ÖLÜM KAR BEYAZ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

ÖLÜM KAR BEYAZ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

ÖLÜM KAR BEYAZ
SELİM GÜRBÜZER

İki kardeş düşünün ki biri Emir’ül Mü’min, diğeri evliya büyüklerinden. Tahmin etmişsinizdir, bunlar Harun Reşid ve Behlül’den başkası değil elbet. Ana yüreği bu ya, Behlül’ü çağırdığında şöyle der:
-Bak Oğul! Kardeşin Harun hükümdardır, ama biliyorsun bunun sorumluluğu çok büyüktür, dolayısıyla kardeşine nasihatte bulunursan çok sevinirim.
Behlül cevaben:
- Anacığım, sen bana kardeşime nasihat et derde etmez miyim, hiç siz merak etmeyin, tez elden gereği neyse seve seve yapacağım elbet.
Gerçektende Behlül ilk iş olarak sarayın kapısına varıp kardeşinin huzuruna çıkmak olur. Ve kardeşine şöyle der:
-Haydi, kalk gidiyoruz, seninle şöyle bir hava alıp turlamaya ne dersin?
Harun Reşid cevaben;
-Peki derim.
Hemen birlikte epey dolaşıp hava aldıktan sonra en nihayetinde bir kabristan başına vardıklarında dönüp kardeşine şöyle seslenir:
-Bak, kardeşim! Şurada ki kabristanda yatan mevta var ya, falancı kişi olup şu kadar sene yaşamıştır, azcık onun ilerisinde kabirde yatan mevta var ya, o da on yaşındadır, hemen yanı başında yatan mevta da yirmi yaşındadır. Sanırım bu kadar hava almak ikimize de yetti diyebilirim.
Derken mevtaların ruhlarına Fatiha okuyup kabristandan ayrılıverirler.
Tabii akşam olduğunda ana oğul bir araya geldiklerinde, Harun Reşide şöyle der:
-Bak Oğlum! Bu gün Behlül kardeşin sana uğrayacaktı, şayet uğrayıp geldiyse sana hiç nasihatte bulundu mu?
Harun Reşid:
-Anacığım uğradı uğramasına ama nasihatin dışında sadece kabristana uğrayıverdik.
Bu cevap karşısında anne şaşkın halde:
- Allah Allah deyip soluğu Behlül’ün yanında alır. Daha yanına varır varmaz şöyle sitem eder:
- Oğlum, Hani kardeşine nasihat edeceğine dair söz vermiştin bana, görüyorum ki sadece gezip tozmaktan başka bir şey yapmamışsın.
Behlül bu durum karşısında:
- Bak Anacığım! Sözüm sözdür zaten, nitekim yerine getirdim de. Kardeşimi sarayından alır almaz kabristana götürdüm bile. Şimdi sorarım size, ölümden daha iyi nasihat mi olur?
Şimdi gel de bu cevap karşısında anne böylesi bir evlada sahip olduğu için şükretmesin. Elbette şükredecektir.
Bir başka misalde Seyda-i Tâhî Hz.lerinden örnek verebiliriz pekâlâ. Nitekim o da akşam olup ev ahalisiyle bir araya geldiğinde sohbetine hep geçmiş ölüleri yâd ederek başlarmış. Öyle ki aklına gelen ne kadar vefat etmiş eş dost varsa hemen hepsinin ismini anmaktan kendini alamazmış. Her bir ismi andıktan sonra en nihayetinde ev ahalisine dönüp nasihatlerin en büyük veciz sözünü söyler: ‘Hiç kuşku yoktur ki bir gün gelip ecel bizimde kapımızı çalacaktır.”
