BİLGİNİN VATANI YOK

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

BİLGİNİN VATANI YOK

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

BİLGİNİN VATANI YOK
SELİM GÜRBÜZER
Üniversite deyince toplumu aydınlatan ilim irfan ocakları olarak diye biliriz hep. Nasıl öyle bilmeyelim ki, hamasetin hiçbir değer kazanmadığı günümüz dünyasında üniversitelerin önemi gün geçtikçe daha da değer kazanmakta. Bilginin vatanı yoktur çünkü. Öyle ki, artık bilgisayar ağlarıyla dünyanın neresinde olursak olalım hemen her türlü bilgiye ulaşmak mümkün.
Madem bilginin vatanı yok, o halde üniversitelerimizi sadece sayı bakımdan artırmak yetmez, bilgi toplumu olma yolunda nitelik bakımdan en üst sıralara taşımamızda gerekir. Şayet cennet vatan ülkemizi modern çağın en üst seviyelerine çıkarmak diye bir derdimiz varsa en büyük hedefimizin bilginin güç olduğu Kızıl Elma’ya kilitlenip yedi iklime açılmaya mecburuz. Hele devlet üniversitelerinin yanı sıra birde özel ve vakıf üniversitelerinin de böylesi bir hedef doğrultusunda seferber olduğunu düşünün bilginin güç olduğu gerçeği sözde değil özde hayata geçmiş olacaktır. Nitekim 2002 yılı öncesine göre gerek devlet üniversitelerinin gerekse özel ve vakıf üniversitelerinin çoğalmasıyla birlikte artık neredeyse ülkemizde üniversite okumayan kişi kalmayacak şekilde bilginin güç olduğunun bilincine vakıf toplumun doğuşunu şimdiden görüyor gibiyiz de.
Şimdi üzerinde asıl durmamız gereken nokta üniversitelerimizi nitelik yönünden dünya sathındaki tüm üniversitelerle nasıl yarışır hale gelir hususu çok mühim noktadır. Şayet bilgi bakımdan güç olmak istiyorsak üzerinde kafa yormaya mecburuz zaten. O halde tez elden atacağımız ilk adımda şimdiye kadar alışıla gelen bir takım kalıplaşmış dogmatik bilgilere dayalı üniversite yapılanması yerine analitik bilgi üretimini gerçekleştirecek bir üniversite yapılanmasını gerçekleştirmek olmalıdır. Ve böylesi bir yapılanmanın akabinde ise her bir üniversite öğrencisine bilgiyi nasıl kullanacağını ve nasıl üreteceğinin metotlarını belirli bir program dâhilinde öğretilmesi gerekir. Yani bu demektir ki balık yemeyi değil, balık nasıl tutulur ona kafa yormamız icab eder. Aksi halde üniversitenin kapısından giren bir öğrenci mezun olduğunda ezbere dayalı bilgilerle kapısından çıkmış olacaktır. Keza aynı durum öğretim görevlileri içinde geçerlidir. Maalesef öğretim elemanları bilimsel araştırmalara daha fırsat bulamadan zamanlarının çoğunu öğrencilere ders vermekle ve sınav sorularını değerlendirilmekle harcamaktalar. Tabii ki böylesi bir koşuşturma içerisinde bir öğretim elemanından ve akademisyenden başka ne bekleyebiliriz ki. İster istemez kendini bilgi üretmek konumda değil yabancı kaynakları tercüme etmek konumda geliştirecektir. Tabii böylesi bir konumlanma bizim açımızdan pek iç açıcı konum sayılmaz. Çünkü ortada telif yok tercüme vardır, tamamen fikri sefalet ve bilgi boşluğu içerisinde olduğumuzun hazin göstergesi bir konumlanmadır bu. Belli ki ülkemizin dört bir yanında üniversite açmak ve yurt yapmakla iş bitmiyor, tez el den üniversitelerimizi içerik yönünden de donatmamız icab eder.
