2008 Nisan Haber Arşivi

2008 yılına ait aylara göre haber/makaleler.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 03.04.2008 Saat: 15:09 Gönderen: kulihvani


Resim

Namazın İç Anlamı

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ


Namaz kılmak İslam'ın şartlarından ikincisi ve ibadetlerin en önemlisidir. Günde beş vakit olarak her müslüman için farzdır.
Beş vakit namaz tek başına ve topluca (cemaatle) kılınabilir. Namaz kılmak için yapılan câmiler İslam mimarisinin en önemli yapılarıdır.
Haftada bir cuma namazları topluca camilerde kılınır.
Yılda iki defa kılınan Bayram namazları da aynı şekilde toplu olarak kılınır.
Cemaatle kılınan namazlar dînin sosyalleşmesinin en belirgin örnekleridir.

Bir hadiste:
"Evimizin önünden akan bir nehir olsa, günde beş defa bu nehirde yıkansanız, üzerinizde kirden pastan hiç eser kalır mı? İşte beş vakit namaz böyledir, günahları siler süpürür." (1) buyrulmuştur.
Yani namaz insanın ruhunu yıkar, kalbini saf ve temiz hâle getirir.


Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle, yerdeki ve gökteki bütün varlıklar Allah'ı tesbih ederler, (İsra 17/44) yani kendi dilleriyle O'na ibadet halindedirler.
İşte namaz onların hepsinin ibadet şekillerini içinde toplamaktadır.
Metafizik bir bakışla, dağların dikey, hayvanların yatay vaziyette; bitkiler kökleriyle besinleri aldıkları için onların da başları aşağıda olarak, hal diliyle fiilen Allah'a ibadet ve tâatte bulundukları söylenebilir.
2

İnsan namazda kıyamda iken dikey, rükûda yatay bir halde bulunur. Secdede ise başı yerdedir.
Bu sonuncu halde iken Allah'a âzamî derecede yaklaşır.
Secde vaziyeti insanın Rabbine en yakın olduğu haldir.
İnsan Allah karşısında maddî olarak ne kadar eğilir ve küçülürse, mânen o nispette büyür ve yücelir.

Namaza başlama tekbiri sırasında "Allah'ü Ekber" diyerek elini kaldıran insan sanki şunu demek ister:
"Ben şu anda bütün dünyevî kaygıları ve maddî düşünceleri, kısacası Hak'tan gayri her şeyi elimin tersiyle arkaya atıyor ve yüce Mevlâ'nın huzuruna çıkıyorum."
Bu niyet ve duyguyla ibadete başlayan kişi; namaz sırasında Allah'a tam bir yakınlık içinde olacaktır.
Onun için "Namaz mü'minin mîracıdır."
3 buyrulmuştur.
Mîraç sırasında Sevgili Peygamberimiz nasıl ki, Allah yakınlığının son noktasını yaşamışsa, müslüman için de namaz, Allah'la beraber olmanın yoludur.

Kur’ân-ı Kerim'de namazın kötülüklere engel olacağı belirtilir (Ankebut 29/45).
Namaz kıldığı halde ahlâksız davranışlardan geri kalmayan kimse, büyük ihtimalle zamanla düzelecektir.
Bunun örnekleri az değildir.

Namazın özü:
a) Allah'ın huzurunda kalbin huşu ile yani saygı ve korku ile dolması,
b) Dil ile Allah'ın anılması,
c) Bedenle O'na âzamî derecede tâzim ve saygı tavrı sergilenmesinden ibarettir.
Bu üç unsur öteki dinlerin ibadetlerinin de özü sayılır.
Bu üçü arasında en önemli olan ise birincisidir.
Dilsiz kimse ikincisini, kötürüm kimse de üçüncüsünü yerine getiremeyebilir.
O halde namazda özün özü kalpteki Allah'a yöneliş, O'na olan sonsuz saygı ve sevgi duygusunu canlı tutuştur.
4

Allah'ı seven ve sayan O'nun emirlerine uyup yasaklarından kaçacaktır.
Sahibini ahlâksızlık sayılan tutum ve davranışlardan vazgeçirmeyen namaz faydasızdır.
Kur’ân'da gaflet içinde ibadet edenler için :
"Yazıklar olsun o namaz kılanlara" "(Mâun Sûresi) buyrulur. Hadiste: "Nice namaz kılanlar vardır ki, kıldıkları namazdan ellerine geçen sadece uykusuzluk ve zahmettir."
5 denir.
Yunus Emre şöyle der:
"Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil."
6

Kur’ân-ı Kerim' de namaz "zikir", yani Allah'ı anma, O'nu hatırlama olarak da ifade edilir (Ankebut 29/45).
Bir kimsenin namazı, o sırada Allah'ı hatırlaması ölçüsünde değer taşır.
Gaflet içinde kılınan namaz şeklen namaz olsa bile, gerçek namaz olmaktan uzaktır.
Bununla birlikte namaz sırasında bir an bile Allah'ı hatırlayıp, kendini O'nun huzurunda hissetmek dahi bir başarıdır.
İnsan namaz kılarken en azından böyle bir huzur ânını yakalamayı düşünmelidir.
Bu büyük bir mutluluktur.
Bu ânın başlama tekbiri sırasında yakalanması daha uygun ve kolay olur.

Gerçek namaz mîrac olmaya aday namazdır.
Gündelik namazlarımız onun taklidi sayılır.
Özlenen o asıl namaza ulaşabilmek için ihlâs ve samimiyetle gayret göstermeye devam etmelidir.
Hep aynı noktada çakılıp kalmak, bir gelişme göstermemek hoş değildir.
"İki günü biri birine eşit olan ziyandadır."

Namazdaki hareketleri ve taşıdıkları mânâları biraz daha yakından ele alalım.
İ. Hakkı Bursevi başlama tekbiri alırken iki elin birden kaldırılmasını şöyle yorumlar:
"İşin gerçeği şudur: Sağ el âhiretten, sol el dünyadan ibârettir. Elleri kaldırmak ise, dünya ve âhiret ilgisini elden çıkarıp arka tarafa atmak ve her ikisi sebebiyle de büyüklenmeyi yok etmek anlamını taşır."
Aynı müellifimiz, abdesti mâsivâdan ayrılmak, namazı ise Hakk'a kavuşmak olarak değerlendirir (Vudu ki mâsivâdan infisal, salât ki Hakk'a ittisaldir).
7

Namazda ilk okunan dua olan "Sübhâneke" kelimesinin anlamı "Allahım seni tesbih ve tenzih ederim, sen en yücesin, sen en büyüksün" demektir. Bu düşünce ve duygularla Allah'a yönelen kul, O'nu içinde duymaya çalışır.

Daha sonra "Fâtiha" sûresi okunur.
Burada Rab'la bir konuşma söz konusudur.
Önce Allah'a hamt edilir.
O'nun âlemlerin Rabbi olduğu, her şeyin sahibi ve hâkimi bulunduğu belirtilir.
"Yalnız sana kulluk ederiz." denir.
Bu, tasavvufta "fark" makamının ifadesidir.
Daha sonra "Yalnız senden yardım dileriz." denir.
Bu ise "cem" makamının simgesidir.
8

Yani bana kulluk etme imkan ve gücünü veren de sensin demektir. O halde: "Ya Rab, ben sana sığınıyorum. Bizi sırât-ı müstakîme (doğru yola) ilet." diye dua ve niyazda bulunulur.

Bir kudsi hadiste Yüce Allah şöyle buyurur: "Ben namazdaki Fâtiha sûresini kulumla kendi aramda yarı yarıya bölüştürdüm, kulumun istediği onundur." der ve şöyle devam eder:
Kul "Elhamdü lillâhi Rabbi'l'âlemîn" dediği zaman,
Allah: "Kulum beni senâ etti" der.
Kul: "Mâliki yevmiddîn" dediği zaman,
Allah: "Kulum beni övdü" der.
Kul "İyyakena'budu ve iyyakenestain" dediği zaman:
Allah: "Bu kulumla benim aramdadır ve kulumun istediği hakkıdır" der.
Kul: "İhdine'ssırâta'l-müstakîm sırâtallezine en'amte aleyhim gayri'l-mağdubi aleyhim ve le'ddallîn" dediği zaman,
Allah: "İşte bu kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır" buyurdu."
9


"Rükû" eğilmek demektir.
Allah'a saygının, Onun büyüklüğünü itiraf etmenin fiilî şeklidir.
İnsan aziz (izzet sahibi, değerli) bir varlıktır.
Başka fâni varlıklar karşısında eğilmek ona yakışmaz.
Allah'ın huzurunda eğilip, kulluğun sâdece O'na âit olması gerektiğini bilenler, başkaları önünde eğilmezler.
"Hakîkî hürriyet ubûbiyyettedir."
10
Bir tek kapıya, yani yalnızca Allah'a kul olmasını bilenler başka kulluklardan; insana, paraya, mevkiye, şöhrete kul olmaktan yakalarını kurtarmış olurlar.

Rükûda Allah'ın azamet ve yüceliği dile getirilirken, doğrulunca da şükrün O'na mahsus olduğunu belirten sözler söylenir.
Bir hadiste Allah'ın bu sözleri işittiği müjdesi verilir.
11
Secde hâlinin, namazda insanın Allah'a en yakın vaziyet olduğuna evvelce değindik. 12
Namazın sonunda okunan "Ettahiyyâtü" duasıyla ilgili şöyle bir görüş vardır:
Bu dua, Miraç'ta Hz. Peygamber'le Yüce Allah arasında geçen bir konuşmanın hâtırasıdır.
13
O mutlu anda Resulullah "Her türlü selâmın, duanın, güzelliğin Allah'a yönelik olduğunu" söyler.
Allah da: "Ey Peygamber selâm/esenlik, rahmetim ve bereketim sana olsun." diye mukabelede bulunur.
Bunun üzerine Hak Resûlü: "Esenlik ve güzellikler aynı zamanda Tanrı'nın iyi kullarının da üzerine olsun." der.
Ve şehâdet kelimesiyle duasını bitirir.

Namazın mü'min için mîraç olduğunu söylemiştik.
Namazını bu duygularla kılabilen kişi, Tahiyyat duasını okurken, onun anlamını da düşünerek aynı şuur ve aynı düşünceyi kafasında, gönlünde canlandırmaya çalışır.
14
Böylece Rabbiyle konuşmasını devam ettirmiş olur. Bir hadiste, namaz sırasında Allah'ın kıble ile bizim aramızda olduğu belirtilir. 15
Burada elbette maddî bir keyfiyet söz konusu değildir.
Okuduğu sûre ve duaların mânâlarını da göz önünde bulunduran kişi, namazda Rabbiyle karşı karşıyaymış, O'nunla konuşuyormuş gibi bir yakınlık duygusu hissetmeye çalışmalıdır.

Bu seviyeyi yakalayamamak namazdan vazgeçmeyi gerektirmez. Gönül ehli şöyle diyor:
"Önünde beklediğiniz kapıyı cevap almak için çalınız.
Cevap gelmeyince vazgeçen muhtaç değil demektir.
Bu durumda ev sahibi ona ilgi göstermez.
Bu yüzden namaz terkedilirse mânevî kayıp büyük olur."

Namazda Allah'ın huzurunda bulunduğunun farkında olmayan ve aklı fikri ticaretinde veya başka dünyevi işlerinde takılıp kalan kimse, gerçek anlamda namaz kılmış sayılmaz.
Hz. Ali'nin, bacağına saplanan bir okun çıkarılması sırasında, onun vereceği acıyı hissetmemek için namaza durduğu ve o esnada çıkarma ameliyesinin yapıldığı söylenir.
16
Gerçekten, zihin daha önemli bir şeyle ciddi şekilde meşgul olursa, fiziksel acılar duyulmaz.

Bu yönden namazın öteki ibadetlerden farklı bir özelliği vardır.
Namaz kılan kimse, görünüş olarak da başka hiçbir şeyle meşgul olamaz.
Namazı onu diğer işlerden alı kor.
Meselâ oruç tutan bu sırada alış veriş yapabilir, Hac ibadetinin yapıldığı günlerde de bu mümkündür.
Namaz sırasında ise bu kabil şeyler söz konusu değildir.
Yûnus Emre şöyle der:
"Bir dona kan bulaşacak yumayınca mismil olmaz
Gönül pası yumayınca namaz edâ olmayısar."
17

İsmail Hakkı Bursevî beş vakit namaz için şöyle bir sıralama yapar: Sabah namazı sırr 'ın payıdır.
Çünkü o, gecenin karanlığına yakın bulunması dolayısıyla, öteki namazlara göre "gayb"tır. Nitekim "sır" da sair kuvvelere göre gaybdır.

Öğle namazı rûh 'un payıdır.
Çünkü ora rûhun zuhûru miktarınca tam zâhir oluş vardır.
Ruh âlem-i halktandır. Zira her ne kadar bizzat görülmezse de, uzuvlar ve kuvvelerdeki tezahürleri cihetiyle eserleri müşahede edilir.

İkindi namazı kalb 'in payıdır.
Çünkü o orda namazdır, nitekim kalb de uzuvların ve kuvvelerin ortasındadır.
Bunun içindir ki "Kalb iyi olduğu zaman bütün ceset iyi olur, o bozulduğu vakit bütün ceset bozulur."
18
Akşam namazı, kendisinde nurun batması dolayısıyla nefs'in payıdır. Nefs, "emmâre" mertebesinde karanlık ve siyahtır. "Levvame"de karanlığı hafifler. "Mülheme"ye intikal ettiği zaman aydınlanmaya başlar. Nihayet "mutmainne" olunca onun hali, güneşin doğuşu sırasındaki insan durumuna benzer.

Yatsı namazı, tabiat 'ın payıdır. Çünkü yatsı, tabiatın vasıflarından olan uyku vaktidir.
19
Sufî müfessirimiz, namaz vakitlerini meleklerin kanatlarına benzetir, insanın onlarla mâna âleminde uçtuğunu söyler.
Cesedi göklere yükselmeye yetmeyen için mânevî mîrâcı tahsil etmek üzere namaz konulmuştur.
Mânevî kanat maddî kanattan daha güçlüdür.
Namaz rekâtları, organların hareketine muhtaç bulunmak itibâriyla her ne kadar maddî bir görünüme sahipse de, sahip oldukları hususlar ve onlardan hâsıl olan neticeler manevîdir.

Namazda asıl olan "iki rekât" olarak kılınmasıdır.
Bu da Allah'ın Cemâl ve Celâl'ine işarettir.
Daha sonra bu iki rekât üzerine bir veya iki rekât ilâve edilmiştir. Şöyle ki:

Sabah namazı iki rekât olarak farz kılınmıştır.
Öyle bir vakitte ki: Bir taraf gecedir, gece Zâtî Celâl mertebesi olan "Lâ taayyün" mertebesine işaret eder; bir tarafı gündüzdür. Gündüz vücûdî ve hakîkî Cemal mertebesi olan "Taayyün" mertebesine işaret eder.
Ayrıca sabah namazının birinci rekâtı Celâl mertebesine, ikinci rekâtı Cemâl mertebesine işarettir.
İki rekâtın toplamının birliği, kendisinde bu iki mertebenin toplandığı Kemâl-i Zâtîye işarettir.

Akşam namazı sabah namazının aksidir.
Çünkü Ahadiyyet-i câmia onda gizli bunda açıktır.
Nitekim akşamda birinci rekât Celâl'e, ikincisi Cemâl'e, üçüncüsü ise Kemâl-i câmia işarettir.

Yatsı namazı, dört rekâtıyle "Lâ taayyün"e işarettir.
Burada gecenin vücûdu için celâl mertebesinde bilkuvve; zat, isimler, sıfatlar ve fiiller olarak dört taayyün söz konusudur.

Öğle namazı, dört rekâtı ile gündüzün vücûdu için cemâl-i ilâhî mertebesinde bilfiil aynı dört taayyüne işarettir.

İkindi namazı, dört rekâtı ile, bu vakitte başkalaşma (tegayyür) olduğu için bilfiil cemâl-i kevnîye işarettir.
Bu tasnifte bir ölçüde namaz vakitlerinin özelliğine de değinildiği görülür.
20

Müellifimiz namazın sonundaki selâmlar hakkında şu beyanda bulunur: "Namaz kılan, vuslat ve cem'in ancak tevhid ile gerçekleşeceğine işaret olmak üzere, namaza tekbirle girer; ayrılık ve fark'ın ikilikte olacağına işaretten namazdan iki selâmla çıkar.
Tevhîde girdiği zaman vuslat âlemine girmiş olur.
Buradan namazın maddî şekli ile elde edilen mânevi mîracın değeri anlaşılmış olur.
Bunun için Peygamber (as), daimî mîraçta olmasına rağmen "Bizi rahatlat ey Bilâl!"
21 buyurmuşlardır."

Serrac'a (ö.378/988) göre namazda kıyam edebi, Allah'ın huzurunda bulunma şuurudur.
Kıraat edebi, Kur’ân âyetlerini gönül kulağıyla dinliyormuş gibi, yahut da Allah'a okuyormuş gibi bir duyguyla okumaktır.
Rükû edebi, Allah'ı yüceltmek, kendisini bir toz zerresi gibi görmek, "Semiallahü limen hamideh" sözünü Allah'ın işittiğini bilmektir.
Secde edebi, Allah'a en yakın olma halini hissetmek ve O'nu aziz bilmektir.
22

Hucviri (465/1072) namazın şartlarıyla ilgili olarak şu yorumları getirir:
"Zahirde necâsetten, bâtında şehvet ve süfli arzulardan arınmak ve temizlenmektir.
Zahirde elbiseyi necasetten temizlemek, bâtında bu elbiseyi helâl yoldan temin etmektir.
Zahir kıblesi Kâbe, batın kıblesi Arş, sırrın kıblesi müşahededir.
Nefs mücahedesi ile uğraşmak namazdaki kıyam gibidir.
Zikr-i dâim namazdaki kıraat gibidir.
Namazda huşûun şartı sağında solunda kimin bulunduğunu bilmemektir."
23

DİPNOTLAR:
1. Müslim, Mesacid, 283.
2. Bu konuda bk. M. Hamidullah, İslama Giriş, 85; A. Avni Konuk, Fususu'l-Hıkem Terceme ve Şerhi, IV, 337, İstanbul, 1992.
3. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, IV, Yûnus sûresi 10. âyetin tefsiri.
4. Bk. Şah Veliyyullah Dehlevî. Huccetullahi'l-Baliğa. I, 286, çev. Mehmet Erdoğan, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994; S. Uludağ, age, 82.
5. İbn Mâce, Sıyam, 21.
6. Yunus Emre Divanı (M.Tatçı), 133.
7. İsmail Hakkı Bursevi, Kitâbü'n-Netice II, 62, Hazırlayanlar: Ali Namlı - İmdat Yavaş, Însan Yayınları, İstanbul ,1997.
8. Kuşeyrî, Risâle, çev. Süleyman Uludağ, 155, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978.
9. Müslim, Salât, 37; İbn Arabî, Mişkâtü'l-Envâr, çev. Mehmet Demirci (Nurlar Hazînesi), 98-100, İz Yayıncılık, 2. baskı, İstanbul, 1994.
10. Bk. Kuşeyrî, Risale terc. "Hürriyet" bahsi, s.316.
11. Müslim, Salât, 62; Nurlar Hazinesi, 98,
12. Müslim, Salât, 215.
13. Bk. Ahmet Naim, Tecrîd-i Sarih terc, II, 876. Tahiyyat duasının bu mânâda yorumu için bk. Halûk Nurbaki, Tek Nur, 144, İstanbul 1989.
14. Bk. Sühreverdi, Avârifü'l-Maârif, çev. H.Kâmil Yılmaz - İrfan Gündüz (Tasavvufun Esasları) s. 393, Erkam Yayınları, İstanbul 1989.
15. Buhari, Salât, 33; Tecrid-i Sarih terc. II, 353. 16. Benzeri bir olay için bk. Hucviri, age, 441.
17. Yunus Emre Divanı (M.Tatçı), 56. Beytin yorumu için bk. Mehmet Demirci, Yunus Emre'de İlâhî Aşk ve İnsan Sevgisi, 127, 2. baskı, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 1997.
18. Buhari, İman, 39; Müslim, Müsakat,
20. 19. İ.H.Bursevî, Ecvibe-i Hakkıyye, vr. 49/a-b, Süleymaniye K. Es'ad Efendi no. 152/2. 20. Bursevi, Ecvibe, vr. 53/a
21. Ebu Davud, Edeb, 86; Ahmed b. Hanbel, V, 371.
22. Ebu Nasr Serrac et-Tûsî, el-Luma, çev. H. Kâmil Yılmaz (İslam Tasavvufu), 160, Altınoluk Yayını, İstanbul, 1996.
23. Hucviri, Keşfü'l-Mahcub terc; (Hakikat Bilgisi) 436.

Kaynak: Altınoluk Dergisi
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 05.04.2008 Saat: 20:00 Gönderen: kulihvani


Resim


YAZILMAMIŞ SIRLARIN İLKİ
YAZILACAK SIRLARIN SONU


MÜNİR DERMAN (ks)

Y E M İ N

YEMİN: İnsanın mânevî varlığının, lekesiz, dürüst köşesinden hakikati söylemenin en büyük mukaddes şâhid olarak gösterdiği ke¬lâmdır.
Bütün insanlarda bu mevcuttur.
Sözle, hareketle, işaretle tezâhür eder.
En asil kudsalından başlıyarak muhtelif şekil ve sözlere bürünmüş¬tür.
Bu da insanların inanma ve inanmamanın çarpışması neticesi husu¬le gelmiştir.
Hâlbuki bu çeşitlerinin hiçbiri hakikat değildir.

ÎSLAMDA YEMİN ise…

İSLAMDA YEMİN:

Allah'ı şâhid tutarak yâni onun görücü, işitici, her yerde hazır ve nazır olduğunu, sana senden yakın bulunduğunu, kendinin onun halkettiğini, rızkını, her şeyi onun verdiğini, onun mahlûku olduğunu, kâfi olarak bilip iman ederek: Söz vermektir.
Doğruyu söylemektir. Hareket etmektir.

Yeminde insanı küfür, isyan ve cehenneme götürecek ve hayatta iken bile zelil ve hüsrana, helâke götürecek taraflar olduğu gibi,
Söylenmesi doğru olmıyan büyük bir sırr-ı ilâhî de gizlidir.
Yemin kadrosu çok geniş mânevî bir meseledir.
Dinsiz bile bunun farkındadır.
Fakat idrak edememiştir.
Dindar olanlar bile bunun tamamiyle farkında değillerdir.

"Sık sık yemin edenlerden kaçınız." Hadis.
Çok insanlar : "Vallah, Billah" lâfızlarını ağızlarından eksik etmezler.
Bu en büyük yemin ve en tehlikeli lâfızdır.
Mânâsı şudur:
O Allah var ya O büyük, bütün sonsuz kâinâtı muhittir.
Şah damarından daha yakındır.
Her yerde hazır ve nazırdır.
Es Semiğ ve el Basirdir.
Ondan hiçbir şey gizli değildir.
Her şeyin yaratıcısı olan O’nda erir yok olur.
“O’NUNLA BİRLİKTE SÖYLERİM Kİ” demektir.
“O’nu zorla kendime ortak ederek birlikte söylüyorum!” demektir.

"ALIŞ VERİŞTE, VESAİREDE YEMİN ETMEK. MALA KİYMET VERMEĞE GİDERSE BEREKETİ MAHVETMEĞE EN BÜYÜK SEBEBDİR." Hadis.

Yemin bir defa kendi varlığını şâhid tutarak yapılır.
Bir de şâhid tutarak yemin yapılır.
Aralarında azim fark mevcuttur.

Cenâb-ı Allah; Yıldızların mevkilerini, geceyi, bir yıldızı, âhiret gününü, kıyameti şâhid tutarak yemin eder.

Resûlullah Efendimiz: “Ruhumu yed-i kudretinde tutan Allah’ıma kasem ederim ki...” (Allah biliyor ki) demektir.

Bir de Cenâb-ı Allah Zâtı Ahadiyeti üzerine yemin eder.
Bu azim bir yemindir.
Bunda şüphe eden bile kâfir olur. Tövbesi yoktur.

"Yalan, Yalancı Şâhidlik" en büyük Allah'ı inkârdır.
Ebu Cehil’in azabından fazla azaba insanı dûçar eder.
“HAYATINIZA BİLE MAL OLSA, YALAN SÖYLEMEYİNİZ! YALANCI ŞÂHİDLİK YAPMAYINIZ!” Hadis.

Doğru olarak şâhidlikte bile yemin etmeyiniz!
Kendinizi ve size sizden yakın olanı örselemiş olursunuz.
Hakiki insan yalan söylemez, bilmez...
Ancak mühim, hayatı ailevî, vatanî, meselelerde hakiki adâlet divanları size yemin teklif edildikte :
“ALLAH'IM ŞAHİDDİR O MUHAKKAK BİLİYOR Kİ, SÖYLEDİĞİM DOĞRUDUR. İÇİNDE ZERRE KADAR ŞÜPHE YOKTUR” tarzıdır. Buna çok dikkat etmek lâzımdır.

Şimdi ise: “Namusun” üzerine yemin oluyor.
"Namus" nedir ki acaba?..
Şaşırmayın dinleyin: "Namus" târif edilemez.
Her şahsın düşüncesine göre izah edilemiyen bir şey ifâde eder.
Namus: Hakk’ın önünde kıl kadar bile olsun hakikat olan her şeyden hareket, fiil, söz, düşünce olarak sapmamaktır. Doğruluğun gayesi demektir.
Lügata bakarsanız: “İFFET, İSMET, NEZAHAT, EDEB, HAYÂ, DOĞRULUK” gibi fezail-i insaniyetin hulâsa-yı maânisini câmi bir kelime-yi mukaddese muttasıfı beynennas daima aziz ve muhterem olur.
Bundan başka: Melâike, vahiy, arapçada ve farsçada aynı kelime mevcuttur.
"Cebrail" namusu ekber ismi verilir. Doğruyu hakikati getirdiği için...
Bazı kimseler... Yemini âdeta fiili, hareki, lafzı olarak ağzında sakız yapmıştır.
“VALLAH BÎLLAH” kelimeleri herkesin ağzında mütemadiyen söylenmektedir.

Bu lâfız çok tehlikeli bir sözdür.
Söylemek doğru değildir.
Mânâsı: “O Allah var ya bütün sonsuz kâinâtı muhittir. Şah damarından bana daha yakın olan O'nda erir yok olurum. O'nunla birlikte söylerim ki!“ demektir.

Bazı kimseler değil aşağı yukarı herkes:
1- Allah canımı alsın ki,
2- Çocuğumun ölüsünü öpeyim ki,
3- Allah kahretsin ki,
4- Hayrını görmiyeyim ki,
5- Anam avradım olsun ki, (anamla zina yapayım demektir)
6- Kur'ân'a el basayım,
7- Orospu çocuğu olayım ki,
Gibi sözlerle yemin edenler çoktur.
Bunların hepsi küfürdür.
Tehlikelidir, hakiki İslama...
İnsanı kâfir yapar dikkat!..
Bu gibi lâkırdılar diğer dillerde yoktur.
Yalnız bizim ülkemizde vardır.
Başka dillere tercüme edilse bile mânâsını bir türlü anlıyamazlar.

Hıristiyanlarda: Put üzerine, Hazreti İsa'ya ve İncil'e dayanarak yemin ederler.
Bu üç şey şâhid olsun ki, doğruyu söylüyorum tarzındadır.

İslâmiyetten evvel eski Türkler de yemin bir türlü idi.
"Gök Tanrı şâhid olsun!”
İşte o kadar...
Bazı Türk kabilelerinde de: Avrat, at, kılıç üzerine yemin ederlerdi.
Bu da şu tarzda olurdu:
“Bu üç şeyin kudsîyeti üzerine muhakkak doğru söylüyorum!” şeklinde idi...

Hakiki islâm da her şeye yemin etmez.
Çünkü yalan söylemez.
Yemin teklif edilirse:
“Ruhumu yed-i kudretinde tutan kul olduğum “ALLAH” şâhid olsun ki, doğruyu söylüyorum!” işte o kadar...

Kur'ân-ı Kerim'de “ و” harfi vardır.
Bir çok âyetlerde bu harfle haşlar.
Bu “ و” bir nev'i yemindir.
“Bu doğrudur. Buna şüphesiz inanın!” mânâsını taşır...
“ و” Kat'iyet. Doğruluk, hakikat ifâde eder.

و و و و و و و

7 tane VAV... Büyük olan kudsî olan bu hakikati ifâde eder.
Eski hattatlarımız bunu gâyet güzel levha hâlinde yazmışlardır.

Şu şekilde:

Resim

Bu imanın en büyük yeminin yazı halinde ifâdesidir.
Bu yedi “VAV”ın ayrı ayrı mânâları vardır.
Bu husus sırdır.
Bunu bilen de vardır.
Bu sırda tek “VAV” hâlinde hattatlar tarafından yazılmıştır. Şekil bir işarettir. Asıl ondaki mânâdır.

وَاللّه daki bu “ و”'ı herkes bilmez.
Büyük velîlerin bilgisi hududu içindedir.
Bizler bilemeyiz...

لاَحَوْلَ ولاَقُوَّةَ buradaki “ و” lar “ حَوْلَ” “ قُوَّة”'ın Zât-i Âhadiyete ait olduğunu bunda mânen elde edilebilecek insanoğlu için büyük mânevî kudret, mârifet, tasarruf, kerametin anahtarı olduğu ifâde edilmiştir.
Diye büyük velîler ifâde etmişlerdir..
İsm-i Azam'a da buradan varılır...

Velhasıl yemin insanlar arasında doğru olup olmayanın tefriki için yapılır.
O hâlde “Doğru” hakikattir. Değişmeyen ilâhî bir mihenktir.
Allah'a inanan doğrudur demektir. Kuldur.
Kul doğrudan başkasını ne yapar ne söyler!
O hâlde, böyle insanlar arasında yemin olmaz. Yapılmaz.
Ondan şüphe edene doğruyu anlatmak, öğretmek ispat etmek lüzumsuzdur.
“Benim söylediğim doğrudur!
İnanmak sana kalmıştır!” ... Kâfidir.

Hadiste Resûl-ü Ekrem şöyle buyuruyor :
"Helâk olacağınızı bilseniz yalan söylemeyiniz."

Yalan söylemeyenin bir şeyin yalan ve doğru olduğunu ispata Allah yanında lüzum yoktur.
Allah Âlimü’l- Habirdir.
Her şeyi bilir. Açığı da, gizliyi de, doğruyu da, eğriyi de, yalanı da...

Yemin etmek hakiki kula yaraşmaz...
Kime neyin doğru veya yalan olduğunu ispata çalışıyorsun...
Şâhidlik de aynıdır.
“Gözle gördüğünü, kulakla işittiğini, hakikatini ortaya çıkarmak için çalışan, Hakk’ın kanunuyla hüküm verecek makamlar huzurunda söylemek.”
Şâhidlik diye târif edilir...

İslâmda 4 şâhid esastır.
4 kişi aynı şeyi söylerse zâhiren şâhidlerin söylediği doğru ve hakikât olarak kabul edilir.
3'ünün doğruyu söylediği, birinin de yalan söylediği anlaşılsa bile, 3'ü iftira makamına düşerler...
Bu 4 kişinin de aynı hadisede görmesi, işitmesi, bulunması şarttır...

Tek şâhid olursa o zaman yemin teklif edilir.
Bu yemin de adâlet makamında huzurunda olur ki, şâhid adâlet makamı olur o zaman...

Yalanı hakikât diye şâhidlik eden yemin eden kimse küfürdedir. Kâfirdir. Kâfir, Hakk’ı hiçe sayan Allah'ı inkâr eden demektir.
Bazıları kâfir şeytan diye söylerler.
Şeytan kâfir değildir, Hakk’a inanmış onun meleğidir.
Kendisi bir vazife ile mükeilefdir.

LÂNET:
Kur'ân-ı Kerim'de, "Şeytan" müfred olarak, meleğin üzerine aldığı vazifenin ismidir.
Cem’i olarak geçen lâfız ise insanlar arasında geçen fenâ, kötü, Hakk’ın men ettiği arzu hilâfına olan fiillerdir.
Lânetlenmiş fiillerdir. Hareketlerdir. İşlerdir.
Şeytan yaptığı bu işlerden dolayı mes'ul değildir.
Fiilleri yapan insanlar bunlardan mes'uldürler...
Şeytana küfredilmesi de küfürdür.
Lânet edilir. O kadar.
O da Hakk namına, bu da şahsına değil, yapacağı vazifelere yaptırdığı fenâ, kötü işlere lânet edilir...

Şeytan olmasaydı:
Hakk’ın cennet ve cehenneme halk etmesindeki murad belli olmazdı...
Şeytan Cennet'te Havva'yı kandırmıştır.
Menedilen meyveyi yedirmiştir.
Şeytan niçin Âdem'i kandırmadı da Havva'yı kandırdı.
Bu büyük bir sırdır.
Hakk’ın muradının âdeta bir kanunudur.
Şeytan Âdem'e secde etmedi.
Havva'ya secde meselesi mevzuu bahis değildir.
Bazı kabahat gibi görünen şeyler bazı hakikat ve sırların örtülmesi içindir.
Yalan bundan dolayı İslâm'da haramdır.
Hatta şirktir. Niçin şirktir?

Yalan bu büyük bir meseledir.
Havva'ya hususî bir ruh nefedilmiştir.
"Tek candan" "Nefsin vahidetin".
Bu husus ruhtan ötürü : “Cennet anaların ayağının altına serilmiştir” bu hususî ruhtan ötürü.
Analara süt verilmiştir.
Analara göz yaşı verilmiştir.
Hay Tezgâhı verilmiştir.
Bazı ibâdetler, bazı uzvî sebepler perdesi altına gizlenerek kadına bağışlanmıştır.
Hayızlı kadınlara namaz bağışlanmıştır. Kaza etmez.
Oruç değil. Kaza eder.
Bu bağışlamada büyük bir sır gizlidir.
Hayız perdesi altında, hayız olan kadın, bittikten sonra gusleder.
Bu cünüplük guslu değildir.
Cima’ yapmamıştır.
Bu gusül nedir bilir misin? Bilmezsin. Bilme daha iyi...

Cuma namazı kadınlara farz değildir.

Kadınlardan imam olmaz.
Peygamber, Nebi gelmez.
Hakk perdelerinden mahremiyet, setr-i avret kadınlaradır. Hakk’ın en büyük yarattığı kadındır.
Amma bunun ne olduğunu kimse idrak edememiştir.
İdrak eden de söylememiştir.
Söyleyemez de...

“Kadın şeytandır!”
“Kadın insanı baştan çıkarır!”
Bunlar lâkırdı değildir.
Hakikât değildir.
Zayıf, sapık kimselerin sözüdür.
Bunda da bir şey ifâde edilmektedir...

Rüyada bile şeytanın temessül edemeyeceği nesneler şunlardır:
1- Bulut
2- Su
3- Horoz “Muayyen bir cins horoz, her horoz değil.”
4- Koç, koyun
5- Siyah gül
6- Kadın, Huri. Hazreti Havva. Hazreti Meryem. Hazreti Fatıma. "Huri" nedir? Bilebilsen çıldırırsın!..
7- Resûl-ü Ekrem...
8- Dört büyük melek...

Kadın ; Şeytan, işlerinin aksettirilmek istediği bir aynadır. Âdemi Havva kanalıyla kandırdı. O kadar...
Kadına şeytan denilemez!..
Kadını yoldan çıkaran erkektir!..
Irzına geçen erkektir!
Fahişe yapan erkektir!
Cünüp yapan erkektir!
Hangi temizlikten, iffetten bahsediyorsun : “Şeytan Havva'yı şeytan kandırdı!” diye söylüyorsun...

“Neyi sevelim Yâ Resûllullah?”
“Namazı! Namazı! Namazı!”
“Kimi sevelim Yâ Resûllullah?”
“Ananı! Ananı! Ananı!”
İşte muhterem sahabelerin Resûllüllah'a sorup aldıkları cevabı Resûl bu!..
Üç defa söylemelerindeki murad...
“Allah için sev!
Benim için sev!
Kendin için sev!..”

Kadınlardan bundan dolayı “Nebi” peygamber gönderilmemiştir. Nebilik muvakkattir.
Kadının işi ise muvakkat değildir.
Hakk’ın en çok kıskandığı duygu da anaya verdiği ana şefkatidir.
Hafaza melekleri ana yolundan bahşolunur insanlara...
Zifafta erkeğin kılacağı 2 rekat namaz bunun içindir.
Bu bahis çok derin sır deryasıdır. Uzundur.
Daha bildiğim kadar söylersem çıldırmak işten bile değildir.

Kadına eziyet edenin sonu hüsrandır.
Bunu unutma!.. O kadar!..
Resûl-ü Ekrem : “Bana 3 şey Hakk tarafından sevdirildi.” Buyuruyor.
“Sevdim!” demiyor,
“Sevdirildi” bunda ince, gizli bir emir ve mecburiyet vardır.
“1 - Kadın
2- Güzel koku
3- Gözümün nuru namaz!”
Bu basit bir söz değildir. Düşünmek gerek!..

Namazın bağışlandığı hiç bir makam yoktur.
Yalnız kadına hayız zamanında bağışlanır...
Şunu da unutma!
Kadındaki "fadıl" erkekten 7 misli fazladır.
Bunu anlatmak çok zordur.
Araştır, âlimlerden sor! Kitap karıştır. Öğren!..
Ben anlatamam!..

Şunu da unutma!..
Kadınlardan büyük velîler gelmiştir.
Şimdi bile vardır...
Hazreti Adeviye, Tilmizeyi Sakâfi, Gül Hatun = Evliyâ kadın, Kar Yağdı Sultan, Lohusa Sultan...
Daha yüzlerce, binlerce Hakk’ın perdesi altında gizli...
Evliyâ kadınlar kimseden himmet almazlar.
Onlara Hakk tarafından kendilerine verilir.
Temizlikleri, iffetleri, ibâdetleri Hakk’a ve Resûle bağlılıkları yüzünden...

Velhasıl yemin; Allah'ı şâhid tutarak onunla birlikte doğruyu söylediğini sözle ifâde etmek ve bildirmektir.
Yemin ederken abdestli olmak, düşünülürse farzdır.
Abdestsiz yemin de Hakk’a karşı hürmezsiziik vardır.
Bu hususa çok dikkat edilmelidir.

Hakiki mü’min yalan söylemez.
Yalan söyleyen hakiki mü’min de yoktur.
O hâlde şüphe ve vehim mü’min işi değildir.
O zaman yemin edecek mesele kalmaz...
"Allah'ım şâhiddir ki, söylediğim doğrudur!".
Yemin tarzı en doğrusudur.

"Sık sık yemin edenlerden kaçınız!"
İşte Resûl-ü Ekrem'in hadisi budur.
Aynı zamanda : «Kaçınız da siz de, sizden kaçılacak duruma düşmeyiniz!» demektir.
Sözümüz burada bitti!
Hakk doğru yolda yürümenize yardımını esirgemesin.
Bu da duamızdır.
Hakk kabul ederse...
İnşâallahı Rahmân...


KELİMELER :

YEMİN : Sözü Allah'ı (C.C.) zikrederek kuvvetlendirmek. Kasem. * El tutuşarak, Allah'a bağlılıklarını bildirerek, Allah'a ve birbirlerine söz vererek ahitleşmek. * Mübarek. * Sağ taraf, sağ el.
Mukaddes : (Kuds. den) Takdis edilmiş olan. Temiz ve pâk. Noksan ve kusurdan müberra ve uzak olan. Her çeşit noksan, ayıp ve kusurlardan münezzeh ve uzak olan. Kudsi.
Muhit : İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. * Etraf. Çevre. * Büyük deniz. Okyanus. * Mc: Büyük âlim.
Es Semiğ : Es Semîu : Her sesi ve sessizliği işiten ve duyan. Mutlak duyucu olan ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL.
El Basir : El Basîru : Vâkıf-hâbir-âşinâ-hâzır-nâzır olarak açığı ve gizliyi gören... Mutlak görücü ve basîretin sahibi olan ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL.
Namus : Irz, iffet, edeb, hayâ. * Şeriat. * Melâike. * İrade-i İlâhiyenin tecellisi. * Nizam. * Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet. * Bir kimsenin mahrem, gizli esrarı olup işleri ve hallerinin iç yüzüne vakıf ve muttali kimseye denir. * Hayırlara ait gizli hâllerin hâmil ve vâkıfı olan. Bu mânada Cebrâil Aleyhisselâm'a ıtlak olunur. Sair melâikenin vâkıf olmadıkları vahyin sırlarına vakıf ve mahrem olması cihetiyle ona namus-u ekber denilmiştir. * Hâzık. * Mahir. * Av ve tuzak. * Nemmam mânâsiyle fitneci ve koğucu. * Birisinin hilesine siper ettiği şeye ve arslan yatağına da bu mâna verilmiştir. * Temizlik, doğruluk.
İFFET : Namus. Temizlik. Perhizkârlık. Nefsi behimî temayüllerden men etmek. Helâla razı olup haramdan kaçınmak.
İSMET : Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk. * Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.
NEZAHAT : Ahlâk temizliği, temizlik. * İncelik, rikkat.
Fezail : Faziletler.
Fazilet : Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.
Yed-i kudretinde : Kudret elinde.
LÂNET : Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyyet.
Hilâf : Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek.
Setr-i avret : Başkalarına gösterilmesi haram olan yerleri örtmek. Şer'an örtülmesi lâzım gelen yerlerini örtmek.
Cünüp : Cenabetlik. Şer'an yıkanıp temizlenmeye mecburiyet hâli. * Irak, uzak, baid.
Hafaza : (Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler.
Zifaf : Gerdeğe girmek. Gerdek.
Fadıl : (Fâzıl) Fazilet sâhibi. Üstün kimse
.
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 05.04.2008 Saat: 21:02 Gönderen: kulihvani


Resim


ÖTELERDEN BİR RAYİHA


Nurten gönderdi :

BİRlik sevdasına düşmüş, Hakk aşkına aşık bir genç, bir gün bir Pîr-i Fâni’nin sohbetine katılmış.
Pîr-i Fâni geceleri geçen bir Kervan dan söz ediyormuş.
Genç, can kulağıyla dinlemeye başlamış anlatılanları.
Bu Kervan, ÂŞIKLAR Kervanı olarak da zikredilirmiş....

Kervana katılmak tıpkı Kaf Dağı’na ulaşmak ya da Deveyi iğne deliğinden geçirmek kadar imkansız imiş.
Katılan Pîranlar, bir sürü belâ mihnete düçâr olmuş, geçim sıkıntısı altında ezilmiş, kendinden kendine geçmiş, zâhiren halkla, bâtınen Hakk’la Gönül olmuşlardır..

Genç hayıflanmış, düşünmüş taşınmış ve âşıklar Kervanını aramaya karar vermiş.
Böylece o çok arzuladığı Aşk deryasına bir nebze olsun yaklaşacak ve aşkı izleyecekti.
Derken geceleri uyumamış, uykunun uykusu gelmiş de gencin gelmemiş, her daim gözü yaşlı gönlü buruk beklemeye başlamış. Ne gelen varmış ne geçen, genç boynu bükük umudu kırık, naz ve niyazla yönelmiş Alemlerin Rabbine :
"Ver artık istediğimi, isteğimi istemeye bile gücüm kalmadı!” demiş....
Der demez bir ışık belirmiş, aydınlık mı aydınlık, güzel mi güzel, latif mi latif.
Işığın içersinde bir yol görünmüş, üzeri iz dolu bir yol görünmüş.
Ne olduğunu anlayamadan hızla kalkmış yerinden, izlerde iz sürmeye başlamış.
İzledikçe izler belirginleşiyor, aklını başından alan bir kokuyla kendinden geçiyormuş.

Nihayet kokunun en şiddetli yerinde görünmez olan görünmeye başlamış.
İçlerinde yaşlıca olanı ona seslenmiş :
“Gecenin bu sessizliğinde nedir senin uyku perdeni aralayan evladım???.”
Genç anlatmaya başlamış, yıllar evvel dinlediği bir sohbet onun gönlünü yakmış ve arayışa başlamıştı.
Şormuş yaşlı Zat : "Peki benden istediğin nedir??”
“Ne olur bir gececik sizinle kalayım, sizinle sizliği tadayım!...” demiş genç.
“Peki!” demiş yaşlı Zât.
Genç neşe ve sevinç içersinde uyumadığı uykuya dalmış.
Sohbetini dinlediği Pîr-i Fâni kulağına fısıldamış :
"Evlat, tutun bana seninle Kaf Dağı’na uçacağız!”
Genç tutmuş elinden, tutmasıyla : “HAY! HU! ALLAH!.. “ nidâları yükşelmiş taa derinlerden....
Genç şaşkın, genç mest, genç bir hoş olmuş .
Pîr-i Fâni göz ucuyla gence bakmış gülümsemiş.
Genç o gözlerde kimsenin görmediği yerleri gören bakışı görmüş, görmesiyle görünmez olmuş.
Coşmuş coşmuş da, Pîr-i Fâni’nin ayak izlerini duymuş gönlünde....
“Haa!” demiş Piran “Biz bir bahane ile Hakk Aşkına âşık gönüllere böyle giriveririz!…..”


Dogrusunu Yüce Sultan bilir…
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 14.04.2008
Saat: 00:27
Gönderen: kulihvani


Resim


MÜNİR DERMAN (ks)

NUR

BAŞ GÖZÜ
KALB GÖZÜ
GÖNÜL GÖZÜ


Baş gözü, El Basir esmâsının kudretiyle, eşyayı mekânda gören gözlerdir.
Bu görmede ziyaya ihtiyaç vardır.
Ziyasız da görürler.
Uykuda, rüyada görmeler yine aynı gözlerle vâki’dir.
Amma gönül gözüne bu anda biraz yanaşır.
Bundan dolayı görür.
Uyanık iken gönül gözü de bazen görür.
Mekânda olan eşyayı röntgen gibi her zerresini gören gözler de gönül gözleridir.
Baş gözü ikidir. Tek görür.
Gönül gözü ikidir. Tek görür.

Zaman ve mekân dışı, mesafe mefhumu olmadan, baş gözünün görmediği, görülmeyeni gören gözlerde kalb gözüdür.
Kalb gözü birdir, her cihetten, zaman ve mekânda, fakat bunların dışındakileri görür.
Kalb gözü, ziya, mekan ve zaman, bu göz için yoktur.
Aynı baş gözü ile kalbe bakar, oranın perdesinde görür, o anda zaman ve mekân yoktur.
Mesafe, uzaklık, yakınlık yoktur.
Yanında imiş gibi bütün, her ciheti görüp, hatta konuşup yanında imiş gibi...


Tayy-i mekân,
Tayy-i dil,
Tayy-i kelâm,
Tayy-i renk,
Tayy-i koku,
Tayy-i cesed, mümkün olur.
Radyo, tayy-i ses.
Televizyon, tayy-i sûret,
Renkli televizyon tayy-i renk.
Âletlerini insan kafası buldu.
Bu İlâhî Kanunların fizikî sûrette tecellî ettiren isbatlarıdır.
Bir insan bir anda veya bir eşya bir anda, dünyanın bir ucundan diğer ucuna gidebilir.
Belkis’in tahtının bir anda Hadramut’tan Kudüs’e gelmesi...

Bir velî bir anda burada iken, çok uzaklara ruhen olduğu gibi ceseden de Tayy-i mekân eder.
Binlerce kilometre uzakta olan diğer biri ile, yan yana imiş gibi konuşur ve birbirlerini görebilirler.
Veyahut bütün mevcudiyeti ile yek diğerinin yanına gidebilirler.
Bunu yapabilenler, her istediği eşyayı veya şahsı da tay-yi mekân ettirebilirler.
Bazan bunlar sûretlerini gösterirler.
Aynı zamanda yüzlerce yerde görünebilirler.

"Nur-u Resûlullah"
Nur, ilâhî Nurun Zâtullâhdan aksetmiş, Rahîm Sıfatına bürünerek tahammül hududuna girmiş şeklidir.
Ziya değildir.
Rahîm, tatlı ilâhî bir nesnedir.
İşte bu nuru tahammül hududuna indiren Resûlü Ekreme "Rahmeten li’l- âlemin" denilmiştir.
Nur : Allah’ın zâtının özündeki güçlerden bir gücün özel ismidir. Zâtından başkasına verilmez.

Bütün peygamberler siyah saç, siyah gözlüdür.
Sarı saçlı ve mavi gözlü peygamber yoktur.
Sonradan saçları beyazlaşanlar vardır.
Büyük velîlerde sarı saçlı tesadüf edilmemiştir.
Mavi gözlü de görülmemiştir.
Saçların muhtelif renkli,
Siyah, kumral, sarı, kızıl oluşunda...
Gözlerin : Siyah, mavi, yeşil, kahverengi, lacivert, menekşe renk oluşunda...
Çok büyük bir hikmet ve sır vardır.
Bunların açıklanması doğru değildir.
İnsanlar birbirine girerler.
Siyah nur, baş gözüne gök mavisi ve yeşil renk hâlinde görünür.
Bütün nebatat dikkat edilirse hep yeşil renktedir.
Siyah renk, en ziyade beyaz rengi, beyaz renkte en çok siyah rengi en temiz ve saf olarak, en ince noktasına kadar gösterir...
Resûlullâh efendimizin saçları, kılları, gözleri siyah renkte idiler...

Allah yolunda çile çekmek büyük bir nasiptir.
Herkese müyesser olmaz.
Gözle görünen el ile tutulan, mekânda yer işgal eden her şeye madde diyoruz.
Dünyada maddenin son kapısı Kâbe’dir.
Resûlü Ekrem Kâbe’de doğdu.
Orada büyüdü.
Vahiyi orada aldı.
Mi’raca oradan yükseldi.
Peygamberliğini orada ilân etti.
Orada evlendi.
Çocukları orada doğdu…

"Nur" kelimesinin ifâde ettiği mânâ bir sırdır, insanın aklına, ışık, parlaklık gelir amma "Nur" ışık üstünde bir sırdır.
Nereye vurursa eşya gölgesiz olur.
Nur kelimesini insanlar şu lâflarda kullanırlar :
Nur yüzlü… insan...
Nur indi... mezara...
Nur gibi... temiz, parlak, saf...
Siyah nur, yeşil nur sözleri de vardır.
"Nur" Hakk’ın bir sırrıdır.
"NURU’S- SEMÂVÂT" Allah Semâvâtın Nurudur.
Âlemin nuru, bu sözden bir kapı aralığı bulmaya çalış...

Asıl sır olan nurun ışık ile alâkası yoktur.
O ışık altına gizlenmiş karanlıktır.
Her yerde tecellî eder.
Karanlığı siyah renk temsil eder.
Kâbe örtüsü siyahtır.
Hacerü’l- Esved siyahtır.
Siyah ırk bir şey ifâde eder haykırır.
Hakiki sarık siyahtır.
Cübbe siyahtır.
Hakiki toprağın rengi siyahtır.
Kömür siyahtır.
Mürekkep siyahtır.
Siyah rengi bürünmüş bir çok hayvanlar vardır.
Lekesiz siyah kedi. Hırsız değildir.
Lekesiz siyah tavuk. Kesmeyiniz. Yumurtasının yalnız sarısını yiyiniz...
Lekesiz siyah horoz ki çok nadir bulunur. Kesmeyiniz.
Siyah saç. Siyah göz.
Siyah elbise.
Siyah örtü.
Matem âlemeti olarak, siyah tercih edilir. Hatadır.
Yanan her şey siyah olur.
Siyah gül vardır. Çok enderdir.
Resûlü Ekrem : “sarı ırkta, sarı insanda hayır yoktur!” buyurmuştur.
Beyaz ve siyah ırk veya insan buyurmamıştır.

Bazı şeyleri baş gözü ile görmek için karanlıkta ancak görebiliriz.
Veyahut o şeyler kendilerini bize karanlıkta gösterirler.
Yıldızlan karanlıkta görebiliriz veyahut bize kendilerini karanlıkta gösterirler.
Cenâb-ı Hakk, karanlığa, sabah yıldızına, yıldızların mevkilerine kasem eder, yemin eder onları şâhid tutar gösterir...

Uyurken gözlerimizi yumarız.
İçimize döneceğimiz zaman gözlerimizi yumarız.
Fazla ziya gözlerimizi kamaştırır.
Karanlık kamaştırmaz.
Niçin?..
Gafil olma hakiki nur karanlıktadır demektir.
Hatta gözler fazla ziyaya bakarsa, artık görmez olur. Karanlığa dalar.
“Gözlerim karardı! Bir şey göremedim! Göremiyorum!” deriz...
Cebrail âleyhisselâm Resûle ilk defa dünya perdesinde karanlıkta Hira Dağı’nda karanlık siyah nur içinde görünmüştür.
Unutmayın ki Allah "Settar"dır.
Hakk’ın methetdiği "Zeytün" evvelâ yeşil sonra kırmızı siyah olduğu zaman kuzgunî siyah olur.

"ALLAHUMME Bİ’L-ÎSMİ’L- MEKTUBU ALA VERAKİ’L- ZEYTUN"

HACERÜ’L- ESVED : Semâvî bir taştır.
İlmi olarak izah etmek icâb ederse semâvâttaki herhangi bir yıldızdan kopan bir parçanın arza düşmüş olmasıdır.
Bu gibi Hacer semâvîler her devirde, her zaman ara sıra vâki’ olmaktadır.
Müzelerde çok teşhir edilmektedir.
Hacerü’l- Esvedin hangi yıldızdan düşdüğü malûmdur.
Büyük velîler bunu söylemektedirler.
“Sırrını ve yıldızı gizlemek için âşikâr olarak Cennetten gelmiştir” sözü hakiki İslama kâfidir, incelenmemesi için bu söz yeter...

Resûlü Ekremîn bu taşa kıymet vermesi bambaşka bir sırdır.
Zâti Risâletleri hürmet ve tâzim ettiği için bize de bunu tereddüt etmeden yapmamız lâzımdır.
Burada münakaşa, söz ve sual doğru olmaz.
Hangi yıldız olduğunu söyleyemem.
Zira o yıldıza daha gelmeden, bilinmesi icâb eden sırlar ve nice meseleler vardır.
Hazreti Debbağ : “Beyti’l- Mamure’den kalma yakuttur. Nuh tufanından sonra siyah olmuştur!” der.
Bunlar da bilmek ancak makamına yetişmeden söylenmez.
Cenâb-ı Hakk kelâmında : “Yıldızların, yıldızların mevkilerine kasem ederim!” buyuruyor.
Bu Kelâm-ı Celil insana bir şey telkin etmelidir.
Ve susmalıdır…

Bu gün Hacerü’l- Esved asırlardan beri tavafta öpülüyor.
Sağ el işaret parmağı ile meshedilir.
İtikâle uğruyor.
Ziyaret edenler bunu bilirler.
Aşına aşına şeklini değiştirmektedir, bunu düşünmek lâzımdır.
Bu bir şeyi sessiz sözsüz haykırmaktadır.
Bir gün... Evet bir gün ne olacak?..
"Kaybolduğu zaman kıyamet!" yeter bu kadar...

Herkeste Hacerü’l- Esved vardır.
Bunu, büyüklerin tesadüfen veya bilerek sohbetlerinde bulunanlar az çok bilirler.
"Hacerü’l- Esved" kelimesi tercüme edilemez.
Mânâsı "Siyah taş"dır, fakat Hacerü’l- Esved ismi hasdır. O taşın ismidir.
Has esmâların hiç bir dinde tercümesi yoktur.
"Hacerü’l- Esved" söylendiği zaman o taş hatıra gelir taşlar içinde siyah renkte bir taş değildir.
Dünya yüzünde tekdir. Bir tanesi daha yoktur.
Bazı câhiller, mürşidler, hoca diye kisve giyenler vardır. Sorarsanız siyah bir taşdır diye kıymeti zedelediklerinin farkında olmadan kendi cehillerini, kendi kendilerine izhar ve teşhir ederler…

Zaman-ı câhiliyette taş yine Mekke'de idi.
Mekke'nin uluları dört kabile büyüğü bu taşı tamir edilen Kâbe’de yerine koymak için nerede ise şeref bana aittir tefahürü içinde kavga edeceklerdi.
Resûlü Ekrem o zaman gençti ve Mekke'de Emin ismini almışlardı.

Niza’ın önüne geçmek için, üstlerindeki libası çıkarıp yere serdi ve taşı elleriyle alarak libasının ortasına koydu ve dört ucundan kabile büyüklerine yerine kadar taşıttı ve tekrar mübârek elleriyle alıp yerlerine koymuşlardı.
Bu vak’ayı her müslüman bilir...
Bu tesadüf değildir.
Daha İslâm dini ortada yok...
Resûlü Ekrem Peygamber olacağını. bilmiyordu...
Hac mevsimi Hacerü’l- Esvedin dünyaya düştüğü zamana tesadüf eder.
Hakk’ın arzusu böyle idi. Böyle oldu...

Kâbe’yi ziyaret edenlerin, bu taşa el sürmeleri, onların cesedlerinin şahâdetidir.
“Bende Kâbe’yi ziyarete geldim!”
Hacerü’l- Esved o hacıyı, cesedi için şahâdet edecektir.
O taşa sürülen el veya parmak hakiki emirleri yapıyorsa, o eli ateş yakmaz.
Böyle rivâyet etmişlerdir Allah’ın büyük velîleri.
Bu ateş cehennem ateşi, dünya ateşi, her türlü ateş...

“Resûlü Ekremi mi’raclarında götüren "Burak" beyaz bir at şeklindedir.” söylerler.
Bu atta siyah nur idi.
Beyaz sûretinde görülmüştür.
Ashab-ı Kefh’in bir köpeği vardır.
"Kıtmir" cinstir.
Bu köpek, kuzgunî siyahtı.
Nereden yazıyorum, nereden biliyorsun diye aklınıza gelecektir?
Sana isbat ile mükellef değilim.
O köpeği ben gördüm.
Şimdi bana “deli!” diyeceksin.
“Sen nereden göreceksin, ne zaman gördün?” gibi suallere gitme!..
Ben icâb ederse bu söz için adam tepelerim...
Sen hakkımda istediğini düşün.
Bana birşey yapamazsın.
Kendini hırpalamış olursun. Kendine yazık olur!..
“Acaib!” de geç!..
İstersen müsaade ediyorum bu adam “delidir!” de...
Ama bu işi bilen bulunur.
Onun yanında söylersem.
Falanca böyle diyor diye deli olduğunu ilan etmiş olursun...
Ben senin nazarında deliyim.
Amma, Sen hakiki delisin...
Güle güle yoluna devam et!

Sözlerimi bitiriyorum bu bahis uzundur.
Hac mevsimi “Hacerü’l- Esved” in' dünyaya düştüğü güne tesadüf eder.
Bu taş Allah'ın kasem ettiği bir yıldızdan düşmüştür.
Ve sabaha karşı düşmüştür.
Ve Cuma gününe tesadüf eder.
Onun için Cuma gününe tesadüf ederse "Haccü’l- Ekber" olur.
Hac bu yıldızdan düşen Hacerü’l- Esved içindir.
Daha söyleyemem dilim tutulur...

Abdül Kadiri Geyîânî,
Ahmede’r- Rüfaî,
Bahaddin Nakşibend,
Hacı Bayrami Velî,
Hacı Şabâni Velî,
Hacı Bektaşi Velî
Ahmedi Yasevî,
Beyazidi Bestamî
Dussukî,
Aziz Mahmud Hüdaî,
Ümmi Sinan,
Muhiddini Arabî,
Mazbut şemail kitaplarına göre bu büyük velîlerin saçları ve gözleri siyahtırlar.
Hazreti Ali
Hazreti Fatma
Caferi Sadık (Tayyar)
Şemâilde bildirildiğine göre saç ve gözleri siyahtırlar.


KELİMELER :


El Basîru : Vâkıf-hâbir-âşinâ-hâzır-nâzır olarak açığı ve gizliyi gören... Mutlak görücü ve basîretin sahibi olan ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL.
Belkis : Süleyman (A.S.) zamanında, Yemen'de Sebe şehrinde hükümet süren Himyerîlerden bir melikedir. Süleyman (A.S.) bunu Filistin'e çağırdı, geldi ve iman etti.
Hadramut : Yemen civarında bir ülke.
Tahammül : Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak.
El Settar : Ayıpları, kusurları örten. Kusurları göstermeyen, günahları bağışlayan Allah (C.C.)
Allahumme bi’l-îsmi’l- mektubu ala veraki’l- zeytun : Allahım! Zeytin yaprağına yazılmış olan İsim hürmetine isterim!
Beyti’l- Mamure : İ'mar edilmiş ev. * Kâbe'nin bir ismi.
Telkin : (C.: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce. * Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak. * Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz.
Kisve : Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet.
Niza’ : Çekişme, kavga.
Ashab-ı Kefh : Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, Debernüş, Sâzenüş, Kefeştatâyüş. Kendilerine sâdık köpeklerinin adı da Kıtmir'dir.
Mazbut : Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. * Sağlam. * Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu. * Muhâfazalı. Korunmuş. * Belli, belirtilmiş.


ÂYETLER :

NURU’S- SEMÂVÂT :

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

“ Allahü nurus semavati vel ard meselü nurihi ke mişkatin fiha misbah elmisbahu fi zücaceh ezzücacetü ke enneha kevkebün dürriyyüy yukadü min şeceratim mübaraketin zeytunetil la şerkiyyetiv ve la ğarbiyyetiy yekadü zeytüha yüdiy'ü ve lev lem temseshü nar nurun ala nur yehdillahü li nurihi mey yeşa' ve yadribüllahül emsale lin nas vallahü bi külli şey'in alim : Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.“ (Nur 24/35)

Rahmeten li’l- âlemin :


وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“ Ve ma erselnake illa rahmetel lil alemin : (Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.“ (Enbiyâ 21/107)
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 14.04.2008 Saat: 21:10 Gönderen:kulihvani



Resim


“Karıncadan Dostun Olsun!..” M.D.


Barboros SERT


Sad Sûresi -27 : "Hem o göğü, yeri ve aralarındakileri Biz boşuna yaratmadık. O, küfredenlerin zannı. Onun için küfredenlere ateşten bir veyl var. "


Allah hiç bir şeyi sebepsiz yaratmamıştır, bu döner çarkın içinde herkes bir yük götürür bir yerden bir yere bilmeden.
Tatlı yükler vardır insanların taşıdığı seve seve.
Bir baba eşinin çoluğunun çocuğunun rızkını temin etmekle sorumludur.
Bu onun sırtında tatlı bir yüktür, buna severek razı olur..

Nice anne ve babalar vardır sakat evlatları olur, ömrünü o evlada bakmaya adarlar.
Böyle anne baba dostlarım vardır, bunlardan bir kaç örnek verelim…

Bir aile dostumuz karı koca, bacaklarında sinir olmayan çocuklarına gece gündüz nöbetleşe olarak 20 yıldır bakıyorlar.
Baba bir mühendis fakat çocuğun durumu vahim olduğundan bir türlü mesleğini yapamamış, aileden kalan arazilerini sata sata yaşıyorlar.
Çocuklarını kıpırdatırken bile içerden bir damarın zedelenmesi çocuğun fark etmediği bir kan kaybına sebep olabiliyor.

Bir başka aile dostumuz Neşe Hanım ingilizce öğretmenidir.
Türkiye'de yılın annesi seçilmiştir, çocuğunun kolları bacakları sakattır. Senelerce çocuğu düzenli olarak yüzdürüp, onun eğitimi ile meşğul olmuştur.
Her gün çocuğu yürütmek için egzersiz yaptıklarına senlerce şahit olmuşumdur.

Geçen gün küçük kızımı yürütmek için 5-10 dakika oda içinde tur attırıyordum da hemen bir bıkkınlık gelince aklıma o geldi toparlandım.
Bu kişilerin sırtlarında taşıdıkları yük halkın kaybedip de bulamadığı sabır, şükür, sevgi ve rahmet lensidir.
Sırtlarında taşıdıkları bu yük halkın ümitsizlik ve şaşkınlık anı içinde birden onların sırtlarından parlayıverir de çocuklarının sağlığının kıymetini bilir şükreder ve çocuklarına rahmet ile bakarlar.

Sakatlıktan bahsettik ya aklıma gördüğüm bir sakat kardeşimiz geldi, bir de ondan bahsedelim.
İstanbul'da yaşayanlar belki bilir, Büyükcekmece dışında Kumburgaz diye yazlık bir belde vardır burda bir Camii var deniz kenarında.
Bir yaz günü orda Cuma namazı kılıyoruz, baktım önümde bir adam bacaklarının ikisi de yarım ve topal, kollarının ikiside gelişmemiş eğri ve elleri de yok.
Önümde yarım gövdesini güçlükle eğerek başını yere değdirip secde ediyor ve namazını eda etmeye çalışıyordu.
İşte bu karınca adamda, işini gücünü bahane edip namaza gelmeyen, tembellik eden, vücudunun ve sıhhatinin kıymetini bu genç yaşta bilmeyen nice insanın kaybettiği bir gözün lensini sırtında taşıyor idi.
Onunda sırtında da böyle parlayan bir lens var idi...

Şimdi gerilere gidiyoruz, asr-ı saadet zamanına :

“Dini için kimin nesi varsa getirsin!” deniyor.
Ebu Bekir (R.A) elindeki avucundaki her şeyini veriyor, öyle ki hanımı ile kendisi bir elbiseye kalıyorlar.
Neden iki elbiseleri yok demeyin!

BIZ BİRiz.
Her şeyi verip bir elbiseye gireriz
BİZ'de ikilik yoktur, anla!..

İşte böyle nârin bir anda Ebu Bekir ve hanımı bir karınca misali sırtlarından bir lens ile parlıyorlar halkın ortasında, cömertlik, sabır, sadakatlık, tevekkül ve birlik lensi.
Öyle ki onlar o lensi taşımıyor olsalardı, bugün malından mülkünden zekat vermeye sadaka vermeye hayıflanan nice insanın kaybettiği o cömertlik, toplumda ve dinde ki birlik beraberlik ve kardeşlik, başkalarını düşünme ve karşılıksız verme lensini nasıl bulacaktık?
O lensin ışığı taa asr-ı saadet zamanından parladı buraya düştü! Demek ki Lâ mekan, Lâ zaman olan bir lens taşıyorlar.
Bu karınca gibi burada bu yazıda anılacaklarından, asırlarca ışıklarının mekanlara ve zamanlara yayılacaklarından dahi haberleri yoktu...

Şimdi buradan taşınan başka bir yüke doğru yollanalım.
Kimi vardır sırtında ilim-irfan taşır bundan birileri faydalanır. Kimi de taşıdığı ilimle hem kendi amel eder hem de başkalarına faydası dokunur.


"Heves edilecek iki kimse vardır: Biri, Allahü teâlânın verdiği ilimle amel edip başkasına da öğreten, ikincisi de, Allahın verdiği serveti hayra sarfedendir." [Buharî]

“Allah’ın benimle size gönderdiği ilim ve hidâyetin meseli, toprağa bol bol yağan yağmura benzer. Bu yağmur verimli ve güzel toprağa düşer, bu toprak da yağmuru güzelce emer ve birçok bitki ve ağaç yetişerek güzel meyveler verirler. Bir kısmı da çorak bir yere düşer. Yağmuru alır ancak üzerinde hiçbir bitki yeşermez ve meyve vermez; ancak suyu yüzünde tutar. Ondan da hayvanlar ve insanlar faydalanır. Suyundan içer ve arazilerini sularlar. Bir kısmı da kayaların ve taşların üzerine yağar. Taşlar da ne yağmuru tutar ve ne de kendileri faydalanır. Su üzerinden kayar gider. İşte Allah’ın dini olan getirdiğim hidâyet ve ilimden faydalananlar ile onu başkalarına duyuranlara misâl olduğu gibi, kibir ve gururundan o ilim ve hidâyetten faydalanmayanların misâli budur.” [Buharî, ilm:20].

Sevgili dostlarim,
Benlik Dağı’na tırmanmak zor!
Bu dağ dik ve sarp bir dağ, oraya tırmanmak kolay değil!
Kimileri böyle nice kat kat lenslerini kaybediyor çıkarken bu yokuşu.
Zor yol bu yol!
Bu yola tırmanan kişiler için sırtlarında ilim-irfan lensi taşıyan karıncalar vardır.
Lens ilim gibi latiftir görünmez fakat takınca gözüne, ardından bakınca, doğruyu eğriyi, hakki batılı hakikatiyle gösterir.
Üzerine Hakkin nuru vurdu mu ışıldar bu lens!..


“ Karıncadan dostun olsun!” diyor Dr.Münir Derman (K.S).
Böyle tevazu’ dolu karıncalar vardır pirinci kumdan (hakkı batıldan) ayıklayıveren lens taşırlar sırtlarında.
Siz siz olun lensiniz düşmemişse dahi siz bu karınca adamlara yanaşın!
Gözünüzdekileri çıkarın, bu lenslerden alın!
Bunlar kaliteli lens üzerinde
"Nakil" patentini taşıyor.
Yoksa
Benlik Dağı’na tırmanırken, aklınıza güvenip bulanık bir gözle taşların arasında kendinize tutunacak bir ağaç dalı ararken, dal zannedip farkında olmadan çıngıraklı yılanın kuyruğuna yapışırsınız maazallah!..


Selam sevgi ve Muhammedî muhabbetle
Gariban
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 17.04.2008 Saat: 18:35 Gönderen: kulihvani


Resim

Bir Çay Demle Derviş Kanı Olsun!..

Barboros SERT

Ey dost!
Güzel çay demleyen bir demlik gibi ol!
Demliğin şekline bir bak da gör!
Semâzen gibi kollarını açmış, sanki ateş
üzerinde sema’ ediyor,
Yüce Allah'tan alıp demlediğini hep kullara ikram ediyor,
Buharı, aşk ateşinden inleyip zikreden Allah dostlarının nefisleri gibi sımsıcak ,
Islık çalarak kendi dilinde zikrediyor Mevlâ’yı!..

Ey dost!
Güzel çay demleyen bir demlik gibi ol!
Güzel bir çay demle ve çevrene de bundan tattır!
Demleyiş yolun şeriattan,
Demliğinin ateşi aşktan ve
Suyu da Âb-ı Hayat’tan olsun!..

Geçenlerde çay, çaydanlık semaver derken aklıma bir rüyam geldi:
Rüya 4 Aralık 2005
Bir odadayım, odada bir çaydanlık var ve insanlar var. Çay demleniyor. Sonra üst kata çıkıyorum orada da bir oda ve içinde tek bir çaydanlık var. Çaydanlığın üst kısmı gümüşten ve insan yüzü biçiminde. Çay kaynıyor sanki demlenmiş. Bana bir çay verebilir misiniz diyorum. Birisi bana, sana bir çay ve etrafındakilere de diyor. Sanki on çay verilecekmiş gibi hissediyorum ve bu insanlara neden çay almalıyım ki diyorum. Niye boşuna para sarfedeyim ki diye düşünüyorum ve şakayla “yok birde aşağıdakileri de ekleseydin!” diyorum. Ben bir çay istedim diyorum. Sonra kapının eşiğinde bir çay bardağı içinde demlenmiş bir çayın beni beklediğini görüyorum.

Çaydanlığın altı göğüs kafesimize işaret eder. Bizim "Sîne" dediğimiz şeye bu demliğin içinden bir yol var. O yoldan bu demlik içindeki su kaynıyor belki. Kalbde kaynayan, bu şu beyne gönderilip demleme beynimizde oluşuyor. Yani beynimiz bir çay yaprağı gibi, onun içinde seylon'u da var, rize'si de, filizi'de.
Dervişler sarıklarından uzun bir bez parçasını kalb yönüne sarkıtırlardı. Bu bez kalbi başa bağlayan fitildi. Demliğin altı ile üstü arasında nasıl bağ varsa, kalp ile baş arasında da öyle bir bağ var. Bu yüzdendir ki rüyadaki çaydanlığın üstü insan yüzü biçimindedir.
Gönlümüzün suyu bulanır pislenirse, pislenmis suda demlenen çay ne lezzet verir ki. Beynimizde demlenen o çay suyunun temiz olması gerek ki düşüncelerimize ve oradanda eylemlerimize olan etki iyi yönde olsun.
Çaydanlığın bu yanış ve ağlayışında bir hikmet var, bu yanış ve dert ile bu suyu kaynatmazsak nasıl çay demleriz, bu hayat bizi haşlayacak ki gönül suyumuz kaynasın. Aziz Mahmud Hüdaî’nin gönlü öyle yanmıştı ki, gönlündeki ateşin sıcaklığı bağrına bastığı güğümün suyunu da kaynattı. Bu suyu kaynatamayan kişi çayı soğuk su ile demlemeye kalkar. Çay tabi ne renk ne de lezzet verir. Bunun tabiri gönülsüz secde eden bir kul gibidir ki o secde soğuk suyla çay demlemek gibi sade fiilden ibâret olur.
Gerçi soğuk suda çayla birleşince suyu biraz boyar, o yüzden
umarız ki yüce Allah böyle yaptığımız secdeleri de kabul eder ve tamamlar.
.
Resim

Ey dost!
Güzel çay demleyen bir demlik gibi ol!
Demliğin şekline bir bak da gör!
Semâzen gibi kollarını açmış, sanki ateş
üzerinde sema’ ediyor,
Yüce Allah'tan alıp demlediğini hep kullara ikram ediyor,
Buharı, aşk ateşinden inleyip zikreden Allah dostlarının nefisleri gibi sımsıcak ,
Islık çalarak kendi dilinde zikrediyor Mevlâ’yı!

Ey dost!
Güzel çay demleyen bir demlik gibi ol!
Güzel bir çay demle ve çevrene de bundan tattır!
Demleyiş yolun şeriattan,
Demliğinin ateşi aşktan ve
Suyu da Âb-ı Hayat’tan olsun!..

Allah Dostu, öyle bir demliktir ki, onun ağzında bir süzgeç ya da filtre yoktur!
Çayının şekeri de kendindendir.
Çünkü onun çayı saf ve tortusuzdur…

Sahte şeyhlerin sözleri soğuk ve kirli suyla demlenmiş lezzetsiz,
tortulu bir çay gibidir.
Öyle ki, çay güzel görünsün diye kendi çayına
velîlerin deminden biraz sıcak demli çay katar!
Fakat kendi çayı sırf çamur ve posa olduğu için böyle çaya bir şeriat filtresi gerektir.
Böyle bir filtreden de ancak Allah dostlarının sözleri geçer.
Yine de sensen ol, süzgeçsiz çay içme!

Ey dost!
Güzel çay demleyen bir demlik gibi ol!
Ocakdaki demliğe bak nasılda rüku’ya durmuş zikrediyor!
Belini eğmiş "Subhanerabbiye’l- Azîm!" dedikçe, buharı uçup hafifliyor!
Bardağa her çay dolduruşunda severek, eğilerek dolduruyor!

Ey dost!
Allah dostları da Allah'ın elinde bir demliktir.
Suyunu Allah'tan alır!
Allah onda ilim ve irfanı demleyip, onu kulpundan tutar!
Sonra onu, dinlemek üzere eğilmiş kulaklara ve kalblere doğru eğer,
Ondaki demlenmiş ilmi, bunlara döker ve dinleyenleri bununla
rızıklandırır!

Ey dost!
Onlar öyle bir demliktir ki ocak üstünde devamlı kaynarlar,
Çayın lezzetinden demliği fark edebildiysen kulpu tutan eli de gör!
Herkim ki böyle bir demliğin kulpuna yapışmıştır, o Allah'ın kulpuna yapışmıştır!


Böyle bir demlikten içenlere Selam olsun!......

Barbaros
27 Nisan 2006
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 22.04.2008 Saat: 09:47 Gönderen: kulihvani

Resim


EMÂNET


güllale

Başlığa geldi isim, ben ben isem, hani ayrı ve gayrı isem, ben koymadım.
Kalem elimde ise yazan elim ise el benim ise ben yazmadım.
Akıl benim aklım baş benim başım ise aklım başımda ise ben akıl etmedim.
Yazmaya başlandı ise yazılıyor ise yazılara dökülen elimden ise benden dökülmedi.

Seni beni yazan, sana sen bana ben diyen kendisine de RABBİ'L-ÂLEMİN diyen, kendisini 99 isim ile tanıtan bildiren demedi de nasıl yazıldı?
Nasıl döküldü?..

Başta akıl mı vardı? El mi vardı? Baş mı, irade mi vardı O’NDAN, O’NUN dilemesinden ma'ada?
O mu denildi???
Ben mi dedim???
Beni bana aldım seni sana da ONU ONA mı aldım?
Ben mi yaptım? Hâşâ, sümme hâşâ.
Ne elimi kıpırdatmaya ne dilimi oynatmaya ne bilmeye ne de yitiğini bulmaya gücü kudreti olmayan bir hiç iken, adı anılmaya değer bir varlık olmayan ben mi?

Ey RABBİ'L-ALEMİN ! Ey HAKKU'L MUBİN !
RAHMANU'R- RAHİM, MALİKU'L- MULK, KADİR-İ MUTLAK,
Ya MÜRİD, Ya MUİN, Ya ALİYYU'L AZİM....


Dedi ki, " ey insan!"
Dedi ki "ey âdem!"
Dedi ki "sen!"
Dedi ki "BEN!"
Dedi ki "O ALLAH"...
O dedi. “Ol!” dedi.
Cem’i cem' eyledi VAHİDU'L- KAHHAR.

Ben “Ben” olayım siz “siz” olun.
Beni “ben” diye bilin de -ben- “Beni” bilmez iken siz bilir olun 1 yol...

Farzedelim ki “ben” akıl sahibi, irade sahibi, güç sahibiyim de düşündüm, tasarladım, planladım, karar verdim, kalemi aldım elime, yazmaya başladım, yazdım da yazdım.
Farzedin ki bir şeyler yazdım, yazdıklarım da “O’NU” anlattı. “O’NU” 'size' anlattım.
Dedim ki
O VAHİDÜ'L-EHAD,
Dedim ki O HAYYÜ'L- KAYYUM
Dedim ki O KUDDUSÜ'S-SELAMÜ'L-MUMİNÜ'L-MUHEYMİNÜ'L-AZİZÜ'L-CEBBARÜ'L-MÜTEKEBBİR!
HALIKÜ'L-BARİÜ'L MUSAVVİRÜ LEHÜ'L-ESMAÜ'L-HÜSNA! ve hüvel' AZİZÜ'L-HAKİM.


Nicedir gelir geçer içimden, her gün yeni bir güne başlarız da, yaptıklarımız çoğunlukla birbirinin tekrarıdır.
Evin hanımı isek, gün içinde pişir taşır sofra kur kaldır yıka kurula sil süpür toz al yuğ yıka as ütüle.
Hele bir de çalışıyorsa işe git-geli var arada.
Eşi dostu ziyaret büyüklerin gönlünü alma da tekrarlar arasında her gün olamasa da...
Evin beyi için işe git çalış ne ise yükümlülüğü, gel eve ye iç otur yat kalk ye iç şeklinde gidiyor bu tekrarlar.
Çocuk kategorisi içinde oyna ye iç yat kalk ve uyan okula git eve gel ders çalış yat kalk.
Hele bir kategori daha var ki sık tekrarladıkları iş babında, tv seyredenler.
Eş ile çoluk çocuk ile sohbete zaman bulamamaktan şikayet edip tv yi asla ihmal edemeyenler.

Haddime mi düşmüş kınamak.
Asla kınamıyorum.
Hiç kimseyi hiçbir şeyi.
Kınamak için söylemiyorum bunları, hani demiştim ya gelip geçiyor içimden diye...
Gelirler giderler konarlar göçerler bizim gibi, topraktan gelip toprağa dönenler gibi.
Sahibinden gelir sahibine gider.
Gelip uğrarlar kalmazlar geçer giderler.
Bu aralar geldiler de yine onun için bahsediyorum.

Her ne hikmetse, bu tekrarlardan kimse şikayet etmez.
Yani demem o ki, bu zatlardan hangi kategoriye dahil olunursa olunulsun biri demez ki yahu geldim gidiyorum yaptığım da hep bu, hep bu, bari gideyim BARİ' olana varayım HUZUR'da huzura ereyim.
Dünyanın ucu bucağı belli.
Yolun sonu başından görünüyor..., demiyor.
Ölmeyeyim, gitmeyeyim, kalayım, diyor.
Taraftarlar diyorlar ya "ölmeye ölmeye ölmeye geldik!" diye. Taraftar mı olamadık nedir?
Tarafımızı mı bulamadık acaba?
Ölmek söz konusu olduğunda kimse bunu tercih etmiyor ki aslında tekrarı da yok.
Bir kere öleceksin ve kerreden bari VAHİDU'L-EHADA dirileceksin. Nefsime soruyorum, o da hiç yanaşmıyor.
Ölmek ona o kadar uzak ki hiç uğramayacak sanki.
Günlük tekrarlarını yapakoysun bıkmadan usanmadan...

“Tekrar” diyince şu da geliyor yine bana, tekrarın sebebi hikmeti ne acaba?
Niye sürekli, -tekrar- halindeyiz?
Yani kerrat (kerelerce) defalarca yapmak yapılan şeyi.
Ye, yine ye, yine ye, yine ye...
Yat, yine yat, yine yat.
Otur, yine otur, yine otur, yine otur...
Kere'nin hikmeti ne ola?
Neden kerelerce yapıyoruz aynı şeyi?
Hani okulda sınıf tekrarı vardır ya. Onun gibi.
Geçemedin sınıfı, tekrar aynı yerden başla...
Günlük tekrarlarımız, haftalık tekrarlarımız yıllık tekrarlarımız...
Korkularımız, endişelerimiz, hüzünlerimiz, kutlamalarımız gibi herşey dahil bir tekrar mevzubahis.
Acaba geçemediğimiz ne ki sürekli tekrardayız?
O geçemediğimiz ne ise, onu geçtiğimizde nereye geçeceğiz acaba?
Hani emeklilik vardır ya, yaşımızı başımızı aldığımızda ya da malulen emeklilik misali hastalık ve benzeri durumlar neticesinde, tekrarlarımız hafifliyor.
Dinle-n-meye çekiliyoruz...
Sadece ayağımızı uzatıp yiyip içip yatma kısmını tekrar ediyoruz gibi.
İş'in yüklenilmiş ağır kısmından muaf oluyoruz hafifletilmiş kısmı sürüp gidiyor gibi.
Ölmekten bu kaçış, tekrara bu sarılış hangi alanda değerlendirilmeli ki?

Soru işaretlerimin sayısı arttıkça artıyor.
Sanılmasın ki soruyorum.
Sormuyorum canlar, sorduruyorum.
Bu böyle biline...

Neyse ben sordurmaya devam edegöreyim.
Dedim ya, geldiler de geçerken uğramışlar şöyle bir.
Arasıra geldikleri gibi kucaklarında da buna benzer pek çok mevzu ile.
Ellerindekini bırakıp gidiyorlar sağ olsunlar.
Biz de böyle emanetçi başı hesabı, emanetten emaneten anlatıyoruz işte.
Sözü uzatmayayım.
Kucaklarında geleni böyle tarif edebilirim.
Görüşüm bilişim buna yetiyor.
Güzelce bağlayayım, fiyonklu hediye paketi gibi...
1ir açıp içine bakan olur, belki tanıyan, 1ir ta'rif eden olur.
Belli mi olur belki de bizimle paylaşır da eksiğimiz tamam olur.

Selâm ve dua ile...

* * * gözümüzün nuru namaz gibi ibadetlerimizi bu kerratların arasına alamadım. edebimden...

* * * Ahmet KAYHAN dededen nakledilen bu hatıraya ne demeli bu babda?
Bir gün bir misafir sorar: Bir yerden işittim ve o günden beri günde onbin adet zikir yapıyorum. Daha da arttırayım mı?
Cevaben: Ben gençken askere gittim. Talim için bana, beş tane mermi verdiler. İlk mermide hedefi 12'den vurunca ikinciyi attırmadılar... Vuramasaydık, askerlik boyunca atar dururduk.


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »




Tarih: 24.04.2008 Saat: 13:05 Gönderen: kulihvani


Resim



ASL ve AŞK -I


Kul İhvanî


Azîz kardeşim;
İbâdetler, Emrullahı hakkıyla yerine getirmedir.
Emrullahın sebebi ve aslı ise Muradullah olup TEVHİD dir.
Sonucu tevhid şehâdetine çıkmayan ibâdetler (kulluk gerekleri) içi boş su bardakları gibidir.
Hayâl olup Hakikat Suyu’na hasrettir.
"ASL"a ulaşım “AŞK” iledir.
Çekirdekleri çiçek eden, tohumdan tohuma tevhid türküsü “AŞK”tır...
AŞK”ın "ASL"ı ise kâinâtın mayası olan şerîat ve şefâatın şahı Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)dir...
Nur-u Mîm” dir…

Biz Hak Âşıklar gönlümüzce düşünür ve yaşarız.
Ancak, sahibimiz Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)''i izleriz...
Baş-ayaksız bilye gibi yürürüz, yersiz-yurtsuz rüzgâr gibi eseriz...
Anlayanla hemhâliz, anlamayana dellâliz...
Kurbet ehli meçhûlleriz...
Vahdetle zıdları zevk ederiz...
Köre göz, düşküne asa, Firavun''a Musa (aleyhi''s-selâm) yız!..

Hakk Âşıklar, içinde sıdk ilmi, dışında adl edebî (hüsn-ü hulûk) ile vahdet neşesinde yaşarlar...
Vücûd - vicdân - can - canan...
Vahdetin bu ucunda şâhidin bilişi, öbür ucunda meşhudu buluşu vardır.
Vahdet; vücûdun nokta-i istisnâsı, şuûnun sidre-i müntehasıdır. Şuûn, şe''nin çoğuludur.
Şe''n (şeen) ise: yeni iş, yeni çıkan hâl olup nabız atar gibi "Kûn fe yekûn..." dür...
Vücûden kul, kendi Ene (benlik) sini fâni etmeden "vahdet"i kupkuru bir lâf sanıp,
"Ene''l-HAKK" derse, vahdet-i vücûdu, dâr ağacında bulur...
Her şey özünden dirilir.
Özünden ölür...
Yüzünden sanan ahmaktır...
Vahdet; vücûd işi değil vicdân-can-canân işidir...
Ente RABBİ!..
Lâ ilâhe illâ ente. Ente halakteniî!..
Sen RABBimsin... Senden başka ilâh yoktur...
Beni Sen yarattın kulluk sırrına erip EL AHADU''l-VAHİD (celle celâluhu)''in hududuna saygıdır.
Vahdet şuûru...

" ilâhe illâ ALLAH": diyen mâsivâdır, tüm sistem Sahibinin tevhidini söyler.
(genel tevhid)

" ilâhe illâ Hu" : diyen aklı olan insan sûretindeki bizleriz.
(gaibî tevhid)

" ilâhe illâ Ente" : buyuran Resûlullah(sav) Rahmetenli''l-âlemin.
(muhatabî tevhid)

" ilâhe illâ Ene": buyuran Bizzât ALLAHÜ ZÜ''L-CELÂLdir.
(mütekellimî tevhid)

Bağışlayınız beni ki bunları çalakalem arzetmeme sebeb:
İbâdet; emredilen kulluk görevi olup,
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)''in öğretip tatbik ettiği gibi ve ALLAH Tealânın rızası için yapılır.
Uçup kaçmak ve hayal içinde ömür tüketmek için değil...
Evet... İnsanoğlu aslî vatanından ayrılmış;
Can, cisime girmiş cehâlet çukuruna düşmüş ve boynuna takılan ezel misâkı ile fânî âleme tenezzül etmiştir.
Sılasını özlemeye ve tertemiz gitmeye, kemâlâta ve terakkiye mecbur ve me''murdur.
İstese de istemese de saat ve kural çalışıyor...
Muhtaç ve Mahkûmdur.
Kulun kabiliyet ve isti''dâdı ise gayreti gerektirir.
Nefsin makamları (bebeklik-gençlik-olgunluk-pîr-i fânilik) kulun doğru tercih ve samîmî gayretleriyle elde edilir.
Sırt üstü yatarak lâf-ı güzâfla sofuluk olur sûfîlik değil...
Yine tasavufa daldık ama teneffüs sayın...

ALLAH Tealâ (celle celâluhu) :
Resim --- "Ey imân edenler! ALLAH''tan korkun O''na yaklaşmaya yol arayın ve O''nun yolunda cihâd edin ki iflâh olasınız..." (Maide 5/35)

Cehd; gayret, çalışma, çabalamadır. Kuru lâf ebeliği değildir. ALLAH Tealâ''ya yaklaşım gayretini, kulun kendi gafleti keser...
ALLAH Tealâ''ya yaklaşım yolunun tâa kendisi ilk önce Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dir.
Kul için en güzel örnek Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dir.

Resim --- ".... Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan sakının. ALLAH''tan korkun. Çünkü ALLAH''ın azabı çetindir." (Haşr 59/7)

ALLAH Tealâ''ya yaklaşım (istikamet) için ilk iş Resûlüne teslimiyyet ve imândır.
Sözlerine (nakl), fiillerine, ahlâkına ve hâllerine tâbi'' olmaya ve itâat etmeye canla başla gayret ve cehd etmektir.
Cehâlet, bilgisizlik cehennemidir.
Kulluk kemâlâtı (olgunlaşması) ise; ilme''l-yakîn biliş, ayne''l-yakîn buluş ve Hakke''l-yakîn oluştur...
Sırf Sûfîlerin Muhammedî tasavvufu da budur.
Ham sofuların tasavvurunu ise piyasaya bakarsan görürsün...

Seyr-ü sülûk denilen husus;
Teslimiyyet için Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)''e seyr,
İstikamet için Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)''in imâmlığında istikamet seferi (sülûku) dur.

Bunun için;
Bedeni Terbiye için Gayret,
Nefsi Tezkiye için Himmet,
Kalbi Tasfiye için Şefâat,
Ruhu Tecliye için Hidâyet gerekir.

Beni bağışlayınız...
Bazen bazılarını dinliyorum görüyorum da içim yanıyor...
Herkes şucu-bucu olmaya can atıyor da Muhammedî olduğunun şuûruna ermeye dönüp bakan yok!..
El ele olan yok...
Tasavvufî tâbirler ve dededen-babadan kalma şeyhliklerle yollar kesiliyor...
Oysa her normal insanın ilim, edeb, irfân ve erkân öğrenmesi şer''î ve fıtrî olarak şarttır.
Anasından doğarken velî olanlar ise; ya gerçek ve istisnâdır veya yalan ve mahvolmuştur.
İnsanlara fıtraten verilen kulun Rabbü''l-âlemin''e yaklaşım isti''dâdı ve kabiliyyeti,
Muhammedî tasavvufî eğitim-terbiye, ve öğretim-tecrübe ile ortaya çıkar.
Bu ise Muhammedî muhabbet ve merhametle mümkün olan HAKK (celle celâluhu) rızası için hasbî hizmete hizmetçi olmakla netice verir.
Kendisi rüşde ermemiş yaşlı başlı bebeklerin ve mürşid isimli kişilerin iyice düşünmesi gerekir...

Tasavvuf âleminin kapısı (besmelesi) tenezzül ve tevâzû'' iken,
Benlik batağında ve kibir içinde yüzenler Muhammedî hasbî hizmetten ne anlar?
Evliyâ er kişidir...
Eşkiyâ ise şer kişidir...

Tasavvuf ocakları sönsün demiyoruz hâşâ...
Adam gibi yansın!..
Halkın sırtından insinler!..
Kulluk acziyeti, fakriyeti, zilleti ve illeti nedir bilsinler ve Muhammedî Mahviyet içinde yaşasınlar!..
Tasavvur elbiselerini soyunup tasavvuf kefenini giysinler!..
HAKK (celle celâluhu)''yu duyup Habibullah (sallallahu aleyhi ve sellem)''e uyup halka hasbî hizmet çilesine gelsinler!..
Üzmeden, üzülmeden, severek ve sevilerek Muhammedî nûra, rızaya ve aşka koşsunlar!..

Tekemmülün toprağı, tevhidin beşiği ve rızanın gıdası bu çiledir...
Mahallesindeki yetimin gözyaşı bu çiledir...
Öksüzün ahı bu çiledir.
Yalnızların yalvarışı bu çiledir...

Şuûr; maddî- manevî imkânları, hakka ve hayra kullanabilme melekesidir.
Onun için ALLAH Tealâ bize şuûr versin...
Sadece aklî tasavurun sonucu züğürt tesellisidir.
Akl ve naklin tevhidi olan Muhammedî tasavvufun sonucu ise tevhid tecellîsidir.
İlâhi âşktır...
Akıl rüşde erince artık adı AŞK olur.
Zikreder, fikreder, şükreder ve sabreder...
Razı olur....
Rıza bulur...

Zikir, unutulanı hatırlamak, bir daha unutmamak için hatırda tutmaktır.
Fikir, hafızasının hayra çalışması.
Şükûr, emânet şuûruyla ni''meti verene teşekkür!.
Sabır: HAKK (celle celâluhu)''ya hürmette ve halkına hasbî hizmette Muhammedî muhabbet ve merhameti muhfazaya tahammüldür...

Hakiki hizmet HAKK''a râcidir...
Ücretini sahibi bilir...
Aşk, âşıka âşinâdır...
Ahmağa arz, boşunadır...
Arife târif gerekmez!
Gafil''e kelâm nâfile...
Gayretsizlik ve gafletten bu hâllere düşüldü...

Amacımız asla tenkid, tahriş, tarhik ve teftiş değildir.
Üzüntümüz ise toplumumuzun ve özellikle gençlerimizin gittikçe i''tikadsızlık (inançsızlık) batağına istemeden ve bilmeden batıp gitmelerindendir.
Gelecek nesillerimizin göz sürûru ve hayırlı nesiller olabilmeleri ise,
Şu andaki çocuklarımız olan onların baba veya analarına en doğru, en güzel ve en iyi olan hakkı ve hayrı Muhammedî metod, mezheb ve meşreble, kudsî ve hasbî bir hizmet şuûruyla verebilmemize bağlıdır.
Bu işi yapmaya soyunanların ise ALLAH Tealâ''dan korkmaları,
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)''den hayâ edip utanmaları ve,
ALLAH''ın kullarına muhabbet ve merhamet etmeleri; olmazsa, olmaz şartıdır...
Takvâ ve ihlâs budur…

Bu kimselerin;
Rahmet gibi gözü ve gönlü yerde, tevâzu'' ve tenezzül ehli olması gerekir...
Su gibi azîz olup, halkı arıtıp, kendisi; kiri-pası bırakıp, buharlaşıp, yükselip bulut bulut yine rahmet olarak yağmalıdır...
Basit bir balon gibi şişirildikçe şişen,
Gözü ve gönlü göklerde ve uçmak-kaçmak peşinde olan,
Lâf ebeliği ile Sûfîlik yaptığını sananlar ham ve yoz sofulardır...

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 28.04.2008 Saat: 13:47 Gönderen:kulihvani


Resim



MÜNİR DERMAN (ks)


GÜL TOHUMU


Gül tohumu vardır aziz cemaat.
Gül tohumu.
Bunu bir tahlil edelim.
Gül tohumunun içinde renk vardır.
Çok dikkat edin!
Koku vardır.
Görünmez bu.
Gül tohumunu yar!
Kimya laboratuarına gönder!
Ne koku vardır içinde ne renk vardır.
Ancak içinde amidon vardır.
Birazda fosfat vardır.
Yani nişasta ile fosfat vardır.
Başka bişey yoktur…

Gül toprağa girip EL REZZAK esmasıyla beslenmeye başladığı zaman, gülün bu zâhiri kısmı kaybolur.
Bâtını çıkar içeriden.
Bâtınında o halde zâhirini kaybetti.
Bâtınını ortaya çıkarmak için Allah ona bir mükâfat verir.
Nedir o mükâfat?..


El ile tutan tohumda bir bâtın var bir gizli bir şey var.
Zâhir olmak için yani içinde tahlille bulunmayan kokuyu, rengi, yeşilliği çıkarmak için ne yapması lazım.
Toprak altına konur bu.
Çünkü, yaratma unsunu topraktan başlar.
HAYY, EL REZZAK, EL BEDİ’ topraktan çıkar.
EL BEDİ’ renkler güzellikler.
HAY canlılık.
EL REZZAK yemek.
Hep topraktan. Toprak altından…
Su verilir buna.
Mâdem ki bâtınını dışarı çıkarmaya savaşıyor.
Su gelir.
Ve minel mayi külli şeyin hay.
Es seyhanu vec ceyhanu. El fıratü vel mim. Küllin min emharı cenne.
Seyhan ve Ceyhan. Fırat ve Dicle, Nil nehri cennet nehirleridir buyurmuştur Cenâb-ı Allah.
Cennetin altında ırmaklar akar.
O halde su dünyada elle tutulan, gözlü görülen yegâne cennet taamı sudur.
Onun için su pislik tutmaz!
Onun için insanlar huzur-u ilâhiye ye giderken cennet taamı su ile yıkanırlar.
Su pislik tutmaz.
Dünyanın milyarlarca suyu akar çeşmeler bitmez.
Akar dereler bitmez.
Cennet taamıdır.
Cennetten bu bâtınını zâhire çıkardığı için cennet taamı su verilir gülün tohumuna.
Güneşten hararet gelir.
Böyle kendini Allah yoluna verdin.
Sakın affedileceğini yahutta tamamiyle azap göreceğini, ikisi de şüphelidir.
Allah’a bırak onun için cehennemden hararet verilir buna.
Onu da unutma demektir.
O halde güneş, merhamet, rahimden başlıyor olgunluk geliyor güle.
Aha bunların hepsi nefistir oğlum.
Bu nefisi ortadan kaldırdığın zaman geride SABÛR esması kalır. Allah’ın Es SABÛR esması kalır.
Gül açar, toprağa çıkar.
Klorafili gelir de güneş var yemyeşil olur.
Tomurcuk gelir.
Olgunluk haline gelmiştir.
O zaman güle bir mükâfat verilir.
Nedir o?
Koku…
Koku içinde değil.
O kırmızılık haline geldiği zaman, nasıl ki ziya aynaya akseder de ondan aksederse, koku sonradan verilir güle.
Eğer gülen kendisinden olaydı.
Cenâb-ı Allah herkesi kıskanç ve hâsid yaratmıştır.
Gül etrafa kokusunu vermezdi.
Yani gülün bâtını zâhiri bâtın olduğu için bütün esmalar çıkarır. Sende bâtını zâhirini yok et, içinden güzel kokular çıkar ağzından. Bütün dünyadaki çiçekler iki çiçeğin sırrını kapamak içindir.
Onları örtmek için yaratmıştır Cenâb-ı Allah bütün çiçekleri...

Biri manolya biri de güldür.
Dikkat edin dikkat edin daha lakırtı bitmedi.
O halde senin içindeki kalbine gelen Nur-u Rasûlullah’ı aksettirip onun kokularını onun güzelliklerini onun menevişlerini ortaya çıkarmak için kalbini hazırlamak lazım.
Bunların hepsine nedendir?
Gülün bize kokusunu göstermek içindir oğlum.
Hanı eski şairlerden birinin bir sözü vardır “ne güzel lakırtıdır” diye edebiyat muallimleri tahlil ederler.
Bide evinizde manevî gözle tahlil edin bunu.
Gel gül dedi. Gel gül dedi. Bülbül güle.
Bülbül orda. Gel bana dedi gel.
Gel gül dedi bülbül güle.
Gül gelmedi gitti.
Gül bülbüle, bülbül güle yar olmadı gitti.

Bu insanın kendi şeklini anlatır.
Birbirimize kendi kendimize tekme atıyoruz farkında değiliz.
Yoksa koku çıkarmak için mi?
Tohum iken gülün kokusu nerede idi?
Nefsinin altında, nefsinin altında!
Çay! Çay! çay!..
Al çayı kokula!
Koku yok.
Çayı suya koyacaksın.
Sıcak edebine girecek.
Sıcaklıklan haşr edecek.
Koku veren o zaman kendisine verilir.
Kendisi çıkarmıyor.
Zâhirin bâtın ve bâtının zâhir oluşun.
Bunların yarısı irade-i cüzi ye tabidir diğeri de küllî iradeye.
Sen kendini.
Huve’l- Bâtını ve’z- Zâhir.
O halde gül toprağa giriyor çıkıyor koku haline intikal ediyor.
Huve’l- Bâtını ve’z- Zâhiri tesbih ediyor.
Her tesbihinde de EL BEDİ’ esması tecellî ediyor gülün güzel rengi. Koku bu tesbihin titreşiminden ibarettir.
O halde sen Allah Allah içinden dersen o gülün kokusu gibi çıkmaya başlar koku.
Bu güzel tecellîden dolayı gülün kokusu hoşumuza gider oğlum!

Gülün bu sırrı, insanlar bile sırrını çıkarmasın ortaya diye isim değiştirmiştir.
“Nasıl isim değiştirdi Hoca Efendi?”
Biraz sonra söyleyeceğim nasıl değiştirdi.
Gül yağı deriz. Gül yağı.
Gülü alır, asidi sıfır zeytinyağında kaynatırlar muamele ederler. Gül kokusunu yağa verir.
O bile bizi yine şaşırtmak için insanlar dili dolanmıştır ismi başka vermiştir.
O gül yağı değildir oğlum.
Gül yağı, gülden yağ çıksaydı.
Şimdi o linkolin bilmem efendim pamuk yağı, fındık yağı, bilmem efendim kabak çekirdeği yağı diye milletler ondan yağ çıkarırdı yerdi.
O gül yağı değildir.
Güllü yağdır. Güllü yağ.
Bu bile yanlış.
Bu sırrı gizlemek için Cenâb-ı Allah bütün çiçekleri yaratmıştır. Güllerin de seksen türlü rengi vardır.

Bi de manolya çiçeği vardır dokundunuz mu solar şöyle büyük açar o, bembeyazdır.
Büyük ağaçları vardır.
Yaprakları kışın dökülmez onun.
Bu kauçuk ağaçları gibidir yaprakları.
Yaprağın ismindendir.
Niye solar?
Manolya da oğlum tanen vardır tanen denilen mazıdan çıkan birşey.
Elmada da vardır.
Ayvada da vardır.
Ayvayı elmayı ısırırsın biraz sonra havanın oksijeni ile birleşti mi tanen açığa çıkar kararır o.
Haa onun gibi.
Sen elini vurduğun zaman manolya solar.
Dokunmak bir nevi manolyanın temizliğine mekruh sürmektir.

Şaibelerden kurtulmuş temizlenmiş bir insana da küçük bir mekruh aynı böyle manolya gibi yapar.
Cenâb-ı Allah vücuttaki esmalarının menevişlerini toplar biter o zaman.
O zaman araya perde misüllü şeytan girer Havva ile Âdem .
Havva ile Âdem arasına nasıl şeytan girdi onları kandırdı.
Âdem ile Havva hikayesi aynen devam etmektedir.
Son nefesimize kadar devam edecektir.
Âdem bütün insanların, Havva bütün kadınların…
Bu hikaye hâlâ devam etmektir.
Manolya ya şöyle bir emir çıkar.
“Bu kul senin temizliğinin kıymetini bilmedi sana el sürdü.
Bende bütün mevcudatımı kulumun emrine musahhar kıldım.
En efdal kulumu yarattım.
O senin kıymetini bilmedi.
Ben onu senden yüksek yarattığım için verdiğim rütbeyi geri almak şanıma yaraşmaz.
Sen benim basit bir çiçeğimsin, onlar senin kıymetini bilmedi.
“Dön Bana! Bana dön!” emridir.
Bunun için manolya solar oğlum.
“Senin kıymetini bilmiyorlar Bana dön Manolya!” emridir bu.
Onun için manolyaya dokundun mu soluverir…

Onun için islamlar içinde manolya gibi insanlar vardır.
Zaten Secde-i Rahmana kapanan da bir gün muhakkak gül kokusu ortaya çıkacaktır.
Rasûlullah efendimiz gül gibi kokar.
İnsanlar kendi kokusunu aziz cemaat alamazlar.
Nasıl ki şu kağıda bakarsan yüzünü göremezsin, aynada görürsün.
İnsanlar kendi kokularını alsaydı Cenâb-ı Peygamber buyuruyor hepsi çıldırırdı.
Çünkü tefahur gelir adama ben ne kokuyorum diye.
Onun için herkesin kendine mahsus bir kokusu vardır.
Gidersiniz bir memlekete bakarsınız bir yere yanaşırsınız bir koku gelmeye başlar.
O koku oranın kokusu değil azizim.
O adam ve yahut o muhit senin aynan oldu.
O koku kendi kokundur.
Ancak o temiz insanda sana intikal ediyor o koku.
O adamın kokusu değildir.
Bağırsaklarımız ne dolu biliyorsunuz değil mi kokusunu almıyorsunuz.
Siz bir insanın karnının yarıldığını görseniz.
Ameliyat esnasında, ben operatörüm.
Midesini açtım felan.
Bir koku gelir karından imkanı yok duramaz insan.
Ama ben senelerce alışmışım koku almam.
Koyunu kestiğiniz zaman karnından bir sıcak koku gelir.
Ondan daha fenadır o koku.
Onun için Allah bunu gizlemiştir.

“Efendim felan bir Şeyh Efendiye gittim sarıldım ona aman ne güzel kokuyor!”
Ulan Şeyh Efendide, Şeyh Efendinin kokusu değil o.
Senin kokun.
Senin kokunu ayna gibi sana aksettiriyor.
Herkes o kokuyu başka türlü şey eder kimi menekşe duyar, kimi gül duyar.
Kimi bilmem ne kokusu duyar.
Kendi kokundur o.
O adam kokusunu almaz.
Onun için o hale gelenler.
Hepimiz inşallah geleceğiz o hale.
Sen ne zannettin 40 sene 50 sene namaz kıl da sonunda hüsrana mı uğrayacağını zannediyorsun?
Bu dünyanın sapık ve âhir zamanında namazını kılıp orucunu tutabilen her babayiğide kâr değildir.
Her babayiğidin kârı değildir.
Bu şükür makamıdır.
Şükür makamı Allah’ın izni olmadan olmaz.
Şükür makamını Allah az çok sevdiklerine ikram eder.
Şuraya sizi birisi mi zorladı geldiniz.
Muhakkak Allah’ın sizin haberiniz olmadan aldığınız bir telgrafla geldiniz.
Onun için aziz cemaat bahane arayın bahane.
Baha değil.

İstanbul da bir Zeynep Kamil Hastanesi vardır bilirsiniz. Haydarpaşa da.
Zeynep Sultan tarafından yapılmıştır.
Zeynep Sultan aynı zamanda Şehzâdebaşı’ndaki Zeynep Hatun binası vardır.
Fen Fakültesidir orası.
Şimdi başka türlü yapıldı.
Üniversitenin idi orası.
Orayı yaptıran mübârek padişahın vâlide-yi muhteremeleri.
Bu kadıncağız, hacca gitmiş bir iki defa.
Küçüklüğünden beri namazını bırakmamıştır bu mübârek kadın.
Zeynep Hatun.
Nur yüzlü bir kadın.
Padişahın anası.
Bir gün Şeyhü’l İslamı saraya davet etmiş.
Gelmiş Şeyhü’l İslam : “Buyurun Sultanım!” demiş.
“Hoca efendi sana bişey soracağım.” Demiş.
“Buyurun Sultanım” demiş.
Aha Zeynep Kamil Hastanesi.
Başhekimi şimdi Belediye Reisi oldu orda.
İstanbul da.
“Ben demiş hacca gittim hiç namazımı bırakmadım.
Borcum yok. Orucum yok. İyilik yapıyorum demiş.
Dünya gözüyle bana bir anahtar usulü öğrette demiş.
Rasûlullah’ı rüyamda göreyim” demiş.
Şeyhü’l İslam demiş : “Sultanım! Üsküdar kısmında bir hastane yok demiş. Oraya emredin de bir hastane yaptırsınlar” demiş.
Emrediyor, Zeynep Kamil Hastanesi yapılıyor.
Bir doğum hastanesi. Hastane yapılıyor.
İçinin çanakları, çatallar matallar Viyana’dan geliyor.
Şişli Çocuk Hastanesini de Abdulhamid yaptırmıştı.
Ordaydı onlar.
Şimdi hep kayboldu.
Herkes çaldı evine götürdü.
Her şey yapılmış.
Aradan bir iki ay geçmiş.
Hastane işliyor.
Binlerce kadın gelip doğurup gidiyorlar.
Doktorlar, moktorlor bakılıyor.
Şeyhü’l İslam’a haber göndermiş demişki : “Dediğinizi yaptım göremiyorum!” demiş.
“Sultanım demiş bir defa ziyaret buyurun hastaneye.” demiş.
Kalkmış saraydan.
Eskiden kırk kişi çekerdi kayıkları.
Haydarpaşa’ya gitmiş.
Doğru hastaneye.
Hastane hekimleri : “Buyurum sultanım” demiş.
Paşalar falan. İşte.
Gezmiş hastaları.
Girmiş bir koğuşa : “Nasılsınız” hepisi Sultanı tanıyor.
Hep kadınlar.
“İyiyiz Sultanım Allah ömür versin” demiş.
“Bir arzunuz var mı?” demiş.
“Yok Sultanım çok iyi bakıyorlar” demiş.
“Başka bir arzunuz var mı” demiş.
“Söyleyin yiyeceklerinizden, içeceklerinizden şundan bundan.”
“Yok Sultanım demiş Allah senden razı olsun! Hepimize bakıyorlar” demiş.
Orayı, burayı bütün hastaneyi gezmiş.
Doğumhâneye gelmiş ki bir kadın bağırıyor orda.
Doğum sancıları çekiyor.
“Niye bağırıyor orda” demiş.
“Sultanım demişler bir ermeni kadıncağızı var genç kadın o doğuruyor” demiş.
“Görebilir miyim?” demiş.
“Eee biraz sonra doğuracak” demiş.
Kadının sesi kesilivermiş o anda.
Demişler ki “Doğurdu. Buyurun” demişler.
Girmiş ki güzel bir ermeni kızcağızı.
Yeni doğurmuş.
Çocuğunu da ebe yıkıyor.
“Nasılsın kızım” demiş.
Teri yüzüne vurmuş.
“İyiyim Sultanım” demiş.
“Geçmiş olsun” demiş.
“Allah bir evlat verdi sana” demiş.
“Bir arzun var mı yavrum yapıyım?” demiş. “Arzun isteğin.”
“Yok Sultanım” demiş. “Allah razı olsun senden.”
“Söyle yavrum demiş bişeyin.”
Yok demiş Sultanım.
Bitmiş hastanedeki ziyareti.
Binmiş kayığa saraya gelmiş.
O gece Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem rüyasına giriyor.
“Ya Zeynep!” diyor. “Hastaneyi yaptırdın diye senin rüyana girmedim!” diyor.
“ O doğuran ermeni kadınının yüzünü okşadın, onu ziyaret ettin. Onun için rüyana girdim!” diyor.
Aha bu bahane ağaamm.
Bahane arayım aziz müslümanlar.
Bahane de Allah’ın rahmeti, Rasûlullah’ın şefaat-i uzması gizlidir.
Hiç kimseyi hor görmeyin!
Dua edelim efendim!
Haa söyleriz.
Amin.
Elhamdülillahi Rabbilâlemin.
Errahmanirrahim.
Allahümme salli muhammedin ve ali Muhammed.
Subhaneke ya allam ta aleyte ya Selami cinna minna ve affike ya mücir.
Ya Gani Ya Allah Ya Hay Ya Allah Ya Kayyum Ya Cebbar Ya Allah!


* * *

Birisi bişey söyler!
Haa hahaa!..
Herif zınbırtıynan uğraşır.
Gelmiş oruçlu adam bişey alacak…
İşte hayâ buradan başlar oğlum.
Bu hayâyı yapabiliyor musun gel hayânın içinde seni cennete gönderecek Rasûlullah’ın tahsilatını söylüyorum.
Yoksa bunlar olmadan orta mektebi bitirmeden liseye almazlar. Liseyi bitirmeden de üniversiteye almazlar.
Acele yok İslam dininde.
Her şey damla damla.
Kan nakli gibi insana damla damla damla verirler.
Bak şurdaki ihtiyar mübârek adama.
Onu da hor görenler vardır haaaa.

Dağ volkanı sinesinde yetiştirir oğlum. Volkan dağı deler.
Ağaç kurdu içinde besler. Kurt ağacı yer.
İnsan hülya kurar. Hülya insanı kemirir.
Aha bunların hepisi hayâsızlıktandır…

Birisi birine demiş ki : “Allah Hafızdır her şeyi korur!” demiş.
“Evet korur!” demiş.
“He he he demiş. Atsam ben kendimi bakalım koruyacak mı?”
Öyle söylerler size.
Bir çok münevverler çıkar.
“Allah seni koruyacak haa benim tabancamdan koru bakalım.”
Ona verilecek cevap “ben Allah’a öyle inanıyorum ki senin sapık lakırtın için Allah’ı imtihan mı edeceğim?”
Cevap bu.
O vakit yapışır dudağında kalır.
“Atsam sen kendimi de Allah korusun.”
“Ben Allah’a öyle inanmışım ki senin gibi köpeğin lakırtısından Allah’ı mı imtihan edeceğim de sana ispat edeceğim!” dersin.
Onun için bir büyük insana bağlandığın zaman Onu sınamaya kalkma!
Acaba bunda şu var mıydı bu var mıydı deme!
Senin şüphen o.
Allah’ı hakiki seveni ateşe atsalar, Allah’a duyduğu sevgi o ateşi gül bahçesine çevirir.
Gönül gözü kapalı olanlar bu lakırtıdan da hiçbir şey anlamazlar.
Onun için başına bir dert geldiği zaman O’na isyan etme!
Üzülme, ne yapacağım deme!
Çünkü o dert hayâ hududunun noktasıdır.
Allah sendeki hayâyı ölçüyor.
Çünkü bu gelen dert, insana bedava gelmez oğlum!
Sabret altında cennet nimetleri gizlidir.
Onun için Cenâb-ı Peygamber bir hadiste buyurmuş ki :
“Savaştan evvel yiğitlik olmaz” demiş.
“Ben şöyleyim, ben böyleyim!”
Al kılıcı da gel karşı karşıya geçelim.
İnsanın öyle gizli tarafları vardır.
Peri gizlidir periden daha gizlidir.
O halde fazilet, doğruluk, şefkat, merhamet son düğmesi hayâ. İnsanın yaradılışında mevcut ilâhi nakışlardır.
Cenâb-ı Allah : “Ben bir gizli hazine idim. Görünmek için kâinatı yarattım” dedi.
Serpti esmalarını böyle.
Elektrik gibi serpti.
Bu esmalar toplandı.
Hepisi ilâhi esma.
Birbirine mafsalları var bunların.
Hani çocukların kutularda oyuncaklar satarlar Japon mağazalarında.
Alır çocuk onu oraya getirir, onu oraya getirir.
Bu olmadı der oraya.
Bi de bakarsınız bir ev resmi çıkar.
Aha onun gibi bu esmalar, Kudret-i İlâhi ile toplanır verir toplandı mı bi şekil çıkacak ortaya.
İşte insan şekli o.
Onun için “Ben kulumu kendi suretim yarattım” demesi bu.
Yoksa Allah şeklinde yarattı demek değildir.
Esmalarının toplanışından husûla gelen.
Bir gül tohumunu burada da eksen.
Endülüs’te de eksen, Amerika’da da eksen yine gül aynı çıkar.
Her yaratıkta bu nakışlar mevcuttur.
İnsanın kıymeti işte bunlarla.
Fazilet, doğruluk, şefkat, merhamet hepsinin torbasının ağzını bağlarsan, hayâ zinciri ile bağlarsın bunu.
Bu nakışlar tezâhür imkanlarını bulamayan veya onları örtecek hal ve tavırlarda bulunanlarda ortaya çıkmaz.
“Hayâsız” deriz ona, “merhametsiz” deriz, “şefkatsiz” deriz, “yalancı” deriz “faziletsiz” deriz.
Bütün bu nakışlardan iki tanesi birisi fazilet diğeri hayâ.
Bütün ibadetlerden bütün bu nakışlardan dünyada kazandığınız neticeleri en sonunda yıkarlar seni, çıkacak netice faziletlen hayân varsa âhirette seninlen o devam eder ötekiler hepsi mezar kapısında kalır.
Bunlar şah damarlarınızdan daha yakin olan Allah’ın nakışlarıdır. Burnu nezleden kapalı olan kokuyu alamaz.
Fakat koku dimağındaki merkez bozuk değildir.
Gözü hasta olan göremez.
Göz merkezi şey değildir.
Efendim gözü kör adamın da görmüyor.
Yahut katarakt oldu.
Biliyorum katarakt olan gözü kör olan rüya görmez mi oğlum?
Neynen görüyor? Neynen görüyor?
Sapık konuşmamak lazım.
İnsan bilmediği yerde bütün frenlerini çekmekte bir hayâdır.
Ondan sonra “Yok efendim şöyleydi. Felan kitap böyleydi!” demek hayâsız.
Hayâ kelimesine sözü kimisi uzun ilave eden kimisi kısa ilave eder.
Bu edepsizlik olur.
Kulağa tıkalı olan, iç kulak iltihabı olan adam, yahut orada bir tümör olan adam duymaz.
Fakat kulağın içindeki merkezin bozuk olduğu demek değildir.
Dili paslı olan tad almaz.
Bu arızalar o uzuvların merkezlerinin yani ruhun hasta olması değil.
O halde fazilet ve diğer yüksek duygu tezahürlerinin ortada olmaması aynı temizliği bulamadığından ortaya çıkmıyor demektir.
Sen o temizliği bul!
İlahi nakış senin vücudundan eksik olmaz.
Çıkar ortaya.
Yalınız temizler.
Abdest almadan namaz kılınmaz bilirsin.
Muayyen bir temizliğe varmak lazım.
Kur’an-ı Kerim de bir âyet var.
Biz onların, biz onları mühürledik.
Kalplerini mühürledik.
Gözlerini kapadık.
Kulaklarını kapadık.
Eşşek kulağı çünkü, anlamazlar.
Öyle bir âyet var.
Şimdi birisi derki “ulan böyle âyet olduktan sonra beni Allah fena yarattı bana ne?”
Her şey Allah’ın emrinde değil mi?
Eeee evet!
Yarın âhirette ben çıkarım avukatta tutarım yanıma :
“Ya Rabbi sen şöyle şöyle söyledin.
Beni fena yarattın.
Bende ne kabahat var!”
Öyle diyemeyecek.
Âyet onlar gelemez.
Onlar bizim nakışlarımızın ortaya çıkmasına müsait durumda olmadıklarından biz kendi kendimizi mühürledik demektir.
Ortaya çıkmamı, çıkamadık demektir.
“Ben kulum ile görür, kulum ile işitirim” diyor.
“Bizim nakışlarımızın ortaya çıkması için onlara kötüyü, fenâyı temyiz hassası verdik.
Bir de irade verdik.
Onlarla bize yanaşın dedik.
Eğer bunu yapmazlarsa Ben ortaya çıkamıyorum.
Onlar Beni mühürledi demektir.
Bende kusur olamaz çünkü, her türlü noksandan münezzehim” diyor.
Onlar kendi kendilerini mühürlediler demektir.
“Ve Ben de Şanımın icabı, onları Kendime mazhar yaptım.
Ve her tarafını kapadım dışarı çıkmazlar.”
İşte Allah’ın büyük sabrı burada.
O kadar edepsizlik yaptığın halde dışarı çıkarmıyorsun
Onu orada sabrediyor.
Belki kulum, belki kulum diyor.
Onun için tövbe kapısı İslamiyet’te son nefese kadar açıktır.
Beyazid-i Bestamî hazretlerinin ki,
Beyazid-i Bestamî, El Vahab isimli kitabı vardır.
Diyor ki “benim kapımın önünden geçen köpek velî olur.”
Öyle bir büyük Velî.
Cafer-i Sadık’ın yetiştirdiği.
Beyazid-i Bestamî’nin ismi geçtiği zaman koskoca Gavs-ı Geylanî hazreti Abdulkadir Geylanî kıyam edermiş.
Bir gün bir papaz gelmiş 70 yaşında yanına.
Demiş “Ya Beyazid ben İslam olacağım ne yapayım?”
“La ilâhe illallah Muhammedu’r- Rasûlullah” demiş.
Papaz başlamış ağlamağa.
Olmuş İslam gitmiş.
Beyazid-i Bestamî başlamış saçlarını yolmaya.
“Ya Beyazid ne oluyorsun?” demiş.
“Nasıl olmayayım ben 70 senedir secdedeyim.
Bu herif 70 senedir demiş küfürdedir.
Bir La ilâhe illallah’ınan hepsini kurtardı bir anda tertemiz oldu!” demiş.
Onun için tövbe kapısı oğlum şeye kadar açık.
İçinizde olabilir yaa.
“Efendim ben şimdiye kadar hiç namaz kılmadım, ara sıra kıldım.
Edepsizlik yaptım.
Vaiz efendinin sözlerini dinledim.
Ben ben bu gün secde edeceğim artık ama sonu ne olacak eskiler?
Eskileri geç.
Sende bu günden itibaren İslam oldum!” de.
Hulusi kalb ile ondan sonra başla kazaya.
Size namazlar nasıl kaza edilir.
Onun usulünü öğrettim.
Çukur eşeceksin.
Hepsinin kolayı var.
Öyle rap tut haydi sok cehenneme sok adamı.
Allah yakar mı müslümanı be!
Geziyor diyi.
Abdulkadir Geylanî : “Ceddim Rasûlullah’ın şefaatı olmasa diyor ben hakiki müminim, şöyle tükürüknen söndürürüm cehennemi!” diyor.
“Lev şefaatü ceddü muhammedün fe tefeyte bi nari cehennemi cebren”.
Kolay iş değil bunlar.
Müslümana her şeyi kolay
Yani kulum kapanır her tarafını kapar, temizlik derecesine varmaz.
“Beni bırakmaz çıkayım dışarı.
En müşkil zamanlarda kulumun içindeyim.
Acımam huzursuzdu. Onun en müşkil.
Onun için kulun aklına her zaman gelirim.
Birde kendisinin daime Beni hatırlasın diye müşkil zamanlarında şöyle bir fiske vururum!” diyor. Hadis-i kudsi bu.
“Münasebetsiz zamanlarında hatırından geçiveririm.”
Hâşâ sümmi hâşâ helâda bile Cenâb-ı Allah insanın aklına gelir.
Eeee bunlar hikmet oğlum.
“Aman efendi ben. Helâda Allah aklıma geldi günah mı?”
Padişah binmiş atına resmi geçide gidiyor. Yaldızlı felan giderken at dursa abdest etse.
Padişahta mı kabahat, atta mı oğlum!.
Ne korkuyorsun?
“Gizli hazine olan Hâlık görünmek istedim. Kâinatı yarattım” diyor.
Esmalarıyla tecellî etti. Kâinat var oldu.
Bilinmek istedim. İnsanı halk ettim.
Konuşmak istedim. İnsana bir makine verdim.
Vahyinnen işte konuştu biznen.
Sessiz, sözsüz hassız kelâmıyla konuştu.
Bu sessiz, sözsüz kelamın tecellîsi için de bir cihaz var insanda.
Bir müstesna bir insan yarattı.
Onun nurunu beşeriyete yavaş yavaş asırlarca, binlerce sene alıştırmak için peygamberlerden peygamberlere, peygamberlerden peygambere bu nuru nakletti.
Nihâyet nur Rasûlullah Efendimizin dünyaya teşrif ettiği zaman tecellî etti.
Resûlun içinden ve dilinden hassiz, sessiz, kelimesiz kelâmını bizim duyabileceğimiz, anlıyabileceğimiz şekilde konuştu.
O halde Rasûlullah, Hâlık’ın konuşma cihazı oldu haa konuşma cihazı.
Anca Cenâb-ı Peygamberlerle Allah biznen konuşur, bizde Allah’a yöneldiğimiz zaman Rasûlullah kanalıyla gelir.
Bu kanalın telefonunu temiz tut oğlum.
Telefonun daima alarm da durması için her zaman salavat-ı şerife.
Telefon santralinden birisiynen ahbab olun.
Ankaraynan İstanbul’dan tüccarlar konuşacağı zaman :
“Kızım bana İstanbul da 47 31 bilmem kaçı ver! Daha çok bekliyecek miyim?”
“Beyefendi 18 kişi var. Seninde işin acele.”
“Acele yaz!”
“Acelede de 15 kişi var!” dedi.
Ama ordaki hanımlan tanışıyorsan sen haa : “Buyur amca sen merak etme ben aradan sokuveririm” der.
Sende bu kadar gaflet içinde olanlarlan boyuna salavat-ı şerife getir!
Abdestli geziyorsun.
Sokakta içinden söyle yürü! Söyle yürü!
Kimse duymasın. Kendin bile duyma!
İçinden söyle!
Rasûl ümmetini senelerce bu kelâma alıştırdı.
Herkeste olan asıl nurun fenerini yaktı ve sende konuş dedi bize.
Bunu ümmete emânet ederek çekildi gitti.
Onun için “Benim hadisimden kırk tane ezberleyen, başkasına söyleyene, ben yarın âhirette şefaat bana vâcib olar farz olur” diyor Cenâb-ı Rasûlullah.
“Nerden ben hadislerini ezberleyeyim yahu!”
Yahu ahaaa sana Türkçesini söyleyeyim.
“Büyüklere hürmet edin. Küçüklere şefkat gösterin!”
Hadisi yalnız lakırtıyla söylemek olmaz ki.


* * *

Hepinizin İslami yüreklerinizde muhakkak küçük bir üzüntü var.
Bu üzüntü Ramazan’ın çıkması dolayısıyla târif edilmez, lafla izah edilmez bir üzüntüdür.
Bu üzüntünün nereden geldiğine tahlile savaşmak da doğru değildir.
Çünkü temiz islami yüzlerinizi çevirdiğiniz şu karşıdaki mihrap, evinizdeki basit seccade ve postunuz bile doğrudan doğruya çevrildiği kıble bu mihrabın bir cinsidir.
Çünkü hakiki saadetin bu mihrapta anahtarı asılı olduğu şuursuz bir surette idrak ederiz hepimiz.
Cenâb-ı Peygamber bir hadisinde buyurmuştur ki.
“Zemin her tarafı mesciddir.”
Yani dünyanın her yeri mesciddir.
Pis yer yoktur dünyada çünkü hepimiz topraktan yaratıldık.
İslamda kapalı yer diğer dine mensub olanların tapınaklarında, ibadethanelerinde muayyen bir dekora lüzum vardır.
İslamda buna luzüm yoktur.
Kıbleyi bulabilirsen çevrilirsin.
Bulamazsan aklın nereye eriyorsa o tarafa çevrilirsin.
Allah’a İslam, dağ başında, damda, ağaç üzerinde, su üzerinde, su altında her yerde ibadet edebilir.
Bu Allah’ın Rasûlune ve Kendine inanlara büyük bir bağışıdır bilirsiniz.
Bu üzüntüde insanın vücudunun içine ruhuna Allah’ın sevgisi dağılmış o sevgisinin şuurlanmamış üzüntüsüdür.
Oruç, bir nevi ruhun banyosudur.
Hepimiz tuttuk.
Her şeyi Cenâb-ı Allah şunu yaparsan şunu veririm.
Bunu yaparsan bunu veririm.
Şunu yaparsan şu cezayı veririm der fakat bu vereceği mükâfatı doğrudan doğruya kendisiyle değil kendi esmalarından tecellî eden menevişlerle, mükâfatlarla, rızıklarla mükâfatlandırır.
Halbuki oruç için diyor ki “doğrudan doğruya onun mükâfatını
Ben vereceğim.”
Çünkü oruçta hile yoktur.
Namazda hileniz olabilir.
Kıbleye çevrildiğimiz de aklınız başka tarafa gidebilir.
Şeyin yıkılacağını hissetseniz.
Bulunduğunuz yerin namazı bırakıp kaçabilirsiniz.
Şunu bozabilirsiniz.
Fakat oruçta hile yoktur.
Doğrudan doğruya Allah’la beraberdir insan.
“Ya Rabbi! Sen bana rızık veriyorsun.
Ben rızkı da tepiyorum.
Ben Hayyımnan Hay nan senli benli konuşacağım!” demektir onun için.
Onun için ikinci vakti sana bir zengin çıksa.
Senin çeketin bile yok.
Evinde bir çorban bile yok.
“Alsana yüz bin lira oğlum. Bozuver orucunu!”
Gülersin. Kim sana mâni.
Çünkü Allah’nan o kadar berabersin ki ayrılamazsın O’ndan.
Onun için Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem demiş ki :
“Cenâb-ı Allah’la öyle bir anım olur ki aramıza ne bir Nebiyi Mürsel, ne bir Melek-i Mukarreb girebilir.”
Bu aynen Rasûlulluh’a inanan sizin gibi nurlu Müslümanlarda da aynen böyledir.
İşte oruçta aranıza ne bir Nebi girebilir, ne Melek girebilir.
Hele şeytan, oruçlunun yanına yanaşamaz.
Çünkü oruçlu bir adam Hazreti İnsandır.
Meleklerin secde ettiği, Tahiyattü Secdesi yaptığı o İNSANdır.

Sevgi de biz ilk defa canımızı düşünürüz.
“İlk defa can sonra cânân.”
Böyle bir kelime vardır değil mi.
İlk defa kendimi düşünürüm sonra sevdiğimi düşünürüm.
Şimdi bu kelime hotgamlık perdesi altına gizlenmiş asıl sevginin ifadesidir.
Çok dikkat edin kelimeye!
Bazıları anlayabilir ama içimizde kafası İslami bilgi ve fennî bilgiyle dolu münevver insanlar var.
Hotgamlık perdesi altına gizlenmiş asıl sevginin ifadesidir.
Diğer sevgiler, ana sevgiler, evlat sevgisi, sevgili sevgisi, vatan sevgisi, din sevgisi, şu sevgisi bu sevgisi hepsi asıl sevginin gaflet perdesine bir suya aksetmiş akisleridir.
Asıl sevgiye insanı alıştırmak nimetidir o.
Onun için ana babaya itaat farzdır.
“Cennet anaların ayağı altındadır” demek anaya sevgiden kusur etmeyin.
“Bir baba çocuğunun yüzüne bakması ibadettir” buyuruyor.
Cenâb-ı Peygamber.
Bir baba evladının yüzüne bakması onun için bir ibadettir.
O halde o sevgiyi bir Raddeye hududa kadar onun altında Allah sevgisi gizlidir.
Demek ki bu sevgilerin verilmesi asıl sevgiyi öğretmek için Allah tarafından verilen bir nimettir.
Ananın elini öpersin aynı dudakla başka türlü zevk duyarsın.
Sevgilini öpersin başka türlü duyarsın.
Bir nurlu ihtiyarın elini öpersin başka türlü bir zevk duyarsın.
Evladını öpersin başka türlü şey edersin.
Bu şuna benzer.
Et. Koyun eti. Pirzola yaparsın. Et aynıdır.
Köfte yaparsın et aynıdır.
Bilmem biftek yaparsın et aynıdır.
Kül bastı yaparsın, şiş köfte yaparsın et aynıdır amma tadları başka başkadır.

Asıl bu sevgiyi işte bulabilmek için, biliyorsunuz İbrahim Peygamber çocuğu olmadı dua etti :
“Ya Rabbi bana bir evlat ver! Bana bir evlat ver! Onu Senin yolunda kurban edeceğim!” dedi.
Evlat verildi.
İsmail 14-15 yaşına geldi nur topu gibi bir çocuk.
Evet, 80 küsur yaşındaki bir adamın evladı oluyor.
Başka evladı yok.
Ona bağlanmak, onu sevmenin tartısını siz kendi kabiliyetinizle ölçün.
Sevgi insanın içindedir ama tomurcuk bulursa çıkar.
İçimizde daha evladı olmayanlar vardır.
Evladı olduktan sonra ananızın babanızın kıymetini bilebilirsiniz.
Torununuz yok mu, torununuz olduktan sonra torunun kıymetini bilebilirsiniz.



KELİMELLER:

Tahlil : Müşkül meseleyi halletmek. * Bir şeyi kolaylıkla tutmak. * Eritmek. * Bir şeyi helâl kılmak.
EL BEDİ’ :
Yegâne : Tek, bir.
Hâsid : Hased eden, kıskanan.
Tecellî : Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.
Musahhar : Teshir edilmiş. Ele geçirilmiş. Fethedilmiş. * İstenilen hâle konulmuş. * Birine bağlanmış.
Tefahur : Fahirlenmek. İftihar etmek. Kendini iyi görüp, kusurdan gaflet etmek.
Husûl : Peydâ olma. Hasıl olma. Meydana gelmek. Üremek, türemek.
Fazilet : Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.
Hayâ : Hicab, utanma, edeb, ar, namus. Allah korkusu ile günahtan kaçınmak.
Müşkil : (Müşkile) Zorluk, güçlük, zor olan iş. Çetinlik. * Edb: Mânasının derinliği veya edebi bir san'atla ifade edilmiş olmasından dolayı teemmül ve tefekkürsüz anlaşılmayacak derecede hafî olan lâfızdır. Mânaca nass'ın mukabilidir.
Münasebet : İki şey arasındaki tenasüb, uygunluk, yakınlık, bağlılık, mensubiyet, yakışmak, vesile, alâka.
Mukarrib : (Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın. * Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan. Hotgam : Bencil.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 28.04.2008 Saat: 14:20 Gönderen: kulihvani

Resim

MU'CİZE

Mehmet Emin Bay
dostemin


Aşk’dır gördüğün yaşamdaki mu'cize…
”Hiçbir şey yoktu ve sadece O vardı..."
“Halen de öyledir” der sufîler.
Ezel, Ebed Mâşuk varsa Aşk olmaz mı?
Elbet bilen bilir en büyük mu'cizedir…
Aşk da hep vardı ve hâlen de var…

“Ol!” deyince Mâşuk, yayıldı aşk her bir yere ve zamana, sonsuz…
Aşk, ne önce, ne şimdi, ne de sonra olamaz O’nsuz…
Olağan olan şeyde Aşk yoktur, onun için mu'cize gerek ve dostum dikkatle bak her yanın dolu mu'cize…
Yaratan bir hediye vermiş kalbimize, bizler nokta nokta her birimiz mu'cize…
Alev alev yanıyor kâinat bu aşkın ateşinden, “Aşk ateşi” acaba dokunmaz mı hiç size?
Yoklayın belki içindedir, girmiştir gönlünüze…
Farkında olmak gerek, girmediği yakmadığı zerre yok cihanda,
“Aşk ateşi” ezelden beri yakar çünkü o bir mucize…
Âşık, Mâşuk nerededir?
Göründü mü hiç size?
Dikkat eyle göreceksin bir tek Aşk var, mu'cize…
Zâhirdeki makro âlem, mikro âlem mucize, aşka düşmüş döner durur, aşkla yanar mu'cize…
Âşık sever Mâşukunu aşk ile, Mâşuk sever Âşıkını Aşk ile…
Târifi yok bir kavramdır aşk denilen mu'cize…
Âşık kimdir, Mâşuk kimdir, kimden kime mu'cizedir aşk denilen mu'cize?

Olağandışı olana mu'cize derler, mu'cize olanda akıl yoktur, mantık yoktur.
Ve aşk bir mu'cizedir ki Aşk gelince akıl durur..



AŞK GELİNCE

Şimşek çakar gök ışıldar yağmur yağar rahmet olur
Benzeri yok bir duygudur aşk gelince akıl durur
Aşka düşen zevkten erir târifsiz bir huzur bulur
Benzeri yok bir duygudur aşk gelince akıl durur…

Bir ceryana kapılırsın istesen de kaçamazsın
Çok güzellik yaşasan da kimselere açamazsın
Yaradan’ın bir lütfudur satılmaz o alamazsın
Benzeri yok bir duygudur aşk gelince akıl durur…

Her âşığın aşkı başka târifleri bir başkadır
Âşık Mâşuk bir tanedir acep neden his başkadır
Hikmeti çok Yaradan’ın yaratılan hep başkadır
Benzeri yok bir duygudur aşk gelince akıl durur…

Dost Emin’im bu ne hâldir, aşk gelince akıl durur
Anlatılmaz bir duygudur zâhir ilim orda durur
O İlâhî bir duygudur lügat biter sözler durur
Benzeri yok bir duygudur aşk gelince akıl durur…



MU'CİZE : İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir..

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Nisan Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 28.04.2008 Saat: 14:55 Gönderen: kulihvani

Resim


MUHAMMEDİ ŞUÛR

Kul bildirdi…


Azîz Kardeşim,
Dedim ya yaşayarak anlamak ve anlatmak...
Yıllar önce temmuz sıcağında sahildeki Lara'da tahta barakada kalıyoruz, yazları.

Evim bir ingilizce öğretmeni hoca hanımda kirada.
İngiliz misâfirleri gelmiş...
Baba Elektrik Mühendisi. Anne öğretmen.
Bir oğulları birde kızları var...
Kız ilkokul üçte. İsmini kısaltıp "Nina" diyorlar.

Sarışın gök gözlü peri gibi güzel bir kız...
Bu kızcağız, Türkiye'ye girince ezân sesine âşık olmuş!
Hep: "Ezân ne zaman tekrar olacak?" diye soruyor…

Bana telefon edip anlattılar ve bize getirmeyi önerdiler.
Ve geldiler...
Baba ile oğul derhâl denize gitti.
Anne ile kız ise ikidebir İngilizce soruyorlar: "Ne zaman?" diye.

Ben de 50 mt. ilerde olan denize karşı oturup "Tâ-Hâ Sûresi" ni açtım.
Eşim ve kızım örtülü olunca onlar da baş örtüsü istedi.
Kıza mavi bir eşarp örttüler.
Önüme diz çöktü oturdu.
Annesi; kısa şortlu, askılı atlet ve göğüsleri yarı meydanda, ancak başı örtülü...

Eüzû besmele ile Tâ-Hâ'ya girdik.
Bir ara baktım ki kızın annesi ağlıyor...
Öyle ki göz yaşları çıplak bacaklarını tamamen ıslatmış...
Çok bereketli bir "Tâ-Hâ" oldu.
Zâten ne zaman Tâ-Hâ'yı okusam, deniz başlardı çırpınmaya...
İsterse poyraz esse bile...

Yakın komşum olan bir başmühendis, bu manzarayı görüyordu.
Sonra bana dedi ki: "Hocam... İyi hoş da; başı örtülü, altı açık müşterileriyin..."
Dindâr ama dar kafalı bir insandı.
Ona: "Bana bak! 15 yıldır burada birlikte yazlarız, ve hamd olsun her gün Kur'ân okuruz, bir kere, gelip kulak verdin mi? Bir damla göz yaşın var mı bu yolda..." dedim.

İşte Kur'ân-ı Kerîm ve ilâhî Muhammedî uyanış...
Giderlerken ingiliz annenin söylediğini tercüme ettiler: "Ya siz Londra'da olsanız, ya da biz burada... Ya da dünyanın canı cehenneme gitse!.."

İşte sen, ben,o biz: Biz hepimiz aslında Muhammedîyiz...
Daldan eğme değil, kökten sürmeyiz...

Mesele ise zâten ve ezelden Muhammedî olduğumuzun farkına varıp gereğini (kulluk görevi) yerine getirme imtihanını başarmak...
Nûr-u Muhammed, dinin elektriği gibi can damarıdır.
Ona kavuşanın her âleti (somut-soyut organları) mutlaka çalışır...
Arızalar eksiklikler giderilebilir...
Göç yolda düzülür...

Bizler insanız ve kullarız.
RABB'ımız ise Gafûru'r Rahîm...
Sahibimiz Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise;
Kur'ân-ı Kerîm ifâdesi ile mü'minlere Raûfu'r Rahîmdir (Tevbe 9/128 bkz.)...



KUL İHAVNİ Hocamızın Denizinden bir damlayı getirdim sizlere kabul buyurursanız.
Ben bu damlada her seferde kayboluyorum.
Buna engel olamıyorum.
Aslında engel olmak ta istemiyorum.
Allah cc Hepimize hakkıyla "Muhammedi Şuûr" u hissetmeyi ve yaşamayı nasip etsin!..


Es Selâm..

Kul..
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Cevapla

“2008” sayfasına dön