Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSAN KAÇ ŞEYDEN YARATILMIŞTIR?

Kendini tanımak, bilmek istersen, iki şeyden yaratılmış olduğunu bilmelisin. Biri zahirî kalıp. Buna beden derler. Göz ile görülebilir. Diğeri bâtın [içyüz, görünmeyen taraf] mânâsındadır. Ona nefs derler, ruh derler ve kalb derler.

Bu ancak hakikat gözü ile bilinir. Baş gözü ile görülemez. Senin hakikatin, aslın, bu bâtın mânâsındadır. Ondan gayrisi ona tâbidir. Onun askeri ve hizmetçisidir. Biz bu mânâya kalb ismini vereceğiz. Kalb dediğimiz zaman biliniz ki, bazen ruh dedikleri, bazen nefs dedikleri, insanın hakikatini demek istiyoruz. Kalb demekle, göğsün sol tarafına yerleştirilmiş olan et parçası [yâni yüreği] kasdetmiyoruz. Onun bir kıymeti yoktur. Hayvanlarda da ölülerde de vardır. Baş gözü ile görülebilir. Baş gözü ile görülen her şey, bu âlemden olup bunlara âlem-i şehâdet denir.

Kalbin hakikati bu âlemden değildir. Bu âleme garib olarak gelmiştir. Yolcu gibi gelmiştir. Görünen et parçası [yürek] onun taşıyıcısı ve âletidir. Bedenin tüm uzuvları [organları], onun askeridir. Bütün bedenin padişahı odur. Hak Teâlâ'yı tanımak, O'nun cemâlini müşahede etmek, onun sıfatıdır. Teklif ona olmaktadır. Hitab onadır. 'Itab ve ikab [azarlama ve cezalandırma] onadır.

Asıl saadet ve şekavet [bedbahtlık, kötü hallilik] onun içindir. Beden, bütün bunlarda ona uymaktadır. Onun hakikatini bilmek, sıfatlarını tanımak, Allahü Teâlâ'yı tanımanın, bilmenin anahtarıdır. Onu bilmeye çok uğraş ki, o çok yüksek bir cevherdir. Melekler cevherindendir.

Onun asıl madeni, Allahü Teâlâ hazretleridir. Oradan gelmiştir, tekrar oraya dönecektir. Buraya gurbete gelmiştir. Ticaret ve ziraat tohumu ekmek için gelmiştir. O hâlde bu mânâdaki ticaret ve ziraati bilmelisin.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KALBİN HAKİKATİNİ BİLMEK

Varlığı bilinmeyince, kalbin hakikati anlaşılamaz. O hâlde hakikatinin ne olduğunu, sonra askerini, sonra bu asker ile olan bağlılığını, sonra sıfatlarını bilmek lâzımdır. Sıfatlan bilinirse, Allahü Teâlâ'nm bilinmesinin nasıl hâsıl olduğu, kendi saadetine nasıl ulaştığı bilinir. Bunlann her birine ayrı ayrı işaret edeceğiz.

Kalbin varlığı aşikârdır. Zira, insanın kendi varlığında şüphesi yoktur. İnsanın varlığı bu kalıbı ile değildir. Bu kalıp, ölüde de vardır, fakat ruhu yoktur!

Biz kalb demekle, ruhun hakikatini kasd ediyoruz. Bu ruh olmazsa, beden temiz olamaz. Gözünü kapayıp kalıbını, gökleri, yerleri ve gözle görülebilen her şeyi unutsa da kendi varlığını zarurî olarak bilir. Her ne kadar kalıbından, yerden, gökten ve göklerde olanlardan haberi olmasa da, kendinden haberi olur. Bu hususta dikkatli düşünen bir kimse, âhiretin hakikatinden bir şeyler anlar ve yine anlar ki, bu bedeni ondan alırlar; o ise bir yerde kalır, yok olmaz.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSANIN BEDENE İHTİYACI

Beden, kalbin ülkesidir. Bu ülkede kalbin çeşit çeşit askerleri vardır. Ayet-i kerimede, «Senin Rabbinin askerlerini, O’ndan başkası bilmez» (Müddessir 74/31), buyuruldu. Kalb âhiret için yaratılmıştır. Onun işi, saadeti [mutluluğu] aramaktır. Allahü Teâlâ'yı tanımak, bilmek ise, Allahü Teâlâ'nın yarattıklarını bilmekle ele geçer.

Bu da bütün âlemdir. Alemdeki acayip şeyleri tanımak, ona hisler [duygular] yoluyla gelir. Bu hisler ise, beden ile varlıkta durmaktadır. O hâlde, marifet [tanımak, bilmek] onun avıdır. Hisler de tuzağıdır.

Beden, binek hayvanıdır ve onun tuzağının taşıyıcısıdır. Bunun için, onun bedene ihtiyacı vardır. Beden, sudan, topraktan, sıcaklıktan ve rutubetten mürekkebtir [bunlardan oluşmuştur].

Bu yüzden zaif ve muhtaçtır. Helak olmasından korkulur. İçerden, acıkma ve susama; dışardan, ateş, su, düşmanlar ile canavarların ve başka şeylerin kendini öldürmek istemeleri sebebiyle korkudadır. Açlık ve susama sebebiyle yemek ve içmek ister.

Bunun için iki askere muhtaçtır. Biri zahirde, el, ayak, ağız, diş, mide gibi. Diğer bâtında, yemek ve içmek isteği gibi. Dışarıdaki düşmanlardan korunması için iki askere ihtiyacı vardır: Biri zahirde, el, ayak, silâh gibi. Diğer bâtında, hışım ve gazab [kızgınlık] gibi. Görmediği gıdayı istemesi ve görmediği düşmanı defetmesi mümkün olmadığına göre, idrak etmeye, anlamaya ihtiyacı vardır.

Bir kısmı zahirdedir [yani açıktadır, görünür]. Beş duygu organı olan göz, burun, kulak, dil ve el gibi. Bir kısmı da bâtındadır. Onlar da beştir ve yeri dimağdır [beyin, akıl]: Hayâl kuvveti, düşünme kuvveti, ezberleme kuvveti, hatırlama kuvveti ve vehim kuvvetidir. Bu kuvvetlerden her birinin hususî işleri vardır. Bir tanesine zarar gelirse insanın işi, dünyada da âhirette de aksar.

Bu dıştaki ve içteki askerler, kalbin emrindedirler. Kalb ise hepsinin âmiri ve padişahıdır. Dile emir verince hemen konuşur. Ele emredince tutar. Ayağa emredince, yürür. Göze emredince, bakar. Düşünce kuvvetine emir verince, düşünür. Hepsini onun isteğine ve emrine vermişlerdir. Böylece bedeni muhafaza ederler.

Bu, azığını alıncaya, avını elde edinceye, âhiret ticaretini bitirinceye ve kendi saadet tohumunu ekinceye kadar devam eder. Bu askerlerin kalbe itaat etmesi, meleklerin Allahü Teâlâ'ya itaat etmesine benzer ki, hiçbir emrine muhalefet edemezler. Hattâ yaratılış icabı olarak ve isteyerek, emrolunanı yaparlar.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KALB ASKERİNİN BİLİNMESİ

Kalbin askerlerini uzun uzun anlatmak çok sürer. Maksadı bir misal ile sana bildireyim: Beden bir şehre benzer. El, ayak ve azalar şehrin san'at erbabı gibidir. Şehvet, maliye müdürü gibidir. Gazab, şehrin emniyet âmiri gibidir. Kalb, bu şehrin padişahıdır. Akıl ise padişahın veziridir. Padişahın bunların hepsine ihtiyacı vardır. Memleketin idaresi ancak bunlarla yürür.

Fakat maliye müdürü olan şehvet, yalancıdır, sebepsiz yere başkalarının işine karışır ve saçma sapan konuşur. Vezir olan aklın söylediklerine muhalefet eder. Şehvet daima, memlekette olan bütün malları toplamak, almak ister. Emniyet müdürü mesabesinde olan gazab, şerir, şiddetli, azgın ve serttir. Herkesi öldürmek, her şeyi kırmak, dökmek ister.

Bunun gibi, şehrin padişahı daima veziri ile meşveret ederse [danışırsa], yalancı ve tama’kâr maliye müdürünü hırpalarsa, onun vezire uymayan sözlerini dinlemez, emniyet müdürünü onun peşine takıp sebepsiz ve lüzumsuz iş görmekten onu meneder, emniyet müdürünü, yapmak istediği haksızlıklardan dolayı döver ve incitirse, memlekette asayiş ve nizam olur.

Bunun gibi, kalb padişahı, veziri olan aklın işareti ile iş yaparsa, şehvet ve gazabı zabt u rabt altına alıp (yani sıkıca tutup, idaresi altına alıp) akla uymalarını emrederse, aklı onlara tâbi eylemezse, beden memleketinin işleri düzgün olur. Saadet yolu ve Allahü Teâlâ'ya kavuşma yolu kapanmamış olur. Eğer aklı, şehvet ve gazaba esir ederse memleket harap olur. Padişah, bedbaht olup helak olur.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

ŞEHVETİ, GAZABI, BEDENİ, DUYGU ORGANLARINI, AKLI VE KALBİ DOĞRU YOLDA KULLANMAK

Bundan önceki anlattıklarımızdan, şehvet ve gazabın, yemek - içmek ve bedeni korumak için yaratıldığı anlaşıldı. Demek ki, her ikisi de bedene hizmet ediyorlar. Yemek ve içmek, bedenin yemidir, gıdasıdır. Beden duygulara hamal olarak yaratılmıştır. O hâlde beden, hislere [duygulara] hizmet ediyor.

Duygular ise, aklın haber toplaması için birer casus olarak yaratılmıştır. Böylece onun tuzağı olurlar. Onların vasıtasiyle, Allahü Teâlâ'nın sun'undaki hayranlık verici şeyleri bilir.

Demek ki duygular, akla hizmet ediyorlar. Akıl ise, kalb için yaratılmış olup onun mumu ve kandili olmak, ona ışık tutmak içindir. Bunun nuru ile Allahü Teâlâ'yı görür. Kalbin cenneti budur.

Şu hâlde, akıl da kalbin hizmetçisi oldu. Kalbi ise, Allahü Teâlâ'nın cemâline bakmak için yaratılmıştır. O bununla meşgul olunca köle ve hizmetçiler de o huzurda bulunmuş olur. Allahü Teâlâ bunun için buyuruyor: «Cinleri ve insanları, yalnız. Bana ibâdet etmeleri ve Beni tanımaları için yarattım»
(Zâriyât: 51/56).

Demek ki, kalbi yarattılar ve bu memleket ile askeri ona verdiler. Bu binek vasıtasiyle toprak âleminden, a'lâ-yı ılliyyîne sefer eylemesi için, bu beden bineğini ona esir eylediler. Bu nimetin hakkını gözetmek ve kulluk şartlarını yerine getirmek isterse padişah gibi, memleketinin ortasında oturmaya lâyık olur. Allahü Teâlâ'ya döner ve maksadı Allah olur. Ahireti, vatanı ve devamlı duracağı yeri; dünyayı konak yeri; bedeni binek vasıtası; elini, ayağını ve diğer organlarını hizmetçi, aklını vezir, şehvetini maliye müdürü, gazabını emniyet müdürü, duygu organlarını istihbarat memuru eyler. Her birine bir başka yerde vazife verir. O, o şehrin haberlerini toplar. Beynin ön tarafında bulunan hayal kuvvetini, istihbarat şefi yapar.

Böylece istihbarat memurlarının getirdiği bütün haberler onda toplanır. Beynin arkasında bulunan ezberleme kuvvetini emniyet âmiri yapıp, istihbarat vesikalarını, istihbarat şefinden alır, muhafaza eder ve zamanında akıl vezirine arzeder. Memleketten gelen haberlere göre vezir, memleketin tedbirini ve padişahın sefer hazırlıklarını sağlar. Askerlerden biri gibi görünür. Şehvet, gazab ve diğerleri padişaha baş kaldırırsa, ona itaat etmezlerse ve ona giden yolu tutarlarsa, onlarla cihad etmek, yola getirmek çaresiyle meşgul olur. Onları öldürmek istemez.

Çünkü, onlar olmadan memleket işleri yürümez. Burada tedbir, onları itaat etmeye zorlamaktır. Böylece, ilerde vaki olacak seferde, ona düşman değil, dost ve yardımcı olurlar, hırsız ve yol kesici değil...

Böyle yaparsa kurtulur, said [mutlu, mesud] olur. Nimetin hakkını vermiş olur. Bu nimetin mükâfatına vaktinde kavuşur. Eğer buna muhalif hareket ederse, baş kaldıran düşmanlarla ve yol kesicilerle anlaşırsa, padişahın nimetine küfür etmiş olur. Şaki olur. İşlediği suçun cezasını bulur.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSANDAKİ KÖTÜ VE İYİ SIFATLARIN HALİ

İnsan kalbinin, içinde bulunan bu iki asker ile alâkası vardır. Her birinden bir sıfat ve bir ahlâk kendisinde hâsıl olur. Bu ahlâklardan bazısı kötü olur; onu helak eder. Bir kısmı iyi olur; onu saadete kavuşturur. Bu ahlâkın tamamı çok ise de dört ana esasta toplanmıştır.

Bunlar, hayvan, canavar, şeytan ve melek ahlâkları sıfatlarıdır. Kendisine yerleştirilmiş olan şehvet ve hırs sebebiyle hayvanlara ait işleri yapar. Yemeyi ve cimâyı çok fazla istemek gibi. Hışım sebebi ile köpek, kurt ve aslanların yaptığını yapar.

Vurmak, öldürmek, eliyle ve diliyle insanlara musallat olmak gibi. Hiyle, aldatma, sûret-i haktan görünüp kandırma, karıştırma, insanlar arasında fitne - fesat çıkarma sebebiyle, şeytanların yaptığını yapar. Kendisine verilmiş akıl sebebiyle de, meleklerin yaptığını yapar. İlmi ve salâhı sevmek, kötü ve çirkin şeylerden sakınmak, insanları barıştırmak, kendini süfli (alçak, âdi) işlerden uzak tutmak, amellerin ma'rifeti ile şad olmak, cehalet ve bilgisizlikten utanmak gibi.

