2009 Haziran Haber Arşivi

2009 yılına ait aylara göre haber/makaleler.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

2009 Haziran Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

YARIM ELMA
Tarih: 01.06.2009 Saat: 13:42 Gönderen: kulihvani

Resim

YARIM ELMA

mina

Devir liderleri izleme devri değil, devir insanın kendini takip etme devri”...
Bu sözün içinde bin bir anlam buluyorum her seferinde..
Ve kendi içimde de yollara sapıyorum ne zaman düşse aklıma bu söz..
o yollar ki, daha önce hiç gör(e)mediğim, bil(e)mediğim, hiç keşfetmediğim..

Yollar dışarıda değilmiş, ya da yönler..
Kitaplar okumuşum, hayat hocaları edinmişim, kişisel gelişim çalışmalarına katılmışım...
Her birini kendi keşfimde, aracı etmişim kendime...
Ama aracıyla ben arasındaki gerçek bağı unutup gitmişim o ara..
Kendimi...

Dinle demiş, dinle ve öğren kendim kendime...
Ama içim ne diyor duymamışım.
Kalabalık, bir uğultu ve kargaşa doğmuş sonra dışarıda benden..
Okunacak kitaplarım başucumda birikmiş..

Uygulayacağım kişisel gelişim metodlarını yapamadığım zamanlarda, kendimden ve kişisel gelişimimden geri düşmüş hissetmişim.
Ve ben, beni dinlemezken, başka aracılarla dinlemeyi bir tutmuşum sonra kendimi kendi dışımda-dışarıda...

Ve içimdeki ses susmuş mu? Küsmüş mü bana?..
Kimbilir..
O kadar çok sesin arasında duy(a)mamışım onu..
Her sessizlikte mırıldanırken belki de bana..
İlahî bir mırıldanmaymış halbuki duyamadığım..
Ney’in sesi gibi..

Duru ve berrak..
Mütevazı ve sevgi dolu....
Sesler karışmış birbirine..
O hep asaletini korumuş yerinde...
Sevgide kalmış...
Bağırmamış, beklemiş ben duyana kadar beni...
Sevgiyi bulana kadar ben içimde..

An’ı yaşamanın, ya da an'daki farkındalığın, geçip giden-akan birşey olduğunu unutmuşum.

An’da bana verilen dersler, öğretileri sorgularken bir sonraki anı kaçırmışım çoğu zaman..
Ve akışıma müdahale etmişim..
O müdahalede “bunu gördüm kendimde“ diyerek bulduğum şeyleri, aynı çocuğun eline aldığı şeyi binbir parçaya bölerek algılamaya çalıştığı gibi didik didik etmişim..

Elimde binbir parça kalmış sonra, atılamaz, satılamaz, bin bir parça-her biri kendi içinde parça parça ..

Ve ne doğruymuş, kime göre doğruymuş gibi sorular başlamış kafamda...
Öğretici olarak seçtiğim kitaplar –metodlar bana anlatmışta anlatmış...

Peki sonunda hissettiğim doğru mu sağlamamı yap(a)mamışım, bir daha karışmışım...
Kimse bil(e)memiş doğru olanı...
Ne içim ne dışım..
Ben bile kendi içimde doğruyla yanlışı ayırt edemediğim noktalarda bulmuşum kendimi –içimden-merkezimden-özümden çok uzaklarda..

Ve aynalar...
Aynalar beni göstermiş - ben ise gördüğümü gördüğüm olarak algılamışım..
Ne kadar güzel –ne kadar kötü derken, gördüğüm yansımamla – kendimi ayrı tutmuşum...
Sanmışım ki aynalarda gördüğüm değiştirilebilir yada onlar benden başka...
Sanmışım işte...

Aynaya bakan benim, değişimimin; tüm yansıyanda değişeceğini bilememişim...
Güzel de –kötü de olanın ben olduğunu, bende var olan olduğunu sonra...
İkisinin de insani olduğunu...
Hayata dair olduğunu...

Savaştığım şeylerin, aslında ben savaştıkça yok olacağını sanmış kahraman yüreğim...
Savaştığım şeylerin ben(im) olduğunu –benden olduğunu ve ne kadar savaşırsam o kadar büyüyeceğini –devleştirdikten sonra anlamışım...

O devleşen her şey ile yürekli bir konuşma yapmışım sonra...
”Sizde bendensiniz... Barışalım mı? ” diye...
Bu konuşma, savaştıklarım neyse büyümesinler artik diye değilmiş kurnazca..
Onları da sevdiğimden barışmak istemişim..
Benden oldukları için...
Çünkü savaşanın da-savaştıranın da ve aracı olanında ben olduğunu anlamışım...

Yormuşum kendimi....
Bir ağacın kendi doğasındaki sukunetini isterken hayatta sadece...
Yeşil ağaç hani, sokakta –köşe başında her gün gördüğünüz.. Bazen fark edemediğimiz..
Rüzgarda savrulan, yağmurda umarsız..
İsyanı da, mutluluğu da bir olan o büyük gövdeli ağaç..

Hayattan, sadece o köşe başı ağacının sukunetini isterken yorulmuşum...
Didik didik etmiş ve çok şey yapmaya çalışırken yormuşum hayatı da...
Hayatın aktığını unuturken, kendimi suyun üstünde debelenirken bulmuşum..
Su hiçbir şey yapmadan, kaldırırken beni yukarı oysa...

“Dışarda hiçbirşey yok” derdi meditasyon hocam...
Nilambara’nın da aklımdan hiç çıkmayan bir cümlesi geliyor, her gün hatırladığım ilaç olan bana ..
”Sevgiyle-içinden gelerek yaptığın herşey doğrudur”..

Yol nerdedir peki..Dışarıda mı içeride mi?

Yolu bulmak için adım atmak gerekiyormuş, her adımda içinizde gideceğiniz yollar beliriveriyor aniden..
Buna da hayat deniyor işte...
Hayat dışarıda değil , içeride...
Bilmece varsa o da biziz, cevaplarda bizde... içimizde...

Ve o ağaç akışa bırakır kendini..
İsyanı da doğaldır, mutluğu da...
Güneş mi açmış, güneşi özümser yapraklarında..
Kar mı yağıyor, beyaza bürünür..
Ve teslim olur doğaya,..
Savrulurken direnmez dalları rüzgarda..
Üstüne konan kuşları kovalamaz "çekilin üstümden, huzur verin" diye...
Ayırt etmez böcekleri,kuşları...
Hepsini sever açar kollarını...
Gövdesine çizik atar birileri, belki acıtırlar canını....
Bilir ki kabuk bağlayıp, yenilenir gövdesi yine....

ve o ağaç bir tanedir-eşsizdir
ama doğanında ta kendisidir
bir yolun köşesinde de olsa
ormanından çok uzaklarda...

_________________

alıntı....
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Haziran Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

BÖYLE NAMAZ OLMAZ!..
Tarih: 05.06.2009 Saat: 14:13 Gönderen: kulihvani

Resim

ALLAH DOSTU
Münir DERMAN (ks)


BÖYLE NAMAZ OLMAZ!..

Aziz cemaat hepiniz Müslümansınız.
Fakat içimizde münafıklar var, münafıklar var!
“Nerden biliyorsun?”
Ben doktorum, hem insanın iç doktoruyum, hem de manevîyat doktoruyum!
Allah bu hassayı verdi bana.
Aha buradan aşağıya inemeyim!..

Cenâb-ı Peygamberin elimizdeki hadisler, hadis-i şerifleri insanlara birer manevî âlettir, insanları ölçer.
Âyet-i Kerimenin birinde diyor ki:
“Fe veylün lil müsallin Ellezine hüm an salatihim sahun Ellezine hüm yüraun Ve yemneunel maun.”
Vay haline o namaz kılan münafıkların!
Hâlâ namazda imamdan evvel secdeye gidenler var bunlar münafıktır oğlum.
Namaz kılmasınlar. Namaz kılmasınlar. Namaz kılmasınlar!..

Sende içindeki şeriti doldur oğlum. Şeriti doldur.
Allah cümlemize tuttuğumuz yoldan ayırmasın.
Amin. Amin
Esselatü vesselâmü aleyke Ya Seyidî Ya Rasûlullah!
huzbiyedî kad dâkat hilleti edrikni yâ Rasûlullah!.
Subhâneke Yâ Allâm, tealeyke Yâ Selâm!
Ecirnâ mine’n- nâr vebi affike Yâ Mücir!
Allahümme entel Mennânü Bediü’s- semavâti ve’l- ard! Ze’l-Celâli ve’l-İkram!
Yâ Hayyu! Yâ Kayyumu!
Yâ Allahu celle celâlihu!..

Yâ Rabbî biz âsi değiliz!
Hatalarımız vardır, mağfiret hazinelerini açarak bu hatalarımızı yok eyle Yâ Rabbî!
Kusurlarımızı affeyle Yâ Rabbî!
Bizi cehennem azabından koru Yâ Rabbî!
Memleketimizi her türlü âfat-ı belaiye, âfat-ı semâviye, âfat-ı maraziyeden mahsun kıl Yâ Rabbî!
Ordumuzu tutacağı işlerde mansur u muzaffer eyle Yâ Rabbî!
Hükümet büyüklerimize kuvveti ihsan eyle Yâ Rabbî!
Memleketimize her türlü belâdan mahsun kıl Yâ Rabbî!
Midemize, evimize helâl lokma nasib-i müyesser eyle Yâ Rabbî!
Son nefesimizde ki buyurun: “Eşhedu enlâ ilâhe illallah ve eşhedu enne muhammeden abduhu ve rasûluhu!” kelimesi ile ruh teslim etmek nasib ü müyesser eyle Yâ Rabbî!
Yarın âhirete intikal ettiğimiz zaman mezarda iltifat melekleriynen bize iltifat nasibi müyesser eyle Yâ Rabbî!
Huzuruna geldiğimiz zaman Resûl-i Ekremin mübarek yüzünü görmek ve mübarek elinden öpmek nasibi müyesser eyle Yâ Rabbî!
Bizi affeyle, cehennem azabından mahsun kıl Yâ Rabbî!
Lillahil fâtiha!..

Aziz cemaat hepiniz Müslümansınız.
Fakat içimizde münafıklar var, münafıklar var!
“Nerden biliyorsun?”
Ben doktorum, hem insanın iç doktoruyum, hem de manevîyat doktoruyum!
Allah bu hassayı verdi bana.
Aha buradan aşağıya inemeyim!..

Cenâb-ı Peygamberin elimizdeki hadisler, hadis-i şerifleri insanlara birer manevî âlettir, insanları ölçer.
Âyet-i Kerimenin birinde diyor ki:
“Fe veylün lil müsallin Ellezine hüm an salatihim sahun Ellezine hüm yüraun Ve yemneunel maun.”
Vay haline o namaz kılan münafıkların!
Hâlâ namazda imamdan evvel secdeye gidenler var bunlar münafıktır oğlum.
Namaz kılmasınlar. Namaz kılmasınlar. Namaz kılmasınlar!.
Aha ikinci bir hadis: “Bir insanın ki bir uzvunda Cenâb-ı Allah bir sakatlık vermiştir. Yarısı münafıktır onun!”
Aha deminki çıkan Hacı Efendi!
Bülbülnen bülbülnen karga yan yana gelmişler.
Gelmiş Hazret-i Hayvaniyye’ ye demişler: “Bülbülnen karga yan yana!” “Yok oğlum! Yok!” demiş yok!
“Efendim aha gel gidelim bakalım.”
Gitmiş Bakmışlar ki bülbül de topal karga da topal.
Muhakkak bir taraflarından benzerleri vardır.
Vallahi billahi, Rasûlullahın şefaatından mahrum kalmayayım ki münafıktır o!
O halde sizin bilmediğiniz bir şey biliyorum.
Git evinde kıl, git evinde kıl!
Senin arkandaki genç kılan adamın namazını bozma!
İşte ikisi de kaçtı, ikisi de kaçtı o münafıkların!
İsterse mahkemeye gitsin söylesin!
Buradaki benim kanunum, ben insanların yaptığı kanunlara cevap veremem, Allah’ın yaptığı kanunlara cevap veririm.
İmamdan evvel kafasını koyan münafıktır, bitti bu kadar.
Fetvâsı bu, istediğine sor!
Bu lakırtıyı da dünyada bir yerde bulamazsın.
Bakın nasıl kaçar o münafık!
Etmeyin Müslümanlar etmeyin, âhiret yakın.
Hiç biriniz yaşadığınız sene kadar daha yaşayamayacaksınız.

Bir insanın uzvunda bir noksanlık var mıdır, münafıktır.
Topallıyor mu münafık!
“Neresi münafık, herif evliya!”
Cesedi münafık!
Allah’ın lakırtısı bu, benim lakırtım değil.
Muhakkak bir edepsizliği vardır.
Cenâb-ı Allah o sakatlığı vermiştir ona.
Ondan intiba edip de kendi edepsizliğini düzeltmesi için.
Gözümü kör oldu, muhakkak bir edepsizliği vardır.
Âyet-i kerimeynen Rasûlullah’ın hadisi ile bilmem efendime söyleyim hadis-i kudsîyle sabittir.
Bir yerine sakatlık verdi mi muhakkak o uzvunun bir edepsizliği vardır. Bütün hastalıklar bir İhtar-ı Rahmanîdir.
“El emrazı hedayayı min azzi ve celle lilabidin.”
Bütün hastalıklar maddî-manevî hastalıklar, Allah’ın bir hediyesidir.
Hediye demek al şunu da ağzını kapa, edep edepli ol demektir.
Edepli ol demek kuluna acıdığı için yaptığı edepsizlikten kurtulsun diye yapmıştır.
Onun için bir insan hasta mıdır edepsizdir.
Bütün şeker hastalıkları oburlarda olur oğlum, hayvan gibi yiyenlerde olur.
Ben otuz senelik hekimim, sizin hiç hekimlinken alâkanız yok.
Bilmem efendim felan yerinden olan, felan yerinden olan.
Her hastalığın bir manevî sebebi vardır..

Onun için aziz müslümanlar şurda bir avuç yoğuz.
Kıldığımız namazı Huzur-u Rabbânide kabul edilecek, onun hoşuna gidecek şekilde şey etmek lâzım.
Allah’ın hoşuna gitmezse bir iş olmaz, olmaz!
Bari bilmiyorsun namazı kapının eşiğinin orada kıl, öne kılanlar geçsin.
Sonra bunları gençler yapmıyor haaa!
Gençler yapmıyor, mezara ayağı yanaşanlar yapıyor, mezara ayağı.
“Ama bunu efendim ne söylüyorsunuz?”
Söyleyeceğim efendim!
İsterseniz üzerime hücum edin, ne yaparsanız yapın söyleyeceğim!
Çünkü âhiret yakındır!
Şurada ben üç dört kişiye lakırtı söylüyorum!
Bunlar zannetmeyiniz böyle haa haa lakırtı bel kemiğinden söylüyorum. Bunların mesûliyet-i manevîyesi vardır.
Söyledin de niye yapmadın.
Söyledin de onları niye kamçılamadın.
İster gücenin Müslümanlar, ister gücenmeyin!
Ya efendice namaz kılın, yahut camiyi terk edin!
Bura Allah’ın camisi, Allah’ın huzuru.
Kepazelik, hokkabazlık, mukallitlik, tiyatro meydanı değildir.
Ya kıl, ya kılma!
Kılmamak daha iyi böyle kılacağına.
Yanında kılacak halis bir müslümanın da namazını bozma!
“Mesellül ümmeti kemesellül matar. La yüzri evvelel hayrül ümmil hayr.”
Cenâb-ı Peygamber diyor ki: “Benim ümmetim yağmur gibidir” diyor.
Ama hangi ümmet?
“Fe veylün lil müsallin Ellezine hüm an salatihim sahun”
Peygamberin getirdiği Kur’ân-ı Kerimdeki namazı kılanlar.
Böyle soytarı ümmet olmaz!
Hokkabaz ümmet olmaz!
Öyle: “Lâ ilâhe İllallah!” diyen kurtuldu, kurtuldu.
“Hııııı!.”
Lâ İlâhe İllallah nasıl denir onu soruyor.
Herif yetmiş sene: “Lâ İlâhe İlâhe İllallah!” için nasıl diyeceğim diye uğraşıyor.
“Lâ İlâhe İllallah. Kul Lâ İlâhe İllallah!”
“Tamam işte. Hacca gitti tertemiz oldu herifin çamaşır makinesinden çıkardık gel bura!”
Geldi temizlendi, böyle namaz kıldı.
Pisliği gene kendi üstüne.
Yok efendim yok böyle kolay iş değil bunlar.
Böyle kolay iş olsaydı biz evliya olurduk.
“Benim ümmetim yağmur gibidir. Önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez!” diyor.
Yağmur bekleriz nimet diye, bir sel gelir berbat eder ortalığı.
Önü mü, sonu mu belli değil!
Burada bütün ümmeti musavî tutuyor Cenâb-ı Sallallahu Aleyhi Vessellem.
Onun için aziz cemaat, ben namaz kılıyorum, postu kurtardım!”
Yooo yoooo yooo!
Post kurtulmaz güvelenir post!
Böyle namaz kılınmaz efendiler!
Aziz cemaat kılınmaz böyle namaz!
Efendim: “semiallahulimenhamideh!”
Yavv şu kırılası belini niye indiriyorsun be birader!
İmam Efendi güzel durmuş şeye Huzur-u İlâhiyeye.
“Allahuekber!” desin bekle!
Yoooo! İniyor, iniyor, iniyor, iniyor, tam belini büküyor, ayaklarını, ondan sonra imam efendi: “Allahuekber!”
Bu, öküz nasıl akşam geldi mi şehrin haricinden evini beller gider.
Bu da öküz gibi namaz kılıyor, kendinde değil!
“Alışmışım efendim!”
Maşaallahu Tealâ!”
“Alışmışım!”
Bunların namazları olmaz! Vallahi de olmaz. Billahi de olmaz!
Kırk senelik kıldığım gece namazları, oruçlar, sabah namazları hebâen mensura gitsin ki vallahi de olmaz, billahi de olmaz!
Eşşşek gibi kılıyor, eşşşek gibi çıkıyor aziz cemaat!
Niye üzüntü ile söylüyorum?
O halde bir şey biliyorum oğlum, bir şey biliyorum.
Bir adama: “Aman yeme şunu gardaşım yeme!”
Zehir olduğunu biliyorsun da onun için!
İçimize girmesin böyle münafıklar, girmesin!
Bunların topunu atarız dışarı!
“Ama efendin ben vatandaştır karışmam!”
Ama, benimde başka türlü usulüm var oğlum!
Onun öteki ayağını da kırarım evvelallah!
“Nasıl kırarsın?”
İki gün sonra gör bakın nasıl kırılıyor efendim, iki gün say bu günden başla, bir, iki nasıl kırılıyor, herif camiye nasıl gelmiyor gör!
Vaaz efendi söylemedi mi söyledi mi duy bakalım.
Yapmadığım işi yaparım!
Ben burada babamın sevabına yahut öteden beri para dilenerek, dilenmek için yapmıyorum!
Ümmet-i Muhammedi, din kardeşim bişey öğrensin diye yapıyorum.
İster ister, ister istemez.
Ben böyle yobaz bilmem,
“Ver gelsin bilmem ne olsun. Apartuman yapacağım, hanımlara bez şeye para toplayıcısından!” değilim oğlum!
İstersem otuz beş gün yemek yemem Allah doyurur!
Midesine düşkün bir adam değilim.
Sizin hayırınız için söylüyorum efendim, hayırınız için.
Hepiniz doğrusunuz biliyorum ama, üzerlerinize konan o sinekler için söylüyorum.
Allah belâlarını versin!
Bitti bu kadar. Buradan söylenenler sadece bunlar için..
Benim namazımı, şu adamcağızın namazını, şu sarı sakallı beyaz adamın namazını bozmaya kimsenin hakkı selâhiyeti yoktur.
Bak nasıl kaçtılar zibidi herifler!
Bir tanesi de o arkasında gizliydi, ya kaçtı ya orda oturuyor!
Soytarı kılıklı herifler.
Vallahi billahi dövme zamanı olaydı, katlederlerdi onu caminin içinde!
Ama Ömerler eskidi!
Eskimemiştir oğlum, her devirde Hz. Ömer vardır, ama kılıcı yoktur ama lakırtısı vardır.

Aziz cemaat, Allah’ın zikredildiği yerde, Kur’ân okunduğu zaman ilahî tecellî vaki’ olunur.
Fakat O görünmez. Görünmekten münezzehtir.
Yani görünmekten münezzehtir demek: “Ben görünmek istemiyorum!” değiiiiiil.
İslam Dininde görünmekten münezzehtir.
Cenâb-ı Allah görünmekten münezzehtir.
Cenâb-ı Allah uykudan münezzehtir.
Cenâb-ı Allah yemekten münezzeh, yani yemez, içmez, uyumaz münezzehtir.
Tenzih etmiştir kendini, kurtarmıştır.
Yani onun üzerine toz konduramayız demek.
Kur’ân okunduğu zaman ilahi tecellî vaki’ olur, İlahi tecellî iner.
Görünmeyen rahmet yağmuru iner demektir. .
Fakat bu görünmez, görünmekten münezzehtir.
Yani “Ben görünmeyeceğim!”
Hayııııır!..
“Bizim onu görecek kudretimiz yoktur!” demektir.
Sizin Onu görecek kudretiniz yokturdemek ki..
Gayb, görülmeyen demek değildir.
“Yügminune bilgayb” Gayba inanıyoruz hepimiz.
Görünmeyen değildir görülemeyendir, görülemeyen.
Görülmeyen oldu mu demek ki yok demektir.
Ben görmüyorum yok.
Görülemeyen demek bizim Onu görmeye kudretimiz yok demektir.

Kur’ân okundu şimdi.
İçinizden salavat-ı şerife çekenler var şimdi.
İçinizde güzel Müslümanlar var.
Rahmet iniyor bu camiye, görünmekten münezzehtir.
“Peki bunu görecek âlet yok mudur?”
Vardır. Nasıl yoktur öyle âlet.
Bunu görmek için, kendin âlet.
Miknatıs, şurada da demir parçaları, nohut, bulgur şu bu vardır.
Pirinç de var, bildiğimiz yemek pirinci değil.
O pirinç denilen hani şu şeylerin bir kuru o değil o.
Şamdanlar felan o.
Miknatisi getirdiğin zaman yalınız oradan demiri çeker, ötekilere kalır dokunmaz.
İnsanda da böyle bir miknatisî hassa vardır.
Cenâb-ı Allah vermiş insana, onunan bu görünür.
Televizyonun makinası olmasa havadan resim geliyor ama görmüyorsun, burdan geçti mi görüyorsun değil mi?
Televizyon var radyo gibi, Ankara’dan adam konuşuyor Reisi Cumhur, onun elektriği, sesi, gücü alınıyor, havaya çıkıyor, gidiyor.
Havada dağılıyor görünmeyen dalgalar.
“Hani görmüyor beyim!”
Geliyor makinanın anteninden içeri girip perdesine aksetti mi görünmeye başlıyor.
O halde “görünmekten münezzehtir” denileni görecek âlet var.
Televizyon var, o televizyonu işletmek için pil lâzım pil!
“Nerde satılır o pil?”
O pili alabilmek için oğlum haramı bırakmak lâzım, midene haram sokmayacaksın, haramı bırakmak farzdır.
Şirk yolunu bırakmak da farzdır.
Çok dikkat buyurun, haramı bırakmak farzdır.
Şunu yapma diyor değil mi?
Hınzır eti yeme. Zina yapma. Yalan söyleme. Haram mı bunlar?
Riba yapma. Haram mı?
O halde haramı yapmamak farzdır.
Çünkü emr olunuyor, yapmayacaksın haaaa!
Şirkin yolunu bırakmak da farzdır.
Farz denilen şeye çok dikkat edin Müslümanlar, Çok dikkat edin lakırtılara! Farz yapılması mecburi değildir, Farzın yapılması mecburi değildir, Allah rızasına kavuşmak isteyenlere mecburidir.
Çünkü insan inkara kadar serbest bırakılmıştır.
Nefes almak mecburidir, tut burnunu bakıyım, mecburidir.
Dindâr olacaksın mecburi değildir, ister ol, ister olma!
İnkar da edebilirsin Allah serbest bırakmış.
O halde haramı bırakmak farzdır, şirki bırakmaz da farzdır.
O halde görünmeyeni görmeye şey etmek için bu farzın bir tanesini mecburi değil, televizyondaki şeyi görebilmek için midene haram sokmayacaksın.
Haram nasıl ki, haramı bırakmak farzsa, farzsa.
“Niye farz?”
Allahın rızasına kavuşmak için haram diyor Cenâb-ı Peygamber.
“Bunu yapmayın, yapmayın Allahın rızasına kavuşmak için.”
O halde sendeki televizyona kavuşmak için mecburiyet yok.
Rıza, “O’nun rızasına O’nun Miknatisiyetini elde etmek için ne yapacaksın?”
Midene haram sokmayacaksın!
“Efendim helâl diyorum!”
Hangi helâl diyorsun?
Helâl yiyen öyle namaz kılmaz oğlum!
Kokmuş et yemeyenin, kokmuş et yemeyenin helâlla alâkası yoktur. Kokmuş et yemeyen uşkuru elinde helâdan çıkmaz işte.
Haram giriyor içine, haram haram haram!
Haramı çektiğin zaman imam “Allahuekber!” de dese, “Semiallahu!” dese de dese üç gün böyle kıyamda kalırız.
Haram, haramı boşalt!
Manevî rahmet indiğini o zaman televizyonunnan görürsün.
Arapçada bir söz vardır: “Batıl hazinelerinin anahtarı boş midelilere verilmiştir!”
Boş midelilere, mideni çok doldurma!
Aziz cemaat mideyi boş bırakmak için, cünüp kalmayınız!
Abdestli geziniz!
Bu lakırtıların mânâsı çok incedir.
İnce olmasına rağmen büyük kurtuluş caddelerinin sebebleridir.
Bunlar insanları kurtarır, işte asıl İhlas bunda gizlidir.
“Efendim nasıl gizlidir. Her zaman abdestli gezmede ihlas gizliymiş?
Herife bak ne lakırtı ediyor!”
“İhlas gizliymiş. Nasıl gizli?”
Suuuus Sus dinle beni!
Her an abdestli gezen adam, her an ye’d-i kudretinde olduğunuzu, Allah’ın ye’d-i kudrette olduğunu ceseden ikrar ediyorsun.
“Ya Rabbi belki bir saniye sonra ben ölürüm!” demektir.
Cesedini temiz tutuyorsun gelecek Azraile:
“Ben hazırım!” demek her an.
İşte ihlas bu.
“Efendim ben rapor aldım. Felan günü felan saatte buluşalım da Emirdağı’na gidelim!”
Kimden aldın bunu, bunda ihlas yok!
İhlas, yarım saat sonrasını düşünmez! Ne olacağımız meçhuldur.
Şurdan hepimiz evimize gidebilecek miyiz bakalım akşam üzeri.
Bir zelzele olur hepisi çöktüğü gibi hepimiz altında kalırız.
Onun için denize kendini bırak.
“Efendim burası çökse, Maazallah!”
Niye Maazallah diyorsun, ölümden korkuyorsun.
Bu da şirke gider oğlum!
Biz söyleriz ama, korkumuz olduğu için.
Hakiki ilim, maraşallık mertebesine çıkmış adam Maazallah felan yok! Bırakmış kendini, Hz. İbrahim’i nâr’a atacakları zaman Cebrail gelmiş:
“Ya İbrahim!”
“Neee. O istedi atıyorlar bana ne?” demiş.
Mancılıknan attıkları zaman, naaaar gül bahçesi oluverdi.
“Aman şurda şu var!” dedin mi gittin.
Zaten onu der demez gittin.
Allaha sığınmak kolay iş değildir.
“Başkalarının daima kusurunu dile dolayan, onlara çok lânet eden, fena söz söyleyen mü’min değildir!” diyor Cenâb-ı Peygamber.
“Başkalarının da efendim bizim komşu Emine hanım var ya!”
Heee. Neymiş: “Efendim, felanca adanman gezdi. Mehmet efendi de felancaya şöyle baktı. Şu hanım şunun için lakırtı söyledi. Felan bey felan için söyledi!”
Daima kusurunu dile dolayan.
“Efendim kusur değil bu!”
Oğlum şimdi kusursuz adam yok, hep yaptığımız işler kusur, hep kusur!
Onun için bu hadis bugün içindir.
Onlara çok lânet eden, fena söz söyleyen mü’min değildir.
Herif eşşeğine kızıyor Pazar yerine giderken.
O gün otomobil çıktı önüne öküzlerinen gidiyor herif: “Allah belânı versin!” dedi.
Afedersiniz öküz de pislik ediyor. Buyur, kelâma bak!
Biz abdestsiz almağa ağzıma almayalım diye cehdediyoruz.
Herif hayvan abdest ederken: “Allah belanı versin!” diyor.
Sanki ahbab olmuş O’nunan.

İkinci bir hadiste diyor ki: “Kim ki benim sünnetimden uzak durursa Benden, Benim ümmetimden değildir! Kim ki benim sünnetimden uzak durursa Benden, benim ümmetimden değildir!” diyor.
Aziz cemaat buradaki sünnet namazın abdestlerin sünnetleri değil haaa! Dikkat ediniz, cehâlet içinde kalmayınız!
Namazın sünnetleri değil, abdesttin sünnetleri değiiiil!
“Neymiş Cenâb-ı Peygamberin sünnetleri?”
Erken kalkar erken yatarmış.
Helâl rızık yermiş.
Yerde otururmuş.
Ağzını yıkarmış.
Yalan söylemezmiş.
Hased etmezmiş.
Dedikodu yapmazmış.
Hergün yıkanırmış.
Fakirlere yardım edermiş.
Kahkaha ile gülmezmiş, tebessüm edermiş.
Yalanı yok, dolanı yok.
Faziletli, herkese elini uzatırmış!
İşte sünnet bu! Sünnet bu!
Rahmetenlil âlemin kadrosuna, torbasına giren neyi varsa sünnet o! “Efendim namaz? Abdest alırken? Aldım!”
Yıkadı.
“Heaaaa. Yıkadı, şöyle şöyle şöyle üç defa yapmamış!”
Yapmamış ne olmuş. Ne olmuş. Abdest aldı mı bu herif aldı.
“Niçin?”
Allah’ın huzuruna gitmek için. Oldu.
“Yok efendim şurası şöyle oldu da şurası şöyle oldu!”
İmam efendi fırçalanıncaya kadar abdest alıyor.
O abdesti mükemmel aldı mı sen korkma peşinde, hep mesûliyet onun üzerinde.
Baksana kırk senedir ne hale gelmiş zavallı adam, bembeyaz olmuş.
Bi de utanmadan onun arkasında ondan evvel secdeye gidiyor herif.
Sen abdestini yarım bile alsan imam efendi merak etme.
Orada öyle bir insan korkar ki.
Öyle bir korkar ki fırçayınan yıkar üstünü.
Onun abdesti kuvvetle oldu mu arkasına sığınıyorsun hiç sesini çıkarma onunan kıl!
Zaten o senin yerine.
Bedava namaz kılmak oğlum, bedava namaz kılmak!
Bedava namaz kıldığın halde bir de ondan evvel taklak çevirmektedir.
Bütün bıraktı melâke-yi kiram geldi seni aldı, götürdü.
Ondan evvel secdeye gittin.
Bırakın bunu yav!
Bırakın bunu aziz cemaat, bırakın bunu!..


KELİMELER:

Münafık: İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr. Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden. Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan.
Hassa: (C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat. Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni.
Fetvâ: Bir hâdise, bir muâmele hakkındaki hükm-ü şer'îyi ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen mâlumat, bilgi.
İntiba: Görüş ve anlayış. Kalb ve ruhta hâsıl olan te'sir. Matbu' olmak, tab' olmak, basılmak
Musavî: Eşit.
Hebâen mensura: Boşuna olarak. Faydasız yere dağılmış.
Tenzih: Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek. Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
Vaki’: Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan. Geçmiş olan, geçen.
Münezzeh: (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.
Riba: Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir. Faiz. Muamelede meşru miktardan tecavüz. Bir şeyin artması, çoğalması. Verilen borç para veya mal karşılığında kâr isteyip zarara ortak olmamak suretiyle hâsıl olan haram kazanç. (Bak: Faiz)
Mecburi: Zora tutulma. Mecburluk.
Ye’d: El. Mc: Kuvvet, kudret, güç. Yardım. Vasıta. Mülk.
Maazallah: Allaha sığındık. Allah korusun.
Mesûliyyet: Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş.


ÂYETLER:

فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ

الَّذِينَ هُمْ عَن صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ

الَّذِينَ هُمْ يُرَاؤُونَ

وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ

Resim--- “Fe veylün lil müsallin Ellezine hüm an salatihim sahun Ellezine hüm yüraun Ve yemneunel maun: Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı! O dur ki işte iter yetîmi Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki” (Mâûn Sûresi, 107/4-7)

Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Haziran Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

CENÂB-ı-AŞK
Tarih: 05.06.2009 Saat: 16:21 Gönderen: kulihvani

Resim

CENÂB-ı-AŞK

Nurten

Gönül Kâbeme girdin gireli, Kiblegâhım Huzur un oldu.
Ah.. nerelerde aramadım ki SENİ?, kaç gecem uykusuz geçti..
Mânâ ve Hikmet aradım, çileli Çöl Yollarında.
Ayrılık Od uyla yandım, Canım dudaklarımın ucunda.
Ruhumla Raks a daldım, Yedi Gökte, Semâ da.
Bir çift Gözde aradım SENİ, yana yakıla hasret sancısıyla.
Seller misali dolup taştım, Daglara çıkıp yere göge haykırdım
Kendi Aks-i Sedâ ma hayran kaldım..

Velhasıl İSA Nefesin soluyup, Diriden el aldım..
Dikenler arasına Güllerimi sakladım.
Aşıkânın Gönlünden Âb-ı Hayatt içtim, içtikçe kanamadım..
Yusuf a döndüm Kenan illerinde, kokum geldi Ben den içre Benden, duyuldu taa Medine den

Aşk Tezgâhında dokundum Nur ipiyle ilmek ilmek..
Esmâ Elbisesin giyindim, tüm renklere bürünerek
CEM-ÂLİ-mi seyrettim

CENÂB-I- AŞK GÖRÜNEREK.....
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Haziran Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

PIRILTILAR
Tarih: 10.06.2009 Saat: 02:56 Gönderen: kulihvani

Resim

PIRILTILAR

dostemin

- Ancak her şeyi bilen her şeyi bilir…
- Bazı sûre başlarındaki “ hurûf-u mukatta” âyetler zâhir ilimlerden bildiğimiz “ π ” veya “ e “ sayıları gibi ledünnî bir ifade olabilir mi? Anlamaya irfan gerek…
- Her konu her mecliste görüşülmez, meyhânede ilahi, câmide de türkü söylenmez!..
- Algılama ve anlamanın sınırları vardır ki herkese göre değişir, hikmetini Yaratan bilir… Bir köpek havlıyor, bir kuş ötüyor, yanardağ püskürüyor, bir yıldız kayıyor v.d.. Bunların hikmetini anlayamıyorsun, senin algı sınırlarının dışında çünkü. Sonsuz oluşumlardan da hiç haberin yok. Ama her oluşum birbiriyle ilintilidir ve hikmet hikmet içindedir, her oluşta bir gizli hikmet vardır, bunu bil yeter!..

- Namaz sonunda tesbih çekiyoruz. Bir keresinde tefekkür ettim; Subhanallah eksiksiz, noksansız her şeyi yaratan her şeye malik olan yani akla gelen gelmeyen her çeşit eşya ve kavram O’ndan… Elhamdülillah derken ürperdim, bu çeşitlilik içinde beni yarattıklarının en şereflisi olarak halk ettiğini düşünüp Yüce Rabbime sonsuz hamd ederim diyerek minnet duydum… Yaratılan her nesneyi benim önüme serdi ve bana akıl ile iradeyi lutfetti, dahası “hilafetini” bahşetti… Hiç yaratılanla Yaratan kıyaslanabilir mi? Asla… Ürperdim titredim en büyük ve tek büyük O’dur… Ohalde gönülden ihlasla söyleyelim yürekten Allahuekber , ve tesbihim bir anlam kazandı, kulluğum bilinçle dile geldi…
- Allah sana yȃr ise dünya sana kȃr olur,
Dünya malı yȃr ise ahret sana dar olur…
- Düşündüm; insanlık tarihinde zaman içindeki birikimlerle bilgi düzeyimiz gelişmekte ve olgunlaşmakta, önceki “doğru”lar zamanla değişebilmekteler. Zâhir ilimlerdeki gelişmelerle bugün daha önce bilinemeyen veya yanlış bilinenler, değişmekte ve daha doğru olana ulaşılmaktadır. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi v.d. ilimlerde deneylerle “doğru”ya yaklaşmak zamana koşut olarak artmaktadır. Bir çok somut örnek verilebilir. Aklıma gelen bir örnek geçen yüzyılda zararlı görülmeyen sigara bugün ölümcül bir zararlı olarak biliniyor… Zâhir ilimlerdeki evrimsel gelişmeler, benzer şekilde, soyut alanda özellikle din anlayışı ve “doğru”larının da irdelenmesini düşündürüyor. Din konusunda insanoğlu kadar eski inanç sistemleri dinler tarihinde anlatılmaktadır. Tarih boyunca insan evrim geçirmekte, aklını kullanabilmek ve deneylerden sonuç çıkarmakta giderek gelişmektedir. Yani beşer denen canlı türünden aklını öne çıkaran “insan” olmaktadır. Semavî dinler işte bu aklını kullanabilen insanlar için yaratıcı Yüce Allah tarafından peygamberler vasıtasıyla gönderilmiştir. Zaman içinde basit din kuralları en mükemmel olan İslamî değerlerle kemâle erdirilmiştir. Dini “doğru”lar Kur’ân-ı Kerimde zikredilmiş ve Hz. Muhammed (sav) tarafından hayatta örneklendirilmiştir.
Sonuç olarak zâhir ilimlerdeki en son bilgiler en doğru bilgiler olmaktadır. Benzer olarak din konusunda da en son peygamber
(Hatem-ül Enbiyâ) en doğru din kurallarını Allah (cc) adına getirmiş ve uygulamıştır. Bize düşen “doğru” yoldan ayrılmamaktır…
En doğrusunu Allah(cc) bilir…

Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Haziran Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

KİME MİNNET EDEYİM
Tarih: 14.06.2009 Saat: 11:11 Gönderen: kulihvani

gulsumyuksel bildirdi: "

BU GÜN YAŞATTIĞINIZ TARİFİME SIĞMAZ ANLARI

NURLU AYDINLIK MANEVİYAT DOLU HEYECANLARI

YALNIZLIĞIMI PAYLAŞTIĞIM, CANIMDAKİ CANLARI

KİMDEN BİLİP KİME MİNNET EDEYİM?

SEBEB OLANLARDAN ALLAH EBEDİYEN RAZI OLSUN

HAYY DOST KUL İHVANİ NE GÜZEL DOST NE GÜZEL BİR HAK ÇEŞMESİ

NE BAHTİYARLIK SEVGİ SUYUNUZDAN İÇMESİ

DİLERİM BU HAYRATINIZ OLAN MUHAMMEDİNUR DAN TÜM GÖNÜLLER DOYA DOYA İÇERLER

DAHA NE DİYEYİM SÖZ BURADA BİTER MALUMUNA HALİMİZ AYAN BEYAN..........


"
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Haziran Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

MANEVÎ DOKU
Tarih: 21.06.2009 Saat: 10:09 Gönderen: kulihvani

Resim

ALLAH DOSTU
Münir DERMAN (ks)


MANEVÎ DOKU

Bedava namaz kıldığın halde bide ondan evvel taklak çevirmektedir.
Bütün bıraktı melaike-i kiram geldi seni aldı, götürdü.
Ondan evvel secdeye gittin!
Bırakın bunu yav!
Bırakın bunu aziz cemaat, bırakın bunu!
Onun için aziz cemaat manevî âlemde seyre çıkmak isteyenler, fazilete kavuşmak arzusunda olanlar,
Rasuli Ekreme yanaşmak kaygusunun çilesinde olanlar, koku, renk, temizlik, billurlaşmak, nurlaşmak isteyenler, hangi yolu ararlarsa arasınlar.
Hangi kitabı okurlarsa okusunlar.
Hangi büyüğe, yaşlıya sorarsa sorsunlar.
Hangi hocaya sorarsa sorsunlar.
Evvela onlara: “Nefsini kır, nefsini terbiye et, riyazat yap, çileye gir,
Mürşid bul!” gibi bir çok nasihat ve tavsiyelerde bulunurlar.
“Efendim mürşid ara kendine!”
“Eee nerde bu be ya, bulalım!..”

Bu iş ilim ile gafleti arasında dolaştığından halledilememiş görülür.
İnsanın ilmi ile gafleti arasında dolaştığından halledilememiş.
Halbuki bu evvelden halledilmiiiiş yolları bulunmuştur.
Nefsini kırmak için.
Bir hadis-i peygamberi de diyor ki: “Cennet nefsin sevmediği şeylerle çevrilmiştir.”
Cennet demek, huri, gılman, bilmem kaymaklı baklava, kızarmış tavuklar bunlar değil oğlum, bunlar değil!
Allah’ın rızasına kavuşmak.
Sen saraya girdikten sonra ne yiyeceğim diye kapıcıya söylenmez. Padişahın evinde herhalde senin eline kuru ekmek vermezler.
Edepli ol!
Cennet, manevî olğunluğun, rızaya kavuşmuşun huzur ve makamıdır.
Sara-yı İlahîyeye gittiğin zaman yatacağın odadır senin cennet.
Koskaca Allah’ın Sarayı sen boş, bizim evlerimiz gibi bir kenevirinen bir tane kilimli mi zannediyorsun?
Hapishânesine bile, bi tanesine bile, cehennemine bile gitsen orda da güzel halılar vardır.
Halı ama kızgın halı.
Çatal, yemek verecekse çatalı kızgın çatal.
Bu yanki soğuk çatal.
Suyu buzlu, öteki bir tecellî bu taraftaki sıcak su.
Allah’ın ikramı her yerde ikramdır.
Manevî tekâmül pek az kimse son noktasına ulaşır.
Dokuların muayyen bir duruma gelmesi lâzımdır.
Ne demek bu?
Mürşid bulabilmek için, insan kendini temizleyebilmesi için insanların etinin dokuları.
Nasıl ki bu elbisenin dokuları, lifleri vardır.
İnsanların da etlerini, kemiklerini işleyen: “ Hakemen nuzicet biyedihi hakemet sümmen tenzilet bin müntezidiyn. Febidat fesidat ve bumin aracat febuk tesidil ve bumin aracat”
Hakemen nuzicet; o ne. Hakemen nuzicet biyedini hakemet: O ne büyük nefistir ki, biyedini hakemet: kudretli bir el tarafından dokunmuş, öldürülmüş.
“Hakemen nuzicet biyedihi hakemet sümmen tenzilet bin müntezidiyn. Febidat fesidat ve bumin aracat febuk tesidil ve bumin aracat” bunun sonuna baktığınız zamaaaan başını görürsünüz.
Başını baktığınız zaman sonunu görürsünüz.
Bu insandır işte, bu insandır.
Onun için Allah’ın dokuduğu şu kemik, hücre, kan ne varsa hepisi doku.
Bu dokuların muayyen bir duruma gelmesi lâzımdır ki olgunluğa vasıl olabile insan.
Nasıl ki çocuk tekâmüle geliyor.
Büyüdüğü zaman bulüğa, ondan sonra her şey farz oluyor insana.
Muayyen bir hadde geldikten sonra çocuğa yemek verebiliyorsunuz. Ondan evvel midesi almaz.
Dişleri olacak, şu olacak.
O halde dokuların muayyen bir olgunluğa gelmesi lâzım.
Hastalandın, midesinde yara var adamın.
“Şunu, şunu, şunu, şunu yemeyeceksin, iyi olabilmen için!”
Hakiki manevî olgunluğa mazhar olabilmek içinde dokuların muayyen bir raddeye gelmesi lâzımdır.
Bunun için de muayyen gıdaları almayacaksın.
Nefsin kırmak hikayesini anlatıyoruz haaa!.
Muayyen gıdaları almayacaksın!
Bütün duyguların ve zekânın pürüzlerden kurtularak berrak bir hale gelmesi lâzımdır.
Nasıl ki alkol alanın kafası bulaşmağa başlar.
Fasulye yiyenin midesinde şişler gazlar oluşur.
Biber yiyenin midesi, basur memeleri fışkırır.
Fazla biberli, şunlu bunlu yiyenin böbrekleri bozulursa;
Dumanlı yerde bulunanın gözleri nasıl kan çanağına gelirse, biber yiyenin nasıl ağzı yanarsa.
Ateşe sokanın eli nasıl yanarsa, soğukta kalan nasıl titrerse, insanın vücudundaki de bunları yapmadıktan sonra manevî olgunluğa vasıl olamaz.
Onun için Cenâb-ı Peygamber: “Cennet nefsin sevmediği şeylerle çevrilmiştir”
Nefsin sevdiği şeyi istemeyeceksin!
Nedir efendim nefs? Şimdi.
Efendim benim beş yüz bin lira param olsa, büyük bir apartumanım olsa, yatım olsa, otomobilim olsa, uşaklarım olsa, çiftliğim olsa, güzel cariyeler bilmem efendim hanımlarım-manımlarım, başıboş olsam.
Namaz nedir?
Yalancılık, fazilet nedir?
Onu ona soksam onu ona ahaaaa ne güzel işte!
Sevmeyen var mı parayı?
Sevmeyen var mı şunu, bunu?
Zaten bunları sevmiş olmasa insan dünyada mânâ kalmaz.
Onun için nefsin sevdiği şeylerle çevrilmiştir cennet.
O halkayı kır içeriye gir.
Daha pek iyi bilemediğimiz bir çok şartların sağlanması sayesinde mümkündür.
İlahî Lütuf dediğimiz, Allah’ın bir lütfudur, bir hediyesidir dediğimiz “cemiyet kanunlarında psikolojik şartın mühim rolü vardır” derler.
Nedir?
Ameliyat yapacaksın.
“Ne oluyor amuca?”
“Midende kanser var kesip alacağız”
“Aman Yâ Rabbî!”
Sen duymayacaksın etme amca.
Ya ölürsem onun yüzünden.
Hacı Efendi, geçende bir tane yaptık.
Aldık midesini kurtuldu yatıyor daha.
Şey yapalım diyor Hacı Amca.
Eee dedi “doktor bey ya” dedi.
Yası-ması yok ya sen duymayacaksın bayıltacağız seni.
Eee niye korkuyorsun. Neden korkuyorsun. Ölümden mi?
Yooo dedi. Ölürsek ölürüz.
Hele hele eee işte oradan korkuyorsun.
Onu niye doğru söylemiyorsun.
Hee heee heee.
Hele hele yatırdım masaya.
Bayıltmadan evvel ayakları-mayakları bağladım.
Hacı amca ne haber.
Başladı okuyama.
Sen okumayı bırak ben okuyacağım, diyeceğim şimdi. Sen değil.
Kaldıracağım seni. Ama belli olmaz belki de ölürsün dedim.
“Ama etme yahu.”
Öyle düşünürsen geberirsin.
İnsan kritik devre geldi mi: “Hocam ölür müyüm”.
Ölümden korkmak, hemen kafasının içindeki hazineden bir hesabı vardır açılır onun.
Ulan bu hesabı daha ben edepsizlikleri kapayamadım. Ne olacağım!” demektir.
Ölümden bundan korkar insan.
Hesabı temiz olan.
Ölüm zaten oğlum kalıp değiştirmektir.
Şudur, cesedin ve ruhun diyecek ki: “Ben bu cesette artık oturamam.
Ben bu evden çıkacağım.
Çünkü mahalle doldu edepsizlerinen eeee bide şurda bir umumi hela açtılar.
Pencereyi açamıyorum. Pis koku geliyor!”
Ev değiştirmektir ölüm.
“Evet öyle!” diyorsunuz ama ha biraz sonra öleceğiz desek: “Aman ulan dur bir eve haber vereyim!” dersiniz.
Psikolojik şartın mühim rolü vardır.
İşte hanı deriz ya: “Allah şifâ versin hastalara. Allah şifâ!”
İşte ihsan eden lafzı Allah şifa.
İhsan eder lafzı psikolojik şarttır.
“Korkma amca sen.”
Yok canım.
“Hiç bir şey duymayacaksın.”
Halbuki herif bağıracak odada.
Hiç temim işte onun ruhiyatını kandıracaksın.
Bu psikolojik şarta girdi mi insan.
İhsanı İlahîdir işte onlar.
İşte dokularını bu hale getirmek lâzım.
Ameliyat olacağın bir iki gün evvelden midesini yıkarsın, müsil verirsin, temiz olur mide.
Midesini açtığın zaman yemeklerle karşılaşmayasın.
Onun için madde ruhtan dolayı âşikâr, ruh madde yüzünden zâhir olmuştur.
Ne demek bu?
Madde şu et, et ruhdan dolayı âşikârdır, canlı olduğumuzdan için âşikârdır.
Yoksa canlı olmazsak toprak olurduk.
Ruh, madde yüzünden zâhir olmuştur.
Cesedimiz olmayaydı ruhumuz buraya girmezdi.
Ruhsuz madde olmaz.
Maddesiz de ruh bilinmez, görünmez, tanınmaz.
O halde madde elimiznen tuttuğumuz madde, vahdetin bu kesret âleminde başı, sonu olmayan yüzüne karşı tutulmuş bir ayna gibidir.
Onun için büyüğün biri demiş: “Ben bir katrayım fakat bende umman gizlidir!” hikaye bu.

Kâmil insan işte bu raddeye gelmiştir.
Nefsini bilmek kâmil insana mahsusdur.
“Aradığın kendindedir” sırrına varmıştır.
Onun için: “Nefsini bilen Allah’ını bilmiştir!” diyor Cenâb-ı Peygamber Sallallahu Aleyhi Vessellem Efendimiz Hazretleri.
Allah sana senden daha yakındır. Şah damarından daha yakîn.
Bunu kendi bildiriyor, ben söylemiyorum.
“Ben diyor şah damarınızdan daha yakinim size!” Cenâb-ı Allah söylüyor.
O halde “Allah nerededir?” diye ondan nişan aramaktan utanç duymak lâzımdır. Utanmak lâzımdır.
Utanç duyduğun dakikada Allahı bulursun işte.
Her gözü olan bunu görür ama neyi görmekte olduklarını bilmediğimizden göremeyiz.
Görülen her şeyi Allahın tekliğinden başka bir şey değildir.
Ama neyi gördüklerini bilemediklerinden zevk alamıyoruz.
Yakın yakın, yakın. Kim?
Yakın denilen şey Hakke’l Yakîn Allahtır, Allah, Allah!
Sende sana yakin gelinceye kadar sende, hepimizde, “Allah bize yakîn gelinceye kadar Rabbına ibadet et.”
Yani ne demek bu?
Kendi kendimize yaklaşalım ağam, kendi kendimize.
Şah damarımızdan daha yakîn.
Şah damarımızdan daha yakin olana yanaşabilmek için onun için Cenâb-ı Peygamber diyor: “ Benim sünnetimi bırakan Benim ümmetimden değildir.”
“Sünneti neyimiş?”
Yalan söylememek, faziletli olmak, Hased etmemek.
Mideye haram sokmamak.
Kimsenin aleyhinde, peşinden konuşmamak.
Ulu’l- Emre itaat etmek.
Herkesi sevebilmek, asıl mesele bu.
Her insanın en çirkin, en edepsiz insanın bile sevilecek başka tadı vardır. Onu bulmağa çalışın!
İnsanlar, Paşa, Vali, Meb’us, Senatör, Doktor, Avukat, zengin, şu bu, paspasçı, yahut efendim çöpçü doğmazlar.
Hepisi aynı doğarlar.
Dünyada onlara verilen rütbelerdir bunlar..
Bu iş, içten içe bir sonsuzlukla saklıdır.
İçinden çıkmak çok güç bir iştir.
Onun için insanı müteâlâ etmek için iki yönden müteâlâ edilebilir.
Biri; cesedi, okkaya gelen, tartıma gelen, aynada görünen, tutulan, cismanî, dış görünüşü, maddî hali. Bu hususta herkes eşittir.
Senin de iki kulağın var, benim de onun da.
Bizim de, hepimiz aynı.
Kalbimiz sol tarafımızda. İki tane böbreğimiz var. İşte iki.
Efendim bazen de şimdi biri itiraz eder.
Felanca gazetede gördüm, birinin dört tane var.
Eeee insanlar içinde hayvaniyet timsali olarak misaller vardır.
İnsanların da hayvanat bahçesi vardır, orada o da bulunsun.
Bunlarnan uğraşmayın.

Bi de ruhanî tarafı vardır insanın.
Dış kalıbın ötekisindeki halı.
Oradaki hususî bir hal başlar orada.
Orası senen benim gözüm bir, kulağımız bir, sen Paşasın Tüm general. Ben de teğmenim. Arada fark var.
Sen hacısın, ben değilim.
Şimdi sen oruçlusun, ben oruçlu değilim.
Sen atmış senedir namaz kılıyorsunuz, ben on senedir namaz kılıyorum.
O her gün gün aşırı bir gün oruç tutuyor, bir gün oruç tutmuyor, ben Ramazandan ramazana tutuyorum.
Mertebe değişiyor.
“Âlimin uykusu, cahilin ettiği ibadetten hayırlıdır” diyor.
“Âlimin uykusu cahilin ettiği ibadetten hayırlıdır.”
Ne demek yav?
Ben şimdi mesela âlim değilim ya, size nazaran bir iki kitap okumuşum.
Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler.
Biz Abdurrahman Çelebi olalım.
Ben uyacağım, ehe “hırı, hurru, harı hurru” bunu hesap edecekler.
Benim uyumam, şurdaki bilmem ne efendimin namazından hayırlıymış böyle saçma iş olur mu yav.
Gece yemek yiyeceğim ben midem dolacak hırrı harı, hırı.
Neyimiş âlim efendi uyuyor, hırıltısı ibadet oluyor.
Öteki adam, çöpçü Mehmet Efendi kalkmış namaz kılıyor, onunki değil.
Yok öyle iş yok!
Peki bu hadis ne?
Hadis bu: “Âlimin uykusu cahilin ettiği ibadetinden hayırlıdır.”
O halde deminki o namaz kılan herif kıldı gitti. Onun ibadeti.
Demek ki ben uyusam, yahut İmam Efendi uyusa bizim uykumuz ondan daha iyi.
Bizim hesabımıza geçiyor onun nakıs nakıs çetelesine berbat geçiyor, bu hadise göre.
Buradaki âlim ağam: “tevhid nuru ile içini nur eden, sonra da harfsiz, sözsüz sır diliyile ile tevhid esmasına devam eden zât” demektir.
Asıl insan budur.
Burdaki âlim o ilmihali bilip, bilmem efendim, geldi Tekke Câmisi’nde vaaz etti.
Bilmem efendim Kurşunlu da şurada burada .
Yooo yooo yooo!
Bu âlim değil oğlum!

Onun için Cenâb-ı Allah hadis-i kudsîde buyuruyor ki:
“El insane sırrî ve ene sırra”
“Ben insanın sırrıyım, İnsan da Benim sırrım!” diyor.
El insane sırrı.
İnsan öyle bir sırlı bir şey yarattım ki Ben sırdır bunu kimse anlayamaz, bir âlet.
El insane sırrî; insan Benim sırrımdır.
Sırrî, Benim sırrım.
Ve ene sırra; Bende onun sırrıyım.
İnsanı kimse anlayamadığı gibi, Beni de kimse anlayamaz.
İnsanda Beni anlayamaz. İkimiz sır yaratıldık.
Ne o Beni anlıyor. Beni bilemez. Fakat Benim sırrımdır o.
Sırrı olduğu için yan yana şah damarından daha yakın sana.

“Bâtın ilmi sırlarımdan bir sırdır”. Yine hadis-i kudsî
“Onu kullarımın kalbine koydum. Benden gayrı o hali bilen olmaz!” diyor Cenâb-ı Allah.
Bir hadiste de diyor ki: “Kulumun zannına göreyim, Beni aradığı an onunlayım. İçinden anarsa Zât’ımda anarım onu!” diyor. “Bir topluluk içinde anarsa daha hayırlı bir cemaat içinde anarım!” diyor kulumu.
Bunların hepisi tefekkürî ilmidir.
Onun için bir hadisi kudsî de diyor ki: “Bir anlık tefekkür bir yıllık ibadetten hayırlıdır!”
Ne demek burdaki tefekkür? Bir anlık.
Semâya bak: “Subhanallah. Bu ne yav. Milyonlarca sene gidiyor. Işık senesi de sonu gelmiyor!”
Tefekkür Allahı şeydir.
İşte bir anlık tefekkür bir yıllık ibadetten hayırlıdır Cenâb-ı peygamber.

İkinci hadiste: “Bir anlık tefekkür bir yıllık ibadetten!”
Bir an için: “Aman Ya Rabbî Subhanallah!”
Onun için Cenâb-ı Peygamber her gün göğe bakarmış: “Subhanallahulâzim Ya Hayyum Ya Kayyum!” dermiş.
İşte bu an. Bir anlık tefekkür bir yıllık ibadetten ibarettir.
Şu lakırtıyı söylemektir.
“Subhanallahulazim Ya Hayyum! Ya Kayyum!”
Göğe, bir yere, maviliğe dik gözünü söyle bu lakırtıyı.
“Bir anlık bunu söylemek, bir yıllık ibadet hayırlıdır” diyor Cenâb-ı Peygamber söylüyor!
Ben söylemiyorum, Victor Hugo söylemiyor, Götenin sözü değil, Piscardın sözü değil bu.
Rasulullahu Sallallahu Aleyhi Vessellemin hadisi.
İkinci hadis: “Bir anlık tefekkür yetmiş yıllık ibadetten hayırlıdır!” diyor. Birincisi: “Bir anlık tefekkür bir yıllık ibadetten hayırlıdır!” diyor.
Yani semâya bakıp: “Subhanallahulâzim Ya Hayyum Ya Kayyum!”
“Bu nedir Ya Rabbî aklım almıyor?”
Acz içinde olmak.
Şunu abdestli iken şöyle bir an işte bir an hııh deyinceye kadar.
Bir yıllık ibadetten hayırlıdır diyor Cenâb-ı Peygamber.
İkinci hadiste: “Bir anlık tefekkür yetmiş yıl ibadetten hayırlıdır” diyor.

Üçünçü bir hadiste: “Bir anlık bir tefekkür bin yıllık ibadetten hayırlıdır!” diyor.
“Lâ havle velâ kuvvete illa billahîl aliyyülâzım!”
Bir anlık tefekkür aziz cemaat iyi hıfzediniz lütfen,
“Bir anlık tefekkür bir yıllık ibadetten hayırlıdır.”
“Bir anlık tefekkür yetmiş yıllık ibadeten hayırlıdır.”
“Bir anlık tefekkür bin yıllık ibadetten hayırlıdır” buyurur Cenâb-ı Allah üç hadiste.
Hepisi bir ANlık.
Biri bir yıllık, biri yetmiş yıllık, biri bin yıllık ibadetten.
Ulan bu ne güzel iş.
Haaaaa şimdi bunları izâh edelim.
Bir kimse bazı hikmet taşıyan işleri düşünür, onun bir parçasından bir çok parçalar olduğunu onlardan da dahi ince şeyler hüsule geldiğini düşünürse, buna tefekkür derler.
Şöyle bir bakıp cık cık.
Giderken şöyle baktık ki bir küçücük bir kurtcuknan.
“Allah Allah toz kadar yav! Yemyeşil bir şey, parlak!
Sekiz tane bir tarafta ayağı var, sekiz tane bir tarafta.
Allah Allah! Bunun ayakları var, mafsalları var, gözü var, kulağı var, burnu var, gidiyor. Şöyle tükürüknen tutmağa gelmez ölecek!..”
İşte bu bir nevi tefekkürdür bu.
“Ya Rabbî bunun mafsalı var, ayağı var, parmağı var. Sinir gidiyor oraya kan gidiyor. Ayaklarını yürütüyor. Gözü var. Kulağı var. Onun kalbi var. beeee. İşliyor. Kulağının içindeki bütün teferruatlar var, akıl almıyor!”
İşte buna tefekkür derler.
İşte bu tefekkür bir yıllık ibadete bedeldir anlaşıldı mı?
Bir yıllık ibadete bedeldir.
Anlıyoruz değil mi anlamamak.
Anlayın ki ikincisinde daha berbat olacağız.
Üçüncüsünde aklımız kaçacak!
Bi daha anlatayım!..
“Nedir bu amuca bu şeyler, darı tanesi gibi?”
“Oğlum bunlar şey böceği. İpek böceği.”
“Nedir bu yav bu?”
“Senin nene gerek.”
Amuca almış tut yapraklarını koymuş, bunları koymuş üzerine her gün gidiyor.
Bende gelip bakıyorum. Ne olacak hanı amuca?
Yok canım bunlar darı. Oğlum bekle.
Üçüncü günü baktık ki darılar açılmağa başladı.
Vay anasına! İçinden bir şey çıktı birden.
Beyazım tırak, git gide ikinci gün yeşillendi, uzadı uzadı.
Üçüncü gün dedi ki: “Amuca bunlar nerden?”
“Oğlum deminkiler.”
“Yok canım sen!”
“Yok Vallahî deminkiler. O iki gün evvel gördüğün.”
Baktık ki dutun üzerinde yürüyor hem de delerek yürüyor.
Bir de dallar mallar baktık ki bu böcekler hepisi şöyle tırtıllı şeyler oldu.
Nah bu kadar, yem yeşil.
Bir gün de baktık. Cıııık.
“Ne yapıyor bunlar?”
“Zikrediyorlar!”
Ağzından bir iplik: “Allah! Allah! Allah! Allah!” derken derken derken, derken bembeyaz kozalar oldu…


KELİMELER:


Karta: Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey.
Umman: Büyük deniz. Okyanus. * Hindistan ile Arabistan arasındaki büyük deniz.
Yakîn: Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez.
Ayn-el yakîn: Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi)
Sünnet: Kanun, yol, âdet. * Siret-i hasene. * Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet'e Farz-ı Nebevî de denir.
Ulu’l- Emr: İdareceiler.
Meb’us: Gönderilen. Ba's edilen. * Halk arasından seçilerek Millet Meclisine âzâ edilen. * Allah tarafından gönderilmiş olan. * Öldükten sonra diriltilen.
Müteâlâ: İnceleme.
Tefekkür: Fikretmek. Düşünmek. Fikri harekete getirmek
Kayyum: Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak
Nevi: Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.
Teferruat: Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Haziran Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

RAĞBET GECEMİZ
Tarih: 26.06.2009 Saat: 00:02 Gönderen: kulihvani

Resim

RAĞBET GECEMİZ

Kul İhvanî

Es Selâm, Resûlullah (sav) e, ailesine ve Biz O’nu duyan ve uyanlara olsun!
Regaib Gecemiz Nur-u Mim’le gönül gündüzlerimiz ve bereket bağlarımız olsun inşâallah!..
İslam Âlemine BİZlik dirliği ve diriliği getirsin İnşâallah…

Çok önemli ve 3 aylarımızın Rahmet Kapısı bu zaman dilimimizle ilgili çok güzel bilgiler verdi kardeşlerimiz sitemizde Allah’ımız razı olsun.
Ruhu şâd olsun Münir Hoca’mızın tâbiriyle bir iki lakırtı da bendeniz edeyim dedim.
Bakalım gaib gönül penceremden nasıl gözükmekte…


Regaib : (Ragibe. C.) Çok istenilecek şeyler. Hediye, atiyye. Çok rağbet olunan şeyler. Bol bol ihsan etmek.
Rağbet : (Rağbet) İstek, arzu. İyi sayılmak. Bir şeyi çok iştiyakla istemek. İhlasla dua etmek, teveccüh etmek.


Önümüzde açılan 3 aylarda BİR olan Rabbülâlemin’imizin, Rahmetenlilâlemin BİZ Bulutundan Rahmet Damlalarına gerçek rağbetimiz var hamdolsun..

Arapça uydur-kaydır bir dil değildir.
Gerçi altın, cahil elinde değersiz kâmil elinde değerlidir.
Arapça da, Şirk Dili olduğu gibi Aşk Dili de olmaktadır.
Hak Erenlerin dilleri de bir hoştur.
O zamanlar : “43 yıldır seyyahım dağda bağda!..” diyen Derbendli Deli Hasan Baba bir sözüyle bize bir okul bitirtir de diplomasını kulağımıza küpe diye takardı.
Kur’ân-ı Kerîm BİZ i okuduğunda ancak Kur’âncayı öğrene bilmekmekteyiz inşâallah…
Bu ise Hurufiyatçılık vs olamayıp,
Söz ve Sohbetin Zevk Hazzı olmakta âcizâne gönlümce..

Arapça da her harfin bir gerçek mânâsı vardır Hakkçada..

“Re” Harfi de çok hoştur..


Resûl : Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmiş olan zât. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettirirse, ona Nebi denir. * Haberci. * Huk: Tasarrufta hakkı olmaksızın, birisinin sözünü olduğu gibi bir başkasına bildiren kimse. * Elçi.

Böyle yazar sözlükte..
Re.. Sin.. Lâm..
İçerde “Sall” isale, ulaşım, getirip götürme yolu, sıla bağı..
Dışarıda buna sebeb olan, razı eden ve rıza bulduran, rüyete- görüşe çıkaran Resûliyet “Re” si..

Râci’ de öyle, içerde gelmek olan “câe” ve dışarıda ise bu işlemi gerçekleştirme etki ve yetkisi olan Resûliyet “Re” si..

Regaib ise daha da ilginç…
Re… Gaib…

İçerde “gaib” ki,
Gaib, olduğu hâlde gözükmeyen demektir.
Yitik, kayıp olmuş da aranan değildir..

Kendi kimlik ve kişilik “BEN”imizden tutun da, her şeye muhit iken şahdamarımızdan yakîn Olan ve olduğu hâlde gözükmeyen Rabb’imize kadar nice gayblarımıza Rızalarımızı ulaştırıcı, Rıza buldurucu vesilemiz Regaib gecemiz..

Vahyî Rahmetenlilâlemin Aynamızdan yansıyan, Diri Nakli hazır olduğu hâlde; bilemeyen, bulamayan, olamayan ve yaşayamayan Aklımızın çok rağbet ettiği İlahî Hediyeyi, Resûlî Regaibi ve neticede Rızaullah’a nâil oluşu yaşayalım bu gecemizde BİZ BİRlikte dualarımızla İnşâallah …

Nefsimizin Ana Yuvası Sadırlarımızın karanlık labirentleri bu gece şarh olur da biz de Muhammedî İzi izleyerek Rabb’ımıza derhal rağbet edenlerden oluruz bu gecemizde İnşâallah!.. …


أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ
وَوَضَعْنَا عَنكَ وِزْرَكَ
َ
الَّذِي أَنقَضَ ظَهْرَكَ
وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ
فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
فَإِذَا فَرَغْتَ فَانصَبْ
وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ

Resim ---“Elem neşrah leke sadrek. Ve vada''''na ''''anke vizreke. Elleziy enkada zahreke. Ve refa''''na leke zikreke. Feinne me''''al''''usri yüsren. İnne me''''al''''usri yüsren. Feiza ferağte fensab. Ve ila rabbike ferğab : (Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? (2-3) Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Senin şânını yükseltmedik mi? Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul. Ve yalnızca Rabbine rağbet et- (Ancak Rabbine yönel ve yalvar.)” (İnşirah 94/1-8)

Yüce Rabbımız (cc) bu gece BİZe; halis, muhlis, sadık ve âdil Muhammedî Edebe girmeyi nasib etsin İnşâallah!..!

Resûlullah (sav) in BİZe sahib çıkmasını ve BİZim de O’na sahip çıkıp bu çağımızda Sahabeleri olmamızı nâsib buyursun İnşâallah!..

Maddî-manevî göğüslerimizi şarh etsin (Şehâdetullaha uygun hâle getirsin), genişletsin ve Habibî Huzura erdirsin de Hakk’ı Hazır bulalım ve Resûlullah (sav) in şanıyla şereflenelim pâk yüreğinde İnşâallah!..

Zor yolda taşkınlık ve şaşkınlık içinde bocalayan Akıllarımıza, İlâhî ve Muhammedî Nakil kolaylığı Nur-u Mim’i yetiştirsin inşâallah!..

Yüce Rabbımız şu an içlerimizdeki karışıklığı boşaltıp (farig) Resûlullah (sav) ve dolayısıyla Kendisine mansablanmayı nasib etsin inşâallah!..

Ve tıpkı BİZe Öz Örnek Aziz Resûlullah (sav) inki gibi sadece ve sadece Rabbimize rağbet etmeyi bu hususlarda kendisinden razı olmayı ve Bizden de razı olmasını ihsan etsin İnşâallah!..
Dost Dualarımız BİZde BİR olsun İnşâallah!..


Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin Abdike ve Nebîyyike, ve Rasülûke ve Nebîyyi’l-Ümmiyi ve alâ âlihi, ehl-i beytihi vessahbihi ve ümmetihi...


Farig : İşini bitirmiş, boş kalmış, alâkasını kesmiş, rahat, vazgeçmiş, çekilmiş.
Mansab: Mansıb, merci, Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer. Müracaat edilecek yer. Dönülecek yer. Sığınılacak yer. * Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Haziran Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

DİRİ' ler diYÂRına...
Tarih: 26.06.2009 Saat: 04:35 Gönderen: kulihvani

Resim

DİRİ' ler diYÂRına...

Halim KÖK

- Mukadderat… dedim Hocama… Gelemeyeceğim Hocam…
- Dağlarda saz çalmak, türkü söylemek varsa kaderde gelirsin Halimcan… dediydi Hocam…

Ben; “YOK” sanıyordum… VAR’ mış…
Doğruyu bildiğini sanır insan… Ama hayat sık sık bunun tersini anlatır insana…
Doğru nedir… diye sorar insan… hayret eder…

Gerçekten gidiyor muydum !!!
Köyden taşınırken kamyonun arkasındaki halim geldi aklıma…
O zamanda hiç inanamamıştım…
Hayatın cazibesi de bundandır belki… Her şey bildiğimiz gibi değildir…
Ve bu cazibe cezbeder de çeker içe doğru insanı… derinlere daha derinlere…

Lâdikli Ahmet Ağa diyarında kuyunun içine doğru bakışım
Bu içe çekilişimin zahirdeki görüntüsü gibiydi…
Orada hem içten hem dıştan çekiliyordum… derinlere doğru…
Bıraksam akıp giderdim KUYU’ ya… Çok istedim… ama “DUR” diyor akıl…

Resim

Ben dururken… otururken bir koltukta… Durmayan akan giden yollarda…
Aynı düşünceler alır beni…
Bu yüzden şehirlerarası yolculuğu çok severim…
Özellikle geceleri… Işıklar söner…
Derin bir sessizlik içinde… Bir rüyada mıyım… yoksa gerçekten o anda o ıssız dağ başlarında akıp gitmekte miyim…

Düşünür… düşünür… düşünürüm….
Ve isterim ki bu esnada beni lâfa tutan olmasın…
O nedenle otobüse binmeden hep merak ederim yanıma nasıl biri oturacak diye…
Çok ve boş konuşan biri olmasın isterim…

Sanırım bu sefer gerçekten çok içten istedim ki…
Gidiş esnasında otobüste yanımda Japonya’ dan biri vardı…
Gelirken de işitme (dolayısıyla konuşma) engelli biri...

Japon arkadaşı görünce dedim ki kendi kendime;
- Hah tamam… paylaşacağımız bir şey olamaz…
Yine yanılmışım…
Mola sonrasında tekrar koltuğuma döndüğümde baktım ki elindeki bisküvi paketini bana uzatıyor;
- Abi???
- Yok… Teşekkür ederim dedim İngilizce… Barbaros’ un kulakları çınlasın… Hep imrenmiştir benim İngilizceme !!! Kendisi İngiltere’ de yaşadığı halde benim bu konudaki maharetime daima gıpta ile bakmıştır…
Uzatılan bisküvi paketine hayır desem de… Konya’ ya gittiğini öğrendiğim Japon Kardeşim… Oraya varıp ta otobüsten inerken hiç el sürülmemiş bir şekilde bisküviyi bana bırakarak indi arabadan…

O da bana teşekkür etti ama ne için anlamadım… Onun bu halini… bu insanlığını görünce utandım kendimden… Keşke sohbet etseydim dedim Çok mu mesafeli davrandım acaba… Ne kadar bencilce kendi rahatımı düşünmüşüm… İnsem otobüsten bir kucaklasam dedim içimden…

Ama yol devam ediyordu… Ve herkes kendi yolundan gidiyordu…
Nereye gidiyordum?…
Ömrümde ilk defa göreceğim… Gönlümde ise hep tanıdığım bir insanın yanına…

Ne kadar da rahattım… Nasıl karşılanırım… kabul görür müyüm…
Neden aklıma hiç böyle olumsuz bir düşünce gelmiyordu...

Yol yorgunluğu ile sarhoş gibi Aksaray Otogarı’ nda otobüsten indiğimde…
Rüya gibiydi her şey…
“En iyisi gidip bir yüzümü yıkayayım… Belki kendime gelirim…”
Diyerek lavaboya gittim… geldim… Henüz elimdeki çantayı yere bırakmadan;

- Halim Abiii?
- Hakan?

Sarıldık… Yıllardır hasrettik adeta…
Oysa Hakan’ ı da ilk görüşümdü…

Şaşkın şaşkın… yollar akıp geçti…
Baktım bir evin önünde durduk…

Neden içimde hiç telaş yok… merak yok… nasıl bir manzarayla karşılaşacağım diye…
Sanki kendi evime gelir gibi rahatım…

Merdivenlerden yukarı doğru çıkarken biraz sonra… o an orada olmamın nedeni olan… Hocam Kulihvani’ yi görecektim…
Acaba düşündüğüm gibi miydi…

Nasıl düşünüyordum ki…
Yabancı gibi olmasın diye düşünüyordum…
Oysa yabancı diye bildiğim Japon Kardeşim bana yabancı konusundaki düşüncemin de yanlış olduğunu göstermişti… Belki de yabancı olan ancak insanın kendisiydi…

Hocam yabancı olamazdı… Değildi de zaten… Evimde beni bekleyen babam gibiydi… abim gibiydi…dostum arkadaşım gibiydi…
Öylesine tanıdık… öylesine benimsediğim… benden olan… benim gibi olan…

Yabancı olan bendim…
O da bunu anladı ki herhalde yabancılık çekmeyeyim diye bana hiç misafirmişim gibi davranmadı zaten …
Sadece ilk başta; Hoş geldiniz… İyisiniz inşallah… dedi…

Sonra döndü bilgisayarına… çalışıyor…Bir şeyler yazıyor…

Sanki hep orada olan biriymişim gibi… Ya da orada değilmişim de kendisi yalnızmış gibi…

Değil miydim yoksa… hocam kendi başına mıydı şu anda…
Ben bir kameradan falan mı izliyordum olanları…

Yok… öyle değildi…
Barbaros Can geldi biraz sonra… Gariban Kardeşimiz… Gurbetteki muHABBEt Kuşumuz..
Bir girdi kapıdan… Neredeyse başı kapıya değecek…

Ben onu hayâl penceremde benim boylarımda birisi gibi görmüştüm…
Neredeyse iki katım…

Ben hep derim zaten… Barbaros’ un İngilizcesi yanında benimkinin lafı mı olur canım !!!
Hayy Allah… Tam bir koca bebek… Maşallah… Dışı kocaman bir adam… içi bebek

Hakan Can ise sanki hizmet etmek için var… Görevini yapan bir asker gibi…
Kendini tüketinceye kadar koşan bir koşucu gibi bu yolda…
Ve ancak böyle mutlu olabilecek olan biri gibi…

Biraz sonra Hacı Mahmut Abimiz de geldi…
Bir şaka yapılmış ta çok gülmüş gibi yüzü her zaman… Hep gülümsüyordu…

Bir tek;
Geri dönüş zamanı geldiğinde öyle değildi… Barbaros Canla beni uğurlarken…

- İnsan alıştıra alıştıra gider be kardeşim dedi… hüzünlü bir yüzle

Hacı Mahmut Abimiz… Barbaros Can ve Ben… oturduk…
Hocam Kuran-ı Kerim’ i aldı eline… Bir yandan sesli düşünür gibi… anlatıyor…

Doğru nedir ? diye sormuştum ya…

Hocam burada cevap verdi…

İnsan ne kadar da doğru sanır kendi bildiğini…
Öyle ki kendi gibi bilmeyeni kesin yanılıyor zanneder.

“Ben biliyorum size yolu göstereyim” diyerek rehber olarak arabaya aldığımız
ve daha ilk yol ayrımında;

Dili ; “Dosdoğru”… derken… eliyle sağ tarafı gösteren ve “SAĞdan” diyen Ramazan Amcanın haline şaşar… güler..

Ramazan amca ise… Madem ki bildiğine müşteri yoktur;

Bilemediğim için mahçup oldum size karşı… Ben ineyim arabadan en iyisi der…

- İşte burası seninle yollarımızın ayrıldığı yerdir… dercesine…

Annemiz geldi sonra… çocuklar geldi… Nur-ye Can geldi…
Hepsi birbirinden yakın…

Kahvaltıya buyurun…

Kahvaltımızı yaptık… Şükür duamızı yaptık…

* * *
Hocam yaptığı gezi proğramını anlatıyor…
- Benim kafamda gönlümde böyle şekillendi… Sizler için de uygunsa?
- Çünkü ben kendime verdiğim sözlere karşı sadakatı borç bilirim…

- Hazırsak çıkalım…

Bir baktık yollardayız…

Bir şey var buraların havasında… suyunda…
Seni sana bırakmayan… Tatlı tatlı içine işleyen… hissedilen ama anlatılamayan…
Tatlı bir hüzün gibi…

Benim küçük kızım İrem… Msn ‘ sine ;
“Ölmek istiyorsan… AŞIK ol yeter” yazmış…
Aynı öyle… Benlik ölü gibi… Ama aşkın coşkusu ile gönül öyle diri ki…

Ve DİRİ’ ler diyarında yollardayız…

Arabada;
Hocam, Ben, Gariban Can…arkada…
Önde şoför koltuğunda Hakan Can… Sağında Nur-ye Can…

Hocam;
- Söyle bakalım Halimcan… dedi,
- Ne söyleyim Hocam? Dedim
- Ne istersen söyle… Ama şöyle acılı olsun…aşık işi olsun…

Söyledim;

Selanik içinde selâm okunur
Selâmın sedası bre dostlar cana dokunur.
Gelin olanlara kına yakılır…
Aman ölüm, zalım ölüm… üç gün ara ver…
Al başımdan bu sevdayı götür Yâr’ e ver…

Baktı ki Hocam ben dağılacağım… Kendi bir şeyler mırıldanmaya başladı…

Biraz nefeslendim… sonra bir daha…

Alıştım… yabancılık falan kalmadı bende… Gözlerim boşalınca zaten… Tutarım sandığımı da tutamadığımı anladım…
Zaten buralarda olan şey bu… Seni sana bırakmayan… Dışını yerle bir edip içini dirilten…

Hacı Bektaş Veli Dergahına vardığımızda bunu daha da güçlü bir şekilde hissettim…
Oradaki ruhaniyet… o ilahi cezbe anlatılır gibi değil…


İNCİNSEN DE İNCİTME…

Hararet nar’ dadır sac’ da değildir,
Hakikat baş’ tadır tac’ da değildir,
Her ne arar isen kendinde ara,
Kudüs’ te, Mekke’ de, Hac’ da değildir.


Dualar ettik... fotoğraflar çekildik bol bol…

Balım Sultan Türbesi’ ni gezdik… Zahid Can’ ın kulaklarını çınlattık…

KARA DUT’ un yapraklarından yedik… Tırtıllar gibi…
Ve içimizdeki KELEBEK’ e ulaşmak için dualar ettik…

Sonra şehrin dışında tepe başına kurulan ÇİLEHANE’ ye gittik…


GELİN CANLAR BİR OLALIM

Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır,
Yiyemezsin demedim mi.


diyen Pir Sultan Abdal…

* * *


Eğer bana gel gel olsa yüceden,
Çırpar kanadımı uçar giderim.
İsteğim yok gündüz ile geceden,
Ben bir Mahzuniyim naçar giderim.


Diyen Mahzuni Şerif…

* * *


Dünyaya geldiğim anda,
Yürüdüm aynı zamanda,
İki kapılı bir handa,
Gidiyorum gündüz gece


Diyen Aşık Veysel…

* * *


Sağ yanında bir ceylan…
Sol yanında bir kurt


İle Hacı Bektaş Velimizi gördük…

Delikli taş denilen kayadan ilk önce Hakan Can geçti…
Sonra Gariban Can geçti…
- Hadi bakalım Halim Can sıra sende… Geçebilecek misin bakalım… diyor
Kendisi benim iki katım geçiyor da oradan ben geçemeyeceğim he…
Geçtim tabi… Hocam da geçti…

Bir tek Nur-ye Can… Hanım olmanın verdiği temkinli hareket etmek endişesi ile şansını zorlamadan vazgeçti…

İstemeye istemeye oradan ayrıldık… Avanos, Ürgüp, Göreme…

Tarihi ve turistik yerleri gezdik… Rehberler eşliğinde hayran hayran duvardaki çizimleri inceleyen turist kafilesinin içine daldım… kalabalıkta çekim yaparken…

Geldiğimiz yerdeki ilahi havanın tam zıddına bir ses kolumdan tutarak;
Çekmesene… çekme… ne yapıyorsun… dedi… Belli ki kendini zorladığı halde ancak bu kadar kibar olabiliyordu…
- Dövseydin bari dedim…

Akşamı ettik…
Dönerken arabada Hasan Dağı’ nın başında şapka dediğimiz bulutlar toplanmış.
Adeta;
- Bir de buradaki şahasere baksanıza dercesine… nazlı bir gelin gibi nispet yaparcasına çıkıverdi karşımıza… Bol bol fotoğraflarını çektik… Baktıkça bakası geliyor insanın… Erişilmez bir güzellik ile insanı kendine çekiyor Hasan Dağı…

Akşam Namazı… yemek… çay faslı…
Aşık Cemal’ i dinledik… datlım diyen datlı diliyle
“Leyla Leyla diye yaktın canımı…”

Hocamın şiirleri sohbetleri… Hangi birini anlatmak imkanı var ki bu satırlarda…


Alice Harikalar Diyarı’ nda…

Ertesi gün sabah kahvaltısından hemen sonra çıktık Konya yollarına…
Cuma namazından önce Mevlana Müzesi’ ni gezdik…
Burada da fotoğraf veya film çekmemize izin verilmedi…
Nedenini anlamış değilim…

Sonra biraz dolaştık… Kitapçılara uğradık…
Konya’ nın etli ekmeği meşhurmuş…
Bolu Lokantası da meşhurmuş…
- Namaz sonrası yer bulamazsınız…
dediler… Biz de namaz öncesi gittik…
Zaten bir süre sonra Cuma vakti geldiği için gelen müşterileri geri çeviriyorlardı
- Cuma’ ya gideceğiz… Müşteri kabul edemiyoruz… Namazdan sonra inşallah… diyerek…
Selimiye Camisinin bahçesinde çimlerin üzerinde ancak yer bulabildik Cuma vaktinde…

Mevlana Celaleddin Rumi… Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi…
Konya gezisi…

Sonra çıktık Ladikli Ahmet Ağa’ nın kabri ve evine doğru yollara…

Sohbete daldık arabada… geçtik gittik… yarım saat fazladan….
Geri döndük…

Kabri başında dualar ediyorken ikindi ezanı okunuyordu…

Kabristan’ ın hemen yanındaki camide namaza durduk…

Çıkışta Hocam cemaatten genç birine Ladikli Ahmet Ağa’ nın dolandığı ve kuyusu bulunan yeri soruyordu. Genç adam;
- Tamam ben biliyorum… Sizi götüreyim dedi…
Sonra Ramazan Amcamız çıkageldi…
- Ben de biliyorum… dedi….
Genç Adam;
- Bu daha iyi bilir… O götürsün dedi…
- Eyvallah… dedik…
Ben Hocamla ön koltuğa sıkıştım… Ramazan Amcamız da arka tarafa bindi….
- Nereden gidiyoruz? Diye sorduk…
Ramazan Amcamız eliyle SAĞ’ ı işaret ederek
- Dosdoğru…. SAĞ’ dan diyor…
Hakan Can;
- Doğru mu?... SAĞ dan mı? Derken…
Ramazan Amca;
- Ben bilemedim… mahçup oldum size karşı… En iyisi ben arabadan ineyim… dedi…
Tabi Hocam;
- Yok canım… niye inesin …
Ramazan Amca;
- İyi o zaman… şurdan birine soralım

Sorduğumuz kimseler de Ramazan Amca gibi…Eliyle solu gösteriyor… SAĞ’ dan diyor
- Kaç yıldır bu köydesin Ramazan Emmi? Dedi Hocam…
- 34 yıldır
- Eş, çoluk çocuk?
- Ayrıldık eşten… buralara geldik…
- Nereye üflüyordun Cami çıkışında Ramazan Emmi?
- Anamın babamın mezarı var da burada… Oraya doğru…
Dedim ki;
- Rüzgarı arkana alaydın Ramazan Amca…
Hocam;
- Söyle bir şeyler Ramazan Emmi… diyor
- Ben bilmeeemmm… diyor
- Bilirsin ya… niye bilmeyesin…
- Ben bilmeeemmm

Yolu bilirim diye bizi bulan Ramazan Emmimiz;
- Ben bilmeeemmm… diyor da başka bir şey demiyor…

Sora sora Bağdat bulunurmuş derler… On dakikalık yolu yirmi kişiye sorduk belki…
Bulduk ya şükür…
Zaten köyden bakınca da görünüyor neredeyse… o kadar yakın…

KUYU’ nun başına vardık… Su çektik içtik… dualar ettik…Fotoğraflar çektik bol bol…

Kuyunun içine doğru tuttum fotoğraf makinesını…
Garip şekiller alıyor derinlerdeki su… insanı çekiyor içine doğru sanki…
Ya da usulca… sessizce… başka bir lisandan bir şeyler anlatıyor gibi…
Kaç metre vardı derinliği bilemiyorum ama su yüzeyi 10-15 metre gibiydi… bir o kadar da suyun aşağısı vardı…
Belki daha da derin… Ama o derinlikte suyun yüzüne bir esinti geliyor ki bazen…
Sanki açık denizin dalgalanışı gibi…
Sonra bir ara hareketsiz bir anında bir fotoğraf …
Kuyunun dibinde suya yansıyan kendi fotoğrafımı çektim…
O an çok garipti… Beni kendime çağırır gibi…


Resim

Sonra döndük Ladikli Ahmet Ağamızın köyüne doğru… Yanımızda Ortadoğu ve Balkanların en yetenekli rehberi var… Üç beş kişiye sora sora geldik…

Evini bulduk… Aynı ruhaniyet burada da var… İki rekat namaz kıldık…
Çıktık geldik köy meydanına…
Orada başka bir cami yanında abdest aldık…
Ramazan Amca’ ya doğru yeşil erik uzattı Hocam…
- Yer misin?
- Ben yerim diyerek bisikletli bir çocuk çıkageldi…
Hocam ona da verdi yeşil erikten… Ramazan Emmiye de verdi…
Elinde yeşil erikle fotoğrafını çektim…

Sonra orada bulunan Vakıftan kitap alacağız Ladikli Ahmet Ağa ile ilgili…
Ama kapalı vakıf…

Ramazan Emmi yanıma geldi…
- Bana bir ekmek alsana şurdan… dedi
- Bir ekmek mi? Dedim
- Bir ekmek… dedi
Girdim içeriden bir ekmek aldım eline verdim… Ramazan Emmi;
- Bir ekmek mi aldın? Dedi…
- Evet dedim… Sen bir ekmek demedin mi?
- Yooo dedi… Ben sana üç ekmek dedim…
- İyi dedim… üç olsun…
Girdim iki tane ekmek daha aldım verdim…
- Tamam mı dedim
- Tamam… dedi…
Sarıldı yüzümü öptü… Ayrıldık Ramazan Emmiden…
Ama ben öyle şaşkınım ki… Ramazan Emminin ne dediğini anlamak çok zor…
Sanki her şey bir şaka gibi… İnsanlar ağız birliği etmişçesine…

O günü de öyle akşam ettik… Ve oradan otogara… Dönüş için yarına biletlerimizi alalım Gariban Canla…

Eve döndüğümüzde saat 22:00’ ye yakındı sanırım…
- Benim karnım acıktı dedim…
Girdik mutfağa… Annemiz elime tepsiyi tutuşturdu…
Kocaman tepsi… içi dolu… kapıdan zor geçiyor…
Haydi bakalım dedim… İÇ DENGE DIŞ DÜZEN bu işte…
Dökmeden getirip yerine sağ salim bıraktım…
Dökseydim de zaten herhalde herkes; Allah razı olsun derdi…

Allah hepsinden razı olsun…
Ailemize getirmek için kuyudan aldığımız su orada kaldı…
Hocam diyor ki;
- Gelin kendiniz alın…
Nasıl da SUsamışım… ne etsek…

Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Haziran Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

ummana İSTECERRTU...
Tarih: 29.06.2009 Saat: 20:50 Gönderen: kulihvani

Resim

ummana İSTECERRTU...
Güllale

SU gibi Azîz ol…
SU gibi insan…

SUyu severdim, bilirdim önemini, susuzluğun zorluğunu, suya kanmanın rahatlığını. Temizlenmek için Suya ne denli ihtiyacımız olduğunu…

Sonra Suyun H2O olarak formule edildiğini öğrendim. 2 hidrojen atomu ile 1 oksijen atomunun birleşmesi SU molekülünü oluşturuyordu…

Dünyada su yatakları kurusa ALLAH korusun ne denli bir zorluğa düşeceğimizi…

Geleneksel, çevreci, bilimsel SU kompozisyonları.
Su ile ilgili ne şiirler, masallar, filmler…

Taaaa ki Derman doktorumun SU kitabını okumaya başlayıncaya kadar buydu bildiklerim…

SU meğer benimle ALLAH arasındaki “şey” miş…

SU deyince aklımıza, birleşen, akışkan, kokusuz, renksiz, saydam temizleyici, arındırıcı, çözücü, iletken madde gelmekte.

SUyun damlalardan müteşekkil olduğunu da biliyoruz.

SU damlalardan müteşekkil muazzam muhteşem mukaddes ikram…

DAMLA haylaz bir şey… Durmayan, hareket etmek isteyen, engel tanımayan, yolunu bulan, koşan bir şey…

Damlalar damlalarla birleşmek buluşmak oluşmak ve yaşamak istiyor…
Damlalar damlalara varmak istiyor...

Vardıklarında hemen birleşiyorlar ve başka bir damla oluyorlar. Önceki iki damla üç damla şimdi başka bir damla! Ama önceki damlaları ayırmak şu şuydu bu buydu diyebilmek artık mümkün değil. Ayrılsalar da aynı damla değil…

Bu damlanın ne denli muazzam olduğunun bir gösterisi…

Damla, öylesine absorbe olabilen, akışkan bir şey ki maddelerin durumuna göre “yol bulan” topraksa emilen, taşsa seyirten yapraksa süzülen ateşse uçuşan bir hareket ve devinimle durmaksızın hareket eden… asla durmayan… Bulunduğu kabın şeklini alan ama ÖZünde değişiklik olmayan SU...

Bu da damlanın ne denli muhteşem olduğunun gösterisi…

Damla, BİRliği seven, birleşmeye hasta, kendini birleştiğinde birleştiği şeyle “bir” eden sanki benlik taşımayan “sen” ne isen ben oyum diyen bir şey… damlanın özlemi damlaya karışmak, damlalarla buluşmak.

Damlaların bu özelliği ile SUyun azizliği bir olmakta sanki. Damlaların buluşma noktası DERYA… DENİZ… OKYANUS… UMMAN…

Damlaların birleştiği bir araya geldiği ancak akışının durduğu noktalar da var. Burada da bir araya gelmekte ancak akamamakta birikinti halinde kalmakta. Buna da göl diyoruz.

Bu gibi durgun SUların akışı ateş ile olmakta. Yol bulamamış bir yerde kalakalmış durgun SUlar… sanki ümitleri kesilmiş, ne olmuşsa akamaz olmuş, yol bulamaz olmuş, durulmuş, taşamamış SUlar…

Bu SUların tek ümitleri ateş! Ateş meshetmeli onları… ateş dokunmalı onlara ki kanatlansınlar, uçuşsunlar buhar olsunlar havada yoğunlaşsınlar yeniden damla olsunlar yağsınlar yeniden ve yeniden koşmaya cerrolmaya başlasınlar…

Ahhh… bu akış ahhhh bu akım… ahhh bu cerr’olmak… SUyun havanın toprağın ateşin cerr’i… zıtların zevki denmiştir ya, her nerede olunursa olunsun orada zıtlık illâ ki vardır. Durgun SUların illâ ki cerr edebilmeleri için zıtlıklar çalışır ve bu cerr oluş durmaz.

SU akmalı yolunu bulmalı damla damlaya kavuşmalı sen ben bitmeli BİZ başlamalı. Öyle bir BİZ ki ne senden senlikten ne benden benlikten İZ kalmayan ancak BİZ olan ve artık başka bir şey olan!

Damla olmak! Durmamak akmak yolunu bulmak her türlü kavuşmak buluşmak oluşmak yolları ile BİR olmak ve KÜLL olmak…

Hey küçük SU damlası… helâl olsun sana… ne yollar aştın ve aşmaktasın… ne hikayeler yazdın ve yazmaktasın…

Bu da damlanın ne denli mukaddes olduğunun gösterisi...

Hepimiz bir damlayız. Akmakta coşmakta yol bulmakta ve varmaya koşmaktayız…

Kimi durgun SUlarda kalıp hasret ateşine sarılıp uçuşmakta yeniden damlalığa yol almakta, kimi UMMANA kavuşup BİZleşmekte…

Kiminin önünde zorlu engeller var kimi kolayca akar yol alır. İşin ilginç yanı engeller ne kadar sert ve katı ise suyun yol alışı o denli kolaydır. SU taş kaya üzerinden dans edercesine seyirterek akar ve ASLına varır. Engeller ne denli yumuşak görünürse suyun işi o denli zorlaşır kavuşması uzun zamanını alır hatta zayıflamasına neden olur varamadan vuslat bulamadan yeniden yola sil baştan başlamak durumunda kalır.

HAYYat içinde bizler de BİRer damlayız, hepimiz akmak yol bulmak ve ASLımıza kavuşup BİZ-BİR olmak istemekteyiz. Farkında olsak ta olmasakta…

Bu cerr oluş bu çekiliş bu akış bu duramayış bu devran bu seyran bu cevlan damlalıktan…

Damlanın UMMANa aşkı, UMMANa kavuşma arzusu, istecertusu, bizi türlü hallere sokmakta türlü işlere rağbet ettirmekte bu türlülük, HAYYat akışını oluşturmakta. Sadeleştirdiğimizde HAYYatın “Damlanın UMMANa akışı” olduğu görülmekte… hepimizdeki “dert " “çile” bu.

“Leyâ” derdi bu...

“Yavru” derdi bu…

derdimizle gözümüzden gelen “yaş” bu…

Dert İSTECERRTU derdi ve’s-selâm…

Resim
Cevapla

“2009” sayfasına dön