2008 Aralık Haber Arşivi

2008 yılına ait aylara göre haber/makaleler.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen aNKa »

Tarih: 01.12.2008 Saat: 12:30 Gönderen: kulihvani

Resim

Ben ol da bil!

Mina

“Analık nedir Annem?” derdim de anacığıma; “Ben ol da bil!” derdi Mevlânaca..
Ben ol da bil!
“Sen” oldum annem bak!..
“Sen” oldum ve bildim neymiş bu işin yürekçesi..
Hani “Köpekler bile “ana” olmasın!” derdin ya hep, o ızdıraplı yüreğinle, o engin şefkatinle..
Anlamazdık o zaman biz zamâneler..
“Zor kızım, çok zor analık” derdin ardından derin bir iç çekişle..
Zormuş anam!..
Ana olmak “Hiç” ken “Hep” olmakmış meğer.. Çoğalmakmış durmadan..
Dünyaya meydan okumak, mâzi ve istikbâli sırtlamak, pervâsız bir gözü karalıkmış..
Zormuş Annem.. Olduk, gördük, bildik bak..
Ana olmak meğer; Kor ateşlerde üşümesi, kara kışlarda buz kesmesiymiş yüreğin…

Hep; “Ben!” derken,
Artık; “O”, “İllâ O!” demesiymiş..

Hiç varmayacağı kapıları çalması, hiç ederek ömrünü, adamasıymış..

Hiç kızmaması yüreğin, almayı hiç düşünmeden hep vermesiymiş..

Hep sarıp-sarmalaması, hiç hesap sormadan, hep dost hep yâr olmasıymış..

Zormuş Anam!..

Meğer ölümüne bir kara sevdaymış analık..

Olduk, gördük, bildik bak!..

-----------

Gözlemleyin kadınları; Değişirler hep “Anne” olunca..
Bir metamorfoz belki analık; Tırtılken kelebek olmak

Artık gözleri, elleri-ayakları, akıl ve yüreği tüm âzâları ve dahî hayalleri, tüm vakitleri ve hayata dâir hesapları O’na ait değildir..
Karşılıksız-hesapsız ve de gönüllü olarak bağışlar yavrusuna tüm varlığını Anne..

Ve dikkat edin, her kadın bir başka güzelleşir “Anne” olunca..

Ezelden biçilen bir kostüm gibi, “Analık” yakışır her kadına..

O, artık “Anne gibi” güler,
“Anne gibi” bakar,
“Anne gibi”kokar..
Ve hayatta hiç kimse ne “Anne gibi” kokar ne “Anne gibi” bakar ne de onun gibi yanar..

Ve böylelikle tüm anneler, Yaratan’dan kokular, esintiler taşırlar dünyamıza..

Her Anne Yaratıcı’ya âyinedir..
En çok El Hâlık ve El Vedûd ismi yansır onlarda..

Ve hayat boyu, binbir esmâyı seyrederiz o kocaman yüreklerde..

İşte bu yüzden, kaç yaşında olursak olalım, bizler için hep,
Hiç eskimeyen bir ihtiram, coşkun bir muhabbet, hep meylettiren bir çekim alanıdırlar..

İşte bu tutkunluk, hesapsız adanışlarının karşılığıdır onlara, Yaradan’dan..

Ve bir gün bizden gittiklerinde.. İçimizin bir yanı, ömür boyu hep titreşir onlar için..
Hiç sönmeyen bir yangın, zaman zaman yakar alevlenir, asla dolmaz boşlukları..

Alıp gitmişlerdir çünkü canlarımızın bir parçasını..

Öyledir, her Anne giderken, yüreğini emânet bırakır yavrusuna ve bir parça yavrusundan alır da öyle gider çünkü..

Ve bu yürek aktarımı, annenin sesi, nefesi, gözleri, sözleri ve o kocaman yüreği, ezelî bir miras gibi devredilir nesilden nesile..

İşte dünyayı îmar eden, ayakta tutan bu Ana Yürekleridir!

Nasıl emânetse yavrular annelerine bir vakit,
Öylece emânettir her anne de yavrusuna..
“Of!” bile demeden, sakın ha incitmeden,
Sahip çıksın herkes emânetlerine aman!

Yavrularına iki dünya bağışlayan ANAlara

ve cennetlerini kazanan canlara müjdeler olsun..


muhabbetle ......
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen aNKa »

Tarih: 01.12.2008 Saat: 22:48 Gönderen: kulihvani

Resim

SON SÖZ : Muhteşem Ömr-ü Fânisi..

Münir DERMAN (K.S.)

Bu kitab ve diğer ciltler hayırsever insanların fedâkârlıklarıyla çıkarıldı.
Altıncı ve yedinci ciltler Derman hazretlerinin son demlerinde geçirdiği rahatsızlıklar nedeniyle yazılmamıştır.
Bundan dolayı beşinci cilt olan bu esere önsözde “Son Damla” demişlerdir.
Anadolu’nun bağrından çıkmış büyük Velî’ler vardır.
Onlar bu mübârek beldenin insanlarına birer güneş olmuşlar, mânevî feyz ve ışıklarıyla Anadolu’nun varlığını koruyarak, ruhaniyetleriyle yıkamışlardır.
Kültürümüz onların efsaneleri ve güzellikleriyle enginleşmiş, hatta insanlık tarihinde ölümsüzleşmişlerdir.
Dr. Münir Derman, Anadolu’da bu gök kubbenin gizlediği mânevî güneşlerden biridir.
Büyük insanları anlatmak zordur.
O, büyük insan... Büyük Velî...
Büyük insan demek; âdemiyet hamulesiyle görünmek sırrına ermiş insan demektir.
Onların heybeleri büyük fazilet ve insanlık örnekleriyle doludur.
Kimseye nasip olmayan meziyetlere sahib büyüklerin etrafında kinden, hasedten, hayranlıktan ve itiraf edilmemiş arzulardan örülmüş bir boşluk, bir çember meydana gelir.
Meydanı boş bulanlar bu makamları tahrif etmiş yanlış bilgi ve rivâyetlere yol açmışlardır.
Büyük insanları örselememek lâzımdır, örselememek de büyük bir edeb ve inanma kabiliyetidir.
Derman’ı sevenler ve sevecek olanlar, gelecek nesiller için onun örselenmeden bilinmesini isteriz...
Bu yüzden biraz kendilerinden ve kısaca biyografisinden bahsedeceğiz...

Dr. Münir Derman 1910 yılında Trabzon’da doğdu.
Baba tarafından büyük dedesi Kafkasya’dan Şeyh Şâmil.
Ana tarafından büyük dedesi Ahmet Ziyâeddin Gümüşhanevî “Uçan Şeyh”.
Büyük nenesi meşhur evliyâ kadın GÜL hatun...
Annesi Şehvar hatun. Babası Ahmet Rasim efendi...
“Trabzon’da 4 yaşından itibaren Buharalı Hocası Ömer İnan Efendi’nin mânevî eğitiminde ilerlemiş ondan feyz almışlar, 9 yaşında hafız olmuşlardır.
İlkokulu özel Fransız okulunda bitirip liseden sonra üniversite tahsili için devlet tarafından Faransa’ya gönderilmiş, burada Felsefe-psikoloji okumuştur.
Üstün başarıları sayesinde sınıf atlamış ve Tıp fakültesini de bitirerek doktor olmuştur.
Öğrenim yıllarında Mısır’da El Ezher Üniversitesine kaydolmuş ve ilahiyat tahsilini tamamlamıştır.
Askerlik yılları gençliğinin zor dönemleridir.
Kore ve Ekinava harblerinde bulunmuş burada doktor olarak hizmet vermişlerdir.
Yurda dönünce Dil Tarih Coğrafya fakültesinde öğretim üyesi olup felsefe doktorluğu yapmış, kısa süre sonra da bu görevinden ayrılarak Tıp doktorluğu hizmeti için Doğu bölgemizde göreve başlamıştır.
Uzun yalnız yıllar, çileler onu Bozuyük’e sürükler.
Hükümet tabibi iken evlenir ve bir kız evlâdı olur.
Hâlen bir kızı ve üç torunu vardır.
Eskişehir’de genel cerrahi dalında doktorluğu devam etti ve buradan emekli oldu.
Japoya’da bulunduğu sıralarda Judo üzerinde çalışmış tekvando ve aykido sporlarını Eskişehirde tatbik eden ilk kurucu sporcu olmuştur.
Türk tıbbında ilk defa kopan bir ayağı ameliyatla takarak uluslar arası tıp dünyasında ilgi çekmiş, ilk tebrik telgrafı Sovyetler Birliği’nden gelmişti. Sonra Amerika’dan, Almanya’dan ve başka ülkelerden...
Davet üzerine Almanca’yı çok iyi bildiği için Almanya’ya gitti. 15 yıl Almanya’da anatomi profesörlüğü yapmış sonra da yurda dönmüştür. Burada da camilerde vaazlar vermiş çok sevilmişlerdir.
Fransızca, Almanca, Rusça, Arapçayı mükemmel bilir konuşurlardı.
Bu dillerin kültür ve edebiyatları hakkında derin bilgi sahibi idiler.
Yabancı dillerin yanı sıra bilhassa Fizik, Kimya, Matematik gibi fen bilimlerinde, astronomide şaşılacak derecede bilgiliydiler.
Eskişehir’de Akademide öğretim üyesi olarak ders vermişlerdir.
Manevî ilimlerde ise O, velâyet ve tasarruf sahibi ilmî ledün sultanı ârif-i billah.... Zamanın son Velîsi... Büyük sultan...
Eserleri başka kitablardan derleme değildir. Bizzât kaynak. Velâyet-i Resûlullah kendi gönül havzından fışkıran mübârek bilgilerdir.
Notlarını titizlikle hazırlar yanlışsız olması için dikkatle yazdırırlardı.
Derman hazretleri hiç bir maddî servete sahib değildi.
Almanyadan döndükten sonra Ankara’da bir otel odasının mütevazi şartlarında yaşadı son demlerini...
Evi yoktu.
Eşi ile birlikte yalnız başına, eski tanıdığı dostlarıyla yetindi.
Ömürlerini ağır riyâzat ve çilelerle, büyük sıkıntılar, dertler içinde insanlardan uzak, namsız nişansız bir kul olarak geçirdiler.
Çok az yer, pek az uyur, suyu çok az içerdi.
Günde bir iki lokma veya bir zeytinle yıllarca oruç tuttular.
Tarikat kurmamışlardır.
Tavır ve anlayış olarak günümüz dergâh tekke vs. sine rağbet etmemişler, talebe, mürid, şeyh namları altında etrafına kalabalık insan yığınları toplamamışlardır.
Ancak vaazlarından ve doktorluğundan kendisini tanıyan ve hakiki seven sayılı kimseler ona yanaşmışlar ilminden istifade etmeye çalışmışlardır.

Çeşitli akımlara bölünmüş anarşiye, aslını kaybeden tarikat kamplarına ayrılmış, özü sevgiden yoksun, birlikten kopmuş insan manzaralarına baktıkça derinden üzülür memleketin selâmeti için dua ederlerdi.

HAKK’ın heybetini taşıdığı mübârek bedeni daima güzel kokar, cezbesi tesir altına alırdı insanı...
Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi hücrelerine kadar yayılmış görünür bir ahlâk idi onda...
Nokta kadar şikâyet, bıkkınlık taşımayan duru, sükûn ve teslimiyetin göründüğü tertemiz bir simâ...
Ağır sıkıntılar çileler ve dertlere rağmen yüz buruşturduğu, of bile dediği görülmemiştir.
Dertlilere, hastalara şifâ verir, yardımlarına bıkmadan usanmadan koşardı. Tıbbın çâre bulamadığı felçli bir çocuğu, görmeyen âmâ bir genci himmetleriyle iyileştirdiler.
Bunun gibi sayılamayacak kadar menkıbe hâline gelmiş çok hadiseler olmuştur.
Yanaşılması güç, kendisini ele vermeyen, içini göstermekten uzak duran, celâlli yapısının altında, derya gibi sevgi, merhamet ve şevkat görünürdü... Çok celâlliydiler.
Bazen gürler konuşurlar fakat aynı zamanda da gözlerinden yaşlar akar yine konuşurlardı.
Sakal bırakmamışlardır.
Fakat omuzlarına sarkan yele gibi beyaz ipek saçlarına itina gösterir onları ensesinde toplardı.
Askeri hastanede yatıyordu.
Doktor sordu: “Saçlarınız neden uzun?”
Cevap verdiler biraz celâlli : “Peki seninki neden kısa?..”
Kıyafeti; tertemiz giydiği zevkle seçilmiş bir iki gömlek ve pantolondan ibaret, gösterişi sevmezlerdi.
Kışın dondurucu soğuklarında herkesin hayret ettiği gibi sırtına atlet giymez, gündelik gömlekle göğsü açık gezer, palto da giymezdi.
Bazen yün hırka giyinir sıklıkla onu da çıkarırlardı.
“Çok soğuk var üşürsünüz efendim!” dediğimizde, “ben yanıyorum!” diye cevap alırdık.

* Notlarını yazmak üzere yanına gidiyordum. Yolda rasladım, karşı kaldırıma doğru yürüyordu.
Hocam, demir parmaklı tercihli yolu geçit olmadığı hâlde yürüyerek karşıya geçmişti.
Çok âni oldu nasıl oldu bilmiyorum, hayret içinde kaldım.
Yakında bulunan trafik polisi de koşarak yanına gitti.
Elini öptü kucakladı:
“Amca bize de dua et. Burdan nasıl geçtiniz!”
İlerden geçip yanına gittim.
Bana dönerek, gülümsedi:
“Ne oldu ben de anlamadım. Birden demirler ortadan kalktı yol açıldı ben de geçtim” dedi.
O âyet geldi aklıma “Biz her şeyi âdemin emrine verdik”...

* Gülhane Hastanesinin komutanlık katından çıkış kapısına doğru yürüyorduk.
Elimden tutuyordu.
Birden kendimde bir başkalık sezdim.
Bütün vücudum hücrelerime kadar titremeye başladı.
Özenle parlatılmış yerdeki mermer taşlardan, duvarlardan:
“ALLAH! Hû!” sesleri geliyor, inilti, haykırış hâlinde zikrediyorlardı. Dayanılması güç bu hâl ile ben de haykıracaktım ki kendimi tutmak için çaba sarfederken hocam elimi sıktı:
“Sakin ol yavrum!”...
Hemen toparlandım.
Anladım ki hocam bu zikri içine almış HAKK ile HAKK olmuştu.

* Elini dizime koymuştu.
Belki tonlarca ağırlık dizimi ezmeye başladı.
Bacağım ağrıyordu..
Sonra elini çektiler.
Ayağa kalktık, biraz yürümekde zorlandım.
Bu hâli çok sonra bir gün kendilerine anlattım.
Gülümsedi, fısıltı hâlinde kulağıma söyledi:
“Demek ki kendimle birlikte seyehatte idim”...

* Dostlarıyla birlikte bir yerde oturuyorduk, içeri yabancı bir adam girdi. Hocamı görünce : “Hoş geldiniz efendim. Her hâlde siz benden evvel gelmişsiniz. Ben de Almanya’dan iki gün önce döndüm. Geçen hafta Münih camiinde cuma vaazınızı dinlemiştim. Ne kadar kalabalıktı değil mi?..” Hocam kısa bir sükûtdan sonra hemen sözü değiştirdi. Hayret ettim. Halbuki hocamla her gün, aylarca birlikte idim. Almanya’ya gitmemişti.

* Huzurlarında oturuyorduk.
Eli anlatıyorlardı. Fırsat bilerek sordum :
“Efendim siz yürürken elinizi yan tarafınızdan biraz öne tutarak parmaklarınızı aralayıp etrafı tararcasına yürüyorsunuz, el ile ilgisi var mı?”
Bununla ilgili hatırasını anlattılar.
“Gençtim. Köyde sabah namazına kalktım. Köydeki helâlar başkadır bilirsiniz, dedi. Aşağıda pislik yığın hâlinde görünür. Pisliğe düşmüş bir örümcek çırpınıyordu fakat kurtulamıyordu. Hemen gittim, uzandım, elimi pisliğe daldırıp hayvanı temiz bir yere bıraktım, kurtulmuştu... Sonra ellerimi sabunladım yıkadım ve abdest alıp sabah namazını kıldım. Biraz uzanmıştım ki uyumuşum. Rüyamda bu sağ elime ışık verdiler. Sağ elim projektördür, ışık saçar. Görmekde güçlük çektiğimde yolda giderken ondan böyle yapıyorum!” demişlerdi.

Hocam sağ elini açar avucunun içinden kâinatı seyrederdi.
Manevî emânetlerini, kendisine yakinen hizmet eden ona yanaşmış sevdiklerinden birine bırakacağını söylemiş fakat isim açıklamamışlardır.
Son zamanlarını ikibuçuk sene hastanede geçirdi. Vasiyetlerinde :
“Dünyaya garip geldim, garip gitmem lâzım. Garibin yeri tenhadadır” ifadesiyle sessiz bir köy kabristanına gömülmek istediler.
2 Aralık 1989 Cumartesi günü HAKK’a yürüdüler.
O’nu kar yağarken sevdiği iri kar taneleri ile köyde toprağa verdik.
Doyamadık O’na...
Aziz hatırası önünde eğiliyoruz...
Mübârek ruhu şâdolsun.
O’nu düşünmek, hissetmek, sevmek bile ilâhî sevginin doruklarına götürüyor insanı...
Ne mutlu onu görebilenlere, onu sevenlere...
Selâm olsun bizden onlara!..
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen aNKa »

Tarih: 01.12.2008 Saat: 23:13 Gönderen: kulihvani


Resim

KABİR TAŞIM *

Bir gövde borcum var toprağa
Verdim borcumu.
Ruhumun toprağa borcu yok benim.
Arama toprakda beni, ben başka yerdeyim.
Toprağım temizdi, temiz teslim ettim borcumu.
Bu kabir ruhumla gövdemin ayrılış yeri.
Burada arama, burda değilim.
Azapda değil, narda değilim…


Resim

Sıkıntım kalmadı artık, aç ve yoksul değilim.
Dünyada haksızlık, sefalet, açlık, sıkıntı, dertlerle arkadaş yaşadım.
Şikayet etmedim Rabb''imden, bu nedir diye
Kırklar, yediler, dörtler, üçlerle arkadaş idim.
Hızır''la buluştum, konuştum, dertleştim, dünya yüzünde...
Şikayet etmedim kendi halimden.

Nefsinle uğraşma bu savaş değildir.
Kabirde azabın esası budur.
Bırak nefsini kendi haline.
Uğraşma onunla yakışmaz sana.
Gövde, nefis, ruh başka başkadır.
Yekdiğerine karıştırıp çengelleme onları.
Nefis dünyada kalır, gövde toprakda
Ruh gider aslı olan Rab''bine

Burada arama burda değilim.
Azapda değil, narda değilim.
Sıkıntım kalmadı, aç ve yoksul değilim.
Gövdemi verdim toprağa borçlu değilim.
Nefsimin de derdi dünyada kaldı.
Üzme kendini, ben de senin gibiyim.
Rabb''imin yanında uçar gibiyim.


Dr. Münir Derman

Ankara; 2.12.1989, Cumartesi


(*) Bu metin Dr. Münir Derman tarafından kabir kitabesine yazılmak üzere vasiyet edilmiş olup mezarı başındaki kitabede yer almaktadır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen aNKa »

Tarih: 05.12.2008 Saat: 00:36 Gönderen: kulihvani

Resim

Böyledir Dünya’nın hâlleri…

Halim KÖK


Elbet hasret çekeceksin, sen SÛBHAN’a SEV-dalısın,
Çekirdeğin NUR-U MÎM’dir, AŞK AĞACI’nın dalısın.
BAŞ’ın GÖĞE değse bile, KÖK’ün TOPRAK’tadır senin,
ARZ’dan SEMÂ’ya uzanan, BİR SEV-danın masalısın.

Karanlığa bakıp durma, IŞIK yoksa görünen yok,
Aradığın SIR mı senin, SEN’den başka bürünen yok.
ZAHİR ZAT-en SEYR’edilen, BATIN ise ÖZ’ündedir,
SIBGATULLAH O’nun rengi, İÇ-ten DIŞ’a sürünen yok.

04.12.2008 - 20:30


Böyledir Dünya’nın hâlleri…
Bir yanda ağlayanlar vardır… iki adım ötesinde gülenler…
Kimileri çıkarken hastane kapısından kimileri acile girmektedir…
Kimileri doğarken kimileri ölmektedir…
Hey Allahım... HAYY Allahım…
Hayat nasıl bir muammadır… İnsan nasıl bir muammadır…
Güne başlarken aklımızda, proğramımızda neler vardır… gün içinde neler olur…
Neler yaşar, neler görürüz… Nasıl olur… neden olur…
Geçer gideriz yanından çoğu zaman… nelerin farkına varır, neleri es geçeriz…



Ve geceleri ne güzeldir bunları düşünmek için…
El ayak çekildiğinde… kimse seslenmediğinde… ve seslensin diye beklerken HERKES’e SES OL-AN…
O zaman gün içindeki telaşı düşününce her şey ne kadar da başka görünür insanın gözüne gönlüne…
Sokaklar boşalır… herkes evlerine çekilir… Nereye gitmiştir onca telaş, onca koşuşturma…
Bir oyundan ibaret olduğu ne kadar da bellidir… Ama nasıl da kapılırız o oyuna da her şeyi unutuveririz… unutmamak gerektiğini bildiğin halde… ne kadar hayret vericidir…

Kendimde o koşuşturmanın içindeyken… hele de iki üç tane aynı anda yetişmek zorunda olduğum yer varken… karşıdan karşıya geçmek için kırmızı ışıkta beklemek ne kadar uzun sürüyor…
Yeşil yandı tam geçiyorum… Gözüm bir anda Hisar Camii’nin girişindeki yazıyı gördü. Sanki biri bir şey sormuşta cevap veriyormuşum gibi ; “ALLAH “ dedim… Niye bir anda öyle sesli okudum ve sanki ilk defa okumuşum gibi… O koşuşturmanın içinde belki de; “BEN’i unutma” dedi…
O hareketliliği yaratan elbette durdurmaya da KADÎR’dir…

Unutturan da O… hatırlatan da O… her şey O…
Şükürler olsun HATIRLATAN’a… şükürler olsun secdeleri nasip edene…
Şükürler olsun SEVEN’e, SEVDİREN’e, SEVİLEN’e… BİR’iyle ÜÇ… ÜÇ’üyle BİR OL-AN’a…

Çayımı demledim… küçük elektrikli sobamın üzerine koydum…
Üzerinde buharlar çıkarken düşündüm de; Hep bunu hayal ederdim eskiden…
Mutlu bir yuva görüntüsü hep bu şekildeydi gönlümde… Gönlümün arzuladığını YARATAN’a şükretmem gereken ne çok borcum var diye düşündüm… Oysa ki gönlüm halen mutlu olacağı yeni şeyleri hayal ediyordu o esnada…Geleceğe dönük…

Şükredin ki arttırayım buyuruyor… oysa ki insan olanı hep unutuyor da olacağın, olmasını istediği şeylerin kaygısı ile geçiriyor günlerini…

Sevgili Hocam Kulihvani anlatır ya; Derbentli Deli Hasan’a; “Allah’ı arıyorum!…” dediğinde Hocam…
Derbentli Deli !!! Hasan ; “Heryerde olan Allah ne zamandan beri aranır olmuş!.” diyerek sopayla saldırır ya Hocama…

Heryerde olan Allah… arıyoruz değil mi… sanki bulduklarımızı fark ettik te bulamadıklarımız kalmış gibi… İşte yukarıdaki dörtlüğü kendime söyledim bu düşüncelerin içinde...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen aNKa »

Tarih: 08.12.2008 Saat: 23:17 Gönderen: kulihvani

Resim

Hz. İbrahim ve İsmail kıssası


MUHAMMED RAHÎM BAWA MUHYİDDÎN (ks)


Gariban gönderdi

Sevgim sizlere torunlarım!
Bugün sizlere İbrahim ve İsmail peygamberin hikayesini anlatacağım.
İbrahim (a.s.) insanlara Allah’ın güzel davranışlarını ve kudretini göstermek üzere peygamber olarak gönderilmişti.
Ve ateşe atıldığı zaman, imanının, kararlılığının ve gayretinin kuvvetini insanlara, meleklere ve diğer peygamberlere göstermişti.

Sonra bir gün Allah ona İsmail adında bir evlat verdi.
İbrahim oğluna çok alaka ve sevgi gösterdi ve ona olan bağlılığı zamanla artmaya başladı...

Allah bu bağlılığa baktı ve dedi ki: “İbrahim, oğlunu bana kurban etmelisin.
Sana bunu nasıl yapman gerektiğini anlatacağım.
Gözlerin kıpırdamamalı, bedenin titrememeli ve kalbin tereddüt etmemeli.
Burnun ve gözlerin nemlenmemeli bile.
Yüzün bitkin görünmemeli.
Bu kurbanı tebessüm eden bir çehreyle yapmalısın.
Oğlunun yüzüne doğrudan bakmalısın ve o da senin yüzüne bakmalı. Önce üzerine bir miktar su serp ve: “Bismillahirrahmanirrahim” de: Sen yaratansın, koruyansın ve besleyensin.”
Sonra, oğlunun gözlerine bakarken bıçağı almalı, onu boğazına yerleştirmeli ve boğazına üç kere sürmelisin.

“Bıçağı kullanırken elin sallanmamalı, parmakların titrememeli ve destek almak için hiç bir yere tutunmamalısın.
Kalbinin atışı hızlanmamalı.
Yüzünde mutluluk ifadesi olmalı ve oğlunu öldürmelisin.”
Allah tüm bu sebat edilmesi gereken şartları ona bildirdi ve dedi ki: “İbrahim, oğlunu bu şekilde Bana kurban etmelisin ve bu kurbanın mânâsını anlamalısın.”

İbrahim (a.s.), yapmak zorunda olduğu şeyi düşündükçe cesareti kırıldı.
Fakat oğlu dedi ki:
“Ey babacığım, ne kadar yaşadığım önemli değil, Allah’ın beni kabul edeceği bir hâle asla gelemeyebilirim. Eğer beni çağırdığı anda O’na gidemezsem, bir daha böyle bir şans elde edemeyebilirim. Bu sebeple, kederini bir tarafa koy ve Allah’ın emrettiği şekilde beni kurban et! Eğer sen yapmazsan ben kendimi O’na kurban edeceğim!”
İsmail’in (a.s.) babasına söyledikleri bunlardı.

İbrahim oğlunun kalbindeki bu imanı ve kararlılığı görünce dedi ki: “Pekâlâ İsmail. Allah’ın murad ettiği şekilde seni kurban edeceğim. Kurban etmemi buyurduğu dağa çıkalım!”
Ve birlikte dağa tırmandılar.

Sonra şeytan yanlarında beliriverdi:
“İbrahim, sen bir insan değil misin? Sen bir baba değil misin? Hiç merhametin yok mu? Allah, Allah olabilir fakat bu çocuk senin öz evladın. Onu nasıl öldüreceksin? Hiç mi acıman yok? Hangi Tanrı böyle bir şey isteyebilir?”

İbrahim bağırdı: “Defol git şeytan! Ve ona bir taş fırlattı. Fakat şeytan geri geldi ve İbrahim ona bir taş daha attı. Sonra üçünü defa geri gelince İbrahim ona tekrar bir taş attı ve:
“Defol git şeytan!” diye haykırdı.

Sonra, Allah’ın emrettiği gibi oğlunun üzerine su serpti ve gülümseyen bir yüz ile onu kurban etmeye hazırladı.
Birden bire Allah’ın emri yankılandı:
“Dur İbrahim! Şimdi senin oğlun İsmail’i kabul ettim. Onun yerine kurban etmen için sana bir koyun gönderiyorum.”
Ve böylece İbrahim oğlu yerine koyunu kurban etmiş oldu.

Sevgili torunlarım!
Bu hikayede anlatılmak istenileni kavramalıyız.
Bu olay hakkında Kur’ân’dan, hadislerden ve İncil’den okuyabilirsiniz. Fakat bunlar sadece dış mânâlardır.
Daha derinliğe inmek zorundayız.
Allah’ın neden İbrahim peygamberden oğlunu kurban etmesini istediğini anlamak zorundayız.
Bunu Allah’ın zenginliği olan ilim ile anlamak zorundayız.
İlmin içindeki ilim ile ve irfanın içindeki irfanla bunu idrak etmeliyiz.
Bu içsel (enfüsî) mânâları anlamak zorundayız.
Allah insanı anlayabilme kapasitesiyle en şerefli varlık olarak yarattı.
Meleklerin bile bilmedikleri şeyleri insanın bileceğini söyledi.
Ve çünkü bu irfan ihsan edildiği için, insan her zaman iç mânâları da araştırmalıdır.

Sevgili yavrularım!
Bu hikayeye irfanınızla bakın ve daha derinlemesine düşünmeye çalışın.
Allah bir zalim yahut katil mi?
İnsan kurban edilmesini ister mi?
Bize hiç başkalarının hayatlarını kurban etmemizi söylemiş midir?
Hayır, Allah bir katil değildir.
Kurban kabul etmek O’nun görevi değildir.
Tüm hayatlardaki hayat O’dur.
Tüm irfanlardaki irfan ve tüm sevgilerdeki sevgi de O’dur.
O merhametteki merhamettir.
Tüm varlıkları koruyan yaratıcıdır.

Bismillahirrahmanirrahim: Yaratır, korur ve besler.
Bu O’nun görevidir.
Tüm hayatlarda yaşayan O’dur.
Tüm canlarda can olan katil olabilir mi?
Eğer öyle olsaydı, kendisini öldürüyor olacaktı çünkü gerçekte hayat sahibi olan O’dur.
Allah intihar mı edecek?
Hayır. Bu yalnızca bir hikaye, dışsal bir örnek.
İç mânâsı çok farklı.

Eğer irfanımızla düşünürsek anlarız ki, İbrahim (a.s.) Allah’ın peygamberidir, yeryüzündeki temsilcisidir.
O zamanda yeryüzünde başka peygamber yoktu.
Allah tüm yönlerdeki kulları için bu tek peygamberi göndermişti.
Ve hepsinin peygamberi olarak, adalet için tüm varlıkları kendi canı gibi görmesi önemliydi.
Tüm hayat sahiplerini kendi hayatı gibi sevmek zorundaydı, tüm açlıkları kendi açlığı gibi hissetmesi, tüm hastalıklara kendisininki gibi muamele etmesi ve tüm dertleri kendi derdi gibi bilmesi gerekiyordu.
Allah’ın sevgi ve adaletini hepsine eşit olarak verebilmek zorundaydı.

Fakat İbrahim oğluna fazla bağlandı, hatta Allah’tan bile fazla.
Bu bencilce bağlılığı geliştirdi ve bundan dolayı birisi oğluyla boğuştuğunda yahut ona düşman olduğunda tarafsız kalamadı.
Böyle bir mücadele karşısında gerçek bir adaletle duramadı.
Oğlunu o kadar çok sevdi ki, tüm hayatları eşit düşünmeyi başaramadı.
Diğerlerini İsmail’den daha az değerli gördü.
Başka hayatların değer ve zenginliğini göremedi ve Allah’ı artık gerektiği biçimde sevmeyi başaramadı.
Böylece başkalarına olan adalet, sevgi, güzel amel ve eşitlik duyguları azalmaya başladı.

Oğluna olan bağlılığıyla, İbrahim (a.s.) dünyayla ve vehimle bir bağ kurmaya başlamıştı.
Yanılsama ve kan bağları onu değiştirmeye başlamıştı, bu sebeple artık Allah’ın vasıflarına ve adaletine uygun davranamıyordu.
İşte bu sebeple Allah İbrahimden kurban kesmesini istedi.
Fakat gerçekte öldürülmesi gereken oğlu değildi, bağlılığıydı.
“Ey İbrahim,” dedi Allah, “başkalarının sıkıntılarını kendininki gibi görmedin. Ben seni peygamberim olarak gönderdim fakat buna rağmen oğlunla olan münasebetini, cahil bir insanın oğluyla olan münasebetinden farklı bulmadım. Bu aşırılıktan dolayı adaletten sapacaksın. İşte bu sebeple Benim emirlerim geldi, senin bencil sevgini kesmek için. Adaleti ancak Allah’tan başkasına bağlanmadığın zaman gösterebilirsin.”

Sevgili torunlarım!
Eğer Allah’ın sıfatlarına sahipseniz ve herkesi eşit seviyorsanız, tüm varlıklara adil olabilirsiniz.
Fakat eğer kan bağlarınız varsa, adil olamazsınız.
Bu sebeple Allah, İbrahim’den oğlunu kurban etmesini istedi.
İbrahim gönüllü/ hazır olunca Allah dedi ki:
“Ey İbrahim, oğlunu kabul ediyorum. Sana bağlılıklarınla yeryüzünde toplamış olduğun neşe ve kederleri temsil eden bir koyun gönderiyorum. Bunlar senin önünden gitmiş ve seni mahşer gününde bekliyor olacaklar fakat Ben onları sana bu koyun suretinde gönderiyorum. Şimdi bu sevinçleri ve kederleri kurban et. Hazır ol!”

Böylece, onu düzeltmek ve adaletini, eşitliğini, huzurunu ve sıfatlarını tekrar peygamberinde tesis etmek üzere, Allah İbrahim’e bağlılıklarını, karmasını, kan bağlarını, sevgisini ve bencilliğini kesmesini istedi. Ancak o zaman tüm varlıklara eşitlik gösterebileceği bir huzur hâline erişebilecekti.

Bu hikaye hakkında düşünmelisiniz sevgili yavrularım.
Eğer bencil bağlılık hâlindeyseniz, her durumda kararınız adalete ters düşecektir.
Eğer bir hakim olsanız ve karınız komşunun karısıyla kavga etmiş olsa, hep karınızın tarafında olacaksınız.
Eğer çocuğunuz komşunun çocuğuyla kavga etse, kararınız çocuğunuzdan taraf olacaktır.
Annenizle başkasının annesi arasındaki bir ihtilafta bu adalet kılıcını kullanamayacaksınız.
Böyle bağlılıklarınız olduğu sürece, nasıl bir durum ortaya çıkarsa çıksın adil olamayacaksınız.

İşte bu sebeple İbrahim (a.s.) bu dersi öğrenmiş oldu.
Ona gerçekte İsmail’i değil, kendi bağlılıklarını kurban etmesi söylendi.
Bunu yapınca da Allah, mükemmel bir dere-ceye erişmiş olan İsmail’i kabul etti.

Bu hikaye gerçek adaleti açıklamaktadır.
Bir peygamber için adaletsiz olmak düşünülebilir mi?
Bir peygamberin davranışlarına bu durum ters düşmez mi?
Allah’ın bir peygamber aşırılık gösterebilir mi?
Eğer böyle yapmışsa başkasından ne farkı kalır?
Allah’ın adaletiyle nasıl davranılır?
Allah’ın sevgisi nasıl olur?
İnsanlara Allah’ın sıfatları nasıl verilir?
Bunu gerçekten düşünmek zorundayız.
Bu hikayedeki mânâları anlamak zorundayız.
Bu durum İbrahim peygamberin başına, bir şeyi kesip uzaklaştırmak ve ötesine götürmek için geldi.
Doğru olanı almalı ve yanlış olanı uzaklaştırmalıydı.

Torunlarım, bu durum bir hakim, alelade bir insan, bir bilge ve herkes için doğrudur.
Bu hikaye size kendi hatalarınızı kesmeyi öğretebilir, böylece bulunduğunuz durumdan daha yüksek bir hâle geçebilirsiniz.
Böylesi bir hikayenin dersi budur.

Sevgili torunlarım, bir kere Allah’ın emirlerini ve peygamberlerin davranışlarını anladık mı, Hakk’ın seviyesine yükselmeye çalışmalıyız.
Bunun gibi, kamil bir insanın sözlerini anlamaya başladığımızda da, onun içinde bulunduğu hâli görmeli ve ona ulaşmaya çalışmalıyız.
Aynı hâlde kaldığımız sürece, gün doğumundan gün batımına kadar herşeyi biliyor olsak da, hiçbir şeyi tam olarak anlamamış olacağız.
Onun hâlinde olma-dığımız sürece, onun konuştuğu zamânâ ve ortama kendimizi götürmeli ve şartları dikkatle düşünmeliyiz.
O zaman mânâ bize gelmeye başlar.
İşte kutsal ilmi bu şekilde çalışmalıyız.
Bunları yapmadan, kamil bir insanın sözlerini anlayamayacağız.

Sevgim sizlere yavrularım.
Bunu anlamalıyız. Peygamberlere olan şeyler hakkında dünyanın pek çok farklı görüşleri vardır.
Ve bazı insanlar bu yorumlar yüzünden peygamberlere olan inançlarını kaybetmişlerdir.
Peygamberlerin ve Allah’ımızın sözlerini, konuşulduğu zaman ve yer düşünülerek ve nasıl bir ortamda cereyan ettiği anlaşılarak değerlendirilmelidir.
Kendimizi gerçekten oraya koymalı ve iç mânâsını bulmaya çalışmalıyız.
Başka türlü anlayamayız.
Sevgili yavrularım, Allah size güzel vasıflar ve irfan versin.


M.R. Bawa Muhyiddin

Konu ile ilgili ayetler:

[SÂFFÂT 37]

100. Rabbım! bana salihînden ihsan buyur
101.Biz de ona uslu bir oğul müjdeledik
102.Vakta ki yanında koşmak çağına erdi, ey yavrum! dedi ben menamda görüyorum ki ben seni boğazlıyorum, artık bak ne görüyorsun! ey babacığım dedi: ne emrolunuyorsan yap! beni inşaallah sabirînden bulacaksın
103.Vaktâ ki bu suretle ikisi de teslim oldular ve onu tuttu şakağına yıktı
104.Ve şöyle ona nida ettik: ya İbrahim!
105.Ru'yayı gerçek tasdık eyledin, biz böyle mükâfat ederiz işte muhsinlere
106.Şübhesiz ki bu açık bir ibtilâ, kat'î bir imtihan
107.Dedik ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik
108.Namına da bıraktık sonrakiler içinde
109.Selâm İbrahime
110.Böyle mükâfat ederiz işte muhsinlere


Elmalili Hamdi Yazir Meali kullanilmistir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen aNKa »

Tarih: 08.12.2008 Saat: 23:28 Gönderen: kulihvani

Resim

ALLAH’ı Bilmek ve Sevmek

Güllâle


Bawa Baba’nın bizi odakladığı bu konu hayatımızın merkezinde olan ve çoğu çıkmazlarımızın âdeta çözüm noktası olan bir bilgi.
ALLAH’ı bilmek ve sevmek konusu gelmiş geçmiş insanların çoğunluğunun derinden etkilendiği,
Bu uğurda canların yandığı, mahzun ve mahrum gidildiği bir hakikat.
Anımızda da olduğu gibi.
Müslüman olsun olmasın pekçok insanın kilit noktasında bu konu var.
ALLAH’ı sevmek...

Sevmek öyle bir ikram ki HAKK tarafından, bilenlere...
Öyle sevdim demekle olmuyor, bitmiyor.
Dile kolay kalbe Azim bir durum...

Sevgi işlerimize, hâlimize yansıdığında bellolur.
Dilimizde gezen boş bir sözcük olmamalı.
Cana işlemeli, canlar yakmalı.
Âşıkların feryadı bundan değil mi?
Sevgide şikayet olmaz, öyle kaplamıştır ki arzdan arşa âlemi, şikayete, kızmaya, kerih görmeye yer kalmamıştır.

ALLAH sevgisidir sevginin aslı ve hakikati.
Her seviyorum dediğimizde sevdiğimiz aslında HAKKtır.
Kaynağından doğan kaynağına dönmekte, devran etmektedir.
Adını insan adı koyun ya da eşya adı koyun farketmez.
Sevdiğimiz ne olursa olsun O’nda O’nu görmekte ve O’nu sevmekteyiz.

Bu durumda, beni sevme ALLAH’ı sev dememiz ya da onu sevme ALLAH’ı sev dememiz sevmenin ne olduğunu bilmemezliğimize işarettir.
Sevdiğimiz zâhir unsur ne olursa olsun Ayşe, Mustafa, Taş, Kuş her ne ise ne anlamı var ondaki ONSUZ?
Öyle olsaydı insanlar sevdikleri öldüğünde ağıt ve figan içinde iken bile cesedini bir an önce toprağa koyup evlerine dönerler miydi? Bedendeki candır O, ruhtur O ve sevilen de işte bu HAYY olandır.
İşte sevdiğimizin ne olduğunun bilincinde olmamıza vesiledir sanırım ki Kurban, et kemikse sevilen kurban edilir kesilir kanı yere akar cansa ruhsa sevdiğimiz bağışlanmıştır bize inşallah.

Yıllar önce dinlediğim güzel bir kıssayı size hatırlatmak isterim.
Zira çoğumuz bilmekteyizdir,


Bir gün Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Hz. Ali'ye (k.s) sorar.
Ya Ali! ALLAHI sever misin?
-Evet Yâ Resûlullah,
Beni sever misin?
-Evet Yâ Resûlullah,
Fâtıma'yı sever misin?
-Evet Yâ Resûlullah,
Hasan ve Hüseyni sever misin?
-Evet Yâ Resûlullah...
Ya Ali bunca sevgi bir kalbe nasıl sığar?...

Hz. Ali (k.s) mahzun bir vaziyette evine gider. Hz. Fâtıma (r.a) görünce: “Ne oldu bir derdin mi var?” der.
Olanları anlatır.
Hz. Fâtıma(r.a) Resûl kızı: “Yâ Ali, demedin mi ki ,
Yâ Resûlullah seni ALLAH'ın Habîbi ve Resûlu olduğun için severim.
Fâtıma'yı bana ALLAH'ın emâneti olduğun için severim.
Hasan ve Hüseyni bana ALLAH'ın hediyesi olduğu için severim!..”


Bunu öğrenince yüreğinde rahatlık ve sevinç ile Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin yanına varır.
Hz. Fâtıma'nın(r.a) dediği gibi aynen söyler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bunu doğrular."

Bizi bağlayan, canımızı acıtan nokta düğümlendiğimiz, kilitlendiğimiz nokta burası.
Seviyoruz herşeyi herkesi, Herşeyden ve herkesten razıyız inşallah ALLAH'a olan coşkun ve aşkın sevgimiz nedeni ile.
ONUN sevgisi bizi öyle sarıp sarmalamış, öyle fâni etmiş ki içinde gaflet ile şunu bunu sevdiğimizi sanmaktayız.
Buradaki gaflet ilahî ikram olan gaflettir.
Kulihvanımızın dediği gibi Keban enerjisine doğrudan bağlanmak yakıcıdır,
Kebandan enerjiyi alacak ve dağıtacak olan enerji hatlarına bağlanmakla Kebana bağlanmak hem aynıdır hem aynı değildir.

Bu durumda sevgimize yol verelim,
ALLAH için yol kesici olmayalım,
Saygı duyalım, selam dileyelim,
Kalplerimizden İsa doğsun, konuşsun,
Meryem'i temize çıkarsın.
Ki O ALLAH katından görevle gönderilmiş olan Ruh'ul-Kudusun üfürmesi ile olmuştur.

İbrahim (a.s) dan istenen,

“Bıçağı kullanırken elin sallanmamalı, parmakların titrememeli ve destek almak için hiç bir yere tutunmamalısın.
Kalbinin atışı hızlanmamalı. Yüzünde mutluluk ifadesi olmalı ve oğlunu öldürmelisin!”
Allah tüm bu sebat edilmesi gereken şartları ona bildirdi ve dedi ki:
“İbrahim, oğlunu bu şekilde Bana kurban etmelisin ve bu kurbanın mânâsını anlamalısın.”

Elin titremeden, kalp oynamadan, kıl kıpırdamadan kurban edeceğimiz sevgi bağlılığı İbrahim Makamı’nda sorumlu olacağımız bir hâldir ki o da o makama erildiğinde yaşanır. İnşâallah tam bir HANİF olarak yüzümüzü dine, ALLAH düzenine çeviririz de o düzenin çarkında devran etmeye başlarız.
Bu makama ulaşıncaya kadar yaşanılan hâller içinde ise değişik aşamalardan geçerek geldiğimiz bir duraktır bahsettiğim.
Bu durakta herkes ALLAH için sevilmekte ve sevmektedir.
İdrak içinde olunsa da olunmasa da...


Sürç-i lisan ettik ise affola.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen aNKa »

Tarih: 14.12.2008 Saat: 16:40 Gönderen: kulihvani

Resim

BULUNUR DOST!..

Kul İhvanî

CANlar cengi çok Cihanda
Aç Cihanda Tok Cihanda
Çâresiz dert yok Cihanda
Dertli der ki AZ BULunur!..
Çok ARAnır AZ BULunur!..

*

Dosta Dost elbet BULunur
Aşk ü Muhabbet BULunur
Söz OLur – Sohbet BULunur
ZEVK BULunur-HAZ BULunur!..
Hâle Hazır HAZ BULunur



*

Dostun Dosta Tatlı Dili
Yakîn eyleyen Menzili
SEVen-SEVilen-SEVgili
Her Niyaza NAZ BULunur!..
Niyaz ile NAZ BULunur!..

*
.
Muhammedî Mihenk için
Yedi Nefs-Yedi Renk için
Yedi Dile Ahenk için
Her SÎNEde SAZ BULunur!..
Yedi Telli SAZ BULunur!..

*

Gelir-Geçer Tasa-Kaygu
Neler geçti nedir ki BU
BU da geçer, geçer Yâ HU!
Kara Kışa YAZ BULunur!..
Kara Kışta YAZ BULunur!..


*

DOST Yolunda yeril Âşık!
YÜZün Yolda seril Âşık!
ÖLmeden Öl! Diril Âşık!
Yedi ARŞın BEZ BULunur!..
Aşk Kefeni BEZ BULunur!..

*

UY-AN İSRÂFİL SÛRunda
Nûrullah, MÎM’in NÛRunda
Kıyam dur HAKK Huzurunda
HIZIR Hazır TEZ BULunur!..
HAKK HazrdaTEZ BULunur!..

*

GÜLü Ko! GÜLşenden geç gel!
Tatlı CANdan TENden geç gel!
Ondan-Senden-Benden geç gel!
BİR BİLene BİZ BULunur!..
İZ BİLene BİZ BULunur!..

*

Yazmışsa HÜKMün Yazarı
NAZın Niyaza NAZARı
Bu ÂLEM BELÂ Bazarı
Ham-Çiğ çoktur YOZ BULunur!..
OLgun OLur YOZ BULunur!..

*

CevlÂN için HayrÂN için
ASL AYNasın SeyrÂN için
cÂN CihÂNda DevrÂN için
Her tohumda ÖZ BULunur!..
Çekirdekte ÖZ BULunur!..
*

İlmek ilmek Örmek için
Aşk Halısın DÜRmek için
YÂR Yüzünü GÖRmek için
GönÜLlerde GÖZ BULunur!..
Kalbden Kalbe GÖZ BULunur

*

Aşk Çiçeği ÇİLE AÇar
Yanar Dağdır AT-EŞ SAÇar
KÜL savrulur-Duman UÇar
Yüreğinde KÖZ BULunur!..
SÖZe gizli KÖZ BULunur!..

*

ÂŞIK AT-EŞe VURulur
“Ah!.” ı Göklere savrulur
Bir yanı yanar-kavrulur
Bir yanında BUZ BULunur!..
Kızıl KORda BUZ BULunur!..


*

ÂŞIK Aşkın EK-ER olur
ÇEKtirenle ÇEK-ER olur
Bu Âlemde şekER olur
Acı-Tatlı TUZ BULunur!..
AŞKın Tadı TUZ BULunur!..

*

Kul İhvanî Ekmek-AŞın
SUyu sebil GÖZün YAŞın
AK ALEVle yANar BAŞın
Her BAHARa GÜZ BULunur!..
Bahar GEÇ-ER GÜZ BULunur!..


13.12.2008 00:55
L a r a
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen aNKa »

Tarih: 16.12.2008 Saat: 12:12 Gönderen: kulihvani

Resim

DUYURU

Değerli kardeşlerimiz,
Muhammedî Melâmette yepyeni bir Muhammedî Şuûr ve Nûr Neş’esi Çığırı açan Aziz Hocamız ALLAH DOSTU
Münir DERMAN (ks) ın Sohbetlerini Ana Sayfamızdaki “Sesli Sohbetleri”nden “dinle-indir” şeklinde vermekte idik.
Hiçbir zaman reklam ve yardım almayan sitemizin imkanları kısıtlı olduğundan şimdilik buna devam edemedik.
Ancak ALLAH DOSTU Münir DERMAN (ks) Hocamızın tüm Sohbetleri belli bir sırayla yazıya dökülüp âyet – hadis - kelime açıklamaları ile aşağıdaki linkten Forumda verildikçe her yeni sohbetin yeni SESi de Ana Sayfamızdaki “Sesli Sohbetleri” nde İNDİR LİNKleri olarak eklenecek Hizmete sunulacaktır.
Aziz Hocamız, RUHuna HAKK cc Rahmet yağdırsın!
Ömrünü verdiğin Muhammedî Hasbî Hizmete katılan o kadar çok oğlun ve kızın oldu ki…


Y ö n e t i m



Yazılı Sohbet Linkimiz:
http://www.muhammedinur.com/forum/viewt ... =50&t=7703

Sesli Sohbet Linkimiz:
http://www.muhammedinur.com/modules.php ... e&pid=3996


*
**
***
****
*****
******
*******

ZEVK 3461

Aşk Abdestin al da ÂŞIK, ALLAH DOSTU’n SESin Dinle!
“Kad eflaha men tezakkâ!” RAHMÂN’ın NEFESİn Dinle!
HAKK ERenler İkliminde, İLİM-EDEB-İRFAN Öğren!
KALBini çıkar KABından!.. Naz-Niyaz NEŞ’Esin Dinle!..


15.12.2008 11:13
L a r a


“Kad efleha men tezekka: Doğrusu felah bulmuştur temizlenen” (A’lâ 87/14)


Aziz Hocam,

Hakkı duyan Hayra uyan SESin binlerce NEFESlerde dipdiri..

Ruhun şâd olsun İnşâallah..


Kul İhvanî
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen aNKa »

Tarih: 18.12.2008 Saat: 23:19 Gönderen: kulihvani


Resim

CENNET, BİR LİRA...

Halim KÖK

Hiçbir yağmur damlası diğerinin aynı değil ve hiçbir kar tanesi…
Kısacık ömrünü doldurduğu için rüzgâra teslim olan…
Dalından kopup, gelip te ayaklarımızın altına serilen yapraklar…
Hiçbir domates…
Biber… Ve… Ve…
Sayın sayabildiğiniz kadar…
Bakın; Görebildiğiniz kadar…

Sürekli yeniyi yaratan…
Sürekli yaratan…
YARADAN…
YÂR…

Böyle bakınca uçmak istiyorum…
Uçmaya meraklı olduğumdan değil…
Ayağımın altındakine basmaktan utandığım için…
Bir yaprak…
Bir karınca…
Ve doymayan midenin her şeyini borçlu olduğu toprak…
Ayakların altında oluşu ne kadar garib…
Kendisi gibi…
Hiçbir şeye sesini çıkarmayan…
Basılan, ezilen, kazılan…
TOPRAK…

Bir lokma ekmek peşinde diyerek başlayan ve dağlar kadar yığsa bile doymayan insanın gözü bu uğurda hiçbir şey görmüyor…
Bırakın bir yaprağı…
İnsanı bile ezip geçiyor insan…

Bismillahirrahmanirrahim


فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ

“Fezküruni ezkürküm veşküru li ve la tekfürun:
O halde anın beni, anayım sizi ve şükredin de bana nankörlük etmeyin!”
(Bakara 2/152)


“Anın beni!..” buyuruyor Allah CC…
Anın, hatırlayın…

Sevgilisinden ayrılan insan, her şeyde onu hatırlar…
Geçtiği yollarda, dinlediği şarkılarda, oturduğu, kalktığı yerlerde…
Sevgilisine dair ne varsa yaşanan hep sevgiliyi hatırlatır insana…

Allah CC.’un, ayrıldığımız bir sevgili kadar yeri yok mudur insanın gönlünde…
Bakınca O’nu hatırlatmayan bir şey var mıdır ki…
Her şey O’nunken…
Hiç Allah ile geçtiğiniz yollar yok mu?
O’nunla dinlediğiniz şarkılar…
Yediğiniz içtiğiniz, eğlendiğiniz, dinlendiğiniz yerler…

Hiç yok mu yaşamınızda Allah ile birlikte olduğunuz anlar…
Size O’nu hatırlatacak hiçbir şey yok mu gerçekten…
Gerçekten yok mu Allah aşkına…

Bir Picasso Tablosu’nu çöplükte görenler şaşkınlık içinde manşet manşet haber yapıyorlar gazetelerde…
Değer biçilemeyen Picasso Tablosu daha mı harikadır Allah CC’un sonsuz HAYY TABLOLARI’ndan…

Neden her şey ters yüz olmuş…
Yoksa ben miyim ters yüz olan…

Seni özlüyorum…
Hem de çok özlüyorum…
Sıyrılıp çıkmak istiyorum sana sırtını dönenlerin içinden…
Ben seni seviyorum…
Seni sevenleri seviyorum…
Bana seni anlatanları seviyorum…
Seni hatırlatanları seviyorum…

“Abi!.. abi be bir ekmek parası…
Dayıcığım mübarek gün…
Bir ekmek parası Allah rızası için…”

Kimi çıkarıp veriyor…
Kimisi duymazdan geliyor geçiyor…
Kimisi neden vermek istemediğinin kendine göre haklı nedenini izah ediyor yanındakine; …

Aldatıldığını düşünen insan…
Akıllı davranıyor güya…
Yeni çıkmış namazdan…
AKLIN BİR LİRA SENİN…
Oysa ki…
O bir lira ile CENNET’i satın alabilirsin…

Adiyy İbnu Hatim (radıyallahu anh) anlatıyor:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Yarım hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun'' buyurdu.

Birkaç tane suiistimal eden var diye…
Hepsine aynı gözle bakanlar…
Yok, yok hepsi aynı değil…

Kendisine para verenin ardından bağırıyordu bir tanesi:
Heeeeyyyy…
Âdem Babamın oğlu…
Hey ASL’ını unutmayan…
ÖZ’ünü unutmayan…
ÖZ’ündekini unutmayan…

Unutma ki; O ÖZ doğruyu görmeni sağlasın…
Ki sana eğri gelse bile görürsün ki ÖZ’ünden geçen doğrudur…

Allah şahit…
Bir şey yaptım demek için anlatmıyorum…
Ki zaten yapmama da imkân yok…
Her şey O’nunken…

Namaz vaktinden önce camide olmayı severim…
İmkânım oldukça…
Günün telaşının ardından soluğu camide alınca bir anda suyun üstüne çıkan yüzücü gibi…
Derin bir nefes alıyor insan…

On beş dakikadan fazla vakit var caminin kapısından içeri girecekken…
Geri döndüm…
Niye döndüm bilmiyorum…
Aksi yöne yürümeye başladım…
Köşeye vardım caddeye…
Akan trafiğe baktım…
Oradan da sağa döndüm kaldırımda yürüyorum aşağı doğru…
Çok geçmedi;
“Oğğluuummm!..” diyen zayıf bir ses…
Sese döndüm…
Vitrin camının önüne çömelmiş yaşlı bir teyze…

Ben insanı o halde görmeye dayanamıyorum…
Ondan çok ben utanıyorum.

“Buyur teyze… Bir şey mi istiyorsun” dedim…
Boynunu büktü…
“Gel teyze… Ben de bir şeyler yiyecektim… “
Yandaki kafeteryanın dışarıya koyduğu iskemlenin birine oturdum…
O da yanımdakine oturdu… Garson getirdi…
Baktım yemeye çekiniyor… Biraz yan döndüm…

“Doydun mu teyze… Başka bir şey ister misin?”
“Yok oğlum… sağol Allah bereket versin doydum şükür… “
Biraz da eline para verdim…

O andaki halini görünce el açanlara başka düşüncelerle yaklaşanlara haykırmak geldi içimden…

“Ayy oğlum çok oldu bu… Alamam” dedi…
“Al teyzem al… Az bile… Helal olsun” dedim…
Allah ondan razı olsun…
Ne güzel ve içten dualar etti…
Rabbime şükürler olsun ne güzel bir şey ikram etti bana…

İçim duruldu…
Gittim camiye…
O namaz başkaydı…
Şükürler olsun secdeleri nasip edene…
Şükürler olsun hatırlatana…
Şükürler olsun AN’a…

Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen aNKa »

Tarih: 20.12.2008 Saat: 20:15 Gönderen: kulihvani

Resim


ALLAH DOSTU
Münir DERMAN (ks)


NÛR-u MUHAMMEDÎYEMİZ

Melekler insanları kıskanırlar.
En güzel mahluk insandır.
Hatta Cenâb-ı Cibril, Huzur-u Risalet penahiye geldiği zaman sahabelerin en güzeli olan Dihye Rahdiyallahuanh şeklinde gelirmiş.
Onu severmiş de bu ne güzel insan, onun şeklinde Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına gelirmiş.
Onun için Nur-u Muhammedinizin kıymetini bilin!
O zaman Melekler size secde eder.
Sen ne kadar edebsiz de olsan!
İyi de olsan!..

Burada teypler var.
Alıyor senin sesini.
“Efendin nasıl teyp ben görmem?”
Yakında bu tozun dumanın sonu gelir.
Mezara gittiğimizin zaman hakikat ortaya çıkar.
Kimin atlı kimin yaya olduğu ortaya çıkar.
Allah o tarafta alın açıklığı versin.
Onun için salâvat-ı şerife kendimizedir.
Kendi Nur-u Muhammediyenize yapılır.
Mağfiret etsin diye.
Yalınız deminki âyete göre.
“İnnellahe ve melaiketehu yüsallune alen nebiyy ya eyyühellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima”
Âyetine göre salâvat-ı şerife getirmek ömründe bir defa insana farzdır.
Farzdır.
Birisi: “Alâ Rasûlüna salâvat!” dedi.
“Allahümme salli alâ muhammedin ve alâ âli Muhammed!” dersin.
Yalınız bir ses vardır onu işitti mi o vakit salâvat-ı şerife getirmek farz olur insana.
Dikkat buyurun.
Yarın bu akşam teravihe gideceksiniz.
Müezzin efendi: “Sallu alâ Muhammed!” dedi.
Emirdir o.
Derhal içinden salâvat-ı şerife getireceksin.
Onu işiten adama farzdır.
Dikkat buyurun.
Dikkat buyurun efendim.
Bu kitapta yoktur.
Kulağa söylenir.
“Nerden biliyorsun?”
Benimde kulağıma birisi söyledi.
Yalan söylemiyorum.
Âyetnen sabittir.
“Sallu alâ Muhammed” kelimesini işittiğin zaman, içinden.
“Allahümme salla alâ muhammedin ve alâ âli Muhammed!”
Çünki o bana ait değildir Cenâb-ı Rasûledir o.
“İnnellahu vemelaiketi yusellune alen nebiyy” âyetinin şümuluna göre.
Ötekiler: “Allahümme alâ Rasûlune salâvat” deyip kendine getiriyor.
Salâvat-ı Şerife getire getire getire içindeki Nur-u Muhammedi inkişafıdır.
Amma deli aklında olanlar.
“Bu saçmadır der benim mantığıma girmiyor” der.
Zaten mantığa giren işte iş yok.
İslamiyet “mü’minine bil gayb” gaybe inananların dinidir.
Anlamak istemeyene, nefsinin zincirlerine cilâ sürüp onları terbiye etmek istemeyene, bel kemiğiyle düşünüp, geçmişini unutup kendi boş kafası ile hareket edenlere bunları izaha kalkmak gölgelerin derinliğini kulaç ile ölçmeye benzer.
Delilik olur.
Bu günkü dünya sakinleri ve medeniyet tıpkı bacaklarından biri alabildiğine otuz metre uzamış diğeri böyle kısa kalmış topal bir yolcuya benzemiştir.
Bu gün bunalan dünya hakiki saadeti maneviyat mihrabında asılı olan anahtarla açabilir.
Gerisi beyhudedir.
Kafasında Hakk bilgisi olmayan cahildir.
Velev ki dehri gibi bilgilisi olsun.
Ben yüz bin cilt kitap okudum.
Gönlünde Hakk aşkı olmayanda gafildir.
Velev ki dirâyeti ile karşısındakine parmak ısırtsın.
İşinde Allah rızası gözetmeyen de zalimdir.
Velev ki dünyalar kadar iyi.
“İşinde Allah rızası gözetmek ne demek?”
Yalan yok.
Gıybet yok.
Birinin peşinden zınbırtı, mınbırtı yok.
Midene helal ekmek sokmak.
İşte bu Allah rızası.
Allah rızası denilen budur.
Boş kelime değildir bu.
Onun için dünyada güzel sözlerin müsabakasını yapsa bir insana söyleyeceğiniz kuru lakırtı: “Allah razı olsun!” kelimesinden güzel kelime bulamazsınız.
Cebimde çok güzel kelimeler vardır.
“Allah razı olsun!”
“Su kadar aziz ol!”
Bunlar ne güzel kelimeler.
Bunları, aziz cemaat kullanırsanız ağzınızın içi gül kokmağa başlar. Gül kokmağa başlar.
Onun için işinde Allah rızası gözetmeyen zalimdir.
Birine ezmek, kabasını almak.
Parasını almak bu zülüm bu başka zülümdür.
Buna “hayvanî zülum” derler.
Bu değil.
İslamiyette zülüm dediğim budur.
Onun için âyeti kerimede: “lanetulullahi alez zalimin” demiştir.
Çünki Allah rızası gözetmeyen Allah’ın El Rezzak olduğunu inkar ediyor demek, tahammül etmeyen kadere su sıçratıyor demek. Efendim kış gelir: “aman donduk efendim!”
Yaz geldi: “yandık!”
Burnun akar: “aman ölsüm de kurtulsam!”
Bu ne biçim iştir efendiler.
Geldi sabredeceksin.
“Men sabere zafere”
“Sabreden derviş muradına ermiş” demek değildir.
Sabır bir haslettir zaten.
Kim ki sabır içindedir o, sultan gibi olmuştur.
Onun için sabırlı olmak lâzımdır.
Sabrın sonunda bir şey beklememek lâzımdır.
Ben sabredeyim de sonunda bunları alt edeyim.
O sabır değildir.
O sabır değildir o başka türlü bir şeydir.
Onu herkes kendi baytarî lügatından mânâ çıkarır isim verir.
Öyle sabır yoktur.
Sabır “Kaza-Kader zincirine baş üstüne!” demektir haa!.
Onun için bunlara inanmayan taş kesilmiş kalbler vardır.
Bunları yumuşatmak, hava gibi yapmak.
Örümcekli kafaları ayıklamak.
Şaşkın iradeleri yola getirmek.
Gaflet içinde olanları uyandırmak.
Uyanık olanları şevki gayrete getirmek için bu, çok güç bir iştir.
Bu işe girişmek için büyük ve temiz insanları arayıp bulmak lâzımdır.
Demin de dediğim gibi kokulu insanlar.
Adi hayatın.
Hepimizin bir hayatı vardır.
Adi hayatın olurundaki olmazı sezen, “şu olur-şu olmaz!”ı sezen, olmazlardaki oluru bulan ve bilen hakikatin en mahrem tecellîsi etrafında toplamış kimselerdir.
“Bir şey olmaz!” diye dersin fakat onun bir olur ciheti vardır.
Onun olurunu sezen adamı bulmak lâzım.
Bu kimseler vardır bu dünya yüzünde.
Bu gibilerle arkadaşlık edersen, aslanla yan yana yürümek gibi insana emniyet ve hazz verir.
Bu hazzı duyan insanın yanında küçük bir inhiraf o adamı pecmürde perişan eder.
Bir insan otuz kişi taşır.
Bir insan bir kilodan rahatsız olur.
Bir insana bir iğne sokarsın sesi çıkmaz.
Ötekini sinek ısırır tahammül edemez.
Onun için herkesin kendine göre bir derdi vardır.
Bir acısı vardır.
Bir ızdırabı vardır.
Onu o tahamül hududunda o dayanabilir.
Belki sen dayanamazsın.
Belki sen dayanabilirsin, o dayanamaz.
Onun için herkesin derd ve ızdırabına da mü’min insan destek olmak mecburiyetindedir.
Onun için: “Efendim falan adam çok yüksek adam”
“Ne yüksek? Nasıl?”
“Efendim apartumanı var!
İstanbulda yalısı var.
Sekiz tane otomobili var.
Bilmem Nis’te oturuyor.
Bilmem ne idiyor.
Paraynan!”
Şimdi paran var mı fazilet diploması alıyorsun.
Amma parası çok olup da fazilet dağıtan insanda var.

Eskiden İngilterede Cembrig şehri vardır.
Orda Üniversite kurulmuş bundan 250 sene evvel.
Üniversiteye para toplamak için o şovalyeler, atlar, kontlar montlar cahil adamlar geliyorlar.
Rektörün önüne, reisin önüne bir kese altın bırakıyor: “Ver bana bir diploma!” diyor alıyor.
O da bi diploma istiyor.
Biri gelmiş atından inmiş, o zaman: “Baş üstüne efendim!” demiş diplomayı yazmış vermişler.
İnmiş atına binerken: “Ulan demiş geldim ben bide atıma alayım!” demiş.
Çıkmış şeyin önüne bir kese daha şey vermiş.
“Efendim demiş diploma alacağım” demiş.
“Demin verdik ya!” demiş.
“Verdinde bi de atıma alacağım!” demiş.
“Efendi demiş al keseni biz demiş atlara vermiyoruz” demiş “Eşeklere veriyoruz!” demiş.

Onun için efendileeeer!
Faziletli, ahlâklı, doğru dürüst insanların arkasında Allah’ın büyük adil direği yapıp öyle durun.
Onu hiç kimse yerinden oynatamaz.
Daima ahlâklı, dürüst şakadan bile olsa yalancılık yapmayın.
Bu nurlu Allah Dostları bir bakışta, insana batkı mı küflü ve rutubetli kalb hazinelerinizi ışığa kavuştururlar.
Bu bambaşka bir yoldur.
Bu insanlar hakiki Bahar Rüzgarı gibidirler.
Bir yerde durmazlar.
Fırtına yapmazlar.
Bütün gülistanı dolaşırlar.
Bunlar beşeriyet içinde giyim-kuşam derdi de söylemezler. Haykırmazlar.
İç ve bâtın ma’murluğunu insanda meknuz kıymeti ortaya çıkarmaya çalışırlar.
Bunların görünmeyen taraflarını nasib olup da görebilen nura dalar.
Onlar Hakla olunca mahluklardan hiç birini görmezler.
Eğer mahluklar beşeriyet icabı öyle insanların önlerine geçerlerse onları küçük toz zerreleri gibi görürler.
Onlara dikkatle bakarlarsa o adamlar yerlerinde hiçbir şey göremezler.
Çünkü her yerde Allah’ın hazır ve nazır olduğunu sezmiş, nurlu büyük insanlardır.
“Evliyayi tahte gubabi….”
Bu bir sırdır, İslam Dininde o kadar.
Görüleni zaten görmede hüner yoktur.
Asıl hüner görülmeyeni görmeye çalışmadadır.
Bu gibi insanlar, Allah dostlarından, hakiki mü’minden ne balık kaçar, ne gökteki kuş kaçar, ne serçe kaçar.
Sokulur yanına, kırk yıllık dostmuş gibi.
Allah cümlemize bu kabil insan kılığına sokulmak nasib-i müyesser eyleye.
Onun için bu büyükler derki: “Dil keskin bir kılıçtır.
Nasıl keseceği bilinmez.”
Söz geri dönderilmesi mümkün olmayan bir ok gibidir.
Dil harekete geçmeden evvel, sözü söylemeden evvel dikkat edin Aziz cemaat.
Belki bir dostu üzersin.
Belki bir Allah adamının kalbini kırarsın.
Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hadislerine böyle bir teraziye doldursanız milyarlarca hadis içinden tek bir hadisi vardır.
Alın bu tarafa koyun hepisinden ağır gelir.
Nedir o hadis?
“Din kardeşliktir” buyuruyor.
Kardeş kardeşe bıçak çekmez.
Kardeş kardeşin altından fena lakırtı söylemez.
Kardeş kardeşe yardım eder.

Üç sene evvel burda akademide ben hocalık yapıyorum.
Bir Fransız Marie isminde bir şey geldi oraya maliye profosörü geldi.
Çağırdılar beni de gittim.
Tercüme ettim Türkçeye.
Adam dediki : “Hz. Peygamberin kurduğu sistemi İslam âlemi devam ettirseydi, zekat İslam âlemine diyor bundan biz istifade edecektik.
Çünkü bu para verilmekle sizin diyarda İslam âleminde fakir kalmayacaktı.
İllâ da vermesi için bize gönderecektiler!” diyor.
Buyurun efendim.
“Damla damla göl olur!”
Dedemizden kalma sözdür.
“Damla damla göl olur.”
Dededen niye kalıyor da bu gün yok.
Eskiden gölüdü bu.
Sahavet, hudutlarımızın haricine kadar giderdi.
Onu ata ata, yonta, yonta nihâyet bir kelime kaldı onu da atamadık.
O demir leblebi halinde haaaa!
Darb-ı meseller budur.
Dedelerimiz zamanında tatbik edilip, gide gide yontula yontula yontula bize gelip de yok edemediğimiz en son lakırtısıdır.
“Damla damla göl olur” hikaye budur.
Darb-ı meseller, atasözleri bu demektir.
Zamanında çâreydi bunlar.

Sultan Mahmut zamanında.
Mısır çarşısına gelmiş Sultan Mahmut.
Tebdil-i kıyafetle uğramış sabahtan.
Eskiden zenbillerde mısır pirinçleri gelirdi.
Zenbil pirinci derdik.
“Hacı Efendi demiş. Bana beş okka ordan prinç ver!”
“Emredersiniz efendim!” demiş.
Bilmiyor ya Padişah olduğunu tebdilîdir.
Tartmış üç okka vermiş eskiden.
“Ağa demiş ben beş okka istiyorum!” demiş.
“Efendi demiş duydum!” demiş.
“Aynı pirinç karşıdaki Hacı Ömer efendi de var!” demiş.
“Ben sabahtan siftah ettim” demiş.
“Hacı Ömer efendi siftah etmedi git iki okkasını da ordan al!” demiş.

Bizde şimdiki Hacı Ömer Efendiye git.
“Efendi al iki okkyı da sen öğleden sonra gel!”
“Hacı efende işte ben bir misafir davet ettim de beş kilo prinç lâzım ver bana pişirecek miyim.”
“Efendim başka yerde yoktur.”
Halbuki karşısındakinde var.
İşte bu gıybet efendim.
Böyle yapanın orucu sahih değildir.
İstediği kadar otuz gün aç dursun.
Oruç olmaz o efendim.
O eşşek orucu olur.
Hakikaten eşşek orucu olur.
Oruçlu insan abdestlidir.
Oruçlu insan yalan söylemez.
Oruçlu insan gıybet etmez.
Oruçlu insan kimsenin peşinde lakırtı etmez.
Kimseye fena nazarla bakmaz oruçlu.
Bunları yapmadıktan sonra akşama kadar: “Ben oruçluydum!” de çık!
Böyle iş olmaz.

“Hiçbir şeyi hor görmemede şefaat gizlidir!”
Cenâb-ı Peygamber buyuruyor.
Bir gün sahabelernen Mekke’ye giderken ölü bir köpek.
Şişmiş böyle sıcaktan kokuyor.
Hazreti Ebubekir önüne geçmiş.
“Ya Rasûlullah bu taraftan gidelim!” demiş.
“Çok fena koku var!”
O mübarek kokuyu bile duymuyor kendisindeki merhametten. Yanaşmış yanına da mübarek asasıyla: “Ya Ömer demiş bak ne güzel dişleri var!” demiş.
Orda bile Cenâb-ı Allah’ın kudretini görüyor.
Onun için hiçbir şeyi hor görmeyin.
“Üff!..” Demeyiniz.
İslam işi değildir.
Daima güler yüzlü olunuz!.
Dünya da her şeyin kendine göre bir güzelliği vardır.
Fakat her göz bu güzelliği göremez.
Bak koskoca Ebubekir Sıddık bile burnunu tutmuş.
Rasûlullahı o taraftan çevirmeye.
Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem iki âlemi gören o mübarek gözleri ile: “Bak ya Ömer demiş ne güzel dişleri var!” demiş.

Siz, insan karnını açıp görmediniz.
İnsanın karnını ameliyat yaparken bir koku gelir ordan, aman Allah.
Hani koyun kestiğiniz zaman sıcak bir bağırsak kokusu gelir tahammül edemezsiniz.
Biz ameliyat yaparken kokuyu duymayız.
İlk defalar alışamamıştık.
Şimdi çünkü kurtarmak için uğraştığımız için koku moku bize vız geliyor hiç almıyoruz bile kokuyu.
Sallallahu aleyhi vesellem de âlemlere rahmet olduğu için bütün merhamet ve şefkat halinde olduğu için koku moku bilmem ne ona gelmiyor.
Onun için aziz müslümanlar bunun mukallidi olmaya çalışmak yine bir şeydir.
Bu güzellikleri görene Rasûlullah’ın şu hadisi müjde eder.
Dinin direği biliyorsunuz namazdır.
Yine namaza geldik.
Hani evvel yatmak evvel kakmak hikayeleri.
Bir hadiste buyuruyor Cenâb-ı Peygamber ki: “Bir namazı kılıp, diğerini kılmak için vaktın duhulunu bekleyen, gelmesini bekleyen kimse daima namaz içerisinde demektir.”
Kıldı öğleyi.
Dışarda mütekaid adam, işi yok gücü yok.
Kahve köşelerinde.
İkide bir saati de yok.
“Saatt ne kadar, ezan oldu mu, olmadı mı?” peşinde.
“O daima namaz içinde” diyor.
Amma bu işi görmeyenlere ne kadar namaz kılan vardır ki yine Rasûlullah’ın hadisi namazdan elde ettiği ancak yorgunluk ve meşakatten ibarettir.
“En hayırsızlar namazdan çalanlardır!” diyor.
“Namazından çalanlardır.”
“Ya Rasûlullah namazdan nasıl çalınır?” diye Übeyde ibni Cerrah sormuş Cenâb-ı Peygambere.
“Ya Cerrah demiş. Namazdan nasıl çalınır biliyor musun?” demiş.
“Rukuyu, sücudu tamamen yapmayanlar!” demiş.
İşte Hadis-i Peygamberi.
Hadis-i Peygamberi ortada.
Belinde kuvvet varsa imamdan evvel secdeye gidin cemaat.
Buyurunn. Buyurun.
Belki bu dünyada kolun kırılmaz.
Belin kırılmaz amma öteki dünyada beline insanın payanda çakarlar.
Bu dünyada da çakarlar amma sen farkında değilsin.
Her gün bir tuğlanı alırlar.
Her gün bir tuğlanı alırlar.
Onun için ya namazı kıl adam akıllı veyahut kılma.
Eğer öyle kılarsan.
Allahu lem-yezel’in huzurundasın.
Alay etmiş oluyorsun O’nnan, alay etmiş oluyorsun.
Ya hasraten alel ibad ma yetiyhim mir rasulin illa kanu bihi yestehziun
Her gün okuduğumuz âyet-i kerime Yâsîn dedir.
Alay yok istihza yok içinde.
İşte hadis-i Peygamberi.
İşte Allah’ın evi.
İşte de siz.
Mihrab da burda!

Bir nüfus müdürünün yanına bile bir edeb ile gireriz, toplanırız.
Allah’ın huzuru bu.
En kolay giriyorsun.
Bir “Allahuekber!” dedi mi hemen giriyorsun Huzur-u İlahîye.
Girer girmez de çıkman bir oluyor.
“Allahuekber.!”
Subhanekeyi okuduktan sonra haydii Bit Pazarına gidiyor aklın.
Ulan aklını götürme arkaya.
Girmenle çıkman bir oluyor.
Gir hele bir defa adam akıllı.
Buna çalışın.
Bunun yolları.
“Efendim benim aklım gidiyor!”
Senin aklın daha kafanın içine bel kemiğinden çıkmamış.
Bunu biraz sıvazla da yukarı çıkar.
“Nasıl sıvazlanır efendim?”
“Bunu masaj eden tedavi eden doktor var mı?”
“Var yahu doğru ol, yalan söyleme, şunu et işte bunlar.”
“Nasıl?”
“Sen yap bak düzelirsin be birader.
Yap bak düzelirsin.”

Onun için Cenâb-ı Allah bir hadis-i kudsîsinde buyuruyor ki.
“Kelime-i Şehadet Benim Kal’amdır!” buyuruyor.
“Kalam. Kal’ama giren azabımdan emin olur!”
“İzzetime, Celal ve Rahmetime yemin ederim ki!” diyor Cenâb-ı Allah.
Hadis-i kudsîde.
“İzzetime, Celâlime ve Rahmetime yemin ederim ki “Lâ İlâhe İllâllah ı hakiki söyleyen hiçbir kimseyi cehennemde bırakmayacağım!” diyor.
“İşte kulum!” bakın ne diyor.
“Gece karanlığında Beni bulabilirsiniz. İstediğini o anda veririm.” Hadis-i Kudsîsi vardır.
Başa gelen belalara tahammül ediniz aziz cemaat.
Sabırlı olanın gönlünde felaket katiyen yara açmaz.
Sabırlı olanın gönlünde felaket katiyen yara açmaz.
Ne olursa olsun, ister kafir, ister dinsiz, ister imansız.
Ne olursa olsun, sabredenin felaket içinde yara açmaz.
Eğer bu mü’min ise o yaranın üzerinde güller biter.
Mü’minin tabiî ki, dinsizden, tabi ki münkirden c-i İlahide büyük bir farkı vardır.
Onun için kendi kendine geç aynanın karşısına şöyle bir bak kendine.
Bir muhasebe yap.
Kendinlen konuş.
“Allah’a, Peygamber’e, âhiret gününe ben hakiki inanıyor muyum?” de.
“İnanıyor musun?
Evet diyebiliyor musun şeksiz!”
Allah mübârek etsin.
Eğer şüpheli ise onun ismini kendin koy.
Kendiliğinden içimize sinen kokusu vardır bu “Lâ İlâhe İllâllahın, Rasûlullahın.”
Her köşede, her bayırda eskiden bir yatır vardı bilirsiniz.
Türbeler vardır.
Felan Padişahın.
Felan bilmem neyin.
Efendim felan mahallede bir türbe varıdı.
Bu, bunlar Velîyullahdır derler.
Bir Velî bir mahallede varısa Velî türbesi:
O Velî o mahallenin sakinleri temiz tutardı.
Belediye çavuşu o idi.
Cömerttiler bunlar.
İyilik severdiler.
Yalan bilmezdiler.
Cesaretli idiler.
“Bu Velî burada yatıyor diye bütün mahalleyi yangın almaz!” diye emniyet içindeydiler.
Her sandukanın altında bilinmeyen bir Velînin kudreti gizlidir.
Asırlarca bu yatırlara, bu türbelere beyhude bel bağlanmamıştır.
Ecdada hürmet, ölülere hürmetle kaimdir.
Onun için Rasûlullah Efendimizin bir mevzu’ hadisi vardır.
“İza tahayyertüm bil umur festeinu min ehli’l- gubur.”
“Başınız sıkıldığı zaman kabirlerden yardım isteyiniz”
Ölüden ne yardım istenir.
İstenmez evet.
“Bu geçmişteki dedeleriniz ne yapmış ise onlardan ibret alarak, onlara bir nevi yardım talep etmiş olursunuz” demektir.
Bunu yanlış anlamayın.
Gidip yatıra bel bağlamak değildir.
Gidip orda kurban kesmek.
Bunlar İslam dininde yoktur.
Efendim bez bağlayacağım.
Dedeme kurban keseceğim.
Dedeme bilmem horoz keseceğim.
Yok! Yok! Yok!
Böyle İslam dininde yok.
Böyle iş yok müslümanlar.
İslam dininde mihrabda, Kâbeye Allah’ın huzuruna dönmek vardır.
Umumi hayatta da Rasululah’ın demesini:
Yalan söylememek, adaletten ayrılmamak, doğru olmak, hileli, desiseli olmamak vardır!…



KELİMELER:

Penahî: f. Sığınma.
Mihrab: Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer. * Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır. * Evin şerefli yüksek yeri, çardak. * Meclisin sadrı ve ekrem mevzii. * Mc: Harb âleti. * Orman. * Melikin hususi makamı. * Mc: Şeytan ve hevâ ile muharebe edecek yer. * Ümit bağlanan yer.
Beyhude: f. Boşuna. Boş yere. Faydasız.
Şümul: Kaplamak. İhtivâ etmek. İçine almak. * Hükmü altına almak.
Şümul: Kaplamak. İhtivâ etmek. İçine almak. * Hükmü altına almak.
Dehri: (Dehrî. C.) Dehriye fırkasından olanlar.
Dirâyet: Zekâ, bilgi. Kuvvetli tecrübe sahibi olmak. * Fetanet. Temkin ve tecrübeye dayanan akıl.
Velev: Eğer, gerçi, her ne kadar da, hatta, ister, isterse.
Cihet: (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
İnhiraf: Doğru yoldan sapma. * Dönme. * Bozulma. Değişme. * Kırıklık. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman o harfde, dil ucuna veya dil arkasına doğru bir meyli bulunmasına denir. İnhirâf sıfatının harfleri Lâm ve Ra harfleridir. Bunlara Münharif denir.
Ma’mur: İ'mar edilen, tamir edilmiş.
Meknuz: Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
Zenbil: İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap.
Tebdil: Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
Duhul: İçeri girme. İçeri dahil oluş.
Mütekaid: Tekaüd olan. Emekli.
Meşakkat: Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk. (Bak: Himmet)
Lem-yezel: Zâil olmaz, bâki, zeval bulmaz. Daimî olan.
İstihza: Alay etmek, birisi ile eğlenmek. * Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek
Kal’a: Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı.
Muhasebe: Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören resmi makam.



ÂYETLER:


إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
" İnnellahe ve melaiketehu yüsallune alen nebiyy ya eyyühellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima: Allah ve melekleri, Peygamber'e çok salevât getirirler. Ey müminler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzab 333/56)

mü’minine bil gayb:

الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
" Ellezine yü'minune bil ğaybi ve yükiymunas salate ve mimma razaknahüm yünfikun: Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.” (Bakara 2/3)

lanetulullahi alez zalimin

وَنَادَى أَصْحَابُ الْجَنَّةِ أَصْحَابَ النَّارِ أَن قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقًّا فَهَلْ وَجَدتُّم مَّا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا قَالُوا نَعَمْ فَأَذَّنَ مُؤَذِّنٌ بَيْنَهُمْ أَن لَّعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ
“Ve nada ashabül cenneti ashaben nari en kad vecedna ma veadena rabbüna hakkan fe hel vecedtüm ma veade rabbüküm hakka kalu neam fe ezzene müezzinüm beynehüm el la'netüllahi alez zalimin: Cennet ehli cehennem ehline: Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenir. «Evet!» derler. Ve aralarından bir çağrıcı, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye bağırır.” (A’raf 7/44)


Ya hasretil alel ibad mâyetihim mir rusuli illa kanu bihi yestehziun.

يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ مَا يَأْتِيهِم مِّن رَّسُولٍ إِلاَّ كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُون
"Ya hasraten alel ibad ma yetiyhim mir rasulin illa kanu bihi yestehziun: Ne yazık şu kullara! Onlara bir peygamber gelmeyegörsün, ille de onunla alay etmeye kalkışırlar.” (YâSîn 36/30)


Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Tarih: 27.12.2008 Saat: 17:59 Gönderen: kulihvani

Resim

KİM? KİMİM?..

Barboros SERT

Bir yandan ortada üryân bir yandan gizli bir hazinesin
Hem bağırırsın ulu orta hem sesini duyan olmaz
Beni bilsem Seni bileceğim ama Benden sıyrılmamı istersin
“Bulamadım!” diyince “Buldun!” der,
İnansam “Buldum!” desem “Bulamadın!” dersin
Bu nasıl BİLmece
Ben kimim ki?
SEN'den SANA seyr eden SENdeki BEN giymiş Sen'miyim?
Ben SENim desem küfre düşerim
SEN bensin desem BENlikten utanır sana bu elbiseyi giydiremem
Ben bu işin içinden çıkamadım
SEN ne dersen ben o'yum
Yinede SEN en doğrusunu bilirsin...

Bilirsin geçen günü kızımı lunaparkta teyyarelere bindirdik
Hani M-erkezi etrafında tur atan kollar üzerindeki teyyareler
İkide düğme koymuşlar üzerine biri yeşil biri kırmızı
Biri hayr biri şer sanki
Biri İman-İslam biri Akıl-Arzular sanki
Birine basınca teyyarenin kolu teyyareyi yukarıya kaldırmakta
Diğerine basınca fos deyip aşağı indirmekte
Elektrik kontrollorde, teyyareyi kaldırıp indiren O
Üzerinde yedi renk lamba yanıp sönüyorlar
Bizimkisi uçak uçuyor ve sanki kendi kontrolündeymiş gibi iki düğmeyede basıp habirem bir aşağı bir yukarı gitmede
Lunaparkın ışıklarına bakarak mest olmuş bir halde,
Hâlbuki hep aynı yerde dönüp duruyor,
Bir turu Bir ömür sürse başı dönecek haberi yok
Bilse ağlardı zaten halbuki neşe ile gülmede ve daimi sürsün istemekte
Kontrollor makineyi durdurunca her şey anlaşılmakta
Hani diyorum teyyare yanmada bu akşam,
Üçüncü bir düğme yokmu ki yeşil olana basıp da bir yere gelsek
Sonra o acil düğmeye bassak da bu çemberden bir an cıksak
Şöyle lunaparkı BİRlikte seyretsek desem
Yoksa otomatik pilot fırlatma düğmesi mi var dersin
Bilmemki ne dersin?
Ne deyim, yinede SEN en doğrusunu bilirsin!..

Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Tarih: 27.12.2008 Saat: 23:07 Gönderen: kulihvani

Resim

gölge...

güllale

Ne olmuş sana? Değişmişsin, ne bileyim bir farklılık var gibi...
Duruşun, gözlerin, sesin, nefesin değişmiş sanki...
Başkalaşmışsın gibi, yorulmuş, yuğrulmuş, hallâc pamuğu gibi atılmış...
Sen iyi misin? Emin misin iyi olduğuna?
Paylaşmak ister misin? Bir derdin, sıkıntın olabilir mi, diyemediğin...
Eski sen değilsin sen bir garip görünüyorsun...

Durmuyordu nitelendirmeleri... Hali içine işlemiş, sanki kendi derdi olmuştu. Bu farklı duruşun, bakışın, solumanın altında ne olabilirdi?
Gözlemlerine bakarak hasta olduğunu söyleyebilirdi, evet hasta ama nasıl bir hastalık bu?
Susuyordu soruların, ilgilerin karşısında, suskunluğu ağız olmuş bağırıyordu, terse dönmüştü kesin...

Hangi terse dönmüştü? Batıya gidiyordu da doğuya mı, güneye gidiyordu da kuzeye mi? Eve gidiyordu da gurbete mi, yaşamaya gidiyordu da ölüme mi? Terse gidiyordu, yorgun, yalnız, yıkık, yitik...

Yok, buna dur demeli, doğrultmalı, kendine getirmeliydi. Böyle hesapsız, ölçüsüz nasıl giderdi?

Aslında her zaman beraberlerdi, onu hep yüzde, yüzeyde görmüştü, ordan burdan konuşurdu, gülerdi, şakalaşırlardı hatta, sanki evet, sanki yüzünden nikabını çıkarmış gibi. Doğru dedi, değişen yok, sadece yüzünü örtmüyor artık. İçindekini dışına verir olmuş, içi dışına vurmuş... Saklamaz olmuş kendini. Okuyabilen buyursun der gibi...

Nasıl da mahzun, masum, mazlum görünüşü... İçinde kıyametler koparken! Neredeyse rüzgarı beni de savuracak, ben de bu tufandan nasibini alacağım diye korktu. Volkanlar püskürmede, denizler kabarmada, gök kızıl, yer tarumar olmada. Biraz daha okumaya çalışsa kendi alt-üst olacak. Yok bakmamalı, her can dayanmaz bu seyrana. Nasıl da duru görünmede, sarsılmadan, titremeden, imdat demeden. Bu benim yıllardır tanıdığım, yediğim, içtiğim ayrı gitmez yarım, canım mı?

Göz alabildiğine bir bahçe uzanmada enginlerinde, kaç kere harab edilmiş, yolunmuş çayır çimeni, koparılıp atılmış gülleri, sümbülleri... Ezilip geçilmiş hoyratça emeği. Her seferinde yeni bir yağmur ile sulamış, buram buram kokuların saçıldığı cennet bağına döndürmüş, yeni sırdaşlara, sevdalara, yaranlara hazırlamış, yeniden. Anlamazlar anlayamayanlar, az değiller hatta çok olanlar onlar. Az olanlar, yüzlerinden nikabı kaldırdılar, zaten tanınırlar bakmayı bilene, görebilene diye düşündü...

Bu bostanın bu gülistanın üzerindeki kıyametler hayra alamet mi?Emniyette, olduğu yerden, uzaktan, geriden, ondan ötede durarak sordu... Kendini alevlere mi veriyor? Yağma mı ediyor her varını, talana mı bırakıyor bağrını, ne oluyor buna, bu adımım adımında olana?

Yıllarca paylaştıklarımız yalan mıydı diye düşündü. Yani bunca zaman bana hep maskeli miydi? Bu kadar uzak mı olmuştum en yakını zannederken? Yaklaşamamış, anlayamamış, Yâr olamamış mıyım? Veyl bana vah bana...

Kimsesiz değildi de, hem en azından ben vardım, hep yanındaydım. Ben onunla olduğumu sanırken meğer değilmiymişim. Ya O? O benden haberdar mı? Sanmam diye düşündü. Kendi ile öyle hemhal olmuş ki kimseleri görmemiştir, bende öyle sessiz, öyle etkisiz, öyle izinde gezmişim ki O’nunla, O’nsuz...

Bilirdim kızdığı zamanları, sevindiğini de gördüm çok, ağladığını, şen şakrak güldüğünü. Kendi kendine söylenirdi anlatırdı hallerini, dinlerdim meczup... Hep yalnızdı kalabalıklar içinde. Yalnızlığının iyice bir farkına mı vardı desem? Başka hülyalara mı daldı desem? Bilemiyorum. Aynalara baktığında sanki baktığı kendi değil, kendini başka gözle seyretmekte. Kimi gülüp sıyrılmakta görüntüden kimi acı acı bakmakta görüntüye.

Bu gülistan, bu tufan bu perdesizlik, bu eğik duruş, bu yitik hal, yok olamaz, dedi en içten irkilişle, aşık mı? Kendini alevlere salan, kendinden alıp savuran, yalnızlığını derinden yüzüne vuran bir aşk...
Eyvahhh dedi, zor bir geçitte yıllardır izinde dolaştığım! Parvana gibi ateşe kanat vurmakta, perdeleri açmış, yanmaya yol almakta. Hasta değil, düşünceli değil, dertli değil, aşk denizinde gark olmakta.

Sorsam söyler mi, yaklaşsam daha bir, kaybolsam onda, onunla bir olsam bilir miyim halini, anlar mıyım yüreğindeki yangını, şifa olur muyum yarasına... Yok öyle değil, tanırım onu dedi, içinde yaşadığı gibi şimdiye kadar herşeyi bunu da içinde yaşar, içinde yanar, içinde olur...

Bambaşka bu gördüğüm ama, dedi. Böyle olmamıştı hiç daha önce, kendini bulutlara salmamıştı, böyle derin sallanmamıştı, bu, bu ilâhi bir vurgun, ilâhi bir uçuş olmalı... Yüksekte çok yüksekte, yüce dağların zirvesinde gibi... Bu bakış, bu soluyuş... bu eğik, yitik duruş...

Bu dedi, derinden inleyerek, bu benim bitişim, yitişim mi? Bu bir müjde olabilir mi bana onunla bir olmaya, ya da bir kesin delil, ondan ayrılmaya...
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Tarih: 28.12.2008 Saat: 18:52 Gönderen: kulihvani

Resim

"MUTLAK İMAM'ın ARDINDA"

Bawa Muhyiddin (K.S)

Bu yazıyı niye sunduk açıklayalım:

Gariban

Bir kaç gündür etrafımızda BİZleri üzen ve kalblerimizde inkisar uyandıran biricik RESULULLAH SAV'imizi islam tarihinden silmeye kalkan,
Kuran'ı 1400 yıl önceki kitap kimliğine sokmaya çalışan,
Mutlak İmam’ımız Resulullah SAV'in önüne geçmeye kalkan,
İslam tebaası içinde olup da mü’minleri ve islam âlemini içerden bölen ve vuran,
Allah'a ve Resûlüne iman ediniz, itaat ediniz uyarılarını hiçe sayıp biz yalnız Kur'an ardından gideriz Resulullah elçidir postacıdır görevini yaptı gitti diyen,
Şifrecilikle Kur'ân âyetlerini şifrelere uymuyor deyip Kur'ândan silmeye kalkan, Resûlullah SAV'i ölü olarak kabul eden,
Âlimlik sıfatlarıyla kendilerini halka kabul ettirip ümmeti Muhammedi yoldan çıkaran ve bölen,
Bal içerisine zehir katıp halka yediren ve ölü bir Resûl hayaliyle meydanı boş bulduğunu sanıp kendilerini gizli peygamber ve mutlak imam ilan eden bu islam hainlerinin sözlerini işitip duyduğumuz her anda BİZ DOST MUHAMMEDÎlerin gönlü'de böyle inkisar ve târif edilemez bir üzüntüye boğulmaktadır.
Analarımıza, babalarımıza, akraba ve kardeşlerimize ve bizim şahıslarımıza kötü sözler etseler, bu kadar etkilenmezdik ve BİZi bu kadar yaralamazdı, lâkin RESÛLÜMÜZ'e söylenen her şey bizi böyle derinden etkilemektedir...



"MUTLAK İMAM'ın ARDINDA "

Bawa Muhyiddin (K.S)


ÖN SÖZ:

Braveheart : Cesur Yürek filmini izledinizmi bilmem.
1996 yazıydı, bu filmi izlediğimde üniversite yıllarımda idim.
Filmin üzerimde etkisi çok büyük idi, içimdeki bir çok hissiyati uyandıran sahneleri hiç unutmamışımdır.
Kahraman önemli değil, önemli olan bende uyandırılan hislerdi.
Bu filmin bir sahnesi vardı ki o sahnede ki Mel Gibson'un yüz ifadesi kalbime o his ile birlikte işlendi desem çok doğru söylemiş olurum.

Film boyunca halkını bir araya toplamaya çalışan, iskoçyayi ingilizlerin elinden kurtarıp bağımsızlık için mücadele veren ve bir çok muharebede başarı kazanmış olan William Wallace isimli bu İskoçyalı asker, İngiliz ordusu ile girdiği bir muharebede tam muharebe ortasında ve meydanında kendisini desteklemesini beklediği iskoçya prensi tarafından ingilizlere satılı verir.
Muharebe kaybedilince savaş meydanında ümidini tamamen yitiren Mel Gibson, muharebeyi kaybetmenin ezikliği ve bitkinliği içinde önünde gitmekte olan ingiliz şövalyelerine, atına atlayarak tek başına bir hamle daha yapar.

Kafiledeki iki şövalyeyi yere indirip birisini öldürür ve ikincisinide bir anda yakalayıp bıçağı boğazına dayar ve bu anda şövalyenin başlığını çıkarıp baktığında kaskın altında saklı kişinin kendi tarafında olarak düşündüğü kendi halkından fakat halkını ingilizlere satan iskoçya prensi olduğunu görür.
Buna bir anlam veremeyen ve kalbine bunu sığdıramaz bir şekilde, arkadan vurulmuşluğun verdiği bir yüz ifadesi ile orada bir ağlayışı vardır.
İşte o yüz ifadesini ve ağlayışı yakınınızdaki biri tarafından ihanet ile birleştiren bu sahneyi ne zaman bu hise kapılsam kare kare tekrar yaşarım.


Bu yazıyı niye sunduk açıklayalım:

Bir kaç gündür etrafımızda BİZleri üzen ve kalblerimizde inkisar uyandıran biricik RESULULLAH SAV'imizi islam tarihinden silmeye kalkan,
Kuran'ı 1400 yıl önceki kitap kimliğine sokmaya çalışan,
Mutlak İmam’ımız Resulullah SAV'in önüne geçmeye kalkan,
İslam tebaası içinde olup da mü’minleri ve islam âlemini içerden bölen ve vuran,
Allah'a ve Resûlüne iman ediniz, itaat ediniz uyarılarını hiçe sayıp biz yalnız Kur'an ardından gideriz Resulullah elçidir postacıdır görevini yaptı gitti diyen,
Şifrecilikle Kur'ân âyetlerini şifrelere uymuyor deyip Kur'ândan silmeye kalkan, Resûlullah SAV'i ölü olarak kabul eden,
Âlimlik sıfatlarıyla kendilerini halka kabul ettirip ümmeti Muhammedi yoldan çıkaran ve bölen,
Bal içerisine zehir katıp halka yediren ve ölü bir Resûl hayaliyle meydanı boş bulduğunu sanıp kendilerini gizli peygamber ve mutlak imam ilan eden bu islam hainlerinin sözlerini işitip duyduğumuz her anda BİZ DOST MUHAMMEDÎlerin gönlü'de böyle inkisar ve târif edilemez bir üzüntüye boğulmaktadır.
Analarımıza, babalarımıza, akraba ve kardeşlerimize ve bizim şahıslarımıza kötü sözler etseler, bu kadar etkilenmezdik ve BİZi bu kadar yaralamazdı, lâkin RESÛLÜMÜZ'e söylenen her şey bizi böyle derinden etkilemektedir...

İçimizde çıngıraklı yılan sürüleri gibi yasayan bu kişiler bilmelidir ki şimşek çaktığı zaman yılanların ağızlarındaki zehir kesesi patlayı verir ve kendi zehiri ile kendi kendilerini yok ederler.
Bu NURu Muhammedi BİZ dost Muhammediler var oldukça, siz ALLAH'ın NURunu ağzınızla ne kadar söndürmek isterseniz isteyin kalblerinizdeki o ZÜ’L- İNTİKAM Şimşeğinin Nurunu gördüğünüz de ağızlarınızdaki o zehirli söz keseleriniz patlayacak ve kendi zehriniz (AZABuN MUHİNA-İhanet Azabı) ile kendinizi yok edeceksiniz.
BİZ HAYY'ız, Dinimiz HAYY'dır, RESÛLÜMÜZ HAYY'dır ve ALLAH'ımız HAYY'dır..
Elhamdülillahirabülâlemin…

Bawa Baba'nin ŞE’ENULLAH (Resonance of ALLAH) Kitabının 26. Bölümünde rastladığım bir kısmın bu çevirisini Resûlullah SAV'in gönlünde BİZ ve BİR olarak bu hisleri paylaşan Muhammedinur Ailesindeki tüm kardeşlerimize ve bütün dost Muhammedîlere ve BİZim gibi BİLmeye, BULmaya, OLup YAŞAmaya çalışan Hakk dostlarına armağan ediyoruz.

Selam Sevgi ve Muhammedî Kardeşlikle

Gariban


MUTLAK İMAMIN ARDINDA

Bawa Muhyiddin (K.S)


Eğer birçok farklı ibadetleri bir araya getirirseniz, onlar hepsi 4 adım ve 70000 sayısı olarak var olurlar.
Fakat ancak, ibadetin ALLAH ve RESULU SAV’ de kararlılığa (netliğe, açıklığa) ulaştığı halde (durakta), insanın irfanı ve imanı, irfan nuru olan NURU MUHAMMED SAV’e mutlak kesin (apaçık, netlikle, beyyin olmuş) imanı teyid (beyan) eder. Ve Nur-i Muhammedi (SAV) denilen bu irfan, insanın imanı için ve onun irfanının açıklığı (netliği, beyanlığı) için İMAM olur.
BİR İNSAN’ın irfanının keskinliği, bu NUR’u (NUR-U MUHAMMED SAV denilen imama ait olan Mârifetin parıldayan irfanından doğan bu NUR’u) tanıyıp alırsa (özünü çıkarıp almak v.b) ve bu NUR’ da ibadet ederse , işte bu İNSAN için kat’îlik (apaçıklık, kesinlik) ibadeti olacaktır.
Allah ve Resûl SAV’in hakikatini kararlılıkla kabul eden;
Rahmet sûretinde kıyam eden;
Allahu Teâlâ’ya eriyen kalb ile acz ile baş eğen;
Bedeni, hazineyi, ruhu ve bâtınını O’nun himayesine yerleştiren,
İmanın apaçıklığı (kat’îliği, mutlaklığı) olan Muhammed SAV’e katılan;
İslam: Lâ ilâhe illallah, Muhammedu’r-Resûlullah olan KELİME’nin RESÛL’u SAV’i arkasından takip eden,
Ve RESÛLULLAH SAV’i İMAM [1] yapan bir kişi (kendi sûretini kaybederek) onun ARKASINDA durmalı,
Ve imanı mükemmel bir şekilde saf olan biri olarak, MÜ’MİN biri olarak ibadet etmelidir.
Bu iste DİNü’L- İSLAM’ın mükemmel saflığı olacaktır.

[1] İmam: Allah’ın ilahi ilim rahmetini alan birisi; saf irfana rehber olan.
Bu hale ulaşıpta bu halde ibadet ederseniz, önünüzde sadece Muhammed SAV’in nurunu İmam olarak görürsünüz.
İşte bu imam’a siz eğilir ve hürmet edersiniz.
Onun arkasında durur ve Allah’a ibadet edersiniz.
Hakiki ibadetin BEYYİNESİ her ibadet vaktinizde RESÛLULLAH SAV’in Nurunu İMAM olarak KALBİNİZde gördüğünüze dair bir KESİNLİGE (netlige, apacıklıga) sahip olmanızdır.

Muhammed SAV sadece ȘERİ’AT durağında olan (4 basamağın 1.sinden ileriyi göremeyenler) kişiler için ÖLÜ dür.
Fakat (ebedi hayat yolunda olanlar) sufiler için Muhammed SAV DİRİdir ve EBEDİ’dir, o ÖLÜ DEĞİLDİR. Onlar ki bu NUR’u her vakitte önlerinde görürler.
Onlar için bu NUR(RASUL SAV) İMAM’dır.
O ALLAH’ın rahmetinin güzelliği, irfan ve güzelliktir.

Bu irfan halini kazanmış olan sufiler ibadetlerinde Muhammed SAV’in güzelliğini önlerinde bir NUR sureti şeklinde göreceklerdir.

Onlar ibadetlerinde bu güzelliği görürler.
Muhammed SAV’in NUR’ unun ardında kıyam eder ve ALLAH’ın özünün ibadetini yaparlar.
Onlar Allah ya da Resul SAV’den ayrı değildirler fakat ONLAR ile BİR dirler.
Onlar bu dünyaya bağlı olan her şeyi kesip atmışlardır.
Sadece Allah ve diğer âlem onlar iledir.
Bu yüzden onlar Allah’ın hükümranlığında (bir ayrılık olmaksızın) ibadet ediyorlar.


Bawa Muhyiddin , “Resonance of Allah” kitabi, 26. Bölüm s. 646’dan alıntıdır.

Çeviren : Gariban
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Tarih: 31.12.2008 Saat: 20:19 Gönderen: kulihvani

Resim

KORKU

dostemin

Korktum, ürperdim, titredim, çok korktum canımın canları çok…
Neden korktum, niçin korktum bilir misiniz?
Ya tek dayanağım, yaşam ışığım, hayatımın anlamı, huzurum, zevkim, haz kaynağım,
Her şeyim Aşk’ım yok olursa, ya sönüverirse Aşk’ın ateşi!..
Ya nurlar aydınlatmazsa, gözlerim karanlıkta kalırsa!..
Ya secdelerden uzak kalırsa başım, göz yaşları kurursa!..
Ya bu cennet uzaklara giderse, gördüğüm güzellikler kaybolursa!..
Ya benim Şahgülüm kokmazsa, burnumdan gönlüme mis kokularını salmazsa!..

Sonra bu servetimi, bu gerçek serveti bana kim verdiyse, kim bahşettiyse O’na yalnızca O’na yalvardım ki, Sen verdin nolur Sen alma…
Benim Dost’umsun, hem benim Mâşuk’umsun, Sen İlâh'ımsın, Nurumsun…
Ben dedim de zinhar affet yanlışımı, ağız alışmış işte…
Ben yokum ki bir an için görünensin benden böyle, o halde bu duygular kimden kime…
A benim Sultan’ım!
Bu duygular Sen'den Sana'dır, Sen'den Sana'dır da belki bu da bir aşamadır…
Muhabbetullah aşamasında bu aşkı verdin!
İnşallah Marifet’ine erdir de her şey Sen'de yok olsun,
Sen'de yok olayım da Tek var olanı Sen'i bulayım, bulayım da ben hiç olayım ve Tek OLANda var olayım…
Neticede korku yok olsun.
Hiç olan hiçbir şeye sahip olamayan neyin kaybından korkar ki?...
Böylece irfana geldim, korkuyu yendim, kulluğa erdim…


“ Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de!” ( Yûnus Sûresi, 10/62)

Âyetin sırlarından birini de belki bildim…

Sevgili canlar korkuyu yenin.
Basamaklar tek tek çıkılır da seviyeler artar.
Belki bir gün bakarsınız ki, dağları aşmışız, korku dağlarda kalmış,
Var’lığa kavuşmuşuz!..
Dağların çok üzerinde Arşlara çıkmışız da CÂNÂN bize BİZ demiş…
Ayrı kalmamış, gayrı hiç olmuş!..

Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2008 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Tarih: 31.12.2008 Saat: 21:15 Gönderen: kulihvani

Resim

ALLAH DOSTU
Münir DERMAN (ks)


BENİ GÖREMEZSİN!..

“Falan türbeye bilmem şunu bağladım!
Felan yatıra gittim!
Böyle oldu da, şöyle oldu!”
Ulan yatıra matıra gideceğine Rasûlullah’a Salavat-ı Şerîfe getir.
En yakın mihraba dön!
Allahın huzuruna dön!
Bu safsatalara uymayın efendim!
Bu safsataları böyle dinimizin içine soktukları için bu hale geldik!
Bunları bırakın efendim!..

“Mezarları ziyâret ediniz.
Bu size akibetiniz hakkında çok şeyler söyler” hadisi mezarlara hürmet edelim ki bir gün bizde oraya gideceğiz.
Arap mezarının üstünde yazar:
“Bende sizin gibiydim. Bir gün sizde benim gibi olacaksınız” dünyada kim kalmış.
Ne Fatihler. Ne Yavuzlar.
Ne Süleymanlar. Ne Peygamberler.
Hiç kimse kalmamış.
Nerede dedelerimiz.
Nerede geçen sene beraber kol kola gezdiğimiz arkadaşlarımız.
Geçen sene burada bir hacı arkadaşımız varıdı.
Bu zamanlar vefat etmişti.
Nerede?
Yarın Salı günü burada vaaz vereceğiz diyoruz.
Hangimiz bulunacağız.
Allah bilir.
Onun için daima şey etmemiz lâzım.

Bir insan, bir insana inandığı zaman, onu tartmıştır, ölçmüştür. Kokusunu almıştır.
Yalan söylemediğini, kendi sinesine yedirttikten sonra ona iltifat eder.
Ona hürmet eder ve mukabil ondan hürmet görür.
Onun için şüpheli olanlara tekme vururlar.
Bir gün meşhur Hazreti Adviyye biliyorsunuz kadın Velîlerin en büyüğü.
Hasanü’l- Basrî ile bunlar ahbab idiler.
Bir gün gidiyorlar böyle Kâbeye doğru Hasanü’l- Basrî ile hacca gidecekler.
Yürüyerek gidiyorlar.
Sanki buradan şeye Tekke Mahallesine gidiyorlar.
Hasanü’l- Basrî demiş ki Adviyye demiş.
Hazreti Adviyyenin 78 yaşına kadar yaşamıştır.
Yüzünün bu kitaplar yazıyor.
Yüzünün teni hiçbir kırışıklık olmamış.
Cenâb-ı Allah 14 yaşındaki kadın yüzünü vermiş ona.
O öyle bir kadın.
Mübarek bir kadınmış.
“Adviyye demiş. Ben diyor seni çok seviyorum demiş. Bennen evlen!” demiş.
Adviyye demiş ki:
“Ben demiş yaşlandım artık Hasan demiş yaşlandım.
Benden daha güzel.
Benden kırk yaş daha genç.
Benim bir kız kardeşim var onu sana vereyim!” demiş.
“Onu al demiş. Arkadan geliyor!” demiş.
Hasanü’l- Basrî arkaya döndüğü gibi Hasanü’l- Basrîye Adviyye bir tokat indirmiş:
“Ulan seni yalancı Velî!” demiş.
Halbuki kardeşi yok Adviyyenin.
“Hani demiş beni seviyordun. Daha gencini dedim de döndün o tarafa.”

Onun için insan:
“Ben secde ediyorum. Oruç tutuyorum. Felanca oruç tutmuyor! Secde etmiyor!” diye insan insanı kınamasın.
İslamda kınamak yoktur.
Allah’a havale etmek vardır.
Sana bir zulüm gelirse Cenâb-ı Allaha havale ediyorum Ya İlahi.
Çünkü bir insan bir insana kızar, ona mukabele gösterirse kendinde tecelli eden kadere itiraz eder Allah’a bırakırsa Allah kaderi bile değiştirir.
Sen değiştiremezsin.
Onun için İslamda daima şey vardır.
A’raf Sûresinde, Hz. Musa biliyorsunuz.
Tûra çıkardı.
Tûr da kelimullahtır.
Tûr da âyet-i kerime de şudur.
“Ve lemma cae musa li mikatina ve kelemehu rabbühu”
Vaktaki zaman geldi.
Musa Cenâb-ı Allah’la konuşmak istedi.
“Ve kellemehu Rabbühu.”
Söylüyor kale: “Ya İlahi!” diyor.

kale rabbi erini enzir ileyk kale len terani ve lakininzur ilel cebeli fe inistekarra mekanehu fe sevfe terani felemma tecella rabbühu lil cebeli cealehu dekkev ve harra musa saika felemma efaka kale sübhaneke tübtü ileyke ve ene evvelül mü'minin:

“Enzir ileyk :Bana Kendini göster.”
Cevap geliyor ki : “len terani” diyor.
Beni göremezsin Ya Musa.
“İnne hu len yerani” demiyor.
Ey Musa sen Beni göremezsin.
Niçin “len terani” demiş Cenâb-ı Allah Kur’ân da “len terani.”
“Len eraaa” demiyor.
“Len eraaa: Ben görünmem!” demiyor.
“Len eraa” dersen “Ben görülmem.”
“Len terani” dersen “Beni göremezsin.”
“Ben görülmem” demiyor Cenâb-ı Allah orda.
O halde görülmesi caizdir Allah’ın demektir.
Bir gün göreceğiz Allahı.
“Vucuhun yevmeizin nadiretun. İla rabbiha naziretun”
“Temiz olanlar Cennetten göreceklerdir.”
Cennette değil. Cennetten.
“Ya Musa Beni göremezsin.
Zira Beni gören göz behemehal ölür.
Cemadat dağlar taşlar görürse çürür.
Yaş bir şey görürse kurur.
Beni ancak gözleri ölmeyecek.
Cesetleri çürümeyecek olan cennet halkı görebilir!” diyor.
Musa ısrar ediyor.
“Ya ilahi enzir ileyk!”
“len terani! Mâdem ki benim Habibimsin istiyorsun.” diyor.
“ve lakininzur ilel cebeli fe inistekarra mekanehu fe sevfe terani”
“Madem ki istiyorsun karşıki dağa bak Ya Musa!”
“ve lakininzur ilel cebeli”
Enzur: bak!
İlel cebeli: dağa doğru bak.
Fe inistekarra mekanehu: Orada mekansız olarak bir nur-i ilahi tecelli eder.
Fe sevfe terani felemma tecella rabbühu: Vaktaki Cenâb-ı Allah Nuruynan dağda tecelli ediyor.
Lil cebeli cealehu dekken: Cebel an-i vahitte yok oluyor.
Ve harra musa saika: Musa da aşağı devriliyor.
Onun için bu dünya gözümüzle Onu görmeye imkan yoktur.
Nasıl ki O’nun yarattığı mikrobu daha göremiyoruz.

Onun için aziz cemaat insan aklının.
Çok dikkat buyurun insan aklının âlemdeki manevî ve fizikî olayları idrak ve anlaması için muayyen bir ölçü sistemi vardır insanda.
Bütün kâinatı anlaması için insanda bir sistem vardır.
Bu ölçü hududuna giren hadiseleri biz idrak eder anlarız.
Kavrarız.
Bu ölçünün dışında kalanları, ya anlar, ya çözer veya şüphe içinde inkar eder ve yahutta tepinerek inkar ederiz.
Bundan başkası olmaz.
Mesela zamanı ele alalım.
Gözün tespit edebileceği en küçükten ve gözün tahammül edeceği en büyüğüne kadarlarını idrak ederiz diğerlerini kavrayamayız.
Dakikayı idrak ederiz.
Saniyeyi idrak ederiz.
Saniyenin atmışta biri olan saliseyi idrak ederiz.
Onun atmışta biri olan rabiayı şey ederiz.
Ondan sonra yok...

Bakın bu elektrik bir saniye de atmış defa yanıp sönüyor.
Alternatif ceryandır buna derler.
Atmış defa yanıp sönüyor.
Fakat biz onu daimi yanıyor görüyoruz.
Kavrama hududumuz dışındadır o.
Anlaşıldı mı?
Atmış defa yanıp söndüğü için bizim göz kavramımız hududu haricindedir.
Dünya da, idrak hududumuza giremeyecek derecede süratli dönüyor dünyada.
Biz onu duruyor hissediyoruz dünyayı amma dünya dönmekte devam ediyor.
Hâlâ da dönüyor.
Trende bulunun oturun trende.
Yanınıza da bir tren gelsin.
Birden kalksın öteki tren.
Siz şaşırırsınız o mu kalktı ben mi kalktım.
Kalktığınız bir an siz mi acaba hareket ediyorsunuz, o mu hareket ediyor?
Tespit edemezsiniz.
Dünya da döndüğü için biz güneşi yürür görürüz.
O sabittir.
Halbuki biz dönüyoruz...
Veş şemsü tecri li müstekarril leha zalike katdiyrul aziyzil aliym. Vel kamera kaddernahü menazile hatta ade kel urcunil kadiym. Leşşemsü yembeğiy leha en tüdrikel kamera velel leylü sabikun nehar ve küllün fi felekiy yesbehun
İşte âyet-i kerimesi.
O sabittir biz dönüyoruz.
Trende sizin gittiğinizi zannedersiniz gördüğünüz halda aklınız yanılıyor.
Onun için bir âyet-i kerime vardır.
“E fe ayina bil halkil evvel bel hum fi lebsim min halkin cedid.”
Bir şey halk olur.
Derhal yok olur ve derhal halk olur diyor âyet-i kerime.
Bu halk oluş o kadar çabuktur ki bizim göz hududumuza, idrak hududumuza girmez.
Bu halk oluş yenidir.
Evvelkinin tekrarı değildir.
Çünkü tekrarı olursa Allah’ın Kadîr Esmasının da aczi ortaya çıkar.
İşte bu idrak hududunun dışındaki hadiseleri akıl alamaz.
Bu hadiseleri insanın idrak hududuna sokan ve insana anlatan büyük Velîlerin işleridir ki bu anlatma işlerine keramet denir.
Keramet budur.
Keramet; Allah tarafından halk edilmiş bir hadiseyi idrak hududumuza sokma işine derler.
Bu işi bilen adama da Velî derler.

Bir gün Hz. Abdulkadir Geylanî’ye zamanın emiri gelmiş.
Gusülsüz gelmiş.
Abdulkadir Geylanî’nin huzuruna gelmiş.
Demiş ki : “Bana Mi’racı, Turfetu’l- Ayn nasıl oldu!” demiş.
Yani bu kadar.
“Bu nasıl olur?” demiş Geylanîye.
“Bana anlat!” demiş.
Koca Emirel Mü’minün.
Abdulkadir Geylanî demiş ki: “ Sen bir git!” demiş.
“Abdest al da ondan sonra gel!” demiş.
Onun önüne girilir mi?
Emir olursan ol.
Ne olursan ol.
O Allah’ın Velîsi.
Projöktörleri var, telsizleri var, radarları var, telsiz-telgrafları var, televizyonları var.
Anlamış.
Utanmış emir dönmüş.
Döner dönmez bir gölün kenarında bulmuş kendisini.
Bu laf çarpma marpma lakırtı değil.
Masal da değil.
Bu ancak inananın kafasına girer.
Öteki: “Haa haa haa masal!” der.
Evet masal masal nasıl kabul edersen.
Soyunmuş göle girmiş.
Gusül etmiş abdest almış.
Tam çıkmış dışarıda ki emir kendini kadın görmüş.
Kendisi kadın.
Vay anasına derken.
Ordan bir çoban gelmiş.
Bunu sevmiş mevmiş felan.
Çobannan evlenmişler.
İki tane çocuğu olmuş emirin.
Kadın, kadın olmuş.
“Efendim bu nasıl oluyor?”
Tahammül ederseniz ben şimdi burda bende yaparım.
Ben Velî değilim.
Hokkabaz da değilim.
Allah’ın âyetlerine inanınız cemaat şüphe etmeyiniz.
Şüphe etmeyiniz.
Çocukları olmuş.
Geçinip gidiyorlar felan derken.
Yürümüş adam.
Çocuklarını bırakmış ordaki kulübesinde de yürümüş.
Kadın yani emir kadın oldu.
Derken ayağı şey etmiş.
Şöyle bir düşerken bir toplanmış bakmış ki Abdulkadir Geylanî’nin huzurunda.
Abdulkadir Geylanî bakmış demiş ki: “İnandın mı” demiş.
Bir an için doğurduğuna demiş.
“Yanaş buraya!” demiş.
Şöyle bir cübbesini kaldırdığı gibi doğurduğu iki çocuğu da göstermiş.
Zaman içinde zaman vardır efendiler.
Zaman içinde zaman vardır!
Bunu akılla çözmek güçtür.
Israrla söylüyorum.
Benim aklıma onu kurşun eritip de kulağa döker gibi döktüler.
Ve ondan söylüyorum.
İnanın, inanın vardır böyle şeyler.
Böyle şeyler vardır…

Tevrat’ta ve Kur’ân’da: “Dünya yedi günde yaratıldı!” der.
Bu da, bizim aklımıza sokmak için genişletilmiş bir tariftir.
Yoksa “kûn!” lafzıyla hepsi yaratılmıştır.
Kafamıza girmeyeceği için yedi güne onu.
Tevrat yazar.
Yedi günde halk etmiştir.
Çünkü İslam Dininde bir kaide vardır.
“ El emru iza daykettesia vettesiadayk.
“Mesele ne kadar daralırsa o kadar genişler.
Ne kadar genişlerse o kadar daralır!”
Leblebi gibi olur.
Demir leblebi gibi.

Mesela şu ziyâ.
Güneş ziyâsı ve elektrik.
Bunlar fende sabittir.
Saniye de yani “höh!” dediğiniz zaman üç yüz bin kilometre süratle gider.
Üç yüz bin kilometre.
Buradan “tık!” dediğiniz zaman Amerika’da “tık!”.
Üç yüz bin kilometre.
Bunların hareketlerini biz göremeyiz.
Devamlı olduğunu zannederiz.
Böyle vır vır vır üç yüz bin kilometre süratle.
Ses öyle değildir.
Saniye de üçyüz elli iki metre gider ses.
Burdan bağırdım mı üç yüz elli iki metre.
Saniye de “höh!” dedi mi üç yüz elli iki metre gider.
Gök gürlediği zaman şimşek evvelce düşmüştür.
Şimşeği hemen görürsünüz çünkü üçyüz bin kilometre ziyâ şey ettiği için bir müddet sonra da gürültüsü kulağınıza gelir.
İnsanların en doğru idraki o halde gözle değildir.
Kulakladır.
Kulak, görmeden afdaldır.
Çünkü Kur’ân-ı Kerimde “Essemi’ü’l- Basîr” diyor.
Semi’i evvel almış Basîr’i sonradan getirmiştir.
Peygamberler arasında görmeyen âmâ olanlar var idi.
Fakat sağır olanlar yoktu.
Görmede ışığa ihtiyaç vardır.
Karanlıkta görme yoktur.
Tek taraflıdır.
Fakat işitmede ışığa ihtiyaç yoktur.
Ve her taraftan duyarsınız.
Onun için âyet-i kerimede:
“Ya Habibim Sana bakıyorlar fakat seni göremiyorlar” âyet-i kerimesi vardır.
Demin ki Musa’nın:
“Len terani: Ben göremezsin!”
“Len yeraaani: Ben görünmem!” diyor.
O halde O’nu görmek hassamız yoktur.
Ancak o hassa bize verildiği zaman görebiliriz.
Fotoğrafa film çekersiniz.
Film çekilir.
Fakat görünmez.
Karanlık oda da kırmızı ziyânın altında açarsın görünmez.
Banyoya sokarsın.
Banyoda böyle sallaya sallaya sallaya bir de bakarsınız fotoğraf ortaya çıkar.
İnsanlarda ölüm hududundan geçtikten sonra cennet banyosuna girdikleri zaman bunu görebilirler.
Nedir o cennet banyosu.
“Vucuhun yevmeizin nadiretun ila rabbiha naziretun.”
Alnı temiz olarak kollarını sallaya sallaya:
“Dünyada ulan ne insandı.
Ne yalan söyledi.
Aza kanat etti.
Kimsenin peşinden koşmadı.
Baklava yemedi ama peynir ekmeknen ömrünü şey etti geçti!”
Ve ahrette de bu insanlar:
“Vucuhun yevmeizin nadiretun ila rabbiha naziretun.”

Onun için aziz cemaat!
“Allah izzet perdesi arkasında gizlidir!”
Âyettir bu.
Demek O’nu görmek hassamız yoktur bu dünyada demektir.
Halbuki O dünyada her an görünmektedir.
Fakat biz O’nu görme hassasına malik değiliz demektir.
Allah insandan gizlenmemiştir.
Bizde onu görme kabiliyeti yoktur.
Yanlış anlamayın.
Allah bütün şiddetiyle ortadadır.
“Ben bir gizli hazine idim.
Görünmek için kâinatı yarattım!”
Allah insandan gizlenmemiştir.
Bizde O’nu görme kabiliyeti yoktur.
Bir çiçeğe bakan, onun renginden Allah’ın El Velî Esmasını seyreder.
Ama nerde o kafa nerde göz.
Görünmede hüner yoktur dedik.
Görünmeyeni görmede, anlamada hüner vardır.
Bu hüner gayba ihlas ile inanmada gizlidir.
İnandın mı gayba bu hüneri elde edebilirsin.

Mikrobu hiç biriniz görmemişsinizdir.
Amma biz gördük okurken mikrobu böyle.
Mikroskopta beş bin defa.
Dört bin defa koyulan mikrobu okuduk, gördük bunu gözümüzle.
O halde siz biriniz görmediğiniz halde görenlerin sözüne inandığınız için var olduğuna inanıyorsunuz mikrobun.
Görmeyi bile ispat için söylemek lâzımdır.
Görenin ikrarında, sözündedir kıymet.
Söz söylemezsen kıymet kazanmaz.
Gözü görmeyen karşısında bir sürü kadın olsa.
Gözü yumuk.
Arasındaki annesini tanıyamaz bu adam.
Kokuynan mokuynan.
Fakat annesinin sesini işitirse hemen tanır.
O halde insanlar sesle alırlar.
Onun için iki kulak vardır.
Dikkat buyurursanız İslamiyette kulağa, göze sövmek en büyük küfürlerdendir.
Çünkü Cenâb-ı Allah diyor ki:
“Ben kulumla görürüm, Kulumla işitirim.”

Aziz cemaat bana dikkat edin ben burdayım.
Fakat beni burda görüyorsunuz o halde gören başkası, sana gösteren başkasıdır.
Hakiki O’nnan gördüğünüz zaman beni yok görürsünüz.
Benim sesimi işitiyorsunuz.
Ses dalgaları havada teee kulağınıza kadar geliyor.
Amma sesimi kulağınızda işitmiyorsunuz.
Bakın dikkat edin.
Ağzımın içinde sesi işitiyorsunuz.
O halde işiten başkası efendiler.
İş bunu anlamadadır.
Bunu anladığınız dakikada Amerika’yı da görürsünüz buradan.
Amerika’daki adamın sesini de işitirsiniz.
Bir küçücük insan yapması âlet bunu yapıyor da sen nasıl yapamayacaksın!

Cenâb-ı Sallallahu Aleyhi Vessellem bir gün Medine’den:
“ İnni liecüdü nefese’r- Rahmân min kıbeli’l- Yemen”
İnni liecüdü : Ben alıyorum demek.
Nefese’r- Rahmân : Rahmânî güzel bir nefes alıyorum.
Min kıbeli’l- Yemen : Yemen tarafından.
Dört yüz seksen kilometre Medine’ye uzak.
Veysel Karanî Hazretleri şey ediyor.
Cenâb-ı Peygamberi görmemiştir.
Dua ediyor:
“İlahi!
Ente’l- Halik, ene mahluk,
Ente’l- Rezzak, ene mazruk.
Ente’l- Ganiy, ene zaif!” diye meşhur duası vardır onu yapıyor.
Bu sesi, Cenâb-ı Sallallahu Aleyhi Vessellem alıyor Medine’den.
O halde sende onun ümmetisin sende O’nun gibi olmalısın.
“Nasıl olurum?”
“Yalan söyleme.
Helal yokma ye.
Kimsenin aleyhinde söyleme.
Yalancı olma,
Âdil ol. Doğru ol!”
İşte bu.
Başka artık kuyruk çıkarmaz insan.
Ama bu üç dört kelimeyi yapabilmek güçtür.
Öğüt dinlenir ama yapması güçtür.
Öğüt dinlenir ama yapması güçtür.

Onun için Aziz Cemaat, sabretmek lâzımdır.
Bir gün Hazreti Musa Tûr’a gidiyormuş.
Vahiy almak için.
Zengin bir adamın çiftliğine uğramış.
Milyoner herif o zamanın Kârunu.
Varmış Hz. Musa.
“Buyur Ya Rasûlallah!” demiş.
İkram etmiş o zaman sütü mü neyiyse işte.
O zamanda fruko nerde fruko………
“Ya Rasûlallah” demiş.
“Tûra çıkıyorsun. Benim için demiş dua et” demiş.
“Ben çok zenginim demiş o kadar zenginim ki dağıta, dağıta, dağıta bitiremiyorum” demiş.
“Ve şükrünü yerine getiremiyorum bunun.
Ne kadar bir gelirse yüz dağıtıyorum.
Cenâb-ı Allah’a sen peygambersin dua et demiş.
Benim zenginliğimi biraz frenlesin, kıssın!” demiş.
“Peki!”
Biraz ileride bakmış ki bir adam.
Çırçıplak yarı beline kadar toprağın içinde.
“Ya Rasûlallah demiş Tûr’a gidiyorsun.
Ben bir senedir setr-i avret yapacak bir bez bulamadım demiş.
Cenâb-ı Allah’a benim için sen dua ette sen Rasûlsun seninki kabul olur. Bana demiş bir örtülük bişey nasib-i müyesser etsin!”
“Peki!” demiş.
Vahiy alıyori bilmem ne oluyor.
Soruyor: “O ikinci kuluma söyle ona demiş her şeyi vereceğim. Biraz daha sabretsin! “ demiş.
Ötekisine gelmiş.
“Ona da söyle onun istediği ayarda zenginliğini indireceğim yalnız, Bana biraz isyan etsin!” demiş.
İnmiş Tûr’dan o toprak içinde bekleyen adama demiş ki: “Sana istediğini verecek yalnız demiş biraz daha sabrını istiyor”
“Ya Rasûlallah artık bende sabır mabır kaldı mı demiş baksana ben çırılçıplağım.”
Yer yarıldığı gibi cuuup herif aşağıya.
Ötekisine gelmiş: “Senin şeyini indirecek aşağıya. Servetini. Yalnız biraz küfretmeni istiyor.” demiş.
“Ya Rasûlallah demiş ben bu kadar nimeti vermiş ben hamdını yapamıyorum. Allah’a nasıl küfrederim!” demiş.
Adamları koşmuş demiş ki: “ Efendim koyunlar üç doğurdu. İnekler bilmem ne oldu. Kazanda kaynayanlar pirinçler altın oldu” demiş.
Onun için aziz cemaat sabrediniz!
Sabrediniz!..

İnsanlar dinî bakımdan da üç kıratta yaratılmıştır tiynet bakımından.
Hazreti Musa Tûr’a giderken gelmiş.
Birisi çıkmış: “Ya Musa demiş.
Benim için dua et! demiş. Kırk senedir odunculuk yaparım” demiş.
Dağdan odun keser gelip pazarda satar bunnan şey ederim.”
“Çoluk çocuğum yok. Fakat artık yaşlandım” demiş.
“Çok yaşlandım. Taşıyamıyorum odunu” demiş.
“Allah’a dua et de demiş bana bir eşşek versin” demiş.
O zaman Rasûllerinen bir olduğu için Rasûl onun şeyine dua ederdi.
Kendisi kul yapmazdı.
Edeben yapmazdı.
Hazreti Rasûl şey o zamanın peygamberleri sağ idi.
“Peki” demiş.
Tam Tûr’a çıkıyor.
Bakmış bir mağara kovuğunun yanında dev gibi bir adam.
Bir ok yapmış şöyle.
Hazreti Musa gelmiş, Musa da iri yarı.
“Selamün aleyküm” demiş.
O şöyle gözüynen: “Aleykümüsselam yâ Rasûlullah!” demiş.
“Ne arıyorsun burada?”
“Valla Ya Rasûlallah” demiş.
“Allah’ı bekliyorum vuracağım!” demiş.
“Sen Tûr’a çıkıyorsun” demiş.
“Ateş görünüyor ya” demiş.
“Buranın içinde görünüyor.
Sen konuşurken ben Allah’ı vuracağım!” demiş.
“Peki demiş. Ne yaptı Allah sana?” demiş.
“Yahu” demiş. O gine öyle duruyor.
“Ben Cenâb-ı Allah’tan on senedir üç tane deve istiyorum” demiş. “Üç tane deve!” demiş.
“Vermiyor” demiş. “Artık burama geldi” demiş.
“Yerleştirip öldüreceğim” demiş.
“Hele hele sen dur” demiş. “Yapma! Ben dua edeyim” demiş.
“Yok Musa demiş sen duanı yap” demiş.
“Ben bekleyeceğim” demiş.
Hazreti Musa gitmiş.
Bunlar olur mu?
Olsun, olmasın içindeki sen tortuya bak!
Suyun içinde şeker erimiştir.
Şekeri bulamazsın.
Diline vurduğun zaman şekerli olduğunu anlarsın.

“Daha var mı vakit efendim dalıp gitmeyelim?”
“Yedi Sekiz dakika var efendim Akşam Namazına!
“İyi şimdi bitiyor!”

Gitmiş başka birini görmüş.
O da ibadet halinde.
Bir seccade Üstünde.
“Ya Rasûlullah” demiş. “Bana” demiş.
“Cenâb-ı Allah’a söyle” demiş.
“Acaba ben cennetlik miyim?” demiş.

“Ezan okundu mu kılalım namazı?”
“Peki” demiş.

O üçüncü kula için demiş ki.
“Ona söyle” demiş “Ben şimdi” demiş
“Başka diyarlara gidiyorum.
Dünyayı bir kıla astım.
Üç ay dünya ile meşgul değilim.
Döndüğüm zaman onun hesabını yapar ben ona şey ederim.
Öteki kula da söyle yine ben dünyayı bir kıla astım.
Başka diyarlara gidiyorum üç ay, döndüğüm zaman onun devesini vereceğim demiş.
Ötekine de söyle demiş.
Onun bir komşusunun katırı var.
Onun ölmesi için dua ediyor demiş.
Beddua etmesin vereceğim!” demiş.

Birinci adama gelmiş demiş ki.
“Allah bir kılınan dünyayı astı.
Üç ay başka bir diyara gidiyor geldiği zaman!”
“Ya Musa demiş hiç dünya kıla asılır mı?” demiş.
“Sen cehennemliksin!” demiş.
Asarsa asar!..

Ötekine gelmiş demiş.
O yine duruyor.
Demiş ki: “Cenâb-ı Allah bir kıla astı dünyayı üç ay bir yere gitti” demiş.
“Döndüğünde sana verecek” demiş.
“Ya Musa Allah kıla değil, böyle havada bile durdurur.
O Allah yalan söylemez!” demiş.
“Ben üç ay daha beklerim!” demiş.
İndirmiş.
İndiği zaman dağdan otuz tane bembeyaz deve adamı bekliyormuş.

Gitmiş öteki adama.
Öteki adama demiş ki:
“Sana eşşeğini verecek” demiş.
“Yalınız komşunun şu katırı için beddua ediyormuşsun, etme!” demiş.
“Ya Musa!” demiş.
“Allah bana beş yüz tane de eşşek verse ben o katır için hep beddua edeceğim!” demiş.
Onun için böyle İslam böyle ilginç olur.
Lillahil Fatiha…


KELİMELER:


Safsata: Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas. (Bak: Dimağ)
Akibet: Bir şeyin sonu. Nihayet. Netice, sonuç.
Rabiatü’l- Adviyye: (Hi: 95 - 185) Basra'lı bir hatun. Bütün hayatını dine hizmet için vakfetmiş, zengin kimseler evlenmek teklifinde bulundukları halde; "Allah'ı anmaktan, dine hizmetten beni alıkor" fikri ile reddetmiş, fakirliği ve istiğnayı kabul edip dine hizmetten vaz geçmemiştir. Talebe okutmuş meşhur bir velîyedir. (R. Aleyha)
Hasanü’l- Basrî: (Hi: 21-110) En ileri Tâbiînden olup hadis ve fıkıhta büyük âlimlerdendir. Basra'da medfundur. Mezheb sahibi bir müçtehiddir. Sahabe-i Kiram'dan 130 zat ile görüşmüş, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn-i Mace kendisinden hadis nakletmişlerdir.
Vaktaki: f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit.
Mukabele: Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak.
Behemehal: f. İster istemez. Mutlaka. Her halde.
An-ı vahitte: Bir anda.
İdrak: Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.(Maalesef insanlar teâvün sırrını idrak edememişler, hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar! İ.İ.)
Kadîr: Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi.
Keramet: Allah (C.C.) indinde makbul bir velî abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli. * Bağış, kerem. * İkram, ağırlama.
Hassa: (C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet.
Gayb: Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.
Halik: halk eden Allah cc.
Mahluk: Yaratılmış. Yoktan var edilmiş olan.
Rezzak: Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyaçları karşılayan. (Allah)
Mezruk: Rızıklanan.
Ene: Ben.
Ente: Sen.
Zaif: (Za'f. dan) Güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz, tâkatsız. Kansız. Gevşek, tenbel.
Kârun: (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden dolayı bu fena sıfatı ile meşhur olmuştur.
Setr-i avret: Başkalarına gösterilmesi haram olan yerleri örtmek. Şer'an örtülmesi lâzım gelen yerlerini örtmek. (Bak: Avret-Tesettür)
Müyesser: (Yüsr. den) Kolaylıkla olan, kolay gelen, âsân olan, nasib.
Kırat: Ayar, sınıf.
Tiynet: Huy. Yaradılış.



ÂYETLER:

وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَـكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَا أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ

Resim---Ve lemma cae musa li mikatina ve kelemehu rabbühu kale rabbi erini enzir ileyk kale len terani ve lakininzur ilel cebeli fe inistekarra mekanehu fe sevfe terani felemma tecella rabbühu lil cebeli cealehu dekkev ve harra musa saika felemma efaka kale sübhaneke tübtü ileyke ve ene evvelül mü'minin: Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” (A’raf Sûresi, 7/143)


وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ

إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ

Resim---" Vucuhun yevmeizin nadiretun. İla rabbiha naziretun.: Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O'nu göreceklerdir).” (Kıyâmet Sûresi, 75/22-2)


وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَّهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ

وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ

لَا الشَّمْسُ يَنبَغِي لَهَا أَن تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ

Resim---Veş şemsü tecri li müstekarril leha zalike katdiyrul aziyzil aliym. Vel kamera kaddernahü menazile hatta ade kel urcunil kadiym. Leşşemsü yembeğiy leha en tüdrikel kamera velel leylü sabikun nehar ve küllün fi felekiy yesbehun: Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, azîz ve alîm olan Allah'ın takdiridir. Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihâyet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yâ Sîn Sûresi, 36/38-40)


أَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ الْأَوَّلِ بَلْ هُمْ فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ

Resim--- "E fe ayina bil halkil evvel bel hum fi lebsim min halkin cedid: İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler.” (Kaf Sûresi, 50/15)
Resim
Cevapla

“2008” sayfasına dön