Hakikatta insanın kabuğunda (özünde değil) dört şey vardır: Köpeklik, domuzluk, şeytanlık ve meleklik. Mezmûm [aşağılanan] ve kötü olan köpek; şekil, el, ayak ve derisi ile mezmûm değil, belki, kendisinde bulunan insanlara saldırma sıfatı sebebiyledir.

Domuz, şekil itibariyle mezmûm ve kötü olmayıp hırs, şer, murdar ve çirkin şeyleri çok istemesi sebebiyledir. Köpeklik ve domuzluk ruhunun hakikati bu mânâlardır. İnsanda da aynıdır.

Bunun gibi şeytanlığın ve melekliğin hakikati, söyleyeceğimiz şu mânâlardır: İnsana, meleklerin nurlarının eserlerinden olan akıl nuru ile sûret-i haktan görünmeyi ve şeytanın aldatmasını keşif eylemesi emredildi. Böylece şeytan, rezil ve rüsvay olur ve hiç fitne yapamaz.

Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Her insanın bir şeytanı vardır. Benim de vardır. Fakat Allahü Teâlâ onu yenmeme bana yardım eyledi. Benim yanımda zelîl oldu. Hiçbir kötülük yaptıramadı»
(Hm, 1, 257.).

Yine insana, bu hırs ve şehvet hınzırını ve gazab köpeğini terbiye edip, eli altına alması emredildi. Böylece onun emri olmadan kalkamaz ve oturamaz. Eğer böyle yaparsa, kendisinde bu yoldan iyi ahlâk ve sıfat hâsıl olur. Bu da onun saadet tohumu olur. Eğer böyle yapmayıp onlara hizmet eder, her arzulannı yerine getirirse, kendisinde kötü ahlâk meydana gelir. Bu da onun şakilik tohumu olur.

Böyle bir kimsenin hâlini, kendisine uykuda yahut uyanıkken bir misâl ile gösterseler, kendini bir hınzırın veya köpeğin önünde onlara hizmetçi gibi görür. Bir Müslümanı bir kâfir elinde esir bırakanın hâlinin nasıl olacağını herkes bilir! Meleği, köpeğe, hınzıra ve şeytana esir edenin hâli bundan daha fenadır.

İnsanların çoğu, insaf edip gaflet perdesini kaldırsa, gece - gündüz nefsinin arzu ve isteklerinde hazır olduklarını görürler. Görünüşte insana benzeseler de hakikatta hâlleri böyledir. Yarın, kıyamet gününde mânâlar görünecektir. Suret, mânâ şeklini alacaktır. Şehvet ve hırsı galib olanlar, kıyamette, hınzır şeklinde görünür. Hışmı galib olanlar, kurt suretinde görünür.

Bunun içindir ki, bir kimse, rüyada bir kurt görse, o kimsenin zâlim olmasıyla tâbir olunur. Eğer domuz görürse, bu rüyanın tâbiri, o kimsenin çirkef, murdar olması şeklinde olur. Çünkü, rüya ölüme benzemektedir. Şöyle ki: Uyku sebebiyle, bu âlemden uzaklaşıyor. Suret, mânâya tâbi oluyor. Böylece, herkes, bâtını ne şekilde ise, o surette görülür. Bu büyük bir sırdır. Bu kitap bunu kaldıramaz.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KENDİ HAREKET VE DURUMUNU KONTROL ETME

Kendi bâtınında bu dört pehlivan ve âmirin bulunduğunu öğrenmiş oluyorsun. O hâlde kendi hareket ve duruşlarını murakabe eyle (kontrol et). Ancak böylece, bu dünyada, bu dörtten hangisine uyduğun anlaşılır.

Muhakkak bilmelisin ki, her hareketinden kalbinde bir sıfat hâsıl oluyor. O sıfat da sana benzer. Seninle beraber öbür dünyaya gider. Bu sıfata ahlâk derler. Ahlâkın tamamı da dört pehlivandan meydana gelir.

Eğer şehvet hınzırına itaat edersen, sende çirkeflik, murdarlık, hayâsızlık, hırsızlık, yaltakçılık, münafıklık, harislik, çekememezlik, başkalarının elemine memnunluk ve bunun gibi sıfatlar hâsıl olur.

Eğer onu elinin altına alır, terbiye eder, aklın ve şeriatın murakabesinde bulundurursan, sende kanaat, kendini tutmak, sabır, haya, namus, zerafet, zühd, kısa emelli olmak ve tamahsızlık sıfatları zahir olur.

Gazab (öfke) köpeğine itaat edersen; sende kibir, pervasızlık, pislik, münâkaşa etmek, büyüklük taslamak, aldatmak, kavga aramak, gururlanmak, zulüm etmek, başkalarını küçük görmek, aşağı ve hor bilmek ve insanlara saldırmak gibi sıfatlar meydana gelir. Eğer bu köpeği terbiye edersen, sende sabır, soğukkanlılık, afv, sebat, yiğitlik, sessizlik, cesaret, acıma ve cömertlik sıfatları meydana gelir.

Vazifesi, bu hınzırı yerinden kımıldatmak, tahrik etmek ve bunlara cesaret vermek, aldatma ve kandırmayı öğretmek olan o şeytana itaat edersen, sende, hile, hıyanet, huzur bozma, kötü kalbli olma, aldatma ve başka suretlere girme sıfatları zuhur eder.

Eğer onu elinin altına alır, onun aldatmalarına ve sûret-i haktan görünmesine kanmazsan, akıl askerinden yardım ararsan, sende zekilik, marifet, ilim, hikmet, insanların arasını bulmak, efendilik ve başkanlık sıfatlan meydana gelir. Sana benzeyen bu güzel ahlâklar, devam eden sâlih amellerin ve saadet tohumun olurlar.

Kendisinden kötü ahlâkın meydana geldiği fiillere (işlere) günâh denir. İyi ahlâkın meydana geldiği fiillere de itaat denir. İnsanın hareketleri ve hareketsiz hâlleri bu iki şıkkın dışında değildir.

Kalb, parlak bir ayna gibidir. Fena ahlâk ise, aynanın parlaklığını gideren leke ve is gibidir. Onu karartır. Bu zulmet (karartı) sebebiyle Allahü Teâlâ'nın gösterdiği yolu göremez. Önüne perdeler, engeller çıkar.

Bu güzel ahlâk ise, kalbe ulaşan nur (ışık) gibidir. Onu mâsiyet (günâh) lekelerinden, karartılarından temizler, Bunun için Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm) «Her günâhtan sonra, bir sevâb işle ki, onu yok etsin»
(T. Birr, 55; Dy..Rikâk, 74.) buyurdu. Kıyamette, parlak kalb de, kara kalb de bir meydanda toplanır. Ayet-i kerîmede, «O günde ki ne mal fâide eder, ne de oğullar. Meğer ki Allah'a (küfr ve nifakdan) tamamen salim bir kalb ile gelenler...»(28 – Şuarâ: 88 - 89.) buyuruldu.

İnsanın kalbi, yaratılışının başlangıcında, parlak ayna yapılan demir gibidir. Bütün âlem bu aynaya sığar. Dikkat edilirse temiz olur. Edilmezse, tamamen pas tutar. Artık ayna yapılacak hâli kalmaz. Bahusus Allahü Teâlâ buyurun «Hayır, hayır! Yaptıkları sebebiyle kalbleri paslanmistir»(Mutaffifin: 14.)

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSANIN ASLININ MELEKLER CEVHERİNDEN OLDUĞU

İnsanda hayvan, canavar, şeytan ve melek sıfatları olunca, aslının, melek cevherli, diğerlerinin ise, muvakkat [devamlı olmayan] ve geçici olduğunu nereden biliriz? suâli akla gelebilir. Ve yine, diğer sıfatlar için değil de onun, melek sıfatlan için yaratılmış olduğu nasıl anlaşılabilir? diye de sorulabilir. Cevabında deriz ki:
Bu, şununla anlaşılır ki, insan hayvanlardan ve canavarlardan daha üstün, daha olgundur.

Bunu herkes bilir. Her şey yükselmenin sonunda kendisine verilen kemâl için yaratılmıştır. Bunu bir misâl ile açıklayalım: At, eşekten daha üstündür. Zira eşeği yük taşımak için, atı ise, muharebede ve cihadda koşmak için yaratmışlardır.

Üstündeki süvarinin istediği şekilde koşar. Aynı zamanda ata, eşek gibi yük taşıma kuvveti de verilmiştir. Böylece eşeğe verilmeyen bir yükseklik kendisine verilmiş oluyor. Eğer bu üstünlükten âciz olursa, sırtına palan vurulur ve eşek seviyesine iner. Bu ise, onun için helak ve noksanlık olur.

Bunun gibi, bazı insanlar, insanın yemek, yatmak, cima' etmek [cinsi yakınlık] ve zevk sürmek için yaratılmış olduğunu zannetmişlerdir. Bütün ömürlerini böyle geçirirler. Bazıları da vardır ki, insan; istilâ etmek, yenmek ve diğer şeyleri hâkimiyeti altına almak için yaratıldı derler. Arab, Kürd ve Türkler gibi. Her iki şekilde düşünenler de yanılıyor. Zira, yemek ve çiftleşmek, arzu ve iştihayı gidermek içindir.

Bu, hayvanlara da verilmiştir. Devenin yemesi, insanın yemesinden fazladır. Serçenin çiftleşmesi, insanınkinden daha çoktur. O hâlde insan onlardan nasıl daha üstün olabilir? Milletleri yenmek, memleketleri istilâ etmek gazab ile olur. Bu ise canavarlara, yırtıcı hayvanlara verilmiştir.

Neticede insanda da, canavar ve hayvanlarda olanlar vardır. Fazla olarak bir kemâl derecesi daha verilmiştir. Bu da akıldır ki, onunla Allahü Teâlâ'yı tanır ve O'nun yarattıklarını anlar. Onunla, kendini şehvet ve gazabın elinden kurtarır.

Bu ise, meleklerin sıfatıdır. Bu sıfatı ile yırtıcı ve diğer hayvanlara galib gelir. Yeryüzünde olanların hepsi, onun emrindedir. Bahusus Allahü Teâlâ buyurur: «Allahü Teâlâ, göklerde ve yerde olanları sizin emrinize verdi»
(45 - Câsiye: 13.)

O hâlde insanın hakikati, kemâl ve üstünlüğünün olduğu şeydir. Öbür sıfatlar, muvakkat ve emanet şeklinde verilmiştir. Diğerleri işçi ve hizmetçisi olarak gönderilmiştir.

Bunun içindir ki, öldüğü zaman ne şehvet kalır, ne de gazab. Parlak ve nurlu bir cevher, melek gibi mârifet-i ilâhî ile süslü olunca, elbette meleklerin refiki (arkadaşı) olur. Mele-i âlâda, daima Allahü Teâlâ'nın huzurunda olurlar. «Güzel ve temiz bir yerde. Melik-i muktedirin yanında ve rızâsında olurlar»
(54 - Kamer: 55.), âyet-i kerîmesinde bildirilenler derecesine erişir.

Karanlık, zulmetli ve baş aşağı olanlara gelince: Karanlığı, günâhların zulmetinden pas tutmasıdır. Baş aşağı olması, şehvet ve gazabını haksız yere tatmin etmesi ve bu dünyada istediği her şeyi yapmasıdır. Yüzünü bu dünyaya dönmüştür.

Bunun için şehvet ve arzuları, bu dünyaya aittir. Bu dünya ise, öbür dünyadan aşağıdır, onun altındadır. O hâlde başı aşağıda olur. Yâni baş aşağı olur. Âyet-i kerîmede, «Rablarının indinde, münafıkların baş aşağı olduğunu görseydin!»
(32 - Secde: 12.) buyurulması buna işarettir.

Böyle olan kimseler, Siccîn'de [Cehennemde bir yer] şeytanlarla beraber olur. Siccîn'in ne demek olduğunu herkes bilemez. Bunun için Allahü Teâlâ, «Siccîn'in ne olduğunu bilir misin?»
(83 - Mutaffifîn: 8.), buyurdu.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KALB ÂLEMİNİN ŞAŞILACAK HÂLLERİ

Kalb âleminin şaşılacak hâllerinin sonu yoktur. Üstünlüğü de şaşılacak hâllerinin, her şeydekinden daha çok olmasındadır. Çok insanlar bundan gafildirler [habersizdirler]. Üstünlüğü iki sebebledir: Birincisi ilim, ikincisi kudrettir. İlim sebebiyle üstünlüğü iki tabakadır: Birini herkes bilebilir.

Diğeri ise, daha örtülüdür, herkes anlayamaz. Bu, öncekinden üstündür. Zahiri olan bütün ilimleri ve san'atlan bilmesidir. Bütün san'atları bilen odur. Kitaplarda olanları okur ve bilir. Geometri, hesab, tıb, astronomi ve şeriat ilimleri gibi.

O, bir şey olup, bölünmediği hâlde bütün bu ilimler ona sığıyor. Belki de, bütün âlem onda sahrada bir kum tanesi gibi kalır. Bir anda, düşünce ve hareketiyle, yerden göklere çıkar, doğudan batıya gider. Toprak âlemine bırakıldığı hâlde; bütün gökleri ölçer, her yıldızın büyüklüğünü bilir ve ölçülerini söyler. Balığı ustalıkla denizin derinliklerinden çıkarır. Kuşu havadan yere indirir. Fil, deve ve at gibi kuvvetli hayvanları emrinde kullanır. Âlemde olan şaşılacak hâller ve ilimler onun san'atıdır. Bütün bu ilimler onda, beş duygu organı vasıtasiyle hâsıl olur [meydana gelir]. Bunlar meydandadır, herkes bunları anlayabilir.

Bundan daha çok şaşılacak hâlleri şöyledir ki, kalbin içinden, âlem-i cismânî dedikleri, duygu azaları ile hissolunan âleme ve ruhanî dedikleri âlem-i melekûta yâni, duygu azaları ile, his olunamayan âleme, bir pencere açılmıştır. İnsanların çoğu cisim ve madde âlemini bilir, bu ise zâten muhtasardır [kısadır].

Kalbin içinde, ikinci bir pencere bulunduğuna delil, ilimlerinin iki çeşit olmasıdır: Biri uyku hâlidir. Uykuda iken duygu âzalarının yolu bağlanıp kesilince, içerdeki diğer pencere açılır. Âlem-i melekûttan [melekler alemi] ve Levh-i Mahfuz'da gaybi olan [bilinmeyen], ileride olacak şeyleri [izin verildiği kadar] bilir ve görür.

Ama ya açık olarak; olduğu, olacağı gibi görür, yahut tâbire ihtiyaç olacak surette görür. İnsanlar zannederler ki, uyanıklık halindeki marifet daha yüksektir. Hâlbuki herkes bilir ki, uyanıkken gaybı görmek olmaz, uyurken olur. Duygu azaları yolu ile olmaz. Uykunun, rüyanın hakikatini bu kitabda anlatmamıza imkân yoktur.

Fakat, şu kadar bilmelidir ki, kalb ayna gibidir. Levh-i Mahfuz da ayna gibidir. Bütün varlıkların sureti ondadır. Bir ayna diğer bir aynanın karşısına konulunca, birinde görünenler, diğerine akseder. Bunun gibi, Levh-i Mahfuz'daki görüntüler, kalbde de görünür. Fakat bunun için de, kalbin saf olması, duygulardan kurtulması ve Levh-i Mahfuz'la münasebet kurması lâzımdır.

Hislerle uğraştığı müddetçe, âlem-i melekût ile münasebet yolu kapalıdır. Uykuda ise, hislerden kurtuluyor. O hâlde, âlem-i melekûtun mütalâasından [iyice düşünülmesinden], cevherinde olan, zahir olur. Uyku sebebiyle hisler bağlı ise de, hayâl kendi yerindedir.

Bunun için gördüklerini, hayâli temsiller şeklinde görür, sarih ve açık olmaz, örtü ve perdeden kurtulamaz. Ölünce hayâl de, his de kalmaz. O zaman işler perdesiz ve örtüsüz görünür. Ona denir ki: «Senden gaflet perdesini kaldırdık, gözün bugün daha keskin görür»
(50 – Kaf: 22.) Ve derler ki: «Ey Rabbimiz! Vaad ettiğin azabı gördük, Peygamberin sıdkını [doğruluğunu] işittik. Şimdi bizi tekrar dünyaya gönder, iyi ameller yapalım» (32 - Secde: 12).

Delillerden biri de şudur ki, kalbine ilham yolu ile doğru firâsetler ve düşünceler gelmeyen hiç kimse yoktur. Bu, his yolu ile değildir; kalbde hâsıl olmuştur. Nereden geldiğini de bilmez.

Bu kadarını bilmelidir ki, ilimlerin hepsi his yolları ile değildir. Belki âlem-i melekûttandır. Bu dünya için yaratılmış olan hisler, âlem-i melekûtun mütalâasına elbette perde olurlar. Onlardan kurtulamadıkça, asla o âleme yol bulamaz.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KALB PENCERESİ, UYANIKLIKTA DA ÂLEM-İ MELEKÛTA AÇIK OLUR

Kalb penceresinin, uyumadan ve ölmeden âlem-i melekûta açılmayacağını sanmamalıdır. Böyle değildir! Bilâkis uyanık iken, bir kimse riyazet eder [nefse istediklerini vermez] kalbi gazab, şehvet ve fena huyların elinden, bu dünyanın aşağı hâllerinden kurtarır, yalnız bir yerde oturur, gözlerini yumar, duygularını çalıştırmaz, kalbini âlem-i melekût ile münâsebete geçirir — devam üzere dili ile değil, kalbi ile söyler. Allah, Allah... derse —, öyle olur ki, kendinden haberi olmaz. Bütün âlemden de haberi olmaz. Allahü Teâlâ'dan başka hiçbir şey bilmez.

Böyle olunca, uyanık da olsa, o pencere açılır; diğerinin rüyada gördüklerini, o uyanık iken görür. Meleklerin ruhları güzel suretlerde ona görünür. Peygamberleri de görür. Onlardan istifade eder. Yardım görür. Yerdeki ve gökteki melekûtu [melekleri] ona gösterirler.

Kendisine bu yol açılan kimse, anlatmaya, vasfetmeye sığmayan büyük işler, hâller görür. Bunun hakkında Besûlullah (sallâlahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, «Yeryüzü benim için toparlandı, doğusunu batısını gördüm»
(Hm. V. 278. 284, IV, 123) buyurdu.

Allahü Teâlâ buyurdu ki: «Bunun gibi İbrâhime (aleyhisselâm) yakîn sahiblerinden olması için, göklerin ve yerlerin melekûtunu gösterdik»
(8 - En'am: 75) Belki de, bütün peygamberin ilmi, his ve öğrenme yoluyla değil, bu yol ile idi. Hepsinin başlangıcı mücâhede idi.

Şöyle ki: Allahü Teâlâ buyurur: «Rabbinin ismini zikret ve bütün bağlantılardan kesil, O'na dön»
(73 - Müzzemmil: 3) Yâni, bütün şeylerden temizlen, ayrıl, bütün varlığınla kendini ona ver, dünya tedbirleri ile uğraşma ki, O senin işini doğru yapsın. Ve yine buyurur: «Doğunun ve batının Rabbidir. Ondan başka ilâh yoktur. Her işine O'nu vekil eyle» (73 - Müzzemmil: 9) O'nu vekil eylersen, elini çek ve insanlara karışma, onlarla uğraşma. «Müşriklerin tekzib ve ezâsına [yalanlama eziyetine] sabret! Onlardan uzak dur, cezalarını Allahü Teâlâ'ya bırak« (73 - Müzzemmil: 10).

Bütün bunlar, riyazet ve mücâhedeyi öğretmektedir. Böylece kalb, insanların düşmanlığından, dünya arzularından ve hislerle meşgul olmaktan kurtulup, temizlenir. Mutasavvıfların yolu budur ve bu, peygamberlik yoludur. Çalışarak ilim kazanmak âlimlerin yoludur. Bu da büyük ve kıymetlidir.

Fakat peygamberlik yoluna göre muhtasardır. Peygamberlerin ve evliyaların ilmi, bir kimse öğretmeksizin, Allahü Teâlâ tarafından kalblerine akar. Bu yolun doğruluğu tecrübe ile de anlaşılmaktadır. Birçokları bunu söylemekte ve akli deliller bunu bildirmektedir.

Eğer bu sana tadarak, duyarak hâsıl olmadıysa, öğrenmekle elde edemediysen, aklın delilleri ile de buna eremediysen, bari buna inanmayı elden kaçırma ve kabul eyle ki, üç dereceden de mahrum kalmayasın ve kâfir olmayasın. Bunlar kalbin şaşılacak hâllerinden işaretlerindendir. İnsan kalbinin üstünlüğü bununla anlaşılmış olur.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

HER İNSAN FITRAT ÜZERE DOĞAR

Bu hâllerin peygamberlere mahsus olduğu zannedilmesin. Zira, bütün insanların cevheri, fıtratta [yaratılış, karakter] buna uygundur. Şöyle ki: Hiçbir demir yoktur ki, kendisinden saf hâlinde iken âlemin görüntüsünü içine alan bir ayna yapılmasın.

Ancak pas, onun cevherine işler ve onu ziyan eder. Bunun gibi, dünya hırsı, şehvet ve günahların galib geldiği ve yerleştiği bir kalb, buna kavuşamaz. Kir ve pas derecesine iner. Böylece bu liyâkat [uygun olmak] ve uygunluğu gider. Hadis-i şerifte, «Her çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra babaları ve anneleri onları Yahudi, Hıristiyan ve Putperest yaparlar»
(H. Cenâiz, 80, 30.) buyuruldu.

Bu liyâkatin umumî olduğunu Allahü Teâlâ şöyle haber veriyor: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Hepsi, ‘Elbette şehâdet ederiz ki, Sen bizim Rabbimizsin!..' dediler»
(7 - A'râf; 172.).

Şöyle ki: Aklı olan bir kimseye birisi dese ki: «İki, birden çok değil midir?». Cevabında, «Şüphesiz çoktur» der. Her ne kadar aklı olan kimse bunu kulağıyla hiç duymamış olsa da, dili ile hiç söylememiş olsa da, içi bununla doludur, bunu tasdik ve kabul etmektedir. Bu, insanların fıtratında olduğu gibi, Allahü Teâlâ'yı bilmek de aynı fıtrattandır.

Şöyle ki: Allahü Teâlâ buyurur: «Eğer kâfirlere, gökleri ve yerleri kim yarattı diye sorarsan, onlar, Allah yarattı diyeceklerdir»
(31 - Lokman: 25). Diğer bir âyet-i kerîmede, «Allah'ın fıtrat dinine yönel. Allah insanları o fıtrat üzerine yaratmıştır.» (30 - Rûm: 30) buyuruluyor.

Bu, aklî deliller ve tecrübe ile de bilinmektedir. Sadece peygamberlere mahsûs değildir. Zira, peygamber de, bir insandır. Âyet-i kerîmede, «De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim [insanım]»
(18 - Kehf: 110, 41 - Fııssllet: 6), buyuruldu.

Fakat kendisine bu yol açılan kimseye, eğer bütün insanların kurtuluşunu gösterirlerse, kendisine gösterilen yola insanları çağırır, davet ederse, kendisine gösterilen bu yola Şeriat denir. O kimseye de peygamber denir. Ondan hâsıl olan hâllere mucize denir.
İnsanları davetle meşgul olmazsa, ona velî denir. Hâllerine de keramet denir. Keramet sahibi olan her velînin, insanlarla ve davetle meşgul olması vacip değildir. Belki, kudret-i Hak onun davetle meşgul olmaması yolundadır. Fakat bu şeriatın kuvvetli ve yeni olduğu, başkalarının dâvetine lüzum kalmadığı zamanlar için doğrudur. Yahut da davetin başka bir şartı vardır ki, bu, velide yoktur.

O hâlde, evliyanın velayetine [velilik] ve kerametine itikadın sağlam olsun. Biliniz ki, ilk yapılacak iş mücâhededir. [Nefse, istemediklerini yaptırmak, çok ibadet yapmak gibi]. İrâde, istek burada işe yarar.

Fakat her eken biçemez, her giden ulaşamaz, her arayan bulamaz. Şu kadar var ki, daha kıymetli olan işin, şartlan da [elde edilme yolları] çoktur. Onu bulmak daha güçtür. Bu ise, marifet makamında insanın en şerefli derecesidir.

Mücâhede etmeksizin —bu yollardan geçmeden ve pişmeden—, bir mürşid [yol gösterici] olmaksızın, bunu istemek doğru olmaz. Bu ikisi olur, fakat bir uygunsuzluk varsa yahut ezelde o kimseye bu saadeti nasîb etmemişler ise, maksadına kavuşamaz. Zahirî ilimlerde imamlık derecesine kavuşmak ve bütün ihtiyârî [kendi isteği ile] olan işler de böyledir.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KUDRET SEBEBİYLE KALBİN ÜSTÜNLÜĞÜ

Marifet yolundaki insanın, en kıymetli cevheri olan kalbde görünenleri öğrendin. Şimdi de, kudret sebebiyle olan üstünlüğünü izah edelim. Zira, o da meleklerin husûsiyetlerindendir. Diğer hayvanlarda yoktur. Bu da şöyledir: Melekler, madde âlemini emri altında bulundururlarsa, Allahü Teâlâ'nın izni ile insanların ihtiyaçlarını gördükleri zaman, baharda yağmur getirirler, fırtına koparırlar, hayvanları ana rahminde, bitkileri toprakta şekillendirirler ve süslerler. Bu işlerin her bir çeşidi için meleklerden bir kısmı vazifelendirilir.

İnsanın kalbi de, melek cevheri cinsindendir. Ona da bir kudret, kuvvet verilmiştir. Böylece madde âleminin bir kısmı ona tâbidir.
Herkesin hususî âlemi, kendi bedenidir. Beden de kalbe tâbidir.

Herkes bilir ki, kalb parmakta değildir. İlim ve irade [istek] parmakta değildir. Kalb emredince, parmak hareket eder. Kalbde hışmın görüntüsü meydana gelince, yedi azadaki damarlar açılır, kan hücum eder. Bu, yağmura benzemektedir. Şehvetin görüntüsü kalbde zahir olunca, bir esinti canlanır ve şehvet âletine doğru gider. Yemek yemeyi düşününce dilinin altındaki kuvvet hemen yardım için harekete geçer ve tükürük bezleri çalışır. Böylece yiyeceği, yutacak hâle gelinceye kadar ıslatır.

Kalbin tasarrufunun bedende câri [geçerli] olduğu ve bedenin kalbe tâbi olduğu gizli değildir. Fakat, bilmek lâzımdır ki, kalblerin bazısı bazısından üstün ve kuvvetlidir; melek cevherine daha çok benzer. Böylece, onun bedeninin dışındaki maddeler, ona itaat eder.

Meselâ, heybeti bir aslan üzerine düşerse, aslan ona itaat eder, emrine girer, bir hastaya himmet edince, sıhhate kavuşur; bunun gibi vücudu sağlam olan birisine bakarsa, hasta eder, bir kimsenin kendi yanına gelmesini düşündüğü zaman, o kimsenin bâtınında bir hareket meydana gelir. Yağmur yağmasını istediği zaman yağmur yağar.

Bütün bunlar aklî delillerle mümkün ve tecrübe ile bilinmektedir. Göz değmesi ve büyü dedikleri şeyler de bu kabildendir. İnsanların, diğer cisimlere te’sir ettiği şeyler kısmındandır. Hattâ, haset edici habis [kötü, pis] bir nefis olur, gayet güzel bir at görür, o ata haset gözü ile bakar, onun helak olmasını aklından geçirir, o at o anda helak olur. Bahusus hadîs-i şerifte bildirildi: «Göz (nazar) insanı mezara, deveyi tencereye koyar»
(Suyûti, Camiu's-Sagir (ayn maddesi)

O hâlde, bu da, kalbin şaşılacak kudretlerindendir. Böyle bir hususiyetin [özellik] kendisinde bulunduğu bir kimse, insanları hak dinine dâvet edici ise, bu hâllerine mucize denir. Davet edici değil ise keramet denir.

Hayırlı işte bu hâlleri zuhur ederse, nebi yahut velî denir. Kötü işlerdekine ise büyücü denir. Büyü, keramet ve mucize, insanın kalbindeki kudretin en büyüklerindendir. Evet, aralarında büyük farklar vardır. Bu kitab bunu açıklamak için kâfi değildir.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

PEYGAMBERLİĞİN VE EVLİYALIĞIN HAKİKATİ

Buraya kadar anlatılanları bilmeyen, peygamberliğin hakikatinden hiçbir şey bilmiyor demektir. Bildiği, sadece peygamberlik ve evliyalığın, insan kalbinin üstünlük derecelerinden biri olduğudur. Bunu da suret ve işitme ile bilmektedir.

Peygamberliğin hâsıl olmasında üç hususiyet vardır: Biri, bütün insanların uykuda iken gördüğünü, ona uyanık iken gösterirler. İkincisi, bütün insanların nefsi, kendi bedenlerinden gayrisine [dışına, haricine] tesir etmez. Onun nefsi ise, kendinden ayrı olanlara da tesir eder. Şöyle ki: insanların kurtuluşu onda olur. Yahut onda fesad olmaz.

İnsanların çalışma ile elde ettikleri bilgiler, onun kalbine, bir kimseden öğrenmeksizin gelmektedir. Zeki ve kalbi temiz olan bir kimsenin de aklına, kimseden öğrenmediği ilimlerden bir kısmının gelmesi doğrudur.

O hâlde, bir kimsenin kalbi daha saf ve kuvvetli olursa, bütün ilimler, yahut ilmin ekserisini, çoğunu, kendiliğinden bilebilir. Buna, ilm-i ledünni [Allah tarafından başka bir yerden öğrenmeksizin verilen ilim] denir. Nitekim Allahü Teâlâ buyurur: «... Ona tarafımızdan bir rahmet vermiş, kendisine nezdimizden (haas) bir ilim öğretmiştik»
(18 - Kehf: 65).

Bu üç hususiyetin kendisinde toplandığı kimse, büyük peygamberlerdendir. Yahut da, büyük evliyadandır. Eğer bu üç hususiyetten biri bulunsa, bu derece elde edilebilir. Her birinin de aralarında büyük farklar vardır. Zira, insan vardır ki, her birinden azar azar pay almıştır. Bir başkasında ise her birinden daha çok bulunur.

Bizim Peygamberimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem) üstünlüğü, kemâli bu üç hususiyetin kemâl üzere [mükemmel, eksiksiz] kendisinde bulunması sebebiyledir. Allahü Teâlâ, insanların ona uymaları ve saadet yolunu ondan öğrenmeleri için, peygamberlik makamını anlayabilmelerini isteyince, herkese bu üç hususiyetten bir numune verdi. Rüya hâli, bir hususiyetin nümûnesidir. Doğru firaset de diğer bir hususiyettir, ilim de, doğru akıl ve düşünce de diğer bir numunedir.

İnsanın bir şeye inanması, o şeyin numunesi olmadan mümkün değildir. Numunesi olmayan bir şeyin suretini düşünemez, anlayamaz. Bunun için hiç kimse Allahü Teâlâ'nın hakikatini tamamen bilemez. Ancak, Allahü Teâlâ bilir. Bunu anlatmak uzun sürer. Meâni-i Esmâullah
(Kitabin - Maksadl'l - Esna fi Esmâlllahi'l - Hüsnâ) [Allahü Teâlâ'nm isimlerinin mânâları] kitabımızda bu hususta açık deliller göstermişizdir.

Şunu da bildirelim ki, bu üç vasıftan başka, peygamberlerde ve evliyada, bizim bilmediğimiz daha başka vasıflar da olabilir. Çünkü o vasıfların bizde numunesi yoktur. O hâlde, Allahü Teâlâ'-yı kendinden başka, hiç kimse kemâl üzere bilemez dediğimiz gibi, Peygamber Efendimizi de (sallâllahü aleyhi ve sellem) kendinden ve kendisi gibi olanlardan başkası tamamen bilemez, deriz. Buradan anlaşıldı ki, insanlardan peygamberin kıymetini, değerini yine peygamber bilir.

Bizim için ise, bu derece, fazla malûm değildir. Zira bizim uykumuz olmasaydı ve bir kimse bize uykuyu anlatıp, «Bir kimse yatar, hareket etmez, görmez, işitmez, konuşmaz, fakat yarın ne olacağını bilir.

Halbuki, işitseydi ve görseydi, bunu bilemezdi» dese, kat'iyyen biz buna inanmazdık, insanoğlu görmediğine inanmaz! Bunun için Allahü Teâlâ, «Hattâ, ilimlerinin olmadığı şey’e inanmazlar. Onların aklına onun mânâsı ve te’vili [görünenin manası dışında yorumlama ] gelmez»
(10 - Yûnus; 39), buyurdu. Ve yine buyurdu ki: «Ona yol bulamayınca, bu, eski bir iftira ve yalandır derler» (46 - Ahkâf: 11).

Peygamberlerde ve evliyada, diğerlerinin hiç haberi olmadığı sıfatların bulunmasına şaşma! Onlar, ondan büyük lezzete ve kıymetli hâllere kavuşurlar. Bu, şuna benzer ki, bir kimsede şiire karşı bir zevk yoksa, bu sebepten, vezin dinleme lezzetini bulamaz; eğer bir kimse bunun mânâsını ona anlatmak istese, anlatamaz. Çünkü, onun bu branştan haberi yoktur.

Bunun gibi, anadan doğma kör olan, asla renklerin mânâsını ve onları görmenin zevkini anlayamaz. O hâlde, Allahü Teâlâ'nın bazı idrak ve anlamları peygamberlik mertebesini verdikten sonra, yaratmasına şaşma. O makama kavuşmayanın bundan haberi olmaz.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM BU YOLDA PERDEDİR

Buraya kadar anlatılanlardan kalbin üstünlüğü anlaşıldı. Mutasavvıfların yolunun da ne olduğu öğrenildi. Sofilerden, «ilim, bu yolda perdedir» gibi sözler duyarsın ve bunlara inanmazsın. Bu sözü inkâr eyleme ki, doğrudur.

Çünkü duygular ve duygu azaları vasıtasiyle hâsıl olan ilimlerle meşgul olur, onlara dalarsan, bundan mahrum olursun.
Kalb bir havuz gibidir, beş duygu âzası da havuza dışardan akan beş dere gibidir.

Eğer havuzun dibinden temiz su çıkarmak istersen, bunun çaresi, havuzdaki bütün suyu boşaltman, sonra bu suların getirdiği siyah çamuru çıkarman ve bir daha pis su gelmemesi için bu yolları kesmen ve havuzun dibini, içinden temiz, berrak su çıkabilecek şekilde yapmandır. Havuz, siyah çamur ile dolu olduğu müddetçe içinden duru su çıkması imkânsızdır. Bunun gibi, kalbin içinden gelen ilim, dışardan gelenlerden kurtulmadıkça, maksat hâsıl olmaz.

Fakat âlim, kendini öğrendiği ilimlerden ayırır, kalbini onlarla meşgul eylemezse, elde etmiş olduğu ilimler ona perde olmaz ve kalb gözünün açılması umulur. Şöyle ki: Kalb hayâllerden ve hislerden kurtulunca, eski hayâlleri ona perde olmaz.

İlmin perde olmasının sebebi şudur ki, bir kimse Ehl-i sünnet itikadını öğrenir, münâkaşa ve münazaradaki delillerini de öğrenir, kendini tamamen buna verir ve bundan başka hiçbir ilim yoktur diye kabul eder, eğer kalbine başka bir şey gelse, «Bu duyduğumun aksinedir. Ona uymayan her şey bozuktur, yanlıştır» derse, böyle bir kimsede, işlerin hakikatinin bilinmesi mümkün olmaz.

Çünkü: AVAMA ÖĞRETİLEN İTİKAD, HAKÎKATlN SÛRETÎDİR, KENDİSİ DEĞİLDİR. TAM MÂRİFET OLMALI Kİ, ÖZÜN KABUKTAN AYRILMASI GİBİ, HAKİKATLAR SURETTEN AYRILSIN.

Biliniz ki, mücadele ve münazara ilmini o itikada yardımcı olarak öğrenene bir hakikat bildirilmez. Çünkü, elindekinin tam olduğunu sanmaktadır. Bu zan ona perde olur. Bir şeyi öğrendiğine zann-ı galibi olan kimse, bu dereceden mahrum olduğu ekseriya malûmdur, sözü meşhurdur. Bu da cedel [mücâdele – münazara] ilmine kendini verenlerin hâlidir.

O hâlde, bu zannı silip atana, ilim perde olmaz. O zaman, onda da kalp açılması hâsıl olur. Derecesi çok yüksek olur. Onun yolu daha emniyetli, daha sağlam ve daha doğru olur. Zira temeli kuvvetli ilme dayanmayan kimse, ekseriya uzun zaman bâtıl hayâllere bağlı kalır ve azıcık şüphe ona perde olur. Alim ise böyle ziyanlardan emindir.

O hâlde, «İlim perdedir» sözünün mânâsını mükâşefe [keşfetme] derecesine ulaşmış bir kimseden duyarsan, böyle bil, inkâr eyleme!
Fakat, emir ve yasaklara uymayıp bozuk delillerle haramlara mubah diyen kâfirler ve nefislerine tâbi olan zavallılar, zamanımızda zuhur eyledi [meydana çıktı]. [yazarın zamanımız dediği dokuz asır evveldir!].

Kendilerinde bu hâller asla bulunmadığı hâlde, sofilerin sekir hâlinde söyledikleri lüzumsuz, saçma sözlerden birkaç tanesini alıp kendilerine süs veriyorlar: Yaptıkları iş, her gün yıkanıp taranmak, güzel elbiseler giyip seccadesini yaymak, sonra da ilmi ve âlimleri kötülemektir. Böyleleri öldürülmelidir. Şeytân ahlâklıdırlar.
İnsanları aldatıyorlar. Allahü Teâlâ ve Resulü (sâllâllahü aleyhi ve sellem) ilmi ve âlimleri övüyorlar. Bütün dünyayı ilme davet ediyorlar.

Her şey mubah diyen bu zavallı, hâl sahibi olmadığı ve ilmi elde etmediği için, onun bu sözü söylemesi nasıl doğru olabilir? Bu şuna benzer: Bir kimse kimyanın altından daha iyi olduğunu, ondan sayısız altın yapıldığını işitir. Altın hazinelerini önüne getirseler, onlara elini uzatmaz ve, «Altın ne işe yarar, onun kıymeti nedir ki...

Bana kimya lâzımdır ve asıl odur», der. Altını almaz. Halbuki kimyayı da asla tanıyamaz, bulamaz. Altın da yapamaz. Çaresiz, müflis ve aç kalır. «Ben derim ki: Kimya, altından daha iyidir», şeklinde söylediği sözün sevincinden bağırır ve coşar.
İşte peygamberlerin ve evliyanın keşfi kimyaya benzer. Alimlerin ilmi de altına benzer. Kimyaya sahip olan, altına sahip olandan daha faziletlidir.

Fakat burada bir başka incelik daha vardır: Bir kimsede bulunan kimya yüz altından fazla yapmasa, bu kimse kendisinde bin altın bulunandan faziletli olamaz. Kimya kitapları kimyadan bahseder ve onu arayanlar çok olduğu hâlde, bunun hakikati uzun zamanda bile herkesin eline geçmez. Onu temin etmek isteyenlerin çoğu kalp para [sahte para] elde eder. Mutasavvıfların işi de böyledir. Çok nâdir bulunur. Olan az olduğuna göre, kemâle gelmesi de pek nâdir olur.

O hâlde, buradan anlaşılmış oldu ki, sofilerin hâllerinden az bir şeyin kendisinde hâsıl olduğu bir kimse, bütün âlimlerden üstün olamaz. Çünkü bunların çoğu işin başlangıcında kendilerinde bir şey hâsıl olduktan sonra, oradan düşerler ve yolu tamamlayamazlar.

Bâzıları da vardır ki, bir hâl ve bir hayâl onları kaplar ve fakat onun hakikati, aslı olmaz. Onlar bunu kazanç sayarlar. Beğenilmeyip atılan şey böyle olmaz. Bahusus [hususiyle, bilhassa] uykuda, rüyada hakikatler vardır. Fakat mânâsız, bozuk rüyalar da vardır. Hattâ âlimlerin sırrının üstünlüğü, bir kimse içindir ki, o, o hâlde öyle kâmil olmuştur ki, diğerlerine çalışarak verilen din bilgilerini, o öğrenmeksizin bilir. Bu söz ise nâdir sözlerdendir. Yâni bu sözle, ele geçmesi nâdir olan bir makam anlatıldı.

O hâlde hakiki tasavvuf yoluna ve onların üstünlüğüne inanmalısın. Boyunlarına halka geçmiş bu zavallıların sözü ile onlar hakkındaki itikadını bozmamalısın. Onlardan ilmi ve âlimleri yeren ve ayıplayanların ellerinde bir şey olmadığını kabul etmelisin!

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSANIN SAADETİ, ALLAHÜ TEÂLÂ’YI BİLMEKTEDİR

İnsanın saadetinin Allahü Teâlâ'yı bilmekte olduğu nereden anlaşılır, diye sorulursa, cevabında deriz ki, bu, şöyle anlaşılır: Her şeyin saadetinin, o şeyin lezzet ve rahatında olduğunu herkes bilir.

Her şeyin lezzeti ise tabiatının çektiği taraftadır. Her şeyin tabiî muktezâsı [ne için yaratılmışsa], yaratıldığı şey içindir. Bahusus şehvetin lezzeti, arzusuna kavuşmak; gazabın lezzeti, düşmanından intikam almaktır. Gözün lezzeti güzel suretlerde, kulağın lezzeti hoşuna giden nağme ve seslerdedir.

Bunun gibi, kalbin lezzeti de kendi hususiyetindendir ve onu, onun için yaratmışlardır. Bu da işlerin hakikatini bilmek olup, insanın kalbine mahsustur. Fakat şehvet, gazap ve beş duygu âzası ile anlaşılanlar, hayvanlarda da vardır.

Bunun içindir ki, insan bilmediği şeye karşı, yaratılış icabı merak ve alâka duyar. Bu alâka o şeyi bilmek istemesidir. Bildiğine sevinir, neşelenir ve onunla övünür. Aşağı işlerde de böyledir. Satrancı bilen bir kimseye oynayanlar, «karışmayın» deseler, o yine söyler, sabredemez. Zor bir oyunu bildiği için, bunu açığa vurmak, bununla övünmek ister.

Kalbin lezzetinin, işlerin hakikatini bilmekte olduğunu anladıktan sonra, bilmek ne kadar büyük ve kıymetli şeylerde olursa o kadar kıymetli olacağını da öğrenmek lâzımdır. Vezirin bildiği şeylerden, ona mahsus sırlardan konuşan bir kimse, bununla övünür.

Eğer padişaha ait sırları ve onun memleketi idare etmekteki düşüncelerini bilirse, buna daha çok sevinir. Hesap ilmi ile göklerin şekil ve ölçüsünü bilse, satranç ilmini bilmekten daha çok sevinir. Satrançta neyi nereye koyacağını kestiren kimse, nasıl oynayacağını bilenden daha çok zevk alır. Bunun gibi, bilinmesi daha kıymetli olana ait bilgiler de daha kıymetlidir. Lezzetleri de daha fazladır.

Bütün varlıkların O'nunla şereflendiği varlıktan [Allahü Teâlâ'dan] daha şerefli varlık yoktur. Bütün âlemlerin âmiri ve mâliki O'dur. Âlemdeki bütün akılları durduran şeyler, O'nun sun'unun eserleridir. O hâlde bundan daha şerefli hiçbir marifet yoktur ve bu yaratılış icabıdır.

Çünkü, her şeyin yaratılış icabı, onun hususiyetidir ve onun için yaratılmışlardır. Bu marifetin icabı bozuk olan bir kalb, gıda alma kabiliyeti bozulmuş hasta beden gibidir. Çamuru, ekmekten çok sever.

Tabiî arzusunun eski hâline gelmesi için ona ilaç verilmezse ve bu bozuk arzular beraberinde giderse, dünyanın zavallısı olur, helak olur. Diğer şeylere karşı şehveti, arzusu, Allahü Teâlâ'yı tanımasından çok olanlar da hastadır. Tedavi edilmezlerse, öbür dünyanın zavallısı olurlar, helak olurlar.

İnsanın bedenine bağlı olan bütün arzu ve lezzetlerin ölümle beraber sönecekleri, tükenecekleri şüphesizdir. Bedene ait elemler de ölümle bitecektir. Marifet lezzeti kalbe ait olup, ölümle artar. Hattâ daha parlak olur. Lezzetin artması şöyle olur: Diğer arzuların sıkıntısı kalkar. Inşaallahü Teâlâ, kitabımızın sonunda, Muhabbet bahsinde, bunu uzun uzun anlatacağız.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSAN BEDENİNDE ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN ŞAŞILACAK SUN'U

İnsanın kalb hâllerinden anlattıklarımız, böyle bir kitap için kâfidir. Bundan fazlasını öğrenmek isteyenler için Acâibü'l - Kalb kitabımız vardır. O kitabda ve bu kitabda, bir insanın kendini tanıması tamamen anlatılamadı.

Anlattıklarımız kalbin bâzı sıfatlarının izahıdır [açıklamasıdır]. Bu, insanın bir rüknüdür. Diğer rüknü de bedendir. Bedenin yaratılmasında da şaşılacak hâller çoktur. Dıştaki ve içteki her bir uzuvda; garib, duyulmamış mânâlar, faydalar vardır.

İnsanın bedeninde binlerce damar, sinir ve kemik vardır. Her birinin şekli ve sıfatı başkadır. Her birinin vazifesi ayrıdır. Senin ise onlardan haberin yoktur.

Senin bildiğin şu kadardır: El ve ayak, tutmak ve yürümek içindir. Dil, konuşmak içindir. Ama gözün on ayrı kısımdan yapıldığını, bunlardan biri vazifesini yapmazsa görme işi olmayacağını bilmezsin ve yine bu kısımların her birinin ne yaptıklarını ve hangi sebeple görmeye tesir ettiklerini bilemezsin. Gözün madde olarak büyüklüğünü herkes bilir. Ona ait bilgiler ise cildlerle kitaplarda ancak anlatılmıştır.

Bunu da bilmemene şaşmamak lâzım. Karaciğer, dalak, öd kesesi, böbrek ve buna benzer iç organların vazifelerini de bilemezsin. Karaciğerin vazifesi, mideden kendisine gelen çeşitli gıdaları kan renginde bir hâle getirmek ve yedi uzva, yâni bütün vücuda yayacak şekle sokmaktır.

Kan, ciğerde oluşunca üstünde sarı renkli bir köpük bulunur. Bir de tortu bırakır. Bu ise lenftir. Dalağın vazifesi bu safrayı, lenfi kandan almaktır. Sarı renkli köpük safradır. Öd kesesinin vazifesi bu safrayı emmek, toplamaktır. Kan, ciğerden çıkınca, gayet ince ve suludur. Böbreğin vazifesi, kandan suyu almaktır. Ancak böylece kan, safrasız ve lenfsiz kendi renginde ve kıvamında damarlara ulaşır.

Safra kesesinde bir arıza olursa, safra kana karışır. Sarılık hastalığı meydana gelir. Safra ile alâkalı diğer hastalıklar da baş gösterir. Dalak iyi çalışmazsa lenf kana karışır. Lenfavî hastalıklar meydana gelir. Böbrekler çalışmazsa su kana karışır, istiska [deri altı su toplama – ödem] hastalığı meydana gelir.

Bunun gibi, insanın dışındaki ve içindeki her parçayı bir iş için yaratmışlardır. Beden bunlarsız sağlam olamaz. Belki, insanın bedeni, âlemin bir nümunesidir, muhtasarıdır. Âlemde yaratılan her şeyin insanda bir numunesi [misali] vardır. Kemik dağ gibi, damarlar nehirler gibidir. Kıllar ise ağaçlara, beyin göklere, duygu azaları yıldızlara benzemektedir. Bunu uzun anlatırsak çok sürer.

Âlemdeki her şeyin insanda bir numunesi, bir benzeri vardır. Domuz, kurt, at, şeytan, cin ve melek gibi. Daha önce bunlara işaret eyledik. Âlemde olan her san'atın onda bir benzeri vardır. Midedeki kuvvet, aşçı gibidir. Yemekleri hazmeder. Saf gıdaları ciğere, tortu ve posalarını bağırsaklara gönderen şıracı gibidir.

Gıdaları ciğerde kan hâline getiren boyacıdır. Kanı göğüste beyaz süt yapan, iki yumurtada beyaz nutfe [meni] yapan çamaşırcı, böbrekler de ciğerden su çekip mesaneye götüren saka, büyük abdesti dışarı atan, çöpçü gibidir. Safrayı ve lenfi harekete getirip, bedene zarar veren kuvvet, hırsız gibidir. Safrayı ve hastalıkları gideren kuvvet, adil bir başkana benzer ki, uzatırsak bunun da sonu gelmez.

Bunlardan maksat, bedenin içinde iş yapan nice organlar olduğunu bilmendir. Her biri bir işle meşgul olurken, sen tatlı tatlı uykudasın. Onlar sana hizmetten bir ân bile geri durmuyorlar. Sen ise onları tanımıyorsun. Aynı zamanda sana olan hizmetlerine de şükretmiyorsun!

Bir kimse hizmetçisini bir gün sana hizmet ve yardıma gönderse, bütün gün belki hayatın boyunca ona teşekkür edersin. Ama bu kadar san’atkârları bedenin içinde hizmetinde bulunduran, hayatın boyunca onları sana hizmetten bir an geri bırakmayanı hatırlamazsın.

Bedenin yapısını, terkibini ve her azanın faydalarını bilmeye ilm-i teşrih denir. Bu, derin bir ilimdir, insanlar bunu bilmezler ve dokunmazlar. Okuyanlar tıb ilminde müderris [profesör] olmak için okurlar. Halbuki tıb ve tıb ilmi de muhtasardır, kısadır. Lüzumlu ise de, din ile alâkası yoktur.

Fakat bedenine Allahü Teâlâ'nın yarattıklarındaki akıllan durduracak incelikleri görmek için bakıldığında, Allahü Teâla'nın sıfatlarından üç sıfat kendiliğinden olur:

Birincisi, bilir ki, bu kalıbın [bedenin] ustası ve bu şahsın yaratıcısının kudreti tamdır. Noksanlık ve acizlik O'nun kudretine yanaşamaz. Zira, bir damla sudan böyle bir insan yaratabiliyor. Bunu yapabilen, ölümden sonra diriltmeyi daha kolay yapar.

İkincisi, bu bedeni yaratanın ilminin, her şeyi kuşatan bir ilim olduğunu bilir. Zira, böyle şaşılacak şeylerin, böyle şaşılacak faydalarla bir arada bulunması, ancak en üstün bir ilimle olabilir.

Üçüncüsü, kullarına lütuf, rahmet ve inayetinin sonu yoktur. Zira, yaratılması lüzumlu olanlardan bir tane bırakmayıp, hepsini yarattı. Onlar zaruri lâzımdırlar. Kalb, ciğer, beyin ve canlılık gibi. İnsanın ihtiyacı olduğu, fakat zaruri olmadığı şeyleri de yarattı. El, ayak, göz ve dil gibi. Hepsini o verdi. Lâzım olmayan, zaruri de olmayan fakat fazlalık da olmayıp güzelliğe sebep olanları da verdi: Saçın siyahlığı, dudağın kırmızılığı, kaşın kavisliği ve kirpiklerin düzgünlüğü ve buna benzer şeyler.

Bu lütuf ve inayetini yalnız insanoğluna vermedi. Bütün yaratıklarına, sivrisineğe, arıya ve sineğe de verdi. Evet, bunlardan her birine lâzım olanları verdi. Şekillerini ve suretlerini, güzel çizgilerle ve renklerle süsledi.

O hâlde insanın vücudunun yaratılmasına dikkatle bakmak, Allahü Teâlâ'nm sıfatlarını bilmenin anahtarıdır. Bu şekilde ve bu sebeple bu ilim kıymetli olur. Hekimlerin bu ilme ihtiyacı olmasında, bu şeref yoktur.

Şiirdeki, kitap yazmadaki ve san’attaki incelikleri ne kadar çok bilirsen, şairin, yazarın ve san’at sahibinin büyüklüğü, kalbinde artar. Allahü Teâlâ'nın işlerindeki incelikler ve aklın eremediği mânâlar, bunları yapan Allahü Teâlâ'nın büyüklüğünün anahtarıdır. Bu da kendini bilmekten bir kısımdır. Fakat kalb ilmine göre muhtasardır.

Çünkü bu, beden ilmidir. Beden ise binek hayvanı gibidir. Kalb, üstündeki süvariye benzer. Maksat süvarinin yaratılmasıdır, bineğin değil. Çünkü binek hayvanı, ona binen içindir. Binici, binek hayvanı için değildir. Bu kadarını söylemekle insanın kendisini böyle kolay anlayamayacağını bildirdik.

Hâlbuki, sana senden daha yakın hiçbir şey yoktur. Kendini tanımayıp, başkalarını tanıdığını, bildiğini iddia eden, kendini doyuracak yemeği olmadığı hâlde şehirdeki fakirlerin hepsinin kendi yemeğini yemekte olduklarını iddia etmesine benzer ki, gayet çirkin ve yakışık almayan bir şeydir.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSAN BU DÜNYADA SON DERECE ÂCİZ VE NOKSANDIR

Buraya kadar anlatılanlardan, insanın kalb cevherinin kıymetini, âczini ve büyüklüğünü anladın. Şimdi bil ki, bu kıymetli cevheri sana verdiler ve sonra seni onun üzerine örttüler! Onu aramaz, zayi eder ve onu unutursan çok aldanırsın ve büyük ziyanlara duçar olursun.

Kalbini yeniden aramaya, dünya meşgalelerinden kurtulmaya ve onu kendi yüksek makamına ulaştırmaya gayret et. Onun şeref ve izzeti, öbür dünyada anlaşılacaktır. Üzüntüsüz neş'e, fenâsız beka, acısız kudret, şüphesiz marifet ve Allahü Teâlâ'yı perdesiz görmek olacaktır.

Fakat, bu dünyada onun [yâni insanın] şerefi, kendisinde bulunan istidat [doğuştan gelen sonradan geliştirebilen…] ve liyakat ile hakiki şeref ve izzete kavuşmaktır. Yoksa, bugün ondan daha kusurlu ve zavallı kim vardır. Zira açlığın, susuzluğun, sıcaklığın, soğukluğun, hastalığın, ızdırabın, elemin, sıkıntının, hışmın ve hırsın esiri olmuştur. Rahatının ve lezzetinin bulunduğu şeyler, ona zarardır. Ona faydalı olanlar acı ve elemle karışıktır.

Aziz ve kıymetli olan kimse, ya ilim, ya kuvvet ve kudret, ya himmet [manevi yardım] ve irade, veyahut da yüzünün güzelliği ile kıymetli ve azizdir.

İnsanın ilmine bakarsan, ondan daha cahil kim vardır? Zira, eğer beyninde bir damar eğrilse, öleceğinden yahut delireceğinden korkulur. İnsan ise, neden olduğunu ve ilâcının ne olduğunu bilemez. Belki de ilâcı yanındadır, onu daima görür, fakat bilmez.

Kuvvet ve kudretine bakarsan, ondan daha âciz kim vardır? Zira sinek ile boy ölçüşemez. Kendisine musallat olan sivrisineğin elinde helak olur. Arı, iğnesini kendisine batırırsa, uyumaz ve huzursuz olur.

Himmetine bakarsan, bir dang [yaklaşık olarak yarım gram] gümüş veya altın kaybetse, hâli değişir ve üzülür. Açlık zamanında bir lokma verilmezse, bayılır kalır. O hâlde bundan aşağılık olur mu?

Yüzünün güzelliğine bakarsan, çöplük üzerine örtülmüş post gibidir. İki gün kendini yıkamazsa, yüzünde öyle bedlik ve çirkinlik olur ki, kendisinden tiksinir, fena bir koku hissedilir. Onun karnında taşıyıp hamallığını yaptığı ve günde birkaç defa eliyle yıkadığı pis kokulu kazurattan daha aşağı hangi şey vardır?

Bir gün Şeyh Ebû Saîd-i Ebü'1-Hayr (rahmetullahi aleyh) sofilerle beraber gidiyordu. Bir ara, lâğım kuyusunu temizlemekle uğraşanların yanından geçiyorlardı. Yol necasetlenmiş, etraf pislik içerisinde idi. Sofiler burunlarını tutup, hepsi bir tarafa kaçtılar. Şeyh, olduğu yerde durdu ve şöyle söyledi:

«Ey insanlar, bakınız bu pislikler bana ne söylüyor. Diyorlar ki, dün pazarda (nefis ve leziz yiyecekler şeklinde) idik. Hepiniz bizi ele geçirmek için, keselerinizi boşaltmıştınız. Bir geceden fazla sizinle kalmadık. Bu hâle geldik! Bizim mi sizden, yoksa sizin mi bizden kaçmanız yakışır?».

Hakikaten insan, bu dünyada noksanlık, acizlik ve zavallılığın son noktasındadır. Pazara çıkarılma günü yarın olacaktır. Eğer kimyâ-yı saadet kalb cevherine düşerse, hayvanlar seviyesinden melekler derecesine yükselir.

Yok, eğer yüzünü dünyaya ve dünya arzularına dönerse, yarın köpek ve domuzdan aşağı olur. Çünkü, onların hepsi toprak olacak ve elem çekmeyecektir. O ise azabda kalacaktır. Şerefini bildiği gibi, noksanlığını ve zavallılığını da bilmelidir. Bu sebepten dolayı kendini bilmek, Allahü Teâlâ'yı bilmek anahtarlarından bir anahtardır.

Kendini bilmek hususunda bu kadar kâfidir. Böyle bir kitapta söylediğimizden fazlasını anlatmak imkânsızdır. Ve billahi't-tevfik. Muvaffakiyet Cenâb-ı Hak'tandır.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KENDİNİ BİLMEK, ALLAHÜ TEÂLÂ'YI BİLMENİN ANAHTARIDIR

Bil ki, geçmiş peygamberlerin kitaplarında, insana hitab eden şu söz meşhurdur: «Ey insan! Rabbini tanımak için kendini tanı». Haberlerde [hadislerde] ve eserlerde [selef-i sâlihînin sözlerinde] geldi ki: «Kendini bilen, Rabbini bilir».

Bu söz şuna işarettir ki, insanın kendisi bir aynadır, ona bakan, Hakkı görür! Birçok insan kendine bakar ve fakat Hakkı göremez. O hâlde kendini bilmek için, Allahü Teâlâ'yı bilmeye hangi yolun vesile olduğunu öğrenmek lâzımdır.

Bu da iki şekildedir: Biri çok derindir. Bunu çok kimse anlayamaz. Bundan bahsetmek doğru olmaz. Herkesin anlayabildiği şekil ise, su götürmez biçimde açıktır. Avam insan, kendi zâtından Allahü Teâlâ'nın zâtının varlığını, kendi sıfatlarından Allahü Teâlâ'nın sıfatlarını, kendi bedeni ve âzaları olan şahsî memleketindeki tasarruftan, Allahü Teâlâ'nın bütün âlemlerdeki tasarrufunu bilendir.

Bu, şöyle izah edilir: Her şeyden önce kendini varlığıyla bilince anlar ki, bundan önce, nice yıllar geçmiştir. Kendinin namı, nişanı yok idi. Hususan Allahü Teâlâ buyurur: «İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman gel [ib geç] di ki [o vakit] o, anılmaya değer bir şey bile değildi.

Hakıykat, biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici, görücü yaptık
(76 - Dehr: l - 2.)
İnsanın kendi aslından anlayabildiği, varlığından önce nutfe olmasıdır.
Fena kokulu bir damla su; onda akıl, kulak, göz, baş, el, ayak, dil, damar, sinir, kemik, deri ve et gibi şeyler yoktur. Belki, beyaz şekilde bir sudur.

Fakat, bütün bu akıllara durgunluk veren hâller onda meydana gelmiştir. Ama bunları o mu, yoksa bir başkası mı meydana getirdi? Ve yine zaruri olarak bilir ki, insan, kemâl mertebesinde, her âzası yerinde olduğu hâlde, bir kıl ucu yaratmaktan âcizdir. Demek ki, bir su damlası iken daha âciz ve noksan idi. Netice olarak anlaşıldı ki, kendi zâtının varlığından, Allahü Teâlâ'nın zâtının varlığı belli olur.

Bir kısmını anlattığımız bedenindeki zahirî ve bâtınî şaşılacak hâllere bakınca, kendini yaratanın kudretini görür ve bilir ki, her bakımdan tam bir kudret [yaratan] vardır, istediğini, istediği gibi yaratır. Bundan daha üstün hangi kudret olabilir ki, böyle hakir ve aşağı bir damla sudan olgun, güzel, hikmetli ve şaşılacak bir şahıs yaratıyor.

Kendinde olan akıl almaz bu inceliklere ve âzalarının faydalarına ve herbirinin ne hikmetle yaratıldığına, el, ayak, göz, dil ve diş gibi zahirî azalarına, dalak, ciğer ve öd kesesine ve buna benzer diğer iç azalarına bakınca, kendini yaratanın ilmini bilip her bakımdan tam ve her şeyi kuşatmakta olduğunu ve yine böyle bir âlimin bildiğinin hiçbir şey olmadığım anlar.

Çünkü, bütün akıllıların aklı bir araya gelse, onlara uzun ömür verilse, bu azalardan birini, yaratılışında olduğu şekilden çıkarıp daha iyi yapmayı düşünseler, yapamazlar!

Meselâ, yenilen şeyleri kesmek için keskin olan ön dişlerini, ezmek ve öğütmek için uçları düz olan azı dişlerini, değirmene ezebileceği, öğütebileceği şeyleri atan dil küreğini, dilin altında bulunup, icabettiği vakitte yemekleri ıslatacak, hamur hâline getirecek kadar salgı yapan kuvvetini, sonra boğaza gidip, orada da kalmamasını, bütün dünyanın akıllıları, bundan daha mütekâmil ve bundan daha iyi bir başka şekilde yapamazlar.

Elin beş parmağı da bunun gibidir. Dördü bir tarafta, baş parmak ise onlardan biraz daha uzakta ve kısadır. Şöyle ki: Hepsiyle birleşebilir ve hepsinin üzerine gelebilir. Hepsinde üç boğum, bunda ise iki boğum vardır. Öyle yapılmıştır ki, isterse tutar, isterse avuç yapar, İsterse kürek gibi yapar, isterse sıkar yumruk yapar, isterse tekrar açar, kevgir veya tabak gibi yapar. Birçok şekillerle nice işler yapar.

Eğer cihanın âlimleri bu parmakların yaratılışında bir başka şekil düşünseler, meselâ hepsi aynı hizada, yahut üçü bir tarafta, ikisi bir tarafta, yahut beş yerine altı veya dört olması icabederdi, yahut boğumlar üç veya dört olması lâzım gelirdi deseler veya düşünseler, böyle düşünce ve sözleri eksik olup, Allahü Teâlâ'nm bu yarattığı en mütekâmilidir. Bununla anlaşılıyor ki, "Yaratanın ilmi bu şahsı muhittir ve her şeye muttalidir."

İnsanın, her bir parçasında bunun gibi hikmetler, faydalar vardır. Bir kimse bu hikmetleri ne kadar çok bilirse, Allahü Tealâ'nın ilminin azametine hayranlığı o kadar çok olur.

İnsan kendi ihtiyaçlarına, önce yemeye, giymeye ve meskene bakınca ve yenecek şeylerin yağmura, rüzgâra, buluta, sıcağa ve soğuğa muhtaç olduğuna dikkat edince, onu salâha kavuşturacak san'atlara ve san'at için lâzım olan demir, tahta, bakır, pirinç ve diğer âletlere ve bu aletlerin nasıl yapıldığına dair bilgilere bakar.

Sonra bütün bu yaratılan ve yapılanlardaki şeklin tamamlığına ve güzelliğinin mükemmeliyetine bakar. Her birinden o kadar çeşitler bulunur ki, eğer yaratılmış olmasalardı, kimsenin hatırına gelmeyeceklerine, istenemeyeceklerine dikkat ederse, istenmeyen ve bilinmeyen bu şeylerin Allah'ın lütuf ve merhametiyle olduğunu görür.

Buradan bir husus daha bilinir: Velilerin [Allah dostlarının] hayatı Allahü Tealâ' iledir. Bu da, bütün mahlûklara, lütuf, rahmet ve inayettir. Hususan, «Rahmetim, gazabımı aşmıştır»
(7 – A’raf: l 56.), buyuruldu.

Bunun gibi, Peygamber Efendimiz buyurdu ki: «Allahü Teâlâ'nın kullarına, şefkati, bir annenin süt emzirdiği çocuğuna şefkatinden daha çoktur»
(H. Edep, 13; M. Tevbe, 22.)

O hâlde, kendi zâtının zuhurundan, Allahü Teâlâ'nm zâtını görür. Kendi inceliği, parçalı ve âzalarının çokluğundan; Hakkın kudretini, kemâlini görür. Etrafındaki şaşılacak hikmetler ve faydalarda, Hakkın ilminin kemâlini görür.

Zaruri olarak, yahut ihtiyaç olarak, yahut, iyilik ve güzellik için olanların hepsinin kendinde yaratıldığını ve bir arada bulunduğunu anlayınca, Allahü Teâlâ'nm lütuf ve rahmetini görür, işte bunun için kendini tanımak, Allahü Teâlâ'yı bilmenin anahtarı olur.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

ALLAHÜ TEALÂ'NIN TENZİH VE TAKDÎSİNİ BİLMEK

Allahü Teâlâ'nın sıfatlarını, kendi sıfatlarından, ve zâtını, kendi zâtından bildiği gibi, Allahü Teâlâ'nın tenzih ve takdisini de kendi tenzih ve takdisinden bilir.

Allahü Teâlâ hakkında tenzîh ve takdisin mânâsı, vehme ve hayâle gelen her şeyden beri, mukaddes ve yüksek olmasıdır. O'nun, tasarrufunun haricinde olan hiçbir yer olmadığı hâlde, kendisine bir yer izafe edilmekten münezzehtir, uzaktır.

İnsan, bunun numunesini kendinde görebilir. Kalb dediğimiz ruhunun hakikati, vehim ve hayâle gelen her şeyden münezzehtir. Onun için ölçü ve sayı olmayacağını, bölünemeyeceğini de söylemiştik. Böyle olunca, rengi, şekli de olmaz. Şekli ve ölçüsü olmayan bir şeyin hayâle gelmesi imkânsızdır. Gözün gördüğü veya benzerini gördüğü şey, hayâle gelir. Göz ve hayâle verilenler ise şekil ve renklerden başka' bir şey değildir.

Yaratılış icabı sorulacak olan (nasıl bir şeydir?) in mânâsı, şekli nasıldır, küçük müdür, büyük müdür? demektir. Bu sıfatların kendisine yanaşamadığı bir şey için, nasıl sorusu lüzumsuz ve boş olur.

Nasıldır sorusunun kendisine sorulamayacağı bir şeyi bilmek istersen, kendi hakikatine bak. Hakkı tanımak yeri olan senin hakikatin bölünmez, ölçülmez, kemmiyet ve keyfiyet ona yanaşamaz.

Bir kimse, «Ruh nasıl şeydir?» diye sorsa, cevabı, «Nasıl demenin ona yolu yoktur!» olur.
Kendini bu sıfatlarla bilince, Allahü Teâlâ'nın bu takdis ve tenzihe daha lâyık olduğunu anlarsın, insanlar nasıl olduğu bilinmeyen bir varlığa şaşarlar, işte kendileri öyledir ve kendilerini bilmezler!

Hattâ insan kendi bedenine dikkat ederse, nasıl olduğu bilinmeyen binlerce şey bulur. Bunların hiçbirini görmez. Meselâ, aşk ve derdi göz görmez. Nasıl olduğunu bilmek istese, yine bilemez. Çünkü, böyle şeylerin şekli ve rengi yoktur. Bu suale sebep bile yoktur.

Hattâ bir kimse sesin hakikatini öğrenmeye çalışsa, yahut kokunun ve tadmanın hakikatinin nasıl olduğunu bilmek istese, bilemez. Bunun sebebi, nasıl ve ne gibi? sorular, görme duygusundan meydana gelen hayâl icabı şeyler olduğu için, her şeyden gözün nasibini, payını aramak istemesidir. Ses gibi, kulakla alâkalı olan şeyden, gözün hiç nasibi yoktur. Gözün, sesin nasıl ve ne gibi olduğunu öğrenmek istemesi ise muhaldir [imkansızdır].

Çünkü ses, gözün nasibi olmaktan münezzehtir. Renk ve şekil de kulağın nasibi olmaktan münezzehtir. Bunun gibi, lâzım olan şeyi kalbin anlaması ve aklın bilmesi, bütün his âzalarının nasibi olmaktan münezzehtir. Nasıl ve ne gibi sorular, his olunanlar içindir. Burada uzun yazmak ve derine dalmak icabeder [gerekir].

Akli ilimlerden bahseden kitablarımızda uzun uzun anlattık. Bu kitabda bu kadan kâfidir. Maksad; insanın nasıl olduğu bilinmeyen kendinden, Allahü Teâlâ'nın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini anlamasıdır.

İnsan bilir ki, ruh vardır ve bedenin padişahıdır. Bedeninde bilinebilen her şey, onun ülkesidir. O ise nasıl olduğu bilinmeyen bir şeydir. Bunun gibi, kâinatın padişahı (Allahü Teâlâ'nın da nasıl olduğu bilinemez. His olunan gibi bilinen her şey onun mülkü, memleketidir.

Allahü Teâlâ'nın tenzihini bildiren diğer bir husus da, ona hiçbir yer izafe edilmemesidir. Ruh da hiçbir şeye izafe olunamaz. Ruh, eldedir, ayaktadır, baştadır veya başka bir yerdedir denemez. Belki bedenin bütün kısımları ayrılır, bölünür, o ise bölünmez. Bölünemeyenin bölünene girmesi muhaldir.

Çünkü, o zaman, o da bölünebilir bir hâl alır! Hiçbir uzuvda olduğu söylenemediği hâlde, hiçbir uzuv onun tasarrufunun dışında kalmaz. Bilâkis hepsi onun emrinde, tasarrufundadırlar. O hepsinin hâkimidir.

Hususan, bütün kâinat, kâinatın hâkimi olan Allahü Teâlâ'nın tasarrufundadır. O ise, kendisine bir yer izafe edilmekten, filân yerdedir denmekten münezzehtir, beridir. Takdisi bu şekilde anlatmak, ruhun hususiyetini ve sırrını açıklamakla olur.

Buna ise izin yoktur. Hepsini anlayabilmek, «Allahü Teâlâ Âdemi [yâni Ademin hakikatini, rûhunu] kendi suretinde yarattı»
(H. İsti'zân, 1; M. Birr 115, Cennet, 28.)hadîs-i şerifiyle açıklanabilir.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

ALLAHÜ TEÂLÂ'NIN SALTANATI

Allahü Teâlâ'nın zâtının var olduğu, sıfatları, nasıl ve ne gibi sorulardan münezzeh ve mukaddes olduğu, bir yerde olmaktan münezzeh olduğu, hepsinin anahtarı insanın kendi nefsini tanımak olduğu anlaşılınca, bilmekten, tanımaktan bir kısım kalmış oluyor. Meleklere iş vermesi, meleklerin onun emrine uyması, melekler vasıtasiyle işlerin olması, gökten yere emir göndermesi, göklerin ve yıldızların hareketi, yerde olanların işlerinin göklere bağlı olması, rızıklar anahtarının göğe havale edilmesi nasıl oluyor? diye sorulması mümkün olan sorulardandır.

Allahü Teâlâ'yı tanımakta, bu mühim bir bahistir. Buna «Mârifet-i ef’âl», yâni fiilleri tanıma denir. Bundan öncekilere, «Mârifet-i zât ve mârifet-i sıfat» denildiği gibi... Bunun anahtarı da, kendini tanımaktır. Kendi memleketindeki padişahlığını nasıl yürüttüğünü bilmezsen, kâinatın padişahının hükmünü yürüttüğünü nasıl bilmek istersin?

Önce kendini tanı ve bir işine dikkat et. Meselâ kâğıt üzerine Bismillah yazmak istediğin zaman, önce arzu ve istek meydana gelir, sonra kalbinde bir hareket ve kımıldama duyulur. Bu etten olan yürek ki, sol taraftadır. Ondan bir cism-i lâtif hareket eder ve beyne gider. Bu cism-i lâtife tabibler, ruh diyorlar. His ve hareket kuvvetlerini taşımaktadır. Hayvanlarda olan ruh ise daha başkadır. Bu ruh ölebilir. Bizim kalb dediğimiz ruh ise, hayvanlarda yoktur. Asla ölmez.

Çünkü o, Allahü Teâlâ'yı bilme, anlama yeridir. Bu ruh beyne ulaşınca, Bismillâh'ın sureti hayâl kuvvetinin yeri olan beynin birinci odasında (merkezinde) meydana gelmiş olur. Beyinden çıkan sinirler her tarafa dağılır. Parmaklarının ucunda iplik gibi düğümlenir. Beyinden bu sinirlere uyarma verilir. Zayıf, kuru olanların kollarında sinirler görülebilir. Sonra sinirler kımıldanır, parmakların uçlan hareket eder ve sonra da parmaklar kalemi harekete geçirir. Kalem de mürekkebi harekete geçirir. Böylece hislerin yardımıyla hayâl hazinesinde olan Bismillâh'ın suretine uygun olarak Besmele kâğıtta meydana gelir. Bunda bilhassa gözün yardımı çoktur.

Bu işin başlangıcında sende bir istek meydana geldiği gibi, her işin evvelinde Allahü Teâlâ'nın sıfatlarından bir sıfat vardır; buna-irâde denir.

Bu irâdenin ilk eseri, kalbinde meydana geldiği ve sonra diğer yerlere ulaştığı gibi; Allahü Teâlâ'nın irâdesinin eseri de önce Arş'ta meydana gelir, sonra diğer yerlere ulaşır, Buhar gibi bir cism-i lâtîf kalb damarlarıyla bu eseri beyne ulaştırdığı gibi —ki bu cisme ruh derler—, Allahü Teâlâ'nm lâtif bir cevheri de o eseri Arş'a-ulaştırır; Arş'tan da, Kürsi'ye ulaştırır. Bu cevhere melek denir, ruh denir ve Rûhu'l-Kudüs denir.

Kalbin eserinin beyne ulaşması, beynin kalbin tesiri [etkisi] ve tasarrufu altında olması gibi, irâde eseri önce Allahü Teâlâ'dan Kürsi'ye ulaşır; Kürsî ise Arş'ın altındadır. Senin fiilin ve muradın olan Besmele'nin sureti, beynin birinci odasında meydana geldiği ve yaptığı iş buna uygun olarak ortaya çıktığı gibi, kâinatta meydana gelecek her şeyin sureti, önce Levh-i Mahfûz'a nakşedilir. Beynindeki lâtif kuvvetin sinirleri, sinirlerin eli ve parmakları, parmakların da kalemi hareket ettirdiği gibi, Arş'ın ve Kürsî'nin üzerinde müvekkel olan [orada iş gören] lâtif cevherler, gökleri ve yıldızlan hareket ettirir.

Beyin kuvveti vücut kirişlerini [veterleri], kasları ve parmak sinirlerini harekete getirdiği gibi, melek denen bu lâtif cevherler, yıldızlar ve onların şuaları vasıtasiyle süfli olan âleme gelir ve oradaki dört unsuru harekete geçirir. Bu dört şey sıcaklık, nemlilik, soğukluk ve kuruluktur. Mürekkep kalemini, Besmele meydana gelecek şekilde kaydırıp durdurduğu gibi, bu sıcaklık ve soğukluk, suyu, toprağı ve bu dört unsuru harekete geçirir. Kâğıdın mürekkebi kabul etmesi, mürekkebin bazı yerde dağınık, bazı yerde toplu olması gibi, yaşlılık, nemlilik bu dört unsura şekil verir. Kuruluk bu şekilleri bozmaktan korur.

Eğer yaşlılık olmasaydı, kat'iyyen şekil olmazdı. Kuruluk olmasaydı, şekiller bozulurdu. Gözün yardımıyla kalemin işini tamamlaması, hareketini bitirmesiyle hayâl hazinesinde olana uygun olarak Besmele'nin yazılması gibi, meleklerin yardımıyla sıcaklık ve soğukluğun bu unsurları hareket ettirip, hayvan, bitki ve diğerleri bu dünyada, Levh-i Mahfûz'-da olduğu şekilde meydana gelir.

Bedende bütün işler önce kalbde zahir olduğu ve sonra bütün azalara dağıldığı gibi, madde alemindeki işler de evvelâ Arş'ta meydana gelir ve Arş'tan bütün madde âlemine ulaşır. Bu hususiyeti evvelâ kalbin kabul edip, diğerlerinin ondan aşağı olması ve kalbde bir yer isnad edip, «Orada mesken kurmuşsun» düşüncesi gibi, Allahü Teâlâ'nm her şeye galibiyeti Arş vasıtasiyledir. Bunun için yeri orasıdır zannederler.

Kalbine galib olup, işlerin doğru olduğu ve böylece bütün beden memleketini güzel idare ettiğin gibi, Allahü Teâlâ Arş'ın yaratılmasında Arş'a galib olup, Arş'ı doğrulttu. Karar kıldı. Memleketin düzeni yapılmış oldu. Bahusus âyet-i kerîme böyle geldi: «Arş'ı istilâ edip, her şeyi hükmü altına aldı. Bütün işleri idare ediyor...»
(Yûnus: 3)Bil ki, bunların hepsi doğrudur. Basiret sahiplerine açık keşiflerle bildirilmektedir. Bunu da «Allahü Teâla, Âdem'i [Adem'in hakikatini, ruhunu] kendi suretinde yarattı»(H. İsti'zân, 1; M. Blrr, 115. Cennet, 28)hadîs-i şerifinin hakikati ile bildirmişlerdir.

Muhakkak bilmelisin ki, padişahı ve padişahlığı padişahlardan başkası bilmez. Eğer böyle olmasaydı, sana onun 'memleketinde padişahlık verilirdi. Allahü Teâlâ'nın mülkünden ve padişahlığından sana bir parça verilmiş olurdu; o zaman âlemlerin sahibini tanıyamazdın. O hâlde senin için yaratılmış olan padişahlığa şükret. Sana padişahlık ve kendi memleketine benzeyen bir memleket verdi. Kalbini Arş eyledi. Kalbin menba'ı olan hayvani ruhunu İsrafil, beynini Kürsi, hayâl hazineni Levh-i Mahfuz, göz, kulak ve bütün duygularını ayrı ayrı birer melek; sinir sisteminin merkezi olan beyinciğini de gökler ve yıldızlar gibi yarattı. Parmağını, kalemi ve mürekkebi senin emrine verdi.

Seni tek ve nasıl olduğu belli olmayan şekilde yarattı ve hepsine padişah eyledi. Sonra da sana, «Sakın! Kendinden ve padişahlığından gafil olma ki, yaratandan da gafil olmayasın» buyurdu. Elbette Allahü Teâla Âdem'i kendi suretinde yarattı. O hâlde, ey insan! Nefsini bil ve Rabbini tanı...


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSANIN ÂZALARININ KUVVETLERİ VE SIFATLARI İLE OLAN BAĞLILIĞI

[ÖNCEKİ FASILA EK]

İnsanın saltanatı ile Mâlikü'1-Mülk [mülkün sahibi] olan Allahü Teâlâ'nın saltanatı arasında yaptığımız bu mukayeseli izahtan, iki büyük ilme işaret olundu: Biri, insanın kendini tanıması, âzalarının kuvvetleri ve sıfatlan ile olan bağlılığı, sıfatlarının ve kuvvetlerinin kalbe bağlılığının nasıl olduğu ilmidir. Bu, böyle bir kitapta incelenemeyecek kadar uzun bir ilimdir.

Diğeri âlemin Padişahının, memleketinin meleklere olan bağlılığının tafsili, meleklerin birbirleri ile olan irtibatı, göklerin, Kürsî'nin ve Arş'ın meleklerle olan alâkası; bu ilim ise daha uzundur. Bundan maksat zeki olanların bu kadarına inanması ve Allahü Teala'nın azametini bununla bilmesidir.

Akılsız olanların, bütün bu güzelliklerle böyle bir Hazretin mütalâasından mahrum kaldıklarını, nasıl gafil olduklarını ve nasıl aldandıklarını bilmesidir. Allahü Teâlâ'nın cemâlinden, halk, zaten ne anlayabilir? Halkın tanıyabilmesi için bu anlattıklarımız nedir ki!

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

TABİİYYECİLERİN VE MÜNECCİMLERİN KARINCAYA BENZETİLMESİ


Bu zavallı ve nasipsiz tabiiyyeciler [tabiatçılar] ve müneccimler [astrologlar, astronomi ile uğraşanlar], işleri, tabiata ve yıldızlara havale eylediler. Bunların hâli kâğıt üzerinde yürüyen karınca gibidir. Siyahlaşan ve üzerinde bir şekil meydana gelen bir kâğıt görür; dikkat eder, kalemin ucunu görür ve sevinip der ki; «Bu işin hakikatini anladım ve kanaat getirdim ki; şekilleri kalem yapıyor». Bu, âlemlerin hareket ettirilmesinden âciz olup, bir şey bilmeyen bir tabiiyyeci gibidir.

Sonra gelen ikinci karıncanın, gözü daha açık ve görüş mesafesi daha fazladır. Der ki: «Hatâ ettin. Çünkü, ben bu kalemi müstakil bulmuyorum. Onun ötesinde başka bir şey daha görüyorum, bu şekilleri o yapıyor». Buna sevinir. «Doğrusunu anladım ki, şekli yapan kalem değil, parmaktır. Kalem ise onun emrindedir» der. Bu, görüşü biraz daha geniş olan ve hâdiselerin yıldızlar vasıtası ile olduğunu zanneden, fakat yıldızların meleklerin emrinde olduğunu ve bunun ötesindeki mertebeleri bilemeyen müneccim gibidir.

Madde âleminde, müneccimler ve tabiiyyeciler arasındaki fark, bir ihtilâf mevzuu olduğu gibi, ruhlar âlemine yükselen insanlar arasında da bu ihtilâf vardır. Zira, birçok insanlar madde âleminden terakki eylediler, maddenin dışında başka bir şeye kavuştular. Sonra evvelki dereceye indiler.

Böylece ruhlar âlemine yükselme yolu onlara kapandı. Nurlar âlemi olan ruhlar âleminde de bunun gibi, tehlikeli geçitler ve mâniler çoktur. O derecelerin bazısı yıldız gibi, bazısı ay gibi ve bazısı da güneş gibidir. Bu merdiven, göklerin melekûtu kendilerine gösterilen kimselerin miracıdır.

Hususan, İbrahim aleyhisselâm hakkında Allahü Teâlâ şöyle bildirdi: «Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik»
(6 - En'âm: 75) O makamda İbrahim aleyhisselâm şöyle der: «Şüphesiz ki ben, muvahhid [Allah'ı bir tanıyıcı] olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim...» (6 - En'âm: 79)

Bunun için Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Muhakkak ki, Allahü Teâlâ için yetmiş nur perdesi vardır. Eğer onları açarsa güzelliği bakanları yakar» (H. tsti'zân. J; M. Birr. 115. Cennet, 28) Bunu, Mişkâtü'l-Envâr ve Misfatü'l-Esrâr kitaplarımızda uzun uzun anlattık, oradan öğrenmek mümkündür.

Maksadımız, zavallı tabiiyyecilerin bir şeyi, sıcaklığa, yaşlığa, soğukluğa ve kuruluğa havale etmelerini bildirmektir. Çünkü onlar diyor ki, eğer bunlar Allahü Teâlâ'nın sebepleri arasında olmasaydı, tıb ilmi bozulurdu.

Fakat yanılmalarının sebebi, kısa görüşlü olması ve ilk merhalede takılıp kalmalarıdır. O merhalede tâbilik değil asillik, hizmetçilik değil efendilik ispat etmesidir, O ise, kendini, en arkada, ayakkabıların bulunduğu yeri seçen, en pejmürde hizmetçilerden eyledi. Sebepler arasına yıldızları koyan müneccimler derler ki, böyle olmasaydı, gece - gündüz aynı olurdu.

Çünkü, güneş dünyayı aydınlatan ve ısıtan bir yıldızdır.Kış ve yaz aynı olurdu. Yazın sıcak olması, güneşin yakın olmasındandır. [Yazın sıcak olması güneş ışığının daha dik açıyla dünyaya gelmesidir. Dokuz asır evvel böyle söylenmesini normal karşılamak lazım.] Kışın ise uzak oluyor. Güneşi ışık ve hararet [sıcaklık] verici şekilde yaratan Allahü Teâlâ'nın kudreti, Zuhal yıldızını soğuk ve kuru, Zühre yıldızını ise, sıcak ve nemli yaratsa hiç şaşmamak lâzım.

Bu, islâmiyet'e dokunmaz. Müneccimin yanıldığı yer, yıldızları asıl ve işlerin havale edildiği son yer zannetmesi ve onları bir kudret ve emir altında görmemesi ve «Güneş, ay ve yıldızlar, onun emri altındadır»
(7 - A'râf: 54) kelâmını bilmemesidir. Emir altında olan iş yapar. O hâlde güneş, ay ve yıldızlar kendilerine verilen vazifeleri yapan işçilerdir. Kendiliklerinden değil, iş yaptıran melekler tarafından işte bulunduruluyorlar.

Bunlar beyinde bulunan bir kuvvet merkezi tarafından, etrafın tahriki altında iş yapan sinirler gibidir. Kalemin yazması gibi en küçük işler, bunların eli altında olup, geri saflarda bulunan dört ana unsur şeklinde olmadıkları, hattâ baş köşede oturdukları hâlde, yıldızlar da basit birer hizmetçi gibidirler.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSANLARIN KÖRLER ZÜMRESİNE BENZETİLMESİ


İnsanlar arasındaki ayrılıkların çoğu, hepsinin sözünde bir sebeple doğruluk bulunmasıdır. Fakat bazıları görmedikleri hâlde, her şeyi gördüklerini zannederler. Bunlar şehirlerine fil gelmiş olduğunu duyup, onu tanımak isteyen körler gibidirler.

Şehirdeki körler fili elle tanıyacaklarını zannettiler. Ellerini ona dokundurdular. Birinin eli hayvanın kulağına, diğerininki ayağına, bir başkasınınki baldırına, diğer birininki de dişlerine rast geldi. Bu körlerin hepsi bir araya gelince, filin nasıl olduğunu bunlardan sordular. Eli, hayvanın ayağına gelen dedi ki: Fil sütun gibidir. Eli hayvanın dişlerine temas eden dedi ki: Fil direk gibidir. Eli kulağına gelen dedi ki: Halı gibidir. Hepsi doğru söylediler ve hepsi yanıldılar! Zira her biri fili tamamen anladıklarım sandılar. Ama anlayamadılar.

Bunun gibi, müneccimler ve tabiblerden her birinin gözü Allahü Teâlâ'nm huzurunda hizmet görenlerden birine takıldı. Onun saltanat ve hâkimiyetinden şaşırıp, «Benim hâkimim budur. Benim Rabbim budur» dediler. Tâ o zamana kadar ki, bir kimseyi daha ilerlettiler, bütün noksanlarını ve onun ötesini gördü ve «Bu, diğerinin altındadır. Altta olan ilâh olamaz» dedi. Bahusus Kur'ân-ı Kerim, ibrahim aleyhisselâmın, «Batanları, örtülenleri sevmem,» dediğini haber veriyor.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

YILDIZLARIN VE BURÇLARIN PADİŞAHIN KUDRETİNE TEŞBİHİ


Yıldızlar, uydular, on ikiye ayrılan yıldızlar semâsının burçları ve hepsinin ötesinde, çok uzağında olan Arş, bir yönden bir padişaha benzemektedir ki, vezirin oturduğu hususi bir odası, bu odanın etrafında on iki pencereli bir salon vardır. Her pencerede vezirin bir vekili bulunur. Yedi tane süvari vekil, bu on iki pencerenin etrafında dönerler. Vezirden kendilerine gelen emirleri bu vezir naillerinden [vekillerinden] duyarlar.

Bu dört piyade ellerine verilen dört kemendi atarlar ve bir grubu, emre uyarak o hazrete gönderir, bir grubu ise o huzurdan uzaklaştırırlar. Arş, hususi odadır. Memleketin vezirinin bulunduğu yerdir. O ise meleklerin Allahü Teâlâ'ya en yakın olanıdır. Yıldızlar semâsı salon gibidir.

On iki burç, on iki penceredir. Vezirin nâibleri [vekilleri! diğer meleklerdir. Onların dereceleri en mukarreb meleklerin derecesinden daha aşağıdır. Her birine ayrı ayrı ilim verilmiştir. Yedi gezegen yedi süvaridir. Bu on iki pencerenin etrafında dolaşır ve her pencereden başka bir emir; kendilerine ulaşır. Dört unsur dedikleri ateş, su, hava ve toprak, dört yaya hizmetçi gibidirler. Kendi vatanlarından ayrılmazlar. Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk olan dört tabiat [yaratılış] onların elinde dört kemend gibidir.

Meselâ, bir kimseye yüzünü dünyadan döndürecek, üzüntü ve korku kaplayacak, dünya nimetleri kalbine iyi gelmeyecek ve akıbetinin üzüntüsü kendisini istilâ edecek bir hâl olursa, hekim, bu hasta oldu der. Buna malihulya hastalığı denir. Bunun ilâcı, kaynatılmış kimyondur. Tabiiyyeci der ki, bu hastalığın aslı tabiatın kuruluğundan gelmektedir. Beyni kaplar. Bu kuruluğun sebebi kış havasıdır. Bahar gelip havada nem miktarı fazlalaşmayınca düzelmez. Müneccim der ki, bu onda meydana gelen bir sevdadır.

Sevda Merih ile aralarında beğenilmeyen bir uygunluğun vâki olduğu Utarit yıldızından zahir olur. Utarit, Zühre ile Müşteri'nin yanına gelmeyince, yahut aralarında üç burç uzaklık olan iki yıldız bir araya gelmeyince bu hâl iyi olmaz. Hepsi doğru söylüyorlar. Fakat. «Bu onların kavuştukları ilmin miktarıncadır»
(53 - Necm: 30).

Allahü Teâlâ'nm huzurunda saadetinde karar verilen kimse için, Utarit ve Merih denen iki usta ve işgüzar nakîbi, bu piyadelerden biri olan havaya kuruluk kemendini atmak, onun başına ve beynine düşürmek ve yüzünü bütün dünya lezzetlerinden çevirmek, korku ve elem kamçısı ve irâde ve istek dizginleri ile onu Allahü Teâlâ'nın huzuruna davet için gönderirler. Bu ne tıb ilminde, ne tabiat bilgisinde, ne de astronomi [felekiyyât] bilgilerinde bulunur.

Bilâkis bu, memleketin her tarafını kuşatan, O hazretin âmil, nakîb hizmetçilerini içine alan, her birinin ne iş yaptığını ve hangi emirle hareket ettiğini; insanları nereye çağırıp, neden menettiğini bilen peygamberlik makamına mahsus ilim denizinden çıkmaktadır.

O hâlde hepsinin söylediği doğrudur. Fakat memleketin padişahının ve kumandanlarının sırrından haberi yoktur. Allahü Teâlâ bu yolla; belâ, hastalık, sevda ve mihnet ile; halkı kendisine çağırıyor ve diyor ki: «Bu hastalık değildir. Bizim lütuf kemendimizdir. Sevdiğim kullarımı bununla kendime çağırırım. Belâ önce peygamberlere, sonra evliyaya ve sonra da herkesin fazilet ve derecesine göredir»
(Suyûtî, el -Câmi'us- Sagir, Eşeddü'n-Nâs maddesi). Onlara hasta gözüyle bakmayın ki, onlar bizdendir. «Hasta oldum bana bakmaya gelmedin (M. Birr, 43) (kudsi hadîs) onlar hakkında bildirilmektedir.

O hâlde evvelki misâl, kendi bedeni içinde insanın padişahlığının, bu misâl de, bedenin dışındaki memleketin doğru yolda olduğunu göstermektedir. Bu yüzden bu bilgi de, kendini bilmekten meydana gelir. Bunun için kendini tanımayı kitabın birinci unvanı eyledik.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

DÖRT TEŞBİHİN MÂNÂSINI BİLMEK


Şimdi şu dört muhtasar kelimenin mânâsını bilmeye sıra geldi. Bunlar Allahü Teâlâ'yı tanımaya kâfidir. «Sübhanallahi ve'l-hamdülülâhi ve la ilahe illâllahü vallahü ekber». Kendi tenzihinden onun tenzihini bilince. Sübhânallah'ı anlamış oldun.

Kendi padişahlığından, hâkimiyetinden, onun hâkimiyetini, padişahlığının tafsilini, bütün sebep ve vasıtaların, kâtibin elindeki kalem gibi onun emrinde olduğunu anlayınca, Elhamdülillâh'ın mânâsını bilirsin. Bilirsin ki, ondan başka nimet veren yoktur. Ondan başkasına hamd ve şükür olmaz.

Hiç kimsenin kendi başına buyruk olmadığını anlayınca, La ilâhe illâllah'ın mânâsını bilirsin.
Şimdi Allahu Ekber'in mânâsını anlamana sıra geldi. Bil ki, bütün bunları öğrendin ve Allahü Teâlâ'dan hiçbir şey bilemedin. Zira Allahü Ekber'in mânâsı görünüşte, Allahü Teâlâ daha büyük demektir. Hakikatta, insanların kendi kıyasları ile anlamalarından daha büyüktür.

Bunun mânası bir başkasından daha büyüktür, demek değildir. Çünkü, Ondan başka bir şey yoktur ki, Allahü Teâlâ ondan daha büyük olsun! Bütün var olanlar O'nun vücûdunun nurundandır. Güneşin ziyası, güneşten başka değildir ki, güneş nurundan, ziyasından daha büyüktür denilebilsin. Allahü Ekber'in mânâsı, insanların kendi akıllarının ölçüsü ile onu tanıyabilmelerinden çok büyük ve yüksek demektir. Onun takdis ve tenzihinin, insanın takdis ve tenzihi gibi olmasını söylemekten Allahü Teâlâ'ya sığınırız.

Hattâ, bütün yarattıklarına benzemekten berî ve uzaktır. Nerede kaldı ki, İnsana benzesin! Onun hâkimiyetinin insanın kendi bedenindeki hâkimiyeti gibi olduğunu, yahut O'nun îlim, Kudret ve diğer sıfatlarının insanın sıfatlan gibi olduğunu söylemekten yine Allahü Teâlâ'ya sığınırız. Belki bunların hepsi, Allahü Teâlâ’nın cemâlinden bir şeyin insanlığın âczine göre, insanda hâsıl olması için birer numunedirler.

Bu numune şuna benzer. Eğer bir çocuk bize, «Başkanlığın, saltanatın ve memleketi elinde bulundurmanın zevki, lezzeti nasıldır?» diye sorsa, ona deriz ki: Cirit atmak ve top oynamak lezzeti gibidir. Çünkü o, bundan başka lezzet bilmez. Kendisinde olmayanları, kendinden olanlara benzeterek bilebilir.

Halbuki padişahlığın lezzetinin, cirit atmakla hiç alâkası olmadığını herkes bilir. Fakat lezzet ve zevk her ikisi içinde kullanılmış oldu. Kelimelere muhatap olmak bakımından ikisi de aynıdır. Bu sebeple marifetin numunesi, çocuklarda bulunur. Bu numune ve benzetme işlerini de bu kabilden bil. O hâlde: Allahü Teâlâ'nın kemâl ve hakikatini kendinden başkası bilemez.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön