KALBDEKİ BEYİN

Cevapla
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

KALBDEKİ BEYİN

Mesaj gönderen Hakan »

KALBDEKİ BEYİN

İnsanın, bazılarının zan ve iddia ettikleri gibi, akıl ve beyin merkezli değil; Kalb merkezli bir yapıya sahip olduğunu anlatan ve açıklayan Rasulullah SallALLAHu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in "İnsan vücudunda bir et parçası vardır o düzelirse bütün vücûd düzelir, o bozulduğunda bütün vücûd bozulur. İyi bilin ki, o et parçası kalbtir." (Buhârî, Müslim) hadis-i şerifiyle de uyumludur. Yine Kur'ÂN-ı Kerîmde bir çok âyetlerinde de insanın, özellikle de manevî yapısının kalb merkezli olduğuna işâret eden âyetler vardır.:

"Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalbleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar) Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalbler (kalb gözleri) kör olur." (Hacc Sûresi 46)

"Onlar Kur’ÂN'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalblerinin üzerinde kilitleri mi var?" (MuhaMMed Sûresi 24)

Görüldüğü gibi kalb ve düşünce o kadar iç içe ve birlikte zikredilmiş ki, bazı alimler akıl ve kalbin aynı olduğunu ya da aklın da kalbde olduğunu iddia etmişlerdir..

İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerine göre ise, aklın yeri dimağ/beyindir.
Yukarıda zikredilen hadis-i şerifte (zâhirî mana itibari ile) kalbin bir et parçası olduğu dolayısıyla da maddî/biyolojik bedenimizin merkezi olarak ifâde edilmiş ve diğer organlarımızın sağlıklı çalışması onun sağlıklı olmasına bağlanmıştır ki, bilimsel olarak da bu böyledir.
Bütün organlar kalbe tabidir ve kalbin durmasıyla diğer organların ölümü gerçekleşir. Nitekim kalbin kan pompalamaması halinde beyin ölümü de gerçekleşir..

İnsanın maddî bedenine karşılık bir de manevî bedeni/varlığı vardır ki, maddî bedenimizdeki organlarımıza karşılık manevî bedenimizde lâtifelerimiz vardır. Ruh başta olmak üzere kalb bir lâtifedir, akıl bir lâtifedir, vicdan bir lâtifedir, sır bir lâtifedir... Bunlar gözle görülmeyecek kadar ince ve kırılgandırlar, hassastırlar, yani lâtiftirler ki, o yüzden görülmezler ama hissedilirler... O yüzden "kalbimiz kırılır", "vicdanımız sızlar", "aklımız karışır", "gönlümüz daralır", "ruhumuz sıkılır"...
İşte önem ve işlev açısından maddî bedendeki kalb ne ise, manevî bedendeki kalb/gönül de odur, o kadar önemlidir. Aynı şekilde beynimizin maddî bedenimizdeki önemi ne ise, manevî açıdan akıl o kadar değerlidir.

Şimdi kalb ve akıl/beyin ilişkisi üzerine yapılmış araştırma Yrd. Doç. Dr. Hasan Doğan'ın kaleme aldığı yazının konuyla ilgili bölümlerinin özeti şu şekildedir..:
"Bugün modern tıbbın yeni alanı olan nörükardiyoloji (Kalb-sinir bilimi) alanında çalışmalar yürüten Dr. Armaur ve Dr Ardell; kalbdeki merkezi sinir sisteminden bağımsız, öğrenme, bilgi işleme, hatırlama ve idrak gibi fonksiyonlarla donatılmış, küçük bir beyin olarak vasıflandırılan bir nöron ağır keşfetmiştir. Beyinden bağımsız en az 40.000 sinir hücresinden meydana gelen, kendine has karmaşık bu sinir sistemi, kalbdeki muhteşem beyin olarak târif edilmektedir. Kalbde bulunan nöron hücreleri hem beyinle iletişim kurmakta, hem de kalbin faaliyetlerini düzenlemektedir. Böylelikle hem kalbden beyne hem de beyinden kalbe bilgi akışı gerçekleştirilmektedir. Araştırmalar kalbden beyne gönderilen bilgi miktarının beyinden kalbe gönderilenden daha fazla olduğunu ortaya koymuştur..."
"Kalb-beyin ve kalb-diğer vücûd sistemleri arasındaki bu iki yönlü iletişim ağı, bilinen en kompleks iletişim ağlarından biridir. Her bir kalb atışı sadece kanı pompalamakla kalmaz; Aynı zamanda bütün vücuda kan basıncıyla nörolojik, hormonal ve elektromanyetik yollarla bilgi gönderir ve ondan aynı yollarla bilgi alır..."
"Ferdin içinde bulunduğu hissi duruma göre kalb; atım hızı değişkenliği yoluyla beyin sapına, amigdalaya ve kortekse gönderdiği bilgilerle beyin dalgalarına ve fonksiyonlarına tesir etmektedir. Bütün bu tespitler, kan pompalamanın yanında, kalbe, bedenin tamamında tesirli uyum ve ritim bütünlüğü düzenleyici ve yönetici sinyal merkezi olarak da vazife verildiğini göstermektedir."

Bir çok kişi ve hatta modern tıp, kalbi sadece kan pompalayan fizyolojik yapısıyla sınırlandırdığı için, anlama ve karar verme merkezi olarak akıl, hislerin kaynağı olarak da beyin ön plana çıkarılmıştır. Bu yanlış bilgi ile Kur’ÂN ve Hadisleri tenkid etmeye yeltenen bir takım aklı evveller de yok değildir. Bu tipler güya kendilerince Kur’ÂN ve Sünnet'in bilimle çeliştiğini ispatlama gayreti içine girseler de, gerçek bilimsel verilen Kur’ÂN-ı Kerimin yanılmaz ve yanıltmaz ALLAH Kelâmı olduğu, her zaman olduğu gibi bu konuda da yine apacık ortaya çıkmştır.
Onlar bilmiyorlar ki..: "Zaman ihtiyarladıkça Kur’ÂN gençleşmektedir"

"Yer yüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünce kalbleri işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalbler (kalb gözleri) kör olur." (Hacc, 46)

Gerçekten akıl nurunu, ışığını, sinyallerini kalbten almaktadır. Yeter ki o kalb iman ve Kur’ÂN'ın nuruyla nurlanmış vahyin aydınlık ikliminden nasibini almış olsun; yani "Kalb-i Selim" olsun. İşte o zaman akla doğru sinyaller gönderecek, onu nurlandıracak ve yolunu da aydınlatacaktır. İşte o zaman akıl doğru işlere kafa yoracak, sahibinin ve insanlığın hayrına işler yapacaktır..

Bize düşen, bir bahçıvanın bahçesini zararlı otlardan, dikenlerden temizlediği gibi kalbimizi önce her türlü zararlı duygu ve düşüncelerden (şirkten, nifâktan, iki yüzlülükten, kinden, hasedden, fesaddan...) temizlemek ve iman ve Kur’ÂN Nuru’yla aydınlatmak ve Ahlâk-ı MuhaMMed sallALLAHu aleyhi ve sellem’e benzemektir.:

" O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak ALLAH'a kalb-i selim (temiz bir kalb) ile gelenler ( o günde fayda bulur/kurtulur)" (Şu’arâ Sûresi 88-89)

KALBLE İLGİLİ ÂYETLER.:

Bakara Sûresi, 7. âyet..: ALLAH, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlaradır.

Bakara Sûresi, 10. âyet..: Kalblerinde hastalık vardır. ALLAH da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır.

Bakara Sûresi, 74. âyet..: Bundan sonra kalbleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki ALLAH korkusuyla yuvarlanır. ALLAH yaptıklarınızdan gafil (habersiz) değildir.
Bakara Sûresi, 88. âyet..: Dediler ki..: "Bizim kalblerimiz örtülüdür." Hayır; ALLAH, inkarlarından dolayı onları lanetlemiştir. Bundan dolayı pek azı iman eder.

Bakara Sûresi, 93. âyet.: Hani sizden misak almış ve Tur'u üstünüze yükseltmiştik (ve).: "Size verdiğimize (kitaba) sımsıkı sarılın ve dinleyin" (demiştik). Demişlerdi ki.: "Dinledik ve baş kaldırdık." İnkarları yüzünden buzağı (tutkusu) kalblerine sindirilmişti. De ki.: "İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor?"

Bakara Sûresi, 97. âyet.: De ki.: "Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten onu (Kitabı), ALLAH'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidâyet ve müjde verici olarak senin kalbine indiren O'dur.

Bakara Sûresi, 118. âyet.: Bilgisizler, dediler ki.: "ALLAH bizimle konuşmalı veya bize de bir âyet gelmeli değil miydi?" Onlardan öncekiler de onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Kalbleri birbirine benzedi. Biz, kesin bilgiyle inanan bir topluluğa âyetleri apaçık gösterdik.

Bakara Sûresi, 204. âyet.: İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen ALLAH'ı şâhid getirir; oysa o azılı bir düşmandır.

Bakara Sûresi, 225. âyet.: ALLAH sizi, yeminlerinizdeki 'rastgele söylemelerinizden, boş, amaçsız sözler'den dolayı sorumlu tutmaz; fakat kalblerinizin kazandıklarından dolayı sorumlu tutar. ALLAH bağışlayandır, yumuşak davranandır.

Bakara Sûresi, 235. âyet.: (İddeti bekleyen) Kadınları nikahlamak istediğinizi (onlara) sezdirmenizde ya da böyle bir isteği gönlünüzde saklamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Gerçekte ALLAH, sizin onları (kalbinizden geçirip) anacağınızı bilir. Sakın bilinen (meşru) sözler dışında onlarla gizlice vaadleşmeyin; bekleme süresi tamamlanıncaya kadar nikah bağını bağlamaya kesin karar vermeyin. Ve bilin ki, elbette ALLAH kalbinizden geçeni bilmektedir. Artık ondan kaçının. Ve bilin ki, şüphesiz ALLAH bağışlayandır, (kullara) yumuşak davranandır.

Bakara Sûresi, 260. âyet.: Hani İbrahim.: "RABBim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster" demişti. (ALLAH ona:) "İnanmıyor musun?" deyince, "Hayır (inandım), ancak kalbimin tatmin olması için" dedi. "Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır, sonra onları (parçalayıp) her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır. Sana koşarak gelirler. Bil ki, şüphesiz ALLAH, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir."

Bakara Sûresi, 283. âyet.: Eğer yolculukta iseniz ve katip bulamazsanız, bu durumda alınan rehin (yeter). Şu durumda eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güven duyulan, RABBi olan ALLAH'tan sakınsın da emanetini ödesin. Şâhidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, artık şüphesiz, onun kalbi günahkardır. ALLAH, yaptıklarınızı bilendir.

Âl-i İmrân Sûresi, 7. âyet.: Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan, Kitab'ın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalblerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini ALLAH'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise.: "Biz ona inandık, tümü RABBimiz'in Katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.

Âl-i İmrân Sûresi, 8. âyet.: "RABBimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen."

Âl-i İmrân Sûresi, 103. âyet.: ALLAH'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve ALLAH'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalblerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, ALLAH, size âyetlerini böyle açıklar.

Âl-i İmrân Sûresi, 118. âyet.: Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.

Âl-i İmrân Sûresi, 119. âyet.: Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında "inandık" derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. De ki.: "Kin ve öfkenizle ölün." Şüphesiz ALLAH, sînelerin özünde saklı duranı bilendir.

Âl-i İmrân Sûresi, 126. âyet.: ALLAH bunu (yardımı) size ancak bir müjde olsun ve kalbleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı. 'Yardım ve zafer' (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan ALLAH'ın Katındandır.

Âl-i İmrân Sûresi, 151. âyet.: Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi ALLAH'a ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalblerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeri ne kötüdür.

Âl-i İmrân Sûresi, 154. âyet.: Sonra kederin ardından üzerinize bir güvenlik (duygusu) indirdi, bir uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da, canları derdine düşmüştü; ALLAH'a karşı haksız yere cahiliye zannıyla zanlara kapılarak.: "Bu işten bize ne var ki?" diyorlardı. De ki.: "Şüphesiz işin tümü ALLAH'ındır." Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar, "Bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki.: "Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) ALLAH, sînelerinizdekini denemek ve kalblerinizde olanı arındırmak için (yaptı). ALLAH, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.

Âl-i İmrân Sûresi, 159. âyet.: ALLAH'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık ALLAH'a tevekkül et. Şüphesiz ALLAH, tevekkül edenleri sever.

Âl-i İmrân Sûresi, 156. âyet.: Ey iman edenler, inkar edenler ile yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için.: "Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi" diyenler gibi olmayın. ALLAH, bunu onların kalblerinde onulmaz bir hasret olarak kıldı. Dirilten ve öldüren ALLAH'tır. ALLAH, yaptıklarınızı görendir.

Âl-i İmrân Sûresi, 167. âyet.: Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara.: "Gelin, ALLAH'ın yolunda savaşın ya da savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik" dediler. O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar. Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. ALLAH, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir.

Nisâ Sûresi, 63. âyet.: İşte bunların, ALLAH kalblerinde olanı bilmektedir. O halde sen, onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin açık ve etkileyici söz söyle.

Nisâ Sûresi, 90. âyet.: Ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavme sığınanlar ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmak (istemeyip bun)dan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (dokunulmazdır.) ALLAH dileseydi, onları üstünüze saldırtır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa, artık ALLAH, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır.

Nisâ Sûresi, 155. âyet.: Onların kendi sözlerini bozmaları, ALLAH'ın âyetlerine karşı inkara sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve.: "Kalblerimiz örtülüdür" demeleri nedeniyle (onları lanetledik.) Hayır; ALLAH, inkarları dolayısıyla ona (kalblerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar.

Mâide Sûresi, 7. âyet.: ALLAH'ın üzerinizdeki nimetini ve.: "İşittik ve itaat ettik" dediğinizde sizi, kendisiyle bağladığı sözünü (misakını) anın. ALLAH'tan korkup-sakının. Şüphesiz ALLAH, sinelerin özünde olanı bilendir.

Mâide Sûresi, 13. âyet.: Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalblerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. (Sık sık) Kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz ALLAH, iyilik yapanları sever.

Mâide Sûresi, 41. âyet.: Ey peygamber, kalbleri inanmadığı halde ağızlarıyla "İnandık" diyenlerle Yahudilerden küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen diğer topluluk adına kulak tutanlar (haber toplayanlar)dır. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar, "Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının" derler. ALLAH, kimin fitne(ye düşme)sini isterse, artık onun için sen ALLAH'tan hiçbir şeye malik olamazsın. İşte onlar, ALLAH'ın kalblerini arıtmak istemedikleridir. Dünyada onlar için bir aşağılanma, âhirette onlar için büyük bir azap vardır.

Mâide Sûresi, 52. âyet.: İşte kalblerinde hastalık olanları.: "Zamanın, felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz" diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki ALLAH, bir fetih veya Katından bir emir getirecek de, onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır.
Mâide Sûresi, 113. âyet.: (Bu sefer Havariler ) "Ondan yemek istiyoruz, kalblerimiz tatmin olsun, senin de gerçekten bize doğru söylediğini bilelim ve buna şâhidlerden olalım" demişlerdi.

En’âm Sûresi, 25. âyet.: Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalbleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi 'apaçık-belgeyi' görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkar etmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek.: "Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir" derler.

En’âm Sûresi, 43. âyet.: Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalbleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi.

En’âm Sûresi, 46. âyet.: De ki.: "Düşündünüz mü hiç; eğer ALLAH sizin işitmenizi ve görmenizi alıverir ve kalblerinizi mühürlerse, onları size ALLAH'tan başka getirebilecek ilâh kimdir?" Bak, Biz nasıl âyetleri 'çeşitli biçimlerde açıklıyoruz da' sonra onlar (yine) sırt çevirip-engelliyorlar?

En’âm Sûresi, 110. âyet.: Biz onların kalblerini ve gözlerini, ilkin inanmadıkları gibi tersine çeviririz ve onları tuğyanları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda terk ederiz.

En’âm Sûresi, 113. âyet.: Bir de âhirete inanmayanların kalbleri ona meyletsin de ondan (bu yaldızlı ve içi çarpık sözlerden) hoşlansınlar ve yüklenmekte olduklarını yüklenedursunlar.

A’râf Sûresi, 43. âyet.: Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki.: "Bizi buna ulaştıran ALLAH'a hamd olsun. Eğer ALLAH bize hidâyet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun, RABBimiz'in elçileri hak ile geldiler." Onlara.: "İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir" diye seslenilecek.

A’râf Sûresi, 101. âyet.: İşte bu ülkeler, sana onların 'haberlerinden aktarmalar yapıyoruz.' Gerçekten, onlara elçileri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama daha önceden yalanlamaları nedeniyle iman eder olmadılar. İşte ALLAH, inkar edenlerin kalblerini böyle damgalar.

A’râf Sûresi, 179. âyet.: Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.

Enfâl Sûresi, 2. âyet.: Mü'minler ancak o kimselerdir ki, ALLAH anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun âyetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.

Enfâl Sûresi, 10. âyet.: ALLAH, bunu, yalnızca bir müjde ve kalblerinizin tatmin bulması için yapmıştı; (yoksa) ALLAH'ın Katından başkasında nusret (zafer ve yardım) yoktur. Hiç şüphesiz ALLAH üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

Enfâl Sûresi, 11. âyet.: Hani Kendisi'nden bir güvenlik olarak sizi bir uyuklama bürüyordu. Sizi kendisiyle tertemiz kılmak, sizden şeytanın pisliklerini gidermek, kalblerinizin üstünde (güven ve kararlılık duygusunu) pekiştirmek ve bununla ayaklarınızı (arz üzerinde) sağlamlaştırmak için size gökten su indiriyordu.

Enfâl Sûresi, 12. âyet.: RABBin meleklere vahyetmişti ki.: "Şüphesiz Ben sizinleyim, iman edenlere sağlamlık katın, inkar edenlerin kalblerine amansız bir korku salacağım. Öyleyse (ey Müslümanlar,) vurun boyunlarının üstüne, vurun onların bütün parmaklarına."

Enfâl Sûresi, 24. âyet.: Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, ALLAH'a ve Resûlü'ne icâbet edin. Ve bilin ki muhakkak ALLAH, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız.

Enfâl Sûresi, 43. âyet.: Hani ALLAH, onları sana uykunda az gösteriyordu; eğer sana çok gösterseydi, gerçekten yılgınlığa kapılacaktınız ve iş konusunda gerçekten çekişmeye düşecektiniz. Ancak ALLAH esenlik (kurtuluş) bağışladı. Çünkü O, elbette sinelerin özünde saklı duranı bilendir.

Enfâl Sûresi, 49. âyet.: Münafıklar ve kalblerinde hastalık olanlar şöyle diyorlardı.: "Bunları (Müslümanları) dinleri aldattı." Oysa kim ALLAH'a tevekkül ederse, şüphesiz ALLAH, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

Enfâl Sûresi, 63. âyet.: Ve onların kalblerini uzlaştırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzlaştıramazdın. Ama ALLAH, aralarını bulup onları uzlaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

Enfâl Sûresi, 70. âyet.: Ey peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki.: "Eğer ALLAH, sizin kalblerinizde bir hayır olduğunu bilirse (görürse) size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. ALLAH bağışlayandır, esirgeyendir."

Tevbe Sûresi, 8. âyet.: Nasıl olabilir ki!.. Eğer size karşı galip gelirlerse size karşı ne 'akrabalık bağlarını', ne de 'sözleşme hükümlerini' gözetip-tanırlar. Sizi ağızlarıyla hoşnut kılarlar, kalbleri ise karşı koyar. Onların çoğu fasık kimselerdir.

Tevbe Sûresi, 15. âyet.: Ve kalblerindeki öfkeyi gidersin. ALLAH dilediğinin tevbesini kabul eder. ALLAH bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Tevbe Sûresi, 45. âyet.: Senden, yalnızca ALLAH'a ve âhiret gününe inanmayan, kalbleri kuşkuya kapılıp, kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister.

Tevbe Sûresi, 60. âyet.: Sadakalar, -ALLAH'tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekat) işinde görevli olanlar, kalbleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, ALLAH yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir. ALLAH bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Tevbe Sûresi, 64. âyet.: Münafıklar, kalblerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin aleyhlerinde indirilmesinden çekiniyorlar. De ki.: "Alay edin. Şüphesiz, ALLAH kaçınmakta olduklarınızı açığa çıkarandır."

Tevbe Sûresi, 77. âyet.: Böylece O da, ALLAH'a verdikleri sözü tutmamaları ve yalan söylemeleri nedeniyle, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar, kalblerinde nifâkı (sonuçta köklü bir duygu olarak) yerleşik kıldı.

Tevbe Sûresi, 87. âyet.: (Savaştan) Geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kalbleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı kavrayıp-anlamazlar.

Tevbe Sûresi, 93. âyet.: Yol, ancak o kimseler aleyhinedir ki, zengin oldukları halde (savaşa çıkmamak için) senden izin isterler ve bunlar geride kalanlarla birlikte olmayı seçerler. ALLAH, onların kalblerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar, bilmezler.

Tevbe Sûresi, 110. âyet.: Onların kalbleri parçalanmadıkça, kurdukları bina kalblerinde bir şüphe olarak sürüp-gidecektir. ALLAH bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Tevbe Sûresi, 117. âyet.: Andolsun ALLAH, Peygamberin, muhacirlerin ve ensarın üzerine tevbe ihsan etti. Ki onlar -içlerinde bir bölümünün kalbi neredeyse kaymak üzereyken- ona güçlük saatinde tabi oldular. Sonra onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara (karşı) çok şefkatlidir, çok esirgeyicidir.

Tevbe Sûresi, 125. âyet.: Kalblerinde hastalık olanların ise, iğrençliklerine iğrençlik (murdarlık) ekleyip-arttırmış ve onlar kafir kimseler olarak ölmüşlerdir.

Tevbe Sûresi, 127. âyet.: Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar (ve).: "Sizi bir kimse görüyor mu?" (der.) Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, ALLAH onların kalblerini çevirmiştir.

Yunus Sûresi, 57. âyet.: Ey insanlar, RABBinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifâ ve mü'minler için bir hidâyet ve rahmet geldi.

Yunus Sûresi, 74. âyet.: Sonra onun ardından kendi kavimlerine (başka) elçiler gönderdik; onlara apaçık belgeler getirmişlerdi. Ama daha önce onu yalanlamaları nedeniyle inanmadılar. İşte Biz, haddi aşanların kalblerini böyle mühürleriz.

Yunus Sûresi, 88. âyet.: Musa dedi ki.: "RABBimiz, şüphesiz Sen, Firavun'a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin. RABBimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?) RABBimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kalblerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler."

Hud Sûresi, 5. âyet.: Haberiniz olsun; gerçekten onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini büker (Hak'tan kaçınıp yan çizer)ler. (Yine) Haberiniz olsun; onlar, örtülerine büründükleri zaman, O, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.

Hud Sûresi, 23. âyet.: İman edip salih amellerde bulunanlar ve 'Rablerine kalbleri tatmin bulmuş olarak bağlananlar', işte bunlar da cennetin halkıdırlar. Onda süresiz kalacaklardır.

Ra'd Sûresi, 28. âyet.: Bunlar, iman edenler ve kalbleri ALLAH'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler yalnızca ALLAH'ın zikriyle mutmain olur.

İbrahim Sûresi, 37. âyet.: "RABBimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; RABBimiz, dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle Sen, insanların bir kısmının kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler."

İbrahim Sûresi, 43. âyet.: Başlarını dikerek koşarlar, gözleri kendilerine dönüp-çevrilmez. Kalbleri (sanki) bomboştur.

Hicr Sûresi, 12. âyet.: Böylece Biz onu (alayı), suçlu-günahkarların kalblerine sokarız.

Hicr Sûresi, 47. âyet.: Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar.

Nahl Sûresi, 22. âyet.: Sizin İlâhınız tek bir İlâh'tır. Âhirete inanmayanların kalbleri ise inkarcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır.

Nahl Sûresi, 78. âyet.: ALLAH, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi.

Nahl Sûresi, 108. âyet.: Onlar, ALLAH'ın, kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir.

İsrâ Sûresi, 36. âyet.: Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.

İsrâ Sûresi, 46. âyet.: Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur’ÂN'da sadece RABBini "bir ve tek" (İlâh olarak) andığın zaman, 'nefretle kaçar vaziyette' gerisin geriye giderler.

İsrâ Sûresi, 51. âyet.: "Ya da göğüslerinizde büyümekte olan (veya büyüttüğünüz) bir yaratık (olun)." Bizi kim (hayata) geri çevirebilir" diyecekler. De ki.: "Sizi ilk defa yaratan." Bu durumda sana başlarını alaylıca sallayacaklar ve diyecekler ki.: "Ne zamanmış o?" De ki.: "Umulur ki pek yakında."

Kehf Sûresi, 14. âyet.: Onların kalbleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki.: "Bizim RABBimiz, göklerin ve yerin RABBidir; İlâh olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız."

Kehf Sûresi, 28. âyet.: Sen de sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi 'istek ve tutkularına (hevasına)' uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.

Kehf Sûresi, 57. âyet.: Kendisine RABBinin âyetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalbleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidâyete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidâyet bulamazlar.

Enbiyâ Sûresi, 3. âyet.: Onların kalbleri tutkuyla oyalanmadadır. Zulmedenler, gizlice fısıldaştılar.: "Bu sizin benzeriniz olan bir beşer değil mi? Öyleyse, göz göre göre büyüye mi geleceksiniz?"

Hac Sûresi, 32. âyet.: İşte böyle; kim ALLAH'ın şiarlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalblerin takvasındandır.

Hac Sûresi, 35. âyet.: Onlar ki, ALLAH anıldığı zaman kalbleri ürperir; kendilerine isabet eden musibetlere sabredenler, namazı dosdoğru kılanlar ve rızık olarak verdiklerimizden infak edenlerdir.

Hac Sûresi, 46. âyet.: Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalbleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalbler körelir.

Hac Sûresi, 53. âyet.: Şeytanın (bu tür) katıp bırakmaları, kalblerinde hastalık olanlara ve kalbleri (her türlü) duyarlılıktan yoksun bulunanlara (ALLAH'ın) bir deneme kılması içindir. Şüphesiz zalimler, (gerçeğin kendisinden) uzak bir ayrılık içindedirler.

Hac Sûresi, 54. âyet.: (Bir de) Kendilerine ilim verilenlerin, bunun (Kur’ÂN'ın) hiç tartışmasız Rablerinden olan bir gerçek olduğunu bilmeleri için; böylelikle ona iman etsinler ve kalbleri ona tatmin bulmuş olarak bağlansın. Şüphesiz ALLAH, iman edenleri dosdoğru yola yöneltir.

Mü'minun Sûresi, 60. âyet.: Ve gerçekten Rablerine dönecekler diye, vermekte olduklarını kalbleri ürpererek verenler;

Mü'minun Sûresi, 63. âyet.: Hayır, onların kalbleri bundan dolayı bir gaflet içindedir. Üstelik onların, bunun dışında yapmakta oldukları (birtakım şeyler) vardır; onlar bunun için çalışmaktadırlar.

Mü'minun Sûresi, 78. âyet.: O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz.

Nur Sûresi, 37. âyet.: (Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları ALLAH'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalblerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar.

Nûr Sûresi, 50. âyet.: Bunların kalblerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa ALLAH'ın ve elçisinin kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zalim kimselerdir.

Furkân Sûresi, 32. âyet.: İnkar edenler dediler ki.: "Kur’ÂN Ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil miydi?" Biz onunla kalbini sağlamlaştırıp-pekiştirmek için böylece (âyet âyet indirdik) ve onu 'belli bir okuma düzeniyle (tertil üzere) düzene koyup' okuduk.

Şu’arâ Sûresi, 194. âyet.: Uyarıcılardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir).

Şu’arâ Sûresi, 200. âyet.: Biz onu, suçlu-günahkarların kalbine işte böyle işlettik.

Şu’arâ Sûresi, 89. âyet.: "Ancak ALLAH'a selim bir kalb ile gelenler başka."

Neml Sûresi, 74. âyet.: Ve şüphesiz, senin RABBin, sinelerinin gizli tuttuklarını ve açığa vurduklarını kesin olarak bilmektedir.

Kasas Sûresi, 10. âyet.: Musa'nın annesi ise, yüreği boşluk içinde sabahladı. Eğer mü'minlerden olması için kalbi üzerinde (sabrı ve dayanıklılığı) pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse onu(n durumunu) açığa vuracaktı.

Kasas Sûresi, 69. âyet.: RABBin onların göğüslerinin sakladıklarını ve açığa vurduklarını bilir.

Ankebût Sûresi, 10. âyet.: İnsanlardan öylesi vardır ki, "ALLAH'a iman ettik" der; fakat ALLAH uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri işkence ve) fitnesini ALLAH'ın azabıymış gibi sayar; ama RABBinden 'bir yardım ve zafer' gelirse, andolsun.: "Biz gerçekten sizlerle birlikteydik" demektedirler. Oysa ALLAH, alemlerin sinelerinde olanı daha iyi bilen değil midir?

Ankebût Sûresi, 49. âyet.: Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde apaçık olan âyetlerdir. Zulmedenlerden başkası, Bizim âyetlerimizi inkar etmez.

Rum Sûresi, 59. âyet.: İşte ALLAH, bilmeyenlerin kalblerini böyle mühürler.

Lokmân Sûresi, 23. âyet.: Kim de inkar ederse, artık onun inkarı seni hüzne kaptırmasın. Onların dönüşü Bizedir, artık Biz de onlara yaptıklarını haber vereceğiz. Şüphesiz ALLAH, sinelerin özünde saklı olanı bilendir.

Secde Sûresi, 9. âyet.: Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?

Ahzâb Sûresi, 4. âyet.: ALLAH, bir adamın kendi (göğüs) boşluğu içinde iki kalb kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız (zıharda bulunduğunuz) eşlerinizi sizin anneleriniz yapmadı, evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. ALLAH ise, hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltip-iletir.

Ahzâb Sûresi, 5. âyet.: Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu, ALLAH Katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalblerinizin kasıt gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır. ALLAH, bağışlayandır, esirgeyendir.

Ahzâb Sûresi, 10. âyet.: Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tA’râfınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve siz ALLAH hakkında (birtakım) zanlarda bulunuyordunuz.

Ahzâb Sûresi, 12. âyet.: Hani, münafık olanlar ve kalblerinde hastalık bulunanlar.: "ALLAH ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmedi" diyorlardı.

Ahzâb Sûresi, 26. âyet.: Kitap Ehlinden onlara arka çıkanları da kalelerinden indirdi ve onların kalblerine korku düşürdü. Siz (onlardan) bir kısmını öldürüyordunuz, bir kısmını ise esir alıyordunuz.

Ahzâb Sûresi, 32. âyet.: Ey peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin.

Ahzâb Sûresi, 51. âyet.: Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini de yanına alıp-barındırabilirsin; ayrıldıklarından, istek duyduklarına (dönmende) senin için bir sakınca yoktur. Onların gözlerinin aydınlanıp hüzne kapılmamalarına ve kendilerine verdiğinle hepsinin hoşnut olmalarına en yakın (en uygun) olan budur. ALLAH, kalblerinizde olanı bilir. ALLAH bilendir, halimdir.

Ahzâb Sûresi, 53. âyet.: Ey iman edenler (rastgele) Peygamberin evlerine girmeyin, (Bir başka iş için girmişseniz ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin, yemeği yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa ALLAH, hak (kı açıklamak)tan utanmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kalbleriniz için de, onların kalbleri için de daha temizdir. ALLAH'ın Resûlü'ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikahlamanız size ebedi olarak (helal) olmaz. Çünkü böyle yapmanız, ALLAH Katında çok büyük (bir günah)tır.

Ahzâb Sûresi, 60. âyet.: Andolsun, eğer münafıklar, kalblerinde hastalık bulunanlar ve şehirde kışkırtıcılık yapan (yalan haber yayan)lar (bu tutumlarına) bir son vermeyecek olurlarsa, gerçekten seni onlara saldırtırız, sonra orada seninle pek az (bir süre) komşu kalabilirler.

Sebe’ Sûresi, 23. âyet.: O'nun Katında izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda kalblerinden korku giderilince (birbirlerine:) "RABBiniz ne buyurdu?" derler, "Hak olanı" derler. O, çok Yücedir, çok büyüktür.

Sebe’ Sûresi, 48. âyet.: De ki.: "Şüphesiz RABBim hakkı (batılın yerine veya dilediği kimsenin kalbine) koyar. O, gaybleri bilendir.

Fâtır Sûresi, 38. âyet.: Şüphesiz ALLAH, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Gerçek şu ki O, sinelerin özünde (saklı) olanı bilir.

Sâffât Sûresi, 84. âyet.: Hani o, RABBine arınmış (selim) bir kalb ile gelmişti.

Zümer Sûresi, 7. âyet.: Eğer inkar edecek olursanız, artık şüphesiz ALLAH size karşı hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için inkara rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (yararınız) için ondan razı olur. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra RABBinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir.

Zümer Sûresi, 22. âyet.: ALLAH, kimin göğsünü İslam'a açmışsa, artık o, RABBinden bir nur üzerinedir, (öyle) değil mi? Fakat ALLAH'ın zikrinden (yana) kalbleri katılaşmış olanların vay haline. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.

Zümer Sûresi, 23. âyet.: ALLAH, müteşabih (benzeşmeli), ikişerli bir Kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların O'ndan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kalbleri ALLAH'ın zikrine (karşı) yumuşar-yatışır. İşte bu, ALLAH'ın yol göstermesidir, onunla dilediğini hidâyete erdirir. ALLAH, kimi saptırırsa, artık onun için de bir yol gösterici yoktur.

Zümer Sûresi, 45. âyet.: Sadece ALLAH anıldığı zaman, âhirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O'ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar.

Mü'min Sûresi, 18. âyet.: Onları, yaklaşmakta olan güne karşı uyar; o zaman yürekler gırtlaklara dayanır, yutkunur dururlar. Zalimler için ne koruyucu bir dost, ne sözü yerine getirebilir bir şefaatçi yoktur.

Mü'min Sûresi, 35. âyet.: "Ki onlar, ALLAH'ın âyetleri konusunda kendilerine gelmiş bir delil bulunmaksızın mücadele edip dururlar. (Bu,) ALLAH Katında da, iman edenler katında da büyük bir öfke (sebebi)dir. İşte ALLAH, her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler."

Fussilet Sûresi, 5. âyet.: Dediler ki.: "Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalblerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen, (yapabileceğini) yap, biz de gerçekten yapıyoruz."

Şûrâ Sûresi, 24. âyet.: Yoksa onlar.: "ALLAH'a karşı yalan düzüp-uydurdu"mu diyorlar? Oysa eğer ALLAH dilerse senin de kalbini mühürler. ALLAH, batılı yok edip-ortadan kaldırır ve Kendi kelimeleriyle hakkı hak olarak pekiştirir (gerçekleştirir). Çünkü O, sinelerin özünde olanı bilendir.

Câsiye Sûresi, 23. âyet.: Şimdi sen, kendi hevasını ilâh edinen ve ALLAH'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık ALLAH'tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?

Ahkâf Sûresi, 26. âyet.: Andolsun, Biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkanlarıyla) yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, ALLAH'ın âyetlerini inkar ediyorlardı. Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp- kuşattı.

MuhaMMed Sûresi, 16. âyet.: Onlardan kimi gelip seni dinler. Nitekim yanından çıkıp-gittikleri zaman, ilim verilenlere derler ki.: "O biraz önce ne söyledi?" İşte onlar; ALLAH, onların kalblerini mühürlemiştir ve onlar kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır.

MuhaMMed Sûresi, 20. âyet.: İman edenler, derler ki.: "(Savaş izni için) Bir sûre indirilmeli değil miydi?" Fakat, içinde savaş (kıtal) zikri geçen muhkem bir sure indirildiği zaman, kalblerinde hastalık olanların, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş olanların bakışı gibi sana baktıklarını gördün. Oysa onlara evla (olan):

MuhaMMed Sûresi, 24. âyet.: Öyle olmasa, Kur’ÂN'ı iyiden iyiye düşünmezler miydi? Yoksa birtakım kalbler üzerinde kilitler mi vurulmuş?

MuhaMMed Sûresi, 29. âyet.: Yoksa kalblerinde hastalık bulunanlar, ALLAH'ın kinlerini hiç (ortaya) çıkarmayacağını mı sandılar?

Fetih Sûresi, 4. âyet.: Mü'minlerin kalblerine, imanlarına iman katıp-arttırsınlar diye, 'güven duygusu ve huzur' indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları ALLAH'ındır.: ALLAH bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Fetih Sûresi, 11. âyet.: Bedevilerden geride bırakılanlar, sana diyecekler ki.: "Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile." Onlar, kalblerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki.: "Şimdi ALLAH, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için ALLAH'a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, ALLAH yaptıklarınızı haber alandır."

Fetih Sûresi, 12. âyet.: Hayır, siz Peygamberin ve mü'minlerin, ailelerine ebedi olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz; bu, kalblerinizde çekici kılındı ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir topluluk oldunuz.

Fetih Sûresi, 18. âyet.: Andolsun, ALLAH, sana o ağacın altında biat ederlerken mü'minlerden razı olmuştur, kalblerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine 'güven duygusu ve huzur' indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir.

Fetih Sûresi, 26. âyet.: Hani o inkar edenler, kendi kalblerinde, 'öfkeli soy koruyuculuğu'nu (hamiyeti), cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen ALLAH; elçisinin ve mü'minlerin üzerine '(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. ALLAH, herşeyi hakkıyla bilendir.

Hucurât Sûresi, 3. âyet.: Şüphesiz, ALLAH'ın Resûlü'nün yanında seslerini alçak tutanlar; işte onlar, ALLAH kalblerini takva için imtihan etmiştir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır.

Hucurât Sûresi, 7. âyet.: Ve bilin ki ALLAH'ın Resûlü içinizdedir. Eğer o, size birçok işlerde uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Ancak ALLAH size imanı sevdirdi, onu kalblerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır.

Hucurât Sûresi, 14. âyet.: Bedeviler, dedi ki.: "İman ettik." De ki.: "Siz iman etmediniz; ancak "İslam (Müslüman veya teslim) olduk deyin. İman henüz kalblerinize girmiş değildir. Eğer ALLAH'a ve Resûlü'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Şüphesiz ALLAH, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir."

Kaf Sûresi, 33. âyet.: Görmediği halde Rahman'a karşı 'içi titreyerek korku duyan' ve 'içten ALLAH'a yönelmiş' bir kalb ile gelen içindir.

Kaf Sûresi, 37. âyet.: Hiç şüphesiz, bunda, kalbi olan ya da bir şâhid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır.

Hadîd Sûresi, 16. âyet.: İman edenlerin, ALLAH'ın ve haktan inmiş olanın zikri için kalblerinin 'saygı ve korku ile yumuşaması' zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalbleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasık olanlardı.

Hadîd Sûresi, 27. âyet.: Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik; ona İncil'i verdik ve onu izleyenlerin kalblerinde bir şefkat ve merhamet kıldık. (Bir bid'at olarak) Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak ALLAH'ın rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.

Mücâdele Sûresi, 22. âyet.: ALLAH'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, ALLAH'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (ALLAH) kalblerine imanı yazmış ve onları Kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. ALLAH, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, ALLAH'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz ALLAH'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.

Haşr Sûresi, 2. âyet.: Kitap Ehlinden inkar edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Onların çıkacaklarını siz sanmamıştınız, onlar da kalelerinin kendilerini ALLAH'tan koruyacağını sanmışlardı. Böylece ALLAH(ın azabı) da, onlara hesaba katmadıkları bir yönden geldi, yüreklerine korku saldı; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve mü'minlerin elleriyle tahrip ediyorlardı. Artık ey basiret sahipleri ibret alın.

Haşr Sûresi, 10. âyet.: Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki.: "RABBimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalblerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. RABBimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin."

Haşr Sûresi, 14. âyet.: Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalbleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir.

Saff Sûresi, 5. âyet.: Hani Musa, kavmine demişti ki.: "Ey kavmim, gerçekten benim sizin için ALLAH'tan gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz halde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?" İşte onlar eğrilip-sapınca ALLAH da onların kalblerini eğriltip saptırmış oldu. ALLAH, fasık bir kavmi hidâyete erdirmez.

Münâfikun Sûresi, 3. âyet.: Bu, onların iman etmeleri sonra inkar etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalblerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar.

Tegâbün Sûresi, 11. âyet.: ALLAH'ın izni olmaksızın hiçbir musibet (hiç kimseye) isabet etmez. Kim ALLAH'a iman ederse, onun kalbini hidâyete yöneltir. ALLAH, herşeyi bilendir.

Tahrîm Sûresi, 4. âyet.: Eğer sizler (Peygamberin iki eşi) ALLAH'a tevbe ederseniz (ne güzel); çünkü kalbleriniz eğrilik gösterdi. Yok eğer ona karşı birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık ALLAH, onun mevlasıdır; Cibril ve mü'minlerin salih olan(lar)ı da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.

Mülk Sûresi, 13. âyet.: Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.

Mülk Sûresi, 23. âyet.: De ki.: "Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?"

Müddesir Sûresi, 31. âyet.: Biz o ateşin koruyucularını meleklerden başkasını kılmadık. Ve onların sayısını inkar edenler için yalnızca bir fitne (konusu) yaptık ki, kendilerine kitap verilenler, kesin bir bilgiyle inansın, iman edenlerin de imanları artsın; kendilerine kitap verilenler ve iman edenler (böylece) kuşkuya kapılmasın. Kalblerinde bir hastalık olanlar ile kafirler de şöyle desin.: "ALLAH, bu örnekle neyi anlatmak istedi?" İşte ALLAH, dilediğini böyle şaşırtıp-saptırır, dilediğini böyle hidâyete erdirir. RABBinin ordularını Kendisi'nden başka (hiç kimse) bilmez. Bu ise, beşer (insan) için yalnızca bir öğüttür.

Nâzi'ât Sûresi, 8. âyet.: O gün yürekler (dehşet içinde) hoplayacak.

Mutaffifin Sûresi, 14. âyet.: Asla, hayır; onların kazandıkları, kalbleri üzerinde pas tutmuştur.

Hümeze Sûresi, 7. âyet.: Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar.

Nâs Sûresi, 4. âyet.:”'Sinsice, kalblere vesvese ve şüphe düşürüp duran” vesvesecinin şerrinden.

Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: KALBDEKİ BEYİN

Mesaj gönderen Hakan »

Sözlükte “bir şeyin içini dışına çıkarmak, altını üstüne getirmek, ters çevirmek, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek ve değiştirmek” gibi anlamlara gelen kalb kelimesi (Cevherî, I, 204; Lisânü’l-ʿArab, “ḳlb” md.) vücutta kan dolaşımını sağlayan organın adıdır. Kalb, dinî ve tasavvufî bağlamda bilgi ve düşüncenin kaynağı veya aracıdır. Bir et parçasından ibaret olan kalble bir ilişkisi olmakla birlikte ondan ayrı olan bu anlamdaki kalbe “rabbânî latife” ve “ilâhî cevher” de denir.

Kur’an’da ve hadislerde fuâd, sadr, lüb, nühâ ve rû’ gibi terimler genellikle kalb mânasında kullanılmıştır. Fuâd bazılarına göre kalb ile eş anlamlıdır; bazılarına göre ise kalb ondan daha özeldir. Mütercim Âsım Efendi’ye göre kalbin Türkçe karşılığı gönül, fuâdınki yürektir (Kāmus Tercümesi, I, 445). Kur’an’da yüreğe (fuâd) metanet vermek için önceki peygamberlerin kıssalarından bahsedildiği belirtilir (Hûd 11/120). Kalbin (fuâd) göz ve kulak gibi sorumlu olduğunu bildiren âyette ise (el-İsrâ 17/36) fuâd kalb anlamına gelir. “Göğüs” mânasındaki sadr, “Allah göğüslerde olanı bilir” (Âl-i İmrân 3/119, 154) ve, “Allah bir kimsenin hidayetini dilerse göğsünü İslâm’a açar” (el-En‘âm 6/125; ez-Zümer 39/22) meâlindeki âyetlerde mecaz yoluyla kalb mânasında kullanılmıştır. “Ülü’l-elbâb” (Âl-i İmrân 3/7, 190) ve “ülü’n-nühâ” (Tâhâ 20/54, 128) ifadeleriyle kalp sahiplerine hitap edilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Lüb”, “Nühâ”, “Ṣadr”, “Fuʾâd” md.leri). Kur’an’da akletme (düşünme) fiili kalbe nisbet edilmiş (el-Hac 22/46), yani düşünmenin kalbin bir işlevi olduğu belirtilmiştir. Aynı şekilde fıkhetmenin de (anlama) kalbin bir işlevi olduğuna dikkat çekilmiştir (el-A‘râf 7/179).

Rabbânî latifeye kalb denilmesi bu mânevî cevherin vücuttaki kalp ile ilişkisinin bulunması, işlevlerinin onun aracılığıyla gerçekleşmesi dolayısıyladır. Kalb çok değişken olduğu için bu ismi almıştır (Tâcü’l-ʿarûs, “ḳlb” md.; Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 3, 44). Kur’an’da ve hadislerde kalbin mahiyeti ve tarifi üzerinde değil işlevleri ve nitelikleri üzerinde durulmuştur. Kur’an ve hadiste geçen kalb kelimesi insanın anlama, kavrama, düşünme ve şeylerin hakikatini bilme yönünü, başka bir ifadeyle insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran temel niteliğini dile getirir. İnsanın idrak eden, bilen ve kavrayan tarafı olduğu için kalb ilâhî hitaba muhataptır, yükümlü ve sorumludur. Dinî ve insanî hayatın merkezinin kalp olduğu Kur’an ve hadislerde açıkça ifade edilmiştir. “Kalbleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar” (el-A‘râf 7/179); “Akletmek için onlarda kalb yok mu?” (el-Hac 22/46); “Kalbi olanlar için bunda öğüt vardır” (Kāf 50/37) meâlindeki âyetler kalbin idrak, ilim, mârifet ve düşünme aracı olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı kalb (fuâd) sorumludur (el-İsrâ 17/36; el-Ahzâb 33/5).

Kalbin bir özelliği de değişken olması (Müsned, IV, 408; VI, 302), renkten renge girmesidir. Bu husus duygu, düşünce ve inançların değişmesini beraberinde getirir. Bundan dolayı bir hadiste, “Ey kalbleri değiştiren, evirip çeviren Allah, kalbimi dinin ve taatin üzerine sabit kıl” şeklinde dua edilmesi tavsiye edilmiştir (Müsned, II, 168, 173; Müslim, “Îmân”, 1, 2; Tirmizî, “Daʿavât”, 89, 124). Kalbleri sabit kılan Allah’tır (İbn Mâce, “Muḳaddime”, 13). “Kalbler Allah’ın iki parmağı arasındadır” (Müslim, “Ḳader”, 17; İbn Mâce, “Muḳaddime”, 13; Tirmizî, “Daʿavât”, 89, “Ḳader”, 7) hadisi de Allah Teâlâ’nın kalbleri değiştirdiğini ve yönlendirdiğini göstermektedir (ayrıca bk. el-En‘âm 6/110; Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 44). Kalb duygu, düşünce ve inanç bakımından çok çeşitli renklere girmeye ve şekiller almaya elverişlidir. İmanın mahalli kalbdir (el-Hucurât 49/7, 14; el-Mücâdile 58/22); samimi bir şekilde kalb ile tasdik ederek kelime-i tevhid getiren kişi müslüman olur (Buhârî, “ʿİlim”, 33, 39). İman kalbin tasdikidir. Temiz kalb çok önemlidir (el-Mâide 5/41; el-Ahzâb 33/53). Kalbleri nurlandıran Allah’tır (Buhârî, “Daʿavât”, 9; Müslim, “Müsâfirîn”, 181). Dinde önemli bir yeri bulunan takvânın mahalli kalbdir (el-Hac 22/32; Müsned, V, 71, 379). Kalblere sekînet, itminan, sebat ve huzur veren Allah olduğu gibi (el-Bakara 2/260; Âl-i İmrân 3/126; el-Mâide 5/113; el-Enfâl 8/10; er-Ra‘d 13/28; el-Feth 48/4, 18) kalblere hidayet veren, kalbleri kaynaştıran, merhametli, şefkatli ve insaflı kılan da O’dur (Âl-i İmrân 3/103; el-Hadîd 57/27; et-Tegābün 64/11).

Öte yandan kalb olumsuz yönde de değişir ve türlü renklere girer. Kur’an’da kalb körlüğünden (el-Hac 22/46), kalb kasvetinden ve taşlaşmış yüreklerden (el-Bakara 2/74; el-Mâide 5/13; el-En‘âm 6/43; ez-Zümer 39/22) bahsedilmiş; kalblerin mühürlenmesi (el-Bakara 2/7; en-Nahl 16/108; el-Câsiye 45/23), gerçeği algılamaktan alıkonulması (el-A‘râf 7/101; Yûnus 10/74), kilitlenmesi ve üstüne perde çekilmesi (el-Bakara 2/88; el-En‘âm 6/25; el-İsrâ 17/46; Muhammed 47/24; el-Mutaffifîn 83/14) üzerinde de durulmuştur. Allah yoldan sapanların kalblerini saptırır (es-Saf 61/5), yani insan kendi iradesiyle kötülüğü tercih edip o yönde teşebbüse geçerse Allah da onu kötü yola düşürür. Kalbin en iyisi iman, en kötüsü küfür ve inkâr olan çok çeşitli halleri vardır. Kalb hem rahmânî hem de şeytânî kuvvetlerin mücadele alanıdır. Bir hadiste bu husus, “Kalbde iki dürtü vardır, biri melekten, diğeri şeytandandır” (Tirmizî, “Tefsîrü’l-Ḳurʾân”, 2/35) şeklinde ifade edilmiştir (Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 26).

Kalbin İslâm’daki büyük önemi iman ve inkâr mahalli olmasındandır. Bütün İslâm âlimleri imanın aslî şartının kalbin tasdiki olduğu hususunda ittifak etmiştir (a.g.e., I, 121; Fahreddin er-Râzî, el-Muḥaṣṣal, s. 174; Teftâzânî, II, 249). İman gibi inkâr ve red de kalbin bir fiilidir. İslâm’da vahyin mahalli de kalbdir. Cebrâil Kur’an’ı Hz. Peygamber’in kalbine indirmiştir (el-Bakara 2/97; eş-Şuarâ 26/193-194). Resûl-i Ekrem’in gördüğü rüyalar ve aldığı ilham kalble ilgilidir. Sûfîlerin büyük değer verdikleri keşif ve mârifetin kaynağı da kalbdir.

Gazzâlî kalb, ruh, akıl ve nefsin farklı anlamları olduğunu, fakat aynı zamanda bu terimlerin rabbânî latife denilen bir kavrama müştereken delâlet ettiğini, insanın hakikatinin de bundan ibaret olduğunu, aynı şeye filozofların “nefs-i nâtıka” dediklerini anlattıktan sonra onun niteliklerini “bilen, tanıyan, algılayan, sorumlu ve yükümlü olan” şeklinde tesbit eder. Gazzâlî’ye göre rabbânî latife insanı diğer canlılardan ayıran ve onlara üstün kılan insanın hakikati olup duruma göre ona bazan akıl, bazan ruh, bazan nefis, bazan kalb denir. Ona verilen isimler değişik olsa da mahiyeti değişmez (İḥyâʾ, III, 3-5). Kalb ile rabbânî latife arasındaki ilişki cevher-araz, sıfat-mevsuf, yöneten-yönetilen, alet-usta, mekân-mekânda bulunan nesne ilişkisi gibidir. Bu ilişkinin mahiyeti konusunda akıl hayrete düşer. Hz. Peygamber ruh (kalb) üzerinde konuşmaktan kaçındığından (Buhârî, “ʿİlim”, 47; Müslim, “Münâfıḳīn”, 32) bu konuda açıklama yapmak doğru değildir, bunun pratik bir faydası da yoktur (Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 3).

Fahreddin er-Râzî kalbin hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırt etme ve iyi ile kötü arasında tercih yapma özelliğine işaret ettikten sonra bilgi, algı, düşünce ve inancın merkezinin kalb olduğunu belirterek bunun delillerini anlatmış, düşünce ve bilginin merkezinin beyin olduğunu söyleyen bazı eski filozofların görüşlerini ve dayandıkları delilleri aktararak eleştirmiştir (Mefâtîḥu’l-ġayb, V, 541, 544).

Hz. Peygamber ruh ve kalbin mahiyeti üzerinde fazla durmadığından sahâbe ve tâbiîn döneminde bu konu araştırılmamıştır. İlk dönemde kelâmcılar daha çok akıl ve istidlâl, fakihler kıyas ve re’y, sûfîler de kalb ve onun ürünü olan keşif ve ilham üzerinde durmuşlardır. Sûfîlerin ilgi alanı kalb ve kalbin tasfiyesi olduğundan tasavvufa ilmü’l-kulûb, ma‘rifetü’l-kulûb; sûfîlere de ehlü’l-kulûb, ashâbü’l-kulûb, erbâbü’l-kulûb ve ehl-i dil gibi isimler verilmiştir.

Zâhidler ve ilk sûfîler dinî ve ahlâkî açıdan kalbin önemi, kalb temizliği, bunun sonucu olan ibadet ve iyi davranışlar üzerinde yoğunlaşmış, Allah’ın huzuruna kalb-i selimle (eş-Şuarâ 26/89; es-Sâffât 37/84) çıkmanın uhrevî kurtuluşun şartı olduğunu vurgulamışlardır. Hâris el-Muhâsibî kalb temizliği, kalbin huşûu ve kalble işlenen günahlar konusuna dikkat çekmiş, kalbin çeşitli hallerini, uğradığı değişimleri, buna etki eden hususları ve bunların sonuçlarını inceleyerek kalb ve nefisle ilgili çok önemli psikolojik tahliller yapmış, Allah’a kalble yaklaşılacağını belirtmiştir (el-Veṣâyâ, s. 129, 197, 291; er-Riʿâye, s. 109-115, 120, 136, 197, 291). Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ise kalbi arşa, sadrı kürsîye benzetmiştir (Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 4). Daha sonra sûfîler Allah’ı daha çok kalb arşında aramışlar ve kalbi beytullah (Allah’ın evi) olarak adlandırmışlardır. Sehl’e göre Allah’ın kıblesi Kâbe, kalbin kıblesi niyet, bedenin kıblesi de kalbdir.

Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî Maḳāmâtü’l-ḳulûb adlı eserinde kalb, lüb, sadr ve fuâd kelimelerini incelemiş, Ebû Saîd el-Harrâz da Kitâbü’ṣ-Ṣıdḳ isimli eserinde kalb terimi üzerinde durmuştur. Daha sonra Hakîm et-Tirmizî Kitâbü’l-Farḳ beyne’ṣ-ṣadr ve’l-ḳalb ve’l-fuʾâd ve’l-lüb isimli eserinde (Kahire 1954) kalb ve onunla aynı anlama gelebilen terimleri ele alarak bunlar arasındaki farkları belirtmiştir. Ona göre nefis, sadr ve kalb iç içe geçmiş üç halka gibidir; altta nefis, ortada sadr, üstte kalb bulunur. Sadr nefis ve kalbin buluştuğu ortak alandır. Nefisten ancak kötülük doğar. Sadra feyiz kalbden gelir. Kalbin iki yüzü vardır; biriyle Hakk’a, diğeriyle halka bakar. Kalb Allah’ın arşıdır, yerlere ve göklere sığmayan Allah mümin kulunun kalbine sığmıştır (Ḫatmü’l-evliyâʾ, s. 130, 269, 270, 374; İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, I, 101-102). Hakîm et-Tirmizî, Kitâbü’r-Riyâże ve âdâbü’n-nefs adlı eserinde (Kahire 1366) bu konuları işlemiştir. Tasavvuf kitaplarında sıkça geçen, yere ve göğe sığmayan Allah’ın mümin kulunun kalbine sığdığını belirten ifade kutsî bir hadis olarak da rivayet edilir (Aclûnî, II, 99-195).

Mutasavvıflar insanların fiillerini beden ve kalbin fiilleri olarak ikiye ayırmışlar, bedenin fiillerini zâhirî ameller, kalbin fiillerini, bâtınî ameller diye adlandırmışlardır. Bedenle ilgili fiillere uygulanan farz, haram, mekruh, mubah gibi şer‘î hükümler tasavvufta aynen kalbin fiillerine de uygulanmış ve bunlara bâtınî hükümler denilmiştir. Tasavvufun bir bakıma bâtınî fiilleri ve bunlara ilişkin şer‘î-bâtınî hükümleri tesbitten ibaret olduğu söylenebilir.

Kalbin fiillerinin namaz, oruç, hac, zekât, abdest gibi bedenin fiillerinden üstün olduğu konusunda din âlimleri görüş birliği içindedir. Hadislerde, “Vücutta bir et parçası vardır; o iyi olursa bütün beden iyi, kötü olursa bütün beden kötü olur, bu et parçası kalbdir” (Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâḳāt”, 107); “Allah sizin şeklinize ve malınıza değil kalbinize bakar” (Müsned, II, 285; Müslim, “Birr”, 32; İbn Mâce, “Zühd”, 9) denilmesi, Kur’an’da selim kalbin ve Allah’a gönül vermenin vurgulanması (eş-Şuarâ 26/89; Kāf 50/33) söz konusu görüş birliğinin dayandığı delillerdir. Tasavvufun tavizsiz bir muhalifi olan İbn Teymiyye de itikad, irade, recâ, rızâ, inâbe, kibir ve hased gibi hallerin kalbe ait olduğunu, kalbin hallerine ilişkin bilgilerin bâtın ilmini oluşturduğunu, âyetlerin çoğunda bu ilmin anlatıldığını ifade etmiş, sûfîler gibi o da dinin temelinin bu bilgiler olduğuna dikkat çekmiştir (et-Tuḥfetü’l-ʿIrâḳıyye fi’l-aʿmâli’l-ḳalbiyye, II, 1-65; a.mlf., Mecmûʿu fetâvâ, X, 91-137, 148; XIII, 233, 270; İbn Kayyim el-Cevziyye, er-Rûḥ, s. 217, 243, 248, 250).

Kalb tasavvufta bilgi (mârifet) kaynağı olması bakımından da önemlidir. Sûfîlere göre dinî hakikatler ve ilâhî sırlar hakkında bilgi edinmenin en güvenilir yolu kalbdir. Akıl bu alanda yetersizdir (Kelâbâzî, s. 63; Gazzâlî, el-Münḳıẕ, s. 16, 75). Ancak kalbin doğru ve güvenilir bilgi vermesi için olgunlaşması, günah kirinden, bilgisizlikten, taklid ve taassuptan temizlenmesi gerekir. Mutasavvıflar, kalb tasfiyesi veya nefis tezkiyesi denilen bir yöntemle temizlenen kalbin dinî ve ilâhî hakikatleri doğrudan ve aracısız olarak bileceğine inanırlar (Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 19-21; Mevlânâ, I, 344). Onlara göre vahiy gibi ilham da kalbe gelir. Kalbin gayb âlemine bakan bir penceresi vardır. Buna kalb gözü denir. Üzeri günah kiri ve bilgisizlik pası ile örtülü olan bu göz mücâhede ve riyâzet denilen bir usulle temizlendiği takdirde mânevî âlemi ve oradaki gerçekleri görebilir. Bu yolla kazanılan bilgilere mârifet, irfan, ilham, bâtınî ve ledünnî ilim gibi isimler verilmiştir (Nifferî, s. 71; Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr, s. 43-49; İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, IV, 26). Mutasavvıflar kalbin bilgi kaynağı olduğunu göstermek için, “Eğer takvâ üzere olursanız Allah size bir furkan (ilham) verir” (el-Enfâl 8/29); “Fetvayı kalbinden iste” (Müsned, IV, 194, 224; Dârimî, “Büyûʿ”, 3; Aclûnî, I, 124) meâlindeki âyet ve hadislere dayanmışlardır.

Kalbin çeşitli mertebelerinden, bu mertebelerden her birinin nitelik ve hükümlerinden bahseden mutasavvıflar böyle bir ayırım yaparken âyet ve hadislerden esinlenmişlerdir. Kur’an’da bazı kalblerin imanlı, nurlu, bazılarının ise katı ve mühürlü olduğundan bahsedilmektedir. Bir hadiste müminin kalbi pürüzsüz, kâfirin kalbi ters dönmüş, münafıkın kalbi kilitli olarak nitelenmiş, bazı kalblerin de kapalı olduğu belirtilmiştir (Müsned, III, 172; Ebû Tâlib el-Mekkî, I, 233). Müminlerin kalblerinin ihlâs, amel, ibadet ve yeteneklerine göre farklı mertebelerde olduğunu söyleyen mutasavvıflar bunlara atvâr-ı dil veya atvâr-ı seb‘a adını vermişlerdir. Bunlardan sırasıyla sadr İslâm, kalb iman mahallidir, akletme kalbin işlevidir; şegaf (dış kalb zarı) sevgi ve şefkat mahalli (Yûsuf 12/30), fuâd temaşa, habbetü’l-kalb ilâhî aşk, süveydâ gaybı mükâşefe, ilm-i ledün ve ilâhî sırların mahallidir; mühcetü’l-kalb ise (kalbin derunu) ilâhî sıfatların nurlarının tecelli ettiği yerdir (Necmeddîn-i Dâye, s. 110; Ebü’l-Bekā, s. 280). Ferîdüddin Attâr Manṭıḳu’ṭ-ṭayr’da bu yedi tavrı yedi vadi olarak tasvir etmiştir. Melâmet ehli bu tavırları nefis, kalb, sır, ruh şeklinde sıralamıştır. Nakşibendiyye’de ise letâif-i hamse denilen bu tavırlar kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ olarak sıralanmaktadır.

Mutasavvıflar kalbin yedi tavrını bedenin yedi organına benzetmişler ve bedenin yedi organ üzerine secde etmesi gibi kalbin de bu yedi tavrın her biri üzerinde secde ettiğini söylemişlerdir (Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 7). Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye göre bu secde sürekli ve ebedîdir (Hakîm et-Tirmizî, Ḫatmü’l-evliyâʾ, s. 270; İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, I, 101). Bazı mutasavvıflar Kur’an’da geçen kandil, lamba, fânus, yağ (mişkât, misbâh, zücâce, şecere, bk. en-Nûr 24/35) gibi kelimeleri de kalbin çeşitli tavırları olarak yorumlamışlardır (Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr, s. 12; Molla Sadrâ, Tefsîr-i Âyet-i Mübâreke-i Nûr, Tahran 1362 hş./1403).

Tasavvufta bilginin kaynağı kalbdir. Ancak kalb aklın karşıtı değildir; bir yere kadar akılla iç içedir. Akletme kalbin bir işlevidir, düşünceyi üreten aklın kaynağı kalbdir. Metafizik konularda kalbin aklı aştığını söyleyen sûfîler bu konularda kalbin sezgisini esas almışlardır. Onlara göre sözlükte “bağlamak” anlamına gelen aklın faaliyet alanı dar ve sınırlı, buna karşılık kalb âlemi çok daha geniştir (İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, II, 155, 394; IV, 25; a.mlf., Fuṣûṣ, s. 128). Âşıkane tasavvuf edebiyatının temel konusu kalbdir (bk. GÖNÜL).


BİBLİYOGRAFYA
Cevherî, eṣ-Ṣıḥâḥ, Beyrut 1979, I, 204; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Lüb”, “Nühâ”, “Ṣadr”, “Fuʾâd” md.leri; Lisânü’l-ʿArab, “ḳlb” md.; et-Taʿrîfât, “Ḳalb”, “Lüb”, “ʿAḳl”, “Nefs” md.leri; Tehânevî, Keşşâf, II, 970, 1175; Tâcü’l-ʿarûs, “ḳlb” md.; Kāmus Tercümesi, I, 445; Müsned, II, 168, 173, 285; III, 172; IV, 194, 224, 408; V, 71, 379; VI, 302; Dârimî, “Büyûʿ”, 3; Buhârî, “Îmân”, 39, “ʿİlim”, 33, 39, 47, “Daʿavât”, 9; Müslim, “Îmân”, 1, 2, “Ḳader”, 17, “Birr”, 39, “Müsâḳāt”, 107, “Müsâfirîn”, 181, “Münâfıḳīn”, 32; İbn Mâce, “Muḳaddime”, 13, “Zühd”, 9; Tirmizî, “Daʿavât”, 89, 124, “Ḳader”, 7, “Tefsîrü’l-Ḳurʾân”, 2/35; Hâris el-Muhâsibî, el-Veṣâyâ, Beyrut 1406/1986, s. 129, 197, 291; a.mlf., er-Riʿâye li-ḥuḳūḳıllâh, Kahire 1970, s. 109-115, 120, 136, 197, 291; Ebû Saîd el-Harrâz, Kitâbü’ṣ-Ṣıdḳ, London 1937; Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, Maḳāmâtü’l-ḳulûb (nşr. P. Nwyia, Mélanges de l’Université Saint Joseph içinde), XL, Beyrut 1968, s. 115-154 (aynı risâle için bk. Ahmet Subhi Furat, “Abu’l-Huseyn an-Nūrī ve Makāmāt al-Kulūb Adlı Risalesi”, İTED, VII/1-2 [1978], s. 339-355); Hakîm et-Tirmizî, Kitâbü’l-Farḳ beyne’ṣ-ṣadr ve’l-ḳalb ve’l-fuʾâd ve’l-lüb, Kahire 1954; a.mlf., Ḫatmü’l-evliyâʾ, Beyrut 1965, s. 130, 269, 270, 374; Nifferî, Kitâbü’l-Mevâḳıf, Kahire 1934, s. 71; Serrâc, el-Lümaʿ, Kahire 1960, s. 107, 116, 126, 299, 430; Kelâbâzî, et-Taʿarruf, s. 63; Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1961, I, 225-262; Sülemî, Ṭabaḳātü’ṣ-ṣûfiyye, Kahire 1966, s. 144, 208, 267, 286, 371, 400, 433, 503; Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1966, s. 242; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 178, 207, 425; Gazzâlî, İḥyâʾ, Kahire 1939, I, 121; III, 3, 4, 7, 19-21, 26, 44; a.mlf., Mişkâtü’l-envâr, Kahire 1964, s. 12, 43-49; a.mlf., Mîzânü’l-ʿamel, Kahire 1964, s. 221-226; a.mlf., el-Münḳıẕ mine’ḍ-ḍalâl, İstanbul 1960, s. 16, 75; Reşîdüddîn-i Meybüdî, Keşfü’l-esrâr ve ʿuddetü’l-ebrâr, Tahran 1330-39 hş., VII, 416; VIII, 411; Aynülkudât el-Hemedânî, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1962, s. 141-168, 360, 505; Abdülkādir-i Geylânî, el-Ġunye li-ṭâlibi ṭarîḳi’l-ḥaḳ, Beyrut 1288, I, 89; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, İstanbul 1307, II, 65; III, 212; V, 540-544; a.mlf., el-Muḥaṣṣal (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1323, s. 174; İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, I, 101-102; II, 155, 394; III, 263; IV, 25, 26; a.mlf., Fuṣûṣ (Afîfî), s. 88, 122, 128; Necmeddîn-i Dâye, Mirṣâdü’l-ʿibâd, Tahran 1352, s. 105-117; Mevlânâ, Mesnevî, I, 344; İbn Teymiyye, et-Tuḥfetü’l-ʿIrâḳıyye fi’l-aʿmâli’l-ḳalbiyye (Mecmûʿatü’r-resâʾili’l-münîriyye içinde), Beyrut 1264, II, 1-65; a.mlf., Mecmûʿu fetâvâ, I, 95; X, 91-137, 148; XIII, 233, 270; XXXVI, 191-192; Kâşânî, Iṣṭılâḥâtü’ṣ-ṣûfiyye, s. 145; İbn Kayyim el-Cevziyye, er-Rûḥ, Kahire 1966, s. 217, 243, 248, 250; a.mlf., Risâle fî emrâżi’l-ḳulûb, Riyad 1983; Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd, İstanbul 1305, II, 249; Tecrid Tercemesi, I, 3; Aclûnî, Keşfü’l-ḫafâʾ, I, 124; II, 99-195; Molla Sadrâ, Tefsîr-i Âyet-i Mübâreke-i Nûr, Tahran 1362 hş./1403; Subh-i Âzâdegân, Ḳalb ü Fuʾâd der Ḳurʾân, Tahran 1362, s. 5-11; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, Kahire 1253, s. 280; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Ḥüccetullāhi’l-bâliġa, Kahire 1966, s. 341, 446; Şevkânî, İrşâdü’l-fuḥûl, Kahire 1937, s. 248; Muhammed Ali el-Cevzî, Mefhûmü’l-ʿaḳl ve’l-ḳalb fi’l-Ḳurʾân ve’s-Sünne, Beyrut 1980; el-Muʿcemü’ṣ-ṣûfî, I, 122; Celâleddîn-i Âştiyânî, Şerḥ-i Muḳaddime-i Fuṣûṣü’l-ḥikem-i Ḳayserî, Tahran 1370 hş., s. 805; Selmân Zeyd Selmân el-Yemânî, el-Ḳalb ve şifâʾüh fi’l-Kitâb ve’s-Sünne, Demmâm 1994; Dihhudâ, Luġatnâme, XXI/B, s. 392-394
Resim
Cevapla

“Fikrî Derlemeler, İncelemeler ve Zevkler” sayfasına dön