ABDEST DEYİP GEÇMEYİN

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

ABDEST DEYİP GEÇMEYİN

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

ABDEST DEYİP GEÇMEYİN
SELİM GÜRBÜZER

Daha dün ana rahminde 43 mm boyunda 6 ila 65 günlük arası bir cenin iken içi sıvıyla kaplı amniyon kesesi havuzu içerisinde ters dönmüş vaziyette yüzüp adeta temizlik kurslarına tabii tutulduğumuzu bilmem hiç düşündük mü? Düşünsek de düşünmesek de sonuçta anne karnındayken içerisinde yüzdüğümüz amniyon sıvısı ne ilginçtir ki kendi ceninimizin vücut salgılarından imal ettiği idrarından başkası değildir. Ve bu sıvı öyle yüzmeye elverişli olacak bir şekilde imal edilmiş ki önemine binaen her üç saatte bir tazelenir de. Üstelik elverişlilikte iklime bağlı ısınma şartlarının optimalliği gözetilip uygun olan hangi ısı derecesi ise o şartın gereği yerine getirilir bile. Nitekim söz konusu en uygun şartların sağlanması sayesinde hamile bir kadın karda tipi de dışarıya çıkmış olsa ya da tam tersi yazın Adana'nın o bunaltıcı sıcağında tarla tumpta kırda çayır bayır dolaşsa da karnında taşıdığı bebek hiçbir ısı değişikliğinde etkilenmeyecek şekilde amniyon sıvısı içerisinde hayatını sürdürmeye devam edecektir. İşte sizde günümüzde görüyorsunuz ya, insanoğlu yüzme havuzundaki suların belirli aralıklarla değiştirilmesi gerektiğini daha yeni yeni keşfede dursun, oysaki bu ve buna benzer işlemler ana rahmine düşen bir bebek için dokuz ay boyunca uygulanmaktadır. Böylece tam da bu noktada “Temizlik imanın yarısıdır” hadis-i şerifin mana ve ruhu anne karnında anlamca açıklık kazanmış olur da. Hem nasıl mana ve ruhu açıklığa kavuşmasın ki, bikere iman başlı başına doğuştan gelen tevhid akidemizdir, dolayısıyla anne karnında amniyon sıvısı içerisinde bizi yüzdüren Yüce Allah’ın tertemiz havuz içerisinde bizi dünyaya adım attırıp konuk eylemesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bu yüzden bir anne dünyaya gelen bebeği sarıp sarmalayıp kollarına aldığında pırıl pırıl tertemiz kokusuna doyamaz da. Sadece anne mi, elbette ki bebeği kucağına sevgiyle alan herkeste buna dâhildir, gerçekten de sevgiyle kucağımıza aldığımız tertemiz pırıl pırıl doğan her bebeğin kendine has kokusu miski amber olarak üzerimize sirayet eder de.
Fizik derslerinden de öğrendiğimiz kadarıyla sıcaklığın maddeler üzerinde genleşme etki yaptığını soğukluğun ise büzüşme yaptığı hepimizin malumu. Bu demektir ki abdest alan bir insan bu fiziki kanunundan istifade ederekten hemen her gün beş vakit zaman dilimleri içerisinde vücudu dinçlik ve zindelik kazanmış olacaktır. Nasıl mı? Hiç kuşkusuz bu durum sıcak suyun damarları genişletir etki yapmasıyla, soğuk suyunsa daraltıcı etki yapmasıyladır elbet. İşte bu noktada genel dolaşımımıza adeta jimnastik etki yapan abdestin hele bilhassa kalbimizden uzak damarlarla ilintili organlara zindelik katması bir yana vücudumuzun statik enerjisini aldığı da apayrı ilginç bir özellik yanıdır. İyi ki de statik enerjimiz alınmakta. Zira statik enerji vücudumuzda ki kasları gerip zamanla aktivitesini yitirmesine neden olduğu gibi derimizin zamanla kırışmasına da yol açmaktadır. Derken bu gibi durumları kendine dert edinen pek çok insan akupunktur ya da fizik tedavi gibi yöntemlerle vücut derisindeki kırışıklıkları gidermek için adeta birbirleriyle yarış içerisine girip Fizik Tedavi Ve Rehabilitasyon Merkezlerini kapı kapı dolaşmaktalar. Oysaki bir insan akıl baliğ olduğu çağından itibaren namaza başlayıp Allah’ın bahşettiği abdest nimetiyle müşerref olaraktan cami cami dolaşıp her beş vakit diliminde vücuduna soğuk ve sıcak su etkileşimi yaptırmış olsaydı hem istenmeyen kırışıklıkların önüne geçecekti hem de hem manevi yönden arınıp nur yüzlü olacaktı. Madem öyle, geçte olsa zararın neresinden dönsek kâr misali bir an evvel namaza başlayıp alacağımız abdest suyu ile derimize genleşme ve daralma etkisi yaptıralım ki uyuşuk olan vücut iklimimizi uyandırmış olalım. Böylece derimiz abdest suyu sayesinde gerçek anlamda hem rehabilite olmuş olur hem de bedavadan fizik tedavi olmuş olur. Hani bir insan öfkeyle bir şeye sinirlendiğinde bilhassa büyüklerimiz o insanı yatıştırmak için “Bak Evlat! Abdest alda kendine gel” diyerekten o insanı sakinleştirişlermişler ya, aynen öyle de yılın her gününü usuletle suhuletle sakince geçirebilmek için her beş vakit diliminde tenimizi mutlaka abdestle taçlandırmamız gerekir. Hakeza haftada bir kez olsun boy abdesti almakla da vücudun tamamı madden ve manen arınmış bir şekilde rehabilite olması an meselesidir diyebiliriz.
Belki dikkatinizi çekmiştir, kazaen maruz kaldığımız sıyrıklarda renksiz sıvının çıktığını görürüz. Aslında o gördüğümüz renksiz sıvı lenf sıvısı olup aynı zamanda mikroplara karşı savunma zırhımız bir sıvıdır da. Ancak bu savunma zırhımızı daha da diri tutmak için abdest nimetinden istifade etmekte fayda vardır elbet. Malumunuz insan üşütünce lenf damarlarımızda bundan payını alıp ister istemez büzüşebiliyor. Dolayısıyla bu durumda büzüşen damarlar mikroplara karşı mücadele edecek hücreleri gönderememe durumu söz konusu olabiliyor. İşte bu noktada abdestin soğuk sıcak etkileşimi adeta Hızır gibi yetişip tenimizdeki ısı farklılıklarıyla ortaya çıkan uyarıcılığı sayesinde, mikropların istilasını önleyici etki yaptığını görürüz. Böylece abdestle mikropların hevesi bir şekilde kursağında bırakılmış olunur. Hem kaldı ki abdestle hijyenik bir şekilde temizlenmişte oluruz. O halde Allah’ın biz aciz kullarına lütfettiği temizliğe vesile olacak nimetlerden kendimizi soyutlayıp mahrum etmeyelim.
Bakın şöyle etrafımıza, Yüce Allah (c.c) temizlik adına etrafımızda yaş, kuru ne varsa yarattığı kullarının hem fiziken hem ruhen arınması için vesile kılmıştır. Nitekim Kur’an’da geçen bir ayette: “Ey inananlar! Namazı kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı da (yıkayın) Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta yahut yolculuk halinde bulunursanız yahut biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsi birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meşhedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredesiniz” (Maide suresi ayet 6) diye emir buyurmasıyla abdest gerçeğinin sadece namaz için ön hazırlığın yanı sıra bedenimiz üzerinde yaptığı esneklik ve zindelik açısından yararı olduğunu düşünmekte fayda vardır. Sadece abdest mi, şüphesiz ayetin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere teyemmümünde maddi ve manevi arınmanın yanı sıra hiç kuşkusuz vücudumuzda biriken statik elektriği de alan faydası söz konusudur. Hiç kuşkusuz abdestin daha nice faydaları vardır, ama şimdilik bu kadarı bile abdestin:
-Ne mühim temizleyici memba kaynak olduğu,
-Ne mühim mikroplara karşı savunma hattı ve direnç mekanizması olduğu,
-Ne mühim vücuda zindelik katıp enerjik kıldığı,
-Ne mühim vücudumuzu maddi ve manevi kirlerden arındırıp nurlu hale bürünmemize vesile olan pirüpak amelin ta kendisi bir mucizevi arınma ibadeti olduğuna dair birkaç kelam söz söylemek ziyadesiyle kâfidir dersek yeridir.
Velhasıl-ı kelam şu bir gerçek, her türlü estetik ve terapi için onca harcanan masraflara gerek kalmaksızın pratik çözüm abdest sırrında gizlidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
En son dedekorkut1 tarafından 15 Nis 2022, 19:22 tarihinde düzenlendi, toplamda 3 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ZEVK 1405

Güzel gönlün,
Nur-u MîMin Muhabbet Minâsı OLsun ey cAN!..


Tenhada Kur’ân OKUrlar Allah’ın Has KULları Dost!
Misk Dükkanı Yürekleri, Cennet Yolu yoları Dost!
Zikr-i Dâim-Kâimler ki ölmez DİRİdir Dilleri
Esmâ Semâsında YÜZen, HAKK’ın Hayır Elleri Dost!

12.03.1998 10:00 br..
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

EBU NASR FARABİ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

EBU NASR FARABİ
ALPEREN GÜRBÜZER

Farabi’yi kaleme alırken, asıl anlamamız gereken hakikat şu olmalıdır:
O, doymak bilmeyen bir ilim aşkıyla hem batının, hem de doğunun ismini andığı bir bilge insandır. Dahası batıda Alpharabius adıyla anılmaktadır. Sonuçta hangi ismiyle anılırsa anılsın, o ilim aşkını insanların yüreğine kazıyan, işleyen, nakşeden, öğrendiği tüm bilgileri ansiklopedi haline nasıl getirilebileceğini gösteren bilge şahsiyettir
Mesela söz konusu ansiklopedik kaynaklardan kendine has “Kitab-el musiki” adlı o müstakil eser İstanbul’da Kılıç Ali Paşa kütüphanesinde muhafaza edilmektedir. Hakeza Paris ve Escorial kütüphanelerinde mevcut mantıkla ilgili İbranice tercümeleri birçok batı bilim adamının başvurduğu kaynak eserlerdir. İşte bunlar arasından Fransız Bergson bu kaynak eserler sayesinde felsefenin esaslarını kaleme alabilmiştir. Yine İngiliz düşünürlerinden Hobbes’in Toplum teorisi, Spencer’in sosyolojik kuralları Farabi’den mülhem eserlerdir. Tabii bitmedi, dahası var; Alman filozofu Nıcolas‘ın Sezgici bilgi teorisi ve Rosseau’nun Sosyal sözleşme teorileri Farabi’den esinlenerek yazılmıştır. Hatta Farabi, Paracelsus’tan çok öncesinden “Mikro âlem” ve “Makro âlem”den söz etmiş düşünürümüzdür. Anlaşılan; Farabi’nin ortaya koyduğu bilgiler batı insanını derinden etkilemenin yanı sıra bilgilerin nasıl sistematik bir şekilde sunulması gerektiği hususu da aydınlığa kavuşmuştur.
Malum kendileri ismiyle müsemma 870 senesinde Buhara’nın Farab şehrinde dünyaya teşrif etmişlerdir. Bir başka ifadeyle Sır-derya’ya dökülen Aras nehrinin kıyısı Farab şehrinde doğmuştur. Doğduğu şehir eğitim yönünden zor şartların hüküm sürdüğü yıllara denk gelmiştir. Ki; o bunca meşakkate rağmen eğitimini ihmal etmeksizin önce İran, daha sonrasında Bağdat’a gidip öğrenimini tamamlayabilmiştir. O her şeyden öte kendine özgü hep aynı tip kıyafet giymekle alçak gönüllüğü hiçbir zaman elden bırakmayan bir davranış sergilemesi kendi içinde yalnız olduğuna işarettir. Belki de o bu haliyle:
"-Benim boş ve faydasız işlerden keyfim gelmiyor" demek istiyordu.
Bağdat’a gitmesi elbette ki babasının tavsiyesi üzerine olmuştu. İşte bu tavsiyenin gereğini yapıp fıkıh tahsili için Bağdat’a gitmiş. Böylece Bağdat onun için zahir ve batın ilmiyle ilerledikleri ilk durak olur. Bu durakta Arapçayı hıfzettikten sonra memleketine dönüp kadılık görevi üstlenmiştir. Fakat Kadılık görevi bir süre sonra onu sıkmaya başlar ve tekrar Bağdat yoluna revan olur. Burada felsefeye olan merakını Hıristiyan Filozof Mettâ bin Yûnus’un kitaplarının gölgesinde giderip, akabinde Ebu Bekir ibn el Sarrac’ın yanında gramer ve mantık derslerini tahsil eder.
Gerçektende Bağdat ilim ve feyiz kaynağı olan bir mekân. Öyle ki; burası Aristo’nun doğuya ait eserlerin yanı sıra bütün tercüme ve şerhlerini tamamlayıp felsefe alanında epey bir yol kat ettiği bir yerdir. İşte Aristo’nun kitabını anlaşılır hale gelme fırsatını bu topraklarda elde edecektir. Hatta ilim yönünden bereket fışkıran Bağdat onu yeşertip ikinci üstat olarak adından söz ettirecektir. Zaten onu ilginç kılan haslet dersleri çabucak kavramasıdır. Hatta hocaları bile ona hocalık yapmaktan çok ondan istifade etmeyi yeğlemişlerdir. Bir gün gelmiş kabına sığmayıp Bağdat’tan Haran’a gitmiş ve orda Sabit bin Kurre’nin Wabi Sabi felsefesine vakıf olmuş, derken artık bu konularda eser bile yazacak hale gelmiştir. Farabi burada aldığı eğitimle Tıp tahsilini başarıyla bitirebilmiştir. Hakeza Matematik alanında da öyledir. Yaşı olgunlaştıkça Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Süryanice dillerine de nüfuz etmiştir.
Farabi, Samani hükümdarı Nuh bin Saman’ın daveti üzerine bir ara Buhara’ya çağrılmış, hükümdarın isteği üzerine adına “El-Ta’lim-üs Sani’ verdiği bütün ilimleri bünyesinde taşıyan ansiklopedik eserini tamamlamak nasip olmuştur. Davetin gereğini yapmanın gönül hoşnutluğuyla tekrar Bağdat dönüş yapar. Fakat burada da birtakım siyasi karışıklıklardan dolayı durmayıp Hemedani Hükümdarı Seyfüddevle’nin çağrısına icabet etmiş. Böylece Halep’e hicret etmiş olur. Burada şair ve bilginlere önem vermesiyle tanınan Hemedani hükümdarının; “O bizim sarayımızın süsüdür” demesi onun ne büyük bir deha sahibi olduğunu göstermeye yeter artar bile.
Hayatının son dönemlerini Halep’te geçirdikten sonra 80 yaşına geldiğinde ardından insanlığa ışık tutan 70 civarında eserini miras bırakıp 950 yılında Şam’da hayata veda eder. O artık ardından bıraktığı eserleriyle yaşıyor. Özellikle onun “İhsan-ül-ulüm-ilimlerin tasnifi” eseri ilimleri beş başlık altında kategorize etmesi onu adından söz ettirecek düzeye taşımıştır. Ve ardından asırlar geçse de kendini unutturmayacak nitelikte gönül tahtına oturmuştur. Zira bu tasnif sayesinde belagat (güzel konuşma ve yazma), metafizik, mantık, tabii ilimler (matematik, astronomi, geometri vs.) ve medeni ilimler (ahlak, siyaset, ekonomi) anlam kazanmıştır. Her şeyden öte o Allah’a giden yolda eserden müessire ve vacib-ül vücud yoluyla ulaşılabileceğini vurgulamıştır. Yani Kâinatta her ne varsa o eserin mutlaka bir mimarı olabileceğini, aynı zamanda var olan her şeyin ya vaciptir, ya da mümkündür tarzında bütün varlıkların kaynağı Allah olduğunu dile getirmiştir. Dolayısıyla kâinatta sebep netice ilişkisinde varılacak en son menzil; varlığı kimseye muhtaç olmayan Yüce Allah’tan başkası değildir elbet. Bu fikirleri serd ederken de kullandığı metot bilinenlerden hareketle bilinmeyenlere ulaşmak diye tabir edilen dedüksiyon metodu olmuştur. Böylece onun sayesinde İslami konular insanlığın idrakinde anlaşılır hale geliyordu. Bu yüzden mantık çalışmalarını mukaddime, burhan ve netice ekseninde ele almıştır. Mesela burhan kurgusunu önce tarif (tasavvur yöntemi), sonra kabul (tasdik), en nihayet ispat esası üzerine dayandırmıştır.
Farabi’nin tasavvuf konusunda görüşleri de ilginçtir. Ruhun pirupak olabilmesi için evvela nefsi emmarenin başının ezilmesi gerektiğini ve bunun yok edilmesiyle birlikte nefsi levvameye geçilip akabinde basamak basamak diğer tüm nefis mertebelerini aşıp Allah’a vuslatın gerçekleşeceğine inanmaktır. O zaten bu güzel düşüncelerle sevgililerin sevgilisine çoktan kavuştu bile.
Ruhu şad olsun.
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

BU EZANLAR Kİ ŞEHÂDETLERİ DİNİN TEMELİ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

BU EZANLAR Kİ ŞEHÂDETLERİ DİNİN TEMELİ
SELİM GÜRBÜZER

Şair ne güzel demiş bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli diye. Gerçekten de şehâdetleri çok önceden ötelerde belirlenmiş bile. Peki, ötelerden gelip ötelere uzanan ezan sadece bir duyurumudur? Elbette ki Rasulüllah (s.a.v)’in; “Ya Bilal! Ezan ve namazla bizi ferahlandır” beyan buyurması Ezân-ı Muhammedî’nin sadece bir duyurudan ibaret olmadığı, esenlik kaynağı olduğunu göstermeye yeter artar da.
Kelime anlamı bakımdan Ezan; bildirmek, çağrı, davet demektir, İsra ise miraç manasınadır. İşte Ezan ve İsra bir araya geldiğinde bir taraftan dinin temelleri atılmış olurken, diğer taraftan dinin direği ve çatısı kurulmuş olur. Diyebiliriz ki İslamiyet’in ilk yıllarında Sahabe-i Kiram bu temelden yoksun sayılırdı, sadece bir cümlelik; ‘Essalatü camiatün’ (namaz bir araya getirir) davetiyle namaza icabet ederlerdi. Neyse ki ilerleyen zamanlarda namaz vaktinin nasıl duyurulması gerektiği hususu istişareye açıldı da Ezan-ı Muhammedî çağrısıyla buluşuldu. Malum, bu büyük buluşma öncesinde; kimi çan çalalım, kimi boru sesi olsun, kimi ateş yakalım, kimi bayrak dikelim vs. demişti. Tabii bunların hiç biri kabul görmedi. Belli ki dinin temelleri bir şeylere dayandırılması gerekiyordu, dayandırılır da. Zira fıkhı kaynaklarda ezanın birinci doğuş sebebi; Miraçta Cebrail’in ezan okuyup imam olması olarak zikredilir. İkinci ise Abdullah b. Zeyd’in bu konuyla alakalı gördüğü rüya sebep teşkil etmiştir Nitekim rüyada gördüğü bir meleğin kendisine öğrettiği ezanı Rasulüllah’a bildirmesi üzerine Allah Resulü; “Kalk bu gördüğün rüyadaki sözleri Bilal’e öğret, onun sesi daha gürdür” demesiyle birlikte ilk ilan gerçekleşmiş olur. Yani ezan tıpkı Kur’an’ın vahiy olunmasında ki gibi kaynağına uygun olarak cümle âleme Arapça ilan edilmiştir. Böylece ezanı Arapça dışında okumanın sahih olmadığı anlaşılır. Tabii bu okunan ezana has bir kaidedir ama İsra (Esra- Miraç yolculuğu) için öyle değildir. Özellikle Esra dedik, niye? Çünkü 5 vakit namaz Esra hadisesiyle müminlere farz oldu da onun için elbet. Madem Esra deyince namazı hatırlıyoruz, o halde ‘namaz miraçtır’ çok yerinde bir tespittir. Zaten öyle de. Neyse ana konuya yeniden döndüğümüzde ezanı başka dilde okumak sahih olmadığı apaçıkken, aynı temel kaide namaza giriş için pek söylenemez. Kelimenin tam anlamıyla Farsça ezan sahih değildir, isterse ezan olduğu bilinsin. Zira Hanefi fıkhı üzerine yazılmış İbn-i Abidin adlı esere baktığımızda Farsça sözle namaza başlamanın bundan istisna olduğunu görürüz. Bu demektir ki Farsça namaza başlamanın sahih olduğudur. Yani bu eserden hareketle; ezanın orijinali haricinde diğer türlü okunduğunda (mesela Farsça) insanlar okunan çağrının ezan olduğunu bilseler bile caiz olmadığı anlaşılır. Belli ki bu temel kaideler bize Ezân-ı Muhammedî’nin tüm Müslümanları tek kalp, tek yürek ve tek dilde birleştiren orijinal duyuru olduğunu göstermeye yetiyor. Bu yüzden başka bir dilde okunmasına geçit verilmez. Kaldı ki Müslümanlar dünyanın neresine giderlerse gitsin minarelerin şerefesinden yankılanan tevhidi çağrının sadece orijinaline aşinadır. Hatta bu aşinalık birlik ve dirliğimizi oluşturan ilan olur da. Bu da yetmez minarelerde yankılan bu duyuruya icabet eden her Müslüman omuz omuza birlikte saf olur da. İşte bu yüzdendir ki rüya âleminden bu ümmete lütfedilen Ezan-ı Muhammedî Bilal-i Habeşi’nin başlattığı o gür ilan orijinal haliyle minarelerimizden kıyamete kadar inlemesi durmayacaktır. Buna inancımız tamdır. İyi ki de bu duyuru her ırktan, her milletten insanın ortak anlayacağı dilde yankılanıyor, bakın Allah Teâlâ “Allah’a davet edip iyi amel işleyenlerden daha güzel sözlü kim olabilir” (Fussilet 33) buyurmakta.
Rabbül Âleminin; “Allah ve Resulü tarafından insanlara ilan et” (Tevbe, 3) ayetiyle buyurduğu ‘ilan’ ile ‘İnsanlara Haccı bildir’ (Hacc 27) ayetinde zikredilen ‘bildir’ aynı mana ihtiva etmekle birlikte ‘ilan’ daha çok Ezan-ı Muhammedî çağrıştıran davet manasına bir paroladır. O halde davete icabet etmek düşer bize.
Ayrıca Ehlisünnet âlimlerinin dinin şahidi temeli ezanla ilgili adab ve usuller için söylediklerine baktığımızda ortaya özetle şu kaideler çıkıyor:
- Beş vakitte kılınan namazlar için ezan ve kameti terk etmek mekruhtur. Ancak ezan ve kamet terk edildiğinde bu namazlar iade edilmez, sadece vakit girmeden okunan ezan tekrarlanır. Hatta aynı düstur kamet içinde geçerlidir.
-Kuruntulu veya kasıntılı insanın kulağına ezan okunursa kuruntuyu giderir. Tabii ki burada temel amaç kuruntuyu gidermek değildir, asıl bizi ilgilendiren kuruntunun giderilmesinden ziyade Sünnet-i seniyye'nin yerine getirilmiş olması çok daha önem arz eder. Öyle ki bu sünnet sayesinde yeni doğmuş bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunup çocuğun ilk ilmi eğitimine start verilmiş olur da.
-Bir müezzinin erkek, akıllı, takva sahibi, sünnete vakıf ve namaz vaktini bilmesi gerekir ki onun hakkında yeterli şartlara haiz bir müezzin denilebilsin. Dolayısıyla delinin, mümeyyiz olmayan çocuğun, sarhoşun, kadının, fasık kişinin, kâfirin, bayılan kimsenin ezan okuması mekruhtur. Yine de sahih olan köle ve çocukların cemaat olamayacağıdır. Dolayısıyla ezan okumaması da icap eder. İlla da köle ezan okuyacaksa da sahibinin iznine bağlı olarak gerçekleşir. Anlaşılan o ki; buluğa yaklaşmış çocuğun, kölenin, âmâ’nın okuyacağı ezan kerahetsiz caiz olabiliyor.
-Teganni şarkı söylemek gibidir. Zaten sesi güzel olanın teganni yapması lazım gelmez. Esas olan Ezan okurken kelimelerin arasını ayırarak okumaktır. Kamette ise birleştirerek okumak esastır. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.v); “Ezan cezm’dir” buyurmakta. Yani sesi güzel olanın teganniye ihtiyacı yok. Bu yüzden Resulü Ekrem (s.a.v) “Ezan okunduğu zaman kelimelerin arasını ayırarak oku, kamet getirdiğin zaman da kelimeleri birleştirerek oku” beyanıyla kametin seri okunacağına işaret etmiştir.
-Ezan okunurken konuşulmaz. Şayet konuşulursa ezanın yeniden okunması icab eder. Hatta ezan okunurken selamda alınmaz.
-Ezanda parmaklar kulaklara koyularak okunur, kamette ise parmaklar kulaklara konulmaz. Kamette neden konulmadığı malum, zira cami içerisinde işitememe gibi bir engel yoktur. Kaldı ki kamet dışarıya yönelik bir çağrı değildir, içeride cemaate yönelik duyuru olduğundan kametin seri halde okunmasını gerektirir. Bu hususta Peygamberimiz (s.a.v) Bilal-i Habeş'e; “Parmaklarını kulaklarına koy. Çünkü bu sesini daha yükseltir” diye buyurmuştur. Zaten yukarıda da belirttiğimiz üzere kamet getiren bir kişi iki parmağını kulaklarına koymaz demiştik. Niye derseniz, bu durum gayet açık, alçak sesle yapıldığı içindir elbet.
-Kamette müezzin ‘Hayya alel felah’ derken cemaatin ayağa kalkması adaptandır. Şayet İmam mihraba yakın değilse her saf arasında imam geçtiğinde kalkması daha uygun olur.
-Kad-kâmetis-salâtü’, “Kad-kametis-salâh’ denildiğinde ‘Namaz başladı’ demek olduğundan imamın namaza başlaması adaptandır. Çünkü imam böyle yapmakla müezzinin sözünü doğrulamış olur. Bununla birlikte kamet getirdikten sonra namaza başlansa sakınca yoktur. Nitekim İmamı Azam'ın talebesi İmam Yusuf böyle uygun görmüştür. Ayrıca kamet alınırken camiye giren ayakta beklemeden oturmalı, doğru olan cemaat ayağa kalktıktan sonra kalkmasıdır.
-Ezanı dinleyen kimsenin müezzinin okuduklarını tekrarlaması menduptur. Vacip olan şu ki; ezanı işittiğimizde yürüyerek icabet etmek gerektiğidir, yani camiye gidip cemaatle namaz kılmaya koyulmalıdır.
-Kaza namazlarının birincisinde ezan ve kametin her ikisinin birlikte yerine getirilmesi sünnettir. Akabinde devam eden diğer kaza namazlar için ezan okuyup okumamakta kişi muhayyerdir (serbesttir), yani dilerse okur dilerse okumaz. Hakeza yolcunun kameti terk etmesi mekruhtur, ama ezanı terk etmesi mekruh değildir.
-Kadın kamet getirir, ama ezan okumaz.
-Evde ezan okuyan ancak kendi işiteceği seste okur, fakat birazcık seslenmesinde beis yoktur.
-Arafat’ta (cem-i takdimde) bir ezan, iki kamet getirilir, Müzdelife’de (Cem-i tehir) ise bir ezan ve bir kamet getirilir.
-Fasık bir kişinin imamlığı, takva sahibi cahilin imamlığından daha evladır.
-Abdestsiz ezan okumak mekruh değildir, ama cünüp kimsenin ezan okuması mekruhtur, dolayısıyla cünüplüyken okunan ezan iade edilir. Ancak cünüp kimse bir başkasının okuduğu ezana dil ile icabet etmesinde beis yoktur. Zira bu icabet ezana değil, müezzinedir.
-Kur’an ve ezan okuyana selam vermek meşru değildir.
-Bir kimse mescitte müezzin kamet getirirken camiye girerse imam mihraba geçinceye kadar oturması daha uygun düşer.
-Bir kişinin iki mescitte müezzin olması mekruhtur. Çünkü ikinci mescitte okuyacağı ezan nafile sayılır. Kendisinin yardımcı olmadığı farz olan bir namaza halkı davet etmesi uygun düşmez.
-“Ezan işitince ayağa kalkın! Çünkü o Allah’tan gelen bir emirdir” hadisinden maksat namaza gidin, ya da kamet manasınadır.
-Ezan farzlar için sünnettir. Vitirde yatsının ezanı ile yetinilir sadece.
-Ezan vaktinden önce okunursa tekrarlanır.
-Ezana dört tekbirle başlanır. İlk şehadeti alçak sesle, sonrasında dönerek yükse sesle okumak mekruhtur. Ezan aheste aheste okunur, bu arada Hayya ales salah-Hayya alel felah derken de sağa sola dönülür,
-Sabah ezanına ‘Es-salatü Hayrun mine’n-nevm’ (Namaz uykudan hayırlıdır) ilave edilir.
-Minare genişse ezanı dönerek okunur. Rasulüllah (s.a.v) döneminde minarenin olmamasından hareketle dönmeye itiraz edilmemeli. Minare olsun ya da olmasın dönmek gerek, üstelik sürekli uygulanan bir adap olduğundan teamül hale gelmişte.
Tabii bu sıralanan hususlar Ezanın zahiri yönünü ortaya koyan temel kaidelerdir. Unutmamak gerekir ki, temel kaidelerin yanı sıra ezanın birde batini yönü vardır. Nitekim Ezan-ı Muhammedî bir yönüyle görünen görünmeyen cümle âleme namaz vakitlerini hatırlatırken diğer yönüyle de tevhidi zikri duyurmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla Ezan-ı Muhammedî Îlây-ı Kelîmetullah’ın gönüllerde yankı bulmasını sağlayan bir tevhidi zikirdir.
Anlaşılan o ki, Ezan deyip geçmemek gerekir, hakkını vermek icap eder. Şöyle ki;
Bir demirci ezan okumakta olan müezzini dinlemeye koyulur. Ezan-ı Muhammedî bittiğinde demirci; şu adam ezan okuyor ama samimi değil, hakikati haykırmıyor deyince derler ki:
— Nasıl yani, işte müezzin ezan okuyor ya, hiç bunun yalanı mı olur?
Demirci:
—Evet, evet! Müezzin gerçeği ilan etmiyor, şayet o ihlâslı okusaydı çıktığı yerin çöküvermesi gerekirdi der ve akabinde;
—Birde ben okuyayım bakın nasıl okunuyormuş diye söylenip demir yığınının üzerine çıkar ve başlar ezan okumaya. Okudukça ayağını altındaki demirler eriyip akmaya başlar da. Ezan’ı bitirince kendisini gözlemleyenlere şu itirafta bulunur:
—Bende gerçeği duyuramadım, baksanıza eğer samimi şekilde okusaydım benim de erimem gerekirdi. İşte tevazu bu, işte Allah’a tam teslimiyet ifadesi budur.
Tabii demirci örneği tam bir takva örneğidir. Herkesin bu takva halini yakalaması elbette ki zordur. Her ne kadar biz ezanın takva yönünden çok uzak olsak ta hiç olmazsa ezanın zahiri yönüne vakıf olmaya çalışalım. Bizim için bu bile büyük kâr. O halde ne duruyoruz ehlisünnet imamların ortaya koyduğu zahiri bilgileri hayatımıza yansıtalım. Zira Ezan-ı Muhammedî yüreklerimizi ferahlatan bir çağrıdır.
Evet, ne mutlu o insanlara ki, o okunan ezanlara şahitlik ederek Îlây-ı Kelîmetullah duygusuyla huzura eriyorlar. Allah adı ve Habib’inin adı her okunan ezanla her saniye cümle âlemde yankılanır da. Şair diyor ya, bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli, aynen öyle de dünyanın her yerinde okunan Ezân-ı Muhammedî’nin yaktığı Îlây-ı Kelîmetullah meşalesi ebediyen sönmez de. Bakın İnşirah Suresinin dördüncü ayetinde mealen Allah (c.c.) Habib’i için; “Senin ismini (şarkta, garbda yer kürenin her yerinde) yükseltirim” buyuruyor. Gerçekten de garba (batıya) doğru bir tül derecesi (111,1 km) gidilince namaz vakitleri dört dakika gecikiyor. Bu demektir ki her 28 kilometre gidişte aynı vaktin ezanı birer dakika aralıklarla tekrar okunmaktadır. Derken yeryüzünde Ezân-ı Muhammedî’nin okunmadığı bir an yoksun kalmaz. Böylece 24 saat içerisinde tüm kâinat Ezan sesleriyle yankılanıp cümle âlem nasiplenir de.
Vesselam.
En son dedekorkut1 tarafından 02 Eki 2020, 12:50 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

İSLÂMDA HAYVAN HAKLARI

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

İSLÂM’DA HAYVAN HAKLARI

SELİM GÜRBÜZER


Hayvan deyip geçmeyelim, sonuçta o da Allah’ın yarattıklarından. Bu yüzden Yunus Emre “Yaradılanı sev Yaradan’dan ötürü” demiştir. Ki, bu iş sırf sevmekle de olmaz, hayvan hakkını kollayıp gözetlemeyi de gerektirir. Nitekim İslam'da bir kimse iaşe ve geçim derdiyle sahip olduğu hayvanını haddinden fazla sağması mekruh olarak karşılık bulur. Zira fazla sağım hayvanı bitap düşürecektir. Keza hayvana ağır yük yüklemek veya fazla yol kat ettirmekte öyledir. Bakınız Abdullah İbn Amr’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resulullah (s.a.v)’in keçiyi sağmakta olan bir adama “Keçiyi sağdığında yavrusu için de süt bırak” (N. El Heysemi; M. Zevaid 8/196) nasihatinde bulunduğu gibi hayvan sağanlar hakkında “Tırnaklarını kessinler, sağım sırasında uzun tırnaklarla hayvanların memelerini kanatmasınlar” diye öğüt vermiş de (Sindi, H.Ala İ. Mac’e Sayd.12).

Şu bir gerçek; evcil hayvan sahibinin bakımını üstlendiği hayvanın her türlü maddi ve manevi destekte bulunması dini bir vecibedir. Öyle ki, Peygamberimiz (s.a.v) açlıktan karnı sırtına yapışan hayvan sahibine “Allah'tan korkmuyor musun” uyarısında bulunmuştur. Tabi bu arada şunu hatırlatmakta fayda var; hak hukuk denildiğinde sırf insan hakları, sırf hayvan hakları anlaşılmasın, hiç kuşkusuz bu haklar bitki türünden ağaç, çiçek ve otta olsa, cemadat türünden dağ, taş ve toprakta olsa hüküm değişmez, yine aynıdır. Düşünsenize bir insan şu dünyada bir ağaç dikerekten göç etmiş olsa o ağaç hayatiyetine devam ettiği sürece o insan için sadaka-i cariye olacaktır. Yani amel defteri hep açık kalacaktır. O halde siz siz olun, sakın ola ki ağaç dikmekte neyin nesi deyip geçmeyiniz. Düşünsenize değil ağacın meyvesinin nimet olması, gölgesinden faydalanmak bile büyük bir nimettir elbet. Kaldı ki ağacın duruşundan ve görünüşünden de anlam çıkarmak pekâlâ mümkün. Nasıl mı? Bakınız, bir gün Hazret Muhammed Diyauddin (k.s.) sevdiği bir hocaya şöyle demiş:

- “ Ey Hoca! Şu karşıdaki ağaçlara bak; içinde kalem gibi doğru olanlar da var, eğri büğrü olanlar da var. Sadatlar, kalem gibi düzgün ağaca benzer, sen onlardan istifade etmeye bak.”
İşte bu anlamlı sözlerden de anlaşılan o ki; Allah’ın yarattığı her şeyin bir duruşu olduğu gibi hak ve hukuku da söz konusudur. Yeter ki şu kâinat sarayında yaratılan her ne varsa hukuku çiğnenmesin bak o zaman Yunus’un Şeyhine ‘Senin dergâhına eğri odun yaraşmaz’ dediği hadise hem vicdanlarda sırat-ı müstakim üzere hareket etme halinin nüksetmesini hem de merhamet iklimi oluşmasını beraberinde getirecektir. Böylece Yüce Allah’ın merhameti her devirde Mevlana ve Yunus gibi gönül sultanlarının üzerinde tecelli ederekten merhamet iklimi tüm cihana ışık kaynağı olur da. Madem Gönül Sultanlarından bahsetmişken Gönüller Sultanı Seyda Hz.lerinin halifelerinden Molla Ahmed Hz.leri Feyiz dergisine verdiği röportajda mürşidinin merhamet abideliği hakkında bakın ne diyor:

-Sultanımız Esseyyid Muhammed Raşid (k.s)’in ahlakı, tıpkı Resulullah (s.a.v.)’in ahlakına tıpatıp benziyordu. O'nun ahlakı, Kur'an ahlakıydı. Yaptığı her hareketi, duruşu ve yürüyüşü her şeyi sünnete uygundu. Mübareğin (k.s) sıfatları sadık, doğru, cesaretli ve hem zahiri hem de manevi yönden ileri görüşlüydü. Tatmin ehliydi, çok kanaatkâr, çok merhametli, çok cömert, misafirperver idi, çok hizmetkâr idi. Hem kendisinin hem ailesinin hem de misafirlerinin hizmetini kendi görürdü. Çok zakirdi, devamlı zikrederdi. Lüzumsuz konuşmuyordu, çok adildi. Kendisi hiç adaletten ayrılmadığı gibi, başkasının da adaletten ayrılmasını istemiyordu. Ben küçükken, talebeyken, O'na yardımcı olmak için, beraber bir köye gittik. Yola çıktığımız zaman beni yanına çağırıp şöyle dedi:

"- Gel talebe, pazarlığımızı burada yapalım, üç saatlik yolumuz var, bir de hayvanımız var. İkimiz birlikte binersek hayvana zulüm olur. Bineğe sırayla binelim. Bunu da kura ile belirleyelim."

Tabii kura bana çıkınca illa:

" -Sen önce bineceksin" dedi.

Bunun üzerine ben de:

"- Kurban, hakkımı sana hibe ediyorum" dedim.

O, bir müddet bindikten sonra indi ve:

"-Gel, sıra senindir" dedi.

Derken yol boyunca üç kez böyle değiştik. Bu da O'nun, çok adaletli oluşuna delalet etmektedir. Üstelik yolda yemeğe beni de davet ediyor, yarısını bana veriyordu. Hâlbuki ben O'na hizmet etmek için yanında bulunuyordum.”

Ne diyelim işte görüyorsunuz Sadatlar’ın merhameti, hak hukuk hassasiyeti ve adil oluşu budur. Merhametli ve adil olmaya mecburlar da. Çünkü izini iz bildikleri âlemlere rahmet Peygamberimiz (s.a.v) “Merhamet edene Allah’ta merhamet eder, siz yerdekilere merhamet ediniz ki göktekilerde size merhamet etsin” diye beyan buyurmakta. Bu durumda elbette ki hak hukuk gözeteceklerdir.

Tabii ki Allah Resulünün beyan buyurdukları tüm bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet. Bakınız Allah Resulü (s.a.v) hayvan hakları hususunda başka daha neler beyan buyurmakta bir görelim:

-“Her kim, bir serçe kuşunun boğazlanmasında olsun merhametli davranırsa, Allah Teâlâ’da kendisine kıyamet gününde merhamet eder.” (Cami’üs-sagir)

-“Her ciğer sahibine acımak ve yardım etmek, sadaka vermek gibidir.”

-“Haksız olarak bir serçeyi öldürenden Allah kıyamet gününde hesap soracaktır” (Darimi:2/11).

“Atlar yok mu onların alınlarında hayır bağlıdır. At sahipleri de onları beslemeleri sebebiyle ilahi yardıma ererler. Atlara harcamada bulunan kimse ise sadaka vermek için ellerini açmış bir zat gibidir.” (Sahihi Buhari)

-“Kıyamet gününde bütün hakları sahiplerine ödemeye elbette mecbur olacaksınız. Hatta boynuzsuz koyun için ona boynuzuyla vurmuş olan boynuzlu koyundan intikam alınacak, onun hakkında kısas yapılacaktır.”(Sahihi Buharı ve Müslim)

-“Kendisinden hayat bulunan bir şeyi, mesela bir koyunu silah eğitimi için hedef edinmeyiniz, onu bir nişangâh tutarak kendisine silah atmayınız.”

Bu arada Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) hayvan haklarıyla alakalı mukayeseli bizim ders çıkarmamız gereken iki örnek kıssada ortaya koymuştur. Öyle ki ortaya koyduğu birinci kıssayı şöyle dile getirir:

- “Bir kadın, bir kedi yüzünden azaba uğramıştır. O kediyi açlıktan ölünceye kadar hapsetmiş, bu sebeple ateşe girmiş, kendisine; sen kediyi hapsettiğin zaman ne ona yiyecek verdin, ne su, ne de onun yemini otlarından yiyebilmesi için salıverdin.”

Allah Resulü ümmeti ibret alsın diye ikinci kıssayı da şöyle dile getirmişlerdir:

-“Bir günahkâr kadın, kuyu başında susuzluktan dolayı kendini öldürecek derecede dilini çıkarıp soluyan bir köpeğe rastladığında acımış, ayağında pabucunu çıkarıp, onu başörtüsü ile bağlayarak kuyudan o hayvan için su çektiğinde bu yüzden mağfirete ermiştir.” (Sahihi Buhari).

İşte yukarıda zikredilen birinci hadis-i şerif kıssasında almamız gereken ibretlik ders şu ki; hayvan haklarını ihlal etmenin ahret azabına yol açabileceğini, ikinci hadis-i şerif kıssasında ise birincinin tam aksine hayvana gösterilen hürmetle bir anda kurtuluşa erişilebileceği müjdesi vardır. Hani “Her kıssada hisse vardır” denilir ya hep, aynen öyle de bizim içinde asıl önem arz eden husus hiç kuşkusuz ikinci hadis-i şerif kıssasının muştusunda gizlidir. Ve bu muştuda şu kriterler de bizim için çok önem arz eder:

- Hayvanlara iyi davranılması gerektiği,

-Hayvanların aç susuz bırakılmaması gerektiği,

-Hayvanların dövülmemesi gerektiği,

-Yavruların yuvadan koparılmaması ve avlanılmaması gerektiği,

-Hayvanların korkutulmaması, yarış amaçlıda olsa vahşi batıda olduğu gibi hayvanların kazıklı voyvoda türü arenalara kurban edilmemeleri gerektiği. Keza buna bizim coğrafyamızda yer yer görülen yöresel horoz dövüşleri de dâhildir.

- Hayvanın taşımayacağı yükün üstünde yük yükletilmemesi gerektiği vs.

Şayet tüm bu kriterler ve yukarıda anlatılan ‘kıssadan hisse’ niteliğinde ki hadis-i şerifin mana ve ruhuna vakıf olup da kendimize çeki düzen verdiğimizde görülecektir ki:

- Köpeğe zor şartlarda su veren kadının affedilmesi,

-Kediyi hapsedip açlıktan ölmesine sebep olan kadının cehennem azabıyla cezalandıracağı bilgisi,

-Efendimizce deveye aşırı yükleyen ve hayvanını aç bırakan kimselerin ikaz edilmesi gibi bir dizi hususların muhasebesi sayesinde ruh iklimimizde merhamet tohumlarının yeşermesi de beraberinde gelecektir. Hem nasıl kendi iç dünyamızda merhamet iklimi oluşmasın ki, bikere Peygamberimiz (s.a.v)’in bizatihi kendisi kuşu ölen bir çocuğun kapısını çalaraktan üzüntüsünü paylaştığı gibi kuşların yuvalarının bozulmaması, yumurta ve yuvalarının alınmaması hususunda ümmetine öğüt vermiş de (E. Davudi, Cenaiz:1, Buhari: Edebul müfred:139). Elbette ki bu durumda ümmeti olarak bizimde yüreğimizde merhamet oluşması gayet tabiidir. Kaldı ki, O’nun (s.a.v) merhameti sadece öğüt vermekle de sınırlı değil bizatihi hayatına tatbik etmiş de. Nitekim Enes (r.anh), Peygamberimizin bu örnek davranışını “Bir yerde mola verince, hayvanların istirahatını sağlayıncaya kadar ibadet etmezdi” şeklinde nakletmişlerdir. (E. Davut; Cihad:48)

İşte tüm bu örneklerden öyle anlaşılıyor ki gerçek manada hayvan hakları İslam’ın enginlere sığmaz o müthiş merhamet ikliminde kodludur. Hele birde fıkıh kitaplarının sayfalarını çevirdiğimizde İslam’ın hayvan haklarıyla ortaya koyduğu o engin bir dizi kurallardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz de:

-Bir adam düşünün ki kırda bayırda otlayan hayvanı kendi iradesi dışında ansızın parlayıp da başkasının mülküne girip orada bulunan bir kimseyi tepmek veya çarpmak suretiyle ölümüne yol açsa kendisine diyet gerekmez. Şayet böylesi bir fiil kendi mülkünde vuku bulduğunda müdahale etmeyip engellemezse bu durumda diyet lazım gelir.

-Kendiliğinden parlayıp kaçan bir hayvanın ardından koşan bir adam düşünün ki, onu yakalayıp tutmak isterken adamı bir anda hayvan tepip öldürdüğünde hayvan sahibine diyet lazım gelmez.

-Bir adam düşünün ki, üzerine bindiği hayvanın hızlı koşturulmasından dolayı ayaklarından sıçrayan büyük bir taş parçasıyla yoldan geçen birinin ölümüne veya gözünün çıkmasına sebebiyet verdiğinde bu durumda binici diyetini ödemek zorundadır. Çünkü binici sakınılması mümkün olan hareketi ihmal etmiştir. Şayet binicinin düşmesi üzerine boşalan bir hayvan yolda geçen bir insanı öldürürse biniciye diyet gerekmez.

-Bir adam düşünün ki umuma açık yolda hayvanın bağlamış olsun, şayet bu bağladığı hayvan yoldan geçen bir şahsı öldürdüğünde bu durumda diyetini ödemek zorundadır. Çünkü herkesin kullandığı umum yolda hayvan bağlanılmaz.

-Bir adam düşünün ki, yürümekte olan bir hayvanı dürtme veya kamçılamaktan dolayı bir şahsın ölümüne yol açsa ne binene, ne dürtene, ne de vurana diyet gerekir. Çünkü hayvanın yolda yürümesi için kamçılamaya izin vardır. Ancak önde giden veya sürücüsü bulunan bir hayvanı yolda rastgele birinin izinsiz kamçılaması bundan istisnadır. Böyle bir durumda ölen şahsın diyetini sadece kamçılayan tazmin eder, isterse kamçılayan çocuk olsun fark etmez bu böyledir.

-Bir adam düşünün ki, bir köpeği kışkırtmak suretiyle bir şahsın ölümüne sebebiyet verdiğinde kışkırtmasına binaen diyet ödemesi icab eder. Yine bir şahıs düşünün ki yola attığı bir akrep veya yılanın bir şahsı ısırıp öldürdüğünde de hüküm aynıdır. Bu arada hazır köpekten söz etmişken şu meşhur kıssaya bakmakta fayda var:

Beyazıd-ı Bestami (k.s), bir gün yolda gidiyormuş, daracık yolmuş ve karşısında bir köpek geliyormuş. Ve köpek silkinmiş. Tabii Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) eteklerini toplamış, üzerine pislik sıçramasın diye. Derken köpek hal lisanıyla şöyle dile gelmiş;

"-Ya Bayezîd-ı Bistâmî! Benim üzerimden sıçrayan kiri bir tutam suyla pekâlâ temizleyebilirdin. Peki ya, kendini benden üstün görmekle gönlüne düşen kiri nasıl temizleyeceksin?"

Tabii bu kıssadan da anlaşılan o ki, hayvanda olsa Allah’ın yarattığı bir mahlûk olduğu gerçeğini unutmamak gerektiğidir.

-Yine bir adam düşünün ki, halktan birileri bir adama; “hayvanına sahip ol” diye tembih etmesine rağmen, hayvan sahibi oralı olmayıp hayvanını salıvermekle bir şahsı öldürecek olursa diyetini ödemek zorundadır. Fakat salıverilen hayvan tembih edilen yerden başka bir yere gidip orada birinin ölümüne neden olduysa bu durumda diyet gerekmez.

Evet, tüm bu anlatılanları toparlayıp şöyle beyin dağarcığımızda değerlendirdiğimizde:

-Peygamberimiz (s.a.v)’in “Koyun sağıcıların, koyunların memelerine zarar vermemesi için tırnaklarını kesmeleri gerektiği” beyan buyurduğu hadis-i şerifinden tutunda,

-Yuvasından koparılmış yavru kuşların yuvasına kavuşturma çabası,

-Canlı hayvanı korkutmak amacıyla hedef alan her kim olursa şiddetle kınaması,

-Bindiği hayvana beddua eden kadını ikaz etmesi gibi daha pek çok örneklerden hareketle hayvan haklarını gözetip kollamak ümmeti olarak ilk evvela bizlere düşer. Hem kaldı ki hayvanların damgalanmaması, kulaklarının yırtılıp kesilmemesi, hayvanda olsa hakaret edilmemesi, hayvanların birbirleriyle karşılıklı kavgaya tutuşturulmaması, bir takım kişisel egoları tatmin uğruna hobi olsun türünden avlanılmaması, hayvana gücünün üzerinde yük yüklenilmemesi gibi hususlar zaten dinimizin gereği temel yükümlülüğümüzdür. Ki bundan dolayı İslam tarihine baktığımızda bu saydığımız temel düsturların aksi davranış sergileyenlerin şer’an cezalandırıldığı görülmüştür.

Velhasıl-ı kelam; İslam ordusu bir savaşa giderken köpek ve yavrularının rahatsız olmaması için başına nöbetçiler dikip ordunun gidiş yolunu değiştiren bir Peygamberin ümmetindeniz. Madem öyle, hayvan hakları hususunda örnek olarak biz batıdan değil, vahşi batı bizden ders almalıdır.

Vesselam.
https://www.enpolitik.com/islmda-hayvan ... ,4377.html
En son dedekorkut1 tarafından 16 Eki 2020, 15:43 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

ALLAHIN HAKKI CEZALAR

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

ALLAH’IN HAKKI CEZALAR
SELİM GÜRBÜZER
Hududullah Allah’ın hükmettiği kanunlardır. Hükmüne ram olunmadığında Allah’ın hakkı cezalarda ister istemez beraberinde gelir elbet. Zira mutlak manada kanun koyucu Yüce Allah’tır. O halde biz aciz kullara hükmüne ram olmak düşer. Ve İslam hukukunda ‘şeriatın kestiği parmak acımaz’ hükmünce uygulanan cezalar hudud-ı şer’iyye veya hukuk-ı ilahiye kapsamı içerisinde dövme, hapis, organ kesme ve recm şeklinde gerçekleşir. Nitekim Allah Teâlâ bu hususta “Bunlar Allah’ın haram kıldığı şeylerdir, onlara yaklaşmayın” (Bakara/187) beyan buyurmakla hududullah çerçevesinin dışına çıkmamamızı emretmektedir. Mademki Yüce Rabbimiz öyle ferman buyurmuş, o halde şer’an haram kılınan her ne varsa hepsinden kaçınmak gerekir ki, Allah’ın bizim üzerindeki hakkını yerine getirmiş olalım. Aksi halde Allah’ın bizim üzerimizde ki hakkını ihlal etmiş oluruz.
Her kim Allah’ın hakkını ihlal etmeye kalkıştığında mensubu olduğu ülkenin veliyyül-emir veya naibi derhal hakkında şeriatın belirlediği haddi zina, haddi kazf, haddi hamr (içki cezası), hadd-i sekr (sarhoş) hadd-i sirkat (hırsızlık) kapsamında her ne isnad edilmişse verilen ceza-i hükmü icra etmekle mükelleftir. Zira Allah’ın hakkı cezalar öyle ihmal edilmeye gelmez, tez verilmeli. Hele ihmal edilmeye bir görsün Allah’ın haram kıldığı her türlü çirkin melanet işler artık normal olarak görülmeye başlar ki, bak o zaman vay o ülkenin haline.
Şu bir gerçek bir ülkede Allah’ın hakkı cezalar titizlikle uygulandığında biliniz ki o ülkede yaşayanlar üzerinde haramlardan kaçınmak yönünde çok büyük bir caydırıcılık etkisi oluşturacaktır. Böylece o ülke İslam ahkâmını uygulamakla huzur bulmuş olur. Bu arada had cezası çekenlerde günahlarına kefaret olarak huzur bulacaktır. Yeter ki o insanlar cezasını çektikten sonra yaptığı tüm hak ihlallerinden dolayı büyük pişmanlık duyar olsun bir anda kendilerini yeniden dünyaya tertemiz gelmiş gibi olup icabında ruz-i mahşerde mizan terazisi kurulduğunda verecekleri hesab hafifler de. İşte bu nedenledir ki cezasını çekmiş bir insanın geçmişte işlemiş olduğu suçları tekrardan yüzüne vurmak dinimizce hoş görülmez, haramdır bu. Hem bir insanın geçmişini hatırlatmak kimin haddine, bikere o insan işlediği fiilin cezasını çekmekle ta ilk baştan kefaretini ödemiş sayılır. Kaldı ki İslam’da bir insana had hudut bildirirken bile ne vandalca muamele edilir ne de vandalca cezai işlem tatbik edilir. Çünkü yüze, karnına, cinsel organına vurmak ve yere uzatıp bağlamak gibi bir dizi canice muameleler vahşi batıya has Vandallığın ta kendisi uygulamalardır. İslam hukukuna göre şayet bir insana had hudut bildirilecekse vahşice vandalizmle değil bilakis giydiği elbise çıkarılaraktan uyluk ve kaba etlerine vurmak şeklinde had hudut bildirilir. İşte görüyorsunuz İslam’da had hudut bildirilirken bile bir ölçü tayin edilmiş, asla rastgele ceza tatbik edilmez. Öyle ki had cezalarının uygulanışında cezai aletten tutunda bu işle görevli cellâda kadar olan süreçte şer’an nasıl infaz edeceğine dair bir dizi ölçülerde çok önceden belirlenmiştir. Düşünsenize bir cellât had hudut kurallarının dışına çıktığında kendisine tam diyet (tazmin) cezası ödetilir de. İşte İslam’da hak, hukuk, adalet budur. Madem öyle, bize Allah’ın kulları üzerinde ki hakkı olan cezaları bilhassa Ömer Nasuhi Bilmen’in ‘Hukuk-i İslamiyye Kamusu’ adlı eserinden istifade ederek en dikkat çekenlerinden birkaçını özetle maddeler halinde izah etmek düşer:
-Bir şahıs düşünün ki; hem zina fiili işlemiş, hem hırsızlık yapmış, hem de içki içmiş, işte böyle bir insan için önce içki, sonra zina, en son hırsızlık cezası tatbik edilir.
-Bir şahıs düşünün ki; herhangi bir şahsa iftira etmiş olsun yetmedi kasten elini kesmiş olsun, daha da yetmedi kasten bir başka şahsı da öldürmüş olsun bu kişi hakkında önce iftira haddi, sonra el kesme kısası, en nihai olarak da öldürerek cezası infaz edilmiş olur.
-Bir şahıs düşünün ki ayrı ayrı meclislerde işlenmiş olan hem Allah hakkı hem kul hakkı suçlar birleştiğinde öncelikle kul hakkıyla ilgili hadler uygulanır. Aynı mecliste işlenmiş hem Allah hakkı hem de kulun hakkı birleştiğinde ise kul hakkı affedilse de Allah hakkı asla affedilmez. Zira hiç kimse hükmü sabit hududullah cezasını düşürme hakkına sahip değildir.
-Bir şahıs düşünün ki; zinadan dolayı recm, hırsızlığa binaen el kesme cezasına çarptırıldığında mağdur tarafın velisi affetse bile bit Hakkullah (Allah hakkı) haddi yine düşmez. Ancak bir kimse oğlunun cariyesiyle ilişkide bulunduğu tespit edildiğinde oğul fürùdan sayıldığı için zina haddinin düşmesine yeterli sebep teşkil edebiliyor.
-Mülk şüphesi, akd şüphesi veya benzetme şüphesi gibi durumlarda zina haddi düşer. Mesela bir şahıs düşünün ki şahitsiz evlendiği kadınla ilişkide bulunmuş olsun yine de aralarında akdin olabileceği şüphesiyle had gerekmez. Ancak o şahıs şahitsiz evliliğin haram olduğunu bildiği halde bu fiili işlemişse hakkında tazir gerekir.
-Bir şahıs düşünün ki üç talakla boşadığı kadını helal zannıyla iddeti içinde ilişkide bulunmuş olsun yinede ortada akd şüphesi olduğundan o şahıs hakkında had gerekmez. Zira “hadler, şüpheyle kalkar” hadis-i şerifi bunu gerektirir.
İşte maddeler halinde verilen bu misallerden hareketle zina haddini şöyle toparladığımızda en nihai aşamada evli için recm, bekâr için celde (değnek) cezasının verildiğini görürüz. Ki, cahiliye döneminde zina edenler ya hapsedilirdi ya da azarlamakla geçiştirilirdi. Neyse ki İslam çöle inen nur olarak doğuverdi de bu tür uygulamalar sona ermiş oldu. Üstelik İslam hukukunda bir kimse hakkında had cezasının tatbik edilebilmesi için mutlaka isnad edilen fiilin kesin kes netlik kazanması şartı da aranır. Nasıl mı? Bikere her şeyden önce İslam fıkhında o şartlar neyin nesi diye baktığımızda erkeğin cinsel organının kadınınkinin de kaybolması (duhul) şartlardan biri olarak karşımıza çıkar. Yani bu demektir ki, sırf kadına temas etmekle had uygulanmaz, bu durumda sadece o şahsın şiddetle tedip edilmesi kâfidir.
Malumunuz ihsan tasavvufi olarak Allah’ı görür gibi ibadet etmek manasına gelirken, fıkhı terim olarak da iffet ve masumiyeti korumak anlamında bir kavramdır. İyi hoşta bir insan üzerinde iffet ve masumiyet nasıl tanımlanır dediğimizde bu hususta yine fıkıh kitaplarımıza baktığımızda ihsanlık salahiyetine haiz evli ve dul bir erkek ‘muhsan’ hüviyetiyle tanımlanırken kadın ise ‘muhsane’ hüviyetiyle tanımlandığını görürüz. Ki, böylesi tanımlanmalar son derece gayet tabiidir. İşte tamda bu noktada ‘bekâra karı boşamak kolay gelir’ atasözümüz devreye girer ki şimdi neden bekâr insanın muhsan olarak kabul görmediğini bu atasözümüz sayesinde idrak etmiş oluruz da. Hatta bir insana bilhassa neslinin çoğalması için gerekli olan muhsan ve muhsane olmakta yetmeyebilir, bunun yanı sıra mutlaka akıl baliğ olması, hür olması, Müslüman olması, sahih nikâh sahibi olması gibi özelliklere de sahip olması gerekir ki tam manasıyla ihsanlık hüviyeti kazanabilsin. Böylece bu hüviyete erişmiş bir insan had cezası gerektirecek bir zina suçu işlediğinde muhsan için recm, bekâr için celde veya darb gibi had cezalarının uygulanması kaçınılmaz olur. Haddin düşmesi için:
- Ortada şüphe uyandıran bir durum varsa
-Kişi deliyse,
-Her hangi bir tehdit altında işlemişse,
-Suçu tam sabit değilse,
-Aralarında nikâh akdi olmuşsa,
-Kiralama usulü olmuşsa,
-Dilsizse vs. ancak o zaman had düşebiliyor.
Hatta öyle ilginç durumlarda var ki;
-Mesela bir insan nikâhlandığı kadını görmeden sırf ifadeye dayanarak bir başka kadınla zifafa girdiğinde ortada bir benzetme şüphesi bulunduğundan hakkında had gerekmez. Ama o kadının mihir hakkını ödemesi şart hükmündedir.
-Mesela daru’l-harb veya daru’l-bağiyde yabancı bir kadınla ilişkide bulunduğu iddia edilen bir şahıs hakkında ortada herhangi bir delil olsun ya da olmasın İslam ülkesine geldiğinde had uygulanmaz.
-Mesela zinanın haram olup olmadığı bir ülkede yaşayıp yeni iman etmiş olan bir şahıs için de had gerekmez.
mesela bir asker sınırının ötesinde girdiği daru’l-harbte zina hayâsızlığında bulunacak olursa hakkında had tatbik edilmez. Çünkü kendi ülkesinin Veliyyül’emr’in kontrol ettiği ülke sınırları dışında (daru’l-harbte) gerçekleşmiş bir zina fiili için had uygulanmaz.
-Mesela zina yapan bir zimmî; “Benim inancımda zina helaldir” derse itibar edilmez. Zira ehl-i kitab inancına aykırı böylesi bir iddia yalan beyan olarak karşılık bulur.
-Mesela bir ölüye fiili zinadan bulunmuş bir kişi için had gerekmez ama tazir gerekir. Keza hayvanla ilişkide bulunan içinde bu hüküm geçerli olup ayrıca o hayvanın derhal kesilip etinin yakılması icab eder. Ancak İmam-ı Azam “şayet hayvan eti yenilen cinsten bir hayvansa eti yenilir” görüşündedir. İmameyn ise et yakılmalıdır görüşündedir. Belli ki İmameyn hayvan sahibi utanmasın diye böyle bir hüküm vermiştir.
İşte misallerden de görüyorsunuz ya, bir insan hakkında hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde zina haddinin kesinlik kazanması için; daru’l-İslam sınırları içerisinde cinsel ilişkinin vuku bulmuş olması, dört erkeğin şahitliği ya da zâninin bizatihi hâkimin huzurunda dört farklı mecliste dört kez itiraf etmesiyle ancak had cezası sabit olmakta. Aksi halde en ufak şüphe durumunda hemen had düşebiliyor. Nitekim Hz. Ömer (r.a) İslam’ın adaletine herhangi halel getirecek bir duruma meydan vermemek için “Had’leri olabildiğince düşürmeye çalışın. Çünkü hâkimin af hususunda yapacağı hata, karar kıldığı ceza hükmünde vereceği hatadan daha hayırlıdır” demekten kendini alamamıştır. Mademki Hz. Ömer (r.a)’ın adaleti bu yönde tercihin kullanmış, o halde hâkimlerin de aynı yönde tercihlerini kullanmaları icab eder. Ki, hâkimin böyle yapması mendub olarak karşılık bulur.
Öyle anlaşılıyor ki ortada her ne kadar itiraf edilmişlik bir durum söz konusu olsa da yine de İslam’ın adalet anlayışına en ufak halel gelmemesi için hâkimin ‘belki aranızda nikâh var, rüya görmüş olmayasınız’ şeklinde telkinlerde bulunmasında fayda var gözüküyor. Şayet itirafçı hâkimin bu telkinlerine rağmen hala inadım inat hakkında şer’i cezanın kesilmesi yönünde ısrar ediyorsa bu durumda elbette ki had düşmez. Ancak oldu ya, o itiraf eden adamın ifadelerini kadın hâkimin huzurunda reddedip inkâr ederse İmam-ı Azam’a göre böylesi bir durumda had düşer görüşündedir, İmameyn ise had düşmez görüşündedir. Aslında kişinin itirafı bir noktada mizacıyla da alakalı bir durumdur. Yani her an söyleyenden söyleyene değişebilecek türden bir itiraf olması imkân dâhilindedir. Hele bu itiraf ima yollu veya kinayeli olarak ifade edilmişse hâkimin hiç düşünmesine gerek kalmadan bu itirafı kaale almaması gerekir. Çünkü İslam hukukunda itirafın ancak açık ve sarih ifade edileni esas alınır. Hatta itirafçı dilsiz biriyse hüküm aynıdır, yani yazarak ya da işaretle de olsa şeffaflığa gölge düşüreceğinden böylesi itirafta kabul görmez. Kaldı ki şeffaflık sadece dilde değil uygulamada da enine boyuna ince eleyip sık dokuduktan sonra ortaya konulması gerekir ki hak hukuk adalet yerini bulmuş olsun. Nasıl mı? Mesela hakkında zina isnad edilen şahsın üreme organında cinsel ilişkiye engel bir durum tespit edildiğinde asla had tatbik edilmez, böylece had düşmüş olur. Hatta İslam hukukunda zina haddi sadece dört şahidin şahitliği ile de sınırlı tutulmaz. Bir kere şahitlerin hür, adil, rüşd sahibi olmaları gerektiğinden tutunda şahitliklerine delil olacak iddialarının zamanaşımına da uğramaması gerekiyor. Zira zina iddiası için belirlenen müddet, sahih olan görüşe göre bir aydır. Fakat bu arada şunu belirtmekte fayda var; şayet şahitler şahit oldukları zina hayâsızlığı gizlemek eğilimindeyseler bunda bir beis yoktur. Yok, eğer şahitler zina isnadında bulunacaksalar da şahitlerin her biri şahitliklerini bir mecliste birleştirip herhangi bir kuşkuya mahal bırakmaksızın aynı ortak dille şahitliklerini izhar etmeleri lazım gelir. Aksi halde şahitlerin birbirinden farklı çelişik ve zıt ifadeleri haddin düşmesine yeterli bir sebep teşkil edecektir. Hakeza adil olmayan dört şahidin şahitlikleri de haddi düşürmeye yeterli bir sebeptir.
Malumunuz hukuki davalarda kişinin bizatihi kendi yapmış olduğu fiilini itiraf edebileceği gibi sorgulamak suretiyle de itirafı sağlanabiliyor. Ancak İslam hukukunda itiraf etmesine yönelik sorgulamalarda bulunurken elbette ki bunun da belirli usul ve kaideleri, yani şer’an ölçüleri söz konusudur. Mesela bir kimse efendisi ve kocası olmayan hamile kadına kimden gebe kaldın gibi sorgulamada bulunsa bu tür sorgulama usul yönünden asla kabul görmez. Hem kaldı ki böyle bir sual fitneye yol açacağı muhakkak. Dolayısıyla İslam hukukunda bu tip sorulara muhatap olunaraktan itirafta bulunulması da pek arzulanan bir şey değildir. Nitekim Maiz zina yaptığının itirafında bulunduğunda, Allah Resulü bu itiraf karşısında usulünce “Ya Maiz! Bu söylediğinden emin misin” diyerekten üç kez tekrarlatma ihtiyacı duymuştur. Ve bu arada Hz. Ebu Bekir (r.anh) araya girip ‘Ya Maiz! Şayet dördüncüsünde de itiraf edersen biliniz ki Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) hakkında recm cezasını tatbik edecektir’ uyarısında bulunur. Tabii Maiz bu ya, itirafına devam edip sürdürünce ister istemez hakkında recm cezası kaçınılmaz alın yazısı olur. Ve Allah Resulü had cezasının akabinde hakkında şöyle ferman buyurur da; ‘Ölüleriniz için yaptığınız şeyi onun içinde yapınız. O muhakkak öyle tövbe etti ki eğer onun tövbesi bütün dünya halkına taksim edilecek olsaydı hepsine de kifayet ederdi, ben onu cennet ırmaklarına dalıp çıkarken gördüm.’
İşte yukarıda zikrettiğimiz adeta itirafname niteliğinde bu elim hadiseden anlaşılan o ki, böylesi durumlarda zanlı itirafını sürdürebilir de itirafını sürdürmeyebilir de. Keza şahitlerin şahitliklerinden dönüp dönmemesi de öyledir. Ancak dört şahitten biri recm sonrası şahitliğinden dönmüşse o şahide ¼ diyet ödetilir. Yetmedi şahitliğe dayanarak bir şahsa zina isnadında bulunup da recm sonrası o şahsın cinsel organı kesilmiş olduğu ortaya çıkarsa o şahitlerin her biri ayrı ayrı ¼ oranında, yani toplamda dörte dört tam diyet ödemeleri gerekir. Ya da ortada ehil olmayan kimselerin şahitliklerine dayanarak recm edilen bir durum söz konusu olduğunda bu kez o diyeti beytülmal tazmin etmesi gerekir. Çünkü devletin şahitleri güvenilirlik noktasında araştırma kusuru olması yönünden bir tazmindir bu.
Mesela birden fazla zina fiili işlediği sabit olan bir şahıs hakkında sadece bir had cezası tatbik edilir. Ancak celd şeklinde had yapıldıktan sonra yine aynı fiili işlediğinde hakkında tekrar had uygulanır, ama tazmin gerekmez. Zira had tazminle birleşmez. Fakat bir şahıs zina fiilinde bulunduğu kadının ölümüne sebebiyet verdiyse zinadan dolayı had uygulanır, sebebiyetten dolayı da diyet ödetilir.
Mesela bir şahıs yaşıtça cinsel birleşmeye elverişli olmayan bir kız çocuğun cinsel organına zarar verdiğinde hakkında had icra edilmez, sadece tazir gerekir. Çünkü böylesi bir çocuk zina yapmaya erişkin değildir, sadece bu hadisede hakkında 1/3 emsal mihr kesilir.
Mesela bir kimse firar edip kayıplara karıştığında, kadının cinsel organının retka (bitişik) olduğu tespit edildiğinde, yani sonradan cinsel ilişkiye mani bir durum anlaşıldığında, ya da şahitlerden birinin recme iştirak etmekten çekinmesi durumunda had cezasının düşmesine yeterli sebep olabiliyor.
Malum, fıkıh literatüründe celde; hür erkek için yüz değnek, köle erkek için elli değneklik cezayı ifade eden bir kavramadır cezadır. Tabii tüm bu celdelerin bir günlük zaman diliminde vurulması şart değildir. İki gün içerisinde yarı yarıya da uygulanabilirliği sözkonusudur. Mesela zina iftirası sabit olan bir şahıs için seksen değneklik bir hadd-i kazf cezası tatbik edilirken, ispatlanmış ve kesinlik kazanmış bir hadd-i zina cezası için de evli erkek ve kadınlara recm cezası uygulanır. Keza bekârlara da celde cezası tatbik edilir. Ki, celde sayısı hür erkek ve hür kadın için yüz, köle için elli değnektir.
Malum fıkıhta erkek olsun kadın olsun hiç fark etmez cinsiyet ayrımı yapmaksızın her iki cinsiyetin fiili zinasına karşılık gelen taşlanma hadisesi ise recm olarak tanımlanır. Elbette ki durduk yere hiç kimse birilerinin taşlanarak öldürülmesinden keyif almaz. Beslli ki recm cezasından maksat bir insanı katletmek değil bilakis caydırmak ya da uslandırmaktır. Zaten maksat öldürmek olsaydı zina etmiş bir hamile kadına hemen had uygulanması gerekirdi, tam aksine o zaniye kadın tâ ki çocuk doğurana kadar hakkında haps uygun görülür. Hatta çocuk doğurduktan sonra çocuğun başka mürebbisi yoksa cezanın erteleme cihetine gidilir de.
Bir başka önemli husussa şahitler hazır bulunmadıkça had icra edilemez gerçeğidir. Bu arada recm kararı veren hâkim öldüğünde de had icra edilemez. Ancak yeni göreve başlamış hâkimin sil baştan yeniden delil sunması gerekir. Hatta yerine gelen hâkim recmle alakalı bir hâkimin diğer hâkime gönderdiği mektuba dayanaraktan da had uygulayamaz.
En son zina haddi için söylenecek hüküm hiç kuşkusuz bekâr için yüz celde veya sürgün cezası, muhsan içinse recm cezası hükmüdür. Derken recmedilen her ne kadar mevta zani biride olsa sonuçta Müslüman olması hasebiyle yıkanıp kefenlenip cenaze namazının ardından İslam mezarlığına defnedilerekten işlem tamamlanmış olur. Denilebilir ki zani değil de ya iftiraya uğramış bir mevtaysa, yine hüküm aynıdır. Bilindiği üzere İslam hukukunda zina isnat edilen şahıs ‘makzuf’, zina isnat eden şahıs ‘kazif’, zina isnat edilen söz ise ‘makzufun bih’ kavramıyla karşılık bulur. Adı üzerinde iftira, dolayısıyla tıpkı zina haddinde olduğu gibi iftira hadisesinde belirli şartların vuku bulması gerekir ki kazf haddi uygulanabilsin. Yani bu demektir ki, kazf haddinin (namuslu kadına zina itirası haddi) tatbiki için; kazifin akıl baliğ olması, tercih sahibi (muhtar) olması, dört şahitle ispat edilir olması şarttır.
Makzufe için şartlar ise; muhsan olması, bilinen şahıs olması, konuşur olması, cinsel ilişkiye engel olmayacak bir durumun tespit edilmiş olması gerekir.
Makzûfun bihe ait şartlar içerisinde en dikkat çeken husus; yapılan kazfın açık lisan ve dil ile ikrar edilme şartıdır. İkrar esnasında zina kelimesini karşılayacak başka dillere ait kelimelerle ifade edilse bile şart unsuru yine aynı sayılıp hüküm değişmezde. Mesela bir kadına hitaben, ‘Ey facire, kocanı rezil ettin’ ya da herhangi birine zina isnat eden şahsa; ‘Sen doğru söylüyorsun’ demekte kazf’dir. Ancak öyle sözler vardır ki kazf olarak kabul görmez. Nitekim ‘Senin elin, gözün, arkan zina etti, sen daha doğmadan zina ettin, sen daha yaratılmadan zina ettin, sen zorla zina ettin, sen bunak veya mecnun halde, ya da uykuda zina ettin, sen annenin oğlu değilsin, sen zina edersin’ gibi sözler bunun tipik misalini teşkil ederler. Hem nasıl tipik karşılanmasın ki, bikere bu tür sözlerin kazf olarak kabul görmesi için imkân dışı sözlerden, kinayeli ifadelerden uzak bir şekilde ifade ediliyor olması gerekmektedir. Zira “Ey zani oğlu, Ey zaniye oğlu, veled-i zina, ibn-i zina, Ey zani, sen babamın oğlu değilsin” gibi ifadeler gayet açık olarak ifade edildiğinden dolayı kazif haddi gerektirir. Mesela bir kimseye ‘luti’ denildiğinde bu kazf sayılmaz, ama fahişe, zaniye, sen piçsin ifadeleri kullanıldığında derhal kazf haddi davası gerektirir. Bir başka önemli ayrıntı ise kazf'ın meydana geldiği yer daru’l-adl topraklarında vuku bulma şartıdır.
Anlaşılan o ki, kazf haddi kamu maslahatına yönelik bir cezayı uygulamadır. Zaten bu yaptırım sayesinde kamu düzeni koruma altına alınabiliyor. Kazif haddi esasen ayakta, yani bir tür kıyam halde uygulanır. Böylece kazf haddi zina haddinden daha hafif tarzda icra edilmiş olur. Ancak bu demek değildir ki zina isnadında bulunan şahsa (kazif) oturtularak had yapılmaz, yapılır elbet. Hatta bu örtünmesine müsait durum oluşturur da.
Bu arada unutmayalım ki böylesi bir davada görev olacak kişinin, yani kazf haddini uygulayacak görevli memurun akıl baliğ olması ve darb usullerini bilen yani ehil biri olması da çok mühimdir. Ayrıca bu davanın uygulanıyor olması için şu şartlarda göz önünde bulundurulması zaruridir. Mesela bir kimse hakkında:
-Kazf, hırsızlık, zina ve içki fiilinden dolayı darb şeklinde had uygulanması gerektiğinde önce kazf haddi uygulanır sonra diğer geri kalan hadlerde içinde veliyyül-emr şer’i ölçüler kapsamında arka arka (ardışık) olmayacak şekilde dilediğini uygular.
-Kazf, hırsızlık, içki ve zinaya yönelik darp cezası, ya da recm cezası gerektiğinde önce kazf haddi icra edilir sonra hırsızlık için tazmin cezası, akabinde recm cezası uygulanır, derken recm cezasıyla birlikte diğer ceza hükümlerde düşmüş olur.
-Kazf, hırsızlık, zina ve içki haddi için kısas cezası gerektiğinde önce kazf haddi icra edilir sonra çalınan mal karşılığında tazmin cezası tatbik edilir, daha sonra da kısas uygulanıp diğer hadlerin düşmesi sağlanır.
-Öldürme, içki haddi, zina haddi gibi cezalar bir araya geldiğinde recm cezası uygulanıp böylece diğerleri de düşmüş olur.
Şu bir gerçek kazfden dolayı hüküm giymiş (ceza verilmiş) bir kişi tövbe etse de şahitliği muteber değildir. Ancak diyanet ve ibadet hükümleri bundan istisnadır.
HAMR VE HIRSIZLIK
Az veya çok içilen hamrdan (şaraptan) dolayı hükmedilen cezaya hadd-i hamr (haddi şurb) denir. Söz konusu bu ceza hür erkek ve kadın için seksen celde, köle için de kırk celdedir.
Müskirat; katı müskirat ve sıvı müskirat diye tasnif edilir. Ve katı müskiratta kendi arasında esrar, beng, afyon, vs. diye kategorize edilir. Malumunuz sıvı müskiratlar üzüm, hurma, buğday, arpa ve diğer meyvelerden elde edilen mayilerden oluşur. Mesela yaş üzüm müskiratından elde edilen hamr da içeriğine göre; bazik müselles, munassef ve buhtec diye adlandırılır. Kuru üzümden elde edilenler ise Nakîu'z-zebîb (kuru üzüm nakîı) ve Nebizi zebîb diye nitelendirilir.
Genellikle sarhoş edici katı müskiratlar bitki cinsinden sayılırlar. Fakat öyle ilaç kategorisinde bitkiler vardır ki; içildiğinde sarhoşluk verebiliyor. Şayet böyle mubah türünden ilaç niyetine içilen her ne varsa sarhoşluk durumu ortaya çıkarsa ta'zir cezası gerekse de içki haddi gerekmez. Nitekim yaş üzüm içeceği, hurma içeceği, kuru üzüm içeceği, bal, incir, buğday, arpa içecekleri kaynatılmayla ağırlaştırılıp sarhoş edici hale gelmedikçe veya eğlence maksadıyla içilmedikçe haram olarak karşılık bulmaz, yani mubah olarak karşılık bulur. Anlaşılan o ki; söz konusu içecekler sarhoşluk verecek hale geldiğinde ancak haramlık kazanıp haddi gerektirmekte.
Tabii bu arada müskiratında karışım oranları dikkate alınması icab eder. Şöyle ki; bir içkiye su karıştırıldığında şayet su içkiden fazla ancak sarhoşluk vermiyorsa içki haddi gerekmez. Yok, eğer su içkiden az, ya da eşit ise sarhoşluk versin veya vermesin bu durumda içki haddi gerekir.
İçki haddi hür erkek ve kadın için seksen değnek, köle için kırk celdedir. Bilindiği üzere haddi gerektiren sarhoşluk ölçüsü; abuk sabuk konuşmak ya da lafları birbirine karıştırmakla da anlaşılır.
Sarhoşluk için en az iki adil erkek şahit yeterlidir. Ancak had cezasının tatbiki için akıl baliğ olması, Müslüman olması, daru'l-adl topraklarında yaşıyor olması, muhtar sahibi (kendi iradesiyle hareket eden) olması ve sarhoşluk hükmünü bilmiş oluyor gibi unsurlarda şart hükmündedir. Hatta bu şartlara zaman aşımına uğramamakta dâhildir.
Sarhoş edicilerden bir içecek olmadığı halde her nasılsa bu içeceği içmesinden dolayı sarhoş olan bir şahıs için had gerekmez ama içki ve sarhoşluk durumu sabit olduğunda affetmek veya müsamahakârlık olunmaz. Çünkü bu hadler ilahi haklar kapsamındadır. Ancak şahitlerin şahitlikten vazgeçmesi veya şahitlerin şahitlik ehliyetini yitirmesi (mesela cinnet getirmesi, bunamak gibi) durumunda içki haddi düşebiliyor.
Harze; malın saklandığı yer demek olup, harze binefsihi ve hırz bigayrihi şeklinde kategorize edilir. Mesela evler, dükkânlar, çuvallar, kasalar, sandıklar vs. harze binefsihi türüne girer. Mescitler, yollar, sahralar vs. ise hırz bigayrihidir.
Malum hırsızlık haddi için; akıl baliğ olmak, konuşur olmak, çalınan malın ortağı olmamak, hırsız ve malı çalınan arasında akrabalık bağı olmama veya karı koca olmamak gibi vs. şartlar aranır. Nasıl mı? Örnek verecek olursak:
-Mesela ortak tarafından çalınan mal için had gerekmez, ama ta'zir gerekir. Hakeza birbirlerinin evlerine değim yerindeyse destursuz izinsiz girebilen amca, baba, ana, kardeş, evlatlardan herhangi biri çalmış olsa da had gerekmez. Zira kendi aralarında akrabalık ilişkileri söz konusudur. Zaten had uygulanırsa akrabalık ilişkileri kesilmiş olur. Ki; İslam buna müsaade etmez.
- Altın, gümüş, bakır, kalay, inci, cevher vs. gibi mutlak mallar, insanların ziynet takısı edinmek ya da zengin olmak için sakladığı mallardır. Mesela karı koca arasında ziynet takısı çalma hadisesi yaşandığında böyle bir durumda had gerekmez. Ancak İmamı Azam sütkardeşler arasında yapılan hırsızlık hakkında had gerektirir demiştir. İmam Yusuf ise sütannenin malını çalma hususunda had icra edilmez görüş belirtmiştir.
Peki, mesele sadece hırsızlığın ta kendisiyle mi sınırlı bir mesele mi? Elbette ki en az hırsızlık kadar hırsızlığa konu olan çalınan malın hırsızlık kapsamına dâhil olup olmadığı da çok önem arz etmekte. Öyle ki hırsızlık davasında bununla alakalı şu şartları aranırda:
- Hırsızlığa konu olan mal bikere her şeyden önce dayanıklı mal olmalı (demir, bakır, altın vs.),
-Hırsızlık daru’l-İslam’da vuku bulmalı, zira harbinin malı masum değildir. Fakat mülteci öyle değil, onun geçicilik özelliği göz önünde bulundurulmasına istinaden malında mubahlık şüphesi vardır.
-Haddi gerektiren mal olmalı. Mesela bir kimse borçlusundan alacağı meblağa denk gelen aynı cins mal çalarsa had gerekmez. Fakat başka cins mal çalarsa had gerekir.
-Çalınan mal nisap miktarına ulaşmış olmalı. Hatta birbirinden farklı evlerden çalınan mallar toplandığında nisab miktarına ulaşsa da had gerekmez. Bir kere her bir evin kendi içinde nisap miktarına ulaşamamış olması ve aynı zamanda hırsızlığın ayrı ayrı evlerde gerçekleşmiş olması haddi düşürmeye yeterli sebeptir. Ancak bir ev içinde birden fazla şahsa ait nisap miktarına ulaşmış mal çalındığında had gerekir. Sebebi gayet açık; burada kişiye değil korunduğu yer dikkate alınır.
-Çalınan mal korunaklı olması, yani korunmayan malı çalmak haddi gerektirmeyebilir. Nitekim mera gibi yerlerde başında koyun çobanı da olsa çalınan koyun için had gerekmez. Zira bu hayvanlar mera’ya korunmak için değil otlatılmak için koyulmuştur. Şayet söz konusu mera değil de ağıl veya ahır gibi bir yerse had lazım gelir.
-Çalınan mal izinsiz girilmeyecek yerde gerçekleşmiş olmalı. Zira çalma olayında gizlilik şarttır. Bir şahıs düşünün ki izinli olduğu veya herhangi birinin girip çıktığı mekânda isterse o mal sahibinin başı altında bulunmuş olsun çaldığı maldan dolayı had gerekmez. Fakat izin verilmediği vakitte (geceleyin) çalarsa had gerekir. Ancak burada da geceleyin yapılacak hırsızlıkta başlangıç itibarıyla gizlilik şart esas alınırken gecenin sonunda bu gizlilik şartı aranmaz. Gündüz ise hem başlangıcında hem sonunda gizlilik esastır. Geceleyin mal sahibinin gözü önünde izinsiz çaldığı mal için had gerekmesinin sebebi her ne kadar çalınan mal sahibinin gözü önünde alınmış olsa da sonuçta işlenen fiil halktan gizli olarak yapılmıştır. Şayet hırsızlık gündüz sahibinin gözü önünde yapılırsa had gerekmeyebilir. Nitekim her an dışarıdan yardım isteme imkânı vardır. Hakeza yine bir kimse çaldığı malı elde ettiği esnada veya dışarı atıp daha kendisi dışarı çıkmadan yakalanırsa had gerekmez. Keza bir kimse evin duvarını delip elini uzatarak bazı şeyleri çalsa da had gerekmez. Zira vücudu dışarıdadır.
-Çalınan mal süratle bozulur cinsten olmamalı. Mesela taze et, tuzlu balık, süt, çabuk bozulmaya müsait kuş gibi av hayvanlardan elde edilen etlerden hazırlanmış yemekleri çalmakla da had gerekmez.
HIRSIZLIĞIN İSBATI VE HADDİN OLUŞMA ŞARTLARI
Bir şahıs hakkında hırsızlık haddi uygulanabilmesi için hırsızın hırsızlığını itiraf etmesi, çalınan malın zaman aşımına uğramaması, en az iki erkek adil şahidin şahitlik etmesi gibi şartların oluşması gereklidir. İmam-ı Azam ve İmam Muhammed hırsızlık itirafının bir kez ikrar edilmesini yeterli bulmuşlardır. İmam Yusuf ise farklı mecliste iki kez itiraf etmesi gerektiğini vurgulamıştır. Tabii ki itirafında baskı altında yapılmış olmaması gerekir, hırsızın mutlaka kendi hür iradesiyle itiraf etmesi esastır.
Hakkında hırsızlık haddi sabit olmuş bir hırsızın çalmış olduğu malı bir diğer hırsız çaldığında bu ikinci hırsız hakkında had gerekmez. Çünkü bu durumda mal sahibinin masumiyeti düşmüş kabul edilir.
Bir hırsız çaldığı maldan dolayı had icra edilip tekrar o malı çalmaya teşebbüs edip çaldığında yeniden had uygulanmaz. Fakat çaldığı mal değişikliğe uğradığında (örneğin iplik iken dokuma haline geldiyse) had gerekir. Çünkü malın masumiyet karinesi düşüp geriye malın işlenmiş hali kalmıştır.
Hırsız dava açma hakkına sahip değildir. Çünkü hırsızın eli, mülk eli değildir.
Hırsızlık hadisesi sabit olunca hırsız hakkında organ kesme cezası verilir. Şöyle ki; öncelikle sağ bileği kesilir, daha sonra hırsızlık yaptığında ise sol ayak mafsallardan kesilir, tekrar yaptığında ise artık hiçbir azası kesilmez, hapsedilmesi daha uygun düşer.
Bir hırsız müteaddit defalar çaldığı maldan dolayı mahkemece hükme bağlanıp bir eli kesildiğinde başka bir uzvunun daha kesilmesini gerektirmez.
Hırsızlık haddi uygulama yetkisi birinci derecede veliyyül-emre aittir, ikinci derecede yetki ise görevlendirilmiş hâkimindir. Şayet tutuklu bir hırsızı veliyyül-emr'den habersiz sağ eli kesildiğinde kesen kişi hakkında kısas gerekmese de tedip edilmesi lazım gelir.
Hırsızın itirafından dönmesi veya mal sahibinin hırsızın itirafını reddetmesi ya da mal sahibinin şahitlerin şahitliklerini reddetmesi durumunda hırsızlık haddinin düşmesine yeterli sebeptir. HARAMİLİK
Harami denilince ister istemez akla ilk evvela haramiler gelmektedir. Malum eskiden kervanları basan haramiler varmış, bu yüzden haramiler hakkında da hukuk kuralları işler hale gelmiştir. Ancak şu da var ki gizlice yolcu mallarını kaçıranlar yol kesici sayılmazlar. Bu tipler sadece adi hırsızlık kapsamında ki suç ve ceza hükmüne tabi olurlar.
Her ne kadar haramiler hakkında eşkıya, haydut, soyguncu, haramzade dense de fıkhı karşılığı tanımı da söz konusudur. Şöyle ki, fıkıhta yol kesene (muharip) kat-ı tarik, hadisenin cereyan ettiği yere maktun fih, alınan mala maktun ley, yol kesenlerin her birine ise maktun aleyh diye tanımlanır.
Tabii yol kesmenin birçok yöntemleri var. Mesela yolcuları korkutmak, soymak, öldürmek, hem soymak hem öldürmek gibi türler bunun tipik misalidirler. İşte bu çerçevede şahısları öldüren, yaralayan, korkutan, namus ve ırza saldıran, yollarda muharip vaziyeti alan her şahıs yol kesici (muharip) olarak addedilir.
Bir yol kesici birini öldürdükten sonra takibe alınıp yakalanmadan önce tövbe etse de hakkında ölüm cezası düşmez. Ancak henüz daha bir kimseyi öldürmeksizin ya da gasp edeceği malı almaksızın yakalanan bir yol kesici böyle değildir, sadece bu yol kesici için tövbe edip iyileşme emareleri görülünceye kadar haps edilmekle yetinilir. Gerçek anlamda yolcuların mallarını soymak suretiyle yol kesicilik yapanlar hakkında gereken cezai hüküm sağ el ve sol ayak eklemlerinden kesilme haddidir. Yol kesmede bunun dışında had ve tazmin cezası birleşmez, mutlaka yolcuyu öldürmek suretiyle işlenen her fiilin karşılığı kısas olarak karşılık bulur. Şayet ortada hem yolcunun malı hem de canına kıyılmışlık durum söz konusuysa böyle bir durumda veliyyül’emr serbesttir, dilerse önce yol kesicinin uzvundan keser sonra öldürür, dilerse direk had uygulayıp öldürür de.
Ayrıca yol kesiciliğin şer’i hüküm kazanması için bir kere yol kesecinin akıl baliğ olması, erkek olması şarttır, yolu kesilenin de Müslim ve zimmî olması, elindeki malın kendinin veya ödünç mal olması, zimmetine ya da emanetine geçmiş mal olması şarttır. Hakeza yol kesicilikte el koyulan malında muhafızın kontrolünde saklanılan mal olması ve nisap miktarına erişmiş olması (on dirhem) gerekir ki yol kesicilik hükmü cari olsun. Aynı zamanda yol kesiciliğin daru’l-İslam topraklarında ve şehir dışında gerçekleşmiş olması gerekir.
Baskına uğramış yolcular baskın esnasında kendilerine taciz eden yol kesicilerden herhangi birini öldürdüğünde hakkında herhangi bir yaptırım lazım gelmez.
Yolcuların aynı kafile fertlerinden olmamaları, yol kesicilerle yol kesilenler arasında akrabalık bulunmaması esastır.
İtiraf ya da delille (en az iki erkek şahit) yol kesicilik sabitlik kazanır.
Yol kesiciler hakkında bir dikkat çeken bir diğer hükümse; veliyyül-emir veya naib'inin (hâkime ait) yetki dâhilinde uygulanır olmasıdır. Şayet veliyyül-emir ve naibinin (vekili) izni olmaksızın bir kişi yol kesicinin elini keser veya öldürürse o kişi için kısas ve diyet lazım gelmez, ama tazir gerekir.
Şu bir gerçek; yol kesicilik hususunda haddin düşmesi için yolcuların yol kesicilerin itirafını ve şahitleri kabul etmemesi, yol kesicilerin yaptıklarından tövbe etmesi ve olayın zaman aşımına uğraması gibi durumlar uygulanacak cezai işlemlere hafifletici unsur olabiliyor.
TA'ZÎR
Ta'zir; İslam hukukunda hakkında belirli herhangi bir şer’i ceza bulunmayan suçlara binaen veliyyül-emir veya naibi tarafından azarlama, sert bir tavır takınma, dayak atmak ve hapis şeklindeki ihtar ve tedib cezası (haddini bildirmek) olarak tanımlanır. Sözlük anlamı ise engelleme, reddetme, zorlama, aşağılama ve terbiye etme anlamında bir kavramdır. Tabii hukuki anlamdaki ta’zirden maksat tedip etmek bir daha suç işlemeye cüret edemeyecek şekilde toplum içerisinde caydırıcılığı egemen kılmaktır. İşte bu itibarla ta'zir cezaları yedi kısımda ele alınıp bunlar ihtar, vaaz ve nasihat, sert yüz gösterme, tekdir ve tevbih, hapis, sürgün, teşhir ve görevden alma, kulak bükmek, darp (dayak) ve nakdi yaptırım başlıkları altında İslam hukukunda yerini alıp incelenir. Madem öyle bizde karınca kaderince Ömer Nasuhi Bilmen’in yine adı geçen eserinden en dikkat çekenlerinde bazılarını derleyip toparlayıp özetle şöyle bir değinelim bakalım neymiş bir görelim:
-Tekdir ve tevbihte bulunma cezası; suçluyu azarlamaksızın yüzüne karşı sert ifadeler ve kınayıcı suçlamalarda bulunma manasına gelen bir yaptırımdır.
-Sürgün cezası, zaten ismiyle müsemma sürmek manasınadır, yani bulunduğu mekândan başka mekâna sürgün etmek demektir. Belli ki gerektiğinde caydırıcılık açısından sürgün cezası da bir çözüm yolu olabiliyor.
Bazen öyle durumlar var ki ön tedbir açısından da bir insan sürgün edilebiliyor. Örnek mi? İşte Hz. Ömer (r.a)’ın yakışıklı bir genci bazı kadınların ilgisini çekerekten fitneye yol açması ihtimaline karşılık sürgün etmiş olması bunun en bariz örneğidir. Ancak bu demek değildir ki bu genele şamil ve süreklilik gerektiren bir uygulamadır. Nitekim Hz. Ömer (r.a) bir zaman sonra yine aynı gerekçelerle başka bir şahsı daha sürgün ettiğinde bir zaman sonra o şahsın irtidad edip Rum ülkesine sığındığı gözlemlenmiştir. İster istemez böyle beklenmedik bir olaydan sonra bu tür sürgün ve uzaklaştırma uygulamalara ihtiyatla yaklaşılması gerektiği görüşler ağırlık kazanıp Hz. Ömer (r.anh) bu hususta ‘Artık bundan böyle biliniz ki hiç kimseyi bu şekilde bir daha sürgün etmem’ demekten kendini alamaz da.
-Teşhir cezası; eşeğe ters bindirmek suretiyle şehir içinde tur attırmak, ya da daha başka rezil rüsva edici yöntemlerle caydırmaya yönelik bir ta'zir türüdür.
-Darp cezası; etkili vurma, çarpma ve dayak atmak cinsinden bir ta’zîrdir. Ama unutmayalım ki İslam hukukunda dövmenin de belli bir haddi hududu vardır:
Mesela İslam hukukunda hafif derecedeki suçlar için on değneklik ta’zîr edilip darp edilmesi kâfidir. Yani, hafif yüz kızartıcı suçlar için on değnekten fazlasına müsaade yoktur.
Mesela ağır yüz kızartıcı suçlar için başkasının cariyesine, ya da ölmüş birine cinsel ilişkide bulunan her kimse doksan dokuz değnekle darp edilmesi kâfidir.
Mesela İslam hukukunda Ramazan ayında gündüz içki içen bir şahıs için içki haddinin yanı sıra yirmi değneklik bir darpta uygun görülmüştür.
İşte yukarıda örneklerde de görüldüğü üzere bilhassa ağır yüz kızartıcı suçlarda darb sille tokat vurmak şeklinde değil değnekle darp uygulanması caizdir. Ancak bunun da uygulanabilmesi için tazir gerektiren belirli şartların oluşması gerekir. Merak bu ya, şayet o şartlar nedir denildiğinde, bikere söz konusu şartların başında tazir cezasına müstahak her kimse:
-İlk evvela o kişinin akıl melekesi yerinde olması icap eder.
-Mesela alışverişine fesat karıştırmış olması, gerçeğe aykırı beyanda bulunmuş olması, belediyenin koyduğu fiyattan fazlasına mal satıyor olması gerekir.
-Mesela o kişinin alenen zimmîye sövmüş olması da taziri hak eden bir durumdur.
Peki, ameli konularda ta’zîr söz konusu mudur? Söz konusu olmakta ne demek, var olması da son derece gayet tabiidir. Örnek mi?
-Malum atalarımız ne demiş ağaç yaşken eğilir diye, zaten şer’an da bir çocuğa yedi yaşında namaz kılması hususunda rica edilmez, bilakis emredilir. Şayet on yaşında iken bile namaz kılmazsa uslandırmak ve ıslah maksatlı usulü ölçüsünce dövülür de.
-Şer’an yine büyük zatlara yönelik ileri geri konuşup dil uzatan her kim olursa hakkında (Peygamberlere, sahabeye, saadatlara, seyyidlere, âlimlere) dövme, hapis veya başka şekillerde ta'zir gereir.
-Ramazanda özürsüz oruç bozan bir mukim biri şiddetle ta’zîr gerekir.
-Müslüman toplumun ahlakına aykırı çılgınca hareketlerde bulunanlara tazir gerekir.
-Müslümanların itikadını bozmaya yönelik bidat sokmaya çalışanlar için de ta’zir gerekir.
-Gerçeğe aykırı jurnalcilikte bulunmak, cuma namazını engellemek, resmi sıfatını kullanaraktan sahtekârlık yapmak, Seyyid olmadığı halde Seyyidim diye ortaya çıkmak gibi eylemlerde bulunanlar için ta’zîr gerekir.
-Zorla gayri meşru ilişkide bulunmaya kalkışan için şiddetli tazir gerekir.
-Öldürmek maksadıyla yemeğe zehir katan, bir kimsenin malını elinden almak için içtiği şerbete sarhoş edici etken madde katmak tazir gerektirir.
-Hamile kadını korkutup dövmek taziri gerektirir.
-Ameli noktada eşleriniz, çocuklarınız, köleleriniz birer emanettir hükmünce kendi maiyetindeki köleyi öldüren bir efendi ta’zirin yanı sıra hapsedilir de.
-Ameli noktada kul hakkına girdiği içindir bir başkasının ev ve ekinlerini yakan hakkında hem tazmin, hem de ta'zir gerektirir. Hakeza kefen soyana, casusluk yapana, umum arazileri işgal edene de tazir cezası gerekir.
-Hayvan veya ölmüş birine cinsel ilişkide bulunmak, hırsızlık maksadıyla evin duvarını delen, kilidi açarak içeriye girip eşyaları toplarken yakalanan kişi için tazir gerekir (hapis-dayak şeklinde).
-Salih bir insanın yüzüne karşı müşrik, kâfir ithamında bulunmak ve büyücülük yapmak ta’zir gerekir.
-Babasına sözle eza veren, çocuklarına içki içtiren, çocuklarına sövüp sayan, yaşadığı toplumun diliyle ve örfünce çirkin addedilen sözler sarf eden, rüşvetçilik yapanlar ve sahte para basanlar için şiddetli ta’zir gerekir.
-Karısını haksız yere döven, hayız ve nifas halde iken cinsel ilişkide bulunmakta ta’zîr gerektirir.
-Kumar gibi vasıtalara başvurup halkın paralarını soyup ellerinden alma girişimleri içinde ta’zîr gerektirir. Bir kimseye karşı öldürme ve yaralama kastıyla silahını doğrultup göstermek veya hücum etmekte ta'zîr gerektirir (hapis, dövülme). Hatta birbirini döven her iki şahısta karşılıklı ta’zîr edilir.
-Hamile bir kadını dövmek suretiyle muzganın (et parçasının) düşmesine sebebiyet vermek sırf şiddetli ta’zîrle yetinilmez haps edilerek tedibide gerekir. Şayet düşen muzga değil ceninse ta’zîrin yanı sıra deve, altın veya gümüş cinsinden bir değer olan gurre kefareti de gerekir.
-Ebe bir kadının hamile kadına ilaç verdiğinde çocuğun düşmesine annenin ise ölümüne neden olmuşsa, hatta bu işi rutin alışkanlık yol edinmişse veliyyü’l-emirin talimatı doğrultusunda o ebe için ta’zir müstahaktır.
-Bir insan ölüleri mezardan çıkarıp yaktığında hakkında ta’zir gerekir.
-Halk dilinde ayak takımı diye dillendirilen bazı kimselerin kendi aralarında ta’ziri hak eden laflar söylediklerinde şayet bu sözlerden dolayı birbirlerinden incinmemişlerse ta’zir gerekmez.
Bu arada unutmayalım ki yukarıda sıraladığımız örnek teşkil edecek unsurlarla birlikte bunları desteleyecek itiraf, delil, şahit, yeminden dönme gibi tüm unsurlarında hâkimin bilgi ve değerlendirmelerinden geçmesi gerekir ki tazir hükmü kesinlik kazanmış olsun. Hatta daha da kesinleşmiş hüküm için gerektiğinde iki erkeğin şahitliğine ya da bir erkek iki kadının şahitliği de bu iş için kâfidir.
Dikkat ettiyseniz hâkimin bilgisi ve değerlendirmesi dedik. Zira İslam hukukunda Müslümanların kendi aralarında birbirlerine tazirde bulunması diye bir yetki hükmü yoktur. Bakınız bu hususta Peygamberimiz (s.a.v) ne buyuruyor: “Sizden biri kötülük gördüğü zaman onu eliyle, gücü yetmezse diliyle, onunla da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin.” İşte bu hadis-i şeriften anlaşılan o ki böyle bir yetki öncelikle veliyyü’l-emir, naib, hâkimler ve o işle ilgili görevli memurlar ifa edebiliyor. İffa ederken de kalın giysisi çıkarılıp ayakta dövmek esastır. Sözün özü bilhassa kişi hukukuyla ilgili suçlarla alakalı hususlarda ta’zir yetkisi sadece veliyyü’l-emir ve onun görevlendirdiği naibine aittir. Ancak öyle durumlar vardır ki, mesela işin içinde namus söz konusu olduğunda iş değişir. Mesela bir kimse ister karısı olsun ister bir başkası, hiç fark etmez gayri meşru ilişkide bulunduklarını gördüğünde bağıraraktan ya da dayakla mani olması gerekir. Hatta böyle bir fiili durumda onları öldürdüğünde herhangi bir tazmin de gerekmez. Hele bilhassa kendi karısı söz konusu olduğunda hiç bağırmasına dayak atmasına da gerek yoktur doğrudan hem zaniyi hem de zaniyeyi öldürdüğünde de şer’an herhangi bir müeyyideye gerek görülmez.
Mesela bireysel şahsi tazir uygulamalarında bir efendi kölesini, bir hoca talebesini, bir koca karısını gerektiğinde uslandırma amaçlı hafif dövmesine dövebilir ama aşırı dövdüğünde tazir gerektirir.
Anlaşılan o ki, tazir deyip es geçmemek gerekir, işte görüyorsunuz İslam da en hafifinden sayılacak tazir cezasının uygulanmasında bile şahsın işlediği fiilin durumuna göre belirli ölçü ve kural kaideleri söz konusudur. Malumunuz ta’zir cezalarıyla had cezaları arasında en temel fark; veliyyü’l-emir'in ta’zir için gereken cezanın miktarını belirleyebilir olması, had cezası içinse belirleyememe olmasıdır. Ki, had cezası Yüce Allah’ın indinde önceden takdir edilmiş ve belirlenmiş cezadır. İşte bu nedenle ta’zir cezası icabında birilerinin himmetine muhtaç olaraktan hafifletilebilir ya da affedilmesi ihtimal dâhilindeyken had söz konusu olduğunda ne birilerinin himmetiyle hafifletilebilir ne de affedilebilir türden bir cezadır, Zira had cezası Allah’ın hakkı olduğundan bu ceza ancak veliyyü’l-emir veya naibi tarafından icra edilebilmekte.
Velhasıl-ı kelam, tazir hakkında en son şöyle diyebiliriz: veliyyü’l-emir, emirler ve hâkimlerce tatbik edilebilecek bir ceza türü olmanın yanı sıra fertlerinde gerektiğinde yukarıda izah edilen sebeplerden ötürü kendi dairesi içerisinde tatbik edebileceği had bildirme türü bir cezalandırmadır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/allahin-hakki ... ,4344.html
En son dedekorkut1 tarafından 02 Eki 2020, 11:18 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

KURANDAN İLHAM ALIP ASRIN İDRAKİNİ AYDINLATMAK

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

KUR’AN’DAN İLHAM ALIP ASRIN İDRAKİNİ AYDINLATMAK
SELİM GÜRBÜZER
Kur’an insanlığa en son nüzul olmuş kelam-ı kadimdir. Üstelik kendinden önceki vahy olunmuş suhuf ve kitapları da bünyesinde toplayan ve aynı zamanda har asrın idrakini aydınlatan tek ışık kaynağıdır. Yeter ki insanlar bu ışığa idrakini yöneltsin ruhunun susuzluğunu gidereceği muhakkak. Her ne kadar İbni Sebe’den Salman Rüşti'ye ve Peygamberimizi aşağılayan Danimarka karikatür krizine uzanan halkada bir takım şer odaklarının insanlığa ışığa yönelmelerinin engelleme girişimleri hız kesmese de Kur’an’ın ışığı kıyamet kadar tüm insanlığın idrakini aydınlatmaya devam edeceğine inancımız tamdır. Kur’an sadece insan idrakini mi aydınlatır, hiç kuşkusuz kapkaranlık gönülleri de aydınlatıp ışığı gök kubbede yankı bulur da. Bu öyle bir ışıktır ki, nüzul olduğundan bugüne durduramadıkları gibi kıyamete kadarda bu ışığı asla söndürmeye güç yetiremeyeceklerdir. Zira Allah’ın (c.c) Kur’an’da “Nurumu tamamlayacağım” diye beyan buyurduğu vaadi bunun teyididir.
Düşünsenize Yahudiler geçmişte Hıristiyanlara yaptıklarını şimdilerde Müslümanlara yapmaktalar. Onlar yapadursunlar, bize tüm insanlığa Kuran’ımızla buluşturup soluk olmak düşer. Nitekim bir zamanlar gayrimüslimler, bizimle birlikte bir arada huzur içerisinde yaşayıp asla ve kat’a Müslümanların baskısına maruz kalmadıkları gibi mal ve can güvenlikleri de kanunnamelerimizle himaye altına alınmıştır. Tarihe şöyle bir göz attığımızda savaşlarda esir düşenler ve eman dileyenler bir takım hukuki haklarla desteklenmenin yanı sıra yaşamaları da güvence altına alındığını görürüz hep. Hatta kurtuluş akçesi denen cizye ve fidye vs. türünden bir takım vergileri ödeme imkânı olmayanların ise bir bakıyorsun devlet bütçesinden karşılanan ödeneklerle temel haklardan mahrum edilmediklerini müşahede etmekteyiz. Anlaşılan o ki, bu topraklarda bizimle beraber yaşayan her kim olursa olsun yediden yetmişe hemen her insana dokunuşumuzla birlikte abad olurlardı. Şefkat elimiz değil diriye ölü insana bile uzanıp medeniyet nedir tüm insanlık bizden öğrenmiş oluyordu. Öyle ki, fethettiğimiz topraklarda, yani İslam mührünün damga vurduğu her coğrafi alanda birlikte bir arada yaşadığımız gayrimüslimler memur olabildikleri gibi ticaret yapıp mal mülkte edinebiliyorlardı. Hatta oldu ya, azınlıklardan her hangi biri ölmüş olsa mali hakları asla zayi olmayıp hakkı baki kalırdı. Nasıl ki, varisi olmayan bir Müslüman’ın malı Beytü’l Mal’a (hazineye) aktarılıyorsa, aynen öyle de bir zimmînin malı da kendi dindaşlarına aktarılıyordu. Böylece Kur’an ışığında hüküm süren ulu’l-emirlerimiz yeryüzüne İslam’ın adalet kılıcını hâkim kılmanın huzuruyla devletini ve ülkesini yaşanılır bir iklim ve güvenilir bir liman haline getirmiş oluyorlardı.
Peki, Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki gerek ticari, gerek sosyal, gerek siyasi, gerekse kültürel alanlarda yürütülen ilişkiler iyi hoşta, bu arada İsrailiyat kaynaklı haberlerin tefsirlerimize sızmasına ne demeli. İşte tarih boyunca Müslümanlarla ehl-i kitab arasında bir arada yaşamışlığımızdan olsa gerek bu tür haberler tefsirlerimize sızabiliyor. Öyle ki, Ömer Nasuhi Bilmenin tefsirinde bile bir bakıyorsun bugünkü ilmi gerçeklerle bağdaşmayacak Yunan’lı Batlamyus’un yürürlükten kalkmış teorilerine pekâlâ denk gelebiliyoruz. Bu tür teoriler tefsirlerde nasıl yer edinmiş doğrusu bizde şaşkınız. Kaldı ki, değil Batlamyus teorisini bizim kabul etmemiz, batı dünyasından Nicolaus Copernicus bedel ödeme pahasına Batlamyus’un tam aksine dünya ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü ortaya koymasıyla birlikte batı dünyası da uyanmış durumda. Evet! Bir kez daha söylemekte fayda var; Batlamyus deney ve gözlemden uzak teorileriyle, yani dünyanın sabit olduğunu, dört mevsimin güneşin hareketinden kaynaklandığı şeklinde ileri sürdüğü tezleriyle dünyayı yeterince oyalayacağı kadar oyaladı zaten, dolayısıyla modası geçmiş ve çürütülmüş tezlerin sil baştan yer edinmesine fırsat vermemek gerekir. Ama gel gör ki; bu ve bunun gibi yürürlükten kalkmış teoriler bilimsel gerçek verilermişçesine bir şekilde tefsirlerde yer almış gözüküyor. Hatta Tibyan tefsirinde bir bakıyorsun “Zuhre adlı bir fahişeye Allah gazab etmiş, onu taşlatmıştı (Zühre yıldızı yıldıza tahvil edilen bir kadındı) ifadeleri sanki Kur’an ayetinin bir açıklaması haberiymiş gibi yer almıştır. Oysa anlatılan hadise İsrailliyat ve Yunaniyet kaynaklı bir haberdir” (Bkz. Haricilik ve Şia Taha Akyol s.231).
Neyse ki, başta Beydavi olmak üzere Elmalı Hamdi Yazır gibi daha birçok müfessirin yazdığı tefsir kitaplarına baktığımızda arzın yuvarlaklığına dair ifadeleri gördüğümüzde yüreklerimize su serpip “oh be hele şükür” diyebiliyoruz. Mesela bu minvalde yazılan Gazi Ahmed Muhtar Paşa’ya ait ‘Serair ül-Kur’an Fi Tekvin ve ifna İbadet il-Ekvan’ adlı eser de yine yüreklerimize su serpen cinsten diyebileceğimiz kaynak bir eserdir. Nitekim bu kaynak eserde Zumer Suresi ayet-5’te geçen gece ve gündüzün birbirini örtmesiyle ifadelendirilen ‘yukevvirul’ ibaresi dünyanın bir sarık misali devri âlem eylediği manasına gelebileceği vurgulanarak dünyanın yuvarlak (küremsi) oluşuna dikkatlerimiz çekilir de. Hakeza Muslihuddin Mustafa bin Şemseddin el Karahisari’ye ait ‘Ahterî Kebir’ adlı eserde “Ardından yeri yayıp döşedi” (Nazirat, 30) diye zikredilen ayette geçen 'deha' ibaresinin deve kuşu yumurtasının (dahv-dahy) küremsi benzetimi manasında bir izahatla dikkatimiz çekilir. Ve kitabın 301. Sayfasında şöyle denilir: “Dahy, bir nesneyi yayıp döşemek. Cenâb-ı Hakk’ın; ‘Ve’l-arda ba’de zâlike dehâhâ’ kavl-i şerifi de bundandır ki, döşeyip yayıldı demektir. Deve kuşunun yumurtladığı yer de ‘Medha’n-neâme’dir.”
İşte yukarıda belirtilen kaynak eserlerden hareketle dünyanın elips şeklinde olduğu kanaatine varırız da. Yetmedi bu hususlarda Sabit bin Kurra, Benû Musa Kardeşler ve daha nice İslam âlimlerinin eserlerine bakıldığında da dünyanın yuvarlak olduğuna dair daha nice kayda değer bilgilerin varlığını görmek pekâlâ mümkün. Şu bir gerçek; Peygamberimiz (s.a.v) ehl-i kitabla ilgili haberler hususunda ümmetini çok önceden bilgilendirmiş kutlu bir elçidir. Amma velâkin, ümmet olarak dile getirilen uyarılardan pekte ders almış gözükmüyoruz. Besbelli ki, Ehl-i kitab bildiğimiz Yahudi ve Hıristiyanlarla karşılıklı beşeri münasebetlerimizi sürdürürken o arada bir şeyleri gözden kaçırmışız ki, birtakım asılsız uydurma haberler, görüş ve düşünceler tefsirlere sirayet edebilmiştir. Düşünsenize Ahmet İbn-i Hanbel’den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v)’in ümmetine yönelik söylediği “Ehl-i kitaba hiçbir şey sormayın. Kendileri sapkın olan bu adamlar sizi asla doğru yolu iletmezler. Sizler de (ehli kitaba sorduğunuz ve cevap aldığınız takdirde onları tasdik veya tekzipten dolayı) ya hak olan bir şeyi yalanlamış veya batıl olan bir şeyi doğrulamış olursunuz. Allah’a yemin ederim ki eğer Musa sağ olsaydı bana iman edip yoluma uymaktan başka çare bulamazdı” uyarılarına rağmen ümmet olarak bu gün olmuş halen gaflet uykusundan uyanamıyoruz. Oysa rivayet edilen bu hadis-i şerifler ümmetin kulağına küpe olmalıydı. Hadi varsayalım ki küpemizi kaybedip gaflete dalsak bile ortada asıl başvuracağımız Kur’an’ımız ve hadis külliyatlarımız varken İsrailiyat haberlere merak salıp balıklamasına dalmakta neyin nesidir. Hem kaldı ki bu tür haberlere yer verilecekse de bari hiç olmazsa Kur’an ve hadislerin mana ve ruhuna uygun bir şekilde kaynağının da İsrailiyat olduğu belirtilerekten alınsaydı en azından bu denli zarar görmezdik. Maalesef ince eleyip sık dokuyamamanın ceremesini sonunda tüm ümmet-i Muhammed çekmekte.
Peki, iyi hoşta yukarıda anlatılanlar Peygamberimiz (s.a.v)’in “Onlar tarafından anlatılanları ne tasdik ve ne de tekzip ediniz” ve “Ben-i İsrail’den haber nakletmenizde beis yoktur” diye beyan buyurduğu hadisleriyle çelişmiyor mu? Elbette çelişmez, bikere hadis-i şerifte geçen 'beis yoktur' ibaresi mutlak emir manasına bir ifade değildir. Şayet emir içeren bir ifade olsaydı tüm İsrailiyat haberlerin tefsirlerimizde kaynak olarak gösterilmesi icab ederdi. Oysa Kur’an ve hadis hiçbir kaynağa ihtiyaç duymayacak derecede iki güçlü başucu kaynağımızdır. Yeter ki, Kur’an ve hadis kaynağı içerisinden tıpkı okyanusun derinliklerinde ince çıkarırcasına bilgi çıkarmasını bilelim, bak o zaman Kur’an ve hadis dışı hiçbir haber kaynağına merak salmayız da. O halde doğru haber kaynağımız Kur’an ve hadis üzerine yol kat etmemiz için bir bilenle de yol almak gerekir. Dahası Edille-i şer’iyye çerçevesinde kendimize istikamet tayin etmemiz icab eder. Buna mecburuz da.
Bu arada şunu belirtmekte yarar var: İsrailiyat haberlerin tefsir kitaplarında yer almasında sırf gaflete dalışımızla sınırlandırmak doğru bir tutum olmaz. Hiç kuşkusuz bunda kassaslarında (cami vb. yerlerde halka hikâye anlatan kişiler) dahli vardır. Nitekim aslı astarı olmayan hikâyelerin bir kısım kassaslar tarafından Edile-i şer’iyye ölçüsünün dışına taşaraktan halka ballandıra ballandıra anlatılmasından bunu anlamak mümkün. Üstelik kıssa anlatırken de tamda tıpkı bir zamanlar adından Hoca Efendi diye söz ettiren FETÖ elabaşısı gibi duygu sömürüsü bir üslupla ve gözyaşı dökerekten Müminler galeyana getirilmek suretiyle anlatılmakta. Sadece anlatımla kalınsa belki gam yemeyiz, icabında bir bakıyorsun yazar, çizer, hatta ilim erbabının da gözünden kaçıp kitaplara bu tür haber ve kıssalar sızabiliyor. Elbette ki, hatasız kul olmaz, her türlü kusurdan, noksanlıktan münezzeh olan sadece Yüce Allah’tır. Burada önemli olan ilmi çalışmalara kaynak teşkil edebilecek nitelikte alınacak olan haber ve verilerin edille-i şeriyye mihenk taşından (testinden) geçirme noktasında azami derecede hassasiyet göstermek çok önem arz etmekte. Yeter ki, bu azami gayret ve hassasiyet esirgenmesin gayri ihtiyari oluşan ufak tefek hatalar göz ardı edilir de. İşte bu bilinç doğrultusunda İsrailiyat meselesini de:
-İslam’a uygun olan İsrailiyat,
-İslam’a uygun olmayan İsrailiyat
-Tasdik ve tekzip edilmemiş İsrailiyat şeklinde üç ana başlık altında incelemekte fayda vardır. Derken bu tasniflemeyle birlikte ilim adamları tarafından İsrailiyat kaynaklı haberler kılı kırk yararcasına ince eleyip sık dokunup öyle hüküm vermeleri gerekir.
Bizim açımızdan ise dikkat etmemiz gerektiren husus; Kur’an ve sünnet ışığında mihenk taşına vurulacak haberin doğruluğundan emin olmak çok mühimdir. Aksi halde Kur’an ve sünnete dayandırılmaksızın ortaya atılan her haberi doğruymuşcasına tasdik edip Allah muhafaza istikametten sapmamıza yol açabilecek bir çıkmaz bataklığa sürüklenebiliriz. En iyisi mi biz, yol yakınken her türlü haber karşısında ihtiyatı elden bırakmayaraktan kendimizi korumaya alalım ki, bataklığa düşmekten kurtulabilelim. Kaldı ki bizi bataklığa düşmekten koruyacak hali hazırda kaynakta önümüzde duruyor zaten. Malumunuz bu koruyucu kaynak Ümmet-i Muhammed’in tümünü her türlü fitne ve bilgi kirliliğine karşı uyanık tutabilecek donanımına haiz, aynı zamanda Edille-i şeriyyenin ana gövdesini oluşturan Kur’an ve hadisten başkası bir kaynak değil elbet. Madem öyle, tüm Ümmeti Muhammed fert fert herhangi birimizin kılına bir zarar gelmemesi için pusulamız edille-i şeriyye kaynaklarımızın dışında her türlü bilgi ve haber kırıntısına balıklamasına dalmamak gerekir. Dahası hakkında ne tekzip ne de tasdik edilmiş İsrailiyat haberlerin tefsirlere sızmaması için uyanık ve dikkatli olmamız icab eder. Hatta ve hatta sadece hassas olmak yetmez, bu tür haberlerin ulu orta mevzu edilmesine de fırsat vermemek lazım gelir. Zira Peygamberimiz (s.a.v) bu hususta şöyle beyan buyurmaktalar: “Ehli Kitaptan bir şey nakletmediğinizde üzerinize bir günah terettüp etmez.”
Malumunuz Kur'an ayetleri ayrıntılardan uzak, daha çok mesaj yüklü ayetler içerir. Bu yüzden, Kur’an’da pek çok husus uzun uzadıya tafsilatlı anlatılmaz, özü verilir. Bu noktada sadece istisna kabilden ancak İncil ve Tevrat’a göre kıssaların biraz daha kapsamlı olarak zikredildiğinden söz edilebiliriz. İşte tam da bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; madem Kur’an’da zikredilen kıssalar ehl-i kitaba nisbeten daha ayrıntılı verilmiş, o halde İsrailiyat kaynaklı kıssa ve haberleri hiç gereği yokken durduk yere kendi öz kitaplarımızda yer vermeye ne gerek vardı ki. Kaldı ki Müberra Dinimiz ehl-i kitabın tahrif ve bozulduğunu bildirmekte de. İşte bu gerçeğe rağmen yine de bir bakıyorsun Kuran ve sünnetle taban tabana zıt İsrailiyat haberleri bir şekilde destursuz bir şekilde tefsirlerimize girebiliyor. Neyse ki ilmiyle amil olmuş rabbani âlimler Kuran ve sünnete bağlılıklarından taviz vermeksizin dinde olmayan ne kadar dogma bilgi kirlilikleri ne kadar sonradan eklemeye çalışılan değişiklikler varsa tüm bunlara bidat olarak baktıklarından son derece titiz davranıp medreselerin ve dergâhların kapısından içeri girmesine geçit vermemişlerdir. Hele tek bir bidatte olsa hak kapılarından içeri girmeye görsün surda bir gedik açacağı muhakkak. İşte Rabbani âlimler bu gerçeğin farkında oldukları içindir günün moda rüzgârlarına kapılmak yerine İslam’ın ana caddesinde yürüyerekten sırat-ı müstakim üzere yaşamayı yeğlemişlerdir hep. Buna mecburlar da. Çünkü İslam’da ana caddeden sapmak ve aynı zamanda Kur’an ve hadiste olmayıp da sonradan eklenmeye çalışılan her türlü değişiklikler bidat olarak telakki edilir. Nitekim Şahı Nakşibend Hz.lerine takip ettiği tarikatın yol ve yordamından sual edildiğinde verdiği cevap çok manidardır. Ve şöyle demişlerdir: “Bizim yolumuz sünnetleri ihya etmek bidatlerden kaçınmaktır.” Öyle ki, İmam-ı Rabbani Hz.leri bu husustaki hassasiyetini mealen şöyle dile getirmiş de: “Bütün dünyanın bizim yolumuza bir bidat karşılığında geleceğini teklif etseler, tarikimize tek bir bidat almayız.”
Evet, gerçektende bu müthiş sözler aynı zamanda kararlı bir duruşun göstergesi de. Hani büyüklerimiz etrafına öğüt verirken hep derler ya; kemmiyet (nicelik) önemli değil keyfiyet (nitelik) önemlidir diye, aynen öyle de bizlerde büyüklerimizin izin iz bilip kuru gürültü kalabalık yığınlar olmaktansa sayıca azda olsa hayırhah kitlelerden olmayı tercih etmemiz gerekir. Zira Sultan Alparslan yıllar öncesinden “Biz bidat nedir bilmeyen temiz Müslümanlarız” demek suretiyle bizim bu dileğimizi yerine getirmiş bile. Sakın ola ki; bizim bu dileğimizden hareketle günümüz teknolojisine kapalı olduğumuz anlamı çıkarılmasın. Bikere teknolojide bidatlik söz konusu olamaz, bidat ancak ameli konularda olmakta. Nasıl mı? Teknolojik bidatin olamayacağı şundan belli, bir kere Peygamberimiz (s.a.v) döneminde otomobilin yerine deve vardı. Yani o dönemin en üst seviyedeki teknolojik binek deveydi. Dolayısıyla o günün şartlarında Allah Resulü deveye bindi diye bugünde deveye binilecek diye bir temel kural olamaz. Bu yüzden teknolojik gelişmeler asla bidatin konusu olamaz diyoruz. Kaldı ki, teknoloji de Yüce Allah’ın Sanî sıfatının tecelli dairesinin tezahürü bir gelişim hamlesidir. Zaten Sanî ismin lügat anlamı yaratan demek, yani ortaya şahika sanat ve eser koyan demektir. Dolayısıyla insanoğlu bu sıfatın tezahürü olarak teknolojik hamlelerde bulunması gayet tabi bir durumdur. İnsanın kendi kendine ibadet değişiklikleri ihdas etmesi ise İslam’da bunun adı bidat olarak karşılık bulur. Ki, istenmeyen bir durumdur bu.
Hiç kuşku yoktur ki; dünyada eşi ve benzeri olmayan tek kutsal kitab Kur’an-ı Kerim’dir. Düşünsenize sahasında eşi ve benzeri olmayan mukaddes kitabın beyanlarına muhatab olmakla şereflenmişiz ama gel gör ki İsrailiyat kaynaklı haberlere merak salabiliyoruz. Oysa Kur’an her daim başucumuzda nur olarak parlayan tek esenlik kaynağı yıldızımızdır. Yeter ki o parlayan esenlik kaynağı ışıktan istifade etmesini bilelim, bak o zaman bir daha İsrailiyat kaynaklı haberlere ve kıssalara merak sarar mıyız? Şayet Kur’an’dan istifade edemiyorsak yine biliniz ki o bize ait bir meseledir, bu problemimizi ve meselemizi asla Kur’an’a mal edemeyiz. Zira Kur'an-ı Mu’ciz-ül Beyan bir nur, bir ışık, bir sırdır. Olur ya, belki kendi kendimize, madem Kur’an bir nur, bir ışık, bir sır o halde vücut iklimimizde nuraniyet niye oluşamıyor diye de düşünüyor olabiliriz. Hatta yetmedi kendi kendimize (hâşâ) ayetlerin nuraniyeti mi ortadan kalktı da uyanışa geçemiyoruz şeklinde kuşkuya da kapılmış olabiliriz. Dedik ya, maalesef tamamen bizimle alakalı problemdir bu. Elbette ki, ayetler her zaman başımızın ucunda bir nur olarak ışıldamakta, ışıldaması kıyamete dek devam edecekte, ancak gönül penceremizi ve ilahi idrak kapımızı sürekli olarak kapalı tutmamız, Kur’an ayetleriyle uyanışa geçmemize mani olmakta. Hatta Kur'an'ı tilavet kurallarına göre çok güzel okusak bile bir bakıyorsun okuduğumuz ayetler tüm vücut iklimimizde sadece bir ses ya da bir tılsım olarak yankılanmakta. Bu demektir ki alıcılarımız zayıf olduğundan vericilerden gelen sinyallere kapalı kalabiliyoruz. Duyarsızlığımıza ve kapalılığımıza son vermek için mutlaka gönül dünyamızı ve ilahi idrak kapımızı iri ve diri tutmamıza vesile olacak Kur’an ahlakıyla boyanmış Rabbani âlimlerin rahle-i tedrisatından geçmemiz gerekmektedir. Malum olduğu üzere irşad olmadan gönül penceresi ve ilahi idrak kapısı asla açılamıyor. İlla ki irşad olmamız icab eder. Neydik edip başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp bir Yunus misali mutlaka uyanışımıza vesile olacak kapılara yönelmemiz gerekir.
Evet, uyanışa ve dirilişe geçemeyişimizin arka planında gönül penceremizi ve ilahi idrak kapımızı sürekli olaraktan kapalı tutma handikabımızdan kaynaklanan bir durumdur. Şayet dünyanın neresinde bir Müslüman zeril ve sefil bir haldeyse biliniz ki; başucumuzda nur olarak parlayan ışığa duyarsız oluşumuzun neticesinin doğurduğu sancıdır bu. Tabii ki Kur’an’ı Kerimi duvarda sürekli süs olarak asılı tutaraktan ışığından faydalanılmazsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Oysa Kur’an süs olarak duvara asılsın diye nüzul olmadı, bilakis Kur’an yaşansın diye nüzul olmuştur. Nitekim Kur’an ahlakıyla boyananların yaşayışına baktığımızda, ayetlerin nurani tecellilerinin ışıldamasını onların üzerlerinde pekâlâ görebiliyoruz. Gerçektende o’nlar göründüklerinde Allah’ı hatırlatırız da. Öyle ki, ayeti celilerin nurani tecellileri alınlarında nur halinde parıldayıp görenleri kendilerine bend ederler de. Az gittik uz gittik derken bu arada Mehmet Akif’ İslam dünyasının bir an evvel üzerindeki kara bulutları atıp dirilişe geçmesi için şu mısralarla dile getirmekten kendini alamaz da:
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı
İnmemiştir hele Kur’an,
Bunu hakkiyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”
Velhasıl-ı kelam, gafletten uyanamayışımızın (intibaha gelemeyişimizin) sebebi hem gönül penceremizi hem de ilahi diriliş kapımızı kapalı tutmamızdan ötürüdür. Unutmayalım ki, Yüce Allah’ın beyan buyurduğu veçhiyle; Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura ermekte..
Vesselam.
En son dedekorkut1 tarafından 02 Eki 2020, 12:49 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

İSLAM ve KADIN

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

İSLÂM VE KADIN
SELİM GÜRBÜZER

Moltke; “Bizde bir genç kız evlenince sosyal mevkisi bir derece alçalır. Çünkü onu bir daha evlilik boyunca sevmek imkânı yoktur. Şarkta ise kadın evlenince yükselir. Kocasının evine itaate mecbursa da ev idaresinde çocukların reisidir ..” der.
Bu sözlerden öyle anlaşılan o ki, her ne kadar insanlar birçok alanda birbirine eşitmiş gibi gözükseler de söz konusu cinsiyet farkı olunca kazın ayağı hiçte öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Yani görünen o ki karşıt cinsler birçok alanda birbirlerinden farklılık arz etmektedir. Zira kadın tâ yaratılışından beri fiziki yönden erkekle eşit olmadığı apaçık ortada. Hatta erkek kadın cinslerin ruh halleri de farklıdır. Dolayısıyla ruh halleri farklı olunca ister istemez toplum içerisinde yürüttükleri faaliyetler farklı mecrada yürür hep. Nitekim farklılık o kadar net ortada ki, mesela evli çiftler arasında bir eş diğerinin görevine müdahale ettiğinde hemen huzursuzluk baş gösterebiliyor. Bir başka göze çarpan farklılık da malum erkeğin fıtratı (doğası) gereği kabuğundan dışarıya dönük çıkma eğiliminde olması, kadının ise kabuğuna çekilmeye yönelik meyyal (eğilimde) olmasıdır. İşte birbirine bu iki zıt meyyallik nedeniyledir ki, erkek dış işlere yönelik görev üstlenmeyi yeğler, kadınsa iç işlere yönelik görev üstlenmeyi. O halde bu iki fıtri gerçeklikten hareketle çok rahatlıkla erkek için gündüz, kadın içinde gece dersek yeridir. Hiç şüphe yoktur ki, iş dönüşü evine gelen bir erkeğin yorgunluğunu alacak en etkin motive güç kadının güler yüzü, kadının yüreği ve kadının zarafet halidir. Besbelli ki atalarımız “kadının fendi erkeği yendi” derken bu sözü kadının kurnazlığı babından söylememişlerdir, bilakis kadının altıncı hissinin kuvvetli olduğunu belirtmek için söylenmiş bir atasözüdür bu. Hem bu öyle bir altıncı hissiyattır ki, erkeğin eksik yönlerini tamamlayacak güçte de.
Peki, kadın sadece erkeğinin eksik yönlerini mi tamamlamak için mi vardır, hiç kuşkusuz bütün gün yorgun ve bitap düşmüş eşini her ahval ve şartta güler yüzle karşılamak, her daim erkeğinin gözünde koklanması gereken tek nadide çiçek olmak içinde vardır. Nitekim bu gerçeği Allah Resulü bir hadisi şerifinde şöyle dile getirmiştir:
“Bu dünyada bana üç şey sevdirildi:
-Namaz,
-Güzel koku,
-Kadın
.”
Evet, Allah Resulü çok güzel beyan buyurmuş buyurmasına da acaba bu gün insanlık bu hadis-i şerifin mana ve ruhuna vakıf durumda mı? Maalesef geldiğimiz noktada vahşi kapitalizm kadının fıtri yapısına (doğasına) el atmak suretiyle yuvasından koparıp kadını sevimsiz ve çekilmez bir hale sürüklemiştir. Kadın yuvasından uzaklaştıkça adeta perişanlara oynamaktadır. Zaten kadının yuvası dışında omzuna kaldıramayacağı onca yük yüklenince olacağı buydu, olan bitenden başka ne bekleyebilirdik ki, böylesi bir tabloda bir takım huzursuzlukların su yüzüne çıkması kaçınılmaz olacaktır elbet. Neyse ki, şimdilerde Batı dünyası yaptıklarından bin pişman olmuşçasına kadını yeniden evine döndürme çabası içerisine koyulmuş durumdalar, dahası dağılan parçaları yeniden bir araya getirmenin çabası içerisindelerdir. Tabii Batının karşı karşıya kaldığı bu hazin durum bizim için pek sürpriz sayılmazdı, sonuçta ortada gündüzün geceye, gecenin gündüze karıştığı bir keşmekeşlik söz konusudur, bu durumda elbette ki batının böylesi bir keşmekeş halden kurtulma çabasına girmesine şaşmayız. Zaten bunalımdan çıkış yolu için çare aramaktan başka seçenekleri de yoktur.
İyi ki de İslam bir güneş gibi hayatımıza girdide bu sayede Batının düştüğü perişan vaziyette değiliz, hiç kuşkusuz İslam’la yüzleşmek bizim için büyük bir avantajdır. Nitekim İslam’da kadın çalışmasa da konumundan hiç bir şey kaybetmez, her halükarda ekonomik konumu güvence altına alınmıştır. Örnek mi? İşte mirastan kadınlara bir, erkeğe iki pay verilmesi mali güvence açısından bunun en belirgin örneğini teşkil eder. Hakeza kadının daha izdivaca girmeden tüm ekonomik ve sosyal haklarının nikâh akdiyle birlikte mihr hakkının akde bağlanması da kadının ekonomik yönden güvence altına alınmasının örneğini teşkil eder. Bu demektir ki mihr (bir nevi evlilik tazminatı) hakkı ekonomik güvence bakımdan yuva kurmaya aday bir kadın için sosyal ve ekonomik anlamda kıymet ifade eden bir güvence teminatıdır. Nasıl güvence teminatı olmasın ki, düşünsenize kadın daha yuva kurmanın başlangıcında ekonomik güvence altına alınmakta. Öyle ya, Müberra dinimiz kadını yuva kurmanın başlangıcında güvence altına göre devamında haydi haydi kadına daha bambaşka güvenceler kazandıracağı muhakkak. Nitekim kadın evlilik süresince kocasının malından fayda temin ettiği gibi kocası öldüğünde ardından kalan mirasa da hak kazanır. Kaldı ki, kadın kendi baba ocağından kalan mirastan da pay alır. Ne diyelim işte görüyorsunuz İslam’ın kadın haklarında sağladığı ekonomik güvence budur.
İslam’da nikâh akdinin gerçekleşmesi için üç şart vardır:
-Eş adayları arasında karşılıklı rızanın gerçekleşmesi,
-Şahitler huzurunda akdin gerçekleşmesi,
-Yazılı sözleşmeye bağlanması.
Tabii bu üç şart üzerinde farklı ayrıntılarda söz konusudur. Mesela İmam-ı Azam; akıl ve baliğ olmuş bir kız çocuğun nikâh akdi için veli izninin şart olmadığını belirtirken, diğer imamlar velinin izni şarttır demişlerdir.
Hakeza bir başka husus ise çok eşliliktir. Malumunuz İslam’da çok eşli evliliğe ruhsat izini vardır amma velâkin yine de en hayırlısı olması bakımdan tek eşli evlilik tavsiye edilmiştir. Dikkat edin bu hususta ilahi emir yoktur, ruhsat izni vardır sadece. Daha net açık bir ifadeyle İslam’da çok eşliliği emretmeksizin dörtle sınırlandırılaraktan belirli kural kaide bağlanıp ruhsata tabii evlilik esastır. Bakınız Yüce Allah (c.c) bu hususta dikkatli olunması noktasında “Ne kadar üzerine düşseniz de kadınlar arasında adil davranmaya güç yetiremezsiniz, bari birine büsbütün kapılıp da diğerini askıda imiş gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve Allah’a itaatsizlikten sakınırsanız bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, engin rahmet sahibidir” (Nisa Suresi, 129) beyan buyurmakla birden fazla eş arasında adil davranamamaktan korkanlara usulünce bir kadınla evlenmelerinin tavsiye edilir. Derken evlilik nikâh akdiyle teminat altına alınıp şahitler huzurunda yazılı sözleşmeye bağlanır da.
Bir diğer husussa yukarıda da belirttiğimiz üzere; kadınların mirastan pay alması hadisesidir. Gerçekten de İslam’ın kadına tanıdığı miras hakkı üzerinde çokça durulması gereken mühim bir konudur. Düşünsenize İslam insanlığın üzerine aydınlık bir nur olarak doğmasaydı kim bilir kadın ne daha nice mağduriyete uğrayacak hallere düşecekti. Dahası gerçek anlamda kadın olduğunun bilincine de varamayacaktı. Tabiî ki İslam’da kadın hakları bunlarla sınırlı değil elbet, dahası var. Şöyle ki İslam’da kadına miras hakkının yanı sıra mal mülk edinme, ticaret yapma, kendi mülkünde tasarrufta bulunma gibi bir dizi haklar da tanınmıştır. Daha da yetmedi ticari hayatta çek senet işlemleri ve daha bir dizi sosyo-ekonomik ilişkilerde imza yetkisi de verilmiştir. Hatta İslâm’da dikkat çeken kadına tanınmış bir takım daha da haklar vardır ki, işte onlardan bir kaçı şudur:
-Bir kadın doğurduğu çocuğu emzirmeyebilir de, yani kocasından sütanne talebinde bulunabiliyor. Bunun sadece bir istisnai durumu var, o da malum sütanne bulunmadığı durumlarda emzirmek zorunluluğu söz konusudur, bunun dışında emzirmeyebilir de. Ama tercihen emzirirse de kendisi açısından daha hayırlı olacaktır elbet.
-İslam’da kadına ilim tahsil etmesi içinde müsaade vardır. Ki; Resulullah (s.a.v) bu hususta “İlim talep etmek kadın erkek bütün Müslümanlar için farzdır” beyan buyurmakla ilim kapısının herkese açık bir kapı olduğuna işaret edilmiştir.
-İslam’da ailenin geçiminde birinci derecede erkeğin sorumluluğu esastır. Şayet koca bu asli görevini ihmal edip savsaklıyorsa, bu kez devletin şefkat eli ikinci derecede sorumluluk üstlenerek devreye girer. İşte görüyorsunuz İslam’da kadın sahipsiz bir halde yüzüstü bırakılıp kurda kuşa yem ettirilmemekte, her halükarda İslam’ın tanıdığı tüm haklar sayesinde ömür boyu güvence altında hayatını idame ettirilmesi sağlanır. Faraza bir kadın çalışmak mı istiyor, bu isteğine engel konulmaz. Çalıştığında da kazancına kocası el koyamayacağı gibi evin iaşesi için harcamaya mecbur tutulmaz da. Bu demektir ki, harcama tercihi kadına ait bir haktır. Oldu ya, koca kazancına müdahalede bulunmak istedi, bu durumda kadın kocası hakkında dava açma hakkına sahiptir.
İşte yukarıda sıraladığımız birkaç örnekte de görüldüğü üzere kadın gerçek kimliğini ancak İslamiyet’te bulabiliyor. Maalesef kadına özgürlük diye ortalığı velveleye verip ayağa kaldıranlar, her ne hikmetse İslam’ın kadına tanıdığı hakları görmezlikten geliyorlar hep. Onlar bu insani hakları görmeye dursunlar, oysa biz biliyoruz ki; İslam ibadet hususunda bile kadına pek çok kolaylıklar sağlamıştır. Nasıl mı? Bikere Müberra dinimiz İslamiyet, her şeyden önce kadını camide cemaatle namaz kılması için mecbur tutmaz. Keza buna cuma ve bayram namazları da dâhildir. Besbelli ki Müberra dinimiz kadın asli görevini ihmal etmesin diye bir takım dini vecibeleri evin dışında değil evin içinde eda etmesini şart koşmuştur. Böylece bu sayede kadın halk deyimiyle ‘Elemtere fiş kem gözlere şiş’ misali kem gözlerden ve haram bakışlardan da korunmuş olur. Zira Peygamberimiz (s.a.v) “Ey İnsanlar! Camilere gelmeleri zamanında kadınlarınızı (bu gibi) süs verici elbiseden men edin. Çünkü muhakkak, Ben-i İsrail hanımları camilerinde kibirlenip ziynetli elbiselerini giymekten başkası ile lanetlenmediler” beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Yine bu hususta Peygamberimiz (s.a.v) “Camiye gitmek için kendisine koku süren kadından koku belirtisi oluyorsa o kadın evine dönüp yıkanıncaya kadar Allah tarafından lanetlenir ve namazı kabul olmaz” diye de beyan buyurmuşlardır.
Anlaşılan o ki; kadının birinci derece asli görevi özünde var olan sevgi mayasıyla çocuklarını sarıp sarmalayıp eğitimini ve terbiyesini üstlenmek olmalıdır. Neden derseniz, şöyle bir an başımızı yastığa koyup kreşlerde bir oraya bir buraya savrulup yetişen çocukların bir halini düşünelim, bir de evde annelerinin şefkatli ellerinde büyüyen çocukların halini. Hiç kuşkusuz her iki konumlandırmayı kıyasladığımızda sıcak bir yuvada bir çocuğu yetiştirmenin kreş yuvalarında yetiştirmekten çok daha sağlıklı olacağı muhakkak. Zaten asırlar boyu sağlıklı nesillerin oluşturulması ancak sıcak bir yuva ortamında iyi terbiye almış ve iyi bir eğitim almış ailelerin varlığı ile mümkün. İşte bu nedenledir ki Fransız sosyoloğu Frederic Le Play sosyal hayatın merkezine aileyi oturtmuştur. Bu hususta haklılık payı var elbet. Nitekim dünyaya gelen her çocuğun sığınacağı tek dal aile ortamından başkası değildir. Hatta bu noktada çocuk yuvaları asla aile yuvasına alternatif olamaz dersek yeridir. Hiç kuşkusuz böylesi alternatifsiz ortamın oluşmasında ve aile ocağının tüttürülmesinde en büyük pay sahibi anne yüreğidir. Belli ki atalarımız ‘yuvayı dişi kuş yapar’ diye boşa söylenmemişler, bu öyle bir anne yüreğidir ki, aile yuvasını yeşertecek konumu itibariyle gerektiğinde sosyal hayatın yükünü de sırtında taşıyan bir yürektir bu. Gerçekten de öyle değil midir, her evlat sahibi anne yuvasında evlatlarının başında yüreğini katıp dinine, vatanına, milletine ve devletine hayırlı evlatlar yetiştirmenin derdinde olsaydı ne çocuk yuvalarına ihtiyaç hissedilirdi ne de kreş yuvalarına gerek kalırdı. İşte tamda bu noktada İslam, bu ve benzer nedenlere bağlı olarak kadına dışarda evin geçimi için fiziki sorumluluk yüklememiş bu sorumluluğu tamamen birinci derecede kocaya, ikinci derecede ise devletin omuzlarına yüklemiştir.
İslam’da karı koca arasında avret yoktur, ama yinede bir takım edebi muaşerete uymak gerektiği vurgulanmıştır. Şöyle ki; İslam âlimleri kadın erkeğin birbirlerinin avret mahallerine bakmalarının unutkanlığa yol açacağını beyan etmişlerdir. Malumunuz erkeğin dışa karşı avret mahallisi göbeği ile diz kapak arasıdır, kadının ise el ve yüzü dışında kalan tüm vücut azalarıdır. Dolayısıyla edebli olmak hem iç dünyamızda, hem de dışımızda uygulamamız gereken birinci derecede öneme haiz altın kuralımızdır. Malum edep dışılık insan ruhunu insanın kendisinden çalıp fitneye yol açacağından hiçbir şartta kabul görmez. Hem nasıl kabul görsün ki, bakınız beşeri sınıf içerisinde en başta evliyaullah bile bu hususlarda edebe mugayir herhangi bir durumla karşılaşmamak için gözünü haramdan sakınmakla yetinmemiş, kadın ve erkeklerin karışık bulunduğu ortamlardan mümkün mertebe uzak durmayı yeğlemişlerdir. İşte bu manada İmam-ı Azam “Göz daima helal haram demez bakmak ister” diyerek bu hassas duruma dikkat çekmişte. Hatta bu kayda değer bilgilere ilaveten değil karşı cinse bakmak, kendi cinsinden olana başka bir gözle bakmanın bile sapkınlığa yol açacağına hükmetmişlerdir. Nitekim DNA kayıtlarında ensest vakalarının bilirkişi uzmanlarca DNA analiz çalışmaları sonucunda raporlandırılması bunun en bariz göstergesidir.
Şu da var ki, bir takım malum çevreler beşeri ilişkilerde kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmayışını haremlik selamlık olarak alaya alıp güya kendilerince eğlenecek bir malzeme bulmuş gibisine fitne kazanı kaynatmaktalar habire. Güya yine akıllarınca işi alay edercesine sulandırmakla dinimizi çağ dışı yaftasıyla karalayacaklarını sanmaktalar. Bu arada hızlarını alamayıp ulu orta bir arada yaşamayı, çıplak ve yarı çıplak gezinmeyi modernliğin bir gereği olarak takdim etmeyi de ihmal etmezler. Takdim ederken de İslam’ın ortaya koyduğu o müthiş çağlar üstü adap, erkân, usul ve esaslarının hiçbirini kaale almaksızın kendi kendilerine gelin güvey olmaktalar. Zaten kaale alsalar da bu kez İslam’ın ortaya koyduğu usul ve esasların mana ve ruhunu idrak edemeyeceklerdir. Baksanıza, bikere kafalarında modernlik takıntısı bayağı yer etmiş bir durumda, dolayısıyla İslam’ın ortaya koyduğu bir takım usul ve kaidelere kafalarının basması çok zor gibi gözüküyor. Keza İslam’ın yasak kıldığı haram daire içerisinde bir hayat sürdürmenin insan ruhunda onarılmaz yaralar açacağını da idrak edemeyecek haldedirler. Her ne kadar onlar meselenin özünü anlayamama özürlüsü olsalar da, yine de biz dilimizin döndüğünce hemen her platformda meşru helal daire içerisinde nasıl yaşanılır hususunu izah etmekten geri durmamamız icap eder. Hem dilimizin döndüğünce anlatalım ki, olur ya modernlikten dem vuran bu çevrelerde erkek kadın bir arada karışık yaşanan bir hayat modelinin insan ruhunda nasıl yaralar açtığını fark ettiklerinde tıpkı bizim gibi onlarda adap usul erkân üzere bir çizgiyi savunur hale gelmiş olsunlar. Öyle ya, madem hidayet Allah'tan, hem madem gayret bizden Tevfik Allah’tan o halde bıkmadan usanmadan durmak yok, dilimizin döndüğünce anlatmaya ve istikamet üzere bir yola devam etmeye mecburuz da. Çünkü Rasulullah (s.a.v) “Bir arada bulunan yabancı bir erkekle kadını üçüncüsü şeytandır” diye beyan buyurmakta. İşte bu hadis-i şeriften hareketle işin ciddiyetine vakıf olmuş pek çok ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimler müntesiplerine “Rabia’tül Adeviyye dahi olsa kadınla sohbete girme, olur ya şeytan seni kandırır” diye öğüt vermekten geri durmamışlardır. Kaldı ki İslam’da kadın, yanında helali olmadan yabancı bir erkekle bir arada bulunmasını halvet olarak hükmetmiştir, elbette ki evliyaullahın bu doğrultuda öğüt vermeleri son derece gayet tabiidir.
Peki, evliyayı anladık diyelim, ya Peygamberler? Malumunuz Hz. İsa (a.s) mağaranın kapısına geldiğinde o anda şiddetli bir fırtınaya tutulmuştu ki hemen oracıkta çadırı gözüne kestiriverir. Ancak çadırın içerisinde kadın olduğunu görünce derhal orayı terk ediverdi. İşte bu dilden dile anlatılan kıssadan çıkaracağımız ders şu dur ki, cümle peygamberler masum ve günahtan arî oldukları halde (ismet sıfatı) edeb erkân yolunda zerre miskal taviz vermediklerine göre bizim haydi haydi edeb erkân üzere olmamız gerekir. Aksi halde günah işlemekten ne imtina ederiz ne de hayâ duyarız. Hele ki âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v)’in ümmeti olarak günahlardan sakınıp hayâ duymaya mecburuz da. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) hiç bir kadına elini vermediği gibi tokalaşmamışta. Üstelik kadınlardan biati musafahayla değil sözle alırken erkeklerden ise elini uzatıp sözle birlikte biat almışlardır.
Şu bir gerçek, kadın erkek arasında tıpkı mıknatısın eksi ve artı kutupları arasındaki çekime benzer bir etkilenme söz konusudur, ama bu demek değildir ki, kadının cezb edicilik etkisi var diye edebe mugayir hareket edilsin. Hiç kuşkusuz evren çift kutup üzere yaratılmıştır. Öyle ki kâinatta bir yandan zıt kutuplar arasında gerçekleşen manyetik çekim gücüne dayalı bir yaratılış kodlanmışlığı gerçeği var, diğer yandansa ayni kutuplar arasında geri itme ya da geri tepmeye dayalı bir yaratılış kodlanması gerçeği öz konusudur. Ancak tüm yaratılmış mahlûkattan farklı olarak bir yaratılış kodlanması daha söz konusudur ki, o da malum insana Yüce Allah (c.c) tarafından lütfedilen akıl melekesine dayalı eşrefi mahlûkat kodlanmasından başkası değildir elbet. İşte insana lütfedilen bu özelliğinden dolayıdır ki, cümle yaratılmış âlem içerisinde insanoğlu cüz-i iradesini Allah'ın emrettiği ölçüler içerisinde kullanma sorumluğunu yerine getirmek zorundadır. Aksi halde insanın cemadat, nebatat ve hayvanattan hiçbir farkı kalmaz. Kaldı ki cansız toz toprak diye nitelendirdiğimiz cemadat âlemi bile bize bir başka gerçeği mesaj olarak gözler önüne seriyor da. Nedir o mesaj dendiğinde en basitinden buna çekim kanunu en belirgin mesaj örneğidir zaten. Tabii bu mesajı alabilen görecektir ki, tüm cümle âlem içerisinde çekim kanunu yaratılmış olmasaydı ne aşktan, ne sevgiden, ne de evlilikten söz edebilirdik. Hakeza bunun tam aksine zıtlıklardan da söz edemezdik. Nitekim içimizde taşıdığımız müsbet ya da menfi bir takım sonu gelmez istek ve arzular bile iki zıt karakterlerde dizayn edilmiş çift kodlamalardır. Ve bu hususta Mevlana Hz.leri; İnsan ruhunu emdiren iki kuvvet olduğunu, birinci kuvvetin şeytani ve nefsi, ikincinin ise melek-i kuvvetler olduğunu buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Böylece Mevlana’nın bu müthiş tespiti sayesinde bizler de meleki ilhamlara kulak veren insanoğlunun iyiye yöneleceğini, şeytani telkinlere eğilim gösterenlerin ise kötülük bir mizaç sergileyeceğini idrak etmiş olduk. Bizler idrak eder de bu arada şairler idrak etmez mi, hem de nasıl, bir bakıyorsun Necip Fazıl’ın ‘Oluklar çift; birinden nur akar, diğerinden kir’ dizeleri gök kubbede yankı bulur da.
Evet, biz aciz kullar olarak üzerimize düşen asıl vazife; mutluluğu gayri meşru işlerde değil, helal daire içerisinde evlilikte aramak esas olmalıdır. Bikere her şeyden önce mensub olduğumuz dinimiz harama bakmanın kalbe atılan ok misali zehir etkisi yapması hasebiyle böylesi gayrimeşru flört hayatı şiddetle men etmiştir. Gerçekten de öyle değil midir, işte görüyoruz haram bakışlar doğrudan kalbe sirayet ettiğinden bir anda ruh iklimimizi altüst olduğu gibi dimağımızı da kuşatıp nefsimize boyun eğdirmektedir. Yani bu demektir ki, harama bakış sadece kalple sınırlı kalmayıp hem beyin fonksiyonlarımızı körelmekte hem de aklıselim sahip olmamıza da çok büyük engel çıkarmakta. Düşünsenize beynimizi sürekli haramla meşgul ettiğimizi, bu durumda elbette ki yaratılış gayemizden uzaklaşmamız kaçınılmaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkacaktır. Madem öyle, böylesi bir vahim durumla karşılaşmamak için ister küçük günah ister büyük günah olsun hiç fark etmez ne kadar çok haramlardan uzak kalırsak bir o kadar da Allah'a yakınlığımız artmış olacaktır. Zaten insanın Allah’a yakınlığı haramlardan uzaklaştığı ölçüsünce gelişme kaydeder. İyi ki de Müberra dinimiz harama giden yolları sıkı sıkıya kapatmış da, bu sayede tüm müminlere nefsin esiri olmaktan kurtulma fırsatı doğmuştur.
Velhasıl-ı kelam; İslam’da kadın hem madden, hem de manen korunmaya alınmıştır. Yeter ki, kadın helal daire içerisinde Saliha hatun olma idealiyle yaşasın bak o zaman asıl gerçek manada hürriyeti Allah’a abd (kul) olmakta bulacaktır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/islm-ve-kadin ... ,4853.html
En son dedekorkut1 tarafından 14 Nis 2021, 11:19 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

İSLAMDA KADIN VE İŞ HAYATI

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

İSLAM’DA KADIN VE İŞ HAYATI

ALPEREN GÜRBÜZER


Besbelli ki, kadına asıl asalet katan değer özünde ki aşk mayası ve omuzlarında taşıdığı annelik duygusudur. Fakat ne var ki çağımız kadını erkekleştirmeye yönelik çarpık bir değer katmaktadır. Zaten magazin dünyasına baktığımızda kadını erkekleştirme yolunda birbirleriyle adeta yarış içerisindeler.
Evet, günümüz dünyasında kadının omzunda taşıdığı o annelik duygusu bir tarafa itilmiş yerine teşhircilik sahne almıştır. Böylece birçok kadın çocuk yapamaz hale gelmiş ve kendisine evinden uzak bir hayat reva görülmüştür. Öyle ki, evin yerini otel ve motel odaları alırken mutfağın yerini ise batı tipinde facefood tarzı yeme kültürü almıştır. Değim yerindeyse kadın artık evinde kalma duygusunu yitirmek üzere, böyle olunca da kadına pansiyonvari bir hayat daha cazip gelebiliyor. Ve birçok kadın kendi çıkmaz sokağında kayıp, aynı zamanda derbeder haldedir. Sanki gerçek hayatla bağdaşmayan anlık bir hayat yaşıyor gibi. Bu yüzden deriz ki; bu tip kadınların gerçek hayatla yüzleşmeleri ancak sıcak bir aile ortamına kavuşunca son bulur.
Hiç kuşkusuz kadınların en ilginç yanı yakınlaşınca cezp edici olmaları, uzaklaşınca elem ve hüzün verici olmalarıdır. Hele kadınların o nazlı bakışları, o endamlı yürüyüşleri, o gamze yanaklarına süzülen birkaç damla gözyaşları, o narin yapıları, o iç çekişleri var ya kadını çekici kılabiliyor. Değim yerindeyse bu tür çekicilikler hoş gelse de çoğu kez aldatıcı ve erkeği nefsine esir edecek cinsten koz olabiliyor, gerçek anlamda bunların hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur, yani her bir çekici unsur iç dünyada karşılığı olmayan yokluk abidesidir. Zira dış görünüm sanıldığının aksine kadına yücelik kazandırmaya yetmiyor, asıl yücelik kazandıran ana yüreği denilen derin sinede kodlu manevi sevgidir. Yeter ki, o fıtri sevgi dışa yansısın bak o zaman bu doğurgan topraklarda yeni Fatihler, yeni Kanuniler, yeni Yavuzlar, yeni İmam-ı Azamlar, yeni İmam-ı Rabbaniler gibi daha nice şahsiyetlerin çıkması an be an mümkün.
Anlaşılan o ki, sevginin mihrabında kalpler ünsiyet bulmadıkça ortada ne seven, ne de sevilen kalır, geriye sadece özden uzak içi boş bir beden birlikteliği kalır. Ne diyelim gerçek anlamda sevgi olmayınca etrafımızı bir anda hayvani arzu ve hevesler sarabiliyor. Aile bilinci mi hak getire, bakın şöyle etrafa evden kaçışların hız kesmediği ve çok sayıda boşanan çiftlerin haddi hesabının olmadığı bir manzarayla karşı karşıyayız. Artık etraf öyle bir hal almış ki, ömür boyu bir baş yastıkta evli kalmak kimin umurunda, kadınların varsa yoksa biricik davaları ekonomi olmuş. Öyle ki, kıyasıya aş ve iş arama hırsı tavan yapmış durumda. Tabii durum vaziyet böyle olunca da dostluklar pragmatist düzlemde ilerlemekte. İşte bu noktada Cemil Meriç’in; “Feminizm, eskiden hayatını evinde kazanan kadına pazarlarda iş bulma davasıdır” sözleri çok yerinde bir tespit olarak anlam kazanır. Gerçekten de, bir zamanlar kadınlarımızın yerleşik bir hayat yaşadığı dönemlerde yuvasında mutlu bir şekilde hayatını tanzim ederlerken bugün geldiği noktada avare avare dolaşır halde kendi kendilerini küçük düşürücü konuma hapsettiklerini kolayca müşahede edebiliyoruz. Bilhassa kalabalık yığınlar arasında kaybolup kendi öz kadınsı ruhuyla buluşamaz haldedir. Zaten bir kadın düşünün ki, ulu orta kadın erkek karışık ortamlarda bulunmaktan kendini alamıyorsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Bir kere adı üzerinde kadın, koyun değil ki, sürü misali gelişi güzel ortamlara salınsın. Elbette dedelerimiz, ninelerimiz “her şeyin bir usulü, yol yordamı ve adabı var' derken sırf laf olsun diye söylememişler. Hiç kuşkusuz onların hayattan aldıkları o engin tecrübe birikimi bu sözü söylemeyi gerektirir. Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v), “Cennet anaların ayakları altındadır” beyan buyurmakla kadınların gerçek konumu açıklığa kavuşmuşta. Bu yüzden anaların ayakaltı öpülür de. Ama gel gör ki, bir takım kendini elit sanan tipler; “özgürlük” havariliğine sığınarak kadını kadınlığından utandıracak her türlü adapsızlığı görgü kuralıymış gibi lanse etmişlerdir. Yetmemiş topluma çağdaşlık olarak sunmuşlardır. Doğrusu bizde merak ediyoruz bu neyin çağdaşlığı acaba, yoksa özgürlük dedikleri nefsin özgürlüğü mü? Oysa bizim yerli kültürümüzde öyle köklü değerlerimiz var ki, uğruna ölmeye değer de. Malum o değerler; iffet, namus, adap ve erdemli kalabilmek gibi ulvi değerlerden başkası değil elbet. Üstelik bu değerler toplumun en hassas yumuşak karnı da. Şöyle geçmişe uzanıp köklü kültür tarihimize baktığımızda, bu tabloda ceddimizin bu değerlerden ödün vermediklerini görürüz. Hatta yeri gelmiş ninelerimiz köklü değerler uğruna düşman süngüsüne karşı cansiperane olmuşlar da. İşte Aziziye Tabyasıyla abideleşen Erzurumlu Nene Hatun bunun en tipik misalini teşkil eder. Nitekim ninelerimiz biliyorlardı ki; İslamiyet kadına çalışma mecburiyeti yüklememiş, bu yüzden onlar dışarıda çalışmak yerine sıcak yuvalarında çocuklarının ve torunlarının başında dine, vatana, millete iyi bir evlat yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Onlar icabında Aziziye Tabyasında abideleşen Nene Hatun gibi yuvasından çıkıp yurt savunmasına iştirak etmişler de. Derken yerli kültürde bu anlayış “Saliha kadın” ifadesiyle karşılık bulup gerçek anlamda ninelerimiz evin kraliçesi olarak adından söz ettirmişler de. Nasıl söz ettirmesinler ki, düşünsenize böyle bir yerleşik kültür anlayışına göre yeryüzünde kaç aile varsa bir o kadarda kraliçe var demektir. Meğer kadına asıl değer katan yüklendiği misyona karşılık gelen evin baş tacı oluşudur. Nasıl ki, kraliyet ailenin kraliçesi çalışmak zorunda değilse, aynen bizim yerli kültürümüzde de evin kraliçesi çalışmak zorunda değildir. Kadın çalışmak mı istedi, engel konulmaz, hayır da denmez, ancak çalıştığında onu yüceltecek iş verilmesi gerektiği hatırlatılırdı, asla kadınlık ruhuna herhangi bir gölge düşmemesi açısından çer çöp işleri verilmezdi, icabında memurluk işi de verilmez, müdüre olması uygun görülürdü. Bakın, Hz. Ömer (r.a)’ın halifelik döneminde kadına müfettiş ya da müdüre gibi görevlerin verilmesi layık görülmüş bile.
Anlaşılan yerleşik kültürümüzde evin geçiminden birinci derecede erkek sorumludur, tabii bu arada erkek eşinin iffet ve namusunu koruma sorumluluğunu da üstlenmek zorundadır. Çünkü İslam kadına hiçbir beşeri sistemin veremeyeceği değerde 'Saliha hatun' makamını layık görmüştür. Dolayısıyla paha biçilemez böylesi manevi bir makamın her halükarda korunması gerekmektedir. Yeter ki, bir kadın Saliha hatun özelliklerini ruhunda taşısın, bak o zaman o kadın evin gül kokusu, gül neşe kaynağı olması bir yana, Rabia’tül Adeviyye’nin (Hanım evliya) varisi hükmünde talebesi olmaya hak kazanır da. Elbette ulvi makamlar gökten zembille inmez, tabiî ki bu makamlar İslam'a bağlılık ölçüsünce verilir. Günümüzde her nasıl kadın hakları savunuculuğuna soyunmaksa kendilerine örnek aldıkları Avrupa’da hala çer çöp işlerinde çalıştırılan kadınlar var. Acı ama gerçek, öteden beri vahşi kapitalizmin insanlığın önüne koyduğu tablo budur. Böyle vahim bir tabloyu insanlığın önüne koydular da ne oldu, güya kocasına karşı ekonomik özgürlük kazandığı söylenen kadın mutlu oluyum derken bizatihi kendisi aile bağlarını zayıflatan etken unsur olmuştur. Neyse ki, kadın geçte olsa içine düştüğü perişan halini fark eder haldedir. Maalesef kadınlar; vahşi kapitalizmin getirdiği o ağır çalışma şartlarından öyle bitap düştükleri her hallerinden belli ki; ‘ah emekliliğim gelse de biran evvel yuvama dönsem’ derdindedirler. Şimdi sormak gerekir, kadın ah çekmesinde ya kim çeksin, hele bir kadın vahşi kapitalizmin ağına düşmeye dursun bu ağdan çık çıkabilirse, ne mümkün. Ah zavallı kadınlar, meğer ne hale gelmişlerde haberimiz yokmuş gibi davranmışız. Daha neyimize yetmiyor, erkeğin sorumluğunda olması gereken birçok ağır görevleri yüklenmişler. Sonunda bin pişmanlar olmuşlar ama bir kere iş işten geçmiş oldu, sonra ki ahu vahlar yaraya merhem olmaz da. Şu an buruk bir haletiruhiye içerisinde bütün gün çoluk çocuğundan koparılmışlığın sancısını yaşıyorlar. Onlar bu sancıyla hayatlarını idame ederken, bir takım aklı evveller de pişkin bir vaziyette birde şunu demezler mi; aman efendim artık modern dünyada yaşıyoruz, kadın erkek eşitliği var, erkek ne iş yapıyorsa kadında aynısını yapacakmış diye. Madem öyle bizde deriz ki; illa kadın erkek eşitliğinden söz edilecekse cinsiyet mukayesesine ihtiyaç olmaksızın sırf insan olmanın şeref ve haysiyeti yönüyle eşit olmak her şeye bedel haslet olmaya yeter artar da. Bu hasletin dışında kadın kadındır, erkek erkektir. Zira Kur’an-ı Kerimde; “Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi, kadınlarında onların üzerinde (hakları) var” (El-Bakara, 228) beyan buyrularak kadın erkek münasebetlerinde hak ve hukuk nedir net bir şekilde ortaya konmuş bile. Dolayısıyla cinsiyetler arası fiziki ve psikolojik farklılıkları göz ardı edemeyiz. Kaldı ki, doğum öncesi ve doğum sonrası farklılıklarda söz konusudur. Şöyle ki; doğumda kız çocuğu erkek çocuğa nazaran yaklaşık on gün önce dünyaya gelir, doğum sonrasında ise kız çocukları erkek çocuğa göre erken diş çıkardığı gibi erken konuşup yürür de. İlginçtir kız çocukların beyinleri küçük olmasına küçük ama erkeklere göre iki yıl öncesinden buluğa ermekle erken yol alıp büyük gelişme kaydetmiş olurlar. Maalesef kadın erkek eşitliğinden bahsedenler şu hususu gözden kaçırmış gözüküyorlar. Malum o husus “realite tam eşitlik kabul etmez” gerçeğidir.
Evet, realite eşitlik kabul etmez. Nasıl mı? Şayet realitede tam eşitlik olsaydı beş parmağın beşi de eşit olması gerekirdi. Aslında yaratılan her ne varsa iyi analiz edildiğinde eşitsizliğin eşitlik olduğu görülecektir. Düşünsenize beşeri ilişkilerde tam eşitlik söz konusu olsa herkesin ya efendi, ya da tam aksine köle olması icab ederdi. Şimdi bu veriler ortada iken birileri kalkıp hala eşitlikten dem vuruyorsa, pes doğrusu. Dedik ya illa eşitlik aranacaksa insan olmanın şeref ve haysiyetinde aranmalı. Bu yüzden Resulullah (s.a.v); “Kadınlarınıza eziyet vermeyiniz, onlar yüce Allah'ın sizlere emanetleridir. Onlara karşı yumuşak olunuz. Onlara iyilik ediniz” diye buyurmakta. Madem öyle, siz siz olun öyle bir takım feminist grupların ikide bir kadın haklarından dem vurmalarına aldanmayın. Bir kere onlar samimi olsalar vahşi kapitalizmin servis ettiği sahte feminizm sloganına can kurtarıcı simit olarak sarılmazlardı. Yediden yetmişe herkes bilir ki, vahşi kapitalizm kadını ekonomik çarkın içinde iliklerine kadar sömürüp kendi kaderiyle baş başa bırakmıştır. Hatta kapitalizm hızını alamamış körpecik çocukları sıcak aile ortamında annelerinin kucağından kopartarak kreşlere mahkûm etmiştir. Onlar sanayileşmeyle, endüstriyel devrimleriyle övüne dursunlar, gerçekte işleyen sanayi çarkın kollarında kadınların her biri metadır. Maalesef insanlık o gün bugündür, yani tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişteki emeği ucuzlatan kapital hırs ve ihtirasın tek değer olarak damga vurduğu o günden beri annelerin ninnisine eşlik eden çocuk ağlayışına ve sesine hasret kalmıştır. Artık, çocuklar annelerinden işiteceği ninni bebeğim şarkısını, sevgiyi ve merhameti kreşlerde aramakta. Oysa anne sevgisinin yerini hiç bir şey karşılayamamaktadır. Evet, kapitalizm kadını endüstriyel hayata dâhil etmekle emeği ucuzlatmış, adına da kadının ekonomik özgürlüğü demiştir. Nasıl emek ucuzlatmaksa erkek soluğu meyhanelerde, köprü altlarında, yer altı mafya dünyasında almış, kadın da kendini endüstriyel çalışma hayatında bulmuştur. İşte vahşi kapitalizm budur. Keza komünizmde öyle, o da kadını ekonomik vasıta olarak görmüş, yetmemiş aile kavramına bir de reddiye döşemiştir.
Hiç kuşkusuz bizi endişelendiren husus kadının çalışıp çalışmaması değil, bizi endişelendiren asıl husus bizden sonraki kuşakların sevgiden mahrum edilişidir. İşte tüm endişemizin kaynağı bu noktada düğümlüdür. Tek dert davamız kadının yuvasında dine, vatana, millete faydalı evlat yetiştirmesidir. Bilhassa engin köklü kültürümüzden aldığımız ilhamla şayet kadından beklenen çalışmaksa; buna hiçte gerek yoktur, onun için yavrusunu sarıp sarmalayacağı sevgi ve şefkat ortamı en ideal çalışma alanıdır zaten. Zira dâhileri doğuran, yoğuran yaşadığı toplumdan ziyade ana kucağıdır. Bakın, Fransızlara isnat edilen bir atasözünde şöyle denilmekte: “Büyük adamlar, büyük kadınların eserleridir.” Evet, gerçekten de tarihe baktığımızda deha şahsiyetler eli ve ayağı öpülesi anaların eseridir.
Peki, ya şimdi! Malum, günümüz dünyasında kadın kaybettiği değerlerini, tekrar geri almak için uğraşmakta, adeta yuvaya nasıl dönebilirim hasretiyle çırpınmakta. Nasıl çırpınmasın ki, çağımızda habire reklamı yapılan matmazel veya proletarya tipi kadın tanımlamaları kadına yücelik veremedi, veremez de. Şayet kadına bir model tanım aranıyorsa, başka adres aramaya gerek yoktur, bizim kültürümüzde tanımlanan “Saliha hatun” modeli kadına kadınlığını kazandırmaya fazlasıyla yeter artar da.
Biz biliyoruz ki; Saliha hatun ev işlerini bir zorunluluk icabı değil, ibadet şuuruyla yapan kadın demektir. Zaten İslam kadını ev işlerini yapmakla mükellef kılmamış ta. Kadın ister yapar, ister yapmaz, mecbur tutulamaz. Gerektiğinde hanım kocasından ev işlerini yürütecek ücretli eleman talep edebiliyor. Kadın evin dışında ise meşru olan her ne iş, ya da her ne meslek varsa icra etme hakkına sahiptir. Ancak İslam’da yine de kadının kendini evine adaması daha uygun görülür. Bu yüzden dinimiz kadına camide ibadet zorunluluğu, cuma namazını eda etme ve savaş yapma mecburiyetini şart koşmamıştır, kadın dilerse bunları yapabilir. Keza, kadın çalıştığı kazancıda kendine aittir, kocası için veya evin iaşesine harcamak mecburiyeti yoktur. Birinci derece bu sorumluluk erkeğindir. Hatta ailenin birliği ve dirliğini koruyup kollamak adına akla gelebilecek her türlü tehlikelere karşı göğüs germekte erkeğin sorumluluğundadır. Oldu ya, erkek bu üstlendiği görevi ihmal etti, bu durumda kadın dava açma hakkına sahiptir. Ya da erkek ailesine gerektiği kadar sahip çıkmadı, dünyanın sonu değil elbet, derhal devletin şefkat eli devreye girmek zorundadır. Nasıl mı? Bir kere devlet evvela kocayı nafaka vermeye zorlamalı, gerektiğinde malı mülkü ne varsa satma kararı almalı, yok eğer koca ölür veya çalışamaz durumdaysa bu noktada devlet kendini aile reisi addeder. Peki ya devlette aileyi yüzüstü ortada bırakırsa, elbette bu durumda kadının devlete dava açma hakkı vardır. İşte görüyorsunuz İslam bu, devlete bile dava yolu açarak aileyi korumaya alan bir dindir.
Bu arada akla şöyle bir soru gelebilir, koca öldüğünde kadın tüm haklardan mahrum edilir mi diye. Şu bir gerçek; dul kalmak her kadının başına gelebilecek muhtemel bir alın yazıdır. Önemli olan bu alın yazı vuku bulduğunda kâbusa dönüştürmemektir. Bir kere İslam'da dul bir kadın kocasının varisi olması hasebiyle böyle bir kâbus hayat yaşamasına geçit verilmez. Öyle ki, kadın sadece kocasından değil, kendi ebeveyninden kalan mirasa da hak kazanıp erkek kardeşinin yarısı kadar pay alır da. Hakeza kocasından düşen mihir hakkı da vardır. Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki; İslam kadının ekonomik yönden güvence altına almıştır. Hatta İslam’da çocuklar da ekonomik güvence altındadır, şöyle ki erkek çocukları akıl baliğ olana dek, kız çocukları da evlenene kadar babanın sorumluluğuna vermiştir. Şayet kız evladı evlenemeyip baba hayatta yok ise bu kez “Yetiş ya Hızır ” misali devletin şefkat ellerine teslim edilir. İşte gerçek anlamda ekonomik özgürlük budur. Anlaşılan o ki; bu ve buna benzer birçok uygulamaları İslam’ın çağları aşan evrensel üstü mesajlarında sıkça görebiliyoruz.
Velhasıl; kapitalizmin burjuva özentisi ve komünizmin proletarya kadın tipi yerine evine kendini adamış buram buram annelik duygu yüküyle yaşayan fedakâr “Saliha hatun” tipi bizim kabulümüzdür.
Vesselam.
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

İSLAMDA TESETTÜR

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

TESETTÜR

SELİM GÜRBÜZER


Yüce Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim'de tesettür hususunda şöyle beyan buyuruyor;

“Mümin kadınlara söyle gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, ziynetlerini açmasınlar, bunlardan görünen kısmı müstesna. Başörtülerini yakalarının üstünü (kapayacak surette) korusunlar” (Nur suresi, ayet 31), “Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek bir libas birde giyip süsleneceğiz bir libas indirdik. Takva libası ise o daha hayırlıdır.”(El-arad suresi ayet 26)

İşte bu iki ilahi emirden anlaşın o ki; bir kadın tesettüre (ehrama) bürünmekle dışa karşı cinsi arzu ve emellerin aracı olmaktan kendini koruma altına aldığı gibi aynı zamanda kendisini daha da saygı değer konuma yükseltmişte olur. Nasıl ki değerli eşyalar ulu orta sergilenmeyip en güzide yerlerde muhafaza edilir ya, aynen öylede mümin olan kadınlarda Peygamber kavlince “Cennet anaların ayağı altındadır” övgüsüne mazhar olması hasebiyle yuvayı kuran dişi kuşlar misali kendilerini örtüleriyle korunaklı kılmakla yüceleceklerdir. Bu yüzden onlar kurulan yuvaların Allah’ın emanet bekçileri de. Biz mümin erkeklere ise Allah’ın lütfu olan o emanet bekçilerini koruyup kollamak düşer.

Evet, mümine hatunlar öyle kıymet değer emanetlerdir ki, Yüce Allah (c.c) tarafından bizatihi kem gözlerden ve haram bakışlardan korunmaları içinde örtünmeleri emredilmiştir. İyi ki de örtünmeleri emredilmiş, tesettür hali sayesinde bir kadın Anadolu kültüründe sıkça söylenen ‘elemtere fiş, kem gözlere şiş’ misali kendi üzerine odaklanan tüm şehvani arzuları bertaraf ettiği gibi giyindiği tesettür kıyafeti dışa karşı koruyucu kalkan olabiliyor da. Hele bir kadın tesettürlü hale bürünmeye görsün bir daha tövbe billâh eski salkım saçak günlere bir daha asla dönüş yapmak istemez. Zira artık tesettüre bürünmekle kem gözlerden arınıp kendini özgür ve hür hisseder bir hale gelmiştir. Kendini özgür hissetmesi iyi hoşta ancak bu arada arkadaşlık yaptığı bazı çevreler onu bu halde gördüklerinde sanki bir suç işlemiş gibisine ‘senin bu halinde nedir’ deyip bir anda örtünme iştiyakını ve hevesini kırabiliyorlar. Güya akıllarınca çağdaşlık kılıfı altında örtünmeye karşı tavır almış oluyorlar.

İşte böylesi üstenci bakışa sahip bir takım çevrelerin dünyalarında kadın denildiğinde maalesef ki yukarıda zikredilen ayet meallerinin tam aksine söylemlerle “gözlerini haramdan sakınmasınlar, ırzlarını korumasınlar, başörtülerini yakalarının üzerine örtmesinler” yönünde önerilerdir. Onlar nefislerinin telkinlerine kapılıp üstenci tavırlarıyla kendilerinde olmayan insanları küçümsemekte ısrarlarını sürdürerekten habire öneriler ürete dursunlar, önemli bizim bu noktada nasıl tavır takınacağımız çok mühimdir. Fazlada düşünmeye ve tu kaka olmaya gerek yoktur, takınacağımız tavır gayet çok basit, bikere her şeyden önce onların önerilerine kulak tıkayıp bizim için asl olan ilahi buyruk neyse onun gereğini yapmak olmalıdır. Aksi halde onların değirmenine su taşıyıp tu kaka oluruz habire.

Malumunuz Yüce Allah’ın kullar üzerinde emirleri ‘helal ve haram’ ekseninde tecelli etmekte hep. Bir kul emri ilahi gereği helalinden bir hayat sürdürdüyse ne ala, yok eğer haramlarla içli dışlı bir hayat geçirdiyse vay haline. Ki, Yüce Allah (c.c) bir şeyi yasak kılmışsa mutlaka o yasak kılınan hususta yarattığı kulların hayrına nice bilinmeyen hikmetler gizlidir. Öyle ya, görünüşte baktığımızda üzüm bitkisinden elde edilen ‘hamr’ mayalanmış normal içecek deriz. Oysa görünüşüne bakarak normal içecek sandığımız o mayi aklı örten manasına gelen Müberra dinimizce haram kılınan şaraptan başkası değildir. Ancak bu arada denilebilir ki, buradaki haramlık sadece üzüm suyunun mayalanmasıyla alakalıdır, diğer içecekleri bağlamaz. Oysa kazın ayağı hiçte öyle değil, derinlemesine analiz ettiğimizde ehlisünnet ulemamızın ictihadlarından ve kıyas-ı fukahanın kıyaslarından hareketle madem ‘hamr’ akıl örtülmesi manasına gelen bir kavram o halde tüm içeceklerde bu kavram kapsamına tabii demektir. Yani bu noktada ‘aklı gidericilik’ anlamı kıyas bakımdan ölçü olacaktır. Böylece bu ve buna benzer kıyaslamalar sayesinde dünyanın neresinde her ne cinsten bilumum sarhoş edici şarap ya da benzeri içki türü varsa haram olduğunu idrak etmiş oluruz. Ne diyelim, işte görüyorsunuz yücelerden gelen ferman bu şekilde kullarına ferman buyrulmuştur. Madem öyle, ferman Padişahındır deyip gereğini yapmak gerekir. Şimdi belki diyebilirsiniz ki, iyi hoşta şarabın tesettürle ne alakası var diye. Elbette birbirinden farklı hususlar gibi görünse de, ama aralarında örnekleme yönünde benzerlik vardır. Şöyle ki; şarap örneğinde aklı örtmek vardır, tesettür örneğinde ise vücudu örtmek vardır. Birincisinde aklı giderici menfi örtüş söz konusu ikincisinde ise müsbet yönde insana yücelik katacak örtüş vardır. Ancak müsbet örtünme derken unutmayalım ki, vücut azalarının ister belli bir bölümü örtünür olsun, ister yarı çıplak örtünürlük olsun hiç fark etmez her iki durumda da el ve yüzün dışında vücut azalarının tamamı örtünür olmadığı müddetçe bu tür giyinme tarzları asla tesettür değildir. Zira her türden şehvani arzuları kamçılamaya kapı aralayacak giyinme modelleri İslam’ın tesettür emriyle bağdaşmayacağı çok açıktır. İslam’da sadece kabul gören giyinme tarzı ziynetlerin uluorta görünmemesi manasına gelen örtünme emrinin hakkını yerine getirme yönünde tam tesettüre bürünme tarzıdır. Emre uyar ya da uymayız ama yücelerden gelen hüküm bu olunca ruz-i mahşerde hakkımızda verilecek kararın neticesine de katlanmayı göze almak durumundayız. Elbette ki, Yüce Allah’ın emrettiklerinin hikmetinden sual olunmaz, ama ortada şu bir gerçekte var ki, örtünme ayetleri iş olsun babından nüzul olmamış, bilakis kulun kendine çekidüzen vermesine yönelik ihtiyaca binaen nüzul olmuştur. Nitekim İslamiyet’in ilk doğuşu yıllarında bir kısım Arap erkeklerin rastgele çadırlara daldıkları, hatta evlere destursuz girenler olduğu ve böylece Arap kadınlarını başlarındaki başörtülerini arkaya doğru sarkık ya da göğüslerine takılan ziynetleri ortaya saçılır bir halde şaşkın bakışlar arasında hazırlıksız bir şekilde dona kaldıkları bilinen bir vakadır. Tabii bu hoş durum sayılmazdı. İşte bu noktada bir hükme ihtiyaç hâsıl olur ki, kadınların başörtü veya ziynetlerinin açılmaması hususunda ayet nüzul olmasıyla birlikte kadınların bu meselesi hükme bağlanmış olur. Ne var ki o gün hükme bağlanan bu mesele günümüz dünyasına geldiğimizde bu noktada sanki ortada örtünmeyle alakalı doğrudan ayet yokmuşçasına meseleye ilahi emir ve ilahi hüküm yönünden değil artık basit simgesel türban tartışmaları boyutuyla bakılmakta. Oysa ister adına başörtüsü denilsin ister türban, sonuçta her ikiside herhangi bir masayı örttüğünde onun adı masa örtüsü olabiliyor. Aynen öyle de ilahi ferman gereği bir kadın da başını örttüğünde adı başörtü (eşarp) olarak anlam kazanması gayet tabiidir. Dolayısıyla kelime oyunlarına takılıp türban yaftasıyla tesettürü karalamaya kalkışmak akla ziyan bir tutum olur.

Evet, tesettür kadına hem maddi hem manevi estetiklik kazandıran bir ziynettir. Nasıl ki, pencerelere takılan perdeler hem evin içine hem dışına bir renk, bir görünüm, bir estetiklik katıyorsa, tesettür de kadının iç ve dış dünyasına hayâ, iffet, namus gibi kutsi ziynet değer katmaktadır. Ancak şunu da unutmayalım ki, tesettür kadının kutsi itibar kazanmasında amaç değil vasıtadır. Vasıta olduğu şundan belli kadın bu aracı vesile sayesinde toplum içinde mahremiyet noktasında bir anda itibarını daha da bir katmerli şekilde artırabiliyor. O halde örtünme ya da tesettür deyip es geçmeyelim, bez parçası da olsa, vasıtada olsa nihayetinde Allah’ın emrini yerine getirme gayesine yönelik bir vasıtadır, bu yetmez mi? Kaldı ki bir kadın için temel gaye Allah'ın hoşnut olacağı edep ve hayâ libasına bürünmek olmalıdır. Hani derler ya “Hayâsı olmayanın imanı olmaz” diye, aynen öylede kadın açısından hayâ imandan bir cüz olması hasebiyle perde ve örtü manasına ar damarı bir keyfiyet ifade eder. Hele bir kadının ar damarı çatlamaya bir görsün, o kadının toplum içinde yeniden itibarını kazanmak için kendini toparlaması çok güç olacaktır. Bu demektir ki bir kadın tesettüre bürünmekle iç dünyasına kodlanmış olan hayâ melekiyetini muhafaza altına alaraktan kendine koruyucu zırh geçirmiş olur.

Peki, tesettürden maksat sadece temel gaye ar damarı hayâyı korumak mı? Elbette hayâyı korumanın yanı sıra Yüce Allah’ın (c.c) örtünme emrini yerine getirerekten saliha hatun olabilmekte çok mühim esastır. Madem öyle, emri ilahinin gereğini yapmak kadının yücelik kazanmasına yeter artar da. Dahası bir kadının “Hayâ imandandır” gerçeğinden hareketle mahremiyetine gölge düşürecek en ufak arsızlığı elinin tersiyle dışladığında Allah’ın hoşnutluğunu kazanması an meselesi de. Düşünsenize Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak nimetinden daha büyük ne nimet olabilir ki. Hele bir kadın tesettür haline birde takva libasını kattığını düşünün, hiç kuşkusuz takvası libası giyinmiş o kadın Rabia’tül Adeviyye’nin manevi âlemde talebesi olur da.

Günümüzde takva hak getire, şeklen de olsa bir kadın tesettüre bürünse artık buna da şükür diyecek noktadayız. Zira hiç yoktan şeklen de olsa bir kadının toplum içerisinde itibarını ve iffetini koruyabilecek vasıtaları kullanması kendisini korunaklı kılacaktır. Nasıl ki bir asker ya da polis için üniforması ne kıymet ifade ediyorsa bir kadın için de tesettür teşbihte hata olmasın apayrı üniforma olarak bir anlam ifade eder. Keza günümüz modern dünyada kadına bakış açısı da hak getire, bu nasıl modernlikse kadına bakış bir cinsel meta ya da şehvet aracı gözüyle bakmaktan hiçbir şekilde hicab duyulmuyor. Tabii genel ağırlıklı bakış açısı bu olunca kadınlar ister istemez kültürel travmaya uğramaktan bir türlü kendilerini kurtaramıyorlar. Zaten kadına yönelik her türlü cinsel içerikli reklâmların göklere çıkarıldığı bir ortamdan başka ne bekleyebilirdik ki. Düşünsenize öyle şirazeden çıkmış bir haldeyiz ki; kadını metalaştıran her türlü aldatıcı cilalı makyaj maskaralığına özenmek tavan yapmış durumda. Oysa kendimiz olmak varken kadın ruhunu esir almaya yönelik şirazesi bozuk modellere özenmek niye? Hele vücudunu teşhir etmekten çekinmeyen öyle şirazesinden çıkmış kadınlar var ki; toplumun genel ahlakını tehdit eder boyuttadır. Kelimenin tam anlamıyla bu tür kadınlar karşı cinsle olan ilişkilerinde ruhen münasebet kurmak yerine bedeni ilişkilere girmeyi yeğliyorlar. Şöyle bir kendimizi kalabalık yığınlar arasına attığımızda bu tür kadınların topuklu ayakkabılarıyla attığı her adımlarından çıkan tak tuk seslerinin adeta erkekleri kendilerine cezbetmeye ve avlamaya yönelik takatukalar olduğu, böylece bu takatukalarla birlikte günaha akan cadde ve kaldırımların şehvetli bakışlardan geçilmeyecek derecede kirlendiğine şahit oluruz. Tabii böyle manzaralara sıkça rastlanır olmasında hiç kuşkusuz kadını reklam aracı gören zihniyetin etrafa saçtığı bilinçsizce ürettikleri reklam kampanyaların etki payı çok büyüktür. Derken tüm bu ve buna benzer şehveti kamçılayan vahim manzaralar bizi biz yapan değerlerden uzaklaştırdığı gibi geçmişimizi unutur vaziyete sokmakta da. İşte bu nedenledir ki Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri talebelerine “Unutkanlığın sebeplerinden en kötüsü kadına şehvetle bakmaktır. Gusül aldığın, abdest mahalline idrar etmek unutkanlığa sebep olur, oysa her şeyin hükmü ve asliyeti vardır” şeklinde uyarılarda bulunmayı ihmal etmemiştir.

Gerçekten de öyle değil mi, baksanıza hem geçmişimizi hem de kendimizi ne de çok çabuk unutur hale geldik. Hele etrafımızda bir sürü düşünce yoksunu ilimden bihaber insanlar çoğaldıkça artık belden aşağı konuşmalar gırla gidiyor artık. Oysa Allah kullarına aklını nefsanî arzular için çalıştırsın diye vermemiş, bilakis aklı, aklıselim kılmak için lütfetmiştir. Nitekim insan aklını aklıselim hale getirdiğinde gazab kuvveti şecaat’e, şehvet kuvveti ise iffete dönüşür de. Şimdi gel de toplumun düştüğü şu hallere eseflenme, baksanıza günümüz toplumunda ne şecaat, ne iffet, ne de ar damar kalmış, nefsi ve şehvani arzular akla perde kılınmış bir halde toplumu içten içe kemiren bir illet veba gibidir. Öyle ki akıl karaya vurmuş durumda. Düşünsenize bir zamanlar neydik, şimdi ne olduk. Aklıselim bireylerin hâkim olduğu bir toplumdan hafızasını yitiren ve düşünemeyen bir topluluk haline geldik. İşte İslam’ın bu denli tesettüre önem vermesinde ana temel gaye nefsi arzuları değil aklıselimi galip kılmaktır. Şu iyi bilinsin ki aklıselimi galip kılan şehvani ve nefsi kuvvet melekelerini iffete dönüştürür de. Tabii ilahi hükümlerin yüzeysel çerçevesini bile analiz etme basiretinden yoksun olanlar böylesi ulvi gayelerin ne demek olduğunu anlamakta zorluk çekecekleri malum. Nasıl zorluk çekmesinler ki, onların tek bildikleri şey reklam şirketlerince ellerine tutuşturulmuş hazır suni reçeteler ve zihinlerine enjekte edilerekten kafalarına geçirilen mankurt şablonlardır. Değil midir ki toplumu mankurtlaşmaya yönelik göz boyayıcı tanıtımlar hemen herkesi bir anda moda defilecilerin ağına düşebiliyor. Hele ki, bu uğurda konu manken olmak için uzun kuyruklar oluşturularak sırada bekleyen kızlarımızın heder edilişini gördükçe içimiz parçalanıyor. Nasıl yüreklerimiz dağlanmasın ki, bu hazin tabloyu övünç tablosu olarak sunmaktan geri durmuyorlar da. Yetmedi sözde aydın geçinen bir takım prof, doçent, doktor etiketli medyatik hocaların destekleyici açıklamalarıyla da bu tip tanıtımlar sürekli canlı tutulmaya çalışılır da. Oysa kadın kadını yapan vücudunu teşhir eden defileler değil kadını kadın yapan kadınlık ruhudur.

Madem bir takım mankurt kafalar kadını kadın yapan ruhunu çalmak için onca çaba sarf ediyor, o halde bizler ne güne duruyoruz, bizler de kadının ruhunu diri tutacak ehlisünnet âlimlerinin sesine kulak kabartıp tesettür kapısını açık tutmak için uğraş verebiliriz pekâlâ. Bakınız İmam-ı Gazali Hz.leri: “Göz daima helal haram demez bakmak ister” derken bir gerçeğe dikkatimizi çekmiştir. O halde Yüce Allah kullarına bahşettiği o iki küçücük et parçası penceremizi kontrol altında tutup harama bakmaktan el çektirmek icab eder. Buna mecburuz da. Zira kontrol edilmeyen gözler kadın üzerine odaklandığında bir anda insanın şehvet damarını kamçılayıp göz zinasına kapı aralayabiliyor, icabında bunla da kalmayıp fiili zinaya yol açabiliyor. Derken bir bakmışsın Allah muhafaza nihayetinde bir insan canını kıyacak derecede vahim sonuçlara sebep teşkil edebiliyor. Nasıl ki hayra giden yollar aşama aşama gerçekleşiyorsa, şerre giden yollarda aşama aşama ilerlemekte. Dolayısıyla bu gerçekler ışığında ‘güzele bakmakta ne var’ deyip işi sulandırmayalım, mesele sanıldığı kadar basit değil. Unutmayalım ki, hafife alınan her ne varsa bir bakmışsın can evimize düşen bir kıvılcım olmakla kalmayıp etrafımıza da sıçrayan alev topu haline dönüşebiliyor. İşte bu nedenledir ki İslam’da bir şeyin çoğu haramsa azıda haramdır hükmünden hareketle hiç bir şey hafife alınmaz. Öyle ki, Müberra dinimizde hemen her şey daha işin başında hafife alınmadan sıkı tutup toplumun temel dinamiklerini sarsacak her türlü fuhşiyatı şiddetle men etmiştir. Böylece ortaya konan bir takım yasak kurallar ve cezai müeyyidelerde ortaya toplum hayatının nizamını bozacak unsurların önüne geçilmiştir. Örnek mi? Mesela Müberra dinimiz, zina işlediği sabit olan evlilere ölüm cezası ve bekârlara yüz değnek vurulması şeklinde bir cezanın tatbik edilmesini fıkhı kurallara bağlaması bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Hiç kuşkusuz burada hükme bağlanan ceza-i müeyyidelerden maksat asla can almak değildir, bilakis toplumda caydırıcılığı sağlamak temel amaçtır. Kaldı ki Yüce Allah (c.c) bu hususta “Namuskâr, zinaya sapmamış ve gizli dostlar da edinmemiş insanlar halinde yaşamasını emreder” (El-Maide suresi ayet 5) diye beyan buyurması bu hükmün doğruluğunu teyit eden bir durumdur. Ama gel gör ki, insanlık vahyin soluğundan uzak bir hayat yaşadığı içindir ne kendi iç dünyasıyla barışık, ne ailesiyle barışık, ne çevresiyle barışık, ne de insanlarla barışık kalabiliyor. İlahi hükümlere duyarsız kalınınca olacağı buydu, böylesi bir hayattan başka ne bekleyebilirdik ki. İşte İlahi olana duyarsızlık tamda bu noktada tam çıplak, yarı çıplak, yarı giyinik çıplak dolaşmak arzusunda olan kadınların, örtü altında hayâsızdık yapmak isteyen kadınların, Amerikan tarzı viski yudumlamak isteyenlerin, Fransızlar gibi güle eğlene çılgınca dans etmek isteyen gençlerin, İngiliz tarzı ‘hello’ diyerekten birbirleriyle selamlaşmak isteyenlerin işine yaramıştır. Zira bu tip hayat tarzına kendilerini kaptıranların dünyasında cennet bu dünyadır. Bu yüzden bu dünyada yaşadıkları müddetçe haramlarla ne kadar çok haşir neşir olurlarsa kendilerine o kadar kâr olarak görmekteler. Ne diyelim onlar yaptıklarını kâr olarak sana dursunlar oysa bu düpedüz sosyal çözülme hadisesidir. Böylesi bir hayattan keyif alıp kendine yabancılaşmayı çağdaşlık olarak addetmeyi hangi akla hizmet doğrusu anlamakta güçlük çekmekteyiz. Sadece çağdaşlık olarak addetseler belki bu denli gam yemeyiz, insan tabiatına aykırı gayri meşru ilişkileri cinsel özgürlük şeklinde takdim etmekteler, toplumun temel direği aile ocağını ortadan kaldıracak evsiz barksız bir hayat modelinin önermeleri de işin cabası. Gidişat pekte iyi görünmüyor, dahası insanların ruh sağlıkları pek yerinde değil, bu gidişat tüm toplumları da saran kanayan yaraya dönüşmüştür. Öyle ki, insanlık Nuh’un kurtuluş gemisine benzer bir kurtuluş gemisi ortaya çıksa da kendimizi kurtarsak hale gelmiştir.

Bakınız Resulüllah (s.a.v) ümmetinin başına gelecek olan fitneleri çok önceden nasıl dile getirmiş:

-“Ümmetimin sonunda eğerlere binen erkekler olacaktır (yani kendileri kadın fakat erkeklere benzerler). Hanımları giydikleri halde çıplaktırlar (pazıları ve göğüsleri açık bacaklarda açıktır). Başlarındaki saçları devenin hörgücü gibidir. Onları lanetleyin. Çünkü muhakkak onlar lanetlenmişlerdir. Sizden sonra bir millet olsaydı onlara hizmetçi olacaklardı. Nitekim önceki milletlerin hanımları size (el-an) hizmetçi oldukları gibi ve erkeğe benzetene Allah lanet etmiştir.”

-“Kadın kısmı avrettir. Evinden çıktığı zaman şeytan onu yoldan çıkarmak yahut onunla başkayı yoldan çıkarmak için gözleri ona çevirttirir (kalpler ona yönelir). Cenabı Hakka en çok yakın olduğu zaman kendisinin evinde oturduğu vakittir.”

İşte görüyorsunuz, öyle fitne bir zamanda yaşıyoruz ki gerçekten de kadının evinde oturması Allah katında daha da evla bir hal almıştır. Günümüzde kadınlar evden daha çok dışarda geçirmekte. Bu nedenle Yüce Allah (c.c) bu hususta Habibine;

-“Habibim mümin erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için temiz harekettir. Şüphesiz ki Allah yaptıklarından muhakkak haberdardır” (En-Nur suresi ayet 30) diye beyan buyurmakla erkeklerin harama nazar etmemeleri gerektiğini, kadınlarınsa örtünmeye riayet etmelerini emreylemiştir. Hiç kuşkusuz emrin gereğinin yerine getiren erkekler için hanesine cephe sathında cihad yapan mücahidin kazanacağı sevaba denk gelebilecek sevap yazılırken, kadınlar içinde kocasına bağlılığından ve tesettüre bürünmelerinden dolayı Saliha hatun sevabı vardır. Dikkat edin tesetüre kocasına bağlılığı da zikrettik, çünkü aile ocağının devamlı tütmesi Yüce Allah (c.c) erkeği kadına eşitler arasında birinci kılmıştır, bu yüzden bir kadın kocasına itaat ederse küçülmez, bilakis bir o kadar da yücelir de.

Her neyse tesettürle ilgili ilahi hükümlere döndüğümüzde bakın Rabbü’l âlemin Kur’an’da bu hususlarda ne buyuruyor:

-“Kadınlar ziynet yerlerini kocaları, kendi babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, elleri altında bulundurdukları cariyeler, kadına arzusu kalmamış, ele bakar hale gelmiş erkekler ve kadınların mahrem yerlerinin farkına varmayan erkek çocuklardan başkasına açmasınlar.”( Nur 24/31)

Hakeza Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in ise şöyle buyurduğu rivayet edilir:

“İki sınıf cehennem ehli olan insanlar vardır. Ben bunları henüz görmedim. Birincisi bir kavimdir ki, yanlarında sığır kuyrukları gibi kırbaçlar vardır. İkincisi de, bir grup kadınlardır. Bunlar sözde giyinmişlerdir, ama gerçekte çıplaktırlar. Bunlar erkeklere meylederler ve erkekleri de kendilerine meylettirirler. Bunlar saçlarını da başlarının tepesinde toplayıp, deve hörgücü gibi yapmışlardır. İşte bunlar cennete giremeyeceklerdir. Oysa cennetin kokusu çok uzaklardan hissedildiği halde bunlar, cennetin kokusunu dahi alamayacaklardır.” (Tac,3, 179)

İşte yukarıda zikredilen söz konusu ayetler ve hadislerden hareketle Hz. Ali (k.v) bir gün hutbede halifelik sorumluluğuyla;

- “Ey insanlar yapayalnız hanımlarınız sokaklarda dolaşmasınlar. Sizler onların dolaşmalarından utanmıyor musunuz? Yoksa gayretiniz yok mudur? Sizler hanımlarınızı yapayalnız sokaklara salıveriyorsunuz. Sonra onlar erkeklere, erkeklerde onlara bakıp duruyorlar, birbirine fitne oluyorlar’ uyarısında bulunmayı ihmal etmez de.

Velhasıl-ı kelam en son özetle şunu diyebiliriz ki harama nazar etmek (bakmak) şehveti kamçılamakta, şehvet ise fiili zinaya giden kapıyı aralamakta, kapı aralanınca o işlenen zinanın akabinde daha vahim olan nihayetinde süreç cinayet hadisesiyle neticelenebiliyor. Kelimenin tam anlamıyla Said Nursi Hz.lerinin ifadesiyle ‘Kadın bir üzüm yedirir bin elem takar’ denilen hadiseler zinciri ardı ardına patlak verir.

Vesselam.
https://www.enpolitik.com/tesettur-makale,4778.html
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön