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır!" demişler. M.)

Mutasavvıf : Tasavvufla uğraşan. İlâhiyyatla uğraşan, tarikat ehli olan. (Bak: Tarikat)

Tarikat : Yol, manevî yol. * Usûl, tarz. Hal ü şan. (Bak: Müteşeyyih, Seyr-i âfâkî, Tasavvuf)

Mânevî : Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. Dinden, imândan, mukaddesât ve imândan gelen kuvvet (Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, mâneviyatta kördür. H.)

Kemâl : Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş.

Makam : Durulacak yer. * Rütbeli yer. * Câh. Mesned. Mansab. * Musikide usul. Tempo.

Suâl : İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik.

Abes : Hoş olmayan. s. Ar. Akla ve gerçeğe aykırı. 2. gereksiz, lüzumsuz, yersiz, boş.

Lakırdı : Boş söz, dedikodu, laf.

Kâinat : Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler.
Yezdan : f. Cenab-ı Hak. * (Mecusilerce) : Hayırları yaratan hayır ilâhı dedikleri mevhum mâbud.

Hâl : Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Sûret. Keyfiyet. * Cezbe. * Dert, keder, elem. * Mecâl. Kuvvet. * Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl denir.Meselâ : $ Reeytuhu mâşiyen: (Onu yürürken gördüm) cümlesinde Mâşiyen (yürürken) kelimesi, cümledeki mef'ulün hâlini bildirir. şimdiki zamanda olan fiilin durumuna da hâl denir.

Çile : f. Eziyet. Sıkıntı. * İplik. * Yay kirişi. * Tas: Dervişlerin kapalı bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün. Yaşanan Tasavvufî hâvle hayat tarzı.

Mekân : (Kevn. den) Yer. Durulan yer. Ev, hane, mesken. Mahal.

Hikmet : İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor) * Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye. * Ahlâka ve hakikata faydalı kısa söz. * Sır. * Bilinmeyen nokta. İlim, adâlet ve hilimin birleşmesinden doğan değerli sıfat. * Kuvve-i akliyenin vasat mertebesidir. Hakkı hak bilip imtisal etmek, batılı batıl bilip içtinab etmektir. * Allah'a itaat, fıkıh ve sâlih amel. * Akıl, söz ve hareketteki uygunluk. * Hak emre uymak. * Allah'ın yarattıklarında tefekkür. (Bak: Felsefe)

Felsefe : Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği. * İlm-i hikmet. * Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim. * Herkesin hususi fikri. Mantık. * Bir ilmin prensipleri. * Marifet ve hikmet sevgisi. * Meşhur bir feylesofa göre olan hususi prensipler, nazariyeler. * Tabiat, huy ve mizaç sakinliği; rahatlık. (Bak: Hikmet, Nokta-i nazar)

Filozof : (feylesof) Felsefe ile uğraşan, felsefeci. (İlm-i hikmetle meşgul olan mütefennin. Dinle münasebeti olmayan gayr-ı müslim. L.R.) (Bak: Hükemâ)

Şuûr : Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak. * Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir. (E.T.) * Kendi varlığından haberi olma. * Bir şeyi hoşça tanıma. * İnceliklerini iyice idrak etme. * (Şa'r. C.) Kıllar.

Element : Maddeyi meydana getiren ve kendi kimliği olan nesne.

Mantık : (İntak. dan) Konuşturan, söyleten. * Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi. * Akıl, nutuk, söz.

İhtimal : (Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek. * Kabul eylemek. * Yükselip götürmek. * İhsana mukabil şükretmek. * Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek.

Tahmin : (Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek.

Lâ Mekân : Mekansız Âlem.

Menba’ : Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.

İdrak : Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.(Maalesef insanlar teâvün sırrını idrak edememişler, hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar! İ.İ.)

Mefhum : Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.

Tahammül : Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak.

Hakk: Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti. * Dâva ve iddia. * Hakikate uygunluk. * Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse. * Münasib * Din. İslâmiyyet. * Kur'an. * Vukuu vâcib, geleceği şüphesiz olan. * Kıyamet. * Mahz-ı hakikat. * Yapacağını yalansız yapan kimse. * Musibet.

HAKK : ALLAH (cc)

Tesbih : Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. Yâni: Allah'ın zâtında, sıfâtında ve ef'âlinde cemi' nekaisten münezzeh olduğunu ifade etmektir. (Bak: Sübhan)

Sübhân : Allah (cc)

Kudret : Güç. Takat. * Her yeri kaplayan kudretullah. * Varlık. Ehliyet. Becerebilme. * Zenginlik. * Kabiliyet. * İlm-i kelâmda: Allah Teâlâ'ya mahsus ezelî ve ebedî ve bütün kâinatta tasarruf eden sıfattır.(Arkadaş bir kelime-i vâhidenin işitilmesinde; bir adam, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da Kudret-i Ezeliyeye nisbeten bir şey, bin şey birdir. Nev ile fert arasında fark yoktur. M.N.)

Ahenk : f. Seslerin arasındaki uygunluk. Düzgün tarz ve gidiş.

Sırr (Sirr) : (C.: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar. * Gizli nesne. * Cima etmek. * Zikir. * Hâlis. * En iyi, en faziletli.

Tesadüf : Rastgelme. Bir şey kendiliğinden olma. Tedbirsiz meydana gelme. (Bak: Delil-i inayet)

Kaza : Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ. * Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak. * Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi. * Hâkimlik, hâkimin hükmü. * İstemeden yapılan zarar. * Hükmeylemek, hüküm. * Bir şeyi birbirine lâzım kılmak. * Beyan eylemek. * Ahdini yerine getirmek. * Ödemek, edâ etmek. * İcab. * Ölüm. (L.R.) * Şeriat hâkimi olan Kadı'nın hükümetinin hududu olan memleket. (Yâni, eskiden bir hâkimin şeriat şeriat namına da'valara baktığı memlekete "kaza merkezi" denirdi.)Fık: İnsanlar arasında vuku bulan dâva ve muhasamayı şer'î hükümler dairesinde fasletmek, halletmek.(Fetvanın kazadan farkı, mevzuu âmdır; gayr-i muayyendir, hem mülzim değil. Kaza ise; muayyen ve mülzimdir.)

Kader : Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî kısmet. * Tali'. Baht. Şans

Kısmet : Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek. * Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir.

Tasdik : Doğruluğunu kabul etmek. Bir kararın nizama, şeriata, kanuna uygun olduğunu kabul edip imzalamak. (Bak: Dimağ)

İnkıyad : Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal.

Sakin : Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı. * Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.

Cinâyet : Adam öldürmek, katl. (Bak: Câni)

Günah : . Cezayı gerektiren amel. Dine aykırı iş. Allah'ın emirlerine uymayan hareket. (Bak: Kebâir-Cünha)

Kin : f. Gizli düşmanlık. Garaz. Buğz. Adâvet.

Nefret : Tiksinmek, ürküp kaçmak. * Birisinin yakını ve akrabası.

Şeref : Yükseklik, yücelik. Büyüklük. * İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma. * Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma. * İftihâr, övünme.

Tedirgin : Huzursuz, rahatsız.-

Terekküb : Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek. * Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi.

Mahvetmek : Mahv : Harab olma. Yıkılma. Ortadan kalkma. Çökme. Bozulma. * Tas: Beşeri noksanlıklardan kurtuluş hâli.

Sedef (sadef) : Deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. * Sert, parlak ve şeffafa yakın madde. İnci kabuğu.

Zıddiyet : Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu.

Nankör : f. Gördüğü iyiliği unutan, nimeti inkâr eden. Nimetin şükrünü eda etmeyen, gafil.

Eşref saat : En şerefli. Daha şerefli. En iyi, en güzel olan zaman dilimi. Duaların kabül olduğu zamanlardan…

Tuhaf : (Tuhfe. C.) Hediyeler. * Münâsebetsiz hâl. * Eğlenceli, gülünç. * Garip iş veya şey. * Hoşa giden ve az bulunur şeyler.

Âdemiyet : İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır.

Habib : (Hubb. dan) Sevilen. Sevgili. Seven. Dost.

Esmâü’l Hüsnâ : ALLAH’ın engüzel isimleri…

Mütecellî : Tecelli eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.

Şâmil : Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan. * Çok şeye birden örtü ve zarf olan. * Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren.

Azîz : İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu. * Dost. * Şerif. * Nadir. * Dini dünyaya âlet etmeyen. * Sireti temiz. * Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi. * Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. * Hristiyanlıkta kudsî kabul edilen daimî reis.

Hakîm : Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehasssı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. * Tabib, doktor.

Fazilet : Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet. (Zâta mahsus hasletin cem'i "fazâil" dir. Şecaat, in'am ve ihsan gibi, müteaddid meziyete dair faziletlerin cem'i "fevâzıl"dır.)

Murat : Murad : İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. * Gâye. Maksad. Emel.

Kelâm : Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir. * Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İslâmiyetin doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilim. (Bak: İlm-i kelâm ve Kelâmullâh)

İsti’dad : Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allahu Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.

Mahrem : Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kız kardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlar arasında nikâh asla caiz değildir.) * Çok samimi ve içli-dışlı olan kimse.

Deyyân : Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla. Kahhar. Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hakk.

Vahdet : Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.) * Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması. * Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.

Kesret : Çokluk, sıklık. * Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)(Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik eder. M.)(...Hem bütün âlemlerin Rabbi kesret tabakatında vahdaniyeti ilân etmek istemesine mukabil; en azamî bir derecede bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure O Zâttır. S.) (Bak: Tefekkür)

Tefekkür : Fikretmek. Düşünmek. Fikri harekete getirmek.(Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümâtını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususi ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilât ile tetkikat yap. Fakat afâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor; sahili yoktur. İçine dalma boğulursun. Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalâlete îsal eden kesret yolu budur. M.N.)"Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibadetten hayırlıdır" (Hadis-i şerif meâli) (Bak: Ülfet)

Nâ mütenahi : Nihayete ermeyen, bitmeyen, sonu gelmeyen.

Usul : (Asıl. C.) Ana, baba. Cedler. * İstinadgâh. * Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol. * Tarz, metod, tertip.

Tecellî (Tecellâ): Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.

Zuhur : Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek. * Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr.

Arş : Bağ çardağı. * Gölgelik. * Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.) * Fevkiyyet, ulviyyet. * Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlâs, Felek-i Azâm gibi isimlerle Cenab-ı Hakkın izzet ve saltanatından kinaye olarak söylenir. (O.S) (... Arş: Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bu halitada dahil olan İsm-i Zâhir itibarı ile Arş Mülk; kevn, Melekut olur. İsm-i Bâtın itibarı ile Arş, Melekut; kevn, Mülk olur. Demek Arşa ism-i Zâhir nazarı ile bakılırsa; kendisi zarf, Kevn de mazruf olur. İsm-i Bâtın gözü ile bakılırsa; kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve kezâ ism-i Evvel itibârı ile $ âyetinin işâret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor. Ve ism-i Âhir itibarı ile $ hadis-i şerifinin ima ettiği kevnin nihâyetini içine alıyor. Demek Arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisseler ile kevn ve vücudun sağını, solunu, üstünü ve altını ihata etmiş olur. M.N.) (... Arş, sakf demektir ki bir binanın veya yerin muhit-i ulvisini teşkil eder. Bir eve nisbetle tavanı, tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü, tahtaboşu, cihannüması hep arş medlülünde dahildir. Buna müteferri olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye de ıtlak olunur.) (E.T.)

Levh-i Mahfuz : Her şeyin hayatının ind-i İlâhîde yazılması. İlm-i İlâhînin bir ünvanı.

İmkân : Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak. (Bak: Hudus)

Hudus : Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.

Ulvî : (Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub.

Izdırab : Acı, elem.

Zâlim : Zulmeden, haksızlık eden.

Tac (taç) : Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık. * Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; sarık, imame. * Gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süslü başlık. * Kuşların başındaki uzunca tüy. * Çiçeklerin ortalarındaki renkli parlak kısım.

Nadide : Az görülür,seyrek görülen, çok değerli.

Rahle : Küçük masa.

Kanaat : Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.(Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir. M.) (Bak: Himmet)

وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ
Resim---“Ve vucuhun yevmeizin basiretun : Ve yüzler de vardır ki, o gün buruşacaktır;” (Kıyâmet 75/24)

إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ
Resim---“İla rabbiha naziretun. : Rablerine bakacaklardır (O'nu göreceklerdir).” (Kıyâmet 75/23)

Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

Resim

MUHTEREMLER

Dindarların ekseriyetinin marazı bir arzu ve bilgisizlikle sarıldığı,
bilgin diye geçinen bir çok aydınların (!) esasını bilmediği hâlde basit bir mantık ve insiyakla dudak büktüğü,
filozofun modası geçmiş bir gelenek diye mırıldandığı,
sipritüalistin hissedip üzerinde fikir yürütmeyip, bocaladığı;
materyalistin Allahsızlık bayrağı altında beşer kütlelerine saldırdığı bir mevzu’ olan ve insanoğlu ile doğan fıtrî hasletlerin anası, din hakkında konuşacağım.

Bilgim hududu içinde, heybemdeki hakiki temiz malzeme ile söyleyeceğim.

Yalnız ricam şudur:
Beni dikkatle dinleyiniz!..

Sözlerimde bilgisiz din müdafîlerinin saldırgan ve insanı hor görme tarzına,
tesadüf edemiyeceğiniz gibi dine hücum eden zavallı materyalist zihniyetin de
izlerini bulamıyacaksınız..

Bu iz bulmama onlara tenezzül etmeme keyfiyetinden ileri gelir.
Yoksa acizden değil..
Böylece, bâkir bir ormanda tertemiz kelime ve fikirlerin toplanışı temiz ruhlarınıza sunulacak, mantıklarınıza akacak,
sözlerim bittikten sonra hükmü siz vereceksiniz muhteremler!..

Âdem kıssası beşerin dününü, bugününü,
yarınını temsil eden ve Kur’ân-ı Kerimde bildirilen muazzam bir hakikatin ifâdesidir.

Âdem, beşerin akıl ve idrak sahibi bir varlık olarak doğuşunun timsalidir,
İnsanın yer yüzünde peyda olması ile ALLAH'ı tanıması ve ALLAH'ın hidâyetine ermesi bir olmuştur,
insan maddî ve ruhî cevherlerin yekdiğerine ünsiyet peyda etmesiyle yeryüzünde görülmüştür.

İnsanın menşei hakkında bir çok aklî nazariyeler ve tahminler vardır.
Bu tahmin ve nazariyelerin eriştiği, aklı ile uğraşanları doyuran nazariye,
insan aslının maymundan geldiği iddiasındadır.

Biliyorsunuz ki buna Darvin nazariyesi derler.
Bu nazariye güya ilmî araştırmaların muhassalasıdır.
Hakikatte maymunca bir iddia, süslü ve mutantan bir iftiradan başka bir şey değildir.
Darvin'cilere göre Gorillerin yakın akrabası sayılıyormuşuz...
Acaba, gorille beşerin ceddi olduğunu gerçekten kabul ediyorlar mı?
Onlar da bu iddia edenleri torunluğa kabul ediyorlar mı?
Hâlâ ormanlarda goriller vardır.
Bugün mesafeler çok kısalmıştır.
Bir teyyare bir mektup kâfidir…

İnsan zekâ ve aklının durakladığı, adım atamaz hâle geldiği nokta vardır.
Bütün dünya sâkinleri içinde…
Bu nokta ruhanî âlemdir.
Bu âlemin usul ve kanunları vardır.
Bu usuller ancak insan aklına en doğru mebde’i bu malzeme ile verir.

İnsan topraktan, kudret-i Subhâniyye ile yaratıldı ve bu muazzam hamurun içine ruh nefholundu deyip,
düşünmeden kabul etmek ve ecsad âleminde görülmüş insan neslini bundan sonra tetkik ve mütealâya almak iktiza eder.
İnsan, bu iki taraflı, madde ve ruhtan teşekkül ettiğine göre,
maddesini devam ettirmesi için gıda, su alması,
te’sirat-ı hariciyeden korunması,
hava gibi esaslı unsurları alması, hayat denilen canlılığını temin eder.

Bu arada hayatı tehdid eden bir çok hastalıklardan ve mikroplardan korunması da lâzımdır.
Ruhî tarafı için de devamlı olarak ahlâk, doğruluk, adalet, temizlik gibi manevî ve ictimaî hayatın idamesi için luzumu unsurlara riayet etmesi gerekir.

Bu hasletleri muhafaza için de, canlılığını nasıl haricî te’sirlerden korumak için telebbüs, ısınmak, dinlenmek gibi mefhumların şumülü dahilinde bir usule riayet etmesi elzemse,
ruh için de bir telebbüs ve bu kıymetli ruhî hamuleyi muhafaza için bazı inanmaların vehleten akla garib gelen usullerini yapmak lâzımdır.

Maddî ve ruhî malzeme tesisi için hayat ve canlılığı bu muhafaza eder.
Bu hakikatler ile din denilen ruhî kopleksimizi terbiye eden ve ona kuvvet veren müesselerin mevcudiyeti bilbedahe ortaya çıkar.

Maddeye lâzım olan unsurları almadan canlılığın devamını düşünmek ne kadar saçma ise
dinsiz yaşamanın olabileceğini tahmin ve münakaşa etmek de okadar saçma ve düşünce noksanlığının ifadesi olur.

Bu bakımdani din, dünya insanlarına muhakkak lâzımdır.
Bunu inkar veya luzumiyetini reddeden insana insanlığın haricinde isim verilmesi iktıza eder ki buna ad bulunamaz…

Nabızları din düşmanlığı ile atan bir çok bedbahtlar vardır bu yeryüzünde.
Bu gibi mahlûkların derecelerini kelimelerle belirtmek ve bu hâllerine bir kıymet ölçüsü takdir etmek münkün değildir.

Dini dünyadan atmak isteyenler, niçin dünyadan dini ayıramıyorlar?
İnanmayan adamda hiçbir devlet, hiçbir ululuk yoktur.

Her inanmamışda günah kelimesi altında toplanan ve bütün beşeriyet dinlerinde bulunan bir mefhum vardır.
Günah, cisimler arsında mevcud nizama karşı gelmektir.
Beşerde hayat tezahürlerini bozmağa parçalamağa yahut azaltmağa meyleden her düşünce, her hakikat din mihenginde bir günahtır.

Kin, hırsızlık, haksızlık, adam öldürme, eziyet yapmak, yalan söylemek…
Hep günahtır…
Zira bu fiil ve hareketler hem vücudu, hem ruhu yıpratır.
Asıl kusur günaha alışmaktır, günah yapmak değil…

Fazilet yalnız iyilik demek değildir.
İrade ile meydana gelen fiil, hayatın kıymetini artıran bir alışkanlıktır.
Şahsiyetini meydana getirir, kuvvet ve canlılk verir.
Ümit, iman ve heyacanla kuvvetlenme arzusu doğurur.
Tıpkı su buharının türbini harekete getirdiği gibi…
Kötü huylar şahsiyeti paçalar.
Benlik, şüphe, keder, zihnî gelişmeyi sekteye uğratır.
Cinsî ifrat,alkol, fizyolojik teşevvüşler husule getirir, ruhî gelişmeyi durdurur.
Cem’i faziletler, nezaket, temizlik,ataların yaptıklarına hürmet, dinî hisleri kuvvetlendirir.
Aksi ise mahveder…

İnsan hayatına mânâ veren dededen kalma an’aneler,
modern hayatın iradeyi gevşeten sakatlığı içinde,
bir nehrin güneşte çözülen buzları gibi parçalandı;
bu parçalanma ferde olduğu gibi aile ve cemiyette de görüldü.

Fen, günlük hayat mücadelesinin şiddetini, mu’cize denilecek kadar azaltmıştır.
Buna mukabil; itidal, şeref, doğru sözlülük, mes’uliyet, sâfiyet, komşu sevgisi…
gençlerimizin tebessümle karşıladıkları bir takım mânâsız ta’birler hâline gelmiştir.
Bu ise göz yaşartıcı bir hadisedir…

Herkes yengeç gibi hodbinlik kabuğuna çekilerek komşusunu mahvetmeğe çalışıyor.
Bu gün hak; felsefî bir prensip, ihtiyaç ise ilmî bir mefhum hâlinde kütüphâne köşelerindedir…

İnsan, akıl sahibi olarak yaşamağa başladığı günden beri vicdanında ve şuûrunda din duygusunun çalkalandığını hissetmiştir.
Çünkü, ALLAH’a tapmak beşer fıtratının icabıdır.
İnsan bu hissin hidayetiyle, ALLAH’ın vahiy ve ilhamıyla tapmış sonra bu dünya yaşayışı sırasında,
onun içindeki bu şuûr soysuzlaşmış ve insan ALLAH’ı bırakarak başka şeylere tapmış ve türlü türlü sapıklıklar içinde yaşamıştır…


Biz insanı en güzel kıvam üzere yarattık, sonra Esfele yuvarladık!

İnsan tâa başlangıçta en doğru din üzere iken yeryüzündeki yaşayışının icablarına kapılmış, maneviyatını takviye edeceğine, ulvî hislerden tecerrüd ile uzaklaşarak alçaldıkça alçalmış ve alçalışı putperestliğin çeşit çeşit şekillerine sapmakla tezahür eylemiştir.
Beşerin ilk dini en doğru Tevhid Dini idi.

Medeniyet insanın korkuya galebe çalmasının ifâdesidir.
Bu galebe çalmanın ilk safhâları din sayesinde olmuştur.
Din sayesinde vahşilikten kurtulmuştur beşer oğlu..
Din, iptidai insanların çıplaklığını yığın yığın güzelliklerle süslemiştir.

Heykeltraşlık ve resmin esası put yapmaktır.
Mimarlığın temeli mabet kurmaktır.
Şiirin temeli dua okumaktır.
Musikinin menşei ilâhîler, nefesler terennüm etmektir.
Raksın esası ilâhların şerefine âyin yapmaktır...
İbtidaî diye dudak bükülen bu kaba saba şeyler, korkular, ümitler, atışmalar, kakışmalar, döğüşmeler ve savaşlar bu gün bize cidden tuhaf görünürler.
Fakat bütün bunlarda da hakikat vardır.
Çünkü insanlık bu sayede kurtuldu..

ALLAH ve ahlâk fikri insanda fıtrîdir, dedik.
Bunun aleyhinde bulunmak, bunu bilememektir.
Cehlin tâ kendisidir.
İnsanlar dinsiz yaşayamazlar:
İlâhî vahyi tanımayan din de, din değildir.
Fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, nihâyet İslam!a yanaşacaktır.

İbadet, ALLAH’ın mabud olduğunu, insanın kul olduğunu fiilen itiraf demektir.
Şimdi bir an için bundan 5000 sene evvelki Yunanistana gidelim.
O zamanın mütefekkirleri Aristo'lar, Sokrat'lar...
Hepsi ALLAH’ın vahdaniyetine inanmış insanlardır.
Eski Delfes Ma’bedinin önüne gidelim.
Bugün O harabeyi 5000 sene evvelki haşmetiyle temaşa edelim, kapısında altın yazılarla şu sözler yazılıydı:

“Adet kâinatın, tekâmül hayatın, birlik ALLAH’ın kanunudur.”
Beş bin sene evvel yazılmıştı bu...
İşte bu an'aneler asırlarca, yuvarlana yuvarlana zamanımıza kadar gelmiştir.

Bilirsiniz, Türk diyarında atasözü diğer milletlere nazaran çoktur.
Cemiyetler fazilet içinde yaşadığı sıralarda kaideler beşer tarafında itikâle uğraya uğraya küçülmüş, .
Artık, gayri kabil-i tecezzi bir hâle gelmiş misket tanesi hâlindedir, atasözü bu demektir.
Atasözünü deşerseniz bir cemiyeti kurtaracak fazilet kaideleri ortaya çıkar.

İnsanlık hayatında görülmeyen fakat el ile tutulur maddî delillerle hissedilen faziletler, güzellikler, iyilikler ırmağı velîlerin adesesinden aksederek kalb perdesinde seyredilir.

Bu perdede seyredilen filimler, bize dilden dile, kulaktan kulağa, gönülden gönüle nakledilerek atalardan gelmiş, inanmayanlar lügatında bu gün ismine
“menkîbe” ismi verilmiştir.

Bu menkıbeler üzerinde restorasyon yapılamaz.
Bozulur, kelebek kanadı gibidir, dokunulamaz.
Onları olduğu gibi kabul edersin, yahut etmezsin, örseleme yok..
Halk zihniyeti onları örselemeden muhafaza etmiştir.
Onların güzellikleri kendilerindedir.
Sun'i kalıba dökmeye çalışmamalıdır.
Artık asırlardır, onlar klasikleşmiş bir inanış tomarı hâlindedir, halka bir zararı yok...
İyiliği, güzelliği, fazileti temsil ederler.

Filân muhterem zât su üzerinde yürürmüş..
Demek ki insanda ne kadar güzel ve kuvvetli hasletler var ki,
onların kıymetini son haddine çıkarmıştır.
Su üzerinde yürünür mü, yürünmez mi? onu münakaşa etme!
Güzelliği zâten oradadır.
Kabul et geç veyahut da sus...
Kabulü ile bir zarar vermez sana,
bir çok şaheser romanlar, kitaplar var, hakikatle hiç bir ilgisi yok.
Fakat insanlar okuyor, zevk alıyorlar.
Onların güzellikleri, kokuları, olduğu gibidir.

Manolya örselenirse sararır, kurur ve kokusunu kaybeder.
Niçin solar, kurur ve kokusunu kaybeder?
Acaba senin elin mi onu kuruttu?
Hayır..
Kıymet bilmeyenlere karşı HÂLİK’ı tarafından Manolyaya:

“Onunla küs, darıl!” emri çıkar da ondan:

“Yazıklar olsun, o senin kıymetini bilmiyor, kahrından öl, gel bana!..” emridir bu..

Bunlar cemiyetlerin bunalan ruhlarını, ızdırablarını teskin eden ve firenleyen olgunluk tezahürleridir.

Manolya hikâyesi nasılsa, işte beşer cinsi de kendi an'anelerine, güzel fazilet çiçeklerine dokunmuş ve ALLAH tarafından:

“Gel, onlar kadir bilmiyorlar, geri gel!” emri çıkmıştır.

Dinde bir şeytan vardır, bilirsiniz...
Şeytan ALLAH’tan uzak kalmışların ismidir.
ALLAH kendine isyan edilmesini istemeseydi şeytanı yaratmazdı.
Bu çok ince bir noktadır.
O hâlde bu iki noktanın arasındaki hatt-ı fasıl, fazilet, ahlâk ve adalet köprüsünden ayrılmamaktadır.

Bu menkibelerin sahibleri velîler,
ALLAH dostları hep iyi hislerle insanlara sabır, fazilet, iyilik, doğruluk aşılamışlardır;
kabahat bu mu?...

Hayır kabahat yok..
Aklile hâlledilemeyecek şeyleri akılla hâlletmeğe yeltenmekten ileri geliyor bu bocalama..
Dokunmayın bu inanışlara..
Eski bir sandukanın altında yatan, dünyâya gözlerini yummuş göçmüş bir insan çok şeyler fısıldar insana.
Bu fısıltıyı duymaya çalışmalıdır.
Mezarlığa madde ile gitmemelidir.

İnsan aynı zamanda bir duygu jeneratörüdür, duygularla, hislerle
görünmeyen güzel hasletler ile gizlidir.

Ölülere tâzîm, ergeç insanın gideceği ülkeye karşı, tâzîm ve hürmetidir. Ölülere tâzîm etmesini bilen milletler daima yükselmişler, içlerinde büyük insanlar yetişmiştir:
Ölülerine tâzîm etmeyen milletler ise perişan olmuşlardır.
Görünmeyen bir diyara hürmetsizliğin, bilinen bir perişanlık ortaya getirmesi, çok büyük bir ibret verici olay, hakikatin bağırışıdır; bunu anlamak gerek...


Öyle mezarlar gördüm ki, gül kokuyor,
öyle mezarlar gördüm ki dikenle dolu...
Öyle mezar'ar gördüm ki yerle bir olmuş..

Öyle milletler gördüm ki, fazilet, doğruluk, iyilik diyarı:
Öyle milletler gördüm ki, rezalet, pis kokularla dolu.
Öyle milletler biliyorum ki, can çekişiyor.
Öyle milletler biliyorum ki, hâk ile yeksan olmuşlardır.
Öyle milletler görüyorum ki, mahvolacaklardır:

Öyle bir mezar biliyorum ki, Cennetten bir bahçe..

Bu söylediklerimi anlamak, akla koymak, gönüle sindirmek için bir şart vardır.
Gönülden kibri söküp çıkarmak.
Bunu yapmak ise dağları iğne ile kazıp silmekten daha zor...

Bazıları itiraz ederler,
bu sözler ne biçim sözler,
bu adam bir şey mi olmak istiyor?
Ben mürai bir insan değilim.
Mütevazi bir hayatım vardır.
Alâyiş ve gösterişi sevmem.
Bir şey oldum iddiasında da değilim.

Bâzan inanmanın ehemmiyet ve kıymetini anlatırken mübalâğa,
inanmaya ehemmiyet vermenin bir târifi sûretinde tecellî eder.
Ben evliya veya ermiş bir insan da değilim.
Basit bir mümin olmağa çalışan bir insanım:
Ben dünya nimetlerinin şükrünü eda için çalışıyorum:
Vakit bulursam istiğfar ile uğraşacağım.
Hayat-ı hususiyemi bilmeyenler hırpalayıcı sözler söyleyebilirler;
bunlara bir mânâ veremedim..


Her şeyden el çektikten sonra, meşgul olanlardan değilim ben.
Meşgul iken her şeyden el çekmeğe çalışanlardanım…


Biz, bunları anlatmakla da muhteremlere giyim kuşam ve zâhir alâyişi öğretmiyoruz.
Yalnız, iç ve bâtın mamurluğunu dilimize müsaade edildiği derecede öğretiyoruz.

Bir iki sual soracağım muhteremlerden:

İnsan yaşlandıkça saçları sakalları beyazlaşır, niçin, hiç düşündünüz mü?
Bunu hâlletmeye savaşın.

İkinci bir sual:
Deliden niçin şeriat hükümleri sakıt olmuştur?

Bu muammanın denizinde kulaç atmak, ıslanmış damlayan suları ile abdest almak lâzımdır.

İnsanın önünde tevfık-i Rabbânî lâmbası yanarsa ALLAH korkusu başlar.
Bu lâmba yanmazsa, böyle kimsenin önüne ciltler dolusu kitaplar, haberler ve hadiseler koysalar faydasızdır.
Bu hâlde yalnız HAKK’tan uzaklığı artar ve doğrulara nefreti çoğalır.
Onun önüne yığılan kitaplarla binek hayvanına yüklenen kitapların hiç farkı yoktur.


Câhil, ilimsiz demek değildir.
Doğru histen mahrum demektir, öyle olan âlim de câhildir.


Yalan gürültü eder.
Hakikat daima sakindir.


Yıldırım gök gürültüsünden evvel düşmüştür.
Kudret âlemine cehâlet ayağı ile vurmak, edeb dışı bir iştir.


İnsanın ruhu; gülün yaprağı içindeki suya, şebneme değil, elmastaki lem'aya benzer.
Güneşli çiçekli yollar vardır ki mühlik çöllere çıkar.
Dikenli, ormanlı sarp yollar vardır ki, nihâyetleri bir cennet bahçesidir.


Eski bir velî kadının sözü geldi hatırıma:
Ümmü Hasan; Hasan'ın anası...
Çok fakirdi, akrabaları zengindi.
Aç yatar bir şey istemezmiş.
Kendisine:
“Akrabalarına söyle sana yardım ederler!” demişler.
Bu mübârek Hatun:
“Ben Kâinata mâlik olan Kaadiri Mut-lak'tan bir şey istemiye utanıyorum. Zayıf ve aciz kullardan mı isteyeceğim!” demiştir.

Herkes:
“Midem ağrıyor, başım ağrıyor, karnım ağrıyor, şuram ağrıyor, buram ağrıyor!..” deyip, hastanelere doluyorlar..
Hiç biri şimdiye kadar bana gelip de:
“Gönlüm ağrıyor dermanı nedir?” diye sormadı.

Ney kendinden çıkan sesleri ne bilsin...
İnsanın inanma hissini akla kalbetmek, çevirmek;
inanma mevzu’unu aklın hakimiyeti altına, almağa çalışmak her şeyden evvel insana kasdetmektir.
İnsan, muhakkak düşünecektir, inanacaktır, sevecektir, korkacaktır...
Düşünmek kadar inanması, gülmek kadar korkması da olacaktır.

Gayb görünmeyen değil görülemeyendir, ölümden sonrasını şimdi göremeyiz.
Bunu görebilmek için ölmek lâzımdır.
İstikbali bu gün göremeyiz, yarın görürüz.
Gayba inanmada bir acaiplik yoktur.
Bir şey ya vardır, ya da yoktur.
Yahut da bir şey ya kendisidir veya başka bir şeydir.
Bu iki ihtimal arasında üçüncü bir ihtimal olamaz.
Mantık prensiplerine uygun olan her düşünme hakikat değildir.
Dünya fikir tarihi birbirine zıt, biri birine dirsek çevirmiş doktrinlerle doludur.
Bu çeşit doktrinler nedir?
O hâlde, her mantıkî olan gerçek değildir.


Bilgi zihnin fiilidir.
İnanç fiili bir zihin fiilinden başka şeydir.
İnanmayan insan yoktur.
Muhakkak bir sahada inanması vardır.
Aklın bittiği yerde kalb faaliyete geçecek ve îmân bu sınırları devâm ettirecektir,
îmân düşünceden sonra gelir.

Akıl insana ALLAH tarafından doğru yanlış terazisi ve hayru şer ölçüsü olarak verilmiştir.

ALLAH korkusu, îmân sahibinin ilim derecesine göredir.

Hangi iş ALLAH için yapılmazsa o mutlaka yoktur.

At yükünü hafifletirse, daha çok menzil alır.

Vücudun her an eriyip gidiyor, farkında değilsin.
O hâlde, sen neden, nasıl beden olabilirsin?.
Derinlik kelimesi aklın bâtınî kısmının remzidir.
Beden zayıfladıkça, ruhun cevheri ruhanî faziletlerle dolar ve ara sıra kudsî âleme yol bulabilir.


Kalbini kıskançlıktan, dilini yalandan, gidişini riyâdan, karnını haram lokmadan kurtaran şerefli insan, ancak inanan insandır.

Lütfun gösterince İbrahime, âteşi gül bahçesi yaptı.
Kendine ok atan Nemrud'u bir küçük sinek ile helâk etti.
Davud'un elinde demiri mum gibi yumuşattı.
Sultanlık O'na aittir.

Birine 20 kese altun ihsan eder, berikine ekmek hasreti ile can verdirir.
Birine samur kürk giydirir, öteki tandırda çıplak yatar.

Öyle işlerde söz söylemeye kimsenin gücü yetmez,
iyiliğe gücün yetmezse kötülük yapma bari.



ALLAH azabından korkusuz yaşayanlar mutlak kâfirlerdir.
Yarın yatacağın karanlık toprağa şimdiden bir kandil yak, uyuma..
“Kimin mayasında üç haslet varsa o cennetliktir” buyurmuş,
Resûl-i Ekrem:
“Ni'met zamanında şükür, belâ vaktinde sabır, daima günaha tövbe eden mü'mini ALLAH Cehennem azabından korur.”

Hayatta iken verdiğin bir hurma, senden sonra ruhun için verilecek 100 miskal altından daha makbuldür.
Mihnet ve gama alış!
Merd ol!
Günleri yemek ve uyku ile geçirme!
Sabah akşam ALLAH’ı an!
Sabah aydınlığında katiyyen uyuma, sebebini de sorma!
Nefsini oburluğa alıştırma!
Gün batarken uyuma; akşam olmadan yatma haramdır.
Elini yüzüne koyma! uğursuzluktur.
Elini çenenin altına koyma!
Gece aynaya bakma, lüzum olursa gündüz bak!.
Bunlar çok ince mes’elelerdir, itiraz etme!
Saçmalığa saparsın…
Gizli gizli iyilik yap!
Rızık yalancılık yüzünden eksilir.
Çok uyku yoksulluk getirir
Geceleri çıplak yatanların kısmeti kesilir.
Ayakta su dökmek fakirlik, keder ve ihtiyarlık getirir.
Gusletmeden bir şey yemek çirkin düşer.
Ekmek kırıntılarını ayak altına dökme, gece evini süpürme, süprüntüleri kapı önüne bırakma.
Babanı ananı adları ile çağırma, ALLAH nimeti sana haram olur.
Elini daima temiz su ile yıka!
Bu sözlere çok dikkat et; çok mühimdir, sebebini sorma, çok uzundur!

Ayak yolunda yıkanma!
Elbisen üzerinde iken dikiş dikme!
Yüzünü eteğinle temizleme rızkın kesilir!
Başkasına ait tarakla saçını tarama!
Evdeki örümcek ağlarını temizle!
Bu ağlar evdeki bereketi kaçırır.
Kömür ocağı civarında dolaşanın üstüne kara bulaşır.
Dala yapışan kökü ile buluşur.
Dine sarıl!

Misafir rızkını beraber getirir, sonra ev sahibinin günahını da götürür.
Misafir kâfir bile olsa kapını aç, kapama!..

ALLAH’tan korkmayanda din yoktur, inanmayanda insaf, ihsan olamaz.

Dört şey ALLAH vergisidir:
Doğru sözlülük,
Cömertlik,
Güler Yüzlülük,
Emâneti korumak..

Böylelikle takva ehli olur insan.
Bunlar para ile tahsil ile alınmaz.
Kendini beğendirmek lâzımdır ALLAH’a.
İşte bunlar dînin yapılabilen en basit şeyleridir..
Basit deyip geçme, yapması güçtür…

Ney kendinden çıkan sesleri ne bilsin..
Ney kuru bir kamıştır.
Boş bir boru; üflemekte hüner var.
Ben ney çalamam, fakat hünerli üfleyene hürmet ederim.
Dikkat buyurun çalgıcıdan bahsetmiyorum…

Görünmede hüner yok, görünmeyi görmede hüner var..
Kamış görülür, çıkan ses görünmez, duyulur.
Kulak gözden efdaldir.
Onun için “Es SEMİ’ü’l-BASÎR” buyurulmuştur.

Resûller içinde gözden mahrum olanları vardı, fakat sağır olanı yoktu.
Görmede ışığa ihtiyaç vardır, duymada ihtiyaç yoktur.


Görme tek taraflıdır.
Gönlün konuşması her yerde itilir geriye, kabul edilmez.
Onun için insan kendi sesini kat'iyyen tanıyamaz; utanmasın diye..

Gönülden konuşan dünyanın neresinde konuşursa konuşsun hep aynıdır.
Gönlün konuşmasını anlamıyanlar doğruluk, fazilet nedir bilmeyenlerdir.
Onlar hakkında âyeti kerime vardır.

Biz onların kalblerini, gönüllerini kapadık.

Nabızları islâmiyet düşmanlığı ile atan bir çok bedbahtlar vardır dünya yüzünde.
Bu gibi mahlûkların derecelerini kelimelerle belirtmek ve bu gibilerine bir kıymet ölçüsü bulmak mümkün değildir.
Dini dünyadan atmak isteyenler niçin dünyayı dinden ayıramıyorlar?
Dini siyasete âlet etmek suçtur cemiyetlerde.
Evet doğru dur.
Siyaseti dinsizliğe âlet etmek acaba nedir?
İnanmayanda hiç bir devlet, hiç bir ululuk yoktur.

Ölümden kurtulmak çâresiz, kimse senin için ölmeyecek.
O hâlde ölümüne hazırlan!
Gafletle kılınan namaza karşılık bir yufka ekmeği bile elde edemezsin.

Gelip geçici yüzlerce iş yaparsın hepsi de ancak namaz kılarken akla gelir.
Namazın böyle mecazi olduktan sonra ha kıl ha kılma!..

Sır denilen bir kelime vardır lügat kitabında, cem'i, esrar..
Gönlün iç yüzü demektir.

ALLAH kulundan iki şey ister.

Zâhirde HAKK’ın emrini yerine getirmek, bâtında kalbini ALLAH’a bağlamaktır.

ALLAH bu iki şeyi ihsan ederse, zâhir ve bâtın nimetlerini o kulun üzerine yaymış demektir.
O hâlde Allah'ın istediği ubudiyet yolunda istikamet üzere ol!

Göreceğin bir iş olursa, bu işten nefsin hoşlanacağı bir hâl olmamak şartıyla işini doğrudan doğruya ALLAH’a bırak; şeytan ortadan kaybolur.

Amelsiz Cennet istemek günahtır.

Sebepsiz şefaat dileği gururun bir nev'idir.

Bu işlerde Besmele her işin ALLAH adıyla fethedilmesi için elimize verilmiş bir anahtardır.
O anahtarı kullanabilmek için evvelâ ALLAH adını kalbinde tut.
ALLAH kuluna tam bir hürriyet vermiştir, ama izni olmaksızın bir toz zerresinin yerinden kalkmasını imkânsız kılmıştır.

Her türlü fenalıkların kökü nefsinden razı olmaktır.
Kendi varlığını görmesi ve nefsin isteklerine uymuş olması insanı vücud zindanına sokar...

Fâni olmayacak bir izzetle şeref ister isen; fâni olacak bir izzet ile azîz olmak isteme!.
ALLAH ile bâki olacak bir izzeti ihtiyar edersen, hiç bir kimse, seni zelil edemez.

Harunu Reşid devrinde bir salih zât Harunu Reşide adaletle hareket etmesini söylemiş.
Âdil hükümdar fena hâlde hiddetlenip, gazaba gelerek o zâtı azgın bir katıra bağlatmış.

Fakat katır hiç bir azgınlık göstermemiş.
Bunun üzerine kilitli bir odaya hapsettirmiş.
Adamı hariçte, bahçede gezerken görüyor ve hükümdara haber veriyorlar. Harunu Reşid huzuruna tekrar çağırtarak o zâta soruyor:
“Seni odadan kim çıkardı?”
“Beni bahçeye koyan çıkardı!”
“Bahçeye kim koydu?”
“Odadan çıkaran koydu!..”

Bunun üzerine Harunu Reşid bu zâtı bir ata bindiriyor bütün memleketi gezdiriyor.
Yanındaki tellâllara da şöyle bağırıp ilân etmelerini emrediyor:
“ALLAH’ın azîz eylediği bir kulunu Harunu Reşid zelil etmek istedi fakat gücü yetmedi!”.


Muhteremler!
ALLAH’ın meşgul olduğu kimseyi ne cin taifesi, ne yırtıcı hayvan, ne kimse korkutamaz.
Toprağa verildiği zaman ne yer haşeresi, ne çıyan cesedine yanaşamaz.
Korkudan değil, edebten...
Toprak bile hürmeten, kendine temiz geldiği için o cesede dokunamaz.
Topraktan, temiz yaratılan insan aynı temizlikle toprağa giderse, toprak ona kıyam eder ve kabrine nûr inmeye başlar.
Böyle kimselerden ne denizdeki balık, ne gökteki kuş kaçar..
Sokulurlar yanına kırk yıllık dostmuş gibi...
Böylesi de bulunur mu? diye sorma.
Dünyada herkes gaflette değildir.
Gönlü, kalbi feyz-i ilâhî ve Nûr-u Resûl ile dolmuşlar vardır,
dünya yüzünde onların bir tanesinin hürmetine binlerce kişi her türlü belâ ve âfetten korunmuş olur.
İş ki, biz, böyle insanların her devirde, her zaman bulunduğuna îmânımızı sarsmayalım.

Altın, dirhem, miskal ile,
Elmas kırat,
Öküz kilo ile,
İslâmın ölçüsü gözle görülemeyecek kadar hassas bir ölçü ile ölçülür.


Vesveseyi defet, ne kadar işin varsa kazâ-kadere teslim et!
Sıkıntıda olanı ALLAH’ın lütfü, felaha ulaştırır.
ALLAH’ın kahrı, fezayı bile daraltır.
Ne dilerse öyle iş gören ALLAH’a kendini teslim et!
O anda rıza yoluna girersin.


Câhilin kalbi diline tabi’dir, dili kalbine müracaat etmeden rastgele konuşur.
Arifin dili kalbini takip eder, bir şey söylemek istediği zaman kalbine dalar, söyleyeceği şey lehine ise konuşur, yoksa susar.
Dünya binek taşıdır, binebilirsen seni taşır, o sana yüklenecek olursa öldürür.
ALLAH’a itaat eden kimseyi sevmek zorundasın, iyi kimseyi seven ALLAH’ı sevmiş olur…


Maraz : Hastalık, illet, dert. Belâ.

Filozof : Felsefe ile uğraşan, felsefeci. (İlm-i hikmetle meşgul olan mütefennin. Dinle münasebeti olmayan gayr-ı müslim. L.R.) (Bak: Hükemâ)

Hükemâ : (Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler

Materyalist : Fr. Maddeci. Her şeyi madde ile kıymetlendiren. (Bak: Maddiyyun)

Nefh : Rüzgâr esmek. * Güzel kokunun yayılması. Kokmak. * Vurmak. * Def'etmek, kovmak. * Vuruşmak, kat'etmek.

İktiza : Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama.

Te’sirat-ı hariciye : dış te’sirler, dış etkenler.

Telebbüs : Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak.

Kompleks : Fr. Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. * Basit olmayan. Mürekkep. * İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü.

Bilbedahe : Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.

Hodbin : f. Başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve menfaatını tâkib eden. Bencil. Enaniyetli. Kibirli.

Prensip : Fr. Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi * Man: Her çeşit münakaşanın dışında olan.


Fıtrî haslet :Yaratılıştan gelen; Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.

Müdafî : Müdafaa eden. Koruyan. Def eden.

Tenezzülen : Alçak gönüllülükle, tevâzu ve mahviyet içinde, kibirsizlikle.

Bâkir : Tâze. El sürülmemiş. Bozulmamış. * Erken

Esfele : En sefil, çok sefil, en alçak, en aşağı, çok fenâ.

Galebe : Üstün gelmek. Yenmek. Bozmak. Çokluk. * Bastırmak. * Yeğin olmak.

İbtidai : İlkel,pejmürde olan.

Âdet : Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle bozulmamasına gayret gösterir.

An'ane : Âdet, örf. * Ağızdan nakledilen söz, haber. * Ist: Bir haberin veya bir hadis-i şerifin "an filân, an filan" diye râvileri bildirilmek suretiyle olan nakil. * Silsile. * Müezzin ezân okurken "teganni" ederse; ona da "An'ane" denir.

İtikâl : (Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme. * Dalgaların, deniz kenarlarındaki karaları döğerek aşındırması. * Tıb: Yaranın, vücudu yemesi. Yaranın büyümesi.

Gayri kabil-i tecezzi : Parçalara ayrılma ve bölünme, Ufalanması imkansız olma.

Restorasyon : Fr. Tarihî eserlerin aslına uygun tarzda tamiri.

Sun'î : İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan.

Klasik : Fr. Çok eskiden yazıldığı hâlde değerini kaybetmeyen eser veya san'at eseri. * Âdet hâline gelmiş usul.

Sanduka : Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan yapılır, baş ve ayak uçlarına taş dikilerek baştakinin üzerine kitabe yazılırdı. (O.T.D.S.) Mürai :

Mütevazi’ : Gururlu olmayan, alçak gönüllü, kendi fakrını bilen. * Gösterişsiz.

Alâyiş : f. Bulaşıklık, bulaşma. * Debdebe, tantana, gösteriş.

Hayat-ı hususiye : Özel hayat.

Mühlik : Helâk eden. Öldüren. Öldürücü. İfsad eden. Bozan. Kıtal.
Kalbetmek : Değişirmek.

Doktrin : yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y. * Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü.
Efdal : (Fazl. C.) Ziyadeler, fazlalar, çoklar. * İhsanlar, ikramlar, iyilikler, meziyetler, hünerler.



أُولَـئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ وَأُولَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Resim---“Ülaikellezine tabeallahü ala kulubihim ve sem'ihim ve ebsarihim ve ülaike hümül ğafilun : İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin kendileridir.” (Nahl 16/108)

وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ وَطُورِ سِينِينَ وَهَذَا الْبَلَدِ الْأَمِينِلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ
Resim---“Vettiyni vezzeytuni. Ve turi siyniyne. Ve hazelbeledil'emiyni. Lekad halaknel'insane fiy ahseni takviym. Sümme redednahü esfele safiliyne : İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tîn 95/1-5)
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN (ks) GÜL BAĞI

Mesaj gönderen simurg »

Resim

TEREKET SELÂMİ ANDARİR HİYANETÜN
(AmA ya selam vermemek hiyanettir)

“Âmâya selâm vermemek hiyanettir.” Hadis.
Kime ve neye hiyanettir.

Es Selâm : ALLAH'ın bütün kullara yardımı onları daima koruduğunu tasdik etmek vardır.
Ne de?

Es Selâm’da.
Bunu tekrar etmek bir nev’î ALLAH'ı zikirdir. Anmaktır.

Âmâ : Gözleri görmeyen kimsedir.
Bu da Cenab-ı ALLAH'ın herhangi bir sebepten dolayı o sebebin icabı görmemezlik, o sebeplere bilmeden veya bilerek maruz kalmak neticesi ve sebebi doğuran kaderinin icabıdır.
Ve kazadır.
Hepsi takdirdir.
Öyle olması gerekir.
Bu değişmez...
Hakk’ın kader ve kazası kanunu icabı kör olan bir kimseye bunu bir nev’î inkâr ile hor bakmak bu, Hakk’ın takdirine karşı gelmek demektir.
Bu vaziyette bile o âmâya selâm vermek ona bir nev’î dua olur.
Bunu terk de ALLAH'ın herkese yardımcı olacağını inkârdır.
Ona da : “Hiyanet” ALLAH'ın bütün kanunlarına inanmamazlık, itimatsızlık, hürmetsizlik olur...

ALLAH'ın Es Selâm esmâsına verdiği takdir icabı hastalığa kaza ve kadere isyandır.
ALLAH'ın o âmâ kuluna hiyanet olur.
Netice küfür olur.
Resûlü Ekrem'e bir nev'i ihtar için nüzul etmiştir.

Bir şahsa kör demek bu kelimede hakaret ve hor görme gizlidir.
“Körmüsün be adam!” bu söz tamamiyle küfürdür.

O, gözleri görmeyen geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi... Sakın bir daha böyle yapma (Abese) Âyet
Bu âyet üzerine Resûlullah(sav) çok üzülmüştü.
Hatta Resûlü Ekrem, Ümmü Mektum yanına geldiği zaman daima onun gönlünü alırdı.
Ve üstündeki hırkayı çıkarıp onun altına serer ve şöyle buyururdu:

Hoş geldin buyur otur ey hatırı için Rabbımdan azar işittiğim insan!
Bu âyetin nüzulü ilâhî bir takdirin icabıdır.
O hatanın yapılması da ALLAH'ın bir takdiridir.
Yoksa Resûlü Ekrem'in bir hata yapması düşünülemez.
Sakatlara yardımın önemini anlatmak için bu azarlama olmuştur.
Resûlü Ekrem'in azarlanmasına sebep olmuş bir olayı Cenab-ı ALLAH sakatlara, yoksullara, görmeyenlere gösterilecek yardımın büyüklüğünü ifade içindir.
Hazreti Resûl'den böyle birşeyin süduru düşünülemez…

Ortada olup görünmeyen vardır.
Ortada olmayıp görünen vardır.
Mikrobu görmezsin. Fakat vardır.
Renk körlüğü vardır. Herkes görür o rengi görmez. Sen görmezsin o görür.
İşitme de öyledir.
Körler uyanık iken rüyadadırlar.
Rüyada oldukları zaman onlardan sorun : Ne görüyorlar?
Ben söylemem! Onların görme âlemine hakaret etmiş olurum.
Yalnız merak edip sorarsanız dikkatli olun,
bu ince sorunun etrafı hakaret hududundan geçen yollarla doludur.

Vehleten “görmemek = âmâlık” insanoğluna çok fecî’ gelir.
Amma, öyle değildir.
Bunu milyonda 1 görmeyen âmâ bilir.
Fakat, âmâlar bu derdi vesile yaparak dilenirler. Şikâyet ederler!
O âmâ artık insan gibi gözü olmayan fakat herşeyi gören “ALLAH” gibi görür.
Eğer o milyonda 1 görmeyen ise...

Göze, kulağa sövmek Hakk’ın sevmediği birşeydir.
Hatta İslâmda küfürdür.

Körler: Hakk’a daha yakındırlar, ama bir bilseler.
Bilmezler. Milyonda 1 belki o da...
Gözleri açık olanlar ise...
Ne yakın ne uzak... Yol üzerindeki çukuru görmek durumdadırlar.


Âmâlara selâm vermemek hiyanettir. Hadis.
Neye hıyanet:

1 - Es Selâm esmâsına
2 -ALLAH'ın takdiri olan körlüğe karşı selâm vermemek, ALLAH'ın takdirine karşı hıyanet
3-ALLAH'ın kuluna karşı hiyanet.
İncelenirse küfre, inkâra kadar incelik uzar…


عَبَسَ وَتَوَلَّى أَن جَاءهُ الْأَعْمَى وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنفَعَهُ الذِّكْرَى
Resim---“Abese ve tevella. En caihul'a'ma. Ve ma yudriyke le'allehu yezzekka. Ev yezzekkeru fetenfe'ahuzzikra. : (Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çevirdi. (Resûlüm! onun hâlini) sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek. (Abese 80/1-4)

Fecî : Çok acı veren, acıklı.
Cevapla

“Münir Derman (k.s) Eserleri” sayfasına dön