Evet, çağın geldiği nokta itibariyle bilim ordusu yetiştirmemiz şart gözüküyor. Zira eğitim ve öğretim elemanları bilgiyi birinci elden aktaracak konumda elemanlardır, yani değim yerindeyse bilgi ajanslarıdırlar. Düşünsenize tam donanımlı kapasitede bilim ordusunu yetiştirecek eğitim ve öğretim elemanlarının bulunduğu bir ülkede neler olmaz ki. Zaten bu donanıma haiz öğretim kadrosu yoksa üniversitelerden beklediğimiz verimi alamayız, o halde neydik edip üniversitelerimizi çağın gerçeklerine uygun bilim üssü hale gelmesi için hem bilgi ağlarımızın yazılımlarını güncellememiz gerekir hem de alanında söz sahibi olacak nitelikte bilim kadroların yetişmesini sağlayacak alt yapıyı oluşturmak gerekir. Yol yapmak, baraj inşa etmek ve fabrika kurmak kayda değer girişimlerdir elbet, ama bunlardan daha da önemlisi bütçeden ayrılacak payın büyük yekûnunu eğitim ve öğretim alana ayrılması gerektiğidir. Gerçektende üniversitelerimizin kuruluşundan bugüne bütçeden ayrılan aslan payının büyük bir kısmı eğitim ve öğretim alanına harcanmış olsaydı, Özal’ın “21. asır Türk asrı olacak” sözü bir hayal değil hakikatin ta kendisi olacaktı. Gerçi yinede az gittik uz gittik derken geldiğimiz noktada ülkemizin tüm illerinde üniversitelerin açılıyor olması bu veciz ifadenin mutlaka pratik değer kazanacağı yönünde umutlarımızı yeşertmiş gözüküyor. Sadece umut noktasında şu an canımızı sıkan tek husus üniversitelerimizin ilim irfan kaleleri olarak gündemde tutulması gerekirken daha çok geçim kapısı olarak gündemde tutuluyor olmasıdır. Nitekim her vilayette açılan üniversite öğrencisine bir geçim kapısı ve gelir kaynağı gözüyle bakılıyor olması içine düştüğümüz durumu izah etmeye yeter artar da. Kaldı ki üniversite kapılarına dayanan milyonlarca gencin zihnine yerleşmiş tek ana gayede “üniversiteye gir hayatını kurtar” kafasında bir gayedir zaten. Tabii hayata bakış kafası bu olunca üniversiteden mezun olan bir öğrencinin bilgiyi rafa kaldırıp geçim telaşına düşmesi gayet tabiidir. Bikere adı üzerinde üniversite, fabrika değil ki geçim kapısı olarak telakki edelim, tam aksine zihinlerimizde ilim irfan kapısı olarak telakki etmemiz icab eder. Yeter ki bu bakış açısı tüm toplum katmanlarına sirayet etsin bak o zaman üniversitelerimizde ismiyle müsemma olarak adından ilim irfan ocakları olarak söz ettirecektir. Böylece bu sayede sosyal, siyasi ve kültürel alanlarda meydana gelecek zenginleşmede üniversitelerimizin birinci derecede ki rolüyle yüzleşmiş oluruz. Ancak ne var ki, yukarıda da dedik ya, bu yönüyle daha henüz yüzleşmiş değiliz, hele bilhassa üniversitelerin toplum ve siyasi münasebetlerinde zafiyet göstermesi ilim irfan yolunda ilerlemesini sekteye uğratabiliyor. Nasıl sekteye uğramasın ki, baksanıza bu günkü haline baktığımızda ilim irfan hak getire, öğrenciler bir an evvel mezun olmanın derdine düşüp başka işlerle meşgul oluyorlar. O halde böylesi bir anlayışa son verip meşguliyetlerini ilim irfan üzerine yoğunlaştırmamız gerekir. Üstelik teknolojik gelişmenin zirve yaptığı bu çağda bilgiye ulaşma bakımdan üniversitelerimiz eskisi kadar kıt imkânlara sahipte değiller, dolayısıyla elde edilen bu kazanımların getirisiyle geliştirdiğimiz bilgi ağları ve internet donanımız sayesinde her türlü bilgiye ulaşabiliyoruz da artık. Tabii bu durum bizi başka meşguliyetlere sürükleyerekten rehavete yol açmamalıdır, daha da hızlanmamızı gerektirir. Maazallah bilgi toplumu yolunda kendi kendimizi rehavete sürüklersek dünyanın geldiği noktanın çok çok gerisinde kalırız. O halde neydik edip kabuğuna çekilmiş üniversite anlayışından sıyrılıp dünyaya açılacak ve aynı zamanda toplumla bağlarını koparmaksızın karşılıklı etkileşimi sağlayacak yapılanmaya gitmelidir. Teknolojik gelişmelerden bihaber taş duvarlar arkasına haps olmuş üniversite anlayışı bize asla yaraşmaz.
Şu bir gerçek Türkiye’de artık “Bilgi toplumu” yolunda 28 Şubat zihniyeti varı tüm engeller ortadan kaldırılmış durumda, o halde bir takım gereksiz ipe sapa gelmez nedenlerle özel ve özerk üniversitelerin varlığından endişeye kapılıp köstek olmamalı, herhangi problem oluştuğunda devlet hakem rolü üstlenmelidir. Zira Osmanlı’ya baktığımızda vakıf üniversitelerini görebiliyoruz. İşte aynı aşk ve heyecanı Can Türkiye’mizde de diri tutmak icab eder. İşte bu nedenle devletin sadece hakemlik görevini üstlenmesi yetmez, yeni kurulacak olan vakıf ve özel üniversitelere de gereken desteği vermeli. Ne de olsa kışla mantığı modeli ve tek tip 28 Şubat varı üniversite anlayışıyla bir arpa boyu yol alınamayacağını geçte olsa fark etmiş durumdayız. Ki, olan biteni fark etmek bile bir noktadan sonra bilgi toplumu olmaya giden yolun yarısını kat etmek anlamına gelir. Nitekim gelinen noktada şöyle durum vaziyete baktığımızda bilgi toplumu yolunda rekabete açık çoğulcu üniversite anlayışının artık garipsenmediğini, bilakis normal karşılandığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten böyle bir anlayış devam ettiği sürece üniversitelerimizle birlikte o özlediğimiz bilgi çağının en üst seviyelerine erişmek hiçte zor olmayacaktır. Şayet ilim irfan ocakları gözüyle baktığımız üniversitelerimiz hem içte hem de dış dünyada akademik seviyede itibar görüyor ya da üretilen bilgiler dünyanın dikkatini çekiyorsa, biliniz ki bilgi toplumu olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz demektir.
Bilgi toplumu olma yolunda en önemli bir diğer husus ise hiç kuşkusuz eğitimde fırsat eşitliğidir. Ancak bu hususta ikide bir eğitimde fırsat eşitliğinden söz ederiz etmesine ama öğrencilerimizi yeteneklerine göre tam değerlendirdiğimiz pek söylenemez. Maalesef adam kayırmacılığa dayalı torpil uygulamalarının eğitimde fırsat eşitliğini baltalayan kanayan yaramız olarak karşımıza çıkmakta. Bakınız Osmanlı tarihine adam kayırmacılık uygulaması göremezsiniz, tam aksine liyakate dayalı bir yapı görürsünüz. Örnek mi? İşte usta çırak ilişkisine dayalı Ahi ocağından kök salan lonca sistemimiz eğitimde fırsat eşitliğinin en bariz örneğini teşkil eder. Bu demektir ki geldiğimiz noktada mesele köklerimizde değil, mesele bizden kaynaklı bir meseledir. Hele bilhassa 28 Şubat Post modern darbe dönemini yaşayanlar çok iyi bilir ki, bir zamanlar halka tepeden bakan kendini elit sanan bir zihniyet hem öğrencinin kılık kıyafetine müdahale etmiş hem de özel ve vakıf üniversitelerin kurulmasına geçit vermemişlerdir. İşte böylesi bunalım ortamı tablosu karşısında çıkış yolu olarak çocuğunu inancından taviz vermeden yurt dışında okutarak eğitim özgürlüğünü sağlayabilmek ancak maddi imkânı olanlar gerçekleştirebilmiştir. Neyse ki bin yıl bitmeyecek denen 28 Şubat belası halkın büyük sabrı karşısında eriyip yok oldu da artık böylesi tablolarla pek karşılaşmıyoruz. Allah’a çok şükürler olsun ki, değil üniversitelerde artık kamuda kuruluşlarında bile başörtüsü serbest hale geldi. Öyle ki, bu ülkede artık kızlarımız ister başı açık ister başı kapalı hiç fark etmez özgürce eğitimini tamamlayabildiği gibi dileyen devlet, dileyen vakıf, dileyen özel üniversitelerde çocuğunu okutabiliyor da. Hani her çilenin sonunda bir aydınlık vardır diye denilir ya hep, aynen öyle de şimdilerde artık 28 Şubat zihniyetinin tam aksi bir atmosferi soluyoruz. Onca çekilen çilelerden sonra yediden yetmişe hemen herkes şunu iyi anladı ki; devlet toplum refahı için vardır. İşte halkın büyük sabrı denen hadise budur, tüm çilelere karşı sokağa dökülmeksizin büyük bir sabır göstererekten bu zihniyetin oyunlarını bozup en nihayetinde kendi dokusuyla uyumlu bir iktidarı iş başına getirmesini bilmiştir. Ve tüm olan bitenlerden şunu çok iyi anladık ki, toplumun ve bireyin düşüncelerini hiçe sayan bir devlet anlayışı asla bu topraklarda kendine yer edinemez, er geç yıkılmaya mahkûmdurlar. Her ne kadar dönem dönem cebberrut devlet anlayışından kaynaklı bir takım sancılar yaşıyor olsak da yine yolun en nihayetinde kazanan zalime korku salan, mazluma umut ve gariplere yoldaş olan devlet anlayışı kazanmakta elbet.
Malumunuz, ceberut devlet anlayışının egemen olduğu dönemlerimizde kendi öz yurdunda parya durumuna düşen genç ve dinamik beyinlerimiz soluğu yurt dışında almışlardır hep. Bu zihniyet bide dönüp pişkin pişkin demezler mi bizde yeteri kadar bilim adamı yetişmiyor diye. Bu malum kafayla elbette ki yetişmezdi. Nitekim onların çağdaşlıktan dem vurdukları dönemlere bir bakın, öğrenci başına eğitime ayrılan pay ya da ödenek gelişmiş ülkelerde 1000 dolarlarda seyrederken bizde ise 30–40 dolarlarda olduğunu görürsünüz. İşte görüyorsunuz bu nasıl bir çağdaşlık anlayışı ise toplumumuzu komik rakamlar seviyelere mahkûm ettikleri yıllarda bile pişkin pişkin çağdaşlıktan dem vurabilmişlerdir. Neyse ki, 2002 sonrası ezilenlerin gür sesi olarak, suskun dünyanın hür sesi olarak ve gücünü milletten alan bir iktidar işbaşına geldi de bütçeden eğitime ayrılan pay her geçen yıllar içerisinde kat be kat artırılmasıyla birlikte bu alanda umutlarımıza umut katmaya ziyadesiyle yetmiştir diyebiliriz.
Madem umut varız, o halde üniversitelerimizi bugünkü durumundan daha da ileri seviyelere taşıyaraktan araştırma merkezleri konumuna getirmek mecburiyetindeyiz. Tabii üniversitelerimiz derken buna vakıf üniversiteleri ve özel üniversitelerde dâhildir. Yani ister devlet üniversiteleri olsun ister vakıf ya da özel üniversiteler hiç fark etmez, tümünde bilgi toplumu olma yolunda seferber olmuş akademisyenlerimizin ortaya koyacakları bilimsel projelere azami ölçüde maddi ve manevi destek vermeyi onlardan esirgememelidir. Destek çıkıldığında biliniz ki, ülkemizin bilim yolunda ilerlemesine çok önemli katkı sağlayacakları görülecektir. Sakın ola ki bir takım iş bilmez aklı evvellerin serzenişlerine kanaraktan “Bizde yeterli derecede öğrenim elemanımız ve hocamız yoktur” türünden bir takım sudan bahanelerin arkasına sığınaraktan yurdun dört bir yanında açılacak yeni ilave üniversitelere karşıt tavır sergileyenlerden olmayalım. Bilakis statükocu zihniyetin işi körüklemelerinin ve kösteklemelerinin tam aksine bilim üslerimizin sayısının daha da artırılmasına destek vermek yaraşır bize. Hatta bu da kifayet etmez, gerektiğinde akademisyenlerimizin hem yerel ölçekte hem de küresel çapta bilgi alışverişinde bulunmalarına yönelik ne gerekiyorsa ön ayakta olmalıdır. Yeter ki, bilgi alanlarımız daraltılmasın, bir lokma bir hırka anlayışıyla teknik donanım kısıtlanmasın bilgi üretiminde umulan hedeflere ulaşmamız an meselesi diyebiliriz. Üniversitelerimizi hem ne kadar bilgi ağlarıyla donatırsak ve hem ne kadar bilgi toplumu olma yönünde cömert davranırsak, biliniz ki dünya ölçeğinde o nisbette bilgi gücü olacağız demektir. Ancak bu arada dikkat etmemiz gereken ölçü şudur ki, bilgi ağlarımızı sadece üniversitenin kampus alanıyla sınırlı tutmamak gerektiğidir, yani bilgi alanımızı küresel boyuta da taşımak gerekir. Ki, bilginin özünde de dışarıya açılmak vardır, bu yüzden ‘Bilginin vatanı tüm dünya sathıdır’ dersek yeridir. O halde her kim ki üniversitelerimize mahallî müesseseler gözüyle bakıyorsa bilsin ki böylesi bir bakış açısı aslında bilgi hazinesi denen gücü hafife almak demektir. Dolayısıyla böyle bir anlayışa prim vermeksizin tez vakitte üniversitelerimizi hem yerel hem de küresel ölçekte bilgi üssü hale getirmek gerekir. Keza ne kadar küresel çapta bilgi üslerimizi dünya sathına yayarsak biliniz ki o zaman üniversitelerimiz tüm insanlığa ışık saçacak konuma gelecek demektir. Kelimenin tam anlamıyla üniversitelerin bir yüzü kendi öz vatanımıza diğer yüzü de dünya sathına bakacak şekilde konumlandırdığımız da işte o zaman bilgimizle dünyaya Nizam-ı âlem olacağız demektir. ‘Bilginin vatanı yok’ bir güç olacaktır.
Öyle anlaşılıyor ki, kendi sınırları içerisinde kabına çekilen bir üniversite anlayışıyla bir arpa boyu olsun asla yol kat edilemez. İlla ki, bilginin vatanı tüm dünya sathıdır bilincinden hareketle Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu veçhiyle “İlim müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursanız alın” hadis-i şerifinin gereğini yerine getirmek gerekir. Tarihte nasıl ki medreselerimiz (üniversiteler) Osmanlı’ya medeniyet kazandırmışsa, bugün de yurdun dört bir yanında konuşlanmış üniversitelerimizde Türkiye’yi modern çağın en üst seviyelerine sıçratabilir pekâlâ. Hele ki çağ açıp çağ kapatan Fatih’in torunları olarak çağın en üst sıralarına sıçramaya mecburuz da. Aksi halde dünya sathına açılamayan üniversitelerden bize ne fayda gelir ki. Hem kaldı ki açılmamak için elimizde bir bahanemiz filanda yok artık. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi 28 Şubat varı zihniyetinde kışla üniversite anlayışı bu ülkede çoktan yerle yeksan oldu bile. Öyle ki, artık ortada üzerimizde boza pişirecek öyle vesayet odağı derin güç filanda kalmadı. Şimdi derin güç toplumun derin sinesinde kodludur. Madem, gelinen noktada toplumun derin sinesi, derin feraseti derin güç olmuş durumda, şimdi tamda fırsat bu fırsat deyup küresel boyutta bilgi güç olma vaktidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/bilginin-vata ... ,4535.html
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön