KUR'AN-I MUCİZ'ÜL BEYAN

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

KUR'AN-I MUCİZ'ÜL BEYAN

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

KUR'AN-I MUCİZ'ÜL BEYAN
SELİM GÜRBÜZER
Asırlardır Avrupalının İslâmiyet'e bakışı hep ön yargılı olmuştur. Onların gözünde, İslâmiyet ‘Muhammedîlik’ bir din, Müslümanlar ise ‘Muhammedîler’ olarak nitelenir. Hele güç yetirebilseler İslam’ın adını tüm insanlığın hafızasından silmeye yelteneceklerdir. Baksanıza sanki kendi aralarında fikir birliği yapmışçasına Müslümanların kutsal kitabı Kur'an-ı Kerimi bile ağızlarına almamaya yemin etmişçesine hareket etmekteler hep. Güya Kur’an-ı Kerim'e Muhammed'in uydurduğu öğreti olarak takdim etmekle güneşi balçıkla sıvayacaklarını sanmaktalar. Tabiî ki bu bir oryantalist yaklaşımdır. Dolayısıyla oryantalistlerin insanlık üzerindeki algı operasyonlarını yıkmak pekte kolay gözükmüyor. Onlar operasyon çeke dursun yine de biz işimize bakıp Kur’an’ın soluğuyla hayat bulmak gerekir. Ne de olsa şuan yeryüzünde çağa damgasını vuran tek din İslamiyet’tir. Zaten bizim için önemli olanda çağa geçici olarak damga vurana değil kalıcı damga vurana talip olmamız çok mühimdir. Ki; Kur’an-ı Muciz’ül Beyan sosyal hayatın tümüne hitap edip muhatabı tüm insanlıktır. Nasıl ki bir zamanların ünlü pop yıldızı Cat Stevens Kur’an’da hayat bulup 'Yusuf İslam' adını aldıysa, elbet bir gün tüm cihanda Kur’an’la hayat bulacaktır, buna inancımız tam da.
Ancak şu da var ki, oryantalist yaklaşımlar ister Haçlı seferlerinin başlangıcın da ister sonunda türemiş olsun hiç fark etmez sonuçta bu sakat anlayış beşeriyetin Kur’an’la buluşmasını geciktirebiliyor. Öyle ki Voltaire "Kur’an’la yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan her ne varsa hepsini Kur’an’a isnat etmişiz. Keşişlerimiz Yeniçeri'den daha kalabalık" demekten yüksünmezde. Aslında bu serzeniş Haçlı ruhunun her an ve her şartta değişik kılıklar altında galebe çalabileceğinin itirafıdır. Anlaşılan o ki, Vahşi Batı İstanbul’un fatihlerine ve evlatlarına posta koymak için her çağda her türlü yolu denemekten asla vazgeçmeyecekler gibiler, dün nasıldıysalar bugünde aynı tavır içerisinde bir tutum sergileyeceklerdir. Bu öyle histerik hastalıklı bir ruh halidir ki, gerektiğinde en ufak dünyalık menfaatine her türlü inanç sistemini kendi kirli emelleri doğrultusunda kullanmayı da ihmal etmezler. Nasıl mı? İşte Voltaire’nin; “Ben Tanrıya inanmam ama köle ve hizmetçilerimin Tanrıya inanmasını isterim” sözleri bu gerçeğin teyididir zaten. Ne de olsa inanan insanlar Yaradana karşı kendilerini sorumlu bir kul olarak hissettiklerinden normal şartlarda yanlış yapmaları pek beklenmez, öyle ya bu durumda niye ayak işleri için inanmış insan tercih edilip kullanılmasın ki.
Evet, Haçlı zihniyetinin inanan insanlara bakışı bu minvalde seyretmekte hep. Hele birde inanan insan şayet Müslüman’sa vay o insanın haline, kullanmanın ötesinde ilk iş olarak Kur’an’ı elinden almak olup asimilasyona tabi tutulurda. Haçlı ruhuyla yatıp kalkan vahşi batı gayet çok iyi biliyor ki, biz Müslümanların ellerinden Kur'an-ı Kerimi alamadıkları müddetçe köklerimizle olan bağımızı koparmak pek öyle kolay olmayacaktır. Ne diyelim işte görüyorsunuz adamlar işini gücünü bırakıp tek dert davaları İslâm’ı yeryüzünde nasıl silebiliriz onun derdindeler. Üstelik bu tür kin kusmalar en birinci yetkili ağızlardan dillendirilmekte de. Onlar dillendire dursunlar, bikere Yüce Allah’ın Kur’an’da zikrettiği ‘Nurumu tamamlayacağım’ diye vaadi var. Tabii bu vaad bizim içimizi ferahlatan vaaddir, karşı cenahı ise kara kara düşündürür vaaddir. Hatta daha şimdiden Yüce Allah’ın nurunu tamamlanmasından endişeye kapılanlar Kur’an-ı tahrif etmeye yönelik kökü dışarıda İsrailiyat kaynaklı haberleri sanki ayetmişçesine tefsirlerimize sızdırmış durumdalar da.
Peki, nedir bu İsrailiyat derseniz, gayet her şey açık ortada, İsrail’i bir kitap veya kıssa kaynağa dayanılaraktan aktarılan haberlerden başkası değildir elbet. Üstelik kaynağı İsrailiyat olan bu tür kıssa haber ya da bilgi kırıntıları bir bakıyorsun Allah Resulü ve ashabına dayandırılaraktan bir şekilde sızıp tefsirlerimizde yer edinebiliyor. Madem öyle, vakit çok geçmeden tez elden israiliyat kaynaklı haberler karşısında İslam âleminin topyekûn pürdikkat uyanık olması icab eder. Dahası kaynağı iyice araştırılmadan her çıkan habere balıklamasına dalıp gerçek habermiş gibi tefsir kitaplarında delil olarak sunulmasına geçit vermemek gerekir. İlla bir haberin izi sürülecekse de öncelikle o haberin ehlisünnet terazisinde ölçüp biçip iyice tarttıktan sonra tefsir kitaplarında yer almalı. Aksi halde pek çok bilgi kirliliği türünden İsrailiyat kaynaklı haberler doğru habermiş gibi yer alacaktır.
Bakınız, Çenab-ı Rabbü’l-âlemin Hazretleri Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyanda şöyle buyurmakta: "(Ey! Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in ümmetleri) Sizden her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi (topunuzu bir şeriata tabii) tek ümmet yapardı" (El-Maide 48). İşte bu ayet-i celileden anlaşıldığı üzere Müberra dinimiz ehli kitabı asla inkâr etmez. Yeter ki ehl-i kitab kaynaklı haberler Kur’an’ın ruhuna aykırılık teşkil etmesin icabında delil olarak kabul görür de. Belki de Edgar Quinet "Dinler aynı büyük kitabın zamanla açılan sayfalarıdır" derken bu hususa dikkat çekmek istemiştir. Ancak şu da var ki, gelinen noktada batı dünyası hala bugün olmuş Müberra dinimize İslami fobi gözüyle bakmakta. Hem bu nasıl bir bakış tarzıysa yukarıda da belirttiğimiz üzere hala batının gözünde tüm İslam âlemi ‘Muhammedìlik’ bir dinin Muhammedìleri bir âlemdir. İşte bu tür ön yargılı yaklaşımlar batı dünyasının hem Kur’an’la buluşmasını geciktirmekte hem de kendilerini büyük bir açmazın içerisine sürüklemektedir. Oysa Müslümanların batı insanının inancına bakışı ehli kitabi bir bakıştır. Onları ehli kitab görmeye mecburuz da. Çünkü Kur’an-ı Kerim kendinden önceki üç büyük kitabı da bünyesinde barındıran tek mucizevî kitaptır. Nitekim Yüce Allah bu hususta "Kur'an-ı biz indirdik. O'nun koruyucusu da şüphesiz ki biziz" (El-Hicr 15/9) diye beyan buyurmakta. İşte bu nedenledir ki Kur’an-ı Kerim kıyamete dek tahrif olmaksızın ilelebed payidar kalacak tek mukaddes kitaptır. Hiç boşa heves etmesinler hiçbir zinde güç Kelam-ı kadimimizi ortadan kaldırmaya güç yetiremeyecektir. Nitekim El-Hicr suresinin 9. ayeti müminler için bir hüccet olmanın ötesinde aynı zamanda güvence muştumuz da. Nasıl güvence garanti muştumuz olmasın ki, Allah (c.c.) vaadinden asla dönmez. Düşünsenize şeytan bile kullarını saptıracağım diye sözünü yemezken, hâşâ âlemlerin rabbi Yüce Allah mı (c.c.) sözünü yiyecek? Sadece sözünü yememek için iş başında olan şeytan mı? Nefis ve kötü arkadaşta buna dâhildir. Ve bunların her biri hak ve hakikat yolunda ilerleme arzusu taşıyan her Müslüman için birer engel barikatlardır. Mesela şöyle bir bakın fikir piyasasında ahkâm kesen sözde aydın kılıklı adamlara, kalu beladan dünyaya gelişimizdeki o saf duru süreç halimizi kirletmek için şeytana bile taş çıkartacak derecede sapkındırlar. Öyle ki, kökü dışarıda sözde aydın müsveddesi paçavra adamlar fikir piyasasında stantlar kurarak insanların ruh dünyalarını karartmaya yönelik mevziye yatmış durumdalar da. Üstelik mevziye yatıp pusu kurarken de bunu kuş tüyü yataklarında, sırça köşklü saraylarında ve fildişi kulelerinde halka tepeden bakarak yapmaktalar.
Peki, batı dünyasında durum vaziyet böyle iken İslam dünyasında durum vaziyet nasıldır acaba? Maalesef içler acısı bir halimiz söz konusudur. Kur'an'la olan bağımızı koparıp batıya hayranlık duyarsak olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Gerçektende öyle değil mi, şayet Kur’an ahlakından taviz vermeyip ayet-i celilelerin mana ve ruhuna sadık kalabilseydik hiç bu hallere düşer miydik? Baksanıza geldiğimiz noktada topyekûn kendi iç muhasebesini yapmaktan aciz bir İslam dünyası söz konusudur. Neydik, ne olduk. Bir zamanlar Kur’an-ı Kerimimizle çağlara ferman okuyan tek ümmettik. Şimdilerde ise maalesef bu kutsi fermanımızı bırakıp çağdaşlık cilasıyla boyanmış suni reçeteler peşinden koşmaktayız. Oysa Kur’an öyle bir kutsi fermandır ki, hiç bir dilin kalıbına sığmaz da. Nasıl bir kalıba sığsın ki, Kur'an düşünce, Kur'an ışık, Kur'an tecvid, Kur'an makam, tüm bunlarında ötesinde yeryüzünde eşi ve benzeri olmayan tek Allah kelamıdır. Nasıl eşi ve benzeri olsun ki, Kur’an-ı Muciz’ül Beyan mahlûk değil vahiydir. İşte mukaddes kitabımızın vahiy kaynaklı olması hiç bir dilin kabına sığmayacağının delili olmaya yeter artar da. Şu bir gerçek her dilde yapılan Kur'an çevirileri asla aslının karşılığına denk gelen çeviri niteliği kazanamayacaktır, sadece yapılan çeviriler aslını anlama çabası veya faaliyeti olarak karşılık bulacaktır. Zaten bunun dışında anlam yüklemek doğru olmaz. Zira Kur’an akıl melekesinin çok fevki üstünde olduğundan hakikatine erişmek beşer aklının idraki pek kifayet etmeyebilir. Bu yüzden tercüme eşittir Kur'an’ın aynısı demek değildir. Adı üzerinde tercüme, yani birebir kelime dönüşümü eşleştirmesi üzerine kurulu tercümanlık faaliyetidir bu. Ama tefsir öyle değil, malum tefsir için sanki yer altından maden çıkarırcasına bir gayret bir çaba gerektirdiğinden ortada bir rafineri faaliyetinin varlığı söz konusudur. Derken bu rafineri faaliyetinin akabinde Kur’an ayetlerini anlamlandırma ve yorumlama kabiliyeti de beraberinde gelir. Ki, bu anlamlandırma ve yorumlama faaliyeti insanlık var olduğu sürece devam edecekte. Nitekim Asr-ı Saadetten bugüne pek çok Kur'an-ı Kerim tefsirinin yazılmış olması bu çabanın varlığını ortaya koymakta. Belli ki Kur'an-ı Mu’ciz'ül Beyanı anlamak için tek bir tefsir çalışmasıyla yetinilmiyor, öyle olsaydı dünden bugüne onca tefsir yazım çalışmalarına gerek kalmazdı. Hem kaldı ki, Yüce Allah’ın vahy ettiği kelam-ı kadim kitabımız her devrin anlayabileceği idrak seviyesine göre nüzul olmuştur. Böylece bu sayede tüm insanlık kıyamet kopana kadar Kur’an’ı anlamak için çaba ve gayret göstererekten hayat bulup soluklanmış olacaktır. Kur’an’ın soluğuyla soluklanmaya mecburuz da. Zira Kur’an-ı Mu'ciz'ül Beyan'ın, zahiri (dış) manasını anlamak için bile çok yoğun çabalara ve ön hazırlıklara ihtiyaç vardır. Nitekim bu hususta Cafer-i Sadık Hazretlerine atfen Allah’ın kitabında dört anlam bütünlüğünün varlığında söz edilir ki, bu dört unsur şöyle tasnif edilir:
İbaret unsur(kelime manası),
Letaif unsur(iç manası),
İşaret unsur(neye işaret ettiği),
Hakaik unsur (gerçek manası).
İşte bu tasniflemeden de anlaşılan o ki, her bir ayet dört unsuru bağrında barındıraraktan insan idrakine takdim edilmekte. Yani her mümin kendi idrak seviyesi ve kapasitesi ölçüsünce nuraniyetten istifade etmekte. Öyle ki, Kur’an ayetlerinin idraki avam için başka, âlim için başka, evliya için başkadır. Nitekim Kur’an’ın ibaret manası daha çok avam (halkın genel seviyesi) için, işaret manası havas (âlim) için, letaif manası evliya için, hakaik (gerçek) manası Peygamberimiz (s.a.v) içindir. Yani bu demektir ki; avam'ın Kuran’dan anladığıyla havas’ın anladığı bir değildir. Tıpkı okumuş olanla okumamış arasındaki fark gibi bir durumdur bu. Hakeza Kur’an’ın gerçek manasına vakıf olacak asıl zirve üstü güç nisbetinde idrak seviyesi ayrıcalığı bizatihi vahyin soluğunu kendi engin ruh dünyasında bilfiil yaşayan Peygamberimize has bir makamdır. Kelimenin tam anlamıyla Makam-ı Mahmud makama has idrak edebilecek ayrılacaktır bu. Dolayısıyla her kim ki Nebiyy-i Ekrem (s.a.v)’e özgü olan bu makamın davasını güderse, biliniz ki o kişi kendini küfür bataklığında bulacaktır. Müslüman’ın davası bellidir, o dava malumunuz Allah ve Resulünün gösterdiği hakikatler doğrultusunda sırat-ı müstakim üzere yaşama davasıdır. Zaten Ümmet-i Muhammed olarak her kes karınca kaderince davasına sahip çıkıp Kur’an ahlakı üzerine yaşamaya gayret ettiğinde üzerimizde oynanan tüm şeytani oyunların bertaraf olacağı muhakkak. Bu arada unutmayalım ki, Kur'an ahlakına yönelik yaşama hali beşerin bulunduğu mevki ve konuma göre değişebiliyor. Elbette ki havas ehliyle, kulaktan duyma bilgiyle yetinen avamın ayetlerden anladığı farklı olacağı gibi, Kur’an’ın emrine uygun yaşaması da farklıdır. Hakeza ayet-i celilelerin zahiri manası için ter döken havas ile bâtınî manasını bizatihi nefsinde yaşayan evliyanın bakış açısı da bir değildir. Evliyaullah, teoriği pratik hayata geçiren ledün ilim sahibi zatlardır. Hatta evliyalar içerisinde öyleleri var ki hem zahiri hem de batini (iç ve dış) ilmin ikisine de vakıftırlar. Yani şeriat ve tarikatın tüm esaslarını kendinde toplamış Kâmil-i mükemmil zatlar da var elbet.
Günümüzde habire Kur'an tercüme faaliyetleri hız kazanmış durumda. Kur’an ayetlerinin tercümesi yazılsın yazılmasına ama şu bir gerçek; hiç bir tercüme ya da meal birebir eşittir ayetin kendisi demek değildir. Adı üzerinde tercüme, yani kelime eşleştirme faaliyetinin adı demektir. Şayet tercümenin üstünde bir faaliyetten söz edilecekse, o da malum, Kur’an’ı tüm detaylarıyla kapsamlı anlama çabası veya açıklama faaliyeti dediğimiz "tefsir" faaliyetinden ancak söz edebiliriz. İşte bu yüzden önüne gelen her kalem erbabı ya da Arapça dili bilen tercüman tefsir yazamaz, tefsir yazabilmek için illa ki Müfessir olmak icab eder. Sakın ola ki, siz siz olun tefsir ilmini tercüme faaliyeti gibi düşünmeyiniz. Çünkü tercüme ya da meal hiç fark etmez her bir anlamlandırma çalışma ürünü tıpa tıp Kur’an’ın aynısı değildir. Yukarıda dedik ya, Kur’an her şeyden önce beşer idrakinin fevkinde bir Allah kelamıdır. Bakınız avamın pek o kadar ilmi olmasa da Kur’an’ın aslına (orijinaline) öyle aşina olmuşluğunu şu hadiseden pekâlâ anlayabiliyoruz: Malum cami cemaatine 1931 yılında Cemil Said'in Fransızcadan çevrilmiş Türkçe tercümesiyle Yere Batan Camii'nde namaz kıldırıldığında imama uymaktan imtina etmekten kendilerini alamamışlardır. Gerçektende imamın arkasında niyet ederekten ‘Uydum imama’ diyen cemaatin çıkmaması son derece düşündürücü bir durumdur. Nitekim İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy'a Kur'an meali hazırlamayı teklif edildiğinde önce tereddüt etmiş, ancak ne zaman ki tercüme lafı ağızlardan düşüp meal ibaresi telaffuz edilince ancak o zaman kabul etmeyi yeğlemiştir. Çünkü Kur’an’ı anlamlandırmak öyle her babayiğidin altından kalkacağı kolay bir iş değil elbet. Hem ortada Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca türünden yazılmış bir eser yok ki, oturup da üzerinde kanaat bildiresin, bilakis ortada doğrudan Allah kelamı vardır, gel de işin içinden çık çıkabilirsen. Hiç kuşkusuz Kur’an’ı anlamlandırmak çok büyük bir sorumluluk gerektiriyor. İşte Mehmet Akif bu duygular eşliğinde Mısır’da Kur'an-ı Kerim meali hazırlığına koyulacaktır. Tabii o, meal çalışmalarına koyulurken, bu arada Türkiye’de ise Türkçe ibadet tartışmaları hız kazanacaktır. Derken Mehmet Akif’ İstanbul’a döndüğünde büyük bir özveriyle ve gayretle hazırladığı Kur’an mealini dost bildiği Yozgatlı Hoca İhsan Efendi’ye bir şartla teslim edecektir. Ve dostuna şöyle der:
"-Bak bu çalışmamı sana emanet ediyorum. Kısmetse gurbetten dönüp yanına bir kez daha geldiğimde bu emaneti yine senden alırım. Olur ya giderde dönemez ya da ölürsem bu emaneti yakınız!"
İşte Mehmet Akif hassasiyeti budur. Sanki bu bir tembihat değil bir vasiyetname belgesi dersek yeridir. Akif'in böyle bir vasiyeti çağrıştıran tembihatta bulunmasında besbelli ki Yerebatan’da Fransız çevrili tercümeyle namaz kıldırmaya kalkışılmasının üzerinde çok büyük bir yan tesir etki yaptığı o kadar net açık ki, dostuna sıkı sıkıya ‘dönemezsem yak’ tembihatında bulunacak kadar hassas olabiliyor. Nasıl hassasiyet göstermesin ki, giriştiği ve sorumluluk üstlendiği öyle sıradan herhangi yabancı eserin tercüme faaliyeti bir çalışma değil ki, bilakis insanlığa ışık olacak Kur’an meali faaliyeti çalışmasıdır bu. Mehmet Akif’i unutulmaz kılanda zaten yüreğinde taşıdığı bu sorumluluk duygu selidir.
Pekâlâ, hiçbir sorumluluk hissetmeksizin de bir insan tercüme faaliyetinde bulunulabilir. Ama neye yarar ki, sorumsuzca yapılan o tercüme faaliyeti kurumuş meşe ağacı gibi ruhsuz olacaktır. Kaldı ki sorumluluk duygusundan yoksun olabilecek mizaçta insanlar daha çok Kur’an’a yabancı olanlara has bir durumdur. Nitekim 1698’de Papaz Maracci, hiçbir sorumluluk hissetmeksizin Kur’an-ı Latinceye çevirmeye kalkışmış, yetmemiş bir de bunun üstüne üstük reddiye döşeyip Padova’da bastırmış bile. Bu sorumsuzluğuna rağmen yine de hakkını teslim etmek gerekirse batıda yapılan diğer tercümelere nazaran en az kusurlu olanı diyebiliriz. Ne diyelim işte görüyorsunuz batı insanı en az kusurlu olan tercüme faaliyetinde bile reddiye döşemekten geri durmayabiliyor. Başta da dedik ya, Müberra dinimize ‘Muhammedilik’ dini, Müslümanlara da ‘Muhammediler’ topluluğu deme önyargısından bir türlü kendilerini alıkoyamıyorlar. Hakikati dillendirmemekte halen ısrarcı tavırlarını sürdürmekteler de. Onlar inadım inat önyargılı olmaya devam ede dursunlar, hiç bilmiyorlar ki güneş asla balçıkla sıvanamaz. Hiç boşa heves etmesinler Salman Rüşdü ve Teslime Nesrin gibilerin yıkıcı faaliyetleri boşunadır. Çünkü tarih nicelerine şahittir, hepside toz bulut oldular. Gözden kaçırdıkları tek nokta var ki, o da propaganda ile hakikat arasındaki farkı kavrayamamalarıdır. Nasıl mı? Bir kere propaganda hızlı başlar ama ömrü kısadır. Hakikat ise yavaş ilerlese de sonuçta ömrü uzundur. Propaganda anlık olup sadece yaşadığı dönem itibariyle kandırabildikleri ölçüdeki bir kitleye yönelik bir enstrümandır, yani kısa vadede başarı gösterse de geçicidir. Ama hakikat öyle değil, hem yaşadığı döneme hem de bütün çağlara ferman okur. Nitekim batıda matematikle uğraşan birkaç bilim adamı Kur’an’da yer alan sayılara dikkat kesildiğinde muhteşem ilahi kaynaklı bir programla karşı karşıya kaldıklarını fark edip Müslüman olmuşlardır. Mesela Martin Gardner bunlar arasında gözde bir isimdir. Bilhassa bu bilim adamı, Kur’an ayetlerinin yapısına odaklandığında 19 sayısının sıradan bir sayı olmayıp, bu sayı ve bu sayının katları üzerinde yapılan bir takım hesaplamalardan elde ettiği neticelere dayanaraktan ayetlerin zincirlemesine bir program dâhilinde kodlanmış olarak diziliş sergilediğini müşahede etmiştir. Ve bu gözlemlerini kitaplaştırdığında şu ilginç tespitlerle karşılaşırız da:
-Kuran’ın oluşturan sure sayısı 114 olup tamamı 19’un katı olaraktan, yani 19x6=114 matematiksel bir denklem içerisinde yer alaraktan dizildiğini,
-Ayetlerin dizilişinde 19 rakamı sıradan bir kat sayı olarak değil özel bir asal sayı olarak işlev görüp akıl üstü ilahi bir plan dâhilinde 9 ve 10 sayılarının ilk kuvvetlerinin toplamının ikinci kuvvetlerinin farkına denk düşen bir hesaba dayanarak diziliş sergilediğini,
-Mealen ‘Allah adıyla başlarım’ manasına gelen besmelenin tamamı 19 harftir. Ve ‘bi’ harfi cerle başlayan ilk kelimenin, yani ‘isim’ ibaresinin Kur’an’da 19 kez tekrarlandığını,
-İkinci kelime “Allah” lafzının Kur’an’da 19’un katı olarak 2698 defa zikrolunmuştur, yani bu hesabın 19x142 işleminin neticesine dayandırıldığı,
-Allah ibaresinden sonra gelen üçüncü kelime “Er-Rahman” lafzının 57 defa tekrarlanaraktan, yani 19 rakam hesabıyla 19’un 3 katı (19x3) bir hesaba tekabül ettiğini,
-Er-Rahman ibaresinden sonra gelen dördüncü kelime “Er-Rahim” lafzının ise 114 defa tekrarlanaraktan, yine 19 rakam hesabıyla 19x114’ün katı olarak bir hesaba denk geldiğini görürüz.
Ancak ne var ki, Martin Gardner olumlu yönde bu tespitleri yaparken, diğer yandan Salman Rüşdü ve Teslime Nesrin gibi şirret tiplerde boş durmayıp Kur’an ayetlerini karalama peşinden koşmuşlardır hep. Hiç kuşkusuz bu tipler sadece bu asra has tipler değildir, tarih daha nice şirret tiplere daha tanıklık etmiştir. Her ne yaparlarsa yapsınlar er geç mutlaka yeni türemiş şirret tiplerde tarihin harabelerine gömüleceklerdir, bu kaçınılmazdır. Zira Kur’an-ı Muciz’ül Beyan ilk oku ayeti nüzul olduğu gün, aslında ta o ilk günden Müşriklerin sonunun geldiğinin ilk işareti verilmişti. Bedir Gazvesi, Uhud Gazvesi. Hendek Gazvesi ve Mekke’nin Fethi derken hem müşriklerin tarihin harabelerine gömülme işlemi gerçekleşir hem de Mekke ve Medine sınırlarını aşan yeni fetih hareketlerine yelken açılır. Öyle ki Kur’an-ı Mu'ciz-ül Beyan’ın ışığı cihana dalga dalga yayıldıkça iki büyük imparatorluk (Bizans ve İran) vahyin gücü karşısında adeta diz çöküp bir anlamda hizaya gelir pozisyon almışlardır. Hizaya gelip Kur’an’ı muhatab almaya mecburlar da zaten. Çünkü birinci kaynak başucu kitabımız Kur’an’da ehli kitap dışlanmaz, aynı zamanda tüm peygamberlere hürmet gösterip iman etmemiz öğütlenir. Hatta Kur’an ayetlerine baktığımızda ehli kitaptan olan kadınlarla evlenmeye de müsaade vardır. Kur’an’dan sonra ikinci kaynağımız Peygamberimiz (s.a.v)’in uygulamalarına baktığımızda ise Bedir Savaşı sonrasında her on Müslüman’a okuma yazma öğretmelerine karşılık savaş esirlerine serbest bırakma hürriyeti tanıması gibi uygulamalarda söz konusudur. Ki, bu uygulama İslam’da fidyeyi necat (kurtuluş bedeli) olarak karşılık bulur.
Anlaşılan o ki, Yüce Müberra dinimizin öğretileri propaganda türü şişirilmiş yöntemlerle kitlelere nakşedilmez, bilakis hakikat ne ise aynen harfi harfine kitlelere doğrudan birebir ikna yöntemiyle aktarılarak nakşedilir. Zira Hz. Ömer (r.a) Hıristiyan hizmetçisine İslâm'ı anlatmış anlatmasına ama her defasında hizmetçisi her bu yöndeki telkinlerine kulak asmamıştır. Hani zorla güzellik olmaz ya, Hz. Ömer (r.a)’da aynen her hangi bir dayatma teşebbüsüne tevessül etmeksizin "Dinde zorlama yoktur" (El-Bakara 256) ayet-i celilenin mana ve ruhuna sadık kalaraktan hizmetçisini anlayışla karşılaşmıştır. Hatta ömrünün son demlerinde halife sıfatıyla zimmîlerin haklarına riayet edilmesi hususunda vasiyet etmeyi ihmal etmediği gibi hizmetçisini vefatı anında azat etmiş bile. Anlaşılan tüm insanlığın İslâm’ın bu engin hoşgörüsünden alması gereken daha nice ibretlik dersler vardır. Gönül ister ki, Batı dünyası bir an evvel peşin ön yargılarından sıyrılıp İslâm’a ‘Muhammedilik dini’ yaftalamasından vazgeçe de hidayet bula. Ama gel gör ki, batılı olmak bu ya, dün nasıldıysalar bugünde aynılar, bir türlü iflah olmayacak şekilde huylu huyundan vazgeçmeyecek haldeler. Düşünsenize batı dünyası âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v)’in hasta olan bir gayrimüslimi ziyaretinden bile bihaberdir. Sadece hasta ziyaretinden bihaberler mi, bir bakıyorsun Peygamberimiz (s.a.v)’in bizatihi Yahudi’nin ikram ettiği sudan içip birde bunun üstüne "Allah seni güzelleştirsin" diye dua edişinden de bihaberler. Onlar İslam’ın enginlere sığmaz hoşgörüsünden bihaber ola dursunlar, hiç bilmiyorlar ki, o şahsın yüzünde edilen o duanın yüzü suyu hürmetine ölünceye kadar ağarmış beyaz bir kıl görülmediği bilgisi çoktan İslam tarihinin altın sayfalarında yerini alır da (et-Teratib I - 2).
Velhasıl-ı kelam; tüm insanlığa ışık kaynak olup hayat bulacağı tek reçete Kur’an-ı Mu'ciz'ül Beyan’dır.
Vesselam.

https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4 ... izul-beyan
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön