Bir veda mektubu...

İbret almasını bilenler için
Cevapla
Kullanıcı avatarı
alaimisema7
Üye
Üye
Mesajlar: 43
Kayıt: 04 Nis 2008, 02:00

Bir veda mektubu...

Mesaj gönderen alaimisema7 »

Veysel ERGİN
Öğretmenim! Size 16 Ağustos'un yakıcı sıcağına yenik düşmüş Yalova'daki evimden yazıyorum. Saat gece yarısını henüz geçti. İçimde tuhaf bir his var. Sanki, size şimdi yazmasam, bir daha hiç yazamayacakmışım gibi geliyor. Hayatla hesaplaşmak için bu son fırsatımmış gibi hissediyorum.
Hatırlar mısınız, yurttan kaçtığımız akşam, bizi bilardo salonunda yakalamış ve yurda döndüğümüzde bana, "Fatih, bilir misin ki, dünyanın en mutlu cimrisi, edindiği gerçek dostlarını muhafaza edebilendir? Biz gerçekten dostsak, arkadaşlığımızı bilardoya değişemezsin." demiştiniz.

Sonra, uyuyor numarası yaptığım o gece, "Allah'ım, öğrencilerimi çok seviyorum! Bana, onların yüreklerine tesir edecek sözleri söyleyebilme gücü ver! Bilmiyorlar, bilseler böyle davranırlar mıydı?" diye dua edişinizi, battaniyemin altında akıttığım gözyaşlarımla dinlemiştim.
Ah öğretmenim! "Bu adamın bizimle ilgilenmesinden çıkarı ne?" diye, için için bir öfke duydum, ilk zamanlar. O zamana kadar ya bir karşılık beklenen "eğer" türü sevgiyle veya bir şeylere sahip olmanın sonucu olan "çünkü" türü sevgiyle karşılaşmıştım: "Eğer iyi bir çocuk olursan, ailen seni sever.", "Seni seviyorum, çünkü o kadar zengin ve ünlüsün ki..." Hep düşündüm; karşılıksız veya mevcut bir duruma bağlı olmayan gerçek sevgi yok mu, diye. Tâ ki, sizin bizimle paylaştığınız, "her şeye rağmen sevmek" duygusuyla karşılaşıncaya kadar...

Düşünsenize öğretmenim; sigara içmeme, size defalarca yalan söylememe ve birçok kötü alışkanlığıma rağmen sevdiniz beni. Ne güzel bir insanı; kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına rağmen sevebilmek! En çok ihtiyacımız olan sevgi de bu değil midir? Kalbinizin derinliklerinde dünyada kimsenin size aldırmadığını ve sizi gerçekten sevmediği düşünseydiniz, edindiğiniz mal veya şöhretin, başarı veya unvanların sizin için bir anlamı kalır mıydı? Dünya, başınızın üstüne çöküvermez miydi? Günün birinde gerçek ve doyurucu bir sevgiye ulaşabileceğiniz umudu olmasa, hayatınızın geri kalanını nasıl yaşayabilirdiniz?

Ne olur öğretmenim, hep böyle kalın! İnanın, üniversiteyi kazanamasam veya son dakikalarımı yaşıyor olsam da; bunu bize tattırmanızın verdiği mutluluk, her şeye bedeldi. Bundan sonra öğrenciniz olma mutluluğunu yaşayabilecek öğrencilerinize de, şu dileklerimi aktarabilir misiniz?

"Arkadaşlarım, kardeşlerim, ağabeylerim!.. Sizce bu yılınızı iyi geçirdiniz mi? Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi? Bu yıl kaç defa gün ışığıyla uyandınız? Kaç kişiye, sırf içinizden geldiği için bir hediye aldınız? En son ne zaman mektup yazdınız veya eski bir arkadaşınızı aradınız? Bunlar, aslında önemsiz gibi görünen küçük ayrıntılar değil mi? İyi bir hayatın, bunlar gibi birçok küçük şeye bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü? Öyleyse, bundan sonra bir düşünün. Yayılın çimenlerin üstüne. Acele edin. Er veya geç, çimenler yayılacak üzerinize!"

Canım öğretmenim!

Bilseniz, şu an o kadar rahatım ki! Saat 03:00'e geliyor. Artık uyuyabilirim, hem de bir daha uyanmamacasına... Hoşça kalın! Sizin "her şeye rağmen" sevginize lâyık olamayan ama, sizi her zaman sevecek olan yaramaz öğrenciniz.


Bu mektup 17 Ağustos 1999 depreminde vefat eden Mesut Fatih Çelik'in, depremden kısa bir süre önce öğretmenine yazdığı mektubudur. Fatih, üniversite imtihanında Bilkent Üniversitesi, İşletme (burslu) bölümünü kazandığını öğrenemedi. Mektubu Fatih'in annesi, enkazın altından bulup Fatih'in öğretmenine getirmiştir.
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Değerli alaimisema7 kardeşimiz,
çok ibret ve ders verici bir katkıyla sitenize hoş geldiniz,
sizi muhammedi muhabbetle karşılarız..
BİZ de BİRlik dileriz...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

MUHAMMEDİNUR GÖNÜL TEKKESİZE HOŞ GELDİNİZ alaimisema7 KARDEŞİMİZ
DEĞERLİ PAYLAŞIMINIZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİZ
SİTENİZE DAHA NİCE KATKILAR DİLERİM İNŞAALLAH

MUHAMMEDİ MUHABBETLER
Resim
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Bir veda mektubu...

Mesaj gönderen MINA »

alaimisema7 yazdı:Öyleyse, bundan sonra bir düşünün. Yayılın çimenlerin üstüne. Acele edin. Er veya geç, çimenler yayılacak üzerinize!"

Allah Dostu Derki
....RIZA VE HUZUR


Bu yazı büyük bir edeb ve ta’zimle, tevazu’’ hududlarını aşarak, bir kul olan bana, mektup yazan bir profesöre cevaptır.

Sayın Profesör!

İnci taneleri gibi güzel kelimelerle süslü mektubunuzu dikkatle okudum. Naçiz şahsıma gösterilen her türlü ulvî his ve nezakete aynı ağırlıkla mukabelemi kabul ediniz.

Muhterem efendim!
Benden sorduğunuz süalin cevabını akıl ve zevkinizin doyacağı kadar bildiğinize hiç şüphem yoktur. Bilginizin sizi ve bir çok insanlarıdoyuracak ve irşad edecek meretebede olduğunu anlıyorum…
“Rıza ve Huzur,
“Edeb ve Hayâ”
“Günah, Sevâb ve Ecir nedir?”

Süalinize ben:

Rıza ve Huzur hasretiyle değil de Rıza ve Huzur deryası içinden cevab vereceğim…
Denizdeki balığın anaotomisini, her türlü hususatını, biz insanlar dışardan tetkik edip anlıyoruz.

Bu tetkik ve anlama, çok geniş ve vâsi’dir.
Bu analamanın bir de balık tarafından târif ve izâhı vardır.
İşte ben de size balık vaziyetinde bulunarak, Rıza ve Huzuru kısaca anlatmaya çalışaağım.
Zannedersem, bu süalin benden sorulmasındaki gaye de budur…

Cenab-ı ALLAH, Celâl sıfatını tecellîsini arzu etmez.
Bundan dolay “Zü’l-İntikam” Kur’ân’da kanunî umdeler halinde kullarına hediye etmiştir.

Cemiyet içindeki ahlâk, adalet ve doğruluk hasletlerinden ayrılan kulların cezalarını tâyin ederek, yine kulları vasıtasıyla ve bir cemiyet nizamı halinde suçlulara tatbik ettirir.
Bu kanunları harfiyen tatbik eden kullar, her türlü belâdan masun olarak imrar-ı hayat ederler.

O zaman Cemâl sıfatının mahzarı olarak, kâmil kul mertebesinde güzel, helal rızklarla merzuk olurlar.

“Ahlâk, adalet, doğruluk ve şefkat prensipleri haricindeki hareketler benim gayretime dokunur. O zaman Celâl sıfatımla tecellî etmek isterim!..” der…

İşte “RIZA” demek, Celâl sıfatını harekete geçirmeden, Cemâl sıfatına şükürüle bağlanıp, sabır kanatlarıyla Resûl’ün Ravzası’nı süsleyen temiz semâlarda salât ü selâm cıvıltıları getirerek İlliyyin’e doğru uçup gitmek…
İşte Rıza…
İşte Huzur buna derler…

Sayın Profesör!
Size bu kadar kâfidir…
Merak hududundan çıkan hasretiniz bir müjdedir.
Bazıları bir şey öğrenmek için merak saikasıyla bir hasret duyarlar.
Bunda hulûs ve teslimiyet yoktur.

Sizin hasretiniz hakikî yolunda bulunandandır.
Bundan dolayı manevî bakımdan gıbtaya lâyıksınız.
Bu husustaki düşünce ve gidişiniz, bizim gözümüzle doğru dur. Yolunuz nûrlu olsun!..

Emr-i ilâhiyi bihakkın yerine getirmeden ALLAH’tan bir şey istememek, Hayâdır.

Hayâ makamında kul ancak, Saray-ı İlâhi’ye girebilir.
Saray-ı İlâhiyye’nin adab-ı muaşeretini bilmeden, burda yürünemez…
Sîret-i Resûl, Ahlâk-ı Resûl buranın adabıdır.
Bundan dolayı Rahmet-i Subhâniyye kalb-i pâk-i Resûl’e inmeden,onun parçaları olan kullara yetişemez.

Onun için her münâcâtın başında Resûl’e salâvat getirmek icâbeder…

Bu usülü kendi kudret-i derecesine göre insanlar ya takib ederler yahut takib etmezler.

Bu takibde hata daima insana raci’ bulunur.
İnsan bu yol üstünde şeytan ile birliktedir.
Hata bazan doğru, bazen hata şeklinde görülür..
Bunların kul farkında değildir.

İnsan sevdiklerinin hatalarından dolayı üzüntü duyar.
Bu duygu, RAHÎM esmâsı’nın kula göre tecellî miktarıdır…

Bu tecellînin altında acımak gizlidir.
Fakat Esmâ-ı İlâhiyyenin “RAHÎM”in altında acımak gizli değildir; gizli olsa o sıfattan çıkar…


Soğuk su ateşi giderir.
Bu gidermek ağzı kuruyan veya içi yanan adama suyun acıdığından değildir.

Suyun ferahlık verici hassası olmasındandır.
İşte “Rahmetenli’l-âlemîn” olarak gönderilen Resûl, ALLAH’ın RAHÎM esmâsının pınarının hazinesinin musluğu gibidir…
Bu sıfatın Resûl’de tecellîsi Murad-ı İlâhidir…

Bu tecellîye çarpmak, “Şefâat” denilen, Resûlün, kulun hatasına karşı duyduğu kalb-i mübârekelerindeki üzüntüyü kaldırmak için Cenâb-ı Hakk tarafından hediye edilen desturu ortaya çıkarır…

Şefâat dilemek, istemek aslında RAHÎM esmâsı’nın Resûl’de tecellî eden acımak lifinden yardım taleb etmektir.

Şefâat etmek demek, RAHÎM esmâsı’nın kuln kaldırabileceği miktarda olanını RAHÎM sıfatına çarptırmak demektir…
Onun için: “ALLAH’ın izni olmadan Resûl şefâat edemez!” sözünün mânâsı böyle fehmedilir…

“Tevessül” ise dilemek, istemek lifinden çıkan rahmeti istemektir.
Tevessülde kulun tahammülünün fevkinde RAHÎM esmâsı tecellî eder.
Kul kurtulur; fakat “an-ı vahit”te erir…

Tevessülün altında acımak yoktur.
İnsan evvelden hazırlıksız ise yuvarlanır…
Tevessülde bir hususiyet, şefâatte umumiyet gizlidir.
Rahmet Çeşmesi’nin pınarının fışkırdığı yer Resûl olduğu için şefâat herkese yapılacaktır.
Arzu etse de etmese de…

Zirâ, “Rahmetenli’l-âlemîn” dir, O Resûl-ü Kibriyâ…
Şefâat etmem dediklerine bile Şefâat edecektir, o Mahbub-u Hüdâ…
Tevessül tehlikelidir. Hak etmeyene tevessül etmek edeb harici bir iştir.
RAHÎM esmâsı’nın altında kalb-i pâk-i Resûl gizlidir…

Fakat RAHÎM esmâsı’nın altınd acımak yoktur.
Acımak olsa “Kahhar, Zü’l- İntikam” esmâlarının mânâsı kalmaz… Zirâ, Sıfat-ı İlâhiyye yekdiğerinin tamamıdır.

Ancak tecellî şekillerine göre başka başka görünürler…
RAHÎM esmâsı, kalb-i Resûl’de “Acımak” şeklinde tecellî ederek “Şefâat” halinde ortaya çıkar…

RAHÎM esmâsı’nın yoğurduğu ve yıkadığı kalb-i mübârek-i Resûl’de parlayan “RAHÎM” ismi, acımak sûretinde tecellî eder, kul analasın diye…

Esmâlar, kuldaki tecellîlerine göre tezâhür eder. hanği esmâ daha ziyâde tecellî edrse o kul o şekilde bir insan olur…

Can almağa mahsus Azrail, “Mümît” esmâsının tecellîlerini yerine getirir.
Esmâ, doğrudan doğruya sudûr ederse canlı bir mahluk kalmaz.
Kelâm-ı İlâhi, Resûl’e “Cebrail” ile nâzil olmuştur.

Doğrudan doğruya nâzil olsa kâinât buna tahammül edemez.
“Kur’ân’ı Biz dağa indirseydik paramparça olurdu!..”
Diğer büyük melekler de böyledir…

Cenâb-ı ALLAH’ın her şeyle temsı vasıtalı murad etmesi, canlı cansız bütün kâinât ve mevcudatın tahammülsüzlüğündendir.
“Biz insana tahammülünün fevkinde yük yüklemeyiz!..” âyeti budur…
Esmâların birleştiği “Zâtullah”ın küçük bir tecellîsine tahammül hududu giremez…


“Li’l- cebeli ceâlehu dekken!” bunun beyânıdır.
İşte Şefâat, bu tahammülsüzlüğü tahammüledilir hâle getirmek için Resûl-i Ekrem’e verilmiştir…

“Yâ RAHÎM” esmâsı’nın mazhariyetine nâil olabilmek için kulun RAHÎM ve ŞEFÎK olması lâzımdır.

Hayvanlara, nebatalara Rahîm ve Şefîk olmayan kimseye bu esmânın yardım ve iltifâtı yoktur.

Rahîm ve Şefîk olan kimse, bunlardaki sırrın farkında olandır…
ALLAH kapısına ancak bu sıfatla yanaşılır…
Aksi, ne mergub ne de mümkündür…
Çiçeği vazoya koyup güzelliğinin seyr ve kokusunun alınacagına, dalında iken, ALLAH’ı zikir hâlinde bulunurken seyr ve duymak rasında büyük fark vardır…

Devranı dışardan setretmek ile halkaya girip devretmek arasında binlerce fersah, binlerce yıl arası kadar fark vardır…
Dalından ayrılan, toprakatan sökülen halkadan koparılmıştır. Halkadan koparılmış nesne artık zincir değildir..
Basit bir parçadır. Parçada iş yoktur.
“Küll”de iş vardır.
Ben, sen, o, biz, siz, onlar yok, hepsinin mecmu’u ayrılmaz.
“O” vardır!..
.
“O” ile iş yapan, ibâdet eden için artık düzme, çatma, mekan, mevki, yer, cihet mefhumları yoktur…

Bunlar, “Ben sen, o, biz, siz, onlar” formülünden ayrılmayanlarda, akıl erdiremeyenlerde mevcuttur…
“HAYY”ı, “Mümît” yapmak isteyen “O”nun ismiyle bunu yapmalıdır…
Aksi hâlde haram, küfür, şirktir.
Cezâsının affı da yoktur…

Ateş her şeyin hakikatını ortaya koyan bir nimettir.
Amber ateşe atılmazsa güzel kokusu çıkmaz…
Ateş “HAYY”ın hakikatını izhar eder.
Binlerce yüzbinlerce kimse bunun farkında değildir….


Ateşin içinde Nûr,
Ateşin içinde gül bahçesi,
Ateşin içinde yeşil çimen,
Ateşin içinde nimet,
Ateşin içinde rahmet,
Ateşin içinde “Söylenemez” vardır!...
“Söylenemez” dedik ya aranırsa bulunur…


Bunları anlamak ve bulmak için hastalanamak lâzımdır.
Hasta olmayanın yanına doktor gelmez, hasta olmayan da doktora gitmez.
RAHÎM ve ŞEFÎK esmâsını hastalanacak derecede kendine mal etmek lâzımdır.
O zaman doktor ayağa gelecektir…

Her perde RAHÎM ve ŞEFÎK esmâsı ile açılır.
Her makama bu haslet ile çıkılır.
Huzurdan maksat divân değildir.
Cemâlde erimek demektir.
Huzur, rahatlık değildir.
Bu yanlış anlayıştır; bir büyüğün önü de değildir.
Huzurun ruhanî mânâsı erimek, o şeyle karışıp ortadan kaybolmaktır.

Meselâ:
Sütte şeker erirse huzur teessüs eder.
Fakat huzur sütün müdür? Şekerin midir?
Kim kimin içinde eririse, eriyen huzura kavuşmuştur.
Eridiğin muhit huzurun kendisidir.
Çabuk erimek için RAHÎM ve ŞEFÎK isimli şeker olmalıdır…

Hakiki RAHÎM ve ŞEFÎK olan insan için mertebe, makam yoktur.
O kendisi bir makamdır.
Suyun içinde eriyenin makamı olur mu? O hep “SU”dur…
“SU” azîzdir…

Eriyeni de azîz eder…
Cemâlde eriyen, Cemâlli olur..
Hâlli kimselerden niçin zevk duyuyorsu, onlar konuştukları zaman her şeyi unutuyorsun…

Zirâ bu kimse erimek için sırada bulunanlardandır…
Sırada bulunanlar böyle olursa, sıradan çıkmışlar nasıl olur?..
Hele bir düşün bakalım!..


Bütün kabiliyet ve hünerlerinizi gösterseniz târif edemezsiniz; bu mıntıkada âyetten, hadisten helâlden, rızıktan bahsetmek geri geriye gitmek demektir..
Aman i’tiraz veya fikir beyânı için dilini oynatma!..
“Lâ tuharrik bihi lisâneke lita’cele bihi!”

Zâhiri âlimler daima gönüllerin bâtınî hâllerine bağlıdır.
Şek ve şüpheye düşmek, kalbibn basîretine sataşmak ve içindeki sırrın nûrunu söndürmektir.
İnsan tatmin mertebesine gelinceye kadar akıl ile ihtilaf ve kavga hâlindedir.

İnsanı mutmainne mertebesine çıkaran temiz ahlâkıdır.
Bu mertebeye çıkmak için insan yıpranır.
Vucûdunun yıpranmasından tasa etme, ağaçta çiçek dökülünce meyve baş gösterir bilir misin?…

Şimdi de Günah, Sevâb ve Ecîr kelimelerinin altında gizli ve herkesin vehleten anlayıp da izahını güçlükle yaptığı bu tâbirleri biraz eşeleyelim:

Kulun ALLAH’a karşı olan şükrünü ifâ etmemesi ve bunda devam atmesi edeb dışı bir iş olur ki buna Günah derler…

Hakikat ortaya çıktığı gün, kul kendi cezasını kendi verecektir…
Büyük bir utanma içinde yoğrulacaktır.
Buna ister insanoğlu inansın, ister inanmasın bu hakikat bir gün muhakkak olacaktır…

Günahın cezasını Cenâb-ı Hakk kulun kendine bırakmıştır.
Günahı inkar ve red hududuna girerse neûzubillah küfürdedir. Gazab-ı İlâhi, Azab-ı İlâhi deryasına düştü demektir…
Günahı tevbe ile temizlemek, yok etmek lâzımdır.
Küfrü ise ancak tecdid-i iman temizleyebilir.
ALLAH’a karşı şükür ifâsında lüzumlu işlri yaparken hasbe’l-beşer, bazı gaflet ve arızalardan dolayı şükrün zamanını, icrasını sektyey uğratırsa o günah değildir
…
Bu durum gaflet içinde ihmâldir.
Bu hâl istiğfar ile yok edilebilir.
Günah ve küfür ise istiğfar ile giderilemez…


Sevâb:
Sokakta elbise ile gezmek bir edebdir.
Bu, cemiyet kaidesidir.
Ceketi düğmeli gezmek ise iyi bir hassadır.
İşte bu hâl sevâbtır.

Daima bu hâl içinde bulunmak ecre kavuşmak demektir.
Sevâb, ALLAH’ı her yerde görür gibi hareket eden bir adamın ahlâk ve karekteridir.

“Cenâb-ı ALLAH tarafından kendisine verilen bu hâl ve edeb…”
İşte, Sevâb budur…
Ecîr ise bu hâlin hüccet vesikasıdır.
Yâni: “Bu hâl senin olsun daima öyle ol!” demektir.

ALLAH’ın aff ve mağfireti diğer nimetler gibi fazl ve keremindedir. Rıza-yı İlâhi amelin kendisine değil de ruhî muhasebedeki olan hulûs-u kalbe karşı tecellî eder…

Rıza-yı İlâhi baha ile değil, bahane iledir…

Nâdim olmuş bir günahkârın tevbesi Bârigâh-ı İzzet’te meleklerin avaze-yi tesbihinden ziyâde mahzar-ı hüsn-ü kabul olur.

Günahı hiç işlememek mümkün değildir.
ALLAH’ın GAFÛR ve RAHÎM isimlerinin tecellîsi ancak yeryüzünde günahı işlemekle olur.

“Sizler eğer günah işlemeseydiniz Cenâb-ı Hakk günah işler bir başka kavmi halk ederdi!” hadis-i şerîf…

Tevbe ve İstiğfar:
İstiğfar, günahı olmayanaların temiz bir elbise üzerine konan tozları silkmesi gibi salihlerin fırçasıdır…

Tevbe ise, günah işleyenlerin lekeleri yıkaması için bir rahmet yoludur…
İnsanların işledikleri bazı günahlar vardır ki görünmez, adeta bir koku çıkarır, onlar o muhitte bulunanlara siner…
İstiğfar, bu günah kokusunu günah işlemeyenlerden giderir.
İstiğfar, bir mertebede bulunanlara aittir.

Tevbe ve istiğfar ise birlikte avam içindir.
İnsanın yaptığını bilmesi lâzımdır.
Kuru tevbe veya istiğfar bir şey ifâde etmez.
Resûl-ü Ekrem’in buyurduğu yolda tam yürümeyen, arasıra dizi haricine çıkanlar için bir şey ifâde etmez.

Dizide doğru gidiyorum diye bir çok uğraşanlar mevcuddur. Gaflettedirler…
Haberlei yoktur…


İnsan dinî ayarını arasıra kontrol ettirmelidir.
Bu işi çabuk anlayabilmek, bu işin kıymetini bilmeyenlere nasib olmaz!..

Cenâb-ı ALLAH kitabında:

“Ve’t-Tûr. Kitabin mestûr. Fî rakkin menşûr. Ve’l- Beyti’l- Ma’mûr. Ve’s- sakfi’l- merfu’. Ve’l- bahri’l- mescûr!” dan bahsediyor…
Bunlardan murad İNSANdır…
Tûr’dan murad nefistir…

“Biz Musa’ya Tûr’un sağ cânibinden nidâ ettik!..” buyuruluyor…
Sağ cânib nefis cânibinden demektir. Kendi hüviyyetinden demektir.
Bir de dağ mânâsına olan “Tur” vardır. Musa’ya Tur’da hsıl olan tecellî nefis cânibindendir.
Dağ, mekan-ı ibâdettir.
Dağın erimesi, Musa’nın kendisinde fâni oluşudur.
Bayılması, nefsin izmihlâli demektir.
Musa’dan artık eser kalmadı.
Musa, ALLAH’ı görmedi.
ALLAH, ALLAH’ı gördü…

“Lenteranî : Yâ Musa! Beni elbette göremezsin!..”
“Sen mevcûd oldukça Ben, sende gizliyim.
Eğer Beni bulursan sen yok olursun!” demektir…
Zirâ kadîmin zuhuru hâdisi yok eder.

“Ben kaybolunca, O âşikâr oldu.
O âşikâr olunca, beni kaybetti!..”
diye duyup söyleyen Hazreti Ali bunu anlatmak istemiştir.

Musa’ya: “Nefsi bırak da öyle gel!..” buyurulmuştur..

İşte insanda Hakikat-ı İlâhiyye tâbir olunan mes’ele budur. Ondan dolayı şek ve şüpheye düşmek, kalbin basîretine sataşmak ve içindeki sırrın nûrunu söndürmektir!..

Azîz dostum!

Binlerce senedir bu hususu akıl, ruh ve mânevî basîret kazmalarıyla eşip, bulduklarını güzel sözlerele, nesilden nesile intikal ettiren, ALLAH rızasına kavuşmuş büyüklerin sözlerine i’tikad ve iman, her mes’eleyi hâlleder mahiyettedir.
Bir çok münevverler kendi ilim ve fen müktesabatıyla (ki bu müktesabat bâtının zâhirî hakikat ve tefsiridir.)

Müteâl Zü’l- Celâl hakkında akıl doyuracak mesned ve delil ararlar.
Dimağ çerçevesine ve akıl hududuna sığdıramadıkları şeyleri, garib bir mantık ve düşünce ile redd ederler!..
Hâlbuki bu mes’ele öyle değildir.
Bu gibilere bizim de kendi çapımızda tevâzu’ ile bir cevabımız vardır.
Çok kısadır.

Buyurun dinleyin:

Ey insanoğlu!
Doğruluktan ayrılma!
Unutma ki suyun bir karış altında veya denizin binlerce metre derinliğinde boğulmak arasında fark yoktur!...
Fazilet hastalık da olsa ona daima razı olun!..

Zirâ, faziletli insanın fazileti, ölümünden sonra bile devam eder!..
Bilerek kimseye, hiçbir hayvana, hatta hiçbir nebata fenalık etmeyen insan, gerçekten büyük insandır!..
Terbiye ve iyi ahlâk sahibi olan adam, ne hâlde bulunursa bulunsun gene insandır.

Fakat bu iki nimetten mahrum olan adam, dünyada her şey olabilir, yalnız insan olamaz!...
Mânevî ve ahlâkî bilgi, dış âlem hakkındaki cehâleti daima teselli edecektir.
Ve bu, daima böyle kalacaktır!..

İman ise beş duygumuzun duyuşuna aykırı olarak bir şey göstermez.
Onların sezemediği şeyleri öğretir.
İman, aklınıza, duygunuza zıd bir şey değildir.
Onların üstünde bir inanıştır.
Aklın kontroluna her şeyi vurmak istersek o zaman iman saçma, gülünç gelir size…

ALLAH’ı hisseden akıl değil, kalbdir.
İşte imanın insana öğrettiği şey budur!..
Akıl olmasaydı, insanlar hiss ile hayatlarını sürdürürlerdi.
Fakat başlarını bir türlü secdeden kaldıramıyacaklardı…

İbâdet, insanı kâmilleştiren ve yükselten en kuvvetli âmildir.
İbâdetle güzel huylar kazanılır, insan kıymetlenir.
Bunu ne kadar çetin ve başarılması güç olduğunu kendini islaha çalışan insan idrak edebilir.

ALLAH’ın sevdiği kulları arasına katılmak elbetteki kolay olamaz.
Kuvvetli irade, geniş tahammül lâzımdır.
Hakiki ibâdet eden, şefkat ve merhamet hislerinin daima esiri olmuştur.
Kendini bu esaretten kurtaramaz.

Fakat yalnız ibâdet de bir şey ifâde etmez.
İbâdet, bir küll, bir bütündür..
İhsan ve keremi, İbâdete arkadaş etmek lâzımdır.
İbâdetten maksat, İhsan ve kereme kavuşmaktır…
Kur’ân okumak dilin ucundan çıkar.
İhsan ve kerem için düşmüşe yardım, canın ortasından gelir.
İhsan ve kereme kavuşan insan ise, bir âyet olur!...
İhsan ve kereme kavuşmayan insan, ALLAH’ın güzel kulları arasına giremez!..

Toprak altında bir kış sabırla tahammül eden buğday tanesi insanoğlunun en Azîz bir nimeti olmak için nerelerden geçiyor biliyor musunuz?..

Harman… Çırılçıplak olmak için…
Kalbur… İçine karışandan kurtulmak için…
Değirmen… Beyazlanmak için…
Hamur… Yumuşamak için…
Ateş… Azîz nimet olmak için…


Azîz olmak için bu kadar çileden ve ateşten geçen buğday, tane olmak için de; Sa’y, mevsim, toprak, su, güneş, sabır, hem de kar altında sabır, tekrar sa’y… Harman, Kalbur, Değirmen, Hamur, Ateş!..

Bu kadar çileden sonra azîz oluyor…Bu sessiz, sözsüz, intizamlı çile, onu nasibi, fakat bu çileden azîz olarak çıkıyor!..

Yâni:
“Buğday velâyet mertebesine erişiyor!” demektir.
Velâyet mertebesine erişen bir kimsenin sırrını HÂLİK bir perde ile örter…
Bu perde, bir takım geri beşeriyet vasıflarıdır…

HÂLİK, bu vasıflarla o velîsinin ya bir ayıbını meydana vurur, yahut bir hünerini ayıp şeklinde gösterir…

Bâtını, üstün anlayışla nûrlandırılmış olanlardan başka hiç kimse, bu gizli velîlerini teşhis edemez.
Buğdayı bu hâlinden, bu çilesinden hiç kimse döndürmeğe kâdir değildir.
HÂLİK’ın kendisiyle meşgul ettiği insanları, hâllerinden döndürmeğe kimse kâdir değildir.

Kendisine koşarak gelip müjdelediler…
“Büyük düşmanın öldü!”
Yüzünde hiç sevinç alâimi görülmedi.
Bilâkis kederlendi…
Müjdeci haberi anlamadığını zannederek tekrarladı…
Gayet sâkin biir sesle müjdeciye:
“Benim ölmeyeceğimi, dünyaya temel atacağımı kim söyledi!..”

Şu muhakkaktır ki bu kâinâtın bir menşe’i, bir yaratıcısı, bir HÂLİK’ı vardır…
O’nun üç büyük vasfı vardır:
Halk eder…
İdâme eder…
Yok eder!..

O’nun mahiyetini tâyin ve teşhis edecek hücre insan dimağında yoktur!..


KELİMELER:

وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَـكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
“Ve lemma cae musa li mikatina ve kelemehu rabbühu kale rabbi erini enzir ileyk kale len terani ve lakininzur ilel cebeli fe inistekarra mekanehu fe sevfe terani felemma tecella rabbühu lil cebeli cealehu dekken ve harra musa saika felemma efaka kale sübhaneke tübtü ileyke ve ene evvelül mü'minin : Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” (A’raf 7/143)

Naçiz : (Nâ-çiz) f. Çok küçük, ehemmiyetsiz şey, değersiz, hükümsüz.

Nezaket : Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.

Mukabele : Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak.

Vâsi’ : (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı. * Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (C.C.)

لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ
“La tuharrik bihi lisaneke lita'cele bihi. : (Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma.” (Kıyâmet 75/16)

İfâ : Yerine getirme.

Hasbe’l kader : Kader icabı, Kader için.

Hüccet : Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika. * Şâhid.

Mahzar-ı hüsn-ü kabul : Güzel bir kabüle sahib oluş.

وَالطُّورِوَكِتَابٍ مَّسْطُورٍ فِي رَقٍّ مَّنشُورٍوَالْبَيْتِ الْمَعْمُورِ وَالسَّقْفِ الْمَرْفُوعِ وَالْبَحْرِ الْمَسْجُورِ إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌإِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌ
“Vet tur. Ve kitabim mestur. Fi rakkim menşur. Vel beytil ma'mur. Ves sakfil merfu'. Vel bahril mescur. İnne azabe rabbike le vaki'. Ma lehu min dafi' : Tûr'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitab'a, Beyt-i Ma'mûr'a, yükseltilmiş tavana, dolu denize andolsun ki, Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır. Ona engel olacak hiçbir şey yoktur.” ( Tûr 52/1-8)[/color]

وَنَادَيْنَاهُ مِن جَانِبِ الطُّورِ الْأَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِيًّا
“Ve nadeynahü min canibit turil eymeni ve karrabnahü neciyya : Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık.” (Meryem 19/52)

Müktesabat : Elde edilmiş olanlar. Kazanılmış olanlar. Çalışmak suretiyle kazanılmış olanlar.

Münevver : (Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı. * Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş. * Parlatılmış.

Müteâl : Âlî, büyük.

Menşe’ : (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.

İdâme : Devam ettirmek. Dâim ve bâki kılmak.

Tâyin : Yerini belli etmek. * Vazifeye göndermek, vazifelendirmek. * Ayırmak. * Tayın, erzak.

Teşhis : Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma. * Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek. * Edb: Canlılandırmak,
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Cevapla

“►İbretlikler◄” sayfasına dön