Bu gün olmuş halen Anadolu’nun pek çok yerlerinde eski geleneklerimizin yâd edildiğine şahit olabiliyoruz. Hani eskiden insanlar gündüz yorgun ve argın halde evlerine çekildiklerinde kâh tandır başlarında, kâh teraslarda, kâh soba başlarında halkalar oluşturup aralarından ebediyete intikal etmiş ölülerinin hatıralarını sohbet konusu yaparlardı ya, aynen buna benzer örneklerin izine bugünde pekâlâ rastlayabiliyoruz. Şayet her kim “ illa da benim nasihate ihtiyacım var” diyorsa turistik mekânlara gitmek yerine bu tip tandır başı yaren meclislerin bulunduğu mekânlara gitmesi kâfidir dersek yeridir. Gittiğinde hiçte alışık olmadığı manzaralarla karşılaşacaktır. Mesela o adamın Anadolu’ya gittiğinde bir taziye gününe denk geldiğini düşünün, ‘Ölmeden önce ölünüz’ hadis-i şerifin tüm çizgilerine şahit olacak demektir. Elbette ölenle ölünmez ama en azından ölüye hürmet neymiş onu bizatihi yaşantılarına aksettirebiliyorlar. Dahası ölüye hürmet o kadar üst doruktadır ki; daha bismillah cenaze musalla taşından kalkmadan malından bütün borçlar ödendiği gibi vasiyeti de yerine getirilip diğer geriye kalan miras varisleri arasında pay edilirde. Belki ne acelesi var diyebilirsiniz, oysa tüm bunlar ölen insanın yükünü hafifletmek için yapılan aceleciliktir.
Peki, metropol şehirlerde durum nasıl? Maalesef, kent hayatı geleneksel hayatın tam aksine aynı apartman sakinlerinin hem ölüsünden hem de dirisinden haberinin olmadığı bir zindan şehir hayat modelidir. Tabii buna hayat modeli denirse. Nasıl hayat modeliyse insanlar şehrin ana caddelerinde yaşayan ölüler gibi birbirinden habersiz nefes nefese, soluk soluğa koşuşturmaktalar. Sanki gerçek ölümle karşılaşmayacak gibisine burnundan solumaktalar. Oysa kabre girdiğinde gerçek ölüm neymiş o zaman anlaşılacaktır. Neyse ki son ümmet olmamız hasebiyle diğer ümmetlere göre toprağın altında daha az kalınacaktır. Nitekim Şah-ı Hazne (k.s) sofilerine bu hususta şöyle sohbet etmiştir:
“Geçmiş zamanın insanlarına göre bizler daha şanslıyız, bakın bunca yıldır toprağın altında beş bin, altı bin, yedi bin seneden beri kıyametin kopmasını bekleyenler var. Hâlbuki bizler uzun süre bu halde olmayacağız. Çünkü kıyamete yakın bir zamanda yaşıyoruz. Dolayısıyla bizler geçmiş ümmetler gibi toprağın altında çok kalmayacağız.”
Şu da var ki, şimdiden toprağın altını düşünmek yerine bizim için elzem olan toprağın üstündeyken ‘ölmeden önce ölünüz’ hadis-i şerifin ruhunu tüm hücrelerimizde hissedebilmek çok mühimdir. Ki, böylesi bir hissetme haline tasavvufta ölüm rabıtası denmektedir. Şayet bir mümin ölüm rabıtası eşliğinde Salih ameliyle bu dünyadan göç ettiyse biliniz ki bu ölüm onun için kar beyaz bir ölüm olacaktır. Dahası böylesi bir ölüm ölünün yüzüne Yusuf yüzlülüğün yansıyacağı bir güzellik ölüm olacaktır. Hele Yusuf yüzlü ölüler kabirlerinden bir dirilmeye görsün mahşer meydanına kendine has hoş bir seda ses donanımıyla donatılmış ve Peygamber ahlakıyla boyanmış bir yüzle teşrif edeceklerdir. Yüzsüzler ise malum, mahşer meydanına geldiklerinde utancından kıpkırmızı kesilip hiç kimseye bakacak yüzü kalmayacaktır. O halde neydik edip bizlerde bu dünyadan Salih amel üzere yaşayıp Yusuf Yüzlü kar beyaz bir ölüm için çaba sarf etmek gerekir.
Ne mutlu o Yusuf Yüzlü civanlara ki bu dünyadan kar beyaz bir ölümle göç etmişler. Madem öyle, bize de bu civanları son yolculuğunda hakkıyla uğurlamak düşer. Sakın ola ki şehrin moda uğurlayış tarzına kapılıp alkışlayarak ya da çelenk koyarak uğurlamayı aklınızdan geçirmeyesiniz, asla ve kat’a dinimizde böylesi bir uğurlayışa cevaz yoktur. Kaldı ki tabutunu omuzladığımız mevtanın ruhu bizden incinir de. İslam’da bir mevtanın nasıl defnedileceği hususunda yol yordam, usul erkân bellidir. Nasıl mı? Bikere ölen bir mümin İslami usuller çerçevesince yıkanıp kefenlenip öyle musalla taşına konulmalı. Akabinde cenaze namazını sultanın kıldırması lazım gelir. Şayet sultan yoksa naibi, naibi de yoksa kadısı, o da yoksa yakınlarının vs. kıldırması lazım gelir. Namazla birlikte helallik dilendikten sonra cenaze derhal sünnete uygun seri bir şekilde defnetmek gerekir. Cenazeyi bekletmek asla doğru bir tutum değildir. Defnetme aşamasına gelindiğinde ise cenazeyi kabre indirmede öncelik akrabanındır, şayet akraba yoksa imamın indirmesi daha uygundur. İndirirken de Rasulullah'ın Dini üzerine niyet edip öyle indirmelidir. Şayet ölen kadınsa, bilindiği üzere kadın için mahremiyet sadece yaşarken değil, öldüğünde de mahremiyeti devam eder. Hele bir kadın dünyasını değişmeye görsün kocasıyla olan nikâh bağı tamamen kopar da. Düşünsenize bir kadın onca yıl eşiyle ayanı yastıkta kocamış olmasına rağmen öldüğünde kocası artık cenazesine dokunamayacaktır. İşte mahremiyetin kutsiyeti denen şey budur. Nitekim Fatıma annemiz mahremiyetin kutsiyetinden hareketle “Öldüğümde beni gece defnedin ki, erkekler beni görmesin” diye vasiyet etmekten kendini alamaz da. Gerçekten de Müberra Dinimizde kadının mahremiyetine nasıl sahip çıkıldığının ölçüsü Fatıma annemizin şahsında vasiyetlendirilmiş olduğu gayet net ortada gözüküyor. O halde buradan Saliha bacı ve kızlarımıza Fatıma anamızın vasiyetini baş tacı yapıp hem bu dünyada iken hem de öteki dünyaya göç ederken iffet gelinliklerini girmek yaraşır. Ki, iffet gelinliği anasının ak sütü gibi ak ve pak olduğu içindir leke kaldırmaz da. Dolayısıyla her Saliha hatunun mahremiyetine gölge düşürmemesi üzerine bir vecibedir de
İyi ki de en son ümmetteniz, bu sayede ölü teneşirinde gassal elinde yıkanışımızdan tutunda kefenlenip kabre konuluşumuza kadar sünnet-i seniyye ölçüsünce eksik ya da fazla bir şekilde toprağa uğurlanabiliyoruz. Bu yüzden ne kadar şükretsek azdır, baksanıza dinimizde insanin sadece dirisi değil ölüsü de Allah’ın mukaddes emaneti olarak değer kazanmakta. Hele ölen Allah’ın hoşnutluğunu kazanmış bir kulsa değme keyfine, artık ölüm onun için kar beyaz olur da. Şu da var ki ölen kişi Salih kullardan olmasa da günahıyla sevabıyla birlikte tıpkı Salih kulların defin işleminde gösterilen hassasiyet gibi o kişiyi de defnetmek müminlerin üzerine farz-ı kifayedir. Zaten sevap ya da günah tartmak bizim işimiz değildir, ölçü belli farz-ı kifaye’nin gereğini yapmak bizim işimizdir. Kabre koyduğumuzda gerisi artık Allah’a kalmıştır. Yani bu demektir ki biz sadece kabre kadar ki olan süreçte sorumluluklarımızı yerine getirmekle mükellefiz, toprağın altında olan ve bitene bizim bir katkı veya müdahalemiz olamaz. Müdahalemiz olsa bile o da ya kabrin yapımına yönelik ya da kabir ziyaretinde bir takım belirli kurallara riayet etmekle mümkün olmakta. Bundan ötesi haddi aşmak olur ki bu düpedüz kabrin mahremiyetini çiğnemek demektir. Yani bu durum mekruh olarak karşılık bulur. Nitekim fıkıh kitaplarında mekruh olan bazı ihlallerden birkaçı şöyle sıralanmakta;
-Kabirlerin üzerine bina dikmek,
-Aynı kabre iki kişi defnetmek, ancak zaruri halde caizdir.
-Kabri üzerinden geçip çiğnemek,
-Mezarların içinde yatmak, mezara karşı namaz durmak gibi ihlallerin hepsi mekruh diye addedilir.
Maalesef geldiğimiz noktada insanlar artık kendilerini kabre hazırlayacağına tam aksine kendisine kabir tapusu almak için hazırlığa koyulmakta. Bakın, iki kardeş düşününüz ki biri ahreti önceliyor, diğeri de dünyayı. Elbette ki bu iki kardeş arasında fark olması kaçınılmazdır. Nitekim Abdurrahman-ı Tâhî (k.s) ahreti öncelediğinden zamanın en büyük evliyalarından oldu, kardeşi Şehmuz ise dünyayı öncelediğinden madden zengini oldu ama ilginçtir öldüğünde neredeyse kendisine kefen parası bulamayacak bir düşüşle bu dünyadan göç etmiştir. İşte şu fani dünyaya tamah etmenin acı bedeli budur. Bilmem bir çocuk doğduğunda niye ağlıyor diye hiçbirimiz düşündük mü? Düşünmek istemesek de, şu bir gerçek her doğan çocuk bu dünyaya gelmenin bir külfeti olduğunu sezmiş olsa gerek ki bu dünyaya ağlamaklı gelmekten kendini alamıyor. Hadi ağlamak neyse de birde işin ucunda bu dünya da imtihan olmakta var. Şayet her doğan can imtihan dünyasını alnının hakkıyla geçip ahirete imanla göç ettiyse ne ala, imtihanı geçemeden göç ettiyse ‘Ey vah yandım Allah’ diyeceği muhakkak. Yüce Allah öyle merhamet sahibidir ki Arafat’ta Hacılara beyaz ehramlarıyla vakfeye durarak mahşer gününün bir provasını yaptırıyor ki ecel kapıya dayandığında hazırlıksız yakalanıp da ‘Eyvah yandım Allah’ demesinler. Gerçektende Arafat bu yönüyle nefsi dizginleyecek küçük bir mahşer provasıdır. Ve Hacılar bu prova sayesinde vakfeye durarak ‘dünya fani ahret baki’ bilincine vakıf olurlar da.
Sadece mahşeri bilinçlenmeyi hatırlatan tek örnek Arafat mı? Dahası var elbet. Şöyle etrafımıza baktığımızda mahşeri hatırlatan o kadar çok şey var ki, mesela atmosferde bizi zararlı ışınlardan koruyan ozon tabakasının altından yeller esip delinme sinyalleri vermesi, keza ani iklim değişikliklerin yaşanması, birde bunların üstüne kutuplarda ki buzulların erimeye yüz tutması gibi bir dizi hadiseler bize gösteriyor ki her bir vaka kıyamet alarmıdır. Tabii tüm bu sinyallere aldırış etmeksizin hayatını normal akışında seyrettirende var. Nitekim gündüz çiçek açan bitkilerin gece karanlığında kapanma moduna geçmesi, yine gündüz rızık peşinde koşan insan ve hayvanatın akşam olduğunda yuvalarına sığınıp uykuya dalmaları gibi pek çok örnekler hayatın normal akışında sıkça gördüğümüz gayet tabii bir durumdur. İster tabii bir durum, ister gayri tabii durum olsun sonuçta önümüze serilen tüm örneklerin gelip geçici olduğu, kalıcı olanın ise sadece “Ya Baki Entel Baki” zikrin sahibi Allah olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Burada önemli olan geçici nesneleri müsbet manada manalandırmak çok mühimdir. Nitekim Hafaza melekleri nesnelerle olan münasebetimizi her salise kayda alıyor da. Yani önümüze konulan her ne kadar nesne varsa mutlaka o nesneyle olan ilişki biçimimiz deri üzerine harfsiz yazıyla kayda alınmakta. Böylece her kaydedilen mahşer gününde mizana konularak gün yüzüne çıkarılmış oluyor. Nasıl ki pek çok şeyi akıl melekesi vasıtasıyla hafızamızda kayıt altına alabiliyorsak aynen öyle de dünyada her işlediğimiz fiillerde Hafaza melekleri tarafından ‘rak’ta kayıt edilip korumaya alınmakta. . Hatta bir kısım ehl-i sünnet âlimleri Kur’an’ da “Yayılmış rak üzerine yazılan kitaba yemin ederim” diye zikredilen ayette geçen ‘rak’ ibaresinden maksadın deri olduğunu beyan etmişlerdir. Yüce Rabbimiz bir başka ayette ise “Biz sizin yaptığınız her şeyi yazardık” beyan buyurmaktadır. Yine bir kısım Ehlisünnet âlimleri Allah Resulünün Miraca yükseldiğinde işittiği kalem hışırtıları da bu manada değerlendirmişlerdir. Ancak yinede biz kayıt işleminin ne şekilde gerçekleştiğinin bilgisini ‘Allah bilir’ deyip ihtiyatı elden bırakmamak en doğrusu. Hatta her fiili davranışımızın Hafaza melekler tarafından kayda alındığına iman getirmek kâfidir, gerisi teferruattır elbet. Zaten bu hususta inananla inanmayan arasında tek fark, ruz-i mahşerde Müslüman’ın kaydı mizandan geçirilip hesaba tabii tutulurken, kâfirin kaydı mizana konulmadan doğrudan kendisinin cehenneme atılacak olmasıdır. Kâfirin dünyada iken insanlığa iyiliği dokunsa bile Allah iman etmediği içindir bunun kendisine hiçbir getirisi olmayacaktır.
Madem mahşerde hesap vermek var, o halde ecel kapıyı çalmadan tez elden ölüme hazırlıklı olmamız icab eder. Baksanıza saatler dakik dakik, saniye saniye durmaksızın işleyip adım adım ölüm eşiğine yaklaştığımızı gösteriyor da. İlginçtir biryandan da gözümüz toprağa bakmakta. Çünkü hamurumuz toprakla mayalanmış, elbette ki bakmamız icab eder. Her ne kadar ne zaman toprağa gireceğimiz bizden gizli tutulsa da sonuçta topraktan geldik yine toprağa döneceğiz ya, bu yetmez mi? Aslımız toprak olduğu için bizi bağrına basar da. Kaldı ki toprak kimleri bağrına basmadı ki bizi de basmasın. Baksanıza sonbaharda dökülen yapraklar bunun en bariz göstergesi. Dökülen her yaprak toprağın bağrında tekrar dirilmek üzere ilkbahar olduğunda çiçek açıp meyve verir de. Derken bu hazan sonbahar ve ilkbahar döngüsü tabiatta tüm hızıyla devam edip bize ahretteki dirilişimizi hatırlatacak ders olurda. Nasıl bizim için ders olmasın ki; bitki soluyorsa, bu demektir ki insanda solacaktır. Hele bu solan gülfidanıysa hiç olmazsa ardından güzel kokular bırakarak solmakta. Fakat insan öyle değil, şayet cenaze birkaç güne bekletilirse bir anda ardından dehşet koku yayabiliyor. Ancak şu da var ki Allah’ın Muhsin kullarının cenazesi bundan istisnadır, yani gül kokusu olarak toprağa gark olurlar.
Ah neydik ne olduk. Düşünsenize bir zamanlar anne karnı durağımızdı, şimdi ki durağımız dünyadır artık. Üçüncü durağımız ise pek yakında Berzah âlemi olacağı muhakkak. Kalıcı olan duraksa hiç kuşkusuz ahiret âlemidir. Toprağın üstünde ve toprağın altında tüm insanlık kıyamet koptuğunda bu durakta buluşacaktır. O halde yol yakınken buluşma günümüz gelmeden şu ahir ömrümüzde bize emanet edilen canımıza can suyu verelim ki ölümümüz şeb-i arus olsun. Aksi halde emanete hıyanet etmiş oluruz. Bakın aramızdan nice insanlar aramızdan ayrılıp göç ettiler, ama gel gör ki halen taziye uykusundan uyanmış değiliz. Oysa ölenin yerine bir an kendimizi koyup ruhen göç etmiş olsaydık taziye halinden çıkıp kendimize çeki düzen verebilirdik pekâlâ.
Sakın ola ki ölüm rabıtası da neyin nesi deyip hafife almayın, her ne kadar Azrail’in canımızın nasıl ne şeklide alacağını bilemesek de ölmeden önce ölünüz idmanını nefsimizde tatbik etmemiz gerekir ki ölümümüz kolay olsun.
Evet, ölüm rabıtasını hafife almamak gerekir. Zira Allah Resulü bu hususta şöyle buyurmakta:
. “Azrail'in can alması bin kılıç darbesinden daha şiddetlidir. Ölürken müminin bütün damar ve azaları son derece sızlar, o anda Azrail kimseye hatır etmez.”
Öyle anlaşılıyor ki ölüm öncesi ve sonrası insan için dört aşama söz konusudur. Bunlar;
-Anne karnında geçirilen aşama,
- İmtihan Dünyası aşaması,
-Berzah âleminde bekleme aşaması,
- Ebedi yurdumuz ahret aşaması..
İşte tüm bu aşamalar bize gösteriyor ki insan daha bu dünyaya konuk olmadan ta ezelde levhi mahfuzda belirlenip kader planında yazgımıza işlenmiş aşamalardır. Yeter ki bu aşamalardan bilhassa imtihan salonu olarak addettiğimiz dünya aşamasını yaradılış gayemize uygun sıratı müstakim üzere aşmasını bilelim bak o zaman ötelere kelebek misali kanat çırpmamız an meselsi diyebiliriz.
Evet, her şey ‘ölmeden önce ölünüz’ hükmünde gizli. Bakın bu hususlarda Rasulullah (s.a.v) “Lezzetleri yok eden ölümü çokça hatırlayın” beyan buyurduğu gibi “Dünya ahretin tarlası” ve “ Ölüm küçük kıyamettir” manasına gelen “Sana o saati (kıyameti) soruyorlar sende ona ait bilgi yoktur ki anlatasın. Onun ilmi ancak Allah katındadır” (Naziat 42–44) diye de beyan buyurmakta. Zaten ölüm takvimimizden haberdar kılınsaydık imtihan dünyasının hiçbir kıymeti harbiyesi kalmayacaktı. Sadece bizden gizli tutulan ölüm değil elbet, mesela Kadir gecesi de Ramazan’ın son on gününde gizlidir. Niye gizlenmiş derseniz, bikere her şeyden önce bin aydan daha hayırlı bir gece olması hasebiyle böylesi büyük bir hayra ulaşmaya gayret edilsin diye tüm inananlardan gizli tutulmuştur. Keza ölümde tıpkı Kadir gecesinde olduğu gibi o da tüm nefeslerin son sayısında gizli. Madem öyle son nefese dek ‘huş der dem- nefesini boş yere tüketmemek’ düsturunca hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi de ahrete çalışarak ömrümüzü kar beyaz ölüm olarak tamamlamamız gerekir.
Kar Beyaz Ölümde nedir derseniz, bir gün gelip şu hayat koşuşturmasında yaprak yaprak solacağımız, tel tel döküleceğimiz bir anımızda ecel kapıyı çaldığında ahirete giden yolculukta yeniden yaprak yaprak tel tel açılacağımız berzah âlemine göçüşün adıdır diye tarif edebiliriz. Dahası kelimenin tam anlamıyla şu geçici konakladığımız dünyadan diriliş muştumuz sonsuzluğa kanatlanmak demektir. Hele bu ölüm Mevlana’nın Mesnevisine konu olursa Şeb-i arus olur da. Günümüzde ise bu ölüm Şarkılara, Türkülere ve Şiirlere konu olduğunda bir bakıyorsun Kerim Tekin’in bam teli gönül dağarcığında:
“Dursun Dünya,
Dönmesin sensiz,
Yaşatmasın,
Allah’ım sensiz” şeklinde bir bambaşka kar beyaz bir anlam kazanırda.
Hakeza Abdurrahim Karakoç’ta bir şiirinde beşinci mevsim güzellemesi yaparaktan:
“Yırtıldı ruhlara çizdiğim resim
Yazık kulaklara sığmadı sesim
Yaşadığım şimdi beşinci mevsim
Çağın çilesini sırtıma sardım” şeklinde ölümü en ince ayrıntısına kadar yüreğinde hissetmiştir. Zaten hissetmese de dile getirdiği beşinci mevsim cemresi ölüm gerçeğinin en büyük şahitleri. Değil midir ki cemreler önce havaya, sonra suya ve daha sonra da toprağa düşmekte, o halde topraktan halk olan insanında pekâlâ önce ana rahmine, sonra dünya otağına, daha sonrada ahret tarlasına düşmesine şaşmamak gerekir. Dikkat edin insanın yaşadığı her düşüş evresi aynı zamanda birer diriliş muştusudur. Tıpkı bu tabiatın kış uykusundan cemre muştusu ile uyanışa geçişinde olduğu gibi bir diriliştir.
Velhasıl-ı kelam; Beşinci mevsim geldiğinde ‘Ondan geldik, dönüş yine O’nadır’ gerçeği ile yüzleşeceğimiz muhakkak. Bundan öte ölümün bir kayboluş değil, hakikatte kar beyaz bir diriliş olduğu ayan beyan gün yüzüne çıkacaktır.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/32 ... beyaz.html
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön