İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Rasulullah (sav) Efendimizin örnek kişiliği, hayatı ve davranışları.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

Resim

İLM-i HÂL=>DÎN’in REHBERi,
İHVÂNim>OKu!. Ve’s-SELÂM!.
RESÛLuLLAH=>PEYGAMBERi,
ALLAH’ın DÎNidir==->İSLÂM!.


ZEVK 9596

ANA RAHMi=>MeZÂR TAŞı=>İSLÂMda KULLuk KEMÂLi,
NÂRı=>CELÂLî YALNIZLık=>CeNNeti=>CÂNda CEMÂLi!.
ALLAH’ın KULu==>ABDuLLAH,
RASÛLuLLAH<->KELÂMuLLAH,
KÛN'u==->DUY!.mak,
feyeKÛN'a=>UY!.mak,
İMÂN<->AMEL==>İLM-i HÂLi!.


04.04.2020. 14:14
brsbrsam..tktktrstkkmzdemretahirkoronavirüsss...


DEVRÂNda BİL!.mek=->SEDEfi,
SEYRÂNda BUL!.mak=->HEDEfi,
CEVLÂNda OL!.maktır=>KULLuk,
HAYRÂNda YAŞA!.mak=>ŞEREfi!.


celle celâlihu..
sallallahu aleyhi vesellem..


Resim

FIKIH.: Fıkh.. Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle ALLAH'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda ALLAH'ın hangi emrinin nasıl uygulanacağını inceler. Bilmek, anlamak. Kapalı bir şeyin hakikatına nazarı infaz edebilmek. Kendisine hüküm taalluk eden hafi bir mânaya muttali' olmak..
Ist: İslâm Hukuku. İnsanın amel ciheti ile lehine ve aleyhine olan şer'i hükümleri bir meleke halinde bilmesi. Diğer bir ta'rif ile: Ameliyata; yâni, ibadet, ukubat ve muamelâta âit şer'î hükümleri mufassal delilleri ile bilmek. Bu ahkâmı bilmeğe "Fakahet" ve bu ahkâmı böylece bilen zata da "Fâkih" denir. Cem'i "Fukahâ"dır. Fıkıh ilmini tahsil etmeğe de "tefekkuh" denir...

(İst. Fık. K. Cilt:1, sh: 20)

Mükellef.: Bir şeyi yapmağa mecbur olan. Vazifeli..


İLM-i HÂL =>Temel dini bilgileri içeren el kitaplarının genel adı olan ilmihâl; sözlükte: Davranışlar bilgisi" anlamına gelir. terim olarak "İnanç, ibâdet, muâmelât/günlük yaşayış, ahlâk konuları. Yer yer büyük peygamberler, ayrıca Resûl-i Ekrem‘in hayatına dâir ÖZLü BİLgileri içeren Rehber Kitâb" diye tanımlanabilir..

ALLAHu zü’L- CELÂL’in Kur‘ân-ı Kerim'imİZde İLk EMRi.:


اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
Resim--- "İkra’bismi RABBikellezî halak (halaka): Yaratan RABB'in adıyla OKU!.” (Alâk 96/1)

خَلَقَ الْإِنسَانَ مِنْ عَلَقٍ
Resim--- "Halaka'l- insâne min alak (alakın): İnsanı bir alaktan (embriyodan) yarattı." (Alâk 96/2)

اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ
Resim--- "İkra’ ve RABBuke’l- Ekrem (ekremu).: OKU ve senin RABB'in, sonsuz Kerem Sâhibidir.” (Alak 96/3)

Resim---ALLAHu zü’L- CELÂL’in EMiR ve YASAKlarını Bize BİLdiren Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İlim öğrenmek her müslüman erkek ve kadına farzdır." buyurmuştur.
(İbn-i Mâce, Mukaddime: 17)


İLM-i HÂL BiLgisinin TemeLi OLan ve Öğrenmemizin her Müslümana farz olduğunu bildiren Hadis-i Şerifte geçen "İLiM" kelimesi "İLM-i HÂL" olarak yorumlanmış ve bunun kapsamına iman, namaz, oruç, hellâl ve haram gibi temel bilgilerin girdiği belirtilmiştir..

Zâten
İLM-i HÂL =>Hâl İlmi, Hayat İlmi, İslâmı Yaşama İlmi demektir. İslâmiyet de ancak bilerek, öğrenerek yaşanır. Öğrenmek için de dinî bilgilerin toplu hâlde bulunduğu bir kitabı okumak gerekecektir ki, bu ihtiyacı büyük ölçüde İLM-i HÂL karşılar..

İLM-i HÂL;
ALLAHu zü’L- CELÂL’in Yarattığı her İnsÂNoğlu;
1-) AkıLLı OLursa,
2-) ERginLik Çağına GİRerse => ALLAH’ın İSLÂM DÎNini KaBuL Etmeye;
Muhtaç=>Mecbur=>Me’mur=>Mahkumdur..Mükelleftir..

Mükellefiyet Çağına giren her MüslümÂNın yapmak zorunda olduğu Dinî Vazifeler vardır ki, bunlara Fıkıh ve İLM-i HÂL kitablarında.:
Mükelleflerin Yapacağı Vazifeler.: Ef'âL-i MükeLefîn.:


YAPILması EMRediLen AmeLLer...:
1-) Farz.: Her MüslümÂNın YAPmaya mecbur OLduğu AmeLLer..
2-) Vâcib.: Yerine getirlmesi İfa edilmesi lüzumlu ve gerekli OLan AmeLLer..
3-) Sünnet.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in; Sözü, Emri, Hal ve Takriri/YAŞAyışı.
4-) Müstehâb.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bâzen terk ettiği sevâblı AmeLLer..
5-) Mübâh.: İŞLenmesinde sevâb ve günah OLmayan AmeLLer..

YAPILmaması gereken, NEHYediLen-YASAKLanan AmeLLer...:
6-) Haram.: ALLAHu zü’L- CELÂL’in YapıLmasını YasakLadığı HeLÂLOLmayan AmeLLer..
7-) Mekrûh.: İSLÂM Dİninin haram etmediği, fakat zorunluluk olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi doğru olmayan iğrenç ve nahoş görülen AmeLLer..
8-.) Müfsid.: İSLÂM Dİninin AmeLLerini bozan, fesad çıkarıp nifak sokan AmeLLer..
İSLÂM Dİni İLM-i HÂLi =>İSLÂM DİniyLe MükeLef herkesin ÖĞRENmesi Gereken BİLgilerdir..

İSLÂM Dİninin İÇERdiği HÜKÜMLer BAŞLıca.:

1-) İ’tikada ait HÜKÜMLer,
2-) İbâdetLere ve MuameLâta ait HÜKÜMLER,
3-) HeLâLe, Harama, Mübâh İLe Mekrûha ait HÜKÜMLer,
4-) AHLâka ait HÜKÜMLer..


Resim---Peygamberliğinin ilk günlerinde Ebu Bekir radiyallahu anhu’ı İSLÂM Dİnine dâvet ederken Fahr-i Kâinat Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz.: “Ben ALLAH’ın RASÛLÜ ve nebisiyim. Beni emirlerini insanlara tebliğ etmem için gönderdi. Seni HAKk olan ALLAH’a çağırıyorum. Vallahi o HAKk’tır. Ey Ebu Bekir, seni BİR OLAN, ORTAĞI BULUNMAYAN ALLAH’a dâvet ediyorum. O’ndan başkasına ibâdet etmemeye, O’nun emirlerine boyun eğmeye çağırıyorum!.” buyurmuştur.
(İbn İshak)

İSLÂM DÎNi İLM-i HÂL’nin OLUŞumu çağLar boyunca sürerek günümüze gelmiştir.
Bu sürecin ilk örnekleri arasında İmam Azam Ebu Hanîfe radiyallahu anhu’un (v. 150/767)
“el-Fıkhü’l-Ekber, el-Fıkhü’l-Ebsat, er-Risâle, el-Âlim ve’l-Müteallim ve el-Vasiyye” adlı beş eseri gelir. Ancak bunlar fıkhî konuları değil de inanç konularını içermektedir.
Yine, Ahmed b. Hanbel radiyallahu anhu’ın (ö. 241/855)
“Kitâbü’s- Salât ve Kitâbü’l-Eşribe (Namaz Kitabı ve İçecekler Kitabı) kitabları sayılabilir.
Osmanlı döneminde yazılmış, yazarı belli olmayan
“Mızraklı İlmihâl” de üslubunun kolaylığı sebebiyle Türkçe konuşulan bütün İslâm coğrafyasına yayılmış; mekteplerde, câmilerde okutulmuştur. Günümüzde de yaygın biçimde okunmaya, okutulmaya devam edilmektedir..

Mehmet Zihni Efendi’nin kaleme aldığı
“Ni’metü’l-İslâm” çok kısa sürede büyük yaygınlık kazanmıştır. Günümüzde en çok okunan ilmihâlin sahibi Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri de “Büyük İslâm İlmihâli”ni, Nimetü’l-İslâm ve İbn Abidin Hazretlerinin oğlunun Arapça kaleme aldığı ilmihâl olan “Hediyyetü’l-Alâiyye”yi esas alarak günümüz şartlarına göre yazmıştır..

ResimAziz Kardeşlerimiz;
İslâm ÂLEMİnin BİZLik BAĞı =>MezhebLeri ve TarikatLarı, Siyonistlerce yozlaştırılarak Irkçılık gibi Egoist ve Fanatik düşünceleri esas alarak İfrat/Maxsimumda ve Tefritte/Minumumda dört nala uzaklaşarak=> İ’TİDÂL/OptimumLuk DİNi OLan İSLÂM Dininden kopmuş =>Dolayısıyla “
İLM-i HÂLsiz bir DİNDÂRLık” ortaya ÇIKmakta ve kendi ELLeriyLe İMÂN ve AMEL YOLLarımızı YIKmaktadır.

Biz de bu NEdENLe İSLÂM DÎNimizin İLM-i HÂLini GüveniLir KaynakLardan MuhaMMedî HASBî HİZMEte SUNuYORuz!.
DeğerLi MuhaMMedî HASBî HİZMEtçi GURBEtçi AHMET CÂNımıza Teşekkür EDiYORuz!.
İnşâe ALLAHu TeâLâ!.


Resim
*
**
****


Yâ RABBenâ!.

BEDELsiz MuhaMMedî ABDÂLLarın DİLİ-nce,
KIYASsız MahMudî EBRÂRLarın HÂLİ-nce,
ŞARTsız HAMİDî AHYÂRLarın MîM MİLİ-nce,
SEBEBsiz AHMEDî AHRÂRLarın MENZİL-ince,
RASÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e
İLMULLAHça SALLât u SeLâM OLsun!.

celle celâlihu..
sallallahu aleyhi vesellem..



وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ Resim

Resim---”Ve erseLnâke iLLâ RAHMeten Li’L- ÂLeMîn (âlemîne).: (ResûLüm!) BiZ SENi ancak ÂLEMLere RAHMet OLarak gÖNderdik!.” (Enbiyâ 21/107)

ALLAHümme saLLi ve seLLim ve bârik aLâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebîyyike, ve
RasüLûke ve
Nebîyyi’L-ÜMMîyyi ve aLâ âLihi, EhlL-i Beytihi ve’s- Sahbihi ve ÜMMetihi...

ALLAH'ım =>BİZi NAHNU=MuhaMMedî OLuş Şuûruna ULAŞtır:

AkvâL-i MuhaMMed'e =>İ'tikad ve Söz =>Şerîat-ı MuhaMMed'ine,
AmâL-i MuhaMMed'e =>FiiL ve SüNNet-i Seniyye =>Tarikat-ı MuhaMMed’ine,
AhLâk-ı MuhaMMed'e =>HuLuku'L- Azîm ve HuLûkuLLah =>Mârifet-i MuhaMMed’ine,
AhvâL-i MuhaMMed'e =>Söze GeLmez HâLLer =>HaKikat-ı MuhaMMed'ine ULAŞtırıp Gark Et!.

İnşâe ALLAHu TeâLâ!.


Resim

ÂMiNn yâ Latîf ALLAH celle celâluhu
Âmin yâ Kerîm ALLAH celle celâluhu
Âmin yâ Rahîm ALLAH celle celâluhu
Âmin yâ VeDÛD ALLAH celle celâluhu
Âmin yâ Vehhâb ALLAH celle celâluhu
Âmin yâ Fettâh ALLAH celle celâluhu
Âmin yâ Gaffâr ALLAH celle celâluhu
Âmin yâ Settâr ALLAH celle celâluhu
Âmin yâ ALLAH!. yâ ALLAH celle celâluhu!..

ÂMiNe Yâ MuÎN!.
Yâ RaBBu’L-ÂLeMîn!.
Yâ RAHMetenLi’L- ÂLeMîn!.
Ve'L- HaMduLiLLÂhiRABBu’L-ÂLeMînnn!.


*
**
****


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim KUL İHVÂNİm..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

**İSLÂM DİNİ İLM-i HÂLi**

Resim


ÖNSÖZ.:

Kısaca "Davranış Bilgisi" demek olan ilmihal, RABBine, kendine ve içinde yaşadığı toplum ve çevreye karşı sorumlulukları olan ve bunu yerine getirme gücüne sahip bulunan insanın, kendisinden beklenenleri yerine getirmesinde ona kılavuzluk etmeyi hedefleyen derli toplu bilgilerden ibârettir. Bu bilgiler hem dinî metinlerin doğrudan belirlemelerini hem de bu belirlemeler etrafında oluşan yorumları, tecrübe birikimlerini ve uzun dönemlerden süzülüp gelen bir dinî yaşayış geleneğini temsil eder. Ferdî ve sosyal hayatı dinin emir ve önerilerine uygun şekilde yaşayabilmeyi mümkün kılan bir bilgilenmeye olan ihtiyaç, İslâm toplumlarında ilk dönemlerden itibâren değişik usullerde karşılanmış, fakat hem çalışma hayatının ve meşguliyetlerin arttığı hem de asırlardır oluşan dinî bilgi ve yorum mirasının iyice zenginleşip çoğaldığı ve âdeta bir kargaşanın yaşandığı günümüzde bu ihtiyaç daha mübrem hale gelmiştir. Elinizdeki bu ilmihalde akaid, ibâdetler, haramlar ve helâller, âile hayatı, ticarî ve sosyal hayat da dahil olmak üzere günlük hayatı kuşatan bütün dinî ve fıkhî konu ve problemler, dinin aslî kaynaklarına ve genel kabul görmüş bilimsel metotlara bağlı kalınarak, fakat günümüzdeki gelişme ve değişim de göz ardı edilmeksizin ele alınmıştır. Böylece bu çalışmada, ilmihal kültürü çerçevesindeki problemleri güncelleştirmek ve günceli de problem edinmek, dinî-fıkhî hükümlerin anlatımında klasik doktrindeki farklı görüşlerin ve şeklî tartışmaların arasına sıkışıp kalmadan fâkihlerin yaklaşım tarzlarını ve demek istediklerini araştırmak, hem geleneksel fıkıh kültürünü vermek hem de bu bağlamda mâkul ve uygulanabilir bir çözüm önerisi getirmek amaçlanmıştır. Konuların anlatımında dinin aslî kaynaklarında yer alan hükümler ile İslâm Toplumunda bu hükümler etrafında oluşan fıkıh kültür ve geleneğini, yorumları ve farklı bakış açılarını birbirinden titizlikle ayırt etmek de bu çalışmada izlenen temel bir metot olmuştur. Eserin telifinde Hanefî Mezhebinin görüşleri esas alınmış olmakla birlikte bu konuda sağlıklı bir muhakeme yapabilmeye zemin hazırlaması için çoğu zaman diğer fıkıh mezheplerinin ve çağımız İslâm bilginlerinin görüşlerine de yer verilmiş, gerektiğinde bunlar arasında gerekçesi de açıklanarak tercihlerde bulunulmuştur. Bununla birlikte bir konuda fıkıh kültüründe farklı görüşlerin bulunmasının birey açısından ne anlama geldiği ve bunlardan nasıl ve hangi ölçülerde yararlanılabileceği hususu hem başlangıçta bir metodoloji sorunu olarak işlenmiş hem de yer yer özel olarak belirtilmiştir.

Özellikle ibâdet konuları incelenirken, ilk önce, ibâdetin anlam ve gâyesini genel olarak bildirmek üzere söz konusu ibâdetin ilke ve amaçlarından bahsedilmiş, daha sonra verilecek birtakım şeklî bilgilerin hangi anlam çerçevesi içerisinde yer aldığı gösterilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, ibâdetlerin yapılışına ilişkin mevcut bilgi ve hükümlerin anlamına da yer yer işaret edilmiştir. İbâdet konularında verilen ilke ve amaçlar ile çizilen anlam çerçevesi, diğer birçok ilmihalde yer alan ve mükellefi düşünme, kavrama ve bilinçli ifâda bulunma konumundan uzaklaştıran gereksiz ayrıntı ve bilgi yığınını tekrar etmemize gerek bırakmamıştır. Yazım konusunda izlenen bu metot, netice itibâriyle bireyin, ibâdetlerin ifâ’sına ilişkin soru ve sorunlar konusunda ALLAH celle celâlihu karşısında sorumluluk üstlenmesini ve bu sorumluluk çerçevesinde inisiyatif kullanmasını mümkün ve gerekli kılmaktadır. Eserin telifinde fıkıh kültüründeki ağırlıklı görüşlerin yanı sıra, büyük bir ilmî mesai ile hazırlanan
“Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi”nden, yine araştırma ürünü bilimsel bir eser olan “İslâm'da İnanç İbâdet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi”nden, merhum Ömer Nasuhi Bilmen'in “Büyük İslâm İlmihali”nden ve kaynak belirtilmemekle birlikte genel fıkıh literatüründen âzami ölçüde yararlanılmıştır. Birinci ciltte, din ve İslâm dini, İslâm Dininin tarihî süreçteki anlaşılma tarzı ve ekolleşmeler, fıkıh ilminin gelişim seyri, ilmihal kültürünün iyi kavranabilmesi için anahtar konumundaki temel fıkıh ve fıkıh usulü kavramları üzerinde durulduktan sonra İslâm'ın beş esası işlenmiştir.
I. cilt =>Müslümanın yaratan karşısındaki konum ve sorumluluğunun işlenmesine tahsis edilmiştir.
II. ciltte ise =>Sosyal içerikli bazı ibâdetler, helâller ve haramlar, âile hayatı, sosyal ve siyasal hayat, hukukî ve ticarî hayat, ferdî ve toplumsal ahlâk da dahil müslümanın toplum içindeki konumu ve ilişkileri ele alınmıştır. Konuların çatısı, telif heyetinde yer alan sahasının uzmanı ilim adamlarınca oluşturulmuştur. Heyetimiz, bu tür çalışmaların kolektif bir çalışma sonucu daha verimli hale geleceğinin idraki içinde ortak mesai ile her bir konuyu aralarında tartışarak bazı tercih ve çözüm önerileri geliştirmiş ve eserin nihaî ilmî sorumluluğunu yazarlarla birlikte üstlenmiştir.
Bu itibârla eserin hazırlanmasında bilimsel katkılarda bulunan ilim adamlarına, bu projenin gerçekleşmesini aktif olarak destekleyen İSAM ve DİVANTAŞ yetkililerine ve personeline teşekkür ederiz..

12.09.l998 Bağlarbaşı-İstanbul

Prof. Dr. Hayreddin Karaman,
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu,
Prof. Dr. H. Yunus Apaydın..


*
**
****

Resim

İLM-i HÂL.: İbadet usullerini, din kaidelerini bildiren kitap.
Akaid.: (Akide. C.) Akideler. İtikad olunan/(Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak) hakikatlar. İtikada dâir kaziye/( Bir hükmü ifâde eden kelâm) ve hükümler, esaslar.
Mezheb.: Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin/ihtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderlerinin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta/Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'elelerde =>Hanefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi... Bu "Mezheb" kelimesi asıl ve esas mânasına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve mukakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur'ân-ı Kerim'in esaslarından, Peygamber'in (aleyhisselâm) emir ve sünnetlerinden ayrılmamış "Dört Mezheb" Hak olarak seçilmiştir.:
1-) Hanefî Mezhebi,
2-) Şâfiî Mezhebi,
3-) Hanbelî Mezhebi.
4-) Mâlikî Mezhebi..
Fırka.: Parti. İnsan grubu. Kısım olmak ve ayrılmak. Bölük..
Fırka-yı Nâciye.: Kur'ÂN-ı Kerim'e ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Sünnet-i Seniye’sine sıkı sıkıya bağlı olup Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ayrılmayan müslümanlar. Bunlar kıyamete kadar Lütf-u İlahî ile devam eder..
Fıkıh.: (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle ALLAH'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda ALLAH'ın hangi emrinin nasıl uygulanacağını inceler. * Bilmek, anlamak. * Kapalı bir şeyin hakikatına erebilmek. * Kendisine hüküm taalluk eden/it olan, gizli bir mânaya haberli, bilgisi olmak.
Fıkhî.: Fıkıhla ilgili.
Fâkih.: Fıkıh İlmini bilen. İslâm Hukukçusu. * Zeki, anlayışlı kimse.
Mübrem.: Kaçınılmaz olan. Vazgeçilmez olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.. Çokk lâzım..
İfâ.: Ödemek. Yerine getirmek. Söz verdiğini veya vazife bildiğini yerine getirmek. Kılmak. Yapmak..
Telif.: Eser yazmak..


*
**
****


Yâ RaBBu’L-ÂLeMîn!.
Yâ RAHMetenLi’L- ÂLeMîn!.
Ve'L- HaMduLiLLÂhiRABBu’L-ÂLeMînnn!.


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim Ş... AHMET...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

BİRİNCİ BÖLÜM

DİN ve MÂHİYETi.:

Din insanın Tanrı, diğer insan ve varlıklarla münasebetlerini düzenleyen ve hayatına yön veren, onlarla ilgili davranışlarına esas olacak kurallar bütününe verilen addır. İnsanla beraber var olan, tarihin bütün devirlerinde ve bütün topluluklarında karşılaşılan din olgusu, çeşitli şekillerde kendini göstermektedir. Bütün bu çeşitliliği kuşatacak bir tanım zor olmakla birlikte bu müesseseye verilen isimlerden yola çıkarak dinin mâhiyeti hakkında bilgi sahibi olunabilir.

I. DİN KELİMESİ.:

Arapça kökenli bir kelime olan din sözlükte “örf ve âdet, cezâ ve karşılık, mükâfat, itaat, hesap, boyun eğme, hâkimiyet ve galibiyet, saltanat ve mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul ibâdet, millet, şeriat” gibi çeşitli anlamlara gelir. Bugün Batı dillerinde din karşılığı kullanılan “religion” kelimesinin aslı Latince’dir ve "bir şeyi vazife edinmek, tekrar tekrar okumak, yapmak", ayrıca "insanları Tanrı'ya bağlayan bağ" anlamlarını içermektedir. Kelimenin bu iki anlamı dikkate alındığında religion kelimesi, hem insanları Tanrı'ya bağlayan bağ (iman), hem de belli bazı davranışları dikkatle yapmak (ibâdet) gibi din kavramının iki temel niteliğini ifâde etmektedir. Hinduizm'in kudsal dili Sanskritçe’de dharma, Budizm’in kudsal metinlerinin yazıldığı Pali Dilinde ise dhamma din karşılığıdır ve "gerçek, doktrin, doğruluk, kanun, düstur" gibi mânalara gelmektedir. Her dinî kültürün din kavramını ifâde etmek üzere seçtiği kelimelere ait anlamların ortak noktasının "yol, inanç, âdet, kulluk" olduğu söylenebilir. Bütün bu kelimeler, kökleri insanın iç hayatında bulunan ve semereleri çeşitli davranışlarla tezâhür eden köklü bir fenomeni ifâde etmeyi amaçlamaktadır. Kur’ÂN-ı Kerîm’de din kelimesi 92 yerde geçmekte, ayrıca 3 âyette de değişik türevleri yer almaktadır. Kur’ÂN’da bu kelimenin başlıca şu anlamlarda kullanıldığı görülür: "Yönetme, yönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhid, İslâm, şeriat, hudud, âdet, cezâ, hesap, millet". Kur’ÂN-ı Kerîm’de din teriminin, sûrelerin nâzil oluş sırasına göre kazandığı değişik anlamları şu şekilde sıralamak mümkündür.:
İlk dönem Mekkî âyetlerde bu kelime "yevmü’d-dîn" (din günü, hesap, cezâ-mükâfat günü) şeklinde geçmektedir ve insanın, iman ve ameline göre hesaba çekileceği âhiret gününü ifâde etmektedir
(el-Fâtiha 1/4; ez-Zâriyât 51/6). Mekke döneminin ikinci yarısında ise artık, sorumluluk ve hesaptan tevhid ve teslimiyete geçilmektedir. Bu dönemdeki âyetlerde insanın sadece ALLAH’a ibâdet etmesi, ona ortak koşmaması vurgulanarak dinin ALLAH tarafından konulan ve insanları ona ulaştıran yol olduğu belirtilmektedir. Bu dönemde "dînen kıyamen" (dosdoğru din), "millete İbrâhîm" (İbrâhim’in dini) ibâreleri aynı âyette yan yana geçmektedir (el-En‘âm 6/161). Medine döneminde millet-i İbrâhim ve müslimîn kelimeleri bir arada geçmekte (el-Hac 22/78), tevhidden ümmete, kendisini ALLAH’a teslim edenler cemaatine geçilmektedir. "Dînü'l-hak" ifâdesiyle muharref ve bâtıl dinlere karşı bu yeni dinin sağlam esasları belirtilmiş ve onun bütün dinlere üstün kılınacağı müjdelenmiştir (et-Tevbe 9/29, 33; el-Fetih 48/28; es-Saf 61/9). Yine Medine döneminde "ALLAH katında din şüphesiz İslâm’dır" (Âl-i İmrân 3/19; el-Bakara 2/193); "Kim İslâm’dan başka bir dine yönelirse, onun dini kabul edilmeyecektir, o âhirette de kaybedenlerdendir" (Âl-i İmrân 3/85) meâlindeki âyetlerle İslâm’ın diğer dinlere karşı üstünlüğü vurgulanmıştır. Mekke döneminde din kavramı: "Tarihin akışına ve tabiatın gidişine yön veren, zamana ve âleme hükmeden, dini ortaya koyan, hesap gününü elinde tutan ALLAH’ın otoritesi" şeklinde özetlenebilecek bir muhteva kazanırken Medine döneminde bu muhteva genişletilerek "Kişinin ALLAH’a bağlı bir hayat sürdürmesi, müslüman topluluğuna karşı görevlerini yerine getirmesi; ALLAH’ın mutlak tasarruf ve hâkimiyete sahip olması" (el-Bakara 2/193; elEnfal 8/39) gibi unsurlar da dinin muhtevasına katılmıştır..

Kur’ÂN-ı Kerîm’de din kelimesi sadece müslümanların değil, başkalarının inançlarını da ifâde etmek üzere kullanılmış olmakla birlikte, özel anlamda din kelimesiyle İslâm kastedilmiş
(Âl-i İmrân 3/99); İslâm’la din âdeta eş anlamlı iki kelime telakki edilmiş ve bütün peygamberlerin getirdiği dinin İslâm olduğu ifâde edilmiştir (Âl-i İmrân 3/85; en-Nisâ 4/125; el-Mâide 5/3; eş-Şûrâ 42/13).
Öte yandan Kur’ÂN’da din kelimesi hem ulûhiyyeti hem ubûdiyyeti yani RABB ve kul açısından iki farklı anlamı ifâde etmektedir. Buna göre din, hâlik ve mâbud olan ALLAH’a nisbetle "hâkim olma, itaat altına alma, hesaba çekme, cezâ-mükâfat verme"; mahlûk ve âbid olan kula nisbetle “boyun eğme, aczini anlama, teslim olma, ibâdet etme"dir. Netice itibâriyle de din, bu iki taraf arasındaki münasebeti düzenleyen kanun, nizam ve yolun genel adıdır.


II. DİNİN TANIMI.:

Tanımı en zor kavramların başında din gelmektedir. Dini tanımlarken gerek geçmişte yaşamış gerekse günümüzde mevcut bütün inanç şekillerini kuşatan ve hepsinde müşterek esasları ifâde eden bir tanım yapmanın zorluğu ortadadır. Dinin bütün dinleri içine alabilecek bir tanımı ancak din kavramının sınırları kesin bir şekilde belirlendikten sonra yapılabilir. Kapsamlı bir târif için öncelikli olarak şahsî tecrübe yoluyla elde edilmiş olan dindarlık kavramını tahlil etmek ve elde edilen sonucu dinî gerçeklerle karşılaştırmak gerekir. Bütün zorluklarına rağmen yine de dinin çeşitli tanımları yapılmıştır ve bu tanımlar genelde tanımı yapanların kendi sübjektif görüşlerini yansıtmaktadır.
Çağdaş Batılı ilim adamları tarafından dinin birbirinden farklı târifleri yapılmıştır. Bu târifler büyük ölçüde ferdî tecrübe ile zihnî, hissî, taabbüdî ve içtimaî elemanlardan ibâret beş unsurun birini ya da birkaçını öne çıkararak yapılmıştır. Ferdî tecrübe dışında kalan mevcut bu dört unsuru şu şekilde açıklamak mümkündür.:


a-) Zihnî Unsur.: İnsanın kendisinden üstün bir güç ve kudretin mevcudiyetini zihnen kabulü. İLâh kavramı veya çok genel ifâdesiyle kudsal kavramı, bütün dinlerin özündeki temel unsurdur.
b-) Hissî Unsur.: Zihnen varlığı kabul edilen bu üstün güç ve kudrete karşı kalben duyulan bağlılık duygusu.
c-) Taabbüdî Unsur.: Zihnen varlığı kabul edilen, kalben kendisine bağlanılan yüce kudrete karşı bazı davranışları yapma yükümlülüğü. Buna davranış faktörü de denilmektedir ki çok genel olarak ibâdeti veya kulluk gereklerini ifâde etmektedir.
d-) İçtimaî Unsur.: Aynı zihnî, hissî, taabbüdî unsurları paylaşan insanların oluşturduğu sosyal grup.

Dinlerde bulunan bu unsurların yanında, din bilimleri açısından dini oluşturan hususlar olarak kabul edilen ve bütün dinlerde bulunabilen unsurların başlıcalarını şu şekilde sıralayabiliriz: Tabiat üstü, insan üstü varlıklara inanç (Tanrı, melekler, cinler, ruhanî varlıklar gibi); kudsalla kudsal olmayanı ayırma; ibâdet, âyin ve törenler; yazılı veya yazısız gelenek (kudsal kitap, ahlâkî kanunnâme); tabiat üstü, insan üstü varlık veya kudsalla ilgili duygular (korku, güven, sır, günahkârlık, tapınma, bağlılık duyguları gibi); insan üstü ile irtibât (vahiy, peygamber, dua, niyaz, ilham gibi vasıta ve yollarla); âlem ve insan, hayat ve ölüm ötesi görüşü, hayat nizamı; içtimaî grup (cemaat) ve bu gruba mensubiyet. Bazı dinlerde bunların hepsi, bazılarında ise sadece bir kısmı bulunur. İslâm bilginleri dinin târifini, Kur’ÂN-ı Kerîm'de yer alan açıklamaları ve İslâm inançlarını göz önünde bulundurarak yapmışlardır. Buna göre hak dinin târifi şu şekildedir: Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur. İslâm bilginlerinin din târifleri hak din için düşünülmüş dar kapsamlı târiflerdir. Bu târiflerde ortak noktalardan biri dinin ilâhî kaynaklı olduğunun vurgulanmasıdır. Buna göre gerçek din beşer kaynaklı olamaz. Yine bu târiflerde dinin akıl ve irade ile ilişkisi gösterilmiştir; bu da dinin bir akıl ve tercih konusu olduğu anlamını taşır. Nihayet dinin insanları özü itibâriyle hayır olana yönelten bir kanun şeklinde tanımlanması dinin aynı zamanda bir aksiyon alanı olduğunu gösterir. Buna göre din, insanın kâinattaki varlıkları müşahede ederek duyular üstü ilâhî gerçekleri kavramasından ibâret görülebileceği gibi kişinin kendi çabasıyla ulaşamayıp, sadece vahiy kanalıyla elde edebildiği gerçekler bütünü olarak da târif edilebilir.


III. DİNİN KAYNAĞI.:

İslâm inancına göre dini vahiy yoluyla bildiren ALLAH’tır; bütün gerçek dinler ALLAH’tan gelmiş ve safiyetlerini korudukları sürece yürürlükte kalmıştır. İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir ve kendisine bildirilen din de Tevhid Dinidir. ALLAH’ın varlığı ve birliği ile nübüvvet ve âhiret inancı bütün ilâhî dinlerde değişmez ilkeler olarak yer alır. Bundan dolayı Hz. Âdem aleyhisselâm’dan Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’a kadar bütün peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İslâm’dır. Ancak tarihin akışı içinde insanlar hak dinden uzaklaşmış ve beşerî zaaf neticesinde yanlış yollara, bâtıl inanç ve yaşayışlara yönelmişler, dinde meydana gelen bu bozulma ve farklılaşma sebebiyle ALLAH peygamberler göndererek insanları ya eski dinlerini aslî şekilde öğrenip uygulamaya çağırmış veya yeni bir din ve şeriat göndermiştir. Bu bakımdan İslâm’ın insan ve din telakkisi, insanın ve dinin evrim iddialarıyla bağdaşmaz. İslâm’a göre insan başlangıçta en güzel bir kıvamda yaratılmıştır (et-Tîn 95/4). Hz. Âdem’den itibâren bütün insanlar, ALLAH tarafından gönderilen tevhid dininin esaslarını kavrayıp benimseyecek ve hayatlarını bu esaslara göre düzenleyecek seviyede zihnî, ruhî ve bedenî kapasiteye sahip kılınmıştır. ALLAH’ın başlangıçtan itibâren insanlara bildirdiği dinin tevhid dini olduğu ve onların bu dini benimsemeye yatkın bir fıtratta yaratıldığı belirtilmiştir (er-Rûm 30/30). İslâm bilginleri Kur’ÂN'ın bu konudaki açıklamalarına dayanarak insanda hak dini benimseme temayülünün fıtrî olduğunu ifâde ederler. Yine İslâm bilginlerinin çoğuna göre âyette (er-Rûm 30/30) geçen fıtratullah tâbiri ALLAH’ın dini demektir ki o da İslâm ve tevhiddir. Âyet ve hadislerde hak dinlerin ilâhî kaynaklı olduğu ısrarla vurgulandığından İslâm âlimlerinin din târiflerinde de bu kayıt daima yer alır. Bu sebepledir ki herhangi bir hak dinin, peygamberine veya ortaya çıktığı kavme nisbet edilerek adlandırılması İslâmî literatürde pek kabul görmez. Batı'da XVI. yüzyıldan başlayarak ilkel kabilelerin hayat ve dinlerine ilgi duyulmuş; XVIII. yüzyıldan itibâren dinin kaynağı konusunda kudsal kitapların verdiği bilgi dışında bazı kaynakların tesbitine çalışılmış; arkeolojik, antropolojik çalışmalarla elde edilen bulgular değerlendirilerek geçmişteki milletlerin, hatta tarih öncesi toplumların dinleri ve inançları üzerine bazı tezler ileri sürülmüştür. Meselâ ilk dönemlerde insanların tabiat olaylarının etkisi altında kalıp onlara kudsallık atfettiği (natürizm), ruhlara, özellikle de ecdad ruhlarına tapındığı (animizm), büyüye, bitki ve hayvanların kudsallığına inandığı (totemizm) veya kudsalı toplumun ve sosyal yaptırımın belirlediği, ilkel toplumlara ait bu inanışların ileri dönem dinlerinin temelini oluşturduğu gibi teori ve varsayımlar ileri sürülmüştür. XIX. yüzyılın ortalarından itibâren Batı'da etkili olan pozitivist ve materyalist propagandalar ile evrim teorisinin, kudsal kitaplarla çatışan iddia ve faraziyelere kaynaklık ettiği söylenebilir. Dinin en basit, en yalın ve sade şekline ilkel kavimlerde rastlanabileceği fikrinden yola çıkan bu teoriler, zamanla bunu, araştırmalarının dayandığı bilimsel yöntem olarak da benimsediler. Söz konusu teoriler, tekâmül nazariyesini esas almakta ve dinin kaynağının hurafe türünden inançlar, bâtıl itikadlar ve çok tanrıcılık olduğunu, evrim neticesinde insanlığın tek Tanrı inancına ulaştığını savunmaktaydı..

Bu teorilerin yanında yine aynı bilimsel yolları takip eden ve fakat tümüyle farklı neticelere varan bir başka teori daha vardır ki o da ilkel monoteizm teorisidir. Bu teze göre insanoğlunun en eski inancı tek Tanrı inancıdır. Taylor'un animizm nazariyesine karşı ilk ciddi itirazda bulunan öğrencisi Andrew Lang, Güneydoğu Avustralya ilkel kabilelerinde animizme rastlanmadığını fakat insanların ahlâkî âdâba uyup uymadıklarını denetleyen ve gökte bulunan bir yüce Tanrı kavramına her yerde rastlandığını ortaya koydu. Buna benzer bir ilkel tek tanrıcılık Wilhelm Schmidt tarafından da savunuldu. O, bütün ilkel kabilelerde bir yüce varlık inancının delilleri bulunduğunu ispat etti. Bütün dinî gelişmelerin başlangıcında görülen her şeye kadir bir yüce varlık inancının tarihî-kültürel değişmeler sonucu daha sonraları politeizm, animizm gibi inançlara dönüştüğü, bununla beraber bu eski inancın izlerinin hâlâ mevcut olduğu tezi ilmî çevrelerce açıklandı.
Dinin kaynağı konusunda en son ilmî neticeler vahyin bildirdiğini desteklemekte ve dinin kaynağının Tevhid İnancı olduğunu ortaya koymaktadır.


IV. DİNİN ÖNEMİ.:

Din tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda daima mevcut olan evrensel ve köklü bir olgudur. İnsana hitap eden ve insan için söz konusu olan din, insanla beraber var olmuş ve tarih boyunca varlığını sürdürmüştür. Din insanlığın vazgeçilmez bir gerçeği olması sebebiyle bundan böyle de varlığını devam ettirecektir. Tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın dinsiz bir toplum görülmemektedir. İnsanlık tarihinin her döneminde din, canlılığını korumuş ve insan hayatının ayrılmaz bir vasfı olma karakterini sürdürmüştür. Bunun da temel sebebi, insanın dinî bir varlık olması, başka bir ifâdeyle dinî duygunun, fıtrî (doğuştan gelen) bir özellik olarak insanın kendi öz varlığı hakkındaki şuur ile birlikte ortaya çıkması, bu şuur ile birlikte gelişmesidir. Din duygusu insanın doğuştan beraberinde getirdiği bir duygudur. İnsan, her zaman ve her yerde yüce, kudretli ve ulu bir varlığa sığınma, ona güvenme ve ondan yardım dileme ihtiyacını hissetmiştir. Bu sığınma ve güvenme duygusu, din ile karşılanmaktadır. Dinin fıtrî oluşu Kur’ÂN’da şu şekilde belirtilmektedir.: "Sen yüzünü bir hanîf olarak dine, ALLAH’ın fıtratına çevir ki O, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. ALLAH’ın yaratması değiştirilemez" (er-Rûm 30/30). İnsan, yapısı itibâriyle dine muhtaçtır. Çünkü insan ruh ve bedenden ibârettir. Bedenî ihtiyaçları karşılamak nasıl hayatın bir gereği ise, mânevî varlığın devamı da ruhî ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır. Onun bu ihtiyaçlarını karşılayan en köklü müessese ise dindir. İnsanın, yüce bir kudretin mevcudiyetini kabul edip ona yönelmesi, dua ve niyaz ile ona sığınması, doğuştan getirdiği sığınma, güvenme ve bağlanma duygularının en güzel karşılığıdır. Bu güvenme, sığınma ve bağlanma duyguları insanda öylesine köklüdür ki tarih boyunca bütün insanlar şu veya bu şekilde bir kişi, nesne veya varlığa kudsallık ve yücelik nisbet edip bağlanmışlardır. Kendisine yönelinecek, sığınılacak en mükemmel varlık ise şüphesiz kâinatın yaratıcısı olan ALLAH’tır. Çeşitli dinlerde farklı isimlerle anılan, çeşitli şekillerde tasvir edilen yüce kudret veya kudsal varlıkların özünde bu inanç yatmaktadır. Her şeyi var eden bir yüce kudretin mevcudiyetini kabul edip ona bağlanma insanı kuvvetlendirdiği gibi, dua, niyaz ve ALLAH’a sığınma insanı yüceltir. Din fertleri mukaddes duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, toplumları yücelten ve geliştiren bir kurumdur. Din insanlara yön verip, onları iyi ve faydalı şeyler yapmaya yönelten bir hayat nizamıdır. Din aynı zamanda ahlâkî bir müessese olarak insanlara yön veren, en mükemmel kanunlar ve en sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir. İnsanın psikolojik yapı ve yaşayışında karşılaştığı yalnızlık, çaresizlik, korkular, üzüntü ve sarsıntılar, hastalıklar, musibet ve felâketler karşısında ona ümit, teselli ve güven sağlayan en son sığınak din olmuştur. Ayrıca dinî yaşayışın insanı ruhî bunalımlardan koruduğu; kendisine ve çevresine karşı daha duyarlı ve dengeli yaptığı bilinmektedir. Dindeki âhiret inancının hem dünya hayatındaki davranışlarda etkili olduğu hem de insandaki ebediyet duygusuna cevap verdiği ortadadır. İnsanlığın mânevî ve zihnî gelişmesinde dinin önemli payı vardır.

V. DİNLERİN TASNİFİ.:

Dinlerle ilgili ilmî araştırmalara paralel olarak dinler değişik açılardan çeşitli kıstaslara göre tasnife tâbi tutulmuş ve ele alınan kıstaslara göre farklı tasnif şemaları ortaya çıkmıştır. Batıda din tasnifleri genelde Tanrı kavramı, sosyoloji-tarih ve coğrafya-tarih açılarından olmak üzere üç kavrama dayalı olarak yapılmaktadır. Tanrı kavramı ele alınarak yapılan tasnif şu şekildedir:
1. Tek tanrılı dinler (ilâhî dinler).
2. Düalist (iki tanrılı) dinler (Mecûsîlik).
3. Çok tanrılı dinler (Eski Yunan, Roma ve Mısır dinleri gibi).
4. Tanrı konusunda açık ve net olmayanlar (Budizm, Şintoizm gibi).

Sosyolojik-tarihî açıdan yapılan din tasniflerinden birisi şu şekildedir:
1. Kurucusu olan dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm, Budizm gibi).
2. Geleneksel dinler (kimin tebliğ ettiği belli olmayan dinler, ilkel dinler, Eski Yunan, Eski Mısır dini gibi).


Bir diğer tasnif ise şöyledir:
1. İlkel dinler.: Bundan maksat, bazılarının dinî gelişmenin ilk basamağı olarak düşündükleri animizm, natürizm, totemizm, fetişizm gibi aslında sadece bir kült olarak dikkate alınabilecek nazariyeler değil, ilkel kabile dinleridir (Nuer, Dinka, Ga dinleri gibi).
2. Millî dinler.: Genellikle bir kurucusundan söz edilmeyen, sadece bir millete ait olan geleneksel yapıdaki dinlerdir (Eski Yunan, Mısır, Roma dinleri gibi).
3. Dünya dinleri.: Hıristiyanlık ve İslâm gibi. Coğrafî-tarihî açıdan ise dinler; Ortadoğu veya Sâmi grubu (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm), Hint grubu (Hinduizm, Budizm, Jainizm), Çin-Japon grubu (Konfüçyüsçülük, Taoizm, Şintoizm), Afrika grubu şeklinde bir ayırıma tâbi tutulabilir. Dinler tipolojik, morfolojik, fenomenolojik özellikleri göz önünde tutularak da tasnif edilebilir. Vahye dayanan-dayanmayan, misyonerliğe yer veren-vermeyen, âhiret inancı olan-olmayan, kudsal kitabı olan-olmayan, geçmişin-günümüzün dinleri, bir bölgeye veya kıtaya özgü dinler değişik bölge ve kıtalara yayılan dinler gibi tasnif kitlelerine göre de din tasnifleri yapılabilir.
İslâm bilginlerinin din tasnifi "hak din-bâtıl din" şeklindedir ve bu ayırım Kur’ÂN-ı Kerîm’e dayanmaktadır.


Kur’ÂN-ı Kerîm’de İslâm için "ALLAH katındaki din" (Âl-i İmrân 3/19), "dosdoğru din" (er-Rûm 30/30), "hak din" (et-Tevbe 9/33; el-Fetih 48/28; es-Saf 61/9) tâbirleri yer almaktadır. Yine Kur’ÂN-ı Kerîm'de İslâm dışındaki inanç sistemlerine de din denilmektedir (et-Tevbe 9/33; el-Fetih 48/28; es-Saf 61/9; el-Kâfirûn 109/6). Buna göre kaynağının ilâhî olması ve orijinal şeklini koruması sebebiyle İslâm Hak Dindir. İlâhî vahye dayanmakla birlikte aslî şeklini koruyamamış dinlere de (Yahudilik, Hıristiyanlık) değiştirilmiş, tahrif edilmiş anlamında Muharref Dinler denilmektedir. İlâhî Vahye dayanmayan dinler ise Bâtıl Dinlerdir.
İslâmî kaynaklarda vahye dayanan dinler için genellikle "milel", bâtıl dinler için "nihal" kelimeleri de kullanılır. Nihle (çoğulu nihal) kelimesi, din içinde oluşan fırka anlamında da kullanılır.

Bu temel sınıflandırma dışında bazı İslâm bilginleri tarafından daha ayrıntılı tasnifler de yapılmıştır. Meselâ, tanınmış İslâm bilginlerinden Şehristânî, ilâhî dinler-bâtıl dinler ayırımını yapmakta, aslî mânada din ehli olarak müslümanları; Ehl-i Kitap denilen Yahudileri ve Hıristiyanları; kitabı bulunması şüpheli olan Mecûsîler’i saymakta; kendi beşerî telakkilerine uyan kimseler olarak da filozoflar, Sâbiîler, Dehrîler, yıldızlara ve putlara tapanlarla Brahmanlar’ı zikretmektedir.

İslâm İnancına ve Kur’ÂN-ı Kerîm'e göre ilk insan çeşitli teorilerde öne sürüldüğü gibi ilkel, mantıkî düşünce ve yorumdan yoksun bir vahşi değil, ALLAH’ın emirlerine muhatap olan sorumluluğunun bilincinde ve en güzel biçimde yaratılmış seçkin bir varlıktır. İlk insan aynı zamanda diğer bütün varlıklar arasında ALLAH’ın halife olarak niteleyip seçtiği bir peygamberdir. Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta olduğu gibi İslâm’da da din ilâhî bir kaynağa dayanmaktadır. Dolayısıyla dinin ilk şekli, XIX ve XX. yüzyıllarda öne sürülen teorilerde olduğu gibi çok tanrıcılık, bâtıl inançlar, hurafeler ve putperestlik değil, bir yüce kudrete iman yani tevhid inancıdır. Nitekim monoteist (tek tanrı) teori de bunu doğrulamaktadır..

İslâm’a göre ilk peygamberin tebliğ ettiği din ile daha sonra gelen peygamberlerin ve son peygamber Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’ın tebliğ ettiği din, temel nitelikleriyle aynıdır. ALLAH’a iman, peygamberlik müessesesi ve âhiret inancı hepsinde vardır. Sadece yaşanılan bölge ve döneme göre değişen bazı kurallar dışında temel inanç esaslarında ve genel prensiplerde değişme yoktur. Çünkü dinin hitap ettiği insan, temel nitelikleri bakımından her dönemde aynı insandır. Bütün peygamberler hak dini tebliğ etmiş, onun yaşanmasını teşvik etmiş, kendileri de örnek olmuşlardır. Hz. Mûsâ aleyhisselâm’ın getirdiği dine Yahudilik, Hz. Îsâ’nın getirdiği dine de Hıristiyanlık adı sonradan verilmiştir. Ne Hz. Mûsâ, ne de Hz. Îsâ bu adları kullanmışlardır. Onlar ALLAH’ın emirlerini tebliğ etmiş, bir olan ALLAH’a iman ve kulluğa çağırmış, ilâhî kitap olan Tevrat ve İncil’e göre yaşamaya davet etmişlerdir. Kur’ÂN-ı Kerîm, peygamberlerin getirdikleri dinlerin aynı hak din olduğunu kaynak ve temel esaslar açısından belirtmiş, ama İslâm adını son peygamberin tebliğ ettiği dine ad olarak vermiştir.
"Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim" (el-Mâide 5/3) meâlindeki âyet de bunu ifâde eder.


VI. DİĞER DİNLER ve İSLÂM.:

Milâdî VII. yüzyılda Hz. MuhaMMed aleyhisselâm, İslâm vahyini tebliğe başladığında yeryüzünde ateizm, putperestlik, politeizm (şirk), yıldızlara tapma da dahil birçok din ve inanç şekilleri mevcuttu. Bu dinlerden Mecûsîlik, Brahmanlık, Budizm, Sâbiîlik, Yahudilik ve Hıristiyanlık en önemlileri olarak ve hatta bir dereceye kadar vahiy dinleri olmaları yönüyle o günün Mekkeliler’i tarafından kolaylıkla kabul edilebilir dinlerdi. Fakat yeni bir din gönderilmiştir. Çünkü bütün bu dinler, zaman içinde orijinal ve aslına uygun şekillerini kaybetmiş, zaman ve mekâna bağlı olarak çeşitli değişikliklere uğramışlar, ayrıca kendilerinden sonra gelecek ve şartları daha da iyileştirip mükemmelleştirecek bir şahsı ve onun mesajını müjdelemişlerdir. Mecûsîlik en eski dinlerden biriydi ve Zerdüşt'ün getirdiği dinin bozulmuş şekline verilen addı. Zerdüşt tek ALLAH yani Ahura Mazda inancını tebliğ etmiş, O'nun seçtiği kimselere ilâhî vahyin geleceğine, meleklere ve ölüm sonrası hayata imanı emretmişti. Zend-Avesta'da (Yaşt, 13, XXVIII, 129) putları kıracak olan Soeşyant adlı birinin geleceği bildirilmektedir. Ancak Zerdüşt'ün tebliğ ettiği tevhid inancı daha sonra hem iyilik hem de kötülük tanrısı olmak üzere iki tanrı inancına (düalizm=seneviyye) dönüşmüş, Tanrı'nın kudret ve kuvvetini temsil ettiğine inanılan ateş yüceltilerek ateş kültü (Mecûsîlik) oluşmuştur..

Brahmanizm çok tanrılı bir dindir. Gerçekte Brahmanlar tek Tanrı'ya inanmakla birlikte O'nun yaratıkları veya O'nun sifâtları şeklinde de olsa Tanrı'nın birtakım tezâhürlerine tapma bunlarda da mevcuttur. Hintliler Tanrı'nın kendisini tarihin her devresinde çeşitli şahsiyetlere bürünerek insanlara gösterdiğine inanırlar. Bu hulûl (avatara=enkarnasyon) inancı hem Tanrı'nın bedenleşmesi ve maddî şekillerle tasvirine hem de binlerce ilâhın mevcudiyeti kanaatine yol açmıştır. Diğer taraftan bu dinde mevcut olan kast sistemi, dinin evrensel gereği olan eşitlik ve kardeşlik unsurlarıyla da çelişmektedir ve bu din, kapalı bir din hüviyetindedir. Dışarıdan biri bu dine giremez ve ona mensup olanlar da ebedî bir tenâsüh hali içindedirler. Aslî hüviyetini kaybedip çok tanrıcılığa, Tanrı'nın bedenleşmesi ve tenâsüh inancına sapması ve kast sistemini benimsemesine rağmen Brahmanizm'de de "ileride gelecek, beklenen kimse" inancı vardır..

Budizm Brahmanizm'deki puta tapma inancını reddedip ona karşı çıkmaktan doğmuş bir dindir ve ana din olan Brahmanizm'den birçok esas taşımaktadır. Bir bakıma Brahmanizm'deki putların kırılması yolunda bir reform niteliği taşır. Ancak putlara karşı olan Buda'nın getirdiği din kendisinden sonra Buda heykellerine tapma şeklinde putperest bir karaktere bürünmüştür. Buda, hayatın tabii olaylarını bir ıstırap olarak görüyor ve bundan kurtuluşu bütün arzu ve ihtiraslardan uzaklaşmaya bağlıyordu. Bu da onları aşırı riyâzet, nefse ezâ ve hatta dünya hayatının tamamen terkedilmesi gibi aşırılıklara sevkediyordu. Yapısındaki köklü değişiklik ve bozulmalara rağmen Budizm'de de ileride gelecek bir kurtarıcı (Maitreya veya Metteya) müjde ve beklentisi vardır.

Sâbiîlik de İslâm'ın geldiği asırda mevcut bir inanç idi. Sâbiîler hicrî ilk yüzyılda müslümanların hâkimiyeti altına girmiş ve onlara zimmîlik statüsü tanınmıştır. Sâbiîler'in oldukça eskiye dayanan bir tarihleri olmakla birlikte nasıl doğduğu, kimin tarafından yayıldığı açık ve net olarak bilinmemektedir. Sâbiîlik’te bir yüce varlık inancı mevcut olmakla birlikte ışık âlemi ile karanlık âlem arasındaki mücadeleye dayanan bir düalizm inancı hâkimdir. Peygamberlik inancının mevcudiyeti tartışmalı olmakla birlikte Hz. Yahyâ aleyhisselâm'a büyük önem verilmekte ve kendi peygamberleri olarak açıklanmaktadır. Diğer taraftan Sâbiîler Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve Hz. MuhaMMed aleyhisselâm aleyhumusselâm’ı kötülük peygamberi, yalancı olarak nitelemektedirler. Özetle denilebilir ki Sâbiîlik orijinal şeklini yitirmiş, zamanla çeşitli inançlar karışmış ve müntesibleri azalmış bir din hüviyetindedir. Bugün ilâhî kaynağa dayanan dinler diye kabul edilen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet'in temel özelliklerini ve İslâm Dininin diğer ikisinden farklı olduğu yönleri de şu şekilde tesbit mümkündür:


1. ALLAH İnancı.: Yahudilik Tanrı'nın birliği üzerinde ısrarla durmasına rağmen, en azından tarihlerinin bazı dönemlerinde ona beşerî nitelikler nisbet etmişler ve âdetâ Tanrı'yı beşerî organ ve duygular taşıyan bir insan gibi tasvir etmişler, insanlaştırmışlardır. Hıristiyanlar ise Tanrı'nın birliğini farklı şekilde ele alıp teslîsi savunmuşlar, aşırı bağlılık duygusuyla, Hz. Îsâ'yı tanrılaştırmışlardır. Halbuki İslâm, ALLAH inancı hususunda gerek yahudilerin gerekse hıristiyanların sonradan düştükleri yanlışlık ve aşırılıkları düzeltmiş, Tanrı'nın beşerîleşmesini veya beşerin tanrılaşmasını reddetmiş, bu noktada Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ'nın hakiki mesajını hatırlatarak ALLAH'ın bir ve benzersiz olduğunu vurgulamıştır..

2. Melek İnancı.: Meleklerin ALLAH'ın oğulları ve kızları olduğu iddiasını ve beşerî şekillerdeki tasvirlerini reddederek hem yahudi ve hıristiyanların düştükleri yanlışı göstermiş hem de ALLAH'ın yüceliğini vurgulamıştır..

3. Kudsal Kitaplar.: Ne yahudiler ne de hıristiyanlar, ALLAH tarafından Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ'ya aleyhumusselâm verilmiş kudsal kitapları orijinal şekilleriyle muhafaza edebilmişler, Tevrat ve İncil zaman içinde ya kaybolmuş ve yeniden yazılmış, ya da çeşitli ilâve ve eksiltmelere mâruz kalmıştır. Kur’ÂN-ı Kerîm ise hem vahyedildiğinde yazıya geçirilmiş olması hem de ezberlenmek suretiyle muhafaza edilmesi yönüyle orijinal ve aslına uygun şekliyle günümüze kadar gelmiştir..

4. Peygamberlik.: Yahudilik ve Hıristiyanlık sonradan tahrif edildikleri için örnek ve önder şahsiyetler olan peygamberlerle ilgili çeşitli iddia ve iftiralarda bulunup sonra gelecek peygamberleri kabul etmezken İslâm, hem bütün peygamberlere imanı şart koşmuş hem de onları lâyık oldukları güzel vasıflarla tavsif etmiştir..

5. Dünya-Âhiret Dengesi.: Yahudilik dünya hayatına, Hıristiyanlık da dünyadan uzaklaşıp mânevî hayata daha çok ağırlık verirken İslâm her ikisi arasındaki dengeyi kurmuş ve korumuştur: "ALLAH'ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma..." (el-Kasas 28/77).

6. Mükellefiyetlerin Azlığı.: Madde-mâna, dünya-âhiret dengeleri açısından en ölçülü ve kolayca yaşanabilir; çeşitli emir ve hükümlerde kolaylığı öngörmesi açısından en kolay olan din İslâm'dır.

İslâm, diğer ilâhî dinlerde var olan bazı ağır dinî sorumlulukları ortadan kaldırmış, insanın yaratılışına en uygun ve yaşanabilir kuralları sunmuş, böylece dini daha da ağırlaştıran ve yaşanmasını zorlaştıran din yorumcularına da önemli bir uyarıda bulunmuştur. Bu son dinin peygamberi Kur’ÂN'da şu şekilde anlatılır:
"Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyanlar (var ya) işte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O peygambere inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura (Kur’ÂN'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır" (el-A‘râf 7/157).
Bu âyette hem Mûsâ şeriatında mevcut çok sayıdaki kural ve vecîbelere (temizlik kuralları, yiyeceklerle ilgili esaslar, âdetli kadınla ilgili yasaklar gibi) hem de İnciller'de ortaya konan öğretinin gerektirdiği aşırı riyâzetçi eğilimlere işâret edilmektedir.
İslâm, daha önceki şeriatlarda mevcut bazı ağır yükleri kaldırmış veya hafifletmiş, dini daha kolay ve yaşanabilir kılmıştır. Çünkü
"İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, resulün de size şahit olması için sizi mûtedil bir ümmet kıldık" (el-Bakara 2/143) buyurulmaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de.: "Kolay ve yüce Hanîflik’le gönderildim" (Müsned, V, 266; bk. Buhârî, “Îmân”, 29) diyerek İslâm'ın diğer şeriatlara göre daha mûtedil, kolay ve müsamahalı olduğunu vurgulamaktadır. Kur’ÂN ve Sünnet'te, dinî mükellefiyetlerin azaltılarak ve gerekli ve yeterli seviyede tutulduğu, İslâm'ın insanlara ağır yükler yüklemek için değil, rahmet ve inâyet olarak gönderildiği sıklıkla tekrarlanır. Kur’ÂN ve Sünnet'teki bu vurgu sebebiyle de İslâm bilginleri dinin anlatım ve yorumunda daima kolaylığı ve uygulanabilirliği tercih etmişlerdir.
İslâm’ın peygamberi peygamberlerin, onun getirdiği din de dinlerin sonuncusudur. İslâm'ın bir diğer özelliği onun evrenselliğidir. Son din olması açısından öncekileri kucaklayıcı ve en mükemmel olmasıdır..


*
**
****

Resim

Muharref.: (Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş.
Ulûhiyyet.: İlâhlık. * Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi.
Ubûdiyyet.: Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.
Taabbüd.: İbadet etmek. Kulluk etmek.
İçtima’.: Toplantı. Toplanmak. Bir araya gelmek. Kavuşmak.
Fıtrat.: Yaradılış, tıynet, hilkat.
Ecdad.: (Cedd. C.) Dedeler. Babalar. Büyük babalar.
Nazariye.: Nazara ve düşünceye ait. Yalnız görüş ve düşünce hâlinde bulunan ve tatbik edilmemiş hâlde olan bilgi.
Tekâmül.: Kemâl bulma. Olgunlaşma.
Âdâb.: (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir..
Vahy.: Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi. * Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir. Şeriatta Vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve hakaikı Peygamberan-ı Zişanına rüya, ilham, kitap, irsal-i melek yollarından biriyle Cenab-ı Hakk'ın bildirip ifham buyurması demektir.
Tahrif.: (Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak. * Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek. * Başka tarafa meylettirmek.
Muharref.: (Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş.
Telakki.: Karşılamak. Almak. Kabul etmek. * Şahsi anlayış ve görüş.
Sâbiî.: İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden. * Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar..
Zimmî.: Anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı hıfzedilen gayr-ı müslim. Ehl-i zimmet.
Müntesib.: İntisab etmiş, intisab eden, giren, alâkası olan.
Tercih.: Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek..


*
**
****


Yâ RaBBu’L-ÂLeMîn!.
Yâ RAHMetenLi’L- ÂLeMîn!.
Ve'L- HaMduLiLLÂhiRABBu’L-ÂLeMînnn!.


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim Ş... AHMET...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim
I. İSLÂM DİNİ'nin MÂHİYETİ.:

Resim

Din, ister hakikatin doğrudan yansıması veya açılımı olarak kabul edilsin ister insan yaratılışının bir gereği olarak değerlendirilsin, sonuçta insanın özünde, fıtratında yerleşik bulunan ve oradan kaynaklanan "kudsala saygı, ona bağlanma ve onunla bütünleşme" ihtiyacını karşılar ve onu kâinat içindeki yalnızlığından kurtaran bir can simidi görevini yerine getirir.
Din kelimesi yer yer bir ferdin veya grubun doğru kabul ettiği ve davranışlarını direktifleri doğrultusunda düzenlediği şey anlamında kullanılsa da, öz ve gerçek kullanımında din, beşer kurgusu olmayan, tam tersine Tanrı kaynaklı olan şey anlamındadır. Vahyedilmiş olarak nitelenen ve bir bakıma Tanrı'nın gökten yeryüzüne ve insanoğluna uzatılmış kurtuluş ipi olan dinin temel amacı, insan ile Tanrı arasında etkili, güçlü ve sağlıklı bir bağ kurmaktır. Bu anlamda vahiy kaynaklı bütün dinlerin bir, tek ve aynı olduğunu söylemek doğru olur. Nitekim Kur’ÂN'daki.:
"ALLAH katındaki din İslâm'dır" (Âl-i İmrân 3/19) ifâdesi, ALLAH'ın itibâr ettiği, geçerli saydığı ve dikkate aldığı tek dinin, özel anlamıyla son ilâhî din sayılan İslâm dini anlamını ifâde etmesinin yanı sıra, Tanrı kaynaklı olan vahyedilmiş dinlerin özde birliğini ve bu dinlerin temel özelliğinin -seçilen kelimenin sözlük anlamına da uygun şekilde- Tanrı'ya boyun eğiş, O'na bağlanış ve teslim oluş olduğunu da ayrıca vurgulamaktadır. Bir dinin mükemmel olduğu iddiası, sadece mensupları açısından o dinin bütün öteki dinlere tercih edilebilir olduğunu ima eder. Bir dinin bu amaç doğrultusunda bütün öteki dinler karşısında inanç ve ibâdete ilişkin sembolik tutarlılığını, safiyet ve orijinalitesini korumak maksadıyla kendisi için bir söylem oluşturması ve itham, isnat ve itirazlara karşı bir savunma mekanizması geliştirmesi haklı ve anlamlı görülebilir. Fakat vahiy kaynaklı olan ve kopuksuz bir gelenek zinciriyle gelen bütün dinler, öz ve orijinalite itibâriyle aynı zirveye götüren yollar olarak tanımlanır ve İslâm dini bu halkanın son ve bozulmaktan korunmuş şeklini temsil eder. Dinin Tanrı tarafından vahyedilmiş olduğunun söylenmesiyle vahiy, dinin daha doğrusu otantik dinin temel niteliği yapılmış olmakta ve dolayısıyla dinin yalın bir Tanrı inancından ibâret olmadığı, Tanrı'ya inanmak yanında, O'nun değişik biçimlerde tecellî edeceğine inanmak gerektiği de vurgulanmış olmaktadır. İslâmî literatürde bu tecellî ve inâyet yani Tanrı'nın kendini göstermesi, genellikle "yaratma ve buyurma" (halk ve emir) kavramlarıyla ifâde edilir. Kur’ÂN-ı Kerîm'de ise yaratma ve buyurmanın ALLAH'a ait olduğu vurgulanır. Buyurma, Tanrı'nın iradesinin sonucudur ve din bu iradenin içinde yer alır. Özü itibâriyle mâkul ve kavranabilir olsa bile din, Tanrı iradesinin vahiy yoluyla açılımı olduğu için, teorik olarak, insan aklı da dahil tüm beşerî güçlerden üstündür. Bu yaklaşım Tanrısal iradenin açılımı olan vahyin "aktif ve kurucu", buna mukabil vahye muhatap olan insanın akıl ve diğer melekelerinin "pasif ve alıcı" konumda olduğuna işâret etmektedir. Tanrısal iradenin insanlara ulaşımının peygamberler kanalıyla olmasını dikkate alan kimi İslâm bilginleri peygamberliği âlemin ruhu olarak nitelemişlerdir. İnsan, kendisini vahye bağlayan gelenek zincirini korumak durumundadır. İslâm düşünce geleneğinde tevâtür ve icmâ gibi kurumsal yapılar, büyük ölçüde vahiyle irtibâtlı gelenek zincirini korumak amacıyla oluşturulmuş veya hiç değilse bu amaca hizmet etmiştir. Vahiy ve gelenek kavramları, dinin yapısını ve temel özelliklerini işâret etmektedir. Din, en yalın biçimiyle Tanrı'ya inanma ve ona ibâdet etme olduğuna göre, onun bir inanç sistemini ve bir ibâdet sistemini içermesi zorunludur. Bu iki temel unsur yanında, dinin ahlâkî hükümleri de içermesi gerekir. Ahlâk, dikey olarak veya metafizik boyutta, bu inanç ve ibâdetlerdeki içtenlik ve samimiyet (ihlâs, ihsan) anlamını içerdiği gibi, dünyevî boyutta, Tanrı inancının ve O’na olan sevginin Tanrı'nın kulları üzerinde gösterilmesi, onların hoş ve mutlu edilmesine çalışılması, onların hukukunun ihlâl edilmemesi, onları rahatsız ve huzursuz etmekten kaçınılması anlamını da içerir. Bu durumun İslâm dini açısından da aynıyla geçerli olduğunu açıkça göstermesi bakımından Cibrîl hadisi diye meşhur olan diyalogu anmak uygun olur. Bu diyalogda geçtiğine göre vahiy meleği Cibrîl, bir gün dini öğretmek üzere Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’a gelmiş, ona iman, İslâm ve ihsanın ne demek olduğunu sormuş ve bunları yine kendisi cevaplamıştır. Cibrîl'in bu üç kavrama getirdiği açıklama öz itibâriyle dinin yukarıda değinilen üç temel unsurunu, yani inanç, ibâdet ve ahlâkı içermektedir. Cibrîl imanı ALLAH'a, âhiret gününe, peygamberlere, meleklere, kitaplara ve kadere inanmak olarak; İslâm’ı, şirk koşmaksızın sadece ALLAH'a ibâdet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve haccetmek olarak; ihsanı da, Tanrı’yı görüyormuşçasına ibâdet etmek olarak açıklamıştır.. (Buhârî, “Îmân”, 1).

Resim--- "Ömer radiyallahu anhu anlatıyor.: Bir gün Peygamberimiz aleyhisselâm’ın yanında oturuyorduk. Bir adam çıkageldi. Elbiseleri bembeyazdı. Saçları simsiyahtı. Üzerinde bir sefer, bir yolculuk izi yoktu. Aramızda onu tanıyanımız da yoktu. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın huzurunda oturdu. Dizlerini Resûl-i Ekrem aleyhisselâm’ın dizlerine yasladı. Ellerini de dizlerinin üzerine koydu. Ve dedi ki.: ُدَ مَحُ ا م َي ِ مَلاْسِ الإ ِنَ ى ع ِنْرِبْخَ أ “Ey MuhaMMed! Bana İslam’ı anlat.” Resûl-i Ekrem aleyhisselâm.: “İslam; ALLAH’tan başka ilah olmadığını MuhaMMed’in ALLAH’ın elçisi olduğunu kabul etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve eğer imkânın varsa haccetmendir.” buyurdu. Gelen zât.: “Doğru söyledin!.” dedi. Hz. Ömer diyor ki: “Adama şaşırdık, hem soru soruyor, hem de tasdik ediyordu”. Sonra o kişi.: ِ يمان ِ ي عن الإ ِنْرِبْخَأَ ف “Bana imânı anlat” dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İmân; ALLAH’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, âhiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin ALLAH’tan olduğuna inanmandır.” dedi. Bu cevâb üzerine adam, yine.: “Doğru söyledin!.” dedi. Bu sefer.: ِ سا ْحِ ي عن الإ ِنْرِبْخَفأ ن “Bana ihsânı anlat!.” dedi. Peygamberimiz aleyhisselâm.: “İhsân, ALLAH’ı görüyormuşçasına O’na ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu göremesen de O, seni her an görüyor” karşılığını verdi. Adam yine.: “Doğru söyledin!.” dedi. O zât, bir soru daha sordu.: ْرِبْخَأَف ِ اعة َ ي عن الس ِ ن “Kıyamet ne zaman kopacak?.” dedi. Resûl-i Ekrem aleyhisselâm.: “Bu konuda kendisine soru sorulan kimse, soruyu sorandan daha bilgili değildir!.” buyurdu. O şahıs aramızdan ayrılıp gidince, Peygamberimiz aleyhisselâm.: “Bu soruları soran kimdi biliyor musunuz?.” dedi. “ALLAH ve Resûlü daha iyi bilir!.” dedik. Efendimiz aleyhisselâm.: “O Cebrâil aleyhisselâm idi, size dininizi öğretmek için geldi.” buyurdu.
(Buhârî, İmân,37; Müslim, İmân,1; Ebû Davûd, Sünnet 15)

Tanrı'ya iman ve bunun etrafında oluşturulan inanç sistemi dinin temelini oluşturur. İnanç sistemi yapısı itibâriyle dogmatik olabilirse de, inanılan Tanrı'nın özellikle varlığı ve birliğinin ortaya konulması, temel niteliklerinin kavranması ve sistemleştirilmesi aklî bir çabayı gerektirir ve tüm bunların kesinlik gerektiren bilgiye dayanması gerekir. Müslüman bilginlerin inanç konularını sistematik bir yapıya kavuşturmaya çalıştıkları ilmî bir disiplin olan kelâm ilminin kesinlik ifâde eden veri ve malzeme tabanı ve burhan üzerine kurulmuş olmasının anlamı ve nedeni budur. Dinin ikinci unsuru olan ibâdetler (ritüel), Tanrı'ya itaatin biçimsel göstergeleri sayılır. Yalın ve teorik bir Tanrı inancı yeterli olmayıp bu inancın pratik olarak eylemle gösterilmesi ve sergilenmesi gerekir. Tapma, tapınma eylemi olan ibâdetin öz ve genel yapı itibâriyle kaynağı da vahiy olduğu için belirli ibâdetler, Tanrı'ya itaat çerçevesinde ve bir inanç ve kanaat gereği olarak yapılırlar. Tapma ihtiyacı, beşer düşüncesinin ürünleriyle karşılanamaz. Kaldı ki beşerin bu alana müdahalesi asgari olarak, dinin esaslı unsurlarından birinin zedelenmesi anlamına gelir. Bu bakımdan Tanrı bizim ibâdet olarak ne yapmamız gerektiğini belirlemiş ve kendisine bu şekilde ibâdet etmemizi emretmiştir. İbâdetler biçimsel olarak basit görünseler bile Tanrı'nın tasarımı oldukları için, aslında onların gücü ve gizemi bu dünyanın ötelerine uzanır ve her biri Tanrı ile bağlantının değişik biçim ve boyutlarda gerçekleştirilmesine hizmet edecek mâhiyettedir. Hatta bir ibâdete bağlı olarak belirli duaların ezberlenmesi ve okunması da o ibâdetin bir parçasını teşkil edebilir ve bu okumanın etkisi salt bir zihnî kavrayış şartına bağlı değildir. Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’ın namazlarda özellikle Fâtiha'nın okunması yönündeki direktifi bu açıdan değerlendirilebilir.
Dinin üçüncü unsuru
"AHLÂK"tır. Dinin ilk iki unsuru olan İNANÇ ve İBÂDET, kişinin doğrudan Tanrı ile teorik ve pratik bağlantı ve iletişimini sağlaması yönüyle insan-Tanrı ilişkisinin dikey-metafizik boyutuna ilişkin iken ahlâk, inanç ve ibâdet yoluyla tesis edilmiş bulunan insan-Tanrı ilişkisinin, dünyevî planda her türlü tutum ve davranışa yansıması olarak değerlendirilir. İnsanın başkalarına iyi davranması, onlarla iyi geçinmesi, kötülük etmemesi ahlâkî birer davranış olması yanında, aynı zamanda biçimsel ibâdetler dışında Tanrı'nın hoşuna gidecek davranışlardır. Ahlâkın diğer bir boyutu ise Tanrı'ya olan inancın ve ona yapılan ibâdetin içtenlik derecesine ilişkindir ki bu husus İslâmî terminolojide ihlâs ve ihsan diye anılır.
Dinin aslî unsurlarından olan iman bir bakıma dinin Tanrı’yı tanıma ve bilme
(MÂHABBETULLAH) boyutu, ibâdetler Tanrı'ya itaat boyutunu ve ahlâk ise Tanrı’yı sevme (MÂHABBETULLAH) boyutunu teşkil eder. İmanın akıl ve bilgi, ibâdetlerin inanç ve kanaat, ahlâkın ise gönül ve duygu kaynaklı olması her birinin mâhiyeti gereğidir.
İnsanların birbirleriyle ilişkilerini normatif olarak düzenleyen hukuk ise, dinin tanımında ve unsurları içinde yer almamakla birlikte, genel olarak din ile irtibâtlı olarak düşünülebilir ve dinin üç temel unsurundan her biriyle ayrı ayrı bağlantısı kurulabilir. Bu yaklaşım çerçevesinde başlı başına amaç olmayan hukukî düzenlemeler, özellikle ahlâkî hükümlerin değişik zaman ve zeminlerde gerçekleştirilmesine hizmet eden normatif düzenlemeler olması itibâriyle belli ölçülerde değişmeye ve dolayısıyla insanın belirlemesine açıktır. Esasen hukukun biçimsel yönünün, temel yapısı ve mâhiyeti itibâriyle akıl üstü ve dogmatik olan dinin kapsamında yer almayışının anlamı da budur.
Burada dinin bu üç temel unsurunun tarihî süreç içerisinde sistemleştirilme biçimlerine, ayrıca tüm bunlarla bağlantısı olduğu için fıkhın tarihî süreç içerisindeki gelişimine işâret ettikten sonra, dinin temel unsurlarından ilk ikisini yani inanç ve ibâdet sistemini ilmihalin I. cildinde ele aldık. Dinin üçüncü unsuru olan ahlâkı ve dinden bütünüyle bağımsız düşünülmesi doğru olmayan, hatta temel dinî öğretinin toplumsal hayata ve beşerî ilişkilere olumlu katkısı sayılabilecek olan hukukî ilke ve düzenlemeleri ve müslüman toplumların bu çizgide oluşan toplumsal yaşama kültür ve geleneğini ve ilgili bazı konuları da II. ciltte inceleyeceğiz..


*
**
****

Resim

Mâhiyet.: Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.
Temsil.: Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. Örnek, nümune söz.
Otantik.: Belge değerinde olan, gerçeğe dayanan, gerçek olan, aslına uygun, doğru, özgün.
Tecellî.: Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.
İrade.: İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman. * Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.
Metafizik.: Doğaötesi bir özelliği bulunan, duyularla kavranamaz olan..
Sistematik.: Sistemli, Metodlu, Düzenli Bir Biçimde, Belli Bir Düzen Çerçevesinde
Burhan.: Bürhan. Delil, hüccet, isbat vasıtası. * Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas. * Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet.
Asgarî.: En az. En küçük.
Teorik.: Tecrübe edilene, gözlemle ilgili olana karşıt olarak, düşünce, teori, hipotez veya bilimsel yasa ile ilgili olan
Pratik.: Teoriden ziyâde uygulamaya dönük olan. İnsan
emeği ve üretim araçlarının kullanılma¬sıyla, belirli bir hammaddenin belirli bir ürüne dönüştürülmesi süreci.
Tesis.: Kuruluş. Temelini atma, oluşturma, kurma, yapma..


*
**
****


Yâ RaBBu’L-ÂLeMîn!.
Yâ RAHMetenLi’L- ÂLeMîn!.
Ve'L- HaMduLiLLÂhiRABBu’L-ÂLeMînnn!.


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim Ş... AHMET...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim


II. TARİHÎ SÜREÇ.:

Resim

Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’ın yirmi üç yıllık peygamberliği döneminde tamamlanan vahiy (Kur’ÂN) ve onun açıklaması mâhiyetindeki sünnet İslâm dininin inanç, ibâdet ve ahlâk yanında hukukî, bireysel ve sosyal hayatla ilgili temel ilkelerini ve amaçlarını belirlemiş ve dinin ana çatısını kurmuştur. Bununla birlikte İslâm'ın bu iki aslî kaynağının, bu kaynaklarda ifâde edilen ilke, hüküm ve hedeflerin, örneklendirme ve benzetmelerin anlaşılması, yorumlanması ve bunlardan amelî hayatın çeşitli yönlerine ilişkin bazı değer hükümlerinin ve uygulanabilir sonuçların çıkarılması aklî muhakeme ile mümkün olmaktadır. Sınırlı sayı ve muhtevâdaki nassların yani Kur’ÂN ve Sünnet metninin, sınırsız sayıda ve çok çeşitli olaylara ışık tutabilmesi, farklı konum ve mâhiyetteki insan davranışlarını yönlendirebilmesi ancak böyle bir anlama ve yorumlama faaliyetiyle mümkün olur.
Anlama, yorumlama ve bakış açısı yönüyle bireyler arasında önemli farklılıkların bulunması, üstelik insanların kültür, gelenek, bilgi ve tecrübe birikimlerinin dönem ve bölgelere göre de değişmekte olması aynı
(Kur’ÂN) veya HADİS metninden aynı dönemde veya farklı dönemlerde farklı anlam ve hükümlerin çıkarılmasını kaçınılmaz kılmıştır. Bu durum, İslâm'da fikrî tartışmanın ve ihtilâfın hoşgörüyle karşılanıp tabii bir hadise olarak görülmesinin de, İslâm Ümmeti içindeki dinle ilgili görüş ayrılıklarının da ana sebebini teşkil etmiştir. Böyle olunca, (Kur’ÂN)'ın metninden, sünnetin muhtevâsından ve İslâm toplumunun asırlarca devam eden geleneğinden açıkça anlaşılan ve müslümanların asgarî müştereğini teşkil eden değişmez bir İslâmî öz ve ana unsur yanında bir de anlama, yorumlama ve bakış açısına göre değişebilen ve çeşitli toplumlara renk ve ton farkıyla değişerek yansıyan bir İslâmî hayattan ve gelenekten söz etmek mümkündür. Buna ilâveten, nasların insan zihninin cevabını aradığı her soruyu, ferdî ve içtimaî hayatın her alanını ayrıntıyla ele almadığı, çoğu yerde bu konulardaki cevaba ve çözüme yardımcı olacak ana ilke ve hedefleri vermekle yetindiği ve geride "bilinçli boşluk" denilebilecek geniş bir alan bıraktığı da bilinmektedir. Bu alan müslüman birey ve toplumlar tarafından, dinin ilke ve hedeflerine aykırı olmaması, hatta onlarla bütünleşmesi kaydıyla serbestçe düzenlenebilecektir. Bu nisbî serbestlik de haliyle İslâm dünyasında tarihî seyir içinde dönemlere ve bölgelere göre değişiklik gösteren zengin bir çeşitliliğin yaşanmasının bir diğer sebebini teşkil etmiştir.

Yukarıda yapılan tasvir ışığında, İslâm'ın anlaşılması, değişmezliği ve uygulamaya da yansıyan farklı tezâhürleri yönüyle iç içe üç halkadan söz etmek mümkündür. Bu ayırım aynı zamanda İslâm'ın doğrudan ve dolaylı olarak ilgi alanını ve kapsamını tanıtıcı da olacaktır. En içte
(Kur’ÂN) ve SÜNNEt metninden doğrudan ve açık bir şekilde anlaşılan öz, İslâm'ın ana ve değişmez unsuru yer alır. İkinci halkayı nasların dolaylı şekilde ve yorumlama sonucu kapsadığı alan, nasların izdüşüm alanı teşkil eder. Bu alanda, izlenen aklî istidlâle, muhakemelere ve bakış açılarına göre naslara farklı yorumlar getirmek ve onlardan farklı sonuçlar çıkarmak mümkün olduğundan kısmî bir değişkenlik ve farklılık gözlenir. En dışta ise, müslüman fert ve toplumların dinin rehberliği ve yönlendirmesi sonucu belli bir kıvama gelmiş kendi öz inisiyatifleriyle, bilgi ve tecrübe birikimlerinden, kültür ve geleneklerinden kaynaklanan tercihleriyle dolduracakları fakat ilk iki alanla da çelişmemeye özen gösterecekleri üçüncü halka yer alır. İslâm'ın ilgi alanını ve kapsamını değişmezlik değişkenlik, yoruma açık veya kapalı oluş, doğrudan veya dolaylı oluş itibâriyle böyle bir üçlü ayırıma tâbi tutmak mümkün ve doğru ise de, hangi hükmün hangi halkada yer aldığı konusunda belli ölçüde izâfîliğin bulunması ve birtakım farklı görüşlerin olması kaçınılmazdır. Özetle ifâde edilen bu kategorik tasvir ve genelleme, Hz. Peygamber'in vefâtını takip eden ilk birkaç asır içinde, nasların anlaşılması, yorumlanması ve günlük hayatın bu istikamette düzenlenmesi çabalarının tek bir çizgide seyretmeyip İslâm'ın yayılış alanıyla ve hızıyla da bağlantılı olarak farklı birçok anlayış, ekol ve temayülün ortaya çıkmış olmasına önemli bir açıklama getirmektedir. İslâm'ın yayılışı sürecinde İslâm'la tanışan ve müslüman olan toplumların kendi geleneklerini, örf ve âdetlerini İslâm döneminde de bir ölçüde devam ettirmiş olması, komşu kültürlerin İslâm medeniyeti içinde kendini ifâde imkânı bulması, İslâm'ın bölgesel ve sosyal şartlara kolayca uyum sağlayabilmesi de yine aynı alan ayırımının sağladığı esneklikle ve uyum kabiliyetiyle yakından bağlantılıdır. Bununla birlikte tarihî süreç itibâriyle İslâm dünyasında İslâm'ın anlaşılması, yorumu ve günlük hayata geçirilmesi konusundaki müsaade edilen farklılıkları sadece müslüman fert ve toplumlar arasındaki anlayış ve yorum farkıyla, kültür ve gelenek farkıyla açıklamanın yetersiz kalacağını, bunun dışında birçok âmilin de söz konusu edilebileceğini ayrıca belirtmek gerekir. İslâm'ın getirdiği fikir ve vicdan hürriyeti, fertlerin birbirinden farklı duygu, düşünce ve karakterde yaratılmış olmaları, âyet ve hadislerin bir kısmının ifâde ve kapsam yönünden kolay anlaşılır, bir kısmının da mânalarının kapalı olması, bunları değerlendiren bilginlerin değişik metot ve ölçülere sahip olmaları, hilâfet tartışmaları, müslümanlar arasında meydana gelen iç savaşlar, müslümanların çeşitli kültürlere sahip milletlerle temasa geçmesi, felsefî eserlerin tercüme edilerek İslâm dünyasında yayılması, değişen akımlar ve gelişen toplum hayatının doğurduğu ihtiyaçlar karşısında âyet ve hadislerden hüküm çıkarma zorunluluğunun hissedilmesi ve değişik siyasî düşünceler zamanla fıkhî ve i’tikadî ekollerin ve gruplaşmaların ortaya çıkmasına sebeb olmuş, Kitap ve Sünnet'ten hüküm çıkarma gücünde olmayanlar bu güçteki âlimlerin görüş ve düşünceleri etrafında toplanarak mezhebleri oluşturmuşlardır. Mezheb sözlükte "gidilecek yer, gidilecek yol, görüş, doktrin ve akım" gibi mânalara gelir. Bir terim olarak ise mezheb, kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemine sahip olduğu kabul edilen i’tikadî ve fıkhî doktrini ifâde eder. Çoğulu "mezâhib"dir. Mezheb kurucusu kabul edilen imam veya müctehid hiçbir şekilde bir din koyucusu veya din tebliğcisi değildir. Yüce ALLAH tarafından konulan ve Hz. MuhaMMed aleyhisselâm tarafından tebliğ edilen İslâm dininin gerek inanç, gerekse fıkıh (ibâdet ve hukuk) alanına giren meselelerini delilleriyle birlikte ele alıp bunlara ilişkin yorum ve çözümler getirme ihtiyacı karşısında, delillerinden hüküm çıkarma yeterliğine sahip bilginler birbirinden farklı görüşler ve çözüm örnekleri ortaya koymuşlardır. İşte belli görüşler etrafında oluşan ve yeni katılımlarla da giderek zenginleşen fikrî kümeleşmeye mezheb denilmiştir. Genellikle fıkıh mezhebleri, kurucularının isimleri ile anılır. Hanefî mezhebi, Mâlikî mezhebi gibi. Akaid mezhebleri ise, Şîa, Mu‘tezile, Havâric gibi belli topluluklara nisbet edildiği gibi kurucusuna izâfetle de anılmıştır: Mâtürîdî, Eş‘arî gibi. Ana akaid mezheblerinin ayrıldığı kollar da fıkıh mezhebleri gibi daha çok bir şahsa nisbet edilmiştir. Akaid mezhebleri için daha çok "grup" anlamına gelen "fırka" (çoğulu fırak), "görüş" anlamına gelen "makale" (çoğulu makalât) ve "anlayış tarzı" mânasına gelen "nıhle" (çoğulu nihal) kelimeleri kullanılır..


*
**
****

Resim

Nass.: Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil. * Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelâm ve âyet. Akide. * Bir haberi kimden aldığını söyleyerek, en nihayet o haberi ilk söyleyene kadar nakledilişi isbat etmek.Bazılarınca istihraç ve izhar mânâlarından me'huzdur. Bir şeyin belâğ ve nihayetine denir. Bundan başka: Delil, haber, seyr-i şedid, ref', hüccet, bürhan, zuhur mânalarına da gelir.
Asgarî.: En az. En küçük.
Tasvir.: Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde. * Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak. * Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim.
Mezheb.: Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi... Bu "Mezheb" kelimesi asıl ve esas mânasına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve muhakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur'ân-ı Kerim'in esaslarından, Peygamber'in (aleyhisselâm emir ve sünnetlerinden ayrılmamış "Dört Mezheb" Hak olarak seçilmiştir:
1-) Hanefî Mezhebi, 2-) Şâfiî Mezhebi, 3-) Hanbelî Mezhebi. 4-) Mâlikî Mezhebi.
İ’tikad.: İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak..
İ’tikadî.: İtikad ve inançla alâkalı.
Doktrin.: yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y. * Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü..
Müctehid.: İctihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî... gibi
Füruat.: [/color]Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.
Akaid.: (Akide. c.) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar.
Muhakkik.: Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. * Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.
Tedkik.: Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma..
Nisbî.: (Nisbiye) Kıyaslama ile olan. Diğerine, öncekine göre. Diğerlerine göre kıyaslıyarak olan. Nisbete, ölçüye göre.
İstidlâl.: Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.
Şîa.: Yardımcılar mânâsiyle, Alevilik, Şiilik. İfrat ve tefrit ve dünyevi sebebler yüzünden Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebinden ayrılan bir fırka. Bir şahsa taraftar olmak.
Mu‘tezile.: Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir.
Havâric.: (Hâric ve Hârice. c.) Asiler, zorbalar, isyankârlar. * Hâricîler. Hâriçte kalanlar.
Hâricî.: Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit. * Zorba ve âsi olan. * Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden. * Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından herbiri.
Mâtürîdî.: Mâturidi Mezhebi ve bu mezhebden olan. Semerkand şehrinin Mâturid köyünden olan Ebu Mansur-u Mâturidi'yi (Hicri: 280-332) itikadda imam olarak kabul edenler. Amelde Hanefi Mezhebinden olanlar, itikadda Maturidi mezhebindendir. Çünkü bu Zât, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif görüşleri, eserleri ile reddederek ıslâh etmiştir.
Eş‘arî.: Eş'arî mezhebi veya o mezhepte olan. Asıl adı Eb-ul Hasan-ül-Eş'arî olan İmam-ı Eş'arî, Ehl-i Sünnet itikadını âyetlere, hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. Ehl-i Sünnet Mezhebi itikadına tercümanlık ederek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Hi. 260-324) İtikada dâir meydana koyduğu hakikatları kabul edenlere Eş'arî ve Mezhebine de Eş'ariye denir.


*
**
****


Yâ RaBBu’L-ÂLeMîn!.
Yâ RAHMetenLi’L- ÂLeMîn!.
Ve'L- HaMduLiLLÂhiRABBu’L-ÂLeMînnn!.


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim Ş... AHMET...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

A-) İTİKADÎ FIRKALAR.:

İslâm tevhid dinidir. Tevhid, ALLAH'ı zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir kabul etmek, onu yegâne tapınılan varlık olarak tanımak demektir. Bu anlayış ırk, dil, bölge gibi farklılıklara rağmen bütün müslümanları birlik ve beraberlik içinde tutan bir çatı işlevi de görmektedir. Dinimizde müslümanların birlik ve bütünlüğünü bozan her türlü sosyal parçalanmalar ve bu sonuca götüren fikir ayrılıkları yasaklanmıştır. Şu âyetler bu hususu vurgulamaktadır.:


وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Resim---“Va’tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrekû, vezkurû ni’metallâhi aleykum iz kuntum a’dâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi ni’metihî ihvânâ (ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufretin minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn (tehtedûne).: Ve hepiniz, Allah'ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın! Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki ni'metini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz. Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece O'nun (Allah'ın) nimeti ile kardeşler oldunuz. Ve siz ateşten bir çukurun kenarında iken sizi ondan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz hidayete erersiniz.” (Âl-i İmrân 3/103)

وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
Resim---“Ve etîullâhe ve resûlehu ve lâ tenâzeû fe tefşelû ve tezhebe rîhukum vasbirû, innallâhe mea’s- sâbirîn (sâbirîne).: Allah'a ve O'nun Resûl'üne itaat edin, niza etmeyin (anlaşmazlığa düşmeyin), yoksa zayıf düşersiniz ve kuvvetiniz (elinizden) gider. Sabredin. Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Âl-i İmrân 3/103)
(Enfâl 8/46).

Fikir ayrılıkları her ne kadar tabii ve kaçınılmaz ise de, bu serbesti, müslümanların bölünmesine yol açmama şartı ile sınırlıdır. Kur’ÂN-ı Kerîm'de şöyle buyurulur.:

وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ تَفَرَّقُواْ وَاخْتَلَفُواْ مِن بَعْدِ مَا جَاءهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَأُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Resim---“Ve lâ tekûnû kellezîne teferrakû vahtelefû min ba’di mâ câehumu’l- beyyinât (beyyinâtu), ve ulâike lehum azâbun azîm (azîmun).: Ve kendilerine beyyineler (açık deliller) geldikten sonra, fırkalara ayrılıp ihtilafa düşenler gibi olmayın! Ve işte onlar, onlar için “azîm azap” vardır.” (Âl-i İmrân 3/105)

Âyete göre sosyal anlamdaki parçalanmanın yanısıra, hakkında apaçık âyet ve deliller bulunan iman esaslarının, İslâm'ın şartlarının ve farz veya haram oluşu kesin delille sabit olmuş diğer dinî hükümlerin müslümanlar arasında çekişme konusu yapılması câiz değildir. Ancak yoruma müsait olan hususların anlaşılması çerçevesinde farklı ilmî görüşler ortaya koymak serbesttir. İşte İslâmî mezhebler bu noktada kullandıkları metot ve anlayış farklılıklarından doğmuştur. Nitekim fıkhî konularda farklı sonuçlara ulaşmak genellikle müsamaha ile karşılanmış, rahmet olarak telakki edilmiş ve hatta Hz. Peygamber tarafından teşvik edilmiştir (bk. Ebû Dâvûd, “Akzıye”, 11; Müsned, V, 230, 236).
Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in vefâtından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların bir kısmı siyasî bir kısmı da fikrî sebeblere dayanıyordu. Ancak siyasî nitelikli ihtilâflar da zamanla fikrî ve dinî şekillere bürünmüş ve akaid sahasını ilgilendiren meseleler arasına girmiştir. Böylece daha ilk dönemlerde Hâricîlik ve Şia gibi siyasî-i’tikadî mezhebler ile Mu’tezile ve Mürcie gibi çeşitli i’tikadî mezhebler ortaya çıkmıştır. İtikadî alanda ortaya çıkan mezhebler daha çok tevhid, kader, iman-amel ilişkisi gibi temel konular çerçevesinde ALLAH’ın sıfatları, müteşâbih ayetlerin anlaşılması, Ru’yetullah, ALLAH’ın irâdesi, amelin imandan bir cüz olup-olmaması gibi konularda farklı görüşler ileri sürmüştür.
Hz. Peygamber bir hadislerinde yahudilerin yetmiş bir, hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş, kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna.: "Benim ve ashabımın yolunu izleyenler" (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 1; İbn Mâce, “Fiten”, 17) cevabını vermiştir. Hadiste bir isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade müslümanların ayrılık ve çekişmeye düşmesi halinde bundan herkesin zarar göreceğine işâret vardır. Ancak hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ve "ateşte olanlar" ayırımı göz önünde bulundurularak bütün mezhebler kendilerinin ‘kurtuluşa eren grup’ yani "Fırka-i Nâciye" olduğunu iddia etmiştir. Kur’ÂN’da.:


فَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ زُبُرًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
Resim---“Fe tekattaû emrehum beynehum zuburâ(zuburan), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).: Fakat onlar, (dînin) emirlerini kendi aralarında kısımlara (fırkalara) ayırarak böldüler. Grupların hepsi, kendilerindeki (kabul ettikleri) ile ferahlanırlar.” (Mü’minun 23/53)

أَمْ أَنزَلْنَا عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا فَهُوَ يَتَكَلَّمُ بِمَا كَانُوا بِهِ يُشْرِكُونَ
Resim---“Em enzelnâ aleyhim sultânen fe huve yetekellemu bimâ kânû bihî yuşrikûn(yuşrikûne).: Yoksa onlara bir sultan (delil, kitap) indirdik de böylece o (kitap onlara), O'na (Allah'a) şirk koşmalarını mı söylüyor?” (Rûm 30/35)

Şeklinde de anlamlandırılan ayetlerin işâret ettiği olgu çerçevesinde her grup kendini doğru yolda görerek ‘hak ehli’ olarak nitelendirmiş, muhaliflerinin ise sonradan ortaya çıkan bid’at grupları olduğunu savunmuştur. Bu çerçevede Ehl-i Sünnet âlimleri de mezhebleri Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bid‘at olmak üzere ikiye ayırarak incelemiştir. Ehl-i Sünnet dinî literatürde, dini anlama ve yaşamada ALLAH'ın Kitabını ve Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’ın sünnetini rehber edinen ve sahâbenin yolunu izleyen ümmet çoğunluğu anlamında kullanılan bir terim olmuştur. Bu grup mensupları sünnete bağlı oldukları ve cemaat ruhundan ayrılmadıkları düşüncesiyle kendilerini "Ehl-i Sünnet ve'l-cemâat" adıyla da anmış, "Ehl-i Hak" terimini de çoğunlukla Ehl-i Sünnet anlamına kullanmıştır. Erken dönem hadis kaynaklarında Ehl-i Sünnet tâbiri görülmemekle birlikte sünnet ve cemaat kelimelerine rastlanmaktadır. Ehl-i Sünnet de, hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ifâdesinden hareketle kendisini "Fırka-i Nâciye” olarak nitelendirmiştir. Ehl-i Sünnet, ALLAH'ın zâtı, sıfatları, âlemin yaratılışı, kader, peygamberlik, mûcize ve keramet, şefaat, haşir ve âhiret gibi İslâm akaidinin temel konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında, izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeble kendi arasında, Ehl-i Hadis, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere üçe ayrılmıştır. Selefiyye'ye "Ehl-i Sünnet-i Hâssa", Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye'ye "Ehl-i Sünnet-i Âmme" denildiği de olur. Ehl-i Sünnet'in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i Sünnet'in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde kalmıştır. Bugün dünya müslümanlarının % 90'dan fazlası Ehl-i Sünnet anlayışına bağlıdır. Ehl-i Bid‘at kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler" anlamına gelirken, Ehl-i Sünnet âlimlerince dinî literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber'in ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan ayrılan, İslâm Ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i Sünnet'e muhalefet eden mezheb ve gruplar anlamında kullanılmıştır. Ehl-i Sünnet âlimleri Galiyye, Bâtıniyye gibi mezheblerin bir kısmını, görüşleri itibâriyle İslâm ve iman çerçevesinin dışında gördükleri için; Hâriciye, Mu‘tezile ve Şîa gibi diğer bir kısmını da İslâm dâiresi içinde ve İslâm Ümmetine mensup yani ehl-i kıbleden görmekle birlikte sünnete ve çoğunluğun genel kabul ve çizgisine aykırı bir yol izlemeleri sebebiyle eleştirmişlerdir. Bir kısım i’tikadî görüş ve mezheblerin tarihte kalması ve zamanla mezheb kimliğinin zayıflaması sebebiyle günümüzde İslâm dünyası Ehl-i Sünnet (Sünnî) ve Şîa (Şiî) şeklinde iki ana grupta algılanmakta ise de tarihte ortaya çıkan başlıca mezhebler şu şekilde sıralanabilir.:

a-) SELEFİYYE.:
Sözlükte selef “önceki nesil”, selefiyye de “bu nesle mensup olanlar” anlamı taşır. İslâmî literatürde Selef ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş İslâm büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifâdelerin zâhiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsîme düşmeyen (ALLAH'ı yaratıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen), bunları başka bir anlama çekme (te’vil) yoluna gitmeyen Ehl-i Sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. ALLAH'ın zâtî, fiilî ve haberî sıfatlarının hepsini te’vilsiz, nasılsa öyle kabul ettiği için Selefiyye'ye "Sıfatiyye" de denilmiştir. "Ehl-i Sünnet-i Hâssa" ismi ile kastedilen zümre olan Selefiyye Hz. Peygamber ve sahâbîlerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tâbiûn, mezheb imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye'dendirler. Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî müslüman çevrede hâkim olan inanç, Selef inancıdır. İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri itibâriyle Ebû Hanîfe- Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaký gibi hadisçiler, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, Tahâvî, İbnü'l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi bilginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir.
İlk dönem (mütekaddimûn) Selefiyye anlayışının en belirgin özelliği akaid sahasında akla rol vermemek, âyet ve hadisle yetinmek, mânası apaçık olmayan, bu sebeble de başka mânalara gelme ihtimali bulunan âyet ve hadisleri yorumlamadan, bunları bilmeyi ALLAH'a havale etmektir. Selefiyye'nin müteşâbihler konusundaki görüşüne şunlar örnek gösterilebilir: "ALLAH'ın eli onların ellerinin üstündedir"


إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللَّهَ يَدُ اللَّهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ فَمَن نَّكَثَ فَإِنَّمَا يَنكُثُ عَلَى نَفْسِهِ وَمَنْ أَوْفَى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللَّهَ فَسَيُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا
Resim---“İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh (yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih (nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ (azîmen).: Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir.” (Feth 48/10)

Âyetini Selefiyye şöyle değerlendirir.: "Yüce ALLAH âyette elinin/(yed) varlığını bildirmektedir. ALLAH'ın elinin olduğuna inanırız, fakat bu elden kastedilen mânayı ALLAH'a havale ederiz, bunu ancak ALLAH bilir, der, mâhiyeti üzerinde düşünmeyiz. Başka bir mânaya yorumlamadığımız gibi, onu yaratıkların eline de benzetmez,ALLAH'ın kendine has bir sıfatı olarak kabul ederiz. Bu konuda soru sormaktan da kaçınırız". İmam Mâlik'e (ö. 179/795) "ALLAH TeâLâ Kur’ÂN'da.:

الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى
Resim---“Er rahmânu ale’l- arşistevâ.: Rahmân arşın üzerine istiva etti.” (TâHâ 20/5)()

“Nasıl istivâ etti?" diye sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: "İstivâ bilinen bir şeydir (âyetle sabittir). Nasıllığı akılla kavranamaz. ALLAH'ın arşa istivâ ettiğine inanmak farzdır. Mâhiyeti hakkında soru sormak da bid‘attır."
Selefiyye, müteşâbih âyet ve hadisleri aklın ışığında yorumlayan kelâmcılarla filozofları da, keşf ve ilhamın ışığında yorumlayan sûfîleri de ağır biçimde eleştirmiş, onları bid‘atçı ve sapık olmakla suçlamıştır. Hicrî VIII. asırdan önce yaşamış olan Selef bilginleri akıl karşısında kesin tavır takınıp, nakli tek hâkim kabul ederken, sonraki Selef bilginleri akıl karşısındaki tutumlarını gözden geçirmişler, inanç konularında az da olsa akla yer vermişlerdir. Bu dönemin en önemli ismi sayılan İbn Teymiyye (ö. 728/1328) sağlam olduğu bilinen nakil ile aklıselimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla te’vile de gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Ona göre akılla nakil çelişirse ya nakil sahih değildir veya akıl sağlıklı bir muhakeme yapamamaktadır. Selef’in akılcılığı hiçbir zaman kelâm ve felsefedeki akılcılık gibi olmamış, nasların müsaadesi ile sınırlı bir çerçevede kalmıştır. Sonraki dönemin en meşhur Selef âlimleri (müteahhirîn-i Selefiyye) arasında İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350), İbnü'l-Vezîr (ö. 840/1436), Şevkânî (ö. 1250/1834) ve Mahmûd Şükrî el-Âlûsî (ö. 1342/1924) sayılabilir..

Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta Hanbelî olanlar akaidde Selefî’dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya müslümanlarının % 12'si Selefî’dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Küveyt ve Körfez ülkeleridir.

b-) EŞ‘ARİYYE.:
Akaid konusunda Ebü’l-Hasan Ali b. İsmâil el-Eş‘arî'nin görüşlerini benimseyen Ehl-i Sünnet mezhebine verilen isimdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Eş‘arî, hicrî 260 (873) yılında Basra'da doğmuş, kırk yaşına kadar Mu‘tezile Mezhebine bağlı kalmış, sonra "üç kardeş meselesi" diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî'ye (ö. 303/916) üstün gelmiş, hocasının görüşlerini doyurucu bulmadığı için Mu‘tezile'den ayrılmış ve Eş‘arîliği kurmuştur. İmam Eş‘arî 324 (936) yılında Bağdat'ta ölmüştür. İmam Eş‘arî'nin fıkıhta Şâfiî Mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir.
İmam Eş‘arî, ALLAH TeâLâ'nın ezelî sıfatları bulunduğunu kabul etmiş, inanç konularında akla da değer vererek, âyet ve hadislerin yanında aklî deliller de kullanmıştır. Eş‘arî'nin inanç metodu kendisinden sonra gelen kelâmcılar tarafından da devam ettirilmiştir. En meşhur Eş‘arî kelâm bilginleri arasında, Bâkıllânî (ö. 403/1013), İbn Fûrek (ö. 406/1015), Cüveynî (ö. 478/1085), Gazzâlî (ö. 505/1111), Şehristânî (ö. 548/1153), Âmidî (ö. 631/ 1233), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Kadî Beyzâvî (ö. 685/1286), Teftâzânî (ö. 793/1390) ve Cürcânî (ö. 816/1413) sayılabilir.
Eş‘arîlik, daha çok Mu‘tezile'ye bir karşı tez olarak doğmuştur. Bu sebeble Eş‘arîlik, Selef inancına Mâtürîdîlik'ten daha uzak olarak gösterilebilir. Eş‘arî bilginler zamanla te’vile çok fazla yer vermişlerdir. Zaman zaman da kelâmda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmi felsefe ile rekabet edebilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Eş‘ariyye Mezhebi Ehl-i Sünnet’in temel prensiplerini kabullenmekle beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri bulunmaktadır. Sünnî müslümanların % 13'ünü oluşturan Mâlikîler'in hemen hemen tamamı ile % 33'ünü teşkil eden Şâfiîler'in dörtte üçü, Hanefîler'le Hanbelîler'in çok az bir kısmı inançta Eş‘ariyye mezhebini benimsemişlerdir. Eş‘arîlik daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonezya'da yayılmıştır.

c-) MÂTÜRÎDİYYE.:
Akaid konusunda Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî'nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i Sünnet Mezhebinin adıdır. İmam Mâtürîdî yaklaşık 238 (852) yılında Türkistan'da Semerkant şehrinin bir köyü olan Mâtürîd'de doğmuştur. Türk olması kuvvetle muhtemeldir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Mâtürîdî'nin eserleri incelendiğinde, onun kelâm, mezhebler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında otorite olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i Sünnet'in temel prensiplerini hem âyet ve hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu‘tezile ve Şîa'nın görüşlerini tenkit etmiştir. 333 (944) yılında Semerkant'ta vefât etmiştir. İslâm dünyasında hicrî II. asırdan itibâren ortaya çıkan bid‘atçı mezheblere, özellikle akılcı bir tavır takınan Mu‘tezile'ye, Selef’in metoduyla karşı çıkmak, Ehl-i Sünnet inancını savunmada yetersiz kalıyordu. Bu sebeble inanç konularında, âyet ve hadislerin yanında akla da yer verecek, aklî açıklamalar yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini sağlayacak yeni doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Ehl-i Sünnet kelâmının iki önemli mezhebi Mâtürîdiye ve Eş‘ariyye ortaya çıkmıştır. Mâtürîdîlik, akaid sahasında âyet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel kabul etmiş, İmam Mâtürîdî'den itibâren kelâm metodunu gittikçe geliştirmiştir. Mâtürîdiyye, bazı konularda Selef'e Eş‘ariyye'den daha yakındır. Bazı konularda ise, daha akılcı davrandığından Eş‘ariyye ile Mu‘tezile arasında yer almıştır.

Bir kısım araştırmacılar Mâtürîdîliği, Hanefîliğin devamı sayarlar. Onları bu düşünceye iten sebeb, İmam Mâtürîdî'nin, İmam Ebû Hanîfe’nin akaid konusunda koyduğu prensipleri açıklayıp geliştirmiş olmasıdır. Ebû Hanîfe’nin ve Hanefîliğin bu anlamdaki etkisi bir gerçek olmakla beraber, İmam Mâtürîdî ve öğrencilerinin eserleri incelendiğinde, Mâtürîdîliğin inanç konularında tutarlı ve köklü çözümler getiren, meselelere çok iyi nüfuz ederek önemli bir sistem kuran müstakil bir Kelâm Mezhebi olduğu açıkça görülür. Ne var ki Mâtürîdîlik, Mâverâünnehir gibi kapalı bir havzada ortaya çıkması, Bağdat ve Basra gibi dönemin ilim ve siyaset merkezlerinden uzak bir bölgede yayılması sebebiyle Eş‘arîlik kadar şöhret bulamamıştır. Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953), Ebû Seleme es-Semerkandî (ö. IV/X. asır), Ebü'l-Yüsr Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/ 1100), Ebü'l-Maîn (Muîn) en-Nesefî (ö. 508/1115), Ömer en-Nesefî (ö. 537/1142), Ebü’l-Berekât Hâfızüddin en-Nesefî (ö. 710/1310), Burhâneddin en-Nesefî (ö. 687/1289), İbnü'l-Hümâm (ö. 861/1457), Kadı Celâleddinzâde Hızır Bey (ö. 863/1458) ve Beyâzîzâde Ahmed Efendi (ö. 1098/1687) en meşhur Mâtürîdî kelâmcılarıdır. Mâtürîdiyye Ehl-i Sünnet'in temel prensiplerinde Eş‘arîler ile aynı görüşte olmakla beraber, şu görüşleriyle onlardan ayrılırlar.:
1-) Dinî tebliğ olmasa da kişi akılla ALLAH'ı bulabilir.
2-) İyi ve kötü, güzel ve çirkin akılla bilinebilir. ALLAH TeâLâ bir şeyi güzel ve iyi olduğu için emretmiş, kötü ve çirkin olduğu için yasaklamıştır.
3-) Kulda başlı başına bir cüz'î irade vardır. Kul iradesiyle seçimini yapar, ALLAH da kulun seçimine göre fiili yaratır.
4-) Yüce ALLAH'ın diğer sıfatları gibi tekvîn sıfatı da ezelîdir.
5-) ALLAH kulun gücünün yetmeyeceği şeyleri kula yüklemez.
6-) ALLAH'ın fiillerinin muhakkak bir sebeb ve hikmeti vardır. Fakat kul her zaman bu sebeb ve hikmetleri bilemeyebilir.
7-) Peygamberlerde aranan niteliklerden biri de erkek olmaktır. Bu sebeble kadın peygamber gönderilmemiştir.
8-.) ALLAH'ın nefsî kelâmı işitilemez. İşitilen nefsî kelâmın varlığını gösteren lafzî kelâm yani Kur’ÂN'ın harf ve sesleridir.


Bugün dünyadaki Sünnî müslümanların en azından yarısını oluşturan Hanefîler'in büyük bir çoğunluğu inançta Mâtürîdî mezhebine bağlıdırlar. Mâtürîdiyye, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Eritre'de yayılmıştır. Genellikle Türkler fıkıhta Hanefî, inançta Mâtürîdî'dirler.

d-) MU‘TEZİLE.:
Mu‘tezile, kelime olarak "ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler" anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek Ehl-i Sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî'nin (ö. 110/728) dersini terkeden Vâsıl b. Atâ (ö. 131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezheb bu isimle anılır. Mu‘tezile ise kendini "ehlü'l-adl ve'ttevhîd" diye adlandırır. Akılcı bir mezheb olan Mu‘tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i Sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i Sünnet tarafından kurulan Kelâm İlmi hicrî IV. asırdan itibâren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenler arasında Mu‘tezile'nin ayrı bir yeri vardır. Hatta kelâm ilminin Mu‘tezile'nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezheb, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü'l-Hüzeyl elAllâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbâsîler döneminde en parlak günlerini yaşamış olan Mu‘tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezheb olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu‘tezile başlı başına bir mezheb olarak mevcut olmamakla birlikte görüşleri Şîa'nın Ca‘feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâzıyye kolunda yaşamaktadır.
Mu‘tezile'nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir. Bunlar da.:
1-) ALLAH'ın zât ve sıfatları yönüyle bir kabul edilmesi (tevhid),
2-) Kulların ihtiyarî fiillerini hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratmanın ALLAH'a gerekli olduğu (adl),
3-) İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da cezâ görmesinin zorunluluğu (vaad ve vaîd),
4-) Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu (el-menzile beyne'l-menzileteyn),
5-) İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün müslümanlara farz olduğu (emir bi'l-ma‘rûf nehiy ani'l-münker) prensipleridir.


e-) CEBRİYYE.:
İrade hürriyeti konusunda Mu‘tezile'ye taban tabana zıt görüşlere sahip olan Cebriyye Mezhebi, her şeyin ALLAH'ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ettiğini, insanın çizilmiş bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlerden (elA‘râf 7/178, et-Tevbe 9/51, er-Ra‘d 13/8, ez-Zümer 39/62, el-Kamer 54/49, el-İnsân 76/30) hareketle insanın irade hürriyeti, seçme imkânı ve fiil gücü bulunmadığını, insan fiillerinin gerçek fâilinin ALLAH olduğunu, kulun ALLAH tarafından önceden takdir edilmiş bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu savunur. Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi anlamamış birçok kimse de bilerek-bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i Sünnet bilginlerince reddedilmiştir.

f-) HÂRİCÎLİK.:
Hâricîlik ekolü (Havâric), Hz. Ali kerremallahu vechehu ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı’ndan (h. 37/m. 657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çıkmıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali'ye isyan edip “büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği” iddiasıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hâricîler'in ilk planda dinî hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat sübjektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturmuştur. Hâricîlik başlangıçta câhil halk tabakasının ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevîlerin bağlandığı ve desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbâzıyye Kolu günümüze kadar yaşama imkânı bulmuştur. Günümüzde İbâzîler'e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibâr ve Uman Sultanlığında rastlanır. Kur’ÂN'ın sadece zâhirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i Sünnet'e göre bazı farklı fıkhî görüşleri de vardır.

g-) ŞÎA.:
Şîa, Ehl-i Sünnet grubunun dışında yer alan, günümüze kadar varlığını koruyan ve hâl-i hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli i’tikadî, fıkhî ve siyasî mezhebtir. Sözlükte "taraftar, yardımcı" anlamına gelen Şîa, literatürde Hz. Peygamber aleyhisselâm'in vefâtından sonra Hz. Ali'yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halife kabul eden, vefâtından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Hz. Osman'ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibâren de çeşitli fırkalara ayrılan i’tikadî bir mezheb haline gelmeye başlamıştır.
Ancak, İslâm dünyasında Şîa hareketinin ortaya çıkışını sadece Hz. Ali'yi destekleme teşebbüsünün giderek mezheb halini alması ve kurumlaşması şeklinde açıklamak yerine bunda dış tesirlerin ve Araplar karşısında yenilgiyi hazmedemeyen Irak ve İran halkının tepkisinin ve kimlik arayışının etkisinin bulunduğunu da söylemek doğru olur.
Şîa'nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye-İsnâaşeriyye'den ibârettir.

Zeydiyye, Hz. Ali'nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn'e nisbet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye i’tikadî konularda Mu‘tezile mezhebine, fıkıh sahasında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali'nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetini de meşrû görürler. Hilâfetin Hüseyinoğulları'na ait olduğu ve devlet başkanının mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler.

Ca‘fer es-Sâdık'ın ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu İsmâil'in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmâiliyye Fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etti. İsmâilîler'in hicrî IV. yüzyılın başında Fâtımî Devleti’ni kurmasıyla mezheb güçlendi, daha sonra doğu ve batı İsmâilîler'i (Nizâriyye-Müsta‘liyye) şeklinde iki ana kola ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve bâtınî te’villere dayanması sebebiyle birçok uç görüşe sahip bulunan mezheb mensuplarına günümüzde, sayıları fazla olmamakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya'da rastlanmaktadır.

İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa'nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder. Akaid konularında yer yer Mu‘tezile Mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt’e mensup râvilerin hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşrû görmez ve devlet başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber'in açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş “mâsum” olduklarını iddia ederler. Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı “mehdî” olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme “takıyye”, Hz. Ali'ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta‘n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir. İmâmiyye halen İran'ın resmî mezhebi olup Irak'ta ve Azerbaycan'da yaşayan müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur.

Hz. Ali döneminde başlayan, Emevî ve Abbâsî dönemlerinde de devam eden iktidar mücadeleleri, başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapanan ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit ederek geçmişte kalan siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler geliştiren ve bunları i’tikadî esaslar haline de getirerek ve kendi fıkıh doktrinini de kendi içinde geliştirerek siyasî, i’tikadî ve fıkhî açılımları bulunan bir mezheb haline getiren Şîa, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu i’tikadî görüşler sebebiyle Ehl-i Sünnet âlimlerince eleştirilmiştir. Fakat ALLAH'a, âhirete, Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’ın peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zinâ, hadler gibi İslâmî ahkâm konusunda müslümanların çoğunluğu ile ittifâk halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir. Günümüzde, mezhebin i’tikadî ve fıkhî görüşleri güncelleştirilerek ve geçmişte kalan husumetler canlı tutularak siyasal ve sosyal hatta ekonomik örgütlenmede, kimlik ve kültürel tavır belirlemede önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.
.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

B-) FIKIH MEZHEBLERİ.:

İtikadî fırkalar gibi fıkıh mezheblerinin de büyük kısmı kurucusu sayılan müctehidlerin isimlerine nisbetle anılırlar. Burada "dört mezheb" adıyla şöhret bulmuş Sünnî fıkıh ekolleri olan Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî Mezhebleri ile diğer fıkıh ekolleri hakkında özet bilgi verilmekle yetinilecektir..

a-) HANEFÎ MEZHEBİ.:
Sünnî fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibâriyle ilki olup, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin asıl adı Nu‘mân b. Sâbit'tir. 80 (699) yılında Kûfe'de doğmuş, 150 (767) yılında Bagdat'ta vefât etmiştir. Aslen Türk veya Fârisî olduğu yönünde görüşler vardır. Nu‘mân b. Sâbit, Hanefî Mezhebi muhitinde "İmâm-ı Âzam" (büyük imam) lakabı ile anılır. Dindar ve varlıklı bir âileden gelen Nu‘mân b. Sâbit önce Kûfe'de Kur’ÂN-ı Kerîm'i hıfzedip, sarf, nahiv, şiir ve edebiyat, cedel ve kelâm öğrendi. Kûfe, Basra ve Irak'ın ileri gelen üstatlarından hadis dinledi.
Yirmi yaşının biraz üzerindeyken Irak'ın en ünlü fâkihi ve Irak fıkhının üstadı Hammâd b. Ebû Süleyman'ın (ö. 119/738) ilim halkasına katıldı ve uzun zaman bu ders halkasına devam etti. Bu arada Ca‘fer es-Sâdık, Muhammed el Bâkır da dahil olmak üzere pek çok âlimden istifâde etti..

Ebû Hanîfe, Hammâd b. Ebû Süleyman'ın vefâtı üzerine onun kürsüsüne geçti ve ders vermeye başladı. Takvâ sahibi, zeki, konulara hâkim ve bildiklerini tatlı dil, güleryüz ve özlü ifâdelerle anlatan iyi bir üstat olduğu kısa zamanda duyuldu ve çok geçmeden ders halkası dönemin ileri gelen ilim erbâbının katıldığı ve fıkhî meselelerin ve çözümlerinin derinlemesine tartışıldığı ileri düzey bir fıkıh akademisine dönüştü. Kırk yaşlarında başlamış olduğu bu öğretim hayatına otuz sene kadar devam etti. Onun ders halkalarında yetişen talebelerin sayısının 4000’i aştığı ve bunlardan kırk kadarının ictihad derecesine vardığı nakledilir.
Ebû Hanîfe’nin ticarî hayatın ve günlük meselelerin içinde bulunması, insanların problem, temayül ve ihtiyaçlarını yakından tanıması da, ictihadlarının kabul görmesini sağlamış ve uygulanma şansını artırmıştır. Ebû Hanîfe, hocaları tarafından kendisine intikal ettirilen önceki nesillere ait fıkhî görüşleri, rivâyetleri ve ilmî mirası, içinde bulunduğu devrin şartlarını ve insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak dinin genel ilke ve amaçları açısından yeniden değerlendirmeye ve sınırlı naslar ile sınırsız olaylar, naklin hükmü ile aklın yorumu, hadis ile re’y arasında mâkul bir denge kurmaya çalışmıştır. Bunun için de örf ve âdeti, Kur’ÂN'ın genel ilkelerini, kamu yararını daima göz önünde bulundurmuş ve istihsan metodunu sıklıkla kullanmıştır. Verdiği hüküm ve fetvâlarında şahsî teşebbüs ve sorumluluğun, kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasını ilke edinmiştir. Onun bu metodu ve tavrı, daha sonra adına izâfe edilerek oluşacak olan Hanefî Mezhebinin de genel esaslarını ve metodunu teşkil etmiştir.. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin talebeleri onun tedrîsatını devam ettirdiler ve ondan öğrendikleri usule uyarak kaynaklardan hüküm istinbatını sürdürdüler. Talebelerinden bilhassa ictihad derecesine yükselenler, özellikle de Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed Hocalarının görüş ve fetvâlarını tasnif ve tedvîn işine giriştiler.

Hanefî Mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde Ebû Yûsuf'un "kadılkudât" (baş kadı) olması ile devletin başlıca fıkıh Mezhebi haline gelmiştir. Hanefî Mezhebi bilhassa doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâünnehir'de büyük bir gelişme göstermiştir. Pek çok Hanefî Fâkihi de buralardan yetişmiştir. Abbâsî Devri sona erince yayılma durmuşsa da Osmanlı Devleti’nin kurulması ve bu Mezhebi ülke genelinde hukukî istikrarı ve yargı birliğini sağlamak maksadıyla âdeta devletin resmî Mezhebi olarak benimsemesi üzerine etki alanı yeniden genişlemiştir. Bugün Türkistan, Afganistan, Türkiye ve Balkanlar’da Hanefî Mezhebi çok yaygındır. Diğer mezheb mensuplarının pek az bulunduğu Hindistan'da ve Pakistan'da ise Hanefî Mezhebinin tek mezheb olduğu söylenebilir.

2-) MÂLİKÎ MEZHEBİ.:
Fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibâriyle ikincisi olup, büyük hadis ve fıkıh bilgini Mâlik b. Enes'e nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmam Mâlik b. Enes, 93 (712) yılında Medine'de dünyaya geldi. Orada yetişti. Medine o dönemde, Peygamber'in hadisleri ve sahâbe ve tâbiûn fetvâları bakımından bir merkez idi. Mâlik b. Enes böylesine zengin bir ilim atmosferinde eğitim öğretim gördü. İbn Hürmüz, İbn Ömer'in âzatlısı Nâfi‘, İbn Şihâb ez-Zührî, Yahyâ b. Saîd gibi tanınmış tâbiûn bilginlerinden hadis ve fıkıh dersleri aldı. Olgunluk çağına gelince, Medine'de Mescid-i Nebevî'de ders ve fetvâ vermeye başladı. Döneminde Medine fıkhının imamı olarak tanındı, etrafında geniş bir ilim halkası oluştu, öğrenciler yetiştirdi ve 179 (795) yılında vefât etti.

Öğrencilerinin rivâyetlerinden ve Mezhebin usulünü yazan âlimlerin ifâdelerinden İmam Mâlik'in hüküm istinbatında kitap, sünnet, icmâ, sahâbe kavli, örf ve âdet delilleri dışında kıyas, istihsan, mesâlih-i mürsele, sedd-i zerâi‘ gibi fer‘î delillere de başvurduğu anlaşılmaktadır. İmam Mâlik'in fıkhının en belirgin özelliği, Medine halkının uygulamasına (ameli ehl-i Medîne) çok önem vermesidir. O haber-i vâhidi kabul için, bu haberin Medineliler'in ameline muhalif bulunmamasını şart koşmuştur. Ona göre, Medineliler’in ameli mütevâtir sünnet mesabesindedir. Zira İmam Mâlik zamanındaki Medine tatbikatı, Hz. Peygamber aleyhisselâm döneminden tevâtür sayısının çok üzerinde topluluklar aracılığıyla intikal ettirilmiş uygulamalardır. Hz. Peygamber aleyhisselâm yaklaşık on yıl onların içinde yaşamış, onların örf ve âdetlerini görmüş, İslâm'ın ruhuna aykırı olanlarını ilga etmiş, bir kısmını düzeltmiş, diğer bir kısmını da olduğu gibi bırakmıştır. Şu halde bu uygulamanın (amelin) mütevâtir sünnet mesabesinde sayılması gerekir. Mâlikî Mezhebi iki yolla yayılmıştır. Bunlardan biri İmam Mâlik'in yazdığı eserler, ikincisi de onun talebelerinin tedvîn ve eğitim faaliyetidir. Ülkenin çeşitli bölgelerinden özellikle de Mısır ve Kuzey Afrika tarafından gelen öğrenciler daha sonra bölgelerine dönerek İmam Mâlik'in görüş ve fetvâlarını yaydılar. Sahnûn'un (ö. 240/854) öncülüğünde tedvîn edilen ve İmam Mâlik'in ve yakın öğrencilerinin görüşlerini toplayan “el-Müdevvene” isimli hacimli eser, “Muvatta” ile birlikte Mâliki Mezhebinin temel iki kitabı sayılır. Mâlikî Mezhebi, önce Hicaz bölgesinde yayılmış, sonra İmam Mâlik'in Esed b. Furât, Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Kasım gibi talebeleri vasıtasıyla Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'e yayılmıştır. Hatta, bu mezheb bir zamanlar İspanya'da Endülüs Emevî Devleti’nin Resmî Mezhebi olmuştur. Günümüzde Mısır'da, Kuzey Afrika’da (Tunus, Cezâyir, Fas), Sudan'da Mâlikî Mezhebi çok yaygındır. Hicaz bölgesinde ise, Mâlikîler'in sayısı oldukça azdır.

3-) ŞÂFİÎ MEZHEBİ.:
Şâfiî meshebinin kurucusu sayılan, Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî 150 (767) yılında Gazze şehrinde (Filistin) doğdu. İmam Mâlik'ten Medine fıkhını, İmam Muhammed'den Irak fıkhını öğrendi. Böylece Hicaz fıkhı ile Irak fıkhını birleştirdi. İmam Şâfiî Bağdat'ta muhtemelen iki yıl kadar kaldıktan sonra Mekke'ye döndü ve Mekke'de dokuz sene ders verdi. Bu devir Şâfiî'nin ilim hayatının en verimli devridir. Çünkü o, Mekke'ye ehl-i re’y fıkhı ile ehl-i hadîs fıkhını birleştirerek dönmüş, yaptığı seyahatlerde asrında yaşayan âlimlerin görüşlerine vâkıf olmuş, onları incelemiş, rivâyet ettikleri hadislerin çoğunu toplamıştı. İmam Şâfiî hicrî 195 senesinde tekrar Bağdat'a geldi. Bu ikinci gelişinde, artık o Irak ve Hicaz Fıkıh Ekollerini derinlemesine incelemiş, fıkıhta kendi usulünü ortaya koymuş olarak talebe yetiştirmeye başladı. Hicrî 198 yılında Mısır'a gitti ve 204 (820) yılında orada vefât etti.
Vefât ettiği zaman elli dört yaşında idi. Mısır'da kaldığı dört sene içinde tecrübeleri ve yeni muhitin şartları ışığında eski bilgilerini yeniden etüt etmeye başladı, bazı görüşlerinden vazgeçti, yenilerini ortaya koydu. Böylece onun rücû ettiği eski görüşleri ile yeni görüşlerinden oluşan "mezheb-i kadîm"i ve "mezheb-i cedîd"i teşekkül etmiş oldu. O hicrî 204 yılında Mısır'da vefât ettiği zaman arkasında zengin bir fıkıh hazinesi ve kalabalık bir talebe topluluğu bıraktı. Mekke, Bağdat ve Mısır'da yetiştirdiği seçkin talebeleri onun eserlerini okuttular, görüşlerini ve diğer fâkihlerle olan ihtilâflarını naklettiler. İşte bu öğrencilerin gittikçe genişleyen ders halkaları neticesinde Şâfiî Mezhebi ortaya çıkmış oldu. Şâfiî Mezhebi önce Mısır'da sonra Suriye, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir'de yayıldı. Çoğu zaman fetvâda ve öğretimde Hanefîler'le yan yana yer aldı. Bugün Şâfiî Mezhebi ülkemizin güneydoğu ve doğu illeri ile yukarıda sayılan bölgelerde yaygın durumdadır..

4-) HANBELÎ MEZHEBİ.:
Hanbelî Mezhebinin kurucusu sayılan, Ahmed b. Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat'ta dünyaya geldi. Genç yaştan itibâren Bağdat'ta hadis toplamaya başladı. Hicrî 186 yılına kadar hadis âlimlerinden dinlediği bütün hadisleri kaleme aldı. Hadis araştırma ve tesbiti amacıyla İslâm ülkelerini diyar diyar dolaştı. Ahmed b. Hanbel hadis ilminde rivâyete önem verdiği kadar, naslardan hüküm çıkarmaya da itina gösterdi. O İmam Şâfiî'nin fıkıhtaki bilgisine, hüküm çıkarma ve istinbat usul ve metoduna hayrandı. Ahmed b. Hanbel Mekke'de, Bağdat'ta İmam Şâfiî'den bu metotları öğrendi ve benimsedi. Böylece hadisleri sadece rivâyetle yetinmeyip, onların fıkhî mâna ve maksatlarını da araştırdı. Olgunluk yaşına geldiği zaman ders okutmaya ve fetvâ vermeye başladı. Bu devirde fâkihlerin çalışmaları meyvelerini vermiş, çok değerli fıkıh eserleri birer birer ortaya çıkmış, ilk üç Mezhebin birinci el kaynakları tedvîn edilmişti. İmam Ahmed b. Hanbel kendisini böyle zengin bir fıkıh servetinin içinde buldu. Bunlardan en iyi bir şekilde istifâde etmesini bildi. Ahmed b. Hanbel ibâdet ve muâmelât konularında iki ayrı usul benimsedi. İbâdet konularında naslara ve Selef’in eserlerine sımsıkı sarıldı. Delilsiz hüküm vermekten sakındı. Muâmelâtta da yine Selef’in yolu olan, bir şeyin haram veya helâl olduğuna dair naslarda delil yoksa o mubahtır prensibine sarıldı. "Eşyada aslolan mubahlıktır" prensibini Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîler de benimserler, ancak Hanbelîler muâmelâtta daha belirgin biçimde serbestlik taraftarıdırlar. Onlar mukavele serbestisini alabildiğine geniş tutmuşlardır. Dinin haram kıldığı şartlar müstesnâ, bu mezheb ticarette tarafların istedikleri şartları koşabileceğini hükme bağlar. Bu mezhebte nassa ve esere sıkı sıkıya bağlı olmanın neticesi bir yandan ictihadla hüküm elde etme güçleştirilirken, diğer yandan nassa dayanmadan bir şeye câiz değildir demeyi de zorlaştırmıştır. Eşyada aslolan mubahlıktır kaidesi temel alındığı için mubah ufku genişlemiş ve bu bakış açısı büyük ölçüde akidlere de yansımıştır. Ahmed b. Hanbel'in çoğu müstakil veya mezhebte müctehid olan talebe ve müntesibleri, onun görüşleri etrafında Hanbelî fıkıh ekolünün oluşmasını sağlamışlar, önceleri Bağdat'ta doğan bu mezheb daha sonra diğer İslâm bölgelerine de yayılmaya başlamıştır. Hanbelî Mezhebinin usul ve özellikleri, temelde Ahmed b. Hanbel'in metodolojisi ve fıkhî görüşlerine dayanır. Mezhebin ayırıcı vasfı olarak re’y ve kıyastan çok âyet, hadis ve sahâbe kavli gibi naklî delillere dayanması dikkat çeker. Mezhebte bir bakıma hadise dayalı fıkıh anlayışı hâkimdir. Sadece fiilen karşılaşılan problemlere çözüm üretilmiştir. Teknik anlamda tam bir fıkıh Mezhebi değil, bir nevi Hadis Ekolü olarak da görüldüğü için, Hanbelîliği fıkıh mezhebleri arasında saymayanlar da vardır. Ahmed b. Hanbel'in, devrinde Şîa'ya ve diğer Ehl-i Sünnet dışı fikrî ve i’tikadî akımlara karşı mücadele etmesi, onlara karşı hadisleri ve geleneksel din anlayışını (Selefîlik) savunmuş olması, onu devrinde Ehl-i Sünnet'in temsilcisi konumuna getirmiş, Hanbelîliğin fıkıh Mezhebi olmasında bu hususun büyük etkisi olmuştur. Ancak Hanbelîliğin fikrî ve fıkhî gelişiminde yukarıda zikredilen tedvîn faaliyetlerinin yanı sıra İbn Teymiyye ve öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye'nin eserlerinin de büyük payı vardır.
Son yüzyılda Arap dünyasında baş gösteren ve dinî olduğu kadar siyasî ve sosyo ekonomik bir mâhiyet de arzeden “Vehhâbîlik” hareketi, özellikle akaid alanındaki görüşleri ve Selefî Tavrı sebebiyle Hanbelî Mezhebini kendilerine yakın bulduğu için Hanbelî Mezhebi günümüzde başta Hicaz bölgesi olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'da da bir hayli taraftar bulmuş durumdadır. Hanbelî Mezhebi bugün Suudi Arabistan'da resmî mezheb konumundadır..

Re’y ve ictihad faaliyetinin yoğunlaşıp fıkhî düşüncenin daha doktriner ve sistematik hale geldiği ve hoşgörülü-hürriyetçi bir fikrî tartışma ortamının bulunduğu hicrî II ve III. yüzyılda, yukarıda haklarında özet bilgi verilen dört büyük Sünnî fıkıh Mezhebinin imamının ve öğrencilerinin yanı sıra birçok büyük ve bağımsız müctehidin yetiştiği ve bunların da görüşleri etrafında kısmî bir gruplaşmanın olduğu bilinmektedir.
Bunlar arasında.:
Mekke'de Süfyân b. Uyeyne (ö. 198/813); Kûfe'de Süfyân es-Sevrî (ö. 161/ 778), İbn Ebû Leylâ (ö. 148/765), İbn Şübrüme (ö. 144/761); Bağdat'ta Ebû Sevr (ö. 240/854), Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 270/883). İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922); Mısır'da Leys b. Sa‘d (ö. 175/791); Basra'da Hasan-ı Basrî (ö. 110/728); Şam'da Evzâî (ö. 157/774); Nîşâbur'da İshak b. Râhûye (ö. 238/ 853) sayılabilir.
İctihad metotları ve delillerden hüküm çıkarma açısından kendilerine özgü görüşleri bulunması itibâriyle müstakil birer müctehid olan bu ve benzeri fâkihlerin pek çoğu sonradan müntesibleri kalmadığı için mezheb imamı olarak tanınmamış ve görüşleri mezheb olarak fiilî hayata aksetmemiştir. Bununla birlikte ilk dönem hadis ve fıkıh literatüründe görüşlerine yer verilen bu müctehidler, hem İslâm hukukunun doktrin boyutunu ve yorum-çözüm zenginliğini göstermesi hem de günümüzdeki kanunlaştırmalarda ihtiyaç duyulabilecek alternatif çözümleri hatırlatması yönüyle ayrı bir önem taşırlar..

Günümüzde müntesibi kalmamış olmasına rağmen re’y ve ictihad hareketine karşı sürdürdüğü sert eleştirileriyle, farklı bakış açılarıyla ve görüşleriyle fıkıh kültürüne ayrı bir zenginlik kazandıran Zâhiriyye Ekolü ve bu ekolün iki büyük imamı Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 270/883) ve İbn Hazm (ö. 456/ 1064) burada ayrıca anılmaya değer. Kıyasa ve re’y ictihadına şiddetle karşı çıkıp âyet ve hadislerin zâhirine tutunmanın tek yol olduğunu savunan bu ekol hicrî IV. asırdan itibâren bir süre etkili olmuş ise de daha sonra, kısmen yakın bir anlayışa sahip olan Şâfiî Mezhebi içinde erimiştir. Fıkhın usul ve fürû alanında birçok eser veren ve kendinden önceki fâkihlerin görüşlerine ve metotlarına nasların lafzını esas alma ve hadise bağlılık geleneği içinde kalarak ciddi bir eleştiri yönelten İbn Hazm, ekolün fıkıh yönü ön plana çıkan bir mezheb halinde tanınmasını da sağlamıştır..

5-) ŞÎA Fıkhî EkoLLeRi.:
Sünnî Mezheblerin dışında kalan fıkhî Mezheb ve ekollerin, müntesibleri itibâriyle en önemli kısmını Şîa grubunda yer alan fıkhî ekoller teşkil eder. Şîa esasen başlangıçta siyasî, devamında da i’tikadî bir gruplaşma iken mezhebleşme sürecine bağlı olarak kendine özgü fıkıh doktrin ve uygulaması da geliştirdiğinden Şîa'nın üç büyük fırkası aynı zamanda birer fıkıh Mezhebi olarak da görülebilir.

1-) İmâmiyye.:
İmâmiyye akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldığından Ca‘feriyye olarak da anılır. Ca‘ferî fıkhında Sünnî kesimdeki ehl-i hadîs ehl-i re’y ayırımını kısmen andırır tarzda iki temel eğilim görülür ve bunların temsilcileri Ahbârîler ve Usûlîler diye anılırlar. Birinciler hüküm çıkarmada hadisleri esas alır ve Kur’ÂN'ın da ancak bu hadislerle anlaşılabileceğini söylerken ikinci grup kitap, sünnet, icmâ ve akıl şeklinde dört delilden söz eder.
Ancak Şîa'nın sünnet ve icmâ anlayışı Sünnî Mezheblerinkinden oldukça farklı olup Hz. Peygamber aleyhisselâm'ın ve mâsum imamların (on iki imam) söz, fiil ve tasviblerini ölçü alır, sadece Ehl-i Beyt aleyhumusselâm’in rivâyet ettiği hadisleri kabul ederler. Müt‘a Nikâhını câiz görme, abdestte çıplak ayakların üstüne meshi yeterli sayma, boşamada iki şahit zorunluluğu, beş vakit namazı cem‘ yoluyla üç vakitte kılma, zekâtı (humus) din adamları eliyle toplama gibi bazı farklı görüş ve uygulamaları vardır.

2-) Zeydiyye.:
Şîa'nın diğer kolu olan Zeydiyye, fıkhî görüşleri itibâriyle Hanefî Mezhebine bir hayli yakındır. Mest üzerine meshi, gayri müslimin kestiğini yemeyi ve Ehl-i Kitap’tan bir kadınla evlenmeyi câiz görmezler.

3-) HâricîLik.:
Esasen birer siyasî-i’tikadî fırka hareketi olan Şîa'nın diğer kolları veya Hâricîlik fıkıh alanında bazı farklı görüşlere sahip ise de bu tür fıkhî farklılıklar diğer Sünnî fıkıh mezhebleri içinde de mevcut olduğundan fazla bir önem taşımazlar..


*
**
****

Resim

Fıkıh.: (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrinin nasıl uygulanacağını inceler. * Bilmek, anlamak. * Kapalı bir şeyin hakikatına nazarı infaz edebilmek. * Kendisine hüküm taalluk eden hafi bir mânaya muttali' olmak. * Ist: İslâm Hukuku. * İnsanın amel ciheti ile lehine ve aleyhine olan şer'i hükümleri bir meleke halinde bilmesi. Diğer bir ta'rif ile: Ameliyata; yâni, ibadet, ukubat ve muamelâta âit şer'î hükümleri mufassal delilleri ile bilmek. Bu ahkâmı bilmeğe "Fakahet" ve bu ahkâmı böylece bilen zata da "Fakih" denir. Cem'i "fukahâ"dır. Fıkıh ilmini tahsil etmeğe de "tefekkuh" denir... (Ist. Fık. K. Cilt:1, sh: 20)
Fâkih.: Fıkıh ilmini bilen. İslâm hukukçusu. * Zeki, anlayışlı kimse.
Fer‘î.: (Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik.
İstinbat.: Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması.
İstihsan.: Beğenmek, güzel bulmak. Bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak. Beğenilmek. * Fık: Kıyası terkedip, nassa, yani, âyet ve hadis-i şeriflerin hükümlerine en uygun olanı almak. Şeriatta; zorlaştırmayan hükümle, râcih delil ile amel etmektir.
İstikrar.: Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Sâkin olmak. Yerleşmek.
Mütevâtir.: Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
Tedvin.: Bir araya toplayarak tertipleme. * Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.
Muâmelât.: (Muâmele. C.) Muameleler.
Muamele.: (C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş. * Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.
Mubah.: (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
Müstesnâ.: İstisna edilen. Ayrı tutulan, ayrı muameleye tabi olan. Kaide dışı bırakılmış olan.
İctihad.: Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak. * Anlayış. * Kanaat. * Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle içtihad eden zâtlara Müçtehid denir.
Müctehid.:
İctihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî... gibi
Müstakil.: Kendini idare edebilen. Başlıbaşına. Bağımsız..


*
**
****


Yâ RaBBu’L-ÂLeMîn!.
Yâ RAHMetenLi’L- ÂLeMîn!.
Ve'L- HaMduLiLLÂhiRABBu’L-ÂLeMînnn!.


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim Ş... AHMET...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

c-) MEZHEBE BAĞLILIK ve TELFİK.:

İslâm Dünyasında ilk dönemlerden i’tibâren yoğun bir ictihad ve re’y faaliyetinin sürdürüldüğü, bunun tabii sonucu olarak çeşitli bölgelerde ilim halkalarının, ilmî gelenek ve ekolleşmenin oluştuğu IV. (X.) yüzyıldan i’tibâren de fıkıh sürecinin halk nezdinde de hızlandığı bilinmektedir. Abbâsîler'den i’tibâren İslâm devletlerinin kadılkudâtlık ve resmî mezheb uygulaması, mezheb fıkıhlarını esas alan tedvîn ve tedrîs faaliyeti gibi âmillerin yanı sıra Eyyûbî ve Memlükler dönemi uygulamaları neticesinde Sünnî müslümanlar arasında yaklaşık olarak V. (XI.) yüzyılın sonlarından i’tibâren bugünkü dört fıkıh Mezhebinin takarrur ettiği görülür. O tarihlerden i’tibâren de mezheb, mezhebe bağlılık, ictihad, taklid ve telfik gibi meseleler gerek avamî gerekse entelektüel boyutta tartışılagelmiştir.

aa-) Mezhebe BağLanmanın Tarihî ve Fikrî TemeLLeri.:
İslâm hukuk tarihinde mezhebler konusunu iyi tahlil edebilmek için şu üç başlığı birbirinden ayırt etmek gerekir.:
1-) Mezheblerin ortaya çıkışı ve oluşması.
2-) Mezheblerin istikrar kazanması (mezheb realitesinin toplumda yer etmesi).
3-) Mezheblerin belirli bölgelerde yayılmış ve tutulmuş olması.
Birinci başlıkla ilgili olarak şu kadarını söylemek herhalde yeter: Farklı anlaşılmaya müsait yazılı bir kaynaktan hüküm çıkarma durumunda bulunan hâkim veya hukukçuların farklı yöntemler izleyebileceklerini hukuk nosyonuna sahip herkes kabul eder. Bundan ayrı olarak İslâm hukukunun ikinci aslî kaynağı olan sünnet malzemesinin sınırlandırılmasında önemli bakış farklılıklarının olması (hadisin tedvîni öncesinde bir âlime ulaşan hadisin başka bir âlime ulaşmamış olması, gerek tedvîn öncesinde gerekse tedvîn sonrasında bir âlimin sahih saydığı hadisi diğerinin sahih saymaması, böylece birincisi bakımından konu nass ile düzenlenmiş olduğu halde diğerine göre konu hakkında kanun boşluğunun bulunduğunun kabulü) vâkıası hatırlanırsa görüş ayrılıklarının yeni bir boyut kazanmış olacağını kavramak güç olmaz.
Üçüncü başlıkla ilgili olarak, yani bir Mezhebin belirli yerlerde yayılmasının âmilleri etrafında İslâm hukuk tarihi yazarları değişik tesbitler ortaya koymuşlardır. Bu çerçevede bir Mezhebin belirli dönemlerde devletin desteğini almış olması veya bir Mezhebin eğilim ve ilkeleriyle belirli bir bölgenin kültürünün ve sosyal yapısının uygunluk arzetmesi gibi âmiller anılabilir.
Bir mezhebe bağlanmanın gerekli olup olmadığı ve birden fazla mezhebten yararlanmanın sakıncalı olup olmadığı sorusuna sağlıklı bir cevap bulabilmenin yolu ise, yukarıdaki ikinci başlığın tetkikinden yani "mezheblerin istikrar kazanmasının temelinde hangi ihtiyacın yattığını" tesbit etmekten geçer.

Sahâbe-i Kirâm ve tâbiûn dönemlerinde henüz mezhebler oluşmamıştı. Bir müslüman karşılaştığı dinî bir mesele için, güvendiği âlimin görüşüne başvuruyor, tutumunu buna göre ayarlıyordu. Hâkimler de önlerine getirilen hukukî ihtilâfları ya kendi ictihadları ile ya da ittibâ ettikleri bir müctehidin ictihadına göre çözümlüyorlardı. Zamanla, İslâm Ülkesinin farklı bölgelerinde farklı hükümler uygulanıyor olmasının toplumda önemli rahatsızlıklara yol açmaya başladığı anlaşılmaktadır.
Esasen, bir meselede delil ve yorum farklılığı sebebiyle birbirine taban tabana zıt iki çözümü ilmî açıdan izah etmek çok güç olmayabilir. Meselâ, bir fâkihin tazminat ödenmesi gerekeceğine hükmettiği bir olayda başka bir fâkih tazminata gerek olmadığına; bir fâkihin kadının hâkim hükmüyle evliliğin sona erdirilmesi (tefrik) talebinin kabul edilmesi gerektiğine hükmettiği bir olayda bir başka fâkih hâkime böyle bir yetki verilemeyeceğine, hatta bir fâkihin kısas gerekeceğine hükmettiği bir olayda başka bir fâkih kısas yapılamayacağına hükmedebilir ve bu ictihadların ikna edici ilmî izahları olabilir. Nitekim fıkıh kitapları bu tür görüş ayrılıklarıyla doludur ve bu farklı görüşler değişik bilginlerce savunulagelmiştir. Yine, farklı ülkelerde veya bir ülkede olmakla beraber farklı zamanlarda, bu birbirine zıt çözümlerin herkese uygulanması halinde, -taraflardan biri mahkeme kararını kendisi için ağır bulsa bile- bu hükümlerin kişilerin adalet duygularını rencide etmeden varlığını koruması çok güç olmayabilir. Nitekim "Şeriatın kestiği parmak acımaz" vecizesi bu anlayışı yansıtmaktadır. Fakat aynı toplumda yaşayan fertlere, kaza (yargı) alanında farklı hükümlerin uygulanmasına imkân verilmesi halinde bu, kısa zamanda önemli sancılar meydana getirir ve hukuk anarşisine yol açar. İşte Abbâsî Hilâfetinin başlarında İslâm Ülkesinde bu istikamette gelişen gidişatı farkeden devlet sekreteryasında görevli Abdullah b. Mukaffa‘, devlet başkanına sunduğu genel bir raporda, hukuk anarşisini giderici tedbirler alınmasını önerme ihtiyacını duymuştur. Bu raporda şöyle deniyordu: "Emîrü'l müminînin (halifenin)... üzerine eğilmesi gereken hususlardan biri de, çok önemli ihtilâflara yol açan birbiriyle çelişkili farklı hükümler meselesidir. Keşke emîrü'l-müminîn, bu farklı hüküm ve uygulamaların -her bir tarafın sünnetten ve kıyastan dayandığı delillerle birlikte- derlenip bir kitap halinde kendisine sunulmasını emretse, sonra bunlara bakıp birleştirici ve kesin karakterde bir kitap yazsa; umarız ki Allah hata ile doğrunun karışımı olan bu hükümleri tek bir doğru hüküm kılar". Kısaca İbnü'l-Mukaffa‘ ülke genelinde bir kanunlaştırmaya gidilmesini teklif ediyordu. Şüphesiz fıkhî hükümlerin tedvîninin (derlenip kanun haline getirilmesinin) faydalarının yanı sıra birtakım sakıncaları da vardı. Ayrıca İslâm hukukunun aslî kaynaklarından sünnetin henüz tedvîn edilmemiş olması da, bu meyanda dikkate alınması gerekli çok önemli bir husus idi. Bu yüzden İmam Mâlik, halifenin kanunlaştırma yönündeki teklifini kabul etmedi. Sonuç olarak, İslâm Dünyasındaki bu ilk kanunlaştırma girişiminin olumlu neticelenmediği görülmektedir. Fakat bu, sözü edilen girişimi harekete geçiren ihtiyacın ortadan kalktığı anlamına gelmez. Aksine bu yöndeki ihtiyaç zamanın ilerlemesi ile kendisini daha fazla hissettirir olmuştu.

İşte bu açmaz (bir yandan hukuk birliği ihtiyacının bulunması, diğer yandan kanunlaştırmaya gidilememesi) karşısında müslüman toplumlar spontane (kendiliğinden) bir çözümle bu meseleyi halletmek durumunda kalmışlardır. Bu çözüm de mezheblerin istikrar kazanması, bir anlamda, bir Mezhebin esas alınıp ona kanun misyonunun gördürülmesi olmuştur. Artık bir Mezhebin çözümleri bazı konularda diğer mezheblerdekilere göre -toplumun ihtiyaçlarını karşılama, fâkihe ve hâkime doyurucu görünme ve hatta adalet duygusunu tatmin etme yönünden- daha zayıf görünse bile, hukuk birliğinin sağlanmış olması diğer yönlerdeki sakıncaları önemli ölçüde hafifletmiş oluyordu. Böylece İslâm Dünyası -bazı sınırlı ve mevziî düzenlemeler bir yana- birden fazla mezhebten yararlanarak toplum geneline uygulanacak hukukî hükümleri kanun haline getirme yönündeki bir tercihe ancak XX. asrın başlarında (1917 yılında Osmanlı Hukûk-ı Aile Kararnâmesi'ni yürürlüğe koyarak) ulaşabilmiş, bir anlamda, "hukuk emniyeti" düşüncesine hukukun diğer fonksiyonlarına nisbetle daha fazla önem verilmiştir. Şu halde, bir mezhebe sıkı biçimde bağlanmanın temel gerekçesi, çelişmezlik ve kendi içinde tutarlılık arayışıdır. Şâyet mezheblerin, kendi içinde tutarlılığı sağlayan metotlara sahip birer hukuk doktrini olduğu söylenebilirse, bir Mezhebin esas alınması bu arayışı tatmin edecek en iyi yollardan biri sayılabilir. Fıkıh usulü eserlerinin kaleme alınmaya başlandığı ilk dönemlerde ortaya konan tavırlar (özellikle Hanefî usulü etrafındaki tartışmalar ve açıklamalar) dikkatle incelenirse, İslâm bilginlerinin mezheblere (özellikle kendi mezheblerine) bu nazarla baktıkları yani onu kendi içinde tutarlı kurallar bütünü olarak gördükleri anlaşılır. Bununla birlikte her mezhebte bu hususta eleştiriye açık noktalar bulunabileceği inkâr edilemez. Öte yandan, teorik olarak Mezhebin usulü kendi içinde tutarlı olsa da, pratik hayatın ortaya çıkardığı ihtiyaçlar ve toplumdaki değişmeler karşısında, ya da dayanılan delilin (özellikle sünnet malzemesinin) yeniden gözden geçirilmesi ile, fıkıh alanında uzman kişilerce (bir mezheb esas alınmakla beraber bazı meselelerde başka mezheblerden iktibasta bulunma yahut her bir meseleyi yeniden inceleyerek en uygun çözümü belirleme şeklinde) değişik mezheblerden yararlanma yoluna gidilmesi, çelişmezlik arayışı düşüncesini ihlâl etmez. Günümüz şartlarında, hukukî uyuşmazlıklara (yargı kararlarına) konu olan meselelerde, bu mânadaki ihtiyacın giderilmesi -izlenecek yol açısından- büyük zorluklar taşımaz. Her bir konunun uzmanlarınca, toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak ve delili en kuvvetli görüşün belirlenmesi ve bu çözümün kanunlaştırılması; sonra kazâî ictihadlar mekanizması ile bir taraftan bu çözümlerin doyuruculuğunun kontrolü bir taraftan da uygulama birliğinin sağlanması; şartlar değiştikçe bu çerçevede gereken değişikliklerin yapılması mümkündür. Dolayısıyla, hukuk alanında tek mezhebe sıkı bir şekilde bağlanma düşüncesi, temelindeki gerekçeyi yitirmiş demektir.

İslâm Fıkhının sadece günümüzdeki çerçevesi ile hukuk alanını düzenlemekle kalmayıp kişinin Allah'a karşı vecîbelerini de düzenlediği dikkate alınırsa, konuya müslüman fert açısından da bakmak gereği ortaya çıkar: Dar anlamıyla dinî konularda da (ibâdetler ve helâl-haram konularında) bir müslümanın kendi içinde tutarlı kurallar bütününü hayatına uygulamak istemesi tabiidir. Hukuk birliğinin olmadığı bir ülkede farklı farklı hükümler uygulanarak bir hukuk anarşisi yaşanması ne kadar rahatsız edici ise, kişinin kendisini ikna eden haklılık gerekçeleri olmaksızın dinî yaşantısını değişken, ölçüden mahrum kurallara göre yönlendirmesi de o kadar, hatta -mahkeme kararlarında olduğu gibi dünyada olup biten bir hesaplaşma ile sınırlı olmadığı için- daha çok rahatsız edicidir.
İşte bu yönüyle bir mezhebe bağlılık, kişi için güvenli bir yol sayılabilir. Fakat bu, izlenmesi zorunlu ya da en iyi yol olduğu anlamına da gelmez.
Avam açısından konuya bakıldığında, kişinin her bir meselede hükmün dayandığı delilleri ölçüp tartması, bir meselede başka Mezhebin hükmünü aldığında metodik açıdan çelişkiye düşülüp düşülmeyeceğini tesbit edebilmesi beklenemez. Şu halde ona, bir mezhebe bağlanmanın verdiği güveni sağlayıcı bir alternatif sunmak gerekir.
Bu konuda güven verici bir yöntem olmak üzere (kişinin Allah'a karşı kulluk görevini huzurla ifâ edebilmesi için) biri genel diğeri özel nitelikli iki yol önerilebilir.:
Genel nitelikli güven yolu, icmâya aykırı olmayan (yapılan uygulamanın hiçbir İslâm âliminin vardığı sonuçla bağdaştırılamaz duruma düşmediği) bir çözüm olmak kaydı ile, herhangi bir müctehidin görüşü ile amel edilebileceğinin kabulüdür. Bu yolu izleyen kişi, her bir müctehidin Allah katında doğru olanı araştırmak için âzami çabayı harcamış olduğu, hepsinin aynı kaynakları esas aldığı ve Allah katındaki doğrunun bunlardan herhangi birindekine uygun olduğuna dair açık bir delil bulunmadığı noktasından hareket etmiş olacaktır. Felsefî temel i’tibâriyle bu tutum tutarlı sayılır; çünkü kaynaklar birdir ve ictihadla amaçlanan hedef birdir. Metodoloji açısından ise tutarlılığına güvenle bakılabilmesi kolay değildir. Meselâ, bir meselede Kur’ÂN'ın mütevâtir de olsa sünnetle neshini kabul etmeyen bir müctehidin görüşünü uygularken, başka bir meselede Kur’ÂN'ın mütevâtir sünnetle neshini kabul eden bir müctehidin görüşünü uygulamak; bir meselede, bir sahâbenin Resûlullah'tan rivâyet edip daha sonraki tabakalarda tevâtür sayısındaki râvilerce rivâyet edilen hadise (meşhur sünnet) metodik açıdan ayrı bir değer veren müctehidin görüşünü uygularken, başka bir meselede bu tür hadisi haber-i vâhid sayan ve ona göre bir metodik rol tanıyan müctehidin görüşünü uygulamak gibi durumlara düşülmeyeceğini garanti etmek mümkün değildir. Bununla birlikte, zaruret, ihtiyaç gibi gerekçelerle (ki bunlar İslâm fıkhının herkesçe kabul edilen ilkeleridir) kişinin birden fazla mezheb hükmünü dinî hayatında bir araya getirmesi de, kıstastan mahrum gelişigüzel bir seçim yapmış olma endişesini ortadan kaldıran bir güvence sayılabilir. Özel nitelikli güven yolu ise, bir meselede hangi ictihadın delillerinin daha kuvvetli ve içinde bulunulan zamanın şartlarına daha uygun olduğuna dair ehliyetli kişilerin veya kuruluşların yaptıkları tercihlerin esas alınmasıdır. Bu tür tercihler, çoğunlukla, metodik çelişki şüphelerinden uzak olup, daha çok, hadislerin sıhhat derecelerinin gözden geçirilmesine, farklı yorumlar yahut maslahatla ilgili farklı değerlendirmeler içinden mevcut şartlara en uygununun belirlenmesine yöneliktir. Bu ikinci yolun, avam açısından, dinî yaşantıyı tutarsızlıklara düşmeden sürdürebilmek için izlenebilecek en emin yol olduğu söylenebilir. Bu yolda, tercih edilen görüşün dayanakları ve diğer görüşlerle karşılaştırmasının yapıldığı yayınları takip ederek yürünmesi halinde, bu yolun aynı zamanda kişinin fıkıh kültürünü geliştirmesine ve böylece topluma bu konuda bir seviye kazandırılmasına da yardımcı olacağı şüphesizdir. Bu alanda müslümanları aydınlatma ve onların güvenerek uyabilecekleri tercihleri ortaya koyma hususunda ilgili kuruluşlara önemli görevler düştüğü açıktır. Bu tahliller ışığında tek mezhebe bağlılık ve telfik ile ilgili görüşlere kısaca değinip, mezheblerin kolay hükümlerini izleme hakkında bir değerlendirme yapmak uygun olur.

bb-) Tek Mezhebe BağLıLık.:
"Telfik" konusu ile "tek mezhebe bağlılık" meselesi arasında sıkı bir bağ olduğundan, önce bu mesele hakkındaki görüşlere kısaca değinmek gerekir. Bu mesele ele alınırken, müctehid olmayan bir mükellefin durumunun söz konusu olduğuna ve böyle bir kimsenin şer‘î-amelî konularda daima bir mezhebe göre davranması gerekip gerekmediği sorusuna cevap arandığına dikkat edilmelidir. Gerek devlet gerekse fert planında bir mezhebe bağlanma gereğini ortaya çıkaran tarihî ve fikrî temellere daha önce temas edilmişti. İşte bu bağlanmanın "taassub" derecesine ulaşmasını takip eden dönemlerde, bir mezhebe bağlı davranmanın ve hatta hep o mezheb üzere kalmanın vâcib olduğu (dahası Mezhebinden ayrılana ta‘zir cezâsı uygulanması gerekeceği) yönünde fikirler ileri sürülür olmuştur. Buna karşılık muhakkık âlimler, ictihad edemeyen bir mükellefin hep bir mezhebe bağlı kalmasını gerektirecek şer‘î bir delil bulunmadığını, böyle bir kimse için vâcib olanın, ehliyetine kani olduğu âlimlere sormak, öğrenmek ve buna göre davranmaktan ibâret bulunduğunu ispat etmeye çalışmışlardır.

cc-) TeLfik.:
Telfik, sözlükte, "kumaşın iki kenarını birleştirip dikmek" anlamına gelir. Fıkıh ve usûl-i fıkıhta da bu anlamdan hareketle, farklı hükümlerin bir araya getirilmesini ifâde etmek üzere kullanılmıştır. Ancak bu ortak noktanın ötesinde fıkıh ve usûl-i fıkıh eserlerinde telfik başlıca üç anlamda kullanılmıştır.:
a-) Fıkıh eserlerinde telfik kelimesi bazan, ictihadî ihtilâftan kaynaklanmayan iki farklı hükmü birleştirerek uygulamak anlamında kullanılmıştır. Meselâ, "yemin kefâretinde on fakirin bir kısmını yedirmek, diğerlerini giydirmek şeklinde telfik yapılması câiz değildir" denirken bu mâna kastedilmiştir.
b-) Fıkıh usulü eserlerinde telfik bazan, bir meselede önceki müctehidlerin söylemediği ve onların görüşlerinin ortak noktasını ihlâl eden yeni bir görüş ortaya atmak anlamında kullanılmıştır. Daha çok icmâ bahsinde incelenen bu meselenin taklit değil ictihad ile ilgili olduğu açıktır. Buna "ictihadda telfik" denebilir.
c-) Fıkıh ve fıkıh usulü eserlerinde, telfik denince daha çok şu anlam kastedilir: Belirli bir meselede birden fazla ictihadî görüşü bir arada (veya bir arada sayılabilecek şekilde, yani birincisinin tesiri kalkmadan diğeriyle) amel edip ortaya bu müctehidlerden hiçbirinin kabul etmeyeceği mürekkeb bir durumun ortaya çıkması. Telfikin dar anlamı budur. Buna "taklitte telfik" denir.
İslâm tarihinde hicrî VII. asırdan i’tibâren tartışılmaya başlanan bu mesele hakkında mutlak olarak olumsuz görüş belirtenlere karşı bunun câiz olduğunu savunan pek çok âlim vardır. Bununla birlikte genellikle muhakkık âlimler ve özellikle muasır araştırmacılar bu konuda bazı kayıtlar konması ve bu kayıtlara riâyet edilmesi halinde telfikin câiz olacağını kabul ederler.
Bu kayıtları şöylece özetlemek mümkündür.:
a-) Telfike ihtiyaç duyulması.
b-) Daima kolay hükümleri alarak dinî hayatın keyfîliğe dönüştürülmemesi.
c-) Bu yolun "kanuna karşı hile" amacına alet edilmemesi.
d-) Helâlharam meselelerinde ihtiyata riâyet edilmesi.
En geniş anlamıyla ele alınırsa telfik değişik mezheblerin hükümlerinden yararlanmayı da (buna intikal de denilmektedir), dolayısıyla değişik mezheblerin kişiye kolay gelen hükümlerini seçmeyi de ifâde eder. Dar anlamıyla telfik (yani bir meselede birden fazla ictihadı birleştirip bu ictihad sahiplerinin hiçbirinin benimsemeyeceği mürekkeb bir durum meydana getirme) dahi -bazı kayıtlarla- tecviz edilince, bunun (mürekkeb bir durum meydana getirmeden değişik mezheblerden yararlanmanın) tecvizi -belirtilen kayıtlara riâyet şartıyla- evleviyet gereği olur.
Fakat bunda, “b” şıkkında belirtilen şarta riâyet etmeme ihtimali çok kuvvetlidir. Çünkü değişik mezheblerin kolay hükümlerini alırken, kişiyi buna yönelten âmil "kolaycılık" düşüncesidir. İslâm Dinindeki "kolaylaştırma" ilkesi, bu ilkenin amaçlarına uygun olarak kullanılırsa ilke hedefine ulaşmış olur. Fakat bu ilke şahsî arzulara vasıta olarak kullanılırsa, ilke hedefinden sapmış ve dinî hayat keyfîliğe dönüştürülmüş olur.

Mezhebe bağlılığın tarihî ve fikrî temellerini açıklarken belirtildiği üzere, burada üzerinde durulan konu, hukukî ihtilâfları çözümleyecek hükümler (kanun ve kanunlaştırma) olmayıp, müslümanın dünya ve âhiret saadetini kazanmak üzere izleyeceği ve müeyyidesi sadece uhrevî olan kurallar, kısaca dinî hayatın tanzimi meselesidir. Şu halde, kişi bu konuda tutarlılık fikrine önem vermek, telfik için konan kayıtlara riâyetsizlik halinde gerçekte kendisini aldatmış olacağının bilincinde olmak ve azîmet yahut ruhsatı tercih konusunda (Şâtıbî'nin de belirttiği üzere) kendisinin fâkihi gibi davranmak durumundadır.

İslâm Konferansı Teşkilâtı'na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi de 21-27 Haziran 1993 tarihleri arasında Bruney Dârüsselâm'da yapılan VIII. dönem toplantısında aldığı 1 nolu tavsiye kararında, fıkıh mezheblerinin kolaylık sağlayan hükümlerini alıp uygularken başlıcalarına yukarıda değinilen ölçülere riâyet edilmesi gerektiğine dikkat çekmiş ve özellikle kişinin böyle bir yol izlerken kendisini vicdanen rahat hissetmesi gerektiğine işâret etmiştir.
Bu arada, fıkıh mezheblerine veya mezheb imamlarına bazı meselelerde farklı görüşlerin nisbet edilmesinin tabii karşılanması gerektiğine işâret edilmesi yararlı olur. Şöyle ki: Çoğunluk i’tibâriyle mezheb imamlarının görüşleri rivâyet yoluyla sonraki nesillere intikal ettiğinden, fıkıh eserlerinde bir meselede aynı fâkihe ait birden fazla görüş yer alabilmiş ve bunlardan hangilerinin daha kuvvetli olduğunu ortaya koymaya yönelik tesbitler üzerinde daima fikir birliği oluşmamıştır. Öte yandan bir fâkihin değişik zamanlarda veya farklı değerlendirme sebebiyle aynı mesele için farklı görüşler ortaya koyduğu da bir gerçektir. Özellikle İmam Şâfiî'nin Mısır'a geldikten sonra birçok görüşü değiştiğinden, genellikle ona nisbet edilen ictihadlarda genelde kadîm (eski) ve cedîd (yeni) şeklinde bir ayırıma gidildiği görülür.


*
**
****

Resim

Telfik.: Birleştirme, ekleme. İstif. * Bir yere getirip ulaştırmak.
Re’y.: Görüş, görmek, rey. Hüküm ve itikad. Kıyas etmek. Bir iş hakkında söylenen söz, fikir.
Kadılkudât.: "Kadılar kadısı" anlamına gelen bir terkiptir; başkadı.
Tedvin.: Bir araya toplayarak tertipleme.
Tedrîs .: Okutmak. Öğretmek. Ders vermek.
Takarrür.: Kararı verilmek.* Yerleşmek. Kararlaşmak
Nass.: Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil. * Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelâm ve âyet. Akide.
Metodoloji.: Doğrudan yöntem veya yöntem arayışı.
Mütevâtir.: Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
Nesh.: Ist: Şer'i bir hükmü yine şer'i bir emirle kaldırmaktır.
Avam.: Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından. * Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan. * Halkın ekseriyeti.
Müctehid.: İctihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî... gibi.
Mükellef.: Bir şeyi yapmağa mecbur olan. Vazifeli. Muvazzaf. * Bir şeyi ödemeğe mecbur olan. * Mükemmel hazırlanmış, külfetle süslenmiş olan
Taassub.: (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma. * Din bakımından fazla salâbetli olma. * Kendi dinini çok üstün görmek. * Haksız yere husumet etmek. * Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli.
Mürekkeb.: (Rükub. dan) Terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış..


*
**
****


Yâ RaBBu’L-ÂLeMîn!.
Yâ RAHMetenLi’L- ÂLeMîn!.
Ve'L- HaMduLiLLÂhiRABBu’L-ÂLeMînnn!.


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim Ş... AHMET...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim YÂR YOLU..

C-) TASAVVUF.:

İnsanın içdünyâsıyla, ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesiyle ilgili olarak Kur’ÂN-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber aleyhisselâm'in hayatında ve sahih hadislerinde mevcut olan bilgiler ve yönlendirmeler, ilk dönemlerden i’tibâren müslümanların dini daha iyi anlama ve yaşama taleb ve gayretlerine i’tikad ve fıkıh cephesinden ayrı olarak tasavvuf adı altında özetlenebilecek üçüncü bir cephe ve zenginlik kazandırmıştır. Tasavvuf kelimesi Kur’ÂN'da ve hadislerde geçmez. Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi iç dünyâsındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığını ifâde için genelde zühd, rikak-rekaik, takvâ, ibâdet gibi kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zâhid ve âbid deniliyordu. Hicrî III. yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sûfî, sûfiyye gibi terimler kullanılmaya başlandı ve bir dönemden sonra tasavvuf ayrı bir ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı. Tasavvuf, kalb temizliğini, güzel ahlâkı ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç mü’minleri terbiye etmek ve mânen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyâdan çok âhirete önem vermek, maddî değerlerden fazla mânevî değerlere bağlanmak, daha nitelikli ve daha çok ibâdet etmek ve nefsi disiplin altına almak gerekir.

a-) TASAVVUFÎ DÜŞÜNCENİN DİNÎ ve FİKRÎ TEMELLERİ.:

İslâm, mü’minlerin dünyâ hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını, âhirete ve mânevî değerlere öncelik vermelerini ister.
Yüce ALLAH şöyle buyurur.:
"Azgınlaşan ve dünyâ hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir".:


فَأَمَّا مَن طَغَى
وَآثَرَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
Resim---“Fakat, artık kim taşkınlık etmiş (haddi aşmış) ise. Ve dünyâ hayatını tercih etmiş ise.” (Nâziât 79/37-38)

"Siz dünyâ hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır".:

بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
Resim---“Hayır, siz dünyâ hayatını üstün tutuyorsunuz (tercih ediyorsunuz).” (A‘lâ 87/16)

Tasavvufta dünyâ hayatına âhiret hayatı kadar veya daha fazla önem vermemek esastır. Bu nokta Kur’ÂN-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde de kuvvetle vurgulanmıştır. ALLAH TeÂLÂ buyurur.:
"Dünyâ hayatı aldatıcı bir metâdan başka bir şey değildir".:


كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَن زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَما الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ
Resim---“Her nefs, ölümü tadıcıdır ve lâkin ecirleriniz (amellerinizin karşılığı) kıyamet günü ödenir. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa o takdirde o kurtulmuştur. Ve dünyâ hayatı, aldatıcı metâ’dan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân 3/185)

"Doğrusu dünyâ hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir".:

إِنَّمَا الحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَإِن تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا يُؤْتِكُمْ أُجُورَكُمْ وَلَا يَسْأَلْكُمْ أَمْوَالَكُمْ
Resim---“Muhakkak ki dünyâ hayatı bir oyun ve eğlencedir. Ve eğer imân eder ve takvâ sahibi olursanız size ecirleriniz verilir. Ve sizden mallarınızı istemez.” (Muhammed 47/36)

"ALLAH’ın vaadi haktır, sakın dünyâ hayatı sizi kandırmasın ve şeytân ALLAH’ın affına güvendirerek sizi aldatmasın".:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ وَاخْشَوْا يَوْمًا لَّا يَجْزِي وَالِدٌ عَن وَلَدِهِ وَلَا مَوْلُودٌ هُوَ جَازٍ عَن وَالِدِهِ شَيْئًا إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ
Resim---“Ey insanlar, RABBinize karşı takvâ sahibi olun! Ve o günden korkun ki; baba, oğluna karşılık veremez (yardım edemez). Ve oğul da babasına bir şeyle karşılık veremez. Muhakkak ki ALLAH'ın vaadi haktır. Öyleyse dünyâ hayatı sakın sizi aldatmasın. Garur (tagut), ALLAH'a karşı sakın sizi kandırmasın.” (Lokmân 31/33)

"Dünyâ menfaati önemsizdir, takvâ sahipleri için âhiret daha hayırlıdır".:

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ كُفُّواْ أَيْدِيَكُمْ وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ إِذَا فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّهِ أَوْ أَشَدَّ خَشْيَةً وَقَالُواْ رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ لَوْلا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ قُلْ مَتَاعُ الدَّنْيَا قَلِيلٌ وَالآخِرَةُ خَيْرٌ لِّمَنِ اتَّقَى وَلاَ تُظْلَمُونَ فَتِيلاً
Resim---“Kendilerine: “Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı kılın ve zekâtı verin.” denilen kimseleri görmedin mi? Halbuki onların üzerine savaş yazıldığı (farz kılındığı) zaman, onlardan bir kısmı, (düşmanları olan) insanlardan, ALLAH'tan korkar gibi veya daha da çok korkarlar ve: “RABBimiz niçin üzerimize savaşı farz kıldın, bizi yakın bir zamana kadar tehir etseydin (geciktirseydin) olmaz mıydı?” dediler. De ki: “Dünyâ meta’ı (menfaati) azdır ve âhiret ise takvâ sahibi olan kimseler için daha hayırlıdır. Ve siz, kıl kadar (hurma çekirdeğindeki lif kadar bile) zulmedilmezsiniz.” (Nisâ 4/77)

"Şu dünyâ hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir, âhiret ise gerçek bir hayattır".:

وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Resim---“Ve bu dünyâ hayatı, oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muhakkak ki âhiret yurdu, elbette o gerçek hayattır. Keşke bilselerdi.” (Ankebût 29/64)

"Dünyâ hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme vesilesi ve daha çok servet ve evlâda sahip olma yarışıdır".:

اعْلَمُوا أَنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ كَمَثَلِ غَيْثٍ أَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَاهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٌ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
Resim---“Dünyâ hayatının oyun, eğlence ve bir süs olduğunu bilin, aranızda bir övünme ve mal ve evlât çokluğudur. (Dünyâ hayatı), yağmurun bitirdiği, ekincinin hoşuna giden ekin gibidir. Bir süre sonra kurur, böylece onu sararmış görürsün. Sonra da o çöp olur. Âhirette şiddetli azâb, ALLAH'tan mağfiret ve ALLAH'ın rızası vardır. Ve dünyâ hayatı aldatıcı meta’dan başka bir şey değildir.” (Hadîd 57/20)

"Mal ve evlât dünyâ hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler ise hem sevâb olması bakımından hem de ümit bağlanması bakımından RABBinin nezdinde çok hayırlıdır".:

الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِندَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًا
Resim---“Mal ve çocuklar dünyâ hayatının ziynetidir (süsüdür). Bâki (kalıcı) olan salih ameller (nefsi ıslâh edici ameller), sevâb olarak ve emel (ümit) olarak, RABBinin katında daha hayırlıdır.” (Kehf 18/46)

Kur’ÂN-ı Kerîm birkaç yerde dünyâ hayatını temsille anlatmıştır.:
"Onlara şunu misal ver: Dünyâ hayatı gökten indirdiğimiz bir yağmura benzer. Bu sayede yeryüzünde biten bitkiler birbirlerine karışmış, sonra kurumuş, rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. ALLAH’ın gücü her şeyin üstündedir".:


ثَلُ مَا يُنفِقُونَ فِي هِذِهِ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَثَلِ رِيحٍ فِيهَا صِرٌّ أَصَابَتْ حَرْثَ قَوْمٍ ظَلَمُواْ أَنفُسَهُمْ فَأَهْلَكَتْهُ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّهُ وَلَكِنْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Resim---“Onların (kâfirlerin), bu dünyâ hayatında (gösteriş ve övünmek için) infâk ettikleri şeylerin durumu, kendilerine zulmeden (ALLAH'ın emirlerine ve nehiylerine itaat etmeyerek, devamlı derecat kaybeden) bir kavmin, "kavurucu, dondurucu soğuk bir rüzgarın isabet ederek, böylece helâk ettiği" ekininin durumu gibidir. ALLAH, onlara zulmetmedi, fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlar.” (Âl-i İmrân 3/117)

إِنَّمَا مَثَلُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الأَرْضِ مِمَّا يَأْكُلُ النَّاسُ وَالأَنْعَامُ حَتَّىَ إِذَا أَخَذَتِ الأَرْضُ زُخْرُفَهَا وَازَّيَّنَتْ وَظَنَّ أَهْلُهَا أَنَّهُمْ قَادِرُونَ عَلَيْهَآ أَتَاهَا أَمْرُنَا لَيْلاً أَوْ نَهَارًا فَجَعَلْنَاهَا حَصِيدًا كَأَن لَّمْ تَغْنَ بِالأَمْسِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Resim---“Dünyâ hayatının durumu (örneği) sadece semadan indirdiğimiz, böylece yeryüzünde, insanların ve hayvanların yediği, arzın bitkileri ile karışan su gibidir. Hatta yeryüzü onun güzelliğini alıp güzelleştiği zaman onun sahibi, ona, kendilerinin kaadir (muktedir) olduğunu zannetti. Ona emrimiz gece veya gündüz geldi ve böylece onu hasat ettik (kökünden kopardık). Sanki dün hiç olmamış (zenginleşmemiş) gibi oldu. İşte böylece âyetleri tefekkür eden bir kavim için ayrı ayrı açıklıyoruz.” (Yûnus 10/24)

وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ فَأَصْبَحَ هَشِيمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُّقْتَدِرًا
Resim---“Onlara dünyâ hayatını örnek ver ki; o, semadan indirdiğimiz su gibidir. Yeryüzünün nebatları (bitkileri), onunla karıştı (yeşerdi, büyüdü). Sonra da kuruyup, ufalandı ki rüzgâr, onu savurur. Ve ALLAH, herşeye muktedir olandır (gücü yetendir).” (Kehf 18/45)

اعْلَمُوا أَنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ كَمَثَلِ غَيْثٍ أَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَاهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٌ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
Resim---“Dünyâ hayatının oyun, eğlence ve bir süs olduğunu bilin, aranızda bir övünme ve mal ve evlât çokluğudur. (Dünyâ hayatı), yağmurun bitirdiği, ekincinin hoşuna giden ekin gibidir. Bir süre sonra kurur, böylece onu sararmış görürsün. Sonra da o çöp olur. Âhirette şiddetli azâb, ALLAH'tan mağfiret ve ALLAH'ın rızası vardır. Ve dünyâ hayatı aldatıcı meta’dan başka bir şey değildir.” (Hadîd 57/20)

Kur’ÂN-ı Kerîm'e göre insan dünyâdan çok âhireti istemelidir.:
"Kim âhiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünyâ yararını isterse ona da dünyâdan bir şeyler veririz, ama âhirette bir nâsibi olmaz".:


فَإِذَا قَضَيْتُم مَّنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَذِكْرِكُمْ آبَاءكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ
Resim---“Böylece (hacca ait) ibadetlerinizi (ve kuralları) tamamladığınız zaman, artık atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha kuvvetli bir zikirle ALLAH'ızikredin. Fakat insanlardan kim: “RABBimiz bize dünyâda ver.” derse, âhirette onun bir nâsibi yoktur.” (Bakara 2/200)

وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَنْ تَمُوتَ إِلاَّ بِإِذْنِ الله كِتَابًا مُّؤَجَّلاً وَمَن يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِهِ مِنْهَا وَمَن يُرِدْ ثَوَابَ الآخِرَةِ نُؤْتِهِ مِنْهَا وَسَنَجْزِي الشَّاكِرِينَ
Resim---“Ve bir kimsenin, ALLAH'ın izni olmadan ölmesi olmamıştır (olamaz), o (ölüm), süresi tayin edilmiş bir yazıdır. Ve kim dünyâ sevâbı isterse, kendisine ondan veririz, ve kim âhiret sevâbı isterse, kendisine ondan veririz. Ve şâkirleri (şükredenleri) yakında mükâfatlandıracağız.” (Âl-i İmrân 3/145)

مَن كَانَ يُرِيدُ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا نُوَفِّ إِلَيْهِمْ أَعْمَالَهُمْ فِيهَا وَهُمْ فِيهَا لاَ يُبْخَسُونَ
Resim---“Kim dünyâ hayatını ve onun ziynetini (süsünü) isterse (istedi ise) onların amellerini(n karşılığını) orada, onlara öderiz (veririz). Ve onlara, orada (karşılıkları) eksiltilmez.” (Hûd 11/15)

مَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الْآخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فِي حَرْثِهِ وَمَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤتِهِ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِن نَّصِيبٍ
Resim---“Kim âhiret hasatını (mahsulünü, kazancını) isterse, Biz onun kazancını artırırız. Kim dünyâ kazancını isterse, ona (da) ondan (dünyâ kazancından) artırırız (veririz). Ve onun âhirette nâsibi yoktur.” (Şûrâ 42/20)

Kısaca servetler, kazançlar, zenginlikler ve her çeşit ni’metler âhirette ve ALLAH katında bol bol mevcuttur.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَتَبَيَّنُواْ وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ أَلْقَى إِلَيْكُمُ السَّلاَمَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَعِندَ اللّهِ مَغَانِمُ كَثِيرَةٌ كَذَلِكَ كُنتُم مِّن قَبْلُ فَمَنَّ اللّهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُواْ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
Resim---“Ey imân edenler! ALLAH'ın yolunda (savaşmak üzere) sefere çıktığınız zaman artık (mü'mini kâfirden ayırt etmek için) iyice araştırıp açığa çıkarın. Ve size selâm verip (teslim olan) kimseye, dünyâ hayatının geçici meta’ını (çıkarını) isteyerek.: “Sen mü'min değilsin.” demeyin. Oysa ALLAH'ın katında ganimet çoktur. Daha önce siz de öyle idiniz, o zaman ALLAH (lütufta bulunup) sizin üzerinize ni'met verdi. O halde iyice araştırıp açığa çıkarın. Muhakkak ki ALLAH, yaptığınız şeylerden haberdârdır.” (Nisâ 4/94)

HADÎS-İ ŞERİFLERde de aynı hususların sıklıkla ifâde edildiği görülür.:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Dünyâda bir garib veya yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say" buyurmuştur.
(Buhârî, “Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25; İbn Mâce, “Zühd”, 6).

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Dünyâya karşı soğuk olanı ALLAH, halkın malına göz dikmeyeni insanlar sever"buyurmuştur.
(İbn Mâce, “Zühd”, 1).

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Kabirleri ziyaret ediniz. Zira bu, sizi dünyâdan soğutur, âhirete ısındırır" buyurmuştur.
(İbn Mâce, “Cenâiz”, 47).

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem dünyânın gösteriş ve çekiciliğine kapılmanın muhtemel tehlikeleri konusunda ümmetini uyarmıştır.
(Buhârî, “Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25).

Hz. Peygamber aleyhisselâm aleyhisselâm şahsen yukarıda anlatılan ilkelere uygun olarak yaşamış; dünyâ malına tamah etmemiş, maddî zevkler peşinde koşmamış, daima âhiret hayatına öncelik vermiş ve onu üstün tutmuştur. Şöyle buyurmuştur.:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Uhud Dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için bundan ayıracağım miktar hariç, altınların üç günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim" buyurmuştur.
(Buhârî, “Zekât”, 4; Müslim, “Zekât”, 31).

Resim---Hz. Peygamber aleyhisselâm vefât edince altın, gümüş miras bırakmadı. Bıraktığı miras beyaz bir katır, bir silâh ve vakıf arazisinden ibâretti. (Buhârî, “Vesâyâ", 1).

Resim---Hz. Peygamber aleyhisselâm sade ve mütevazi’ bir hayat yaşamış, hiçbir zaman dünyâ ni’metlerinin cazibesine kapılmamış, gani’met malları sebebiyle müslümanların elleri az çok genişlediği halde o eski yaşama biçimini sürdürmüş, öbür müslümanlar düzeyinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına küsmüş ve onlardan dünyâ ile kendisi arasında bir tercih yapmalarını istemişti (bk. el-Ahzâb 33/28; Buhârî, “Tefsîr”, 66; Müslim, “Talâk”, 5).

Dünyâyı âhiretle bir ve eşit tutmak veya ondan üstün tutmamak zühddür. Zühd ilkesine bağlı olarak yaşayan kişilere de zâhid denir. Kur’ÂN ve hadislerde zühde büyük önem verilmiş, bunun zıddı olan dünyâya düşkün olma, tamah, ihtiras ve çıkarcılık şiddetle yerilmiştir. Zühd, tasavvufun temelidir.
Âhiretin dünyâdan üstün, oradaki ni’metlerin buradaki servetten daha önemli olduğuna inanan bir müslüman daha nitelikli ve daha çok ibâdet eder, hak hukuk gözetir, ahlâk kurallarına bağlı kalır, haram ve helâli bilir. Böyle bir hayat yaşamayan bir kimsenin dünyâdan çok âhirete önem ve değer verdiği söylenemez. İbadet zühdün tabii bir sonucudur.
Yüce ALLAH namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibâdetleri farz kılmıştır. Hz. Peygamber aleyhisselâm ise farz olan ibâdetlerle yetinilmemesini, nâfile ve sünnet olanların da yerine getirilmesini tavsiye etmiştir. Farz namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler, teheccüd, evvâbin ve tahiyyetü'l-mescid gibi diğer nâfile namazlar, receb ve şâban gibi aylarda belli miktarda tutulan oruçlar, umre ve sadaka böyledir. İbadetlerin amacı nefsi disiplin altına alarak ALLAH’a yaklaşmaktır. Tasavvufta farz ve nâfile ibâdetleri şartlarına uygun olarak huşû ve ihlâsla yerine getirmek esastır. Sûfîler özellikle farz olmayan ibâdetleri belli düzen içinde yerine getirmeye özen gösterirler. İbadetsiz tasavvuf olmaz..

İslâm'da kalb temizliği önemlidir. Her şeyden önce Cebrâil aleyhisselâm Kur’ÂN-ı Kerîm'i Hz. Peygamber aleyhisselâm'in kalbine indirmiştir (el-Bakara 2/97; Şuarâ 26/194).


قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
Resim---“Kim Cibril'e düşman oldu ise (ona) de ki: “Halbuki muhakkak ki o (Cebrâil aleyhisselâm), onların ellerindeki (kitapları) tasdik eden O (Kur'ân'ı), ALLAH'ın izniyle, mü'minlere bir hidâyet (rehberi) ve müjde olarak senin kalbine indirdi.” (Bakara 2/97)

Vahiy de ilham da kalbe gelir.
"ALLAH’ın huzuruna temiz (selim) bir kalble çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur".: (eş-Şuarâ 26/89; es-Saffât 37/84; Kaf 50/33).


إِذْ جَاء رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
Resim---“O, RABBine selîm bir kalb ile gelmişti.” (Saffât 37/84)

"ALLAH sekîneti (huzuru) mü’minlerin kalblerine indirmiştir".:

وَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَّعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
Resim---“Mü'minlerin kalblerine, îmânlarını îmân ile artırsınlar diye sekîneti indiren, O'dur. Göklerin ve yerin orduları ALLAH'ındır. Ve ALLAH; ALÎM'dir, HAKÎM'dir.” (Feth 48/4)

"Kalbler ALLAH’ı zikretmekle itminan bulur".:

ثُمَّ بَعَثْنَا مِن بَعْدِهِ رُسُلاً إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَآؤُوهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُواْ لِيُؤْمِنُواْ بِمَا كَذَّبُواْ بِهِ مِن قَبْلُ كَذَلِكَ نَطْبَعُ عَلَى قُلوبِ الْمُعْتَدِينَ
Resim---“Sonra onun arkasından onların kavimlerine resûller gönderdik. Onlara beyyineler (açık deliller) getirdiler. Daha önce (hidâyete erip sonradan) onu yalanladıklarından dolayı böylece (fıska düştükleri için) mü'min olmadılar. Haddi aşanların kalblerini işte böyle mühürleriz (tabederiz).” (Yûnus 10/74)

Onun için ALLAH’ı çok zikretmek tavsiye edilmiştir..:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا
Resim---“Ey imân edenler! ALLAH'ı çok zikirle zikredin.” (Ahzâb 33/41)

Her şeyin temeli olan imân kalbin tasdiklerinden ibârettir. Niyet bütün ibâdetlerin temelidir. Halis niyet de kalbde gerçekleşir. İbadetlere kalbin temiz, niyetin iyi olması oranında sevâb verilir (Buhârî, “Îmân”, 41; Müslim, “İmâret”, 155).

Kur’ÂN kalbin görme niteliğinden söz eder. Yeryüzünde dolaşıp ibret almayanları, düşünecek kalbi, işitecek kulağı olmayanları uyarır.:
"Dikkat edin, baştaki gözler değil, göğüsteki kalbler kör olur".:


فَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
Resim---“Onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, onunla akıl ettikleri kalbleri ve onunla işittikleri kulakları olsun. Fakat baş gözleri kör olmaz. Lâkin sinelerdeki kalbler kör olur.” (Hac 22/46)

Hassas, yufka ve temiz kalblerden bahseden Kur’ÂN taş gibi katı, kirli ve kilit vurulmuş kalblerin bulunabileceğine de dikkat çeker. Kalbin kirlenmiş şekline bazan nefis de denir. Buna karşı nefsin arınmış şekli de kalbdir, kalb hükmündedir.:
"Nefsini kirleten hüsrandadır, onu arındıran kurtuluşa erer".:


قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا
Resim---“Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir.” (Şems 91/9)

وَقَدْ خَابَ مَن دَسَّاهَا
Resim---“Ve kim, onun (nefsinin) kusurlarını örtmeye çalıştıysa (nefsini tezkiye etmemiş ise) hüsrana uğramıştır.” (Şems 91/10)

Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur.:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat, o kalbdir" buyurmuştur.
(Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâkat”, 107).

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Başkaları fetvâ verse de, sen fetvâyı kalbine sor" buyurmuştur.
(Dârimî, “Buyû‘”, 2; Müsned, IV, 228.

Buyurulurak vicdanın sesine kulak verilmesi istenmiştir.

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İyi, gönüle yatan, günah gönülü tırmalayan şeydir" buyurmuştur.
(Müsned, IV, 194, 228).

Buyurarak şüpheli konularda kişinin kalbine başvurmasını, başkasının denetlemesinden önce kişinin kendi kendini denetlemesini tavsiye etmiştir. Kur’ÂN'da ve hadislerde takvâya büyük önem verilmiştir.

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kalbine işâret ederek.: "Takvâ buradadır" buyurmuştur.
(Müsned, V, 379).

Tasavvufun konusu KALBdir. Tasavvuf bir Kalb İlmidir. Sûfîlere bu yüzden Gönül ehli denilmiştir. Tasavvufî düşünce ALLAH Korkusu ve ALLAH Sevgisi temeline dayanır. ALLAH Korkusu. Kur’ÂN-ı Kerîm ve Hadîs-i Şeriflerde "Havfullah (mehâfetullah) ve Haşyetullah" denilen ALLAH Korkusu üzerinde çok durulmuştur. Günah işleyenlerin ve başkalarına haksızlık edenlerin ALLAH’ın Gazâbından ve Azâbından korkmaları lâzımdır. Kur’ÂN'da "Eğer inanıyorsanız biliniz ki en çok korkulmaya lâyık olan ALLAH’tır" (et-Tevbe 9/13; el-Ahzâb 33/37)

إِنَّمَا ذَلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ أَوْلِيَاءهُ فَلاَ تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Resim---“Fakat şeytân, böylece ancak kendi dostlarını (onu dost edinenleri) korkutur. Artık onlardan korkmayın ve eğer sizler mü'min iseniz, (sadece) BEN'den korkun.” (Âl-i İmrân 3/175)

أَلاَ تُقَاتِلُونَ قَوْمًا نَّكَثُواْ أَيْمَانَهُمْ وَهَمُّواْ بِإِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُم بَدَؤُوكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ أَتَخْشَوْنَهُمْ فَاللّهُ أَحَقُّ أَن تَخْشَوْهُ إِن كُنتُم مُّؤُمِنِينَ
Resim---“Yeminlerini bozan bir kavimle savaşmayacak mısınız? Ve (onlar) resûlü (yurdundan) çıkarmaya kalkıştılar (karar verdiler) ve sizinle (savaşa) ilk defa başlayanlar onlardır. Onlardan korkuyor musunuz? (Halbuki) ALLAH, şâyet mü'minlerseniz, O'ndan korkmanız için daha çok hak sahibidir.” (Tevbe 9/13)

Kişi insanlardan değil, ALLAH’tan korkarak günah işlememeli, kötülük ve haksızlık etmemelidir. Gizli-açık işlenen her kötülüğü bilen ALLAH TeÂLÂ'nın işlenen kötülükleri cezâsız bırakmayacağına, er veya geç bunun hesabını soracağına inanmalı, dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınırken ALLAH’tan başka hiçbir kimseden korkmamalıdır. ALLAH TeÂLÂ böyle kullarını över.:

"Onlar Rablerinden de, kötü azâbdan da korkarlar".:


الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
Resim---“Bunlar, imân edenler ve kalbleri, ALLAH'ı zikretmekle mutmain olmuştur. Kalbler ancak; ALLAH'ı zikretmekle mutmain olur, öyle değil mi?” (Ra‘d 13/28)

"ALLAH’tan başka hiçbir kimseden korkmazlar".:

إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ فَعَسَى أُوْلَئِكَ أَن يَكُونُواْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ
Resim---“ALLAH'ın mescidlerini ancak, ALLAH'a ve âhiret gününe (ruhu ölmeden evvel ALLAH'a ulaştırma gününe) îmân eden ve namazı ikame eden ve zekât veren ve ALLAH'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların böylece hidâyete erenlerden olması umulur.” (Tevbe 9/18)

الَّذِينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَاتِ اللَّهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ أَحَدًا إِلَّا اللَّهَ وَكَفَى بِاللَّهِ حَسِيبًا
Resim---“Onlar (nebîler, peygamberler), ALLAH'ın risaletini tebliğ ederler ve O'na huşû duyarlar ve ALLAH'tan başka hiç kimseden korkmazlar. Ve ALLAH, hesab görücü olarak kâfidir.” (Ahzâb 33/39)

Başta peygamberler ve velîler olmak üzere bütün mü’minler ALLAH’tan korkar..:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "ALLAH’ı en iyi bileniniz ve ondan en çok korkanınız benim" buyurmuştur.
(Buhârî, “Edeb”, 72; Müslim, “Fezâil”, 35).

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Hikmetin başı ALLAH Korkusudur" buyurmuştur.
(Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I, 421).

ALLAH’tan korkan başkasından korkmaz. ALLAH Korkusu diğer korkuları siler ve kişiyi cesur hale getirir. ALLAH’tan korkanların âhirette de korkuları olmayacak, mahzun olmayacaklardır..: el-Bakara 2/38, 62, 112, 262, 274, 277..

قُلْنَا اهْبِطُواْ مِنْهَا جَمِيعاً فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim---“Biz dedik ki.: “Hepiniz oradan (aşağıya) inin. BEN’den size mutlaka hidâyet gelecektir. O zaman kim hidâyetime tâbî olursa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmazlar.” (Bakara 2/38)

İşte ALLAH’ın velî ve ergin kulları bunlardır. ALLAH Korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda ALLAH’ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mâhiyetindedir. Bu sebeble ALLAH Korkusu ile ALLAH Sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır.
ALLAH Sevgisi. Bu sevgi İslâm'daki mânevî hayatın temelidir. Bu temele dayanmayan ibâdet ve ahlâk gibi davranışlar İslâm açısından bir anlam ifâde etmez. Bir mü’min severek ALLAH’a itaat ve ibâdet ederse, onun emirlerine ve yasaklarına uyarsa bunun değeri vardır. ALLAH TeÂLÂ'yı seven onun kelâmı olan Kur’ÂN'ı ve Resûlü olan Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’ı, onun dava arkadaşları olan Sahâbeyi de sever.

Kısaca ALLAH’ın sevdiği herkesi ve her şeyi sever. Kur’ÂN'da ALLAH Sevgisi üzerinde önemle durulur. Yüce ALLAH şöyle buyurur.:
"İman edenlerin ALLAH’a olan sevgileri ise çok fazladır".:


وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ
Resim---“Ve insanlardan bir kısmı, ALLAH'tan başka “eş ve ortak (putlar)” edinenler, onları (eş ve ortak edindikleri şeyleri), ALLAH'ı sever gibi severler. (Oysa) âmenû olanların ALLAH'a olan sevgileri çok daha kuvvetlidir. Ve zulmedenler, azap görecekleri (azâba uğrayacakları) zaman, bütün kuvvetin tamamen ALLAH'a ait olduğunu ve ALLAH'ın şiddetli azâbı olduğunu keşke görselerdi (bilselerdi).” (Bakara 2/165)

Şiddetli ve çok sevgi AŞK demektir. Bu âyet başta olmak üzere birçok âyette Muhabbetullah denilen ALLAH Sevgisine ve ilâhî aşka işâret edilir. Bir müslüman ALLAH’ı, Resûlü'nü ve ALLAH Yolunda mücadele etmeyi babasından oğullarından, kardeşlerinden, eşlerinden, kabilesinden, servetinden, ticaretinden ve meskeninden daha çok sevmekle yükümlüdür. Eğer daha çok sevmezse Kur’ÂN'ın ifâdesiyle.:
"ALLAH’ın hükmü tecellî edene kadar bekleyin, ALLAH günahkâr bir toplumu hidâyete erdirmez".:


لْ إِن كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَآؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُم مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
Resim---“De ki: “Şâyet babalarınız ve oğullarınız ve kardeşleriniz ve zevceleriniz ve aşiretiniz ve kazandığınız mallarınız, kesada uğramasından (satışının durmasından) korktuğunuz ticaret ve razı olduğunuz (hoşunuza giden) evler, ALLAH'tan ve O'nun resûlünden ve O'nun (ALLAH'ın) yolunda cihad etmekten size daha sevgili ise artık ALLAH, emrini getirinceye kadar bekleyin. Ve ALLAH, fasıklar kavmini (topluluğunu) hidâyete erdirmez.” (Tevbe 9/24)

Tehdidine muhatab olur. Bunun anlamı şudur.: Bir müslümanın ALLAH’ı, Resûlü’nü ve ALLAH Yolunda mücadele etmeyi yürekten sevmesi ve bu sevgi ve isteğini her zaman diğer şeylerden önde tutması gerekir.

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "ALLAH ve Resûlü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imânın hazzinâ eremez" buyurunca, Hz. Ömer.: "Yâ Resûlullah! Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" demiş, Hz. Peygamber aleyhisselâm da.: "Olmadı yâ Ömer!" buyurmuştu. Hz. Ömer.: "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Şimdi oldu yâ Ömer!"buyurmuştur.
((Buhârî, “Îmân”, 9; Müslim, “Îmân”, 15).

İslâm'da ALLAH’la kulları arasındaki sevgi karşılıklıdır. ALLAH Kullarını sever, kulları da onu severler. Kur’ÂN şöyle buyurur:
"Ey imân edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, ALLAH onların yerine öyle bir kavim getirir ki ALLAH onları sever, onlar da ALLAH’ı severler".:


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim---“Ey imân edenler! Sizden kim dîninden dönerse, o zaman ALLAH onun yerine (başka) bir kavim getirecektir öyle ki, (ALLAH) onları sever ve onlar da O'nu (ALLAH'ı) severler. Mü'minlere karşı daha alçak gönüllü, kâfirlere karşı daha izzetlidirler (başları dik, vakarlı, şereflidirler). ALLAH'ın yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, ALLAH'ın fazlıdır, onu dilediğine (lütfedip) verir. ALLAH VÂSİ'dir (fazlı ve lütfu geniştir), ALÎM'dir (herşeyi en iyi bilendir).” (Mâide 5/54)

İslâm İnancına göre ALLAH TeÂLÂ Vedûd ve Velîdir. Yani mü’min kullarını çok sever ve onları dost edinir.
Kur’ÂN'da ALLAH’ın hangi kullarını sevdiği şöyle açıklanır.:

"ALLAH âdil olanları sever" (el-Mümtehine 60/8; el-Hucurât 49/9).
"ALLAH temiz insanları sever" (et-Tevbe 9/108; el-Bakara 2/222).
"ALLAH takvâ sahibi kullarını sever" (Âl-i İmrân 3/76, et-Tevbe 9/4, 7).
"ALLAH ihsân sahibi dürüst kişileri sever" (Âl-i İmrân 3/148, el-Mâide 5/13, 93).
"ALLAH tevekkül ehlini sever" (Âl-i İmrân 3/159).
"ALLAH sabırlıları sever" (Âl-i İmrân 3/146). "ALLAH tövbe edenleri sever" (el-Bakara 2/222).

Yüce ALLAH, Peygamberimiz'i herkesten çok sevdiği için ona "Habîbullah" (ALLAH’ın sevgilisi) denilmiştir. (Tirmizî, “Menâkıb”, 1). Nitekim Hz. İbrâhim aleyhisselâm için de “Halîlullah” (ALLAH’ın dostu) ifâdesi kullanılmıştır.
Burada sözü edilen adalet (kıst, vera‘), temizlik, takvâ, ihsân, tevekkül, sabır, tövbe tasavvufun temel kavramlarıdır. Sûfîler ve Velîler ALLAH’ın sevgili kulu olma mertebesine ermek için bu hususları büyük bir özenle gerçekleştirmeye çalışır, ilâhî sevgiden mahrum olmamak için bunların zıddı olan hususlardan dikkatle kaçınırlar.
Çünkü ALLAH zâlimleri, kâfirleri, günahkârları, kibirlileri, hâinleri, bozguncuları, müsrifleri, saldırganları sevmez.: Bakara 2/176; Nisâ 4/107; Mâide 5/87; A‘râf 7/31; Hac 22/38; Şûrâ 42/40; Hadîd 57/23..

Seven sevgilisine itaat eder, ona tâbi olur, onu razı etmeye çalışır, emirlerine uyar, onu darıltacak davranışlardan sakınır. Kısaca sevginin sonucu ALLAH’ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmaktır.
ALLAH’ın peygamberine uymak ALLAH’ın sevgisini kazandırır. Onun için Yüce ALLAH buyurur.:
"Ya Muhammed: De ki eğer ALLAH’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki O da sizi sevsin".:


مَّنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ وَمَن تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا
Resim---“Kim Resûl'e itaat ederse, böylece andolsun ki ALLAH'a itaat etmiş olur. Ve kim yüz çevirirse, o taktirde Biz seni, onların üzerine muhafız olarak göndermedik.” (Nisâ 4/80)

Resûlullah'a itaat ALLAH’a itaat demektir: "Resûlullah'a itaat eden ALLAH’a itaat etmiştir" (en-Nisâ 4/80).
Hz. Peygamber aleyhisselâm, mü’minlerin ALLAH için birbirini sevmeleri gerektiğini önemle vurgulamıştır. Kudsî bir hadiste,


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH celle celâlihu.: "Benim için birbirini sevenleri sevmem vâcibtir" buyurdu.” buyurmuştur.
(Muvatta, “Şiir”, 16; Müsned, V, 233).

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olmazsınız" buyurmuştur.
(Müslim, “Îmân”, 93; Ebû Dâvud, “Edeb”, 131).

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Bir kimse kendisi için istediği bir şeyi mü’min kardeşi için istemedikçe imân etmiş olmaz" buyurmuştur.
(Buhârî, “Îmân”, 7).

Buyurarak bu sevgi ile kâmil imân arasında sıkı bir bağ bulunduğuna işâret etmiştir.
İslâm, mü’minleri sevgi ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlamış, kaynaştırmış ve böylece fertleri birbirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir. Sevgi bağı hem müslümanları ALLAH’a ve Resûlü'ne, hem de birbirlerine bağlar. Müslümanlar iyi ve kötü günlerde, mutlu ve sıkıntılı zamanlarda daima bir arada olurlar.


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Kişi sevdiğiyle beraberdir" buyurmuştur.
(Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 165).

Bir müslüman ALLAH’ın Gazâbına uğramamak ve cehennem azâbından kurtulmak için yaratıcısına ibâdet eder. Bu amaçla ibâdet etmek câizdir. Genellikle halk, özellikle zâhidler ve âbidler bu maksatla ibâdet ederler. Cennete girmek ve oradaki ni’metlerden yararlanmak için ALLAH’a ibâdet ise evvelkine göre bir derece daha üstündür. Fakat sırf ALLAH’ın Emrine uymak, rızâsını kazanmak için ALLAH’a ibâdet etmek daha üstün bir mertebedir. Bu ibâdet sevgi temeline dayanır. Sevenin sevgilisine itaat etmesi türünden bir boyun eğme ve emredileni gönül hoşluğu ile yerine getirme halidir. Peygamberlerin, sağ iken cennetle müjdelenen on sahâbenin, velîlerin ve âriflerin ibâdetleri böyledir. Râbia el-Adeviyye'nin dediği gibi onlar cehennem ve cennet olmasa da ALLAH’a ibâdet eder, ona itaati canlarına minnet bilirler. Nitekim bu konudaki hadislerden birinde,

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Suhayb, ALLAH’ın ne hoş bir kuludur ki O’ndan korkusu olmasa bile günah işlemez" diğerinde,
.:"Ebû Huzeyfe'nin âzatlası Sâlim, ALLAH’a ÂŞIK olduğundan O’ndan korkmasa bile günah işlemez"
buyurmuştur.

(Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, II, 323).

Tasavvufta hedef bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve ALLAH’a ibâdet etmesini sağlamaktır. Bu mertebede ibâdet insana zor gelmez, tersine ona haz ve huzur verir. İbadet halinde olmaması ise onu rahatsız eder. Hz. Peygamber aleyhisselâm zamanında var olan bu anlayış ondan sonra gelişerek devam etmiştir.
Bu hareketin en önemli temsilcisi hicrî II. (VIII.) asrın ikinci yarısında yetişmiş olan ünlü sûfî Râbia el-Adeviyye'dir (ö. 185/801). Bu tarihten sonra bu anlayışın yaygınlaşarak ve gelişerek devam etmesi tasavvufun İslâmî bir hareket olarak ortaya çıkmasına sebeb olan faktörlerin başında gelir. Zühd ile Tasavvuf arasındaki en önemli fark; Zühdde KORKu, Tasavvufta SEVgi unsurunun ağır basmasıdır. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok ALLAH’ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı Mânevî Hayattır.

Tasavvufta ALLAH Sevgisinin ne kadar önemli olduğunu göstermek için sûfîlerin üzerinde özenle durdukları ve önemle açıkladıkları şu hadîs-i şerife bakmak yeterlidir. Kudsî hadiste şöyle buyurulmuştur.:


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH celle celâlihu.: "Kulum farz ibâdetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle BANA yaklaşamaz. Nâfile ibâdetlerle de BANA yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o BENimle görür, BENimle işitir, BENimle tutar, BENimle yürür. Böyle bir kul BANA sığınırsa onu korurum, BENden bir şey isterse dileğini yerine getiririm" buyurdu.”buyurmuştur.
(Buhârî, “Rikak”, 38).

Tasavvuf, kulun ALLAH’a yaklaşması ve O’nunla böyle bir mânevî ilişki kurmasıdır. ALLAH kuluna şah damarından daha yakındır.

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
Resim---“Ve andolsun ki insanı BİZ yarattık. Ve nefsinin ona ne vesveseler vereceğini biliriz. Ve BİZ, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf 50/16)

ALLAH’ın bir ismi “el-Karîb”dir. Yani o her zaman herkese yakındır. Fakat sevdiği kullarına özel bir anlamda yakındır. ALLAH’ın yakınlığını kazanan insanlara mukarreb denir..

El Karîbu celle celâlihu.:

Resim

فَأَمَّا إِن كَانَ مِنَ الْمُقَرَّبِينَ
Resim---“Fakat o eğer mukarrebin olanlardan (ALLAH'a yakın olanlardan) ise.” (Vâkıa 56/88)

فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّةُ نَعِيمٍ
Resim---“O taktirde, ferahlık, huzur, güzel kokulu bitkiler ve Nâim CeNNeti vardır.” (KVâkıa 56/89âf 50/43)

Müslümanların imân ve ibâdet i’tibâriyle çeşitli dereceleri vardır. Bir hadiste imânın altı, İslâm'ın beş şartı sayıldıktan sonra en büyük mertebe olan ihsÂN şöyle târif edilmiştir.:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İhsân, ALLAH’a, onu görüyormuşsun gibi ibâdet etmektir, her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir" buyurmuştur.
(Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 57).

Kur’ÂN-ı Kerîm'de buyurulmuştur ki;

وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوَاْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Resim---“Ve (mallarınızı) ALLAH yolunda infâk edin (başkalarına verin)! Ve de kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın! Ve ahsen olun! Muhakkak ki ALLAH, muhsinleri sever.” (Bakara 2/195)

لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُواْ إِذَا مَا اتَّقَواْ وَّآمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَواْ وَّآمَنُواْ ثُمَّ اتَّقَواْ وَّأَحْسَنُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Resim---“İman edenler ve salih amel yapanlar (ıslâh edici amel, nefs tezkiyesi yapanlar) üzerine, takvâ (1. takvâ) sahibi olmadıkları zaman yediklerinden dolayı bir günah yoktur. İmân edin ve sâlih amel yapın! Sonra da takvâ sahibi olun (3. takvâya ulaşın)! İmân edin sonra da takvâ sahibi olun (4. takvâya ulaşın) ve ahsen olun! ALLAH muhsinleri (ahsen olanları, 4. takvâya ulaşanları) sever.” (Mâide 5/93)

Mutasavvıflar bu hadisten İslâm'ın üç mertebesi olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar sırasıyla İSLÂM, İMÂN ve İHSÂN Mertebeleridir.
İSLÂM zâhir, İMÂN zâhir ve bâtındır. İHSÂN ise zâhir ve bâtının hakikatidir. İslâm'da bilgi amelle, amel ihlâsla, ihlâs da ALLAH’ın rızâsını taleble kemale erer. Bilgi, ihlâs ve rızâ bu üç mertebenin başka bir ifâdesidir. Mü’minler ilim, amel ve mertebe i’tibâriyle birbirinden farklıdırlar. Nitekim Kur’ÂN'da şöyle buyurulur.:
"Bakın nasıl bazısını diğer bazılarına üstün kıldık".:


انظُرْ كَيْفَ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَلَلآخِرَةُ أَكْبَرُ دَرَجَاتٍ وَأَكْبَرُ تَفْضِيلاً
Resim---“Bak, nasıl onların bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Muhakkak ki âhiret, dereceler bakımından daha büyüktür ve üstünlük bakımından da daha büyüktür.” (İsrâ 17/21)

"Amel edenlerin de mertebeleri vardır"..:

وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِّمَّا عَمِلُوا وَلِيُوَفِّيَهُمْ أَعْمَالَهُمْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Resim---“Ve herkes için, amellerinden dolayı dereceler vardır, onlara amellerinin (karşılığının) ödenmesi için. Ve onlara zulmedilmez.” (Ahkâf 46/19)

"Kendilerine ilim verilenler derece derecedir".:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا قِيلَ لَكُمْ تَفَسَّحُوا فِي الْمَجَالِسِ فَافْسَحُوا يَفْسَحِ اللَّهُ لَكُمْ وَإِذَا قِيلَ انشُزُوا فَانشُزُوا يَرْفَعِ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَالَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Resim---“Ey imân edenler! Meclislerde size: “(Oturmak için) yer açın!” denildiği zaman, o taktirde yer açın. ALLAH da size yer açar (genişlik verir). Ve: “Kalkın!” denildiği zaman hemen kalkın! ALLAH, sizden imân edenlerin ve ilim verilmiş olanların derecelerini yükseltir. Ve ALLAH, yaptıklarınızdan haberdârdır.” (Mücâdele 58/11)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »


b-) TARİHÎ GELİŞİM.:
Peygamber aleyhisselâm, sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde dindâr müslümanların yaşadıkları hayat yukarıda tasvir edilen mânevî bir atmosferde cereyan etti. Bu üç neslin dindârları dünyâya nazaran âhirete öncelik veriyor, bütün davranışlarda ALLAH’ın rızâsını gözetiyorlardı. Bu tür hayat Kur’ÂN'ın istediği bir hayattı. Bunun en güzel örneği de Peygamber aleyhisselâm idi.:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا
Resim---“Şanım hakkı için muhakkak ki size Resullulah'da pek güzel bir örnek vardır. ALLAH'a ve son güne ümit besler olup da ALLAH'ı çok zikreden kimseler için.: Andolsun sizin sıkıntılarınızın, problemlerinizin en güzel çözümü, çaresi, kurtuluşunuzun şifâlı reçetesi, İlâhî Hükümleri icraya, ülkeyi imara, dünya düzenini kurmaya, sağlamaya me’mur ALLAH’ın tek yetkili Rasulünde, onun yiğitliklerle, fedakârlıklarla, sabırla mücadelelerle dolu örnek hayatındadır. ALLAH’ın rızasını, âhiret hayatındaki mutluluğu umanlar, ALLAH’ı çok zikredenler, devamlı ALLAH’ın dininin tebliği ile uğraşanlar için onda örnekler vardır.” (Ahzâb 33/21)

Peygamber aleyhisselâm zamanında çeşitli eğilimlere sâhib olan sahâbeler vardı. Bunlardan bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğe, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken bir kısmı ibâdete daha çok önem veriyor, uhrevî kurtuluş üzerinde yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört halife ve Aşere-i Mübeşşere olmak üzere Osman b. Maz‘ûn, Mus‘ab, Ammâr, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz, Ebü’d-Derdâ, Huzeyfe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr radiyallahu anhum bu sahâbenin âbid ve zâhidleri olarak tanınmışlardı. Daha sonraki dönemlerde yaşayan âbid, zâhid ve dindâr müslümanlar her zaman bunları örnek almışlardı. Tasavvuf zincirinin ilk halkaları bunlardı. Daha sonra eklenen yeni halkalarla bu silsile günümüze kadar gelmiş, bu halkalardaki âlim ve zâhidler İslâm'ın ilim, ihlâs, takvâ, ihsân, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak çağımıza taşımıştır. Veysel Karânî, Ebû Müslim el-Havlânî, Habîb el-Acemî, Hasan-ı Basrî, Abdülvâhid b. Zeyd, Şeybân er-Râî, Sâlih el-Mürrî, Ferkad es-Sencî, Mâlik b. Dînâr, İbnü’s-Semmâk, İbrâhim b. Edhem, Şakîk-i Belhî, Dâvûd et-Tâî, Fudayl b. İyâz ve benzeri pek çok âbid ve zâhid ikinci nesli, silsilenin ikinci halkasını oluşturur. Tasavvufta söz konusu neslin yaşadığı zaman hicrî I ve II. (m. VII ve VIII.) asırları kapsar ve zühd dönemi diye bilinir. Bu dönemde tasavvuf tohumunun çimlenmiş bir şekli mevcuttur. Bundan sonra gelen ve üçüncü halkayı oluşturan İbrâhim el-Havvâs, Bişr el-Hafî, Serî es-Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî, Hâris el-Muhâsibî, Zünnûn el-Mısrî, Hamdûn el-Kassâr, Ma‘rûf-i Kerhî, Ahmed b. Hadraveyh, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Sehl et Tüsterî gibi sûfîler tasavvufun ilk temsilcileri ve müjdecileridir. Tasavvufî hayat geniş ölçüde bunların tesbit ettikleri hedefler yönünde gelişmiştir. Kuşeyrî'nin de açık bir şekilde belirttiği gibi tasavvuf Ehl-i Sünnet’in bünyesinden doğmuştur. İlk sûfîlerin hepsi Sünnî’dir. Sûfîliğin ortaya çıktığı dönem İslâm Dünyâsında çeşitli ilimlerin kurulduğu, değişik mezheb ve akımların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde hadis, fıkıh, kelâm gibi ilim dalları kurulmuş, bunlarla uğraşanlara hadisçi, fıkıhçı, kelâmcı (muhaddis, fâkih, mütekellim) gibi isimler verilmişti. Kaynağı Kur’ÂN ve hadis olmakla beraber söz konusu ilimlerden de etkilenen ve Ehl-i Sünnet muhitinde doğan İslâm'daki ruhî ve mânevî hayat tarzına TASAVVUF denmiştir. Bu hayat tarzının temelleri Kur’ÂN ve Sünnet'in öğretisinde, önceki nesillerin sözlerinde ve yaşayış tarzlarında mevcuttu. Sûfîler fikirleri ve mânevî tecrübeleriyle geliştirip sistemleştirdikleri tasavvufî hayat tarzını sözü edilen temeller üzerinde inşa etmişlerdir. Kökü ve özü eski olan tasavvufî hayatın bazı yenilikler içermesi ve farklılık göstermesi bundandır. Büyük sûfîlerin yetiştiği hicrî III ve IV. (m. IX ve X.) yüzyıllarda tasavvufla ilgili birtakım eserler yazılmış, sûfîliğin esasları yazılı hale getirilmişti. Diğer taraftan aynı dönemde melâmet ve fütüvvet gibi önemli tasavvufî ekoller ortaya çıkmıştı. Ma‘rûf-i Kerhî, Serî es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi ünlü sûfîler Irak'ta “tasavvuf” adı altında İslâm'ın mânevî hayatını geliştirirken Horasan Bölgesinde Hamdûn el-Kassâr (ö. 271/884) “melâmet” adı altında söz konusu hayatın farklı bir yorumunu ortaya koyuyordu. Ebû Hafs, Ahmed b. Hadraveyh ve Şâh Şucâ‘-ı Kirmânî gibi Horasanlı dindârlar ise daha çok “fütüvvet” ve “mürüvvet” üzerinde duruyorlardı. Melâmet Ehli ihlâs ve riya konusuna ağırlık verirken, Fütüvvet Ehli daha çok dinin insaniyet yönü üzerinde duruyorlardı. Bu konuda özellikle Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848) son derece özgün yorumlar yapıyordu. Söz konusu dönemde tasavvufa dair yazılan en meşhur eserler ve yazarları ise şunlardır.:
Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857) er-Riâye li-hukikıllah,
Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/ 909) Resâil,
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896) et-Tefsîr,
Hakîm et-Tirmizî (ö. 320/932) Hatmü'l-velâye,
Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/921) Kitâbü't- Tavâsin,
Ebû Nasr es-Serrâc (ö. 378/988) el-Luma‘,
Kelâbâzî (ö. 380/990) et-Taarruf,
Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996) Kitü'l-kulûb,
Sülemî (ö. 412/1021) Tabakatü's-sûfîyye,
Ebû Nuaym İsfahânî Hilyetü'l-evliyâ,
Kuşeyrî (ö. 465/1072), erRisâle,
Hücvîrî (ö. 470/1077) Keşfü'l-mahcûb,
Abdullah Ensârî el-Herevî (ö. 481/1088) Menâzilü's-sâirîn,
Gazzâlî (ö. 405/1111) İhyâü Ulûmi'd-dîn.

Bu eserlerin tamamına yakını matbu olup bir kısmı Türkçe'ye de çevrilmiştir. Bu yazarların tasavvuf konusunda daha başka değerli eserleri de vardır. Özellikle Sehl et Tüsterî'nin, Sülemî'nin, Kuşeyrî'nin ve Abdullah el-Ensârî'nin tefsirle ilgili eserleri işârî tefsirler bakımından önemlidir. Sülemî'nin Tabakat'ı ile Ebû Nuaym'ın Hilye'si ise evliyânın hayat hikâyelerine ve menkıbelerine dairdir. Tasavvufun doğuşunu, gelişmesini ve ilk sûfîlerin yaşama tarzlarını her biri bir tasavvuf klasiği niteliğinde olan söz konusu eserlerden izlemek mümkündür. Hicrî VI. (m. XII.) asra kadar olan tasavvufun ilk dönemi ve hareketin doğduğu, geliştiği ve şekillendiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf basit fakat derin, sade fakat anlamlı bir mânevî hayat tarzıdır. Geniş ölçüde pratiklere dayanır, teorilere çok az yer verir. Hal, his, heyecan ve vecd gibi isimler alan ve din psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan ruhî hayat tarzı üzerinde yoğunlukla durulur. Bu fikrî harekette felsefî etkiler yok denecek kadar azdır. Ama sûfîlerin mânevî tecrübeleri ve bu tecrübelerle ilgili olarak yaptıkları yorumlar üzerine kurulan bir tasavvuf felsefesi vardır. Bu, daha çok sûfîlerin kendi düşünce ve çabalarıyla oluşturmuş oldukları özgün bir felsefedir. Tasavvufî hayat, öz ve hareket noktası i’tibâriyle İslâmî Temeller üzerine inşa edilmiş olduğundan, başta İbnü'l-Cevzî, İbn Teymîyye ve İbnü'l-Kayyim olmak üzere bu hareketin bazı şekillerini sert bir biçimde eleştiren âlimler tarafından da saygı ve takdirle karşılanmıştır. Bununla beraber bu dönem tasavvufu da tartışma ve eleştiriye açık bazı konular içermektedir. Öteden beri tartışılan ve eleştirilen bu konular tasavvufun özü ve geneliyle ilgili değildir. Münferit konulardır, ayrıntıyla ilgilidir.

c-) TASAVVUFTA ÖRGÜTLENME DÖNEMİ.:
Tasavvufun ferdî yönü daha önemli olmakla beraber sosyal yönü de küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Tasavvufî hayatın bazı biçimlerini bireyler tek başına yaşar. Fakat bu hayat, bu konunun uzmanları, hocaları ve üstâdları olan şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilir. Bu öğrenmede mürid ve tâlib denilen öğrencilerin üstâdlarıyla birlikte bulunmaları, mânevî hayatı beraber yaşamaları şarttır. Çünkü tasavvufî hayat tıpkı birçok sanat gibi egzersizler ve pratiklerle öğrenilir. Bunun için de birliktelik ve beraberlik esastır. İşte bu durum hem zaman zaman mürşidlerin ve üstâdların bir araya gelerek yaşadıkları mânevî ve derunî deneyler konusunda fikir alışverişinde bulunmalarını ve vardıkları sonuçları aralarında müzakere etmelerini gerektirir, hem de müridlerin mürşidlerinin gözetiminde ve denetiminde bulunmalarını zorunlu kılar. Bu sebeble baştan beri sûfîler sohbet denilen bir birlikteliğe büyük önem vermişlerdir. İlk zamanlarda şeyhlere daha çok üstâd ve sohbet şeyhi, müridlere de “sâhib” (sohbette bulunan, sohbete katılan) deniliyordu. Böylece üstâdlar çevresinde toplanan ve sohbetlere devam eden sâhibler, yani müridler birer cemaat oluşturuyordu. Bu cemaatlerin yaptıkları sohbetlerin çoğu halka açık olmakla beraber bazı sohbetlere yabancılar alınmıyordu. Ancak belli bir mertebeye ulaşan müridler bu sohbetlere kabul ediliyordu. Cüneyd-i Bağdâdî.: "Biz tasavvuf sohbetlerini kapalı kapıların ardında yapardık." derken bu hususu anlatıyordu. İşte bu gizlilik tasavvuftaki sırrı, yani gizemi meydana getirir. Tasavvufî hayatın belli bir aşamasında mutlaka bir gizem söz konusudur. Bazan müridlere göre yabancılar için, bazan üstâdlara göre müridler için bir gizem, yani yabancılara göre müridlerin, müridlere göre üstâdın az çok gizemli bir yönü vardır. Bundan daha önemlisi ilâhî sırdır. Tasavvuf bir bakıma, imkân ölçüsünde rubûbîyyetin sırlarına âşina olmayı amaçlar. Tasavvuf Sohbetlerinin müridlere edeb ve erkân öğreten, onları terbiye eden, ahlâklarını güzelleştiren yönü kadar söz konusu esrarengiz yönü de önemlidir. Gizliliğin sebebi, mânevî alt yapısı bakımından eksik olanların yanlış anlama ve sapmalarını engellemektir. Son derece gösterişsiz başlayan, ama gâyet feyizli geçen tasavvufî sohbetler kısa bir zaman sonra bir cemaatleşme halini aldı. Büyük sûfîlerin tasavvufî görüşleri ve yaşayışları az çok birbirinden farklı idi. Bu da meşrep (mizaç, karakter, zevk) farkı olarak görüldü. Bu durum tasavvufa eğilimli olanların kendi mizaçlarına, ruh ve zihin yapılarına uygun düşen üstâdları tercih etmelerine imkân verdi. Böylece Tayfûrîyye (Bistâmîyye), Cüneydîyye, Musâhibîyye, Sehlîyye, Hakîmîyye, Hafîfîyye, Seyyârîyye, Nûrîyye, Harrâzîyye, Kassârîyye (Melâmetîyye) ve Tüsterîyye gibi tasavvufî cemaatler ortaya çıktı. Bu ekollerden birine bağlanan bir mürid, mânevî hayatında belli bir üstâdın görüşlerine ağırlık veriyordu. Cemaatler arasındaki olumlu ilişkiler tasavvufî gelişmeyi hızlandırdı. Söz konusu tasavvufî sohbetler ve cemaatler hicrî VI. (m. XII.) asırda daha düzenli, daha disiplinli bir örgütleşmeye dönüştü. Bu örgüte tarikat denildi. Abdülkadir-i Geylânî'ye (ö. 562/1166) nisbet edilen Kadirîyye, Ahmed Yesevî'ye (ö. 562/1166) nisbet edilen Yesevîyye, Ahmed er-Rifâî'ye (ö. 578/1183) nisbet edilen Rifâîyye, Ebü'n-Necîb es-Sühreverdî'ye (ö. 563/1167) nisbet edilen Sühreverdîyye, Ebü'l-Hasan eş-Şâzelî'ye (ö. 593/1196) nisbetle Şâzelîyye Tarikatları bu asırda ortaya çıktı. Bunları Necmeddîn-i Kübrâ'ya (ö. 618/ 1221) nisbetle anılan Kübrevîyye, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye (ö. 672/ 1273) nisbet edilen Mevlevîyye, Ahmed el-Bedevî'ye (ö. 675/1277) nisbetle Bedevîyye gibi tarikatlar izledi. VII. (XIV.) asırda ise Bahaeddin Nakşibend'e (ö. 791/1389) nisbetle Nakşibendîyye, Sirâceddin Ömer'e (ö. 800/1397) nisbet edilen Halvetîyye tarikatları kuruldu. Bu tarikatlar şeyhlerin mürid ve halifeleri aracılığıyla Fas'tan Endonezya'ya, Somali'den Kazan'a kadar İslâm Ülkelerine yayıldı. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ise Mevlevîliğin yanı sıra Anadolu'da Hacı Bektâş-ı Velî'ye (ö. 670/1271) nisbet edilen Bektâşîyye, Hacı Bayrâm-ı Velî'ye (ö. 833/1429) nisbet edilen Bayramîyye, Aziz Mahmud Hüdâî'ye (ö. 1038/1628) nisbet edilen Celvetîyye gibi tarikatlar, ayrıca daha evvel Anadolu dışında kurulan tarikatların pek çok şubeleri oluştu. Bundan başka Ahî Evran diye bilinen Şeyh Nasîrüddin (ö. 660/1262) Kırşehir'de “ahîlik teşkilâtı”nı kurdu. Fütüvvet ehli Anadolu'da birçok şehirde örgütlendi. 1071'de Anadolu fethedildikten sonra Irak'tan, Suriye'den, daha fazla da Horasan'dan gelen Gazi dervişler, Alperenler ve Horasan Erleri İslâmiyet'in Anadolu'da ve Balkanlar'da yayılmasında etkili oldular..

d-) TASAVVUFTA KURUMLAŞMA DÖNEMİ.:
Sûfîlik ve sûfî cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu cemaatler ve örgütler mekânlara ve binalara ihtiyaç duydular. İlk zamanlarda câmiler, mescidler, evler, iş yerleri, sûfîlerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzakere etme yerleri idi. Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara ihtiyaç duyuldu. Herevî'nin Tabakatü's-sûfîyye'de dediği gibi ilk tasavvufî kurum Suriye'de Remle'de Hankah adıyla kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve yaygınlık gösterdi. Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat, tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler verildi. İsimlendirmede kurumun büyük veya küçük, merkez veya şube olması da dikkate alındı. Tekkeler, tarikat denilen örgüt üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdî olarak zikir yaptıkları, sohbet ettikleri, edeb-erkân öğrendikleri, terbiye gördükleri, ruhen arındıkları ve olgunlaştıkları kurumlar olmakla beraber çoğu zaman çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da oldular. Özellikle kırsal alanlarda medreselerin görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve gariblerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline geldiler. Tekkelere yapılan vakıflar, devlet adamlarının, hayır sâhiblerinin ve tarikat mensublarının yaptıkları bağışlar tekkelerin görevlerini etkin bir biçimde sürdürmelerine ve toplumların ihtiyaç duydukları huzurlu bir mânevî havayı meydana getirmelerine imkân verdi. Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve mûsiki olmak üzere birçok güzel sanatın doğduğu ve geliştiği müesseseler oldu.
Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde bulunan müridler, dervişler, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik yapma gibi işlerde görevli işçiler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezâret eden yöneticiler, misâfirler ve garibler bulunur. Bunların düzenli bir biçimde çalışmaları ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım kurallar, bir çeşit yönetmelikler vardır. Bu kuralları ilk defa derli toplu bir biçimde ortaya koyan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (ö. 440/1048) oldu. Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî (ö. 632/1234) “Avârifü'l-maârif” isimli eserinde söz konusu kuralları genişletti ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koydu.

h. VII. (m. XII.) asır tasavvufta önemli gelişmelerin gerçekleştiği bir dönemin başlangıcıdır. İbn Arabî (ö. 638/1240) kendisinden önceki sûfîlerin fikirlerinden de yararlanarak, vahdet-i vücûd terimi ile ifâde edilen bir görüş ortaya attı. “el-Fütûhâtü'l-Mekkîyye ve Füsûsü'l-hikem” gibi eserlerinde bu konudaki düşüncelerini genişçe açıkladı. ALLAH-Evren, ALLAH-İnsan ilişkisinin Vahdet-i Vücûd eksenli bir açıklamasını yaptı. Felsefeden ve kelâmdan aldığı bazı delillerle fikirlerini ispatlamaya çalıştı. Sadreddin Konevî, Fahreddîn-i Irâkî, Abdülkerîm el-Cîlî, İbn Fârız, Aziz Nesefî, Şebüsterî, Abdürrezzâk el-Kâşânî ve Câmî gibi ünlü sûfîler bu yolda onu izleyerek geniş ölçüde vahdet-i vücûdu birçok müslüman ilim ve fikir adamının dünyâ görüşü haline getirdiler.

Diğer taraftan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr Arapça'nın yanı sıra Farsça'yı tasavvuf dili haline getirmek için ilk defa ciddi bir adım attı. Onu bu yolda Hücvîrî izledi ve Farsça ilk tasavvuf kitabı olan “Keşfü'l-mahcûb”u yazdı. Baba Tâhir (ö. 410/1019) ve Senâî (ö. 525/1131) gibi şâirler tasavvufî düşüncelerini Farsça şiirlerle ifâde ederek bu tarzı âdeta tasavvufun dili haline getirme yolunu tuttular. Onları bu yolda Attâr (ö. 627/1223) ve Mevlânâ (ö. 672/ 1273) gibi ünlü sûfî şâirler izledi. Mevlânâ'nın “Mesnevî” ve “Dîvân-ı Kebîr” isimli eserleriyle bu hareket zirveye ulaşmış oldu. Şebüsterî (ö. 720/1320) “Gülşen-i Râz”da, Fahreddîn Irâkî (ö. 688/1289) “Lema‘ât”ta, Câmî (ö. 898/ 1492) çeşitli eserlerinde bu yolda yürüdü.
Yûsuf el-Hemedânî'nin müridi, Yesevîyye tarikatının kurucusu Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) ilk defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf hayat tarzını ve düşüncesini Türkçe ifâde etmeye başladı. Hikmet denilen tasavvufî şiirlerini “Dîvân-ı Hikmet” adı verilen bir eserde toplandı. Daha sonra Mansûr Ata, Abdülmelik Ata, bunun oğlu Tac Hoca, torunu Zengî Ata, Said Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sadr Ata, Bedr Ata gibi mürid ve halifeleri onun tasavvuf geleneğini Türkistan'da devam ettirdiler. 1071'de Anadolu'nun fethedilmesi üzerine çeşitli tarikatlara mensub dervişler, özellikle Yesevî geleneğine bağlı olanlar burada faaliyet göstermeye başladılar. Fakat yeni fethedilen bu beldelerde daha ziyâde baba, gazi, sultan gibi unvanlarla anıldılar. Ahmed Yesevî'nin şiir anlayışı Yûnus Emre'de (ö. 1320) daha da sadeleşerek ve güzelleşerek devam etti. Anadolu ve Balkanlar'daki pek çok mutasavvıf onu örnek aldı. Yazıcıoğlu Muhammed’ın (ö. 855/1451) “Muhammedîyye”si, Ahmed-i Bîcân'ın (ö. 858/1454) “Ahmedîyye”si ve Envâru'l âşıkın'i, Eşrefoğlu Rûmî'nin (ö. 874/1469) “Divan”ı ve “Müzekki'n-nüfûs”u, Niyazî-i Mısrî'nin (ö. 1150/1737) “Divan”ı, Anadolu ve Balkanlar'da büyük bir ilgi ile okunan eserler oldu. Sadece mutasavvıflar ve tarikat ehli tarafından değil, bunların dışındaki dindârlar tarafından da asırlarca rağbet gördü. Başta Yûnus Emre'ninkiler olmak üzere bu şâir mutasavvıfların şiirleri dinî mûsikinin de ana malzemesini oluşturdu. Bu gelişmeler geniş kitlelerde din duygusunun yerleşmesini ve kökleşmesini sağladı. “İlâhî” denilen bu tür şiirler coşkuyla okundu ve dinlendi.
Osmanlılar'da tekke edebiyatı kadar tasavvuf mûsikisi de büyük bir gelişme gösterdi. Özellikle mevlevîhâneler bu işin öncülüğünü yaptı..


*
**
****


Resim

Rikak.: (Rakik. c.) İnce ve nâzik olan şeyler.
Zühd.: Dünyâya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek.
Zâhid.: (Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünyâ süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf.
Âbid.: İbadet eden. Zâhid. Çok ibadet eden. * Köle.
Mütevazi’.: Gururlu olmayan, alçak gönüllü, kendi fakrını bilen. * Gösterişsiz.
Teheccüd.: Gece uyanıp namaz kılmak. Gece namazı. (Bu namaz, nâfile namazların en çok sevâblısıdır.)
Aşere-i Mübeşşere.: Hz. Peygamber'in (aleyhisselâm kendilerine Cennetlik olduklarını müjdelediği sahabelerdir. Bu kişiler Allah'ın emirlerine bağlılıkta ve din hizmetindeki fedailikte Allah'ın rızasını tam kazanmışlardır. Bu zatlar şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ubeyde bin Cerrah, Hz. Said, Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas, Hz. Talha, Hz. Zübeyr İbn-ül Avvam (radiyallahu anhum).
Muhaddis.: Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (aleyhisselâm) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı.
Melâmet.: Kınanmışlık. İtab ve serzenişlik. Rezillik ve rüsvaylık.
Fütüvvet.: Dostlara afv ve safh ile muamele. * Yiğitlik. Cömertlik. Lütuf ve ihsankârlık. * Kerem ve seha. * Soy temizliği.
Mürüvvet.: İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak. * Ana baba saadeti. * Mertlik, yiğitlik. * Reculiyet.
Evvâbin.: Tevbe edip günahlardan dönenler.
Tahîyyetü'l-mescid.: Bir mescide veya bir câmiye girildiğinde, sevâb niyetiyle, oturmadan evvel kılınan namaz.
Vecd.: Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. * Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.
Feyz.-Feyiz.: (c.: Füyuz) Bolluk, bereket. * İlim, irfan. Mübareklik. * Şan, şöhret. * İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak. * Suyun çoğalıp çay gibi taşması.
Meşreb.: Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk. * Gidiş. * İçmek. İçilecek yer. * Fehmetmek. * Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol.
Mizaç.: Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey..


*
**
****

Yâ RaBBu’L-ÂLeMîn!.
Yâ RAHMetenLi’L- ÂLeMîn!.
Ve'L- HaMduLiLLÂhiRABBu’L-ÂLeMînnn!.


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim Ş... AHMET...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

e-) TASAVVUFTA SAPMALAR.:

Tasavvuf beden-ruh, zâhir-bâtın, lafız-mâna ayırımı yapar ve daima bunlardan ikincilere ağırlık verir, fakat birincileri de ihmal etmez. Bununla birlikte tarihî seyir içinde zaman zaman zâhir ile bâtın, zâhirî-şer’î ilimlerle bâtınî-mânevî ilimler arasındaki mesafe açılmış, uçurum derinleşmiştir. Açılan mesafeyi kapatmak için şeriatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran Ebû Nasr es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi büyük mutasavvıf âlimler değerli eserler yazmışlar, böylece zâhir ehli ile bâtın ehli arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya veya en aza indirgemeye çalışmışlardır. Tasavvufun Ehl-i Sünnet arasında daha fazla yaygınlaşmasının önemli bir sebebi söz konusu mutasavvıf bilginlerin bu tür çalışmalarıdır.

Zâhir ile bâtın, akıl ile kalb arasında zaman zaman görülen karşıtlığın ve uzlaşmazlığın sebebi çoğu zaman tarafların birbirini anlamalarını sağlayacak yeterli bilgi donanımına sâhib olmamalarıdır. Yetişme tarzının, alınan eğitimin ve mizacın da bunda büyük tesiri olmuştur. Bu hususlar ihtilâfın bir dereceye kadar tabii ve anlaşılır sebebleridir. Taraflar birbiri hakkında yeterli bilgiye sâhib oldukları zaman ihtilâf ya ortadan kalkar veya hafifler, hoşgörü sınırları içinde kalır.

Söz konusu ihtilâfın diğer sebebleri tasavvuf perdesi altında İslâm'a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden, mezheblerden, mistik akımlardan, felsefelerden ve dinî geleneklerden kaynaklanan sızmalardır. Bu çevrelerin kültürüne âşina olan zümreler ve fertler İslâm öncesi sâhib oldukları dinî inançları ve felsefî kanaatleri belki iyi niyetle belki de art niyetle İslâm'a taşımışlar ve bunları tasavvuf çatısı altında yaşatma yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda tasavvufî hayatta bazı sapmalar olmuştur..

Tasavvuftaki sapmalar erken dönemlerde başlamıştır. İlk sûfîler döneminde bile bu tür sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak ilk sûfîler bu tür hareketler karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar, sapmaları ve sapkınları eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır. Diğer taraftan söz konusu hususlar zâhir ulemâsı tarafından da eleştirilmiştir.

Sülemî bu konuda “Galatâtü's-sûfîyye” adıyla bir eser yazmış, Serrâc da “el Lüm’a”da bu konuya bir bölüm ayırmıştır. Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır.
Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyoruz.:

1-) İbâdetin Düşmesi İnancı.:
Bazı sözde mutasavvıflar insanın ibâdet ve kullukla ALLAH’a ereceğini, erince ibâdet etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan âzat olacağını iddia etmişler: "Yakın gelene kadar RABBine ibâdet et." (el-Hicr 15/99) meâlindeki âyeti bu inanç istikâmetinde yorumlamışlardır.:


وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
Resim---“Ve yakîn sana gelinceye kadar RABBine ibâdet et.” (Hicr 15/99)

Hakiki Sûfîler bir müslümanın son nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla yükümlü olduğu inancındadırlar. Bunlar yukarıdaki âyette geçen "yakîn" kelimesini "ölüm" şeklinde yorumlamışlardır. ALLAH’a kul olmak hür olmaktan daha üstündür..

2-) Riyâdan kurtulmak ve ihlâs halini gerçekleştirmek için dinî geleneklere aykırı davranmak gerektiği İnancı.:
Bunlara göre bir müslüman ALLAH’a kulluk ederken halk unsurunu dikkate almamalı, ALLAH’tan başkasına değer vermemeli; ister doğru, ister bâtıl olsun hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir. Bu anlayış esasen doğru olmakla birlikte yanlış istikâmette kullanılmış, neticede onları edeb ve terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve lâubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melâmîler'de ve Kalenderîler'de bu hal görülür..

3-) Velînin peygamberlerden üstün olduğu İnancı.:
Bazı sözde mutasavvıflar Kehf Sûresinde anlatılan Mûsâ-Hızır (aleyhisselâm) kıssasını ileri sürerek velînin nebîden üstün olduğunu iddia etmişler; çünkü velîler doğrudan, nebîler vasıtayla ALLAH’tan bilgi alır demişlerdir. Bu bâtıl bir inançtır. Zirâ velîlik, peygamberlik meşâlesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir velî bir nebî derecesinde olamaz. Her nebî aynı zamanda velîdir. Onda hem velîlik, hem peygamberlik birleştiğinden velîlerden üstündür..

4-) Her şeyin mubah olduğu İnancı.:
Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyâda asıl olan mubah oluştur. Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbâhîyye veya Mubahîyye denir. Bazıları da niyetlerinin iyi, kalblerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler..

5-) Hulûl İnancı.:
Bunlara göre ALLAH insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır..

6-) Cebir İnancı.:
Bazı sözde mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken her şeyin ALLAH’a ait olduğunu, aslında insanların iradeleri ve tercih yapma imkânları bulunmadığını, cebir altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu ortadan kaldırmışlardır. Cebriyeciler. Bunlar.: "Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket ederiz" derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf görünen kimselerdir..

7-) ALLAH’ı Görme İnancı.:
Bazı sözde mutasavvıflar Yüce ALLAH’ı dünyâda gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da sapıklıktan başka bir şey değildir.

8-.) ALLAH TeÂLÂ'ya karşı saygısız davranmak.:
Bazı sözde mutasavvıflar ALLAH’a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu mertebede edeb ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia ederek ALLAH ile kulu arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve ALLAH’tan söz ederken çok lâubali ifâdeler kullanırlar..

9-) Tenâsüh İnancı.:
Bazı sözde mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun, ölmeden evvelki davranışlarına ve yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde tekrar dünyâya geldiklerini ve cezâlarını çektiklerini iddia ederler, âhirete inanmazlar..

10-) İttihad inancı.:
Bazı sözde mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihad) iddia eder ve insanları tanrılaştırırlar. Gerçek sûfîler ise yaratıcı varlıkla yaratılan varlığı birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip tanrılaşamayacağına inanırlar..

Bunlara ilâve olarak mutasavvıfların bir kısmında kâfir veya sapık olmayı gerektirmeyen birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır: Aşırı çilecilik, dünyâ işlerini tümden terk, bir tür ruhbanlık, evlenmemek, et yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kudsal sayacak kadar yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mubah olan ni’metlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek, kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak, vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, toplumu terkedip inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks ve semâdan, evrad ve ezkârdan ibâret sanıp ilâhiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek. Sözü edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları, sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan ve sınırları aşan biçimleri hatadır..

f-) İLKELER.:

Yukarıdaki bilgiler ışığında, tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde bulundurulması gereken önemli bazı hususlar şu şekilde özetlenebilir.:

1-) Tasavvuf biri Kur’ÂN ve hadisin özü, diğeri bu öz istikâmetinden sûfîler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan, insanın iç dünyâsını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesinden ibâret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zirâ özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir..

2-) Tasavvuf Yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zirâ kibir haram, tevazu’ farzdır..

3-) Tasavvuf Yolu ince bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır. Her şey erbâbından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi başına bu yolda yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir..

4-) Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû Ali Rûzbârî.: "Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek cehenneme düşeriz" demiştir. Çok kârlı olan bir işin riski de çoktur. Onun için bu yola giren kimse, şeytân, nefis, benlik, şöhret, menfaat gibi tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gâyet ihtiyatlı ve son derece dikkatli olmalıdır..

5-) Genel olarak müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i Bistâmî ve İbn Arabî gibi mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fikir ve ifâdelerine bakıp bunlar hakkında su-i zanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları onlarla müzakere etmek gerekir..

6-) Derecesi ne kadar yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir. Peygamberlerden başkası günahsız değildir. Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler, ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi özel anlamda velî, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak durmalıdır..

7-) Velîlerin, akıl ve dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifâdeleri onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı kalmalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz..

8-.) Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sâhibtir. Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî düşünceden yararlanabilir. Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur’ÂN-ı Kerîm'dir.

9-) Velîlerin kerameti vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikâmet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Mânevî kerametler maddî kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeble kerametleri ve menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir.

10-) Velîler keşf ve ilham denilen bir yolla ALLAH’tan bazan özel bilgiler alabilirler. Güvenilir olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir. Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur’ÂN ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması şarttır. Ebû Saîd el-Harrâz'ın dediği gibi.: "Zâhirî hükümlere aykırı olan her bâtın bâtıldır.."


*
**
****

Resim

Galat.: Hata. Yanlış. * Kaideye uymaz söz.
Riyâ.: Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etmeyiş. İki yüzlülük etmek. Gösteriş için yapılan hareket.
Mubah.: (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
Hulûl.: Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş.
Cebriye.: Cüz'i irâdeyi inkâr edenlerin bâtıl mezhebi.
Lâubali.: Alâkasız, kayıtsız, hürmetsiz, dikkatsiz. Senli benli. ("Lâ" harfi ile" Ubâli" muzari fiilinden müteşekkildir.)
Tenâsüh.: İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları. * Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi. (Bak: Mumya)
İttihad.: Birleşmek. Birlik üzere âmil olmak. Birlik. Aynı fikirde olmak. İhtilaf.: (Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik. * Birisinin halifesi olmak..
Tenâsüh.: İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları. * Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi. (Bak: Mumya)
Tevazu’.: Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli.
Su-i zan.: Kötü zanna sahib olma, başkasının hareketini kötü zannetme.
Keşf.: Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
Akaid.: (Akide. C.) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar..
Akîde.: İnanılan ve itikad edilen esas..


*
**
****

Yâ RaBBu’L-ÂLeMîn!.
Yâ RAHMetenLi’L- ÂLeMîn!.
Ve'L- HaMduLiLLÂhiRABBu’L-ÂLeMînnn!.


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim Ş... AHMET...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

AKAİD.:

Akaid, “akd” kökünden türetilmiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, sözlükte "gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey." demektir. Dinî literatürde akîde.: "inanılması zorunlu olan ilke" (imân esası, mü'menün bih), çoğulu olan akaid kelimesi ise "İslâm Dininde inanılması farz olan hususlar, imân esasları, dinin temel kural ve hükümleri" anlamına gelmektedir. Buna göre, dinin temel kural ve hükümlerini oluşturan imân esaslarından bahseden ilme de Akaid İlmi denir. İslâm akaidinin ilk ve en önemli kaynağı Kur’ÂN-ı Kerîm, daha sonra da sahih hadislerdir. İslâm Akaidini oluşturan esaslar, Kur’ÂN-ı Kerîm'de ve hadislerde hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde açık, yalın ve sade olarak yer almıştır. Kur’ÂN'da ALLAH’a, peygamberlerine, kitaplara, meleklere, âhirete, kazâ ve kadere imân konusuna temas eden ve yer yer ayrıntılı bilgiler veren birçok âyet vardır. Hadis kitaplarının “imân, enbiyâ, tevhid, cennet, cehennem, kader, kıyamet” gibi bölümlerinde, imân esaslarıyla ilgili çeşitli açıklamalar yer almaktadır. Bu sebeble de Kur’ÂN âyetleri ile başta mütevâtir hadisler olmak üzere sahih hadisler akaidin temel kaynaklarını teşkil eder. Duyu organlarının verileri ve akıl her ne kadar akaid ilminin kaynakları arasında ise de, bu ikisi doğrudan doğruya dinî prensiplerin ve imân esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmazlar. Akıl ve duyu organlarının verileri, daha çok âyet ve hadislerin belirlediği esasların açıklanması, yorumu ve ispatlanması konusunda malzeme oluştururlar, nakli desteklerler. Bu sebeble imân esaslarının belirlenmesinde tek kaynak vahiydir. İslâm akaidini oluşturan esaslar, hem kesin delile dayanmaktadır hem de apaçıktır. Zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermez. Bu hükümler bir bütün teşkil edip, bölünme kabul etmezler. Yani bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu olamaz..

ResimI. İMÂN.:

A-) İMÂNIN TANIMI ve KAPSAMI.:

İmân sözlükte, "bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve yürekten inanmak" anlamlarına gelir. Terim olarak ise, Peygamber aleyhisselâm'i, ALLAH TeÂLÂ'dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarûrriyât-ı dînîyye) tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir. Buna göre; imânın hakikati ve özü kalbin tasdikidir. Kalbin tasdiki imânın değişmeyen aslî unsurudur. İmânla bilgi arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur. Her inanan kişi, neye inandığını bilir, fakat her bilme inanmayı gerektirmez. İnanılacak esaslarla ilgili bilgiye imân denilebilmesi için, kişinin gönlünde ve kalbinde hür iradeye dayalı bir boyun eğişin, teslimiyetin ve tasdikin bulunması gerekir. İmân edene sevâb, etmeyene cezâ verilmesinin dayanağı, kişinin gönülden bağlılığının ve tasdikinin bulunup bulunmamasıdır. İmânın, bir kalb işi, kalbin tasdiki olduğunu gösteren âyet ve hadislerden bazıları şunlardır:
"Ey Peygamber, kalbleri imân etmediği halde, ağızlarıyla inandık diyenlerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin..." (el- Mâide 5/41). "ALLAH kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar..." (el- En’âm 6/125).


يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ لاَ يَحْزُنكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ مِنَ الَّذِينَ قَالُواْ آمَنَّا بِأَفْوَاهِهِمْ وَلَمْ تُؤْمِن قُلُوبُهُمْ وَمِنَ الَّذِينَ هِادُواْ سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ سَمَّاعُونَ لِقَوْمٍ آخَرِينَ لَمْ يَأْتُوكَ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ مِن بَعْدِ مَوَاضِعِهِ يَقُولُونَ إِنْ أُوتِيتُمْ هَذَا فَخُذُوهُ وَإِن لَّمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُواْ وَمَن يُرِدِ اللّهُ فِتْنَتَهُ فَلَن تَمْلِكَ لَهُ مِنَ اللّهِ شَيْئًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَمْ يُرِدِ اللّهُ أَن يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Resim---“Ey Resûl! Ağızlarıyla îmân ettik deyip, kalpleri îmân etmeyenlerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Ve yahudilerden dinleyenlerin bir kısmı, sana gelmeyen başka bir kavme yalan söylemek için dinleyenlerdir. Kelimeleri sonradan yerlerinden kaydırıp, değiştirirler ve.: “Eğer size bu verilirse o zaman onu alın, eğer (böyle) verilmezse o taktirde kaçının.” derler. Ve ALLAH, kimin fitne içinde kalmasını dilerse, artık sen, onun için ALLAH'tan bir şeye asla mani olacak değilsin. İşte onlar öyle kimselerdir ki ALLAH, onların kalplerini temizlemeyi dilemez. Onlar için, dünyada bir rezillik vardır, âhirette de onlara “büyük azâb” vardır.” (Mâide 5/41)

فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاء كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ
Resim---“Öyleyse ALLAH kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (ALLAH'a) teslime (İslâm'a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece ALLAH, mü'min olmayanların üzerine azâb verir.” (En’âm 6/125)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "ALLAH cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra da.: “Bakın kalbinde hardal tanesi kadar imânı olan birisini bulursanız onu cehennemden çıkarın!.” buyurucaktır.” buyurmuştur. (Buhârî, “Îmân”, 15; Müslim, “Îmân”, 82)

Görüldüğü üzere imânın esası, inanılacak şeyleri kalbin tasdik etmesidir. Bir kimse diliyle inandığını söylese bile kalbiyle tasdik etmezse mü’min olamaz. Buna karşılık kalbiyle tasdik edip inandığı halde, dilsizlik gibi bir özrü sebebiyle inancını diliyle açıklayamayan veya tehdid altında olduğu için kâfir ve inançsız olduğunu söyleyen kimse de mü’min sayılır.

Bunun en belirgin örneği şu olaydır:
Sahâbîlerden Ammâr b. Yâsir, Kureyş müşriklerinin ağır baskılarına ve ölüm tehdidlerine dayanamayarak kalben inanmakla birlikte, diliyle müslüman olmadığını, Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’ın dininden çıktığını söylemiş, bu olay hakkında âyet-i kerîme inerek, Ammâr'ın mü’min bir kimse olduğu belirtilmiştir: "Kalbi imânla dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan kimse hariç, kim imân ettikten sonra ALLAH’ı inkâr ederse ve kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte ALLAH’ın gazâbı bunlaradır. Onlar için büyük bir azâb vardır" (en-Nahl 16/106).


مَن كَفَرَ بِاللّهِ مِن بَعْدِ إيمَانِهِ إِلاَّ مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالإِيمَانِ وَلَكِن مَّن شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِّنَ اللّهِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Resim---“Kalbi îmânla mutmain olmuş olduğu halde zorlanan kimse hariç, fakat kim îmânından (hidâyete erdikten) sonra ALLAH'ı inkâr ederse ve kim küfre göğüs açarsa (irşad makamından şüphe edip fıska düşerse, kişinin küfrü talebi sebebiyle, ALLAHû Tealâ, onun göğsünü küfre açar, şerheder), artık ALLAH'tan bir gazâb onların üzerinedir ve onlar için azîm azâb vardır.” (Nahl 16/106)

İmânın aslî unsuru kalbin tasdiki olmakla birlikte kalbde neyin gizli olduğunu insanlar bilemediği için, kalbdeki inancın dil ile söylenip açığa vurulması, o kişinin de dünyâda bu söz ve ikrarına göre bir işleme tâbi tutulması gerekmektedir. Bu sebeble ikrar, yani kalbde bulunan inancın dil ile ifâde edilmesi, imânın bir parçası değil, âdeta onun dünyevî şartıdır.
Kalblerde neyin gizli olduğunu ancak ALLAH bilir. Bir kimsenin imân ettiği, ya kendisinin söylemesiyle veya cemaatle namaz kılmak gibi mü’min olduğunu gösteren belli ibâdetleri yapmasıyla anlaşılır. O zaman bu kimse mü’min olarak tanınır, müslüman muamelesi görür, müslüman bir kadınla evlenebilir. Kestiği hayvanın eti yenir, zekât ve öşür gibi dinî vergilerle yükümlü tutulur. Ölünce de cenâze namazı kılınır, müslüman mezârlığına defnedilir. Eğer bir kimse inancını diliyle ikrar etmezse ona, müslümana özgü bu tür hükümler uygulanmaz.

İmânda ikrarın çok önemli olduğunu Peygamber Efendimiz şu hadisleriyle dile getirmişlerdir:


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Kalbinde buğday, arpa ve zerre ölçüsü imân olduğu halde ALLAH’tan başka ilâh yoktur. MuhaMMed aleyhisselâm O'nun elçisidir diyen kimse cehennemden çıkar" buyurmuştur. (Buhârî, “Îmân”, 33; Tirmizî, “Cehennem”, 9; İbn Mâce, “Zühd”, 37)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İnsanlar ALLAH’tan başka İlâh yoktur. MuhaMMed aleyhisselâm O'nun elçisidir deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse can ve mal güvenliğine sâhib olurlar. Ancak kamu hukuku gereği uygulanan cezâlar bundan müstesnadır. İç yüzlerinin muhasebesi ise ALLAH’a aittir" buyurmuştur. (Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim, “Îmân”, 8; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 104)

Dil ile ikrar bu derece önemli olduğu için genellikle imân.: "Kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır" şeklinde tanımlanmıştır. Fakat imânı bu şekilde tanımlamak, kalbi ile inanmadığı halde inandım diyenin mü’min olmasını gerektirmez. Bu konuda bir âyet-i kerimede.: "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde ALLAH’a ve âhiret gününe inandık derler" (el-Bakara 2/8) buyurulmuştur.

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ
Resim---“Ve insanlardan bir kısmı derler ki: “Biz ALLAH'a ve âhiret gününe (hayatta iken ruhun ALLAH'a ulaşacağı güne) îmân ettik.” Ve onlar mü'min değillerdir.” (Bakara 2/8)

Gönülden inanmadığı halde, diliyle inandığını söyleyen kişi –kalbdeki inanç ve ikrarı bilinemediği için– dünyâda müslüman gibi işlem görür. Fakat imânı bulunmadığı ve münâfık olduğu için âhirette kâfir olarak işlem görecek ve cehennemde ebedî kalacaktır. Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi kalbin tasdiki, imânın rüknü, olmazsa olmaz unsuru ve değişmez temelidir. Dilin ikrarı da, bu asıl ve gerçeğin tanınmasını sağlayan bir şarttır.

B-) İCMÂLÎ ve TAFSÎLÎ İMÂN.:

İmân, inanılacak hususlar açısından icmâlî ve tafsîlî imân olmak üzere ikiye ayrılır.:

a-) İcmâlî İmân.:
İnanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmânın en özlü ve en kısa şekli olan icmâlî imân, tevhid ve şehâdet kelimelerinde özetlenmiştir.:
Tevhid kelimesi: “Lâ ilâhe İLLâ ALLAH MuhaMMedün RESÛLULLAH.:ALLAH’tan başka hiçbir İlâh yoktur. MuhaMMed O'nun elçisidir.” cümlesidir.
Şehâdet kelimesi de.: “Eşhedü enLâ İLâhe İLLâ ALLAH ve eşhedü enne MuhaMMeden abdühû ve resûlühu.: Ben ALLAH’tan başka hiçbir İlâh olmadığına, MuhaMMed’in O'nun kulu ve elçisi olduğuna inanır ve tanıklık ederim.” ifâdesidir..

İmânın ilk derecesi ve İslâm'ın ilk temel direği budur. Gerçekte ALLAH’ı yegâne İlâh tanıyan, Hz. MuhaMMed’i O'nun peygamberi olarak kabullenen kişi, diğer imân esaslarını ve Peygamberimiz’in getirdiği dini de toptan kabullenmiş demektir. Çünkü diğer imân esasları bize Peygamber aleyhisselâm aracılığıyla bildirilmiştir. Öyleyse ALLAH elçisini tasdik etmek, getirdiği hükümleri de tasdik etmek demektir. İnanılacak şeyler ayrı ayrı söylenmediğinden dolayı bu imâna icmâlî (toptan) imân denmektedir. Mü’min sayılabilmek için, icmâlî imân yeterli olmakla birlikte, İslâm'ın diğer hükümlerini ve inanılması gerekli olan şeylerin her birini kişinin teker teker öğrenmesi zorunludur..

b-) İTafsîlî İmân.:
İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak inanmaya tafsîlî imân denilir. Tafsîlî imân üç derecede incelenir.:

Birinci derece.: ALLAH’a, Hz. MuhaMMed’in ALLAH’ın peygamberi olduğuna ve âhiret gününe kesin olarak inanmaktır. Bu, icmâlî imâna göre daha geniştir. Çünkü burada âhirete imân da yer almaktadır.

İkinci derece.: ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemîn, sevâb ve azâbın varlığına, kazâ ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Tafsîlî imânın ikinci derecesi amentüde ifâde edilen prensiplerdir.

Resim

Üçüncü derece.: Hz. MuhaMMed’in ALLAH katından getirdiği, bize kadar da tevâtür yoluyla ulaştırılan bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir.

Bir başka ifâdeyle, mânası apaçık (muhkem) âyet ve mütevâtir hadislerle sabit olan hususların hepsine ayrı ayrı, ALLAH ve Resûlü'nün bildirdiği ve emir buyurduklarını da içine alacak şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır. Bu durumda namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip bütün bunların farz, helâl ve haram olduklarını yürekten tasdik etmek tafsîlî imânın üçüncü derecesini oluşturur. Müslüman olmayan bir kimse, icmâlî imân ile İslâm'a girmiş olur. Bu imân üzere ölürse neticede cennete girer. Fakat tafsîlî imân ile müslümanın imânı yücelir, olgunlaşır, sağlam temeller üzerine oturur. Bir insanın, ALLAH’ı ve O'ndan geleni gönülden tasdik ettikten sonra, Peygamber aleyhisselâm'ın açıkladığı buyruk ve yasakları bütünüyle, farzı farz, haramı haram bilerek öğrenmesi, kabullenmesi ve uygulaması gerekir. Tafsîlî imânın üçüncü derecesi, zarûrât-ı dinîyye denilen ve inanılması zorunlu bulunan bütün inanç, ibâdet, muâmelât ve ahlâk hükümlerine inanmayı içermektedir..


C-) TAKLÎDÎ ve TAHKÎKÎ İMÂN.:

Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imâna taklîdî imân denilir. Ehl-i Sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür imân geçerli olmakla beraber, kişi imânı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî imân, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imânı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imânı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imâna ise tahkîkî imân denir. Aslolan her müslümanın tahkîkî imâna sâhib olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.

D-) İMÂN ile AMEL ARASINDAKİ BAĞ.:

Amel, iradeye dayalı iş, davranış ve eylem demektir. Esasen tasdik ve ikrar da birer ameldir. Ancak amel deyince daha çok kalb ve dil dışında kalan organların ameli anlaşılmaktadır. Bu durumda imân ile amel birbirinden ayrı şeyler olmasına, amelin imânın bir parçası olmamasına rağmen, her ikisi arasında çok sıkı bir bağ ve ilişki bulunmaktadır.:

a-) Amel İmânın Ayrılmaz Parçası Değildir.:
Ehl-i Sünnet bilginlerine göre amel, imânın parçası, rüknü ve olmazsa olmaz unsuru değildir. Bu sebeble bütün dinî esasları kalbden benimsemiş fakat çeşitli sebeblerle buyrukları yerine getirmemiş veya yasakları çiğnemiş olan kimse, işlediği günahı helâl saymadığı müddetçe mü’min sayılır. Çünkü:

aa-) Kur’ÂN-ı Kerîm'de "İmân edenler ve sâlih amel işleyenler..." diye başlayan pek çok âyet vardır.:


إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim---“İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekâtı verenler; şüphesiz onların ecirleri RABBlerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Bakara 2/277)

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ يَهْدِيهِمْ رَبُّهُمْ بِإِيمَانِهِمْ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الأَنْهَارُ فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ
Resim---“İman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar da, RABBleri onları imanları dolayısıyla altından ırmaklar akan, ni’metlerle donatılmış cennetlere yöneltip iletir (hidâyet eder).” (Yûnus 10/9)

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَخْبَتُواْ إِلَى رَبِّهِمْ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim---“İman edip sâlih amellerde bulunanlar ve “RABBlerine kalbleri tatmin bulmuş olarak bağlananlar', işte bunlar da cennetin halkıdırlar. Onda süresiz kalacaklardır.” (Hûd 11/23)

Bu âyetlerde imân edenlerle sâlih amel işleyenler ayrı ayrı zikredilmiştir. Eğer amel imânın bir parçası olsaydı, "imân edenler" denildikten sonra bir de "sâlih amel işleyenler" denmesine gerek olmazdı.

bb-) Bazı âyetlerde imân, amelin geçerli olabilmesi için şart kılınmıştır.: Meselâ: "Her kim mü’min olarak iyi işler yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar" (Tâhâ 20/112) buyurulmuştur.


وَمَن يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا يَخَافُ ظُلْمًا وَلَا هَضْمًا
Resim---“Ve mü'min (kalbine îmân yazılmış) olarak sâlih (nefsi ıslâh edici) amel işleyen kimseler, artık zulümden (kendilerine) haksızlık yapılmasından ve (kazandıkları derecelerin) azaltılmasından korkmasınlar.” (Tâhâ 20/112)

Eğer imân ile amel aynı şey veya amel imânın parçası olsaydı, o zaman ayrı ayrı zikredilmezdi ve imân, amelin geçerli olmasının şartı sayılmazdı.

cc-) Bazı âyetlerde de büyük günahın imânla birlikte bulunabileceği ifâde edilmiştir.:
Bunlardan birinde: "Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin..." (el-Hucurât 49/9; ayrıca bk. el-Bakara 2/178; etTahrîm 66/8) denilmiş, büyük günah sayılan öldürme fiilini işleyerek ameli terkeden kişilerden "mü’minler" diye söz edilmiştir..:


وَإِن طَائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اقْتَتَلُوا فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا فَإِن بَغَتْ إِحْدَاهُمَا عَلَى الْأُخْرَى فَقَاتِلُوا الَّتِي تَبْغِي حَتَّى تَفِيءَ إِلَى أَمْرِ اللَّهِ فَإِن فَاءتْ فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَأَقْسِطُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ
Resim---“Ve eğer mü'minlerden iki grup savaşırlarsa, o zaman ikisinin arasını düzeltin. Fakat, eğer ikisinden biri diğerine saldırırsa, o taktirde saldıran grupla ALLAH'ın emrine dönünceye kadar savaşın. Bundan sonra eğer dönerse, böylece ikisinin arasını adaletle düzeltin, (onlara) adil davranın (diğerine zulmetmeyin). Muhakkak ki ALLAH, adaletle davrananları sever.” (Hucurât 49/9)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالأُنثَى بِالأُنثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاء إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Resim---“Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (varisi veya velisi) tarafından bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktulün varis veya velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, RABBinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azâb vardır.” (Bakara 2/178)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللَّهِ تَوْبَةً نَّصُوحًا عَسَى رَبُّكُمْ أَن يُكَفِّرَ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيُدْخِلَكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ يَوْمَ لَا يُخْزِي اللَّهُ النَّبِيَّ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعَى بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim---“Ey iman edenler! ALLAH'a kesin (nasuh) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki, ALLAH sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün ALLAH, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir. Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşar parıldar. Derler ki: "Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla! Şüphesiz Sen, her şeye güç yetirensin." (Tahrîm 66/8)

dd-) Peygamber Efendimiz aleyhisselâm dönemînden i’tibâren büyük din bilginleri, kalbinde imânı bulunduğu ve bunu diliyle söylediği halde dinin emrettiği amelleri işlemeyen veya bazı yasakları çiğneyen kimseleri –yaptıklarını helâl ve meşrû görmedikleri sürece– mü’min saymışlar, ancak bu kimselerin günahkâr mü’min olduklarını ifâde etmişlerdir. Bu, Ehl-i Sünnet âlimlerinin ortak görüşüdür.

b-) Amelin Gerekliliği ve İmânla Olan İlgisi.:
Amel ile imân arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur’ÂN-ı Kerîm'in birçok âyetinde imân ile sahih amel yan yana zikredilmiş, mü’minlerin sâlih amelleri işleyerek maddî-mânevî gelişmelerini sağlamaları ısrarla istenmiştir. Çünkü düşünce ve kalb alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan imân meyvesiz bir ağaca benzer. Kalbde mevcut olan imân ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü artırması sâlih amellerle mümkün olabilir. Ayrıca imânın olgunluğuna ermek, imânı üstün bir dereceye getirmek ve böyle imân sâhiblerine ALLAH’ın vaad ettiği sonsuz ni’metlere kavuşmak için de amel gereklidir. İnsan sadece inanılması gerekli şeyleri tasdik eder, ameli umursamayan bir tavır sergileyip yasakları çiğnerse, dine, ALLAH’a ve Peygamberi’ne olan bağlılığı yavaş yavaş azalır, günün birinde kalbindeki imân ışığı da sönüp gider. O halde amelin hem imânı güçlendirmede üstlendiği rol, hem de mü’minin cehennem azâbından kurtularak ni’metlere ulaşmasına aracı olması ve RABBine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi çok büyüktür.


E-) İMÂNIN ARTMASI ve EKSİLMESİ.:

İmân, inanılması gereken hususlar (imân esasları) açısından artmaz ve eksilmez. Bir kimse imân esaslarının hepsini kabul edip de, bir veya bir kaçına inanmasa meselâ meleklere inanmasa veya namazın farz yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etse, imân etmiş sayılmaz. Bu durumda imân gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Herkes aynı hususlara imân etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda bilginle câhil, peygamber olan ve olmayan, kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. İmân, güçlü veya zayıf olma açısından farklılık gösterir. Kiminin imânı kuvvetli kiminin zayıftır. Kiminin imânı tam anlamıyla içine sinmiş, kimininki yüzeysel kalmıştır. Kimininki işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki görmeye dayalı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki de yaşamaya, gönülden duymaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç seviyesindedir. İmânda bu çeşit bir farklılığın bulunduğuna âyet ve hadislerde de işâret edilir. İbrâhim (aleyhisselâm) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini ALLAH’tan istemiş, âyette buyurulduğu gibi Yüce ALLAH’ın "inanmadın mı?" sorusuna "(gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın diye" (el-Bakara 2/260) cevabını vermiştir.

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Resim---“Hz. İbrâhîm: “RABBim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster.” demişti. (ALLAH) “İnanmıyor musun?” buyurdu. (Hz. İbrâhîm de): “Evet (inanıyorum). Fakat kalbimin tatmin olması için.” dedi. “Öyleyse kuşlardan dört tane tut, sonra onları kendine alıştır (parçalayıp) her dağın üzerine onlardan bir parça koy, sonra da onları çağır. Sana koşarak gelirler. Ve ALLAH'ın, AZÎZ (ve) HAKÎM olduğunu bil!” (Bakara 2/260)

Böylece onun ALLAH’ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki imânının önceki imânından daha güçlü olduğu belirtilmiştir. Kur’ÂN-ı Kerîm'deki "İmân etmiş olanlara gelince (her inen sûre) daima onların imânını artırmıştır" (et-Tevbe 9/124); "O, mü’minlerin yüreklerine imânlarını katmerli bir imânla artırmaları için mânevî kuvvet indirendir" (elFetih 48/4); "Mü’minler ancak onlardır ki, ALLAH anıldığı zaman yürekleri titrer. ALLAH’ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imânını artırır" (el-Enfâl 8/2) anlamındaki âyetler ile bu konudaki hadisler, imânın kuvvet, kalbin derinliklerine nüfuz yönüyle farklı seviyelerde olabileceğini, nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceğini ifâde etmektedir.

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
Resim---“ALLAH zikredilirken, ALLAH’a ibâdet edilirken, ALLAH’ın dini, şeriatı anlatılırken mü’minler, lâyıkı veçhile ilgilenememe endişesiyle kalpleri ürperenlerdir; ALLAH’ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını artıranlardır; sadece RABBlerine dayanıp güvenenlerdir.”
(Enfâl 8/2)

وَإِذَا مَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ فَمِنْهُم مَّن يَقُولُ أَيُّكُمْ زَادَتْهُ هَذِهِ إِيمَانًا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَزَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَهُمْ يَسْتَبْشِرُونَ
Resim---“Herhangi bir sûre indirildiği zaman, onlardan bir kısmı.:”Bu, sizin hanginizin imanını artırdı?” derler. İman edenlerin imanını artırmıştır. Mü’minler, inen sûreler sebebiyle birbirlerini müjdeleyerek sevinirler.” (Tevbe 9/124)

هُوَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَّعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
Resim---“Mü'minlerin kalblerine, îmânlarını îmân ile artırsınlar diye sekîneti indiren, O'dur. Göklerin ve yerin orduları ALLAH'ındır. Ve ALLAH; ALÎM'dir, HAKÎM'dir.” (Fetih 48/4)

F-) MÂNIN GEÇERLİ OLMASININ ŞARTLARI.:

İmânın geçerli olabilmesi ve sahibini âhirette ebedî kurtuluşa erdirebilmesi için şu şartları taşıması gerekir.:

1-) İmânın dünyâda hür iradeye dayalı bir tercih olması, baskı, tehdid veya dünyâ hayatından ümit kesme (yei's) durumunda gerçekleşmemiş bulunması gerekir. Daha önce mü’min olmayan bir kimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde uğrayacağı azâbı farkedip “imân ettim” demesi halinde, onun bu imânı geçerli olmaz. Bir âyette "Artık o çetin azâbımızı gördükleri zaman ‘ALLAH’a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik’ derler. Fakat azâbımızı gördükleri zaman imânları kendilerine bir fayda vermeyecektir. ALLAH’ın kulları hakkında süregelen kanunu budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır" (el-Mü'min 40/84-85) buyurulmuştur.


فَلَمَّا رَأَوْا بَأْسَنَا قَالُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَحْدَهُ وَكَفَرْنَا بِمَا كُنَّا بِهِ مُشْرِكِينَ
Resim---“Bizim şiddetli azâbımızı gördükleri zaman.: "ALLAH'a ve O'nun Tek'liğine îmân ettik. Ve O'na şirk koştuğumuz şeyleri inkâr ettik." dediler.” (Mü'min 40/84)

فَلَمْ يَكُ يَنفَعُهُمْ إِيمَانُهُمْ لَمَّا رَأَوْا بَأْسَنَا سُنَّتَ اللَّهِ الَّتِي قَدْ خَلَتْ فِي عِبَادِهِ وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْكَافِرُونَ
Resim---“Şiddetli azâbımızı gördükleri zaman artık onların îmânı, onlara bir fayda vermedi. ALLAH'ın, kulları hakkındaki gelip geçen sünneti (kanunu) budur. Kâfirler orada hüsrana uğradılar.” (Mü'min 40/85)

2-) Mü’min, imân esaslarından birini inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlardan kaçınmalıdır. Meselâ ALLAH TeÂLÂ'yı ve bütün peygamberleri tasdik edip de Hz. MuhaMMed’in peygamberliğine inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, meselâ namazın farz, şarap içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle inkâr eden, yahut alaya alan, puta, haça vb. şeylere tapan bir kimseye mü’min denilemez..

3-) Mü’min, ALLAH’ın rahmetinden ne ümitsiz ne de emîn olmalıdır. Korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Mü’minin.: "Nasıl olsa imânım var, o halde muhakkak cennete giderim!." düşüncesiyle kendinden emîn olması veya "Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim" diye ALLAH’ın rahmetinden ümit kesmesi imânını kaybetmesine sebeb olabilir. Bu konuda Kur’ÂN'da şöyle buyurulur: "Doğrusu kâfirlerden başkası ALLAH’ın rahmetinden ümit kesmez" (Yûsuf 12/87), "Fakat büyük zararı göze alanlar topluluğundan başkası ALLAH’ın azâbından (azâbının olmayacağından) emîn olmaz" (A’râf 7/99).


أَفَأَمِنُواْ مَكْرَ اللّهِ فَلاَ يَأْمَنُ مَكْرَ اللّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ
Resim---“ALLAH'ın hilesinden emin miydiler? Hüsranda olan kavim, ancak onlar, ALLAH'ın hilesinden (ALLAH'ın kendilerine azâb vermeyeceğinden) emîn olamaz.” (A’râf 7/99)

يَا بَنِيَّ اذْهَبُواْ فَتَحَسَّسُواْ مِن يُوسُفَ وَأَخِيهِ وَلاَ تَيْأَسُواْ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِنَّهُ لاَ يَيْأَسُ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ
Resim---“Ey oğullarım, gidin ve Yûsuf'u ve onun kardeşini iyice araştırın! ALLAH'ın vereceği ferahlıktan umut kesmeyin. Muhakkak ki; kâfirler (onu inkâr edenler) kavminden başkası, ALLAH'ın vereceği ferahlıktan umut kesmez.” (Yûsuf 12/87)

G-) İMÂN-İSLÂM İLİŞKİSİ.:

İslâm sözlükte, "itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte kılmak" anlamlarına gelir.
Terim olarak.: “Yüce ALLAH’a itaat etmek, Peygamber aleyhisselâm'in din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalb ile tasdik edip dil ile söyleyerek, inandıklarını yaşamak, sözleri ve davranışları ile kabul edip benimsediğini göstermek” demektir.

Kur’ÂN-ı Kerîm'de imân ile İslâm, bazan aynı bazan farklı anlamda kullanılmıştır. İmân ile İslâm aynı anlamda kullanılırsa bu durumda İslâm kelimesi, İslâm'ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm'ı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek mânasına gelir. İslâm çok geniş bir kavramdır ve teslimiyet demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur.:
Ya kalben olur ki, bu kesin inanç demektir.
Ya dille olur ki, bu da ikrardır.
Ya da organlarla olur ki, bunlar da amellerdir.
İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyetine ve bağlılığına imân denilir. Şu âyette imân ile İslâm aynı anlamda kullanılmaktadır: "...Ancak âyetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin" (en-Neml 27/81). Eğer imân ile İslâm aynı anlamda kullanılırsa, o zaman her mü’min müslimdir, her müslim de mü’mindir..


وَمَا أَنتَ بِهَادِي الْعُمْيِ عَن ضَلَالَتِهِمْ إِن تُسْمِعُ إِلَّا مَن يُؤْمِنُ بِآيَاتِنَا فَهُم مُّسْلِمُونَ
Resim---“Ve sen, körleri dalâletlerinden (çevirip) hidâyete erdirecek değilsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara işittirebilirsin. İşte onlar, teslim olanlardır.” (Neml 27/81)

İmân ile İslâm'ın farklı kavramlar olarak ele alınması durumunda her mü’min, müslim olmakta, fakat her müslim, mü’min sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda İslâm, kalbin bağlanışı ve teslimiyeti değil de, dilin ve organların teslimiyeti, belli amellerin işlenmesi demektir. Bu durumda İslâm daha genel bir kavram, imân daha özel bir kavram olmaktadır. Meselâ münâfık, diliyle müslüman olduğunu söyler, buyrukları yerine getiriyormuş izlenimi verir, fakat kalbiyle inanmaz. Münâfık gerçekte inanmadığı halde, dünyâda müslümanmış gibi gözükebilir. Şu âyet-i kerîmede imân ile İslâm ayrı kavramlar olarak geçmektedir: "Bedevîler inandık dediler. De ki: Siz imân etmediniz, ama boyun eğdik deyin. Henüz imân kalblerinize yerleşmedi..."

قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِن قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِن تُطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُم مِّنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Resim---“Bedevîler, dedi ki: "İman ettik." De ki: "Siz iman etmediniz; ancak "İslâm (müslüman veya teslim) olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer ALLAH'a ve RESÛLü'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Şüphesiz ALLAH, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (Hucurât 49/14)

H-) BÜYÜK GÜNAH KAVRAMI.:

Arapça'da kebîre (çoğulu kebâir) kelimesi ile ifâde edilen büyük günah, bozgunculuğa sebeb olan, hakkında tehdid edici bir nass (âyet ve hadis) bulunan, işleyenin dünyâda veya âhirette cezâlandırılmasına sebeb olan büyük suçlar ve davranışlara denir.

Büyük günahların en büyüğü ALLAH’a şirk koşmak ve O'nu inkâr etmektir (küfür). Büyük günahların neler olduğu konusunda hadislerde çeşitli bilgiler vardır. Peygamberimiz bir hadisinde.:


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Size büyük günahların en büyüklerinden haber vereyim mi? Onlar: ALLAH’a ortak tanımak, ana babaya itaatsizlik ve yalancı şâhidliktir" buyurmuştur. (Buhârî, “Edeb”, 6; Müslim, “Îmân”, 38; Tirmizî, “Tefsîr”, 5)

Bir başka hadislerinde;
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Mahveden yedi günahtan sakınınız. Onlar.: ALLAH’a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, ribâ (fâiz), savaştan kaçmak, iffetli ve imân sahibi bir kadına zinâ iftirasında bulunmaktır" buyurmuştur. (Buhârî, “Vesâyâ”, 23; Müslim, “Îmân”, 38; Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 10)

Buyurarak, büyük günahların yedi tanesini zikretmiştir. Bir başka hadiste büyük günahların sayısı dokuz olarak belirtilmiş, ana babaya itaatsizlik ve Mescid-i Harâm'da yapılması yasak bir fiili işlemek de bunlara eklenmiştir (Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 10).

Kalbinde inancı olduğu halde inancını diliyle söyleyen, fakat çeşitli sebeblerle ameli terkeden, dolayısıyla şirk ve küfür dışındaki büyük günahlardan birini işleyen (fâsık ve fâcir) kimse, işlediği günahı helâl saymıyorsa mü’mindir, kâfir değildir. Fakat büyük günah işlediği için cezâ görecektir. Ancak bu kimse için tövbe kapısı açıktır. Yüce ALLAH böyle bir kimseyi âhirette dilerse affeder, şefaat olunmasına izin verir, dilerse günahı ölçüsünde cezâlandırır. Neticede ise, kalbinde inancı bulunduğu için cennete girdirir.:


Resim---Sahâbîlerden Ebû Zer el-Gıfârî'nin anlattığına göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "ALLAH’tan başka hiçbir İlâh yoktur deyip de bu inancı üzere ölen kimse cennete girer" buyurmuş, Ebû Zer.: "O kişi zinâ yapsa, çalsa da mı?" diye sormuş, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Evet, zinâ yapmış, hırsızlık etmiş de olsa cennete girer" cevabını vermiştir. Ebû Zer soruyu üç kez tekrar edip aynı karşılığı alınca, dördüncü sorusunda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Ebû Zer bu durumdan hoşlanmasa bile o kimse cennete girer" buyurmuştur. (Buhârî, “Tevhîd”, 33; “Rikak”, 16; Müslim, “Îmân”, 40; Tirmizî, “Îmân”, 18)

I-) TASDİK ve İNKÂR BAKIMINDAN İNSANLAR.:

İnsanlar tasdik ve inkâr açısından üç grupta incelenebilirler.:
a-) MÜ’MİN.:
ALLAH’a, Peygamber aleyhisselâm'e ve O'nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye mü’min denir. Mü’minler âhirette cennete girecekler, orada pek çok ni’metlere kavuşacaklardır. Günahkâr mü’minler, suçları ölçüsünde âhirette cezâlandırılsalar da sonunda cennete konulacaklardır. Mü’minlerin ebedî cennetlik olacağına dair Kur’ÂN'da pek çok âyet vardır.

b-) KÂFİR.:
İslâm Dininin temel prensiplerine inanmayan, Peygamber aleyhisselâm'ın Yüce ALLAH’tan getirdiği kesin olan ve tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dînîyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye kâfir denir. Meselâ namazın farz, şarabın haram oluşunu inkâr eden, meleklerin ve cinlerin varlığını kabul etmeyen kimse kâfirdir. Kâfir sözlükte "örten" anlamına gelmektedir. Gerçek ve doğru inancı örttüğü, yanlış şeylere inandığı için böyle kimselere kâfir denmiştir. Bir insan kâfir olarak ölürse ebedî cehennemde kalacaktır. Bu konudaki âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: "(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üstünedir. Onlar ebediyen o lânet içinde kalırlar. Artık ne azâbları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır" (el-Bakara 2/161-162).


إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
Resim---“Muhakkak ki (ALLAH'a ruhun ölmeden ulaşmasını, yani hidâyeti) küfredip (örtüp gizleyip) kâfir olarak ölenler, işte onlar, ALLAH'ın, meleklerin ve insanların hepsinin lâneti onların üzerinedir.” (Bakara 2/161)

خَالِدِينَ فِيهَا لاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنظَرُونَ
Resim---“(Onlar), onun (lânetin) içinde ebediyyen kalacak olanlardır. Onlardan azâb hafifletilmez ve onlara bakılmaz.” (Bakara 2/162)

c-) MÜNÂFIK.:
ALLAH’ın birliğini, Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’ın peygamberliğini ve onun, ALLAH’tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalbden inanmayan kimselere münâfık denir. Münâfıkların içi başka dışı başkadır. Sözü özüne uygun değildir. Bir âyette şöyle buyurulur: "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde "ALLAH’a ve âhiret gününe inandık" derler"


وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ
Resim---“İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz ALLAH'a ve âhiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış değillerdir.” (Bakara 2/8)

Münâfıkların gerçekte kâfir oldukları bir başka âyette şöyle ifâde edilir: "Onların ALLAH Yolundan sapmalarının sebebi, önce imân edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalbleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar"

ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا فَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَفْقَهُونَ
Resim---“Bu, onların iman etmeleri sonra inkâr etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar.” (Münâfikun 63/3)

Münâfıklar İslâm toplumu için açık kâfirden daha tehlikelidirler. Çünkü onlar dıştan müslümanmış gibi gözüktüklerinden tanınmaları mümkün değildir; içten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozar, kuzu postuna bürünerek dikkatsiz ve bilgisiz müslümanları yanlış yönlere sürüklerler. Peygamberimiz vahiyle kimlerin münâfık olduğunu bilir, bu sebeble de onlara önemli görevler vermezdi. Peygamber aleyhisselâm'dan sonra insanlar için böyle bir bilgi kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından ve müslüman olduğunu söyleyenlerin iç dünyâsını araştırmak da doğru olmadığından münâfık, dünyâda müslüman gibi işlem görür. Onun cezâsı âhirete kalmıştır. Bir âyette açıklandığı üzere cehennemîn en alt tabakasında münâfıklar bulunur: "Şüphe yok ki münâfıklar, cehennemîn en alt katındadırlar (derk-i esfel). Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın"

إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَن تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا
Resim---“Muhakkak ki münâfıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar. Ve onlar için asla bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ 4/145)

J-) KÜFÜR ve ŞİRK.:

Küfür kelime olarak "örtmek" demektir. Dinî literatürde ise Peygamber aleyhisselâmALLAH’tan getirdiği şeylerde yalanlayıp, onun getirdiği kesinlikle sabit dinî esaslardan bir veya birkaçını inkâr etmek anlamına gelir. Sözlükte "ortak kabul etmek" anlamına gelen şirk, terim olarak ALLAH TeÂLÂ'nın İlâhlığında, isim, sıfat ve fiillerinde, eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek demektir. Müşrikler ALLAH’ın varlığını inkâr etmezler. O'ndan başka ilâh olduğunu kabul edip, onlara da taparlar veya isimleri, sifâtları, irade ve otorite sahibi olması açısından ALLAH’a eşdeğer güç ve varlıklar tanırlar. Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Çünkü şirk sadece ALLAH’a, zât, isim ve sifâtlarına ortak tanıma sonucu meydana gelir. Küfür ise, küfür olduğu bilinen birtakım inançların kabulü ile gerçekleşir. Küfür olan inançlardan biri de ALLAH’a ortak tanımadır. Meselâ Mecûsîlik'te olduğu gibi iki İlâhnın varlığını kabul etmek şirk olduğu gibi aynı zamanda küfürdür. Halbuki âhiret gününe inanmamak küfürdür, ama şirk değildir. ALLAH’a şirk koşmak günahların en büyüğüdür. Şirk dışındaki günahları, ALLAH’ın dilediği kimse için bağışlayacağı bir âyette şöyle ifâde edilir: "ALLAH kendine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim ALLAH’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır"

إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
Resim---“Muhakkak ki ALLAH, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki şeyleri ise, dilediği kimse için mağfiret eder. Ve kim ALLAH'a şirk koşarsa, o takdirde o, uzak bir dalâletle sapmıştır.” (Nisâ 4/116)

Kur’ÂN'a göre, göklerde ve yerde hâkimiyetin yegâne sahibi ALLAH’tır. Yaratma O'na mahsustur. Her şey O'na –istese de istemese de– boyun eğmiştir. Her şeyde O'nun hükmü geçerlidir. Yaratma ve hükümranlıkta hiç kimse O'na ortak olamaz.

K-) İMÂN ile KÜFÜR ARASINDAKİ SINIR.:

İmân, Peygamber aleyhisselâm'ın getirdiklerinin hepsini tasdik, küfür de inkâr etmektir. Buna göre, imân ile küfrü belirleyen başlıca ayıraç kalbin tasdikidir. Ancak kalbin tasdiki, insanlar tarafından bilinemediğinden, ikrar ve ikrarı gösteren dinî görevleri yerine getirmek, yani amel, kalbdeki imânın varlığının göstergesi olarak kabul edilmiştir. Küfrün en belirgin alâmeti, dinin temel esaslarından birini veya tamamını reddetmek yahut onları beğenmemek, önemsememek ve değersiz saymaktır. Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin, bu dünyâda mü’min kabul edilmesi ve İslâm toplumundan dışlanmaması gerekir. Çünkü dünyâda dış görünüşe ve ikrara göre işlem yapılır. İçten inanıp inanmadığını tesbit ise ALLAH’a mahsus ve âhirete ilişkin bir meseledir: “...Size selâm verene dünyâ hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen mü’min değilsin demeyin...” buyurularak buna işâret edilir..

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَتَبَيَّنُواْ وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ أَلْقَى إِلَيْكُمُ السَّلاَمَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَعِندَ اللّهِ مَغَانِمُ كَثِيرَةٌ كَذَلِكَ كُنتُم مِّن قَبْلُ فَمَنَّ اللّهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُواْ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
Resim---“Ey iman edenler, ALLAH yolunda adım attığınız (savaşa çıktığınız) zaman gerekli araştırmayı yapın ve size (İslâm geleneğine göre) selam verene, dünya hayatının geçiciliğine istekli çıkarak.: "Sen mü'min değilsin!." demeyin. Asıl çok gani’met, ALLAH katındadır, bundan önce siz de böyle idiniz; ALLAH size lütufta bulundu. Öyleyse iyice açıklık kazandırın. Şüphesiz ALLAH, yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Nisâ 4/94)

Peygamber aleyhisselâm da imânda ikrarın önemîni vurgulamak ve kelime-i tevhidi söyleyenin, müslüman kabul edilmesi gereğine işâret etmek için şöyle buyurmuştur.:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İnsanlar ALLAH’tan başka İlâh yoktur, MuhaMMed O'nun elçisidir deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse, can ve mal güvenliğine sâhib olmuş olurlar..." buyurmuştur. (Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim, “Îmân”, 8; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 104)

Bu sebeble imânını diliyle ikrar ettiği veya davranışlarına yansıttığı sürece herkesin İslâm toplumunun tabii bir üyesi olarak görülmesi, can ve mal güvenliğine sâhib olması, dünyevî-dinî ahkâm, sosyal ve beşerî ilişkiler bakımından da müslümanın sâhib olduğu bütün statü, hak ve sorumluluklara muhatab olması gerekir.

L-) TEKFİR.:

Tekfir, müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya davranışından ötürü kâfir saymak demektir. İrtidad ise müslümanın dinden çıkması anlamına gelir. Dinden çıkana mürted denilir. Bu i’tibârla tekfir bir şahsın başkaları tarafından küfrüne hükmedilmesi, irtidad ise kişinin kendi irade ve ifâdesiyle İslâm'dan ayrılması ve hukuk düzeni tarafından da mürted sayılması demektir. Bir müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi onu pek ağır dünyevî sonuçlara, müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek anlamına geldiğinden, tekfir konusunda çok titiz davranmak gerektiği açıktır. Bu, bireysel bir isnat ve iddia anlamındaki tekfir için de toplumsal bir yargı anlamındaki irtidad için de böyledir. Gelişigüzel tekfir iddialarına dayanılarak irtidad hükümleri uygulanamaz.

İslâm kültüründeki tekfir ve irtidad kavramları, din ve vicdan hürriyetinin sınırlandırılması ve tehdid altında tutulması değil, toplumun ortak değerlerine ve dinî inançlarına karşı alenî saygısızlık ve saldırganlığı önleme, toplumda gerekli olan huzur ve sükûnu güvence altına alma, nesilleri inkârcılığın olumsuz etkilerinden koruma, tekfir edilen şahsa gerekli yaptırımların uygulanmasıyla da kamu vicdanı açısından adaleti gerçekleştirme gibi gayelere mâtuf bir tedbir ve toplumsal sağduyu refleksi niteliğindedir.

Yersiz yapılan tekfir, fert açısından ağır sonuçlar doğurmasının yanında toplum hayatında kapatılamayacak yaraların açılmasına, birlik ve bütünlüğün zedelenmesine ve parçalanmaya sebeb olur. Çünkü bu durumdaki bir kimse, gerçek durumunu ALLAH bilmekle birlikte, toplumda müslüman muamelesi görmez, selâmı alınmaz, kendisine selâm verilmez, kestikleri yenilmez. Müslüman bir kadınla evlenmesine müsaade edilmez. Öldüğünde cenâze namazı kılınmaz. Müslüman kabristanına gömülmez. Tekfir bu denli ağır sonuçlar doğurduğu içindir ki, Peygamber aleyhisselâm Medine toplumunda, münâfıkların varlığını bildiği halde onları küfürle itham etmemiş, temelleri hoşgörüye bağlı bir İslâmlaştırma siyaseti izlemiş, pek çok hadiste de "Ben müslümanım" diyeni küfürle suçlamaktan sakınmayı tavsiye etmiştir.


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Kim bir insanı kâfir diye çağırırsa, yahut öyle olmadığı halde ey ALLAH düşmanı derse söylediği söz kendisine döner" buyurmuştur. (Buhârî, “Ferâiz”, 29; Müslim, “Îmân”, 27)

Bir başka hadiste de ise;
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Bir insan müslüman kardeşine ey kâfir diye hitap ettiği zaman, ikisinden biri bu sözü üzerine almış olur. Şâyet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner" buyurmuştur. (Buhârî, “Edeb”, 73; Müslim, “Îmân”, 26)

Hadislerden de anlaşılacağı gibi bir kimseyi küfürle itham ederken göz önünde bulundurulması gereken husus, o kimsenin küfür olan bir inancı gönülden benimsediğinin iyi tesbit edilmesidir. Muhatab küfrü açıkça benimsemiyorsa, onun inanç, söz veya davranışı ile küfre girdiğini söyleme konusunda temkinli olmak gerekir. Peygamber aleyhisselâm'in anılan tavsiyelerini göz önünde bulunduran bilginler.:
"Ehl-i Kıbleden olup da günah işlemiş bulunan bir kimseyi bundan dolayı tekfir etmemeyi." Ehl-i Sünnet'in temel prensipleri arasında zikretmişlerdir..


*
**
****


Resim

Rikak.:

Akaid.: (Akide. c.) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar..
Akîde.: İnanılan ve itikad edilen esas..
Akd.: Anlaşma. Sözleşme. * Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.* Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesine de in'ikad denilir.
Akid.: Aralarında akid yapanlardan her birisi..
Akide-yi Tevhid.: ALLAH celle celâlihu'nun bir olduğuna inanmak.
Akideyn.: Huk: Her akidde anlaşmayı yapan her iki taraf.
Zarûrriyât-ı Dînîyye.:
İmân edilmesi zaruri olan dinin esasları, (Allah Teâlâya, Âhiret gününe, Meleklere, Peygamberlere, Kitaplara ve hayrın ve şerrin ALLAH celle celâlihudtan olduğuna inanmak.)
Zarûrriyât-ı Nâşîyye.: Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler..
Tehdid.: Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma..
İkrar.: Açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak. * Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını haber vermek..
Rükn.: Direk. Esas. * Kuvvet. * Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli..
İcmâl.: Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek. * Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice..
Tafsil.: Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek..
Tevatür.: Kuvvetli haber. * Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak. * Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia. * Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.
Mütevâtir.: Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
Ye’s.: yei's.: Emelinden kesilmek. Ümidsizlik. Nevmid olmak. Matlubunun hâsıl olmasına ümidini kesmek..
Nass.: Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil. * Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelâm ve âyet. Akide..
İrtidad.: Din değiştirmekle mürted olmak. İslâmiyetten çıkarak dinsiz olmak. * Geri dönmek.
Mürted.: İrtidad eden. İslâm dininden dönen.


*
**
****

Yâ RaBBu’L-ÂLeMîn!.
Yâ RAHMetenLi’L- ÂLeMîn!.
Ve'L- HaMduLiLLÂhiRABBu’L-ÂLeMînnn!.


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim Ş... AHMET...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

II. İMÂN ESASLARI.:

İslâm Dininin imân esasları ilmihal kitaplarında âmentü terimiyle ifâde edilir. Arapça âmene fiilinin birinci tekil şahsı olan âmentü, "inandım" demektir. Terim olarak, imân esaslarını kısa ve öz olarak ihtiva eden metni ifâde etmek için kullanılır.
Âmentünün metni şudur.:
"Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve'l-yevmi'l-âhiri ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî minallâhi TeâLâ ve'l-ba’sü ba’de'l-mevti hakkun. Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne MuhaMMeden abduhû ve rasûlüh.: ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin ALLAH’tan olduğuna inandım. Öldükten sonra diriliş haktır. ALLAH’tan başka ilâh olmadığına, MuhaMMed’in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şâhidlik ederim..

Âmentüde belirtilen esasların hepsi Kur’ÂN'da çeşitli ifâdelerle yer almıştır: "...Asıl iyi olan kimse, ALLAH’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan...dır"


لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
Resim---“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin birr, kişinin, ALLAH'a, yevmi’l- âhire (ALLAH'a ulaşılan sonraki güne, hidâyet gününe, vuslat gününe) meleklere, Kitab'a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sahiplerine) yetimlere, miskinlere (çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen (muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir. Ve (ALLAH'a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine vefâ edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (takvâ sahibi olanlardır).” (el-Bakara 2/177)

"Kim ALLAH’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır"

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِيَ أَنزَلَ مِن قَبْلُ وَمَن يَكْفُرْ بِاللّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
Resim---“ALLAH'a ve O'nun Resûl'üne ve Resûl'üne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a îmân edin. Ve kim, ALLAH'ı, meleklerini, kitaplarını, resûllerini ve yevmi’l- âhiri (sonraki ahir gününü) inkâr ederse, o taktirde uzak bir dalâletle sapmış olur.” (en-Nisâ 4/136)

Meâlindeki âyetlerde imân esasları ALLAH’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhirete imân olmak üzere beş ilkede toplanmış, kader bunlar arasında zikredilmemiştir.
Ancak bazı âyetlerde.:


اللّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى وَمَا تَغِيضُ الأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِندَهُ بِمِقْدَارٍ
Resim---“ALLAH bütün kadınların ne taşıdığını ve rahimlerinin neyi azalttığını ve neyi artırdığını bilir. O'nun katında herşey bir miktarla takdir edilmiştir.” (er-Ra’d 13/8)

وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ عِندَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلاَّ بِقَدَرٍ مَّعْلُومٍ
Resim---“Hazinesi bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Malûm (bilinen) bir kaderi (takdir edilmiş miktarı) olmaksızın onu indirmeyiz.” (el-Hicr 15/21)

لَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُن لَّهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا
Resim---“O (ALLAH) ki; göklerin ve yeryüzünün mülkü, O'nundur. Ve O, çocuk edinmemiştir. Mülkte, O'nun şeriki (ortağı) olmamıştır. Ve herşeyi, O yarattı sonra da onların kaderini takdir etti.” (el-Furkan 25/2)

إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
Resim---“Muhakkak ki Biz, herşeyi, bir kaderle (takdir edilmiş olarak) yarattık.” (el-Kamer 54/49)

Her şeyin ALLAH’ın takdirine bağlı bulunduğuna dair ifâdelerden hareketle âlimler hayrı ve şerri ile birlikte kadere inanmayı bir imân esası olarak zikretmişlerdir. Cibrîl hadisinin Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce rivâyetleri de kader konusunu bir imân esası olarak zikreder.
Kader konusunun imân esaslarını belirten âyetlerde yer almayışı, ALLAH’ın İlim, İrade, Kudret ve Tekvîn Sıfatlarının kapsamı içinde yer almasına bağlanmalıdır. Çünkü ALLAH’ın anılan sıfatlarına gereğince inanan, kadere de inanmış olmaktadır.
Âmentüde yer alan esaslardan ALLAH’a imân ile kader ve kazâya imân konularında, vahiyle birlikte aklî-mantıkî açıklama ve ispatlar yapılabileceği, his ve tecrübeye dayalı bilgilerden yararlanılabileceği kabul edilmiş ise de, âhirete imân ve meleklere imân konularında bu mümkün görülmemiş, bu hususlarda sadece vahyin verdiği bilgilere güvenilebileceği belirtilmiştir..


Resim

A-) ALLAHA İMÂN.:

a-) ALLAH İNANCI.:

Kâinatı yaratan, idare eden, kendisine ibâdet edilen tek ve en yüce varlık olan ALLAH’a imân, imân esaslarının birincisi ve temelidir. Bütün ilâhî dinlerde ALLAH’ın varlığı ve birliği “tevhid” en önemli inanç esası olmuştur. Çünkü bütün inanç esasları ALLAH’a imâna ve O'nun birliği esasına dayanmaktadır.
"ALLAH" kelimesinin, kendisine ibâdet edilen yüce varlığın özel ismi olduğunu kabul eden bütün İslâm âlimleri konu ile ilgili açıklamaları sırasında O'nu şöyle tanımlamışlardır.: "ALLAH, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere lâyık bulunan yüce varlığın adıdır".
Tanımdaki "varlığı zorunlu olan" kaydı, ALLAH’ın yokluğunun düşünülemeyeceğini, var olmak için başka bir varlığın O'nu var etmesine ve desteğine muhtaç olmadığını, dolayısıyla O'nun, evrenin yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu ifâde etmektedir.
"Bütün övgülere lâyık bulunan" kaydı ise, yetkinlik ve aşkınlık ifâde eden isim ve sıfatlarla nitelendiğini anlatmaktadır. ALLAH kelimesi, İslâmî metinlerde, gerçek mâbudun (ibâdet edilen varlığın) ve tek yaratıcının özel ismi olarak kullanılagelmiştir. Bu sebeble O'ndan başka bir varlığa ad olarak verilmemiş, gerek Arapça'da, gerekse bu lafzı kullanan diğer müslüman milletlerin dillerinde herhangi bir çoğul şekli de oluşmamıştır.
ALLAH’a imân, ALLAH’ın var ve bir olduğuna, bütün üstünlük sıfatlarıyla nitelenmiş ve noksan sıfatlardan uzak ve yüce bulunduğuna inanmaktır. Bir başka deyişle ALLAH hakkında vâcib (zorunlu, gerekli), câiz ve imkânsız sıfatları bilip öylece kabul etmektir.

Her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir ALLAH’a inanmak, ergenlik çağına gelmiş ve akıllı her insanın ilk ve aslî sorumluluğudur. İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşamış olan veya hiçbir dinden haberi olmayan kimseler de bir ALLAH inancına sâhib olmakla yükümlüdürler. Çünkü insan yaratılıştan getirdiği mutlak ve üstün güce inanma duygusu ile evrendeki akıllara durgunluk veren düzeni gördükten sonra bu düzeni sağlayan bir ve eşsiz yaratıcının varlığı inancına kolaylıkla ulaşır. "...Gökleri ve yeri yaratan ALLAH hakkında şüphe mi vardır?..."


قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُم مِّن ذُنُوبِكُمْ وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى قَالُواْ إِنْ أَنتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُنَا تُرِيدُونَ أَن تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَآؤُنَا فَأْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُّبِينٍ
Resim---“Onların resûlleri şöyle dedi: “Semâları ve arzı yaratan ALLAH hakkında mı şüphedesiniz? Sizi, günahlarınızı mağfiret etmek için davet ediyor ve sizi belli bir zamana kadar tehir ediyor (mühlet veriyor)”. Onlar da şöyle dediler: “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Babalarımızın ibâdet etmiş olduğu şeylerden bizi alıkoymak (engellemek) istiyorsunuz. Öyleyse bize açıkça bir mucize getirin!” (İbrâhim 13/10)

Meâlindeki âyet bu gerçeği dile getirmektedir.

b-) ALLAH’ın VARLığı ve BİRLiği.:

ALLAH inancı insanda fıtrî (yaratılıştan) olduğu için, normal şartlarda çevreden olumsuz bir şekilde etkilenmemiş bir kişinin ALLAH’ın varlığını ve birliğini kabullenmesi gerekir. Bu sebeble Kur’ÂN-ı Kerîm'de ALLAH TeÂLÂ'dan bahseden âyetlerin çoğu, O'nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle Tevhid İnancı üzerinde durularak ALLAH’ın ortağı ve benzeri olmadığı ısrarla vurgulanmıştır. ALLAH’ın var oluşu konusu, Kur’ÂN'da insan için bilinmesi tabii, zorunlu ve apaçık bir gerçek olarak kabul edilmiştir. Selim yaratılışı bozulmamış insanın normal olarak yaratanını tanıyacağı belirtilmiştir.

Ancak her toplumda çeşitli sebeblerle inanmayanlar veya şüphede olanlar bulunabilecektir. İşte böyleleri için ALLAH’ın varlığının ispat edilmesi önem arzetmektedir. Bu da öncelikle ALLAH’ın varlığının ve birliğinin delillerinin öğrenilmesi ile mümkün olur.

İslâm akaidine göre ALLAH birdir ve tektir. Bu bir oluş, sayı yönüyle bir "bir"lik değildir. Çünkü sayı bölünebilir ve katlanabilir. ALLAH böyle olmaktan yücedir. O'nun bir oluşu, zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde, rab oluşunda ve hâkimiyetinde eşi ve benzeri olmayışı yönündendir.


قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ
Resim---“Kul huva(A)llâhu ehad(un).: De, o: ALLAH tek bir (ehad) dir” (İhLâs 112/1)

اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ
Resim---“(A)llâhu-ssamed(u).: ALLAH, Samed'dir (her şey O'na muhtaçtır, daimdir, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır).” (İhLâs 112/2)

لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ
Resim---“Lem yelid velem yûled(u).: O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.” (İhLâs 112/3)

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
Resim---“Velem yekun lehu kufuven ehad(un).: Hiçbir şey Onun dengi (ve benzeri) değildir.” (İhLâs 112/4)

İhlâs Sûresinde ALLAH’ın bir olduğu, hiçbir şeye muhtaç olmadığı, doğurmadığı ve doğurulmadığı, O'nun hiçbir denginin bulunmadığı ifâde edilirken, Kâfirûn sûresinde de ibâdetin ancak ALLAH’a yapılacağı, Peygamber aleyhisselâm'in, kâfirlerin taptıklarına önceden tapmadığı gibi, sonra da tapmayacağı ısrarla vurgulanmaktadır. Kur’ÂN-ı Kerîm'in pek çok sûresinde ALLAH’ın birliğini, eşi ve benzerinin bulunmadığını vurgulayan pek çok âyet vardır: "ALLAH evlât edinmemiştir. O'nunla beraber hiçbir İlâh da yoktur. Aksi takdirde her İlâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve onlardan biri mutlaka diğerine üstünlük sağlardı. ALLAH onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir"

مَا اتَّخَذَ اللَّهُ مِن وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ إِلَهٍ إِذًا لَّذَهَبَ كُلُّ إِلَهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ
Resim---“ALLAH çocuk edinmemiştir. Ve O'nunla beraber (başka) bir ilâh (hiç) olmamıştır. Öyle olsaydı bütün ilâhlar mutlaka (kendi) yarattığını giderirdi (yok ederdi). Ve mutlaka onların bir kısmı bir kısmına üstün olurdu. ALLAH, onların vasıflandırdıkları şeylerden münezzehtir.” (el-Mü'minûn 23/91)

"Eğer yerde ve gökte ALLAH’tan başka İlâhlar bulunsaydı yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti..."

لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ
Resim---“Eğer ikisinde de (semâda ve arzda), ALLAH'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) mutlaka fesada uğrardı. Arşın RABBi ALLAH, onların vasıflandırdığı (isnat ettikleri) şeylerden münezzehtir.” (el-Enbiyâ 21/22)

Evrendeki düzen ALLAH’ın birliğinin en açık delilidir.
Mekke'de nâzil olan Kur’ÂN âyetlerinin birçoğu doğrudan tevhidi telkin etmekte, bir kısmı da şirki reddetmektedir. ALLAH’ı yegâne ilâh, Rab ve otorite olarak tanımak, birliğini ikrar etmek, her çeşit ortaktan uzak olduğuna inanmakla gerçekleşen tevhid, İslâm Dininin en önemli özelliğidir. İslâm, bu özelliğiyle hem Câhiliye putperestliğinden, hem Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin sonradan bozulmaya uğramış şekillerinden, hem de Mecûsîlik'ten ayrılır.

c-) ALLAH’ın VARLığının DELİLLeri.:

Bir kısım İslâm bilginine göre insandaki ALLAH inancı, zorunlu ve yaratılıştan olduğu için ALLAH’ın varlığına dair dışarıdan deliller aramaya, mantıkî ve aklî deliller sunmaya ihtiyaç yoktur. Yaratılışı bozulmamış, aklı karışmamış her insan ALLAH’ın var ve bir olduğunu bulur ve anlar. Bu yoldaki deliller sadece insanı uyarmak, içindeki zorunlu bilgiyi ve şuuru geliştirmek içindir. Mıknatıs ile demir birbirine yaklaşınca mıknatıs demiri çeker. Çünkü bu onun tabiatında gizlenmiştir. Bu özelliği bozulmadıkça da yaratılışının gereği gerçekleşecektir. İşte insan da böyledir. O, sadece iç ve dış dünyâda ALLAH’ın varlığını ispat eden şeylere bakarak ALLAH’ın varlığını bunlardan anlayabilecek özellikte yaratılmıştır. Ayrıca insanın kendi yaratılışı da bizzat ALLAH’ın varlığının açık bir delilidir.
İslâm bilginlerinin çoğuna göre insan, öz benliğinde ve dış dünyâda ALLAH’ın varlığını gösteren birtakım deliller üzerinde durup düşünerek ALLAH’ın varlığına ulaşmak durumundadır. "O'nu gözler idrak edemez. Fakat O, gözleri idrak eder"


لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ
Resim---“Görme hassaları onu idrak edemez. Ve O, görme hassalarını idrak eder. Ve O, LÂTİFtir, herşeyden haberdârdır.” (el-En’âm 6/103)

Meâlindeki âyet, ALLAH’ın duyularla doğrudan doğruya idrak edilemeyeceğini bildirir. Fakat duyular, ALLAH’ı tanıyacak olan akla, gönüle ve kalbe malzeme temîn ederler. Bu malzeme de yaratılmış olan her şeydir, evrenin âhenk ve düzenidir. Bunlar ALLAH’ın varlığını gösteren belirtiler, izler ve delillerdir. İnsan, aklı ile bu belirti, iz ve delillerden hareketle yaratıcıyı bulmaya çalışır. Bu bir âyette şöyle dile getirilir: "İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun..."

سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
Resim---“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’ân'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. RABBinin her şeye şâhid olması, yetmez mi?” (Fussılet 41/53)

Ayrıca bk. el-Mü’minûn 23/12-14; el-Furkan 25/47; er-Rûm 30/20-22; Yâsîn 36/37-40; Kaf 50/6-10..

ALLAH’ın varlığına delâlet eden ve insanı bu konuda düşünmeye ve imân etmeye çağıran Kur’ÂN âyetlerini ve hadisleri dikkatlice inceleyip hem de dış dünyâyı ve insanın yaratılışını gözlemleyen âlimler, ALLAH’ın varlığını ispatlamak için insanın fıtraten ALLAH inancına sâhib oluşu (fıtrat delili), âlemîn ve âlemdeki varlıkların sonradan yaratılmış olup bir yaratıcıya muhtaç olduğu (hudûs delili), mümkin bir varlık olan âlemîn var olması için bir sebebe ihtiyaç olduğu (imkân delili), tabiatın büyük bir âhenge ve şaşmaz bir düzene sâhib olup bunun bir yaratıcının eseri olmasının gerektiği (nizam delili) gibi bazı deliller ortaya koymuşlardır.

d-) ALLAH’ın İSİM ve SIFATLARI.:

Mü’minin ALLAH’ı tanıması amacıyla İlâhî Zât’ı nitelendiren kavramlara isim veya sıfat denilir. Hay (diri), alîm (bilen), hâlik (yaratan) gibi dil açısından sıfat kalıbında olan kelimeler isim kabul edilirken, bunların masdarlarını oluşturan ve ALLAH’ın zâtına nisbet edilen kavramlar sıfat olarak değerlendirilir..

Resim

1-) "ALLAH" ÖZEL İSMİ.:
Kendisine ibâdet edilen yüce varlığın Özel İsmidir. Özel isimler diğer dillere tercüme edilemezler. Hatta Arapça olan bir başka kelimenin onun yerini tutması da mümkün değildir. Bu sebeble bilginler ister Arapça olsun, ister diğer herhangi bir dilden olsun, başka bir kelimenin "ALLAH" isminin yerini tutamayacağı konusunda fikir birliği içindedirler.
Ancak Kur’ÂN'da, ALLAH kelimesinin işâret ettiği zât için İlâh, Mevlâ, RABB gibi isimler de kullanılmıştır. Bu sebeble Farsça'daki Hüda ve Yezdân, Türkçe'deki İlâh ve Çalâb... gibi isimler her ne kadar ALLAH özel isminin yerine geçmezse de İlâh, Mevlâ, RABB gibi âyet ve hadislerde geçen ALLAH’ın diğer isimlerinin yerine kullanılabilir.

2-) İSM-i A’ZAM.:
Bu tamlama, sözlükte “en büyük isim” anlamına gelmektedir. Terim olarak ALLAH’ın en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimleri için kullanılmıştır. Bir grup İslâm âlimi, ALLAH’ın isimlerinin hepsinin eşit derecede büyük ve üstün olduğunu söylemiş, birini diğerlerinden ayırmamışlardır. Bir grup ise hadisleri göz önünde bulundurarak, bazı isimlerin diğerlerinden daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Peygamber aleyhisselâm'in bazı hadislerinde ism-i a’zamdan bahsedilmekte, bu isimle duâ edildiği zaman, duânın mutlaka kabul edileceği bildirilmektedir (bk. Ebû Dâvûd, “Vitr”, 23; Tirmizî, “Da’avât”, 64, 65, 100; Nesâî, “Sehv”, 58; İbn Mâce, “Duâ”, 9, 10).
Fakat ALLAH’ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu hadislerin bir kısmında ALLAH ismi, bir kısmında ise Rahmân, Rahîm (esirgeyen, bağışlayan), el-Hayyü'l-Kayyûm (diri ve her şeyi ayakta tutan), Zü'l-celâli ve'l-ikrâm (ululuk ve ikram sahibi) isimleri ALLAH’ın en büyük ismi olarak belirtilmektedir.

3-) ESMÂ-i HÜSNÂ.:
İsmin çoğulu olan “esmâ” kelimesi ile, “en güzel” anlamındaki “hüsnâ” kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan esmâ-i hüsnâ (el-esmâü'l-hüsnâ), Yüce ALLAH’ın bütün isimleri için kullanılan bir terimdir.
"ALLAH, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O'na mahsustur"


اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى
Resim---“ALLAH ki, O'ndan başka İlâh yoktur. En güzel isimler, O'nundur.” (Tâhâ 20/8)

"...En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O gâlibtir, hikmet sahibidir"

هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Resim---“O ALLAH ki; Yaratan'dır, Bâri'dir (yokken var eden), MUSAVVİR'dir (şekil verendir), güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nu tespih eder. Ve O; AZÎZ'dir (yücedir), HAKÎM'dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” (el-Haşr 52/24)

Meâlindeki âyetlerde de ifâde edildiği gibi en güzel isimler ALLAH’a mahsustur. Çünkü bütün kemâl ve yetkinliklerin sahibi O'dur. O'nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifâde eden kudsal kavramlardır. ALLAH’ın isimlerine Esmâ-i İlâhîyye de denilir. ALLAH TeÂLÂ'nın Kur’ÂN'da ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır.
Kul bu isimleri öğrenerek ALLAH’ı tanır, O'nu sever ve gerçek kul olur. Kur’ÂN'da.: "En güzel isimler ALLAH’ındır. O halde O'na o güzel isimlerle duâ edin..."


وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُواْ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي أَسْمَآئِهِ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Resim---“En güzel isimler ALLAH'ındır, artık O'na onunla (esmâları ile) duâ ediniz! ALLAH'ın isimlerini (mânâsını) saptıranları terket! Yapmış oldukları şeyden dolayı yakında cezâlandırılacaklar.” (el-A’râf 7/180)

Buyurularak, esmâ-i hüsnâ ile duâ ve niyazda bulunulması emredilmiştir. Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, işâret ettiği zâtın birden çok olmasını gerektirmez, bütün isimler o tek zâta delâlet ederler: "De ki: İster ALLAH deyin, ister rahmân deyin, hangisini deseniz olur..."

قُلِ ادْعُواْ اللّهَ أَوِ ادْعُواْ الرَّحْمَنَ أَيًّا مَّا تَدْعُواْ فَلَهُ الأَسْمَاء الْحُسْنَى وَلاَ تَجْهَرْ بِصَلاَتِكَ وَلاَ تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً
Resim---“De ki: “ALLAH diye çağırın veya RAHMÂN diye çağırın. Nasıl çağırırsanız hepsi O'nun Esmâü’l- Hüsnâsı'dır (ALLAH'ın en güzel isimleridir).” Namazında (sesini) yükseltme ve onu (sesini) alçaltma. Bu ikisi arasında bir yol tut.” (el-İsrâ 17/110)

Peygamber aleyhisselâm bir hadislerinde, Yüce ALLAH’ın 99 isminin bulunduğunu, bu isimleri sayan ve ezberleyen kimselerin cennete gireceğini haber vermiştir (Buhârî, “Da’avât”, 68; “Tevhîd”, 12; Müslim, “Zikr”, 2; Tirmizî, “Da’avât”, 82).
Hadislerde geçen “saymak” (ihsâ) ve “ezberlemek” (hıfz) ile maksat ALLAH’ı güzel isimleriyle tanımak ve O’na imân, ibâdet ve itat etmektir. ALLAH’ın isim ve sıfatları 99 isimden ibâret değildir. ALLAH’ın âyet ve hadislerde geçen başka isimleri de vardır. Hadiste 99 sayısının zikredilmesi, sınırlama anlamına değil, bu isimlerin ALLAH’ın en meşhur isimleri olması sebebiyledir. Tirmizî ve İbn Mâce'nin rivâyet ettikleri bir hadiste bu doksan dokuz isim tek tek sayılmıştır (Tirmizî, “Da’avât”, 82; İbn Mâce, “Duâ”, 10).

Bu İsimler Şunlardır.:
ALLAH, Rahmân (esirgeyen), Rahîm (bağışlayan), Melik (buyrukları tutulan), Kuddûs (noksanlıklardan arınmış), Selâm (yaratıklarını selâmette kılan), Mü'min (inananları güvenlikte kılan), Müheymin (hükmü altına alan), Azîz (ulu, gâlib), Cebbâr (dilediğini zorla yaptırma gücüne sâhib olan), Mütekebbir (yegâne büyük), Hâlik (yaratıcı), Bârî (eksiksiz yaratan), Musavvir (her şeye şekil veren), Gaffâr (günahları örtücü, mağfireti bol), Kahhâr (isyankârları kahreden), Vehhâb (karşılıksız veren), Rezzâk (rızıklandıran), Fettâh (hayır kapılarını açan), Alîm (her şeyi bilen), Kabız (ruhları kabzeden, can alan), Bâsıt (rızkı genişleten, ömürleri uzatan), Hâfıd (kâfirleri alçaltan), Râfi’ (mü’minleri yükselten), Muiz (yücelten, aziz kılan), Müzil (değersiz kılan), Semî’ (işiten), Basîr (gören), Hakem (hükmedici, iyiyi kötüden ayırt edici), Adl (adaletli), Latîf (kullarına lutfeden), Habîr (her şeyden haberdâr), Halîm (yumuşaklık sahibi), Azîm (azametli olan), Gafûr (çok affedici), Şekûr (az amele bile çok sevâb veren), Alî (yüce, yüceltici), Kebîr (büyük), Hafîz (koruyucu), Muhît (kuşatan), Rezzâk (rızıklarını yaratıcı), Hasîb (hesaba çeken), Celîl (yücelik sıfatları bulunan), Kerîm (çok cömert), Rakîb (gözeten), Mücîb (duâları kabul eden), Vâsi’ (ilmi ve rahmeti geniş), Hakîm (hikmet sahibi), Vedûd (mü’minleri seven), Mecîd (şerefi yüksek), Bâis (öldükten sonra dirilten ve peygamber gönderen), Şehîd (her şeye şâhid olan), Hak (hakkın kendisi), Vekîl (kulların işlerini yerine getiren), Kavî (güçlü, kuvvetli), Metîn (güçlü, kudretli), Velî (mü’minlere dost ve yardımcı), Hamîd (övgüye lâyık), Muhsî (her şeyi sayan, bilen), Mübdî (her şeyi yokluktan çıkaran), Muîd (öldürüp yeniden dirilten), Muhyî (hayat veren, dirilten), Mümît (öldüren), Hay (diri), Kayyûm (her şeyi ayakta tutan), Vâcid (istediğini istediği anda bulan), Mâcid (şanı yüce ve keremi çok), Vâhid (bir), Samed (muhtaç olmayan), Kadir (kudret sahibi), Muktedir (her şeye gücü yeten), Mukaddim (istediğini öne alan), Muahhir (geri bırakan), Evvel (başlangıcı olmayan), Âhir (sonu olmayan), Zâhir (varlığı açık olan), Bâtın (zât ve mâhiyeti gizli olan), Vâlî (sâhib), Müteâlî (noksanlıklardan yüce), Ber (iyiliği çok), Tevvâb (tövbeleri kabul edici), Müntakim (âsilerden intikam alan), Afüv (affedici), Raûf (şefkati çok), Mâlikü'l-mülk (mülkün gerçek sahibi), Zü'l-celâli ve'l-ikrâm (ululuk ve ikram sahibi), Muksit (adaletli), Câmi’ (birbirine zıt şeyleri bir araya getirebilen), Ganî (zengin, kimseye muhtaç olmayan), Muğnî (dilediğini muhtaç olmaktan kurtaran), Mâni’ (istediği şeylere engel olan), Zâr (dilediğini zarara sokan), Nâfi’ (dilediğine fayda veren), Nûr (aydınlatan), Hâdî (hidâyete erdiren), Bedî’ (çok güzel yaratan), Bâkî (varlığı sürekli olan), Vâris (mülkün gerçek sahibi), Reşîd (yol gösterici), Sabûr (çok sabırlı).
ALLAH’ın isimleri konusundaki temel dayanak vahiy olduğu için, bu isimler insanlar tarafından değiştirilemez. Âyet ve hadisler ALLAH’ı nasıl isimlendirmiş ise öyle isimlendirmek gerekir..

4-) ALLAH’ın SIFATLarı.:

ALLAH TeÂLÂ'ya imân etmek demek, O'nun yüce varlığı hakkında vâcib ve zorunlu olan Kemâl ve Yetkinlik Sıfatlarıyla, Câiz Sıfatları bilip, öylece inanmak, zâtını noksan sıfatlardan yüce ve uzak tutmaktır. ALLAH, şanına lâyık olan bütün kemâl sıfatlarıyla nitelenmiş ve noksan sıfatlardan münezzehtir. ALLAH TeÂLÂ'nın sıfatlarının hepsi Ezelî ve Ebedî Sıfatlardır. O'nun sıfatlarının başlangıcı ve sonu yoktur. ALLAH’ın sıfatları, yaratıkların sıfatlarına benzemez. Her ne kadar isimlendirmede bir benzerlik varsa da ALLAH’ın ilmi, iradesi, hayatı, kelâmı; bizim, ilim, irade, hayat ve kelâmımıza benzemez. Biz, ALLAH’ın zâtını ve mâhiyetini bilemediğimiz ve kavrayamadığımız için O'nu isim ve sıfatlarıyla tanırız. Kur’ÂN-ı Kerîm.: "Onu gözler idrak edemez. Fakat O, gözleri idrak eder. O, eşyâyı pek iyi bilen, her şeyden haberdâr olandır"


لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ
Resim---“Görme hassaları onu idrak edemez. Ve O, görme hassalarını idrak eder. Ve O, LÂTİFtir, herşeyden haberdârdır.” (el-En’âm 6/103)

Buyurarak, ALLAH’ın zâtını idrak etmenin, mâhiyetini bilmenin imkânsız olduğunu açıklamıştır.
Peygamber aleyhisselâm de bu konuda şöyle buyurmuştur: "ALLAH’ın yaratıkları hakkında düşününüz. Fakat ALLAH’ın zâtı hakkında düşünmeyiniz. Gerçekten siz buna hiç güç yetiremezsiniz" (Süyûtî, el-Câmi’u's-sagır, I, 132; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I, 311).
Yüce ALLAH’ın varlığı zorunlu ve vâcib olan sıfatları iki gruba ayrılır: Zâtî Sıfatlar, Sübûtî Sıfatlar..

aa-) ZÂTÎ SIFATLAR.:


Sadece ALLAH TeÂLÂ'nın zâtına mahsus olan, yaratıklarından herhangi birine verilmesi câiz ve mümkün olmayan sıfatlardır. Zât sıfatların zıtları ALLAH hakkında düşünülemediği, bu sebeble noksanlık, sonluluk ve eksiklik ifâde eden bu özelliklerden O'nun tenzih edilmesi gerektiğinden bu sıfatlara tenzîhî sıfatlar ve selbî sıfatlar da denilmiştir.
Zâtî Sıfatlar şunlardır:
1-) Vücûd.: “Var olmak” demektir. ALLAH vardır, varlığı başkasından değil, zâtının gereğidir, varlığı zorunludur. Vücûdun zıddı olan yokluk ALLAH hakkında düşünülemez.

2-) Kıdem.: “Ezelî olmak, başlangıcı olmamak” demektir. Hiçbir zaman düşünülemez ki, bu zamanda ALLAH henüz var olmamış olsun. Çünkü zaman denilen şeyi de O yaratmıştır. Ne kadar geriye gidersek gidelim O'nun var olmadığı bir zaman düşünülemez, bulunamaz. ALLAH sonradan meydana gelmiş varlık değildir. Ezelî (kadîm) varlıktır. Kıdem sıfatının zıddı olan sonradan olma (hudûs) ALLAH hakkında düşünülemez..

3-) Beka.: “Varlığının sonu olmamak, ebedî olmak” demektir. ALLAH’ın sonu yoktur. Ezelî olanın ebedî olması da zorunludur. Bekanın zıddı olan sonu olmak (fenâ) ALLAH hakkında düşünülemez. Ne kadar ileriye gidilirse gidilsin, ALLAH’ın olmayacağı bir an düşünülemez. Kur’ÂN-ı Kerîm'de ALLAH’ın ezelî ve ebedî oluşu hakkında şöyle buyurulur: "O, ilktir, sondur..."


هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim---“O, EVVELdir (ilktir) ve ÂHİRdir (sondur), ZÂHİRdir (alâmetleri tüm varlıklarda görünendir) ve BÂTINdır (gizli olandır). Ve O, herşeyi en iyi bilendir.” (el-Hadîd 57/3)

"...ALLAH’ın zâtından başka her şey yok olucudur..."

وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Resim---“Ve ALLAH ile beraber başka bir İLÂH'a duâ etme (ibâdet etme). O'ndan başka İLÂH yoktur. O'nun Zât'ı hariç herşey helâk olucudur. Hüküm O'nundur. Ve O'na döndürüleceksiniz.” (el-Kasas 28/88)

4-) Muhâlefetün li'l-havâdis.: “Sonradan olan şeylere benzememek” demektir. ALLAH’tan başka her varlık sonradan olmuştur. ALLAH, sonradan olan şeylerin hiçbirisine hiçbir yönden benzemez. ALLAH, kendisi hakkında bizim hatıra getirdiklerimizin de ötesinde bir varlıktır. Bu sıfatın zıddı olan, sonradan olana benzemek ve denklik (müşâbehet ve mümâselet) ALLAH hakkında düşünülemez.
Kur’ÂN'da şöyle buyurulur: "...O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur..."


اطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
Resim---“Gökleri ve yeri yaratan, sizin nefslerinizden eşler kıldı ve hayvanlardan da eşler kıldı. Orada sizi çoğaltır, yayar. Hiçbir şey, O'nun gibi değildir. Ve O, en iyi işiten, en iyi görendir.” (eş-Şûrâ 42/11)

5-) Vahdânîyyet.: “ALLAH TeÂLÂ'nın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olması, eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması” demektir. Vahdânîyyetin zıddı olan birden fazla olmak (taaddüd), eşi ve ortağı bulunmak (şirk), ALLAH hakkında düşünülmesi imkânsız olan sıfatlardandır. İslâm'a göre ALLAH’tan başka ilâh, yaratıcı, tapılacak, sığınılacak, hüküm ve otorite sahibi bir başka varlık yoktur. İhlâs ve Kâfirûn sûreleri ile Kur’ÂN'ın pek çok âyeti ALLAH’ın tek ve eşsizliğini ortaya koyarken, şirki reddeder.: (bk. el-Enbiyâ 21/22; el-İsrâ 17/42; ez-Zümer 39/4).

قُل لَّوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ إِذًا لاَّبْتَغَوْاْ إِلَى ذِي الْعَرْشِ سَبِيلاً
Resim---“De ki: “Eğer onların söyledikleri gibi onunla beraber (başka) ilâhlar olsaydı, o zaman onlar da (başka ilâhlar da) mutlaka arşın sahibine (ulaşmak için) bir yol ibtiga ederlerdi (ararlardı).” (İsrâ 17/42)

6-) Kıyâm bi-nefsihî.: “Varlığı kendiliğinden olmak, var olmak için bir başka varlığa ihtiyaç duymamak” demektir. ALLAH kendiliğinden vardır. Var olmak için bir yaratıcıya, bir yere, bir zamana, bir sebebe muhtaç değildir. Başkasına muhtaç olmak (kıyâm bi-gayrihî), ALLAH hakkında düşünülemez. Kur’ÂN-ı Kerîm'de bu sıfatla ilgili olarak şöyle buyurulur: "De ki: O ALLAH birdir. O, sameddir (başkasına ihtiyaç duymayandır)..." (el-İhlâs 112/1-2),
"Ey insanlar, ALLAH’a muhtaç olan sizlersiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O'dur"


يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنتُمُ الْفُقَرَاء إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ
Resim---“Ey insanlar! Sizler, ALLAH'a muhtaç fâkirlersiniz. Ve ALLAH ki, O; GANÎ'dir (zengin, ihtiyacı olmayan), HAMÎD'dir (hamdedilen).” (el-Fâtır 35/15)

bb-) SÜBÛTÎ SIFATLAR.:

Varlığı zorunlu olan ve kemâl ifâde eden sıfatlardır. Bu sıfatlar "ALLAH diridir, irade edendir, güç yetirendir..., hayat, irade ve kudret... sıfatları vardır" gibi müsbet (olumlu) ifâdelerle ALLAH’ı tanıttığı için sübûtî sıfatlar adını almışlardır. Sübûtî sıfatların zıtları olan özellikler ALLAH hakkında düşünülemez. Bu sıfatlar ezelî ve ebedî olup, yaratıkların sıfatları gibi sonradan meydana gelmiş değildir. İster hay (diri), âlim (bilen), kadîr (güç sahibi) gibi dil kuralları açısından sıfat kelimeler olsun, ister hayat, ilim, kudret gibi masdar kalıbındaki kelimeler olsun bütün sübûtî sıfatlar ALLAH’a verilebilir. İsimlendirmede bir benzerlik olsa da Sübûtî Sıfatlar hiçbir şekilde yaratıkların sıfatlarına benzememektedir. Çünkü ALLAH’ın ilmi, kudreti, iradesi... sonsuz, mutlak, ezelî ve ebedîdir, kemâl ve yetkinlik ifâde eder. Kullarınki ise sonlu, kayıtlı, sınırlı, sonradan yaratılmış, eksik ve yetersiz sıfatlardır.

Sübûtî sıfatlar sekiz tanedir.:

1-) Hayat.: “Diri ve canlı olmak” demektir. Yüce ALLAH diridir ve canlıdır. Her şeye, kuru ve ölü toprağa can veren O'dur. Ezelî ve ebedî bir hayata sâhibtir. Hayat sıfatının zıddı olan “ölü olmak” (memât) ALLAH hakkında düşünülemez. Kur’ÂN'da bu sıfatla ilgili olarak şöyle buyurulur: "Ölümsüz ve daima diri olan ALLAH’a güvenip dayan..."


تَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِهِ وَكَفَى بِهِ بِذُنُوبِ عِبَادِهِ خَبِيرًا
Resim---“Ve ölümsüz olup, daima HAYy (hayatta) olana (ALLAH'a) tevekkül et (güven ve O'nu vekil tâyin et). Ve O'nu, hamd ile tesbih et. Ve kullarının günahlarından haberdâr olması, O'na kâfidir.” (el-Furkan 25/58)

"(Artık bütün) yüzler, diri ve her şeye hâkim olan ALLAH için eğilip boyun bükmüştür..."

وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا
Resim---“HAYy ve KAYYUM olan (ALLAH)'a vechler (herkes), boyun eğdi. Ve zulüm yüklenenler hebâ (cehennemlik) oldular.” (Tâhâ 20/111)

2-) İlim.: “Bilmek” demektir. ALLAH her şeyi bilendir. Olmuşu, olanı, olacağı, gelmişi, geçmişi, gizliyi, açığı bilir. ALLAH’ın bilgisi yaratıkların bilgisine benzemez, artmaz, eksilmez. O, her şeyi ezelî ilmiyle bilir. ALLAH, her şeyi olacağı için bilir. Yoksa her şey ALLAH bildiği için olmaz. Âlemde görülen bu güzel düzen, tertip ve şaşmaz âhenk, onun yaratıcısının engin ve sonsuz ilminin en büyük göstergesidir. İlim sıfatının zıddı olan cehl (bilgisizlik), ALLAH hakkında düşünülmesi imkânsız olan bir sıfattır. İlim sıfatı ile ilgili âyetlerden ikisinde şöyle buyurulur: "O karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez..."

وَعِندَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِن وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
Resim---“Ve gaybın anahtarları, onun yanındadır. Onu O'ndan başkası bilmez. Ve denizde ve karada ne varsa bilir. O bilmeksizin, bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içinde hiçbir yaş ve kuru bir dane yoktur ki, “Kitab-ı Mübîn”de bulunmasın.” (el-En’âm 6/59)

"Göklerde ve yerde olanları ALLAH’ın bildiğini görmüyor musun?..."

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ مَا يَكُونُ مِن نَّجْوَى ثَلَاثَةٍ إِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ إِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَا أَدْنَى مِن ذَلِكَ وَلَا أَكْثَرَ إِلَّا هُوَ مَعَهُمْ أَيْنَ مَا كَانُوا ثُمَّ يُنَبِّئُهُم بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim---“ALLAH'ın göklerde ve yerde olan herşeyi bildiğini görmedin mi? Üç kişi arasında gizli bir konuşma olmaz ki, onların dördüncüsü O (ALLAH) olmasın. Ve beş kişi (arasında gizli bir konuşma) olmaz ki, onların altıncısı O (ALLAH) olmasın. Ve bundan daha azı veya daha çoğu, nerede olurlarsa olsunlar, mutlaka O (ALLAH), onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet günü, yaptıklarını onlara haber verecektir. Muhakkak ki ALLAH; herşeyi en iyi bilendir.” (el-Mücâdele 58/7)

3-) Semi’.: “İşitmek” demektir. ALLAH işiticidir. Gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle veya yüksek sesle ne söylenirse ALLAH işitir, duyar. Bir şeyi duyması, o anda ikinci bir şeyi işitmesine engel değildir. İşitmemek ve sağırlık ALLAH hakkında düşünülemez.

4-) Basar.: “Görmek” demektir. Yüce ALLAH her şeyi görücüdür. Hiçbir şey ALLAH’ın görmesinden gizli kalmaz. Saklı, açık, aydınlık, karanlık ne varsa ALLAH görür. Görmemek (âmâlık) ALLAH hakkında düşünülemez. ALLAH’ın işitici ve görücü olduğuna dair pek çok âyet vardır. Bunlardan birinde şöyle buyrulur: "(ALLAH) gözlerin hain bakışını ve kalblerin gizlediğini bilir. ALLAH adaletle hükmeder. O'nu bırakıp taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Şüphesiz ki ALLAH, hakkıyla işiten ve görendir"


يَعْلَمُ خَائِنَةَ الْأَعْيُنِ وَمَا تُخْفِي الصُّدُورُ
Resim---“(ALLAH), gözlerin hainliklerini ve sinelerin gizlediği şeyleri bilir.” (Mü'min 40/19)

وَاللَّهُ يَقْضِي بِالْحَقِّ وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِهِ لَا يَقْضُونَ بِشَيْءٍ إِنَّ اللَّهَ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
Resim---“Ve ALLAH, hak ile hükmeder. O'ndan başka taptıkları, bir şey hakkında hüküm veremezler. Muhakkak ki ALLAH; O, en iyi işiten ve en iyi görendir.” (Mü'min 40/20)

5-) İrade.: “Dilemek” demektir. ALLAH dileyicidir. ALLAH varlıkların konumlarını, durumlarını ve özelliklerini belirleyen varlıktır. ALLAH’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. İrade sıfatının zıddı olan iradesizlik ve zorunda olmak (îcâb bi'zzât) ALLAH hakkında düşünülemez. Meşîet de irade anlamına gelen bir kelimedir.
Kur’ÂN'daki "De ki: Mülkün gerçek sahibi olan ALLAHım, sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın..."


قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَن تَشَاء وَتَنزِعُ الْمُلْكَ مِمَّن تَشَاء وَتُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim---“De ki: "Mülkün mâliki olan ALLAH'ım. Mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Ve dilediğini azîz kılarsın ve dilediğini zelil edersin. “Hayır” senin elindedir. Muhakkak ki sen herşeye KAADİRsin.” (Âl-i İmrân 3/26)

"Göklerin ve yerin mülkü ALLAH’ındır. O, dilediğini yaratır..."

لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَخْلُقُ مَا يَشَاء يَهَبُ لِمَنْ يَشَاء إِنَاثًا وَيَهَبُ لِمَن يَشَاء الذُّكُورَ
Resim---“Göklerin ve yerin mülkü ALLAH'ındır. Dilediği şeyi yaratır. Dilediğine kız (çocuk) ve dilediğine erkek (çocuk) bağışlar.” (eş-Şûrâ 42/49)

Âyetleri irade sıfatının naklî delillerindendir. ALLAH TeÂLÂ'nın iki türlü iradesi vardır.:

Tekvînî İrâde.:
Tekvînî (yapma, yaratma ile ilgili) irâde; bütün yaratıkları kapsamaktadır. Bu irâde, hangi şeye yönelik gerçekleşirse, o şey derhal meydana gelir. "Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sadece "ol" dememizdir. Hemen oluverir"


إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَن نَّقُولَ لَهُ كُن فَيَكُونُ
Resim---“Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “OL!” dememizdir. O, hemen olur.”
(en-Nahl 16/40)

Anlamındaki âyette belirtilen irade bu çeşit bir iradedir.

Teşrîî İrade.:
Teşrîî (yasama ile ilgili) iradeye dinî irade de denir. Yüce ALLAH’ın bir şeyi sevmesi ve ondan hoşnut olması, onu emretmesi demektir. ALLAH’ın bu mânadaki bir irade ile bir şeyi dilemiş olması, o şeyin meydana gelmesini gerekli kılmaz. "Muhakkak ki ALLAH adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emrediyor (irade ediyor)..."


إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Resim---“Muhakkak ki ALLAH, adaletli olmayı ve ihsanı ve akrabalara vermeyi emreder. Ve fuhuştan, münkerden (ALLAH'ın yasakladığı şeylerden) ve azgınlıktan (hakka tecâvüzden) sizi nehyeder. Böylece umulur ki siz, tezekkür edersiniz diye size öğüt veriyor.” (en-Nahl 16/90)

Meâlindeki âyetteki irade bu çeşit bir iradedir. Tekvînî irade hayra da şerre de, iyiliğe de kötülüğe de yönelik olarak gerçekleştiği halde teşrîî irade, sadece hayra ve iyiliğe yönelik olarak gerçekleşir. ALLAH, hayrı da şerri de irade edip yaratır. Ancak O’nun şerre rızâsı yoktur, şerri emretmez ve şerden hoşlanmaz..

6-) Kudret.: “Gücü yetmek” demektir. ALLAH sonsuz bir güç ve kudret sahibidir. Kudret sıfatının zıddı olan acizlik ve güç yetirememek (acz), ALLAH hakkında düşünülemez. O'nun kudretinin yetişemeyeceği hiçbir şey yoktur. Kâinatta her şey ALLAH’ın güç ve kudretiyle olmaktadır. Yıldızlar, galaksiler, bütün uzay, canlı-cansız tüm varlıklar ALLAH’ın kudretinin açık delilidir. Kur’ÂN'da ALLAH’ın kudreti ile ilgili olarak şöyle buyurulur: "ALLAH gece ile gündüzü birbirine çeviriyor. Şüphesiz bunda basiret sâhibleri için mutlak bir ibret vardır. ALLAH her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. ALLAH dilediğini yaratır. Şüphesiz ALLAH her şeye kadirdir"


يُقَلِّبُ اللَّهُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَعِبْرَةً لِّأُوْلِي الْأَبْصَارِ
Resim---“ALLAH, geceyi ve gündüzü (birbirine) çevirir. Muhakkak ki bunda basiret sahipleri için elbette ibret vardır.” (Nûr 24/44)

وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِن مَّاء فَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاء إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim---“ALLAH, her canlıyı SU’dan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. ALLAH, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz ALLAH, her şeye güç yetirendir.” (Nûr 24/45)

7-) Kelâm.: “Söylemek ve konuşmak” demektir. ALLAH bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar indirmiş, bazı peygamberler ile de konuşmuştur. Ezelî olan kelâm sıfatının mâhiyeti bizce bilinemez. Ses ve harflerden meydana gelmemiştir. Kelâmın zıddı olan konuşmamak ve dilsizlik, ALLAH hakkında düşünülemez. ALLAH kelâm sıfatıyla emreder, yasaklar ve haber verir.
Bu sıfatla ilgili olarak Kur’ÂN'da şöyle buyurulur: "Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de RABBi onunla konuşunca RABBim, bana (kendini) göster, seni göreyim dedi..."


وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
Resim---“Musâ (aleyhisselâm), tayin ettiğimiz (belirlediğimiz) zamanda gelince, RABBi onunla konuştu. (Musâ aleyhisselâm) şöyle dedi: “RABBim, bana (Kendini) göster, Sana bakayım.” (ALLAHû Tealâ): “Beni asla göremezsin. Ve fakat dağa bak! O, mekânını kararlı tutabilirse (yerinde durabilirse); o zaman sen, Beni görürsün.” buyurdu. RABBi, dağa tecelli ettiği zaman onu paramparça etti. Musâ (aleyhisselâm), bayılarak yere düştü. Sonra ayıldığı zaman: “Sen SübhÂN'sın (Seni tenzih ederim). Sana tövbe ederim. Ben, mü'minlerin ilkiyim.” dedi.” (el-A’râf 7/143)

"De ki: RABBimin sözlerini (yazmak) için bütün denizler mürekkeb olsa ve bir o kadar daha ilâve getirsek dahi, RABBimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir"

قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
Resim---“De ki: “Denizler, RABBimin kelimeleri için (kelimelerini yazmak için) mürekkeb olsaydı ve onun bir mislini daha imdada (yardıma) getirmiş olsaydık bile, RABBimin kelimeleri bitmeden, denizler mutlaka tükenirdi.” (el-Kehf 18/109)

8-.) Tekvîn.: “Yaratmak, yok olanı yokluktan varlığa çıkarmak” demektir. Yüce ALLAH yegâne yaratıcıdır. O, ezelî ilmiyle bilip dilediği her şeyi sonsuz güç ve kudretiyle yaratmıştır. Yaratmak, rızık vermek, diriltmek, öldürmek, ni’met vermek, azâb etmek ve şekil vermek tekvîn sıfatının sonuçlarıdır.
Bir âyette.: "ALLAH her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir" buyurulmuştur.


اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ
Resim---“ALLAH, herşeyin Yaratıcısı'dır ve O, herşeye VEKÎLdir.” (ez-Zümer 39/62)


*
**
****


Resim

Vâcib.: (Vücub. dan) (C.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan ALLAH'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit olmamakla beraber, her halde pek kuvvetli bir delil ile sâbit bulunan şeydir. (Vitir ve Bayram namazları gibi.) * İlm-i Kelâm'da: Varlığı zaruri olup, olmaması imkânsız bulunan.
Câiz.: Mümkün, olur, olabilir. * Fık: Yapılması sahih ve mübah olan herhangi bir fiil veya akit.
Telkin.: (C.: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce. * Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak. * Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz.
Meşîet.: Meşiyyet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

B-) MELEKLERE İMÂN.:

a-) MeLek Kavramı ve MeLekLere İmân.:

Sözlükte "haberci, elçi, güç ve kuvvet" anlamlarına gelen melek, ALLAH’ın emriyle çeşitli görevleri yerine getiren, gözle görülmeyen nûrânî ve ruhanî varlıktır.
Kur’ân'da meleklere imânın farz olduğunu bildiren birçok âyet vardır:


آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
Resim--- Resûl, RABBinden kendisine indirilene îmân etti ve mü'minler de, hepsi ALLAH'a, O'nun meleklerine, kitablarına ve resûllerine îmân etti. “Biz, O'nun resûlleri arasından (hiç) birini, diğerinden ayırmayız.” Ve “ışittik ve itaat ettik! Ve RABBimiz, Senin mağfiretini (dileriz). Ve masîr (varış) SANA'dır (SANA doğru yola çıkarız ve SANA ulaşırız).” dediler.”(el-Bakara 2/285)

"Peygamber RABBi tarafından kendisine indirilene imân etti, mü’minler de. Her biri ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine imân ettiler..." (el Bakara 2/285).
"...Asıl iyilik ALLAH’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere imân edenlerin iyi amelidir..." (el-Bakara 2/177).
Meleklere inanmayan kişi, bu âyetlerin hükmünü inkâr ettiği için kâfir olur. Ayrıca Cenâb-ı Hak, Kur’ân'da meleklere düşman olanları kâfir diye nitelemiş ve böyle kimselerin ALLAH düşmanı olduğunu vurgulamıştır (el Bakara 2/98).
Meleklere inanmamak, dolaylı olarak vahyi, peygamberi, peygamberin getirdiği kitabı ve tebliğ ettiği dini de inkâr etmek anlamına gelir. Çünkü dinî hükümler, peygamberlere melek aracılığıyla indirilmiştir.

b-) MeLekLerin Mahiyeti.:

Melekler duyu organlarıyla algılanamayan, gözle görülmeyen, sürekli ALLAH’a kulluk eden, asla günah işlemeyen, nûrânî ve ruhanî varlıklardır. Bu sebeble onlar hakkındaki tek bilgi kaynağı âyetler ve sahih hadislerdir. Onun ötesinde bir şey söylemek mümkün değildir. Meleklerin gözle görülmez, duyu organlarıyla algılanamaz varlıklar oluşu, inkâr edilmeleri için bir gerekçe olamaz. Gerek akla gerekse pozitif bilimlere dayanılarak, meleklerin var veya yok olduklarına dair kesin deliller ileri sürülemez. Çünkü melekler, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dişında kalan fizik ötesi varlıklardır. Şartlanmamış insan aklı da meleklerin varlığını imkânsız değil, câiz ve mümkün görür.

c-) MeLekLerin ÖzeLLikLeri.:

Melekleri diğer varlıklardan ayıran birtakım özellikler vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür.:
1-) Melekler nûrdan yaratılmış; yemek, içmek, erkeklik, dişilik, uyumak, yorulmak, usanmak, gençlik, ihtiyarlık gibi fiillerden ve özelliklerden arınmış nûrânî ve ruhanî varlıklardır: "...O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibâdet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar. Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz (ALLAH’ı) tesbih ederler" (el-Enbiyâ 21/19-20), "Onlar rahmânın kulları olan melekleri dişi kabul ettiler. Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şâhidlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir" (ez-Zuhruf 43/19); ayrıca bk. es-Sâffât 37/149; en-Necm 53/27-28).

2-) Melekler ALLAH’a isyan etmezler, ALLAH’ın emrinden çıkmazlar, asla günah işlemezler, hangi iş için yaratılmış iseler o işi yaparlar. "Onlar, üstlerindeki RABBlerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar" (en-Nahl 16/50; ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/26-28; et-Tahrîm 66/6).

3-) Melekler, son derece süratli, güçlü ve kuvvetli varlıklardır: "Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan ALLAH’a hamdolsun. O, yaratmada dilediği artırmayı yapar. Şüphesiz ALLAH her şeye gücü yetendir" (el-Fâtır 35/1). İslâmî kaynaklarda meleklerin kanatları olduğu bildirilmekle birlikte bu kanatların mahiyeti konusunda bir şey söylemek mümkün değildir. Meleklerin nûrânî varlıklar olduğu göz önünde tutulursa, bunları kuş veya uçak kanatları gibi maddî nitelemelere konu etmenin doğru olmayacağı ortadadır. Kanatların mahiyetini ancak ALLAH ve melekleri gören peygamberler bilebilirler. Meleklerin kanatları onların sûretini, kanatlarının fazlalığı onların güç ve sürat yönünden derecelerini, ALLAH katındaki değerlerini gösterdiği şeklinde anlaşılabilir.

4-) Melekler ALLAH’ın emir ve izniyle çeşitli şekil ve kılıklara bürünebilirler. Cebrâil (aleyhisselâm) Peygamber aleyhisselâm'a ashaptan Dihye şeklinde görünmüş, bazan kimsenin tanımadığı bir insan şeklinde gelmiştir. Yine Cebrâil (aleyhisselâm), Hz. Meryem aleyhasselâm'a bir insan şeklinde görünmüş (Meryem 19/16-17), meleklerden bir grup, Hz. İbrâhim aleyhisselâm'a bir oğlu olacağı müjdesini getiren insanlar şeklinde gelmiş, o da onları misâfir zannederek kendilerine yemek hazırlamış, fakat yemediklerini görünce korkmuş, sonra da melek olduklarını anlamıştır (Hûd 11/69-70). Bu âyetten meleklerin yiyip içmedikleri sonucu da çıkmaktadır.

5-) Melekler gözle görünmezler. Onların görünmeyişleri, yok olduklarından değil, insan gözünün onları görebilecek kabiliyet ve kapasitede yaratılmamış olmasındandır. Melekler peygamberler tarafından aslî şekilleriyle görülmüşlerdir. Asıl şekillerinden çıkıp bir başka maddî şekle, meselâ insan şekline girmeleri durumunda diğer insanlarca da görülmeleri mümkün olur. Cibrîl hadisi diye bilinen, imân, islâm ve ihsân kavramlarının tanımlarının yapıldığı hadiste
belirtildiği gibi, Cebrâil ashap tarafından insan şeklinde görülmüştür (bk. Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15).

6-) Melekler gaybı bilemezler. Çünkü gaybı, ancak ALLAH bilir. Eğer ALLAHtarafından kendilerine gayba dair bir bilgi verilmiş ise, ancak o kadarını bilebilirler. Kur’ân'da ifâde edildiğine göre ALLAH, Hz. Âdem'e varlıkların isimlerini öğretmiş, sonra da isimlerin verildiği varlıkları meleklere göstererek, bunların isimlerini haber vermelerini onlardan istemiş, bunun üzerine melekler "Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan sensin" demişlerdir. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak Hz. Âdem'in, varlıkların isimlerini haber vermesini emretmiş, o da söyleyiverince şöyle seslenmiştir: "Size demedim mi ki, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ben bilirim. Neyi açıklarsanız neyi de gizlemişseniz ben bilirim" (el-Bakara 2/31-33).

d-) MeLekLerin GörevLeri ve ÇeşitLeri.:

Âyet ve hadislerde sayıları hakkında herhangi bir bilgi bulunmayan fakat pek çok oldukları anlaşılan meleklerin temel görevleri ALLAH’a kulluk ve O, neyi emrederse onu yerine getirmektir. Melekler görevleri açısından şu gruplarda incelenebilirler: Cebrâil, dört büyük melekten biridir. ALLAH tarafından vahiy getirmekle görevlidir. Cebrâil'e (aleyhisselâm) güvenilir ruh anlamına gelen "er-Rûhu'l-emîn" de denilmiştir: "O (Kur’ân'ı) korkutuculardan olasın diye Rûhulemîn senin kalbine indirmiştir" (eş-Şuarâ 26/193-194). Bir başka âyette de ona “Rûhu’l- kudüs” adı verilmiştir: "...Kur’ân'ı RABBinden hak olarak Rûhulkudüs indirmiştir" (en-Nahl 16/102). Cebrâil, meleklerin en üstünü ve en büyüğü, ALLAH’a en yakını olduğu için kendisine “Meleklerin Efendisi” anlamında seyyidü'l-melâike denilmiştir. Mîkâîl, dört büyük melekten biri olup, kâinattaki tabii olayları ve yaratıkların rızıklarını idare etmekle görevlidir. İsrâfîl, sûra üflemekle görevli melektir. İsrâfil, sûra iki kez üfleyecek, ilkinde kıyamet kopacak, ikincisinde ise tekrar diriliş meydana gelecektir. Azrâil ise, görevi ölüm sırasında canlıların ruhunu almak olduğu için "melekü'l-mevt" (ölüm meleği) adıyla anılmıştır: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra RABBinize döndürüleceksiniz" (es-Secde 32/11).
Kirâmen Kâtibîn, insanın sağında ve solunda bulunan iki meleğin adıdır. Sağdaki melek iyi iş ve davranışları, soldaki ise kötü iş ve davranışları tesbit etmekle görevlidir. Hafaza melekleri adı da verilen bu melekler kıyamet günü hesab sırasında yapılan işlere şâhidlik de edeceklerdir. Kur’ân'da bu melekler hakkında şöyle buyurulmuştur: "İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarınızı yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın" (Kaf 50/17-18), "Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler" (el-İnfitâr 82/10-12; ayrıca bk. ez-Zuhruf 43/80).
Münker ve Nekir, ölümden sonra kabirde sorgu ile görevli iki melektir. “Bilinmeyen, tanınmayan, yadırganan” anlamındaki münker ve nekir, mezârdaki ölüye, hiç görmediği bir şekilde görünecekleri için bu ismi almışlardır. Bu iki melek kabirde ölülere, "RABBin kim? Peygamberin kim? Kitabın ne?" diye sorular yöneltecekler, alacakları cevaplara göre ölüye iyi veya kötü davranacaklardır.
Hamele-i Arş, arşı taşıyan meleklerin adıdır. Kur’ân'da haklarında şöyle buyurulur: "Arşı yüklenen, bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler) RABBlerini hamd ile tesbih ederler. O'na imân ederler..." (el-Mü'min 40/7; ayrıca bk. el-Hâkka 69/17).
Mukarrebûn ve İlliyyûn adıyla anılan melekler, ALLAH’ı tesbih ve anmakla görevli olup, ALLAH’a çok yakın ve O'nun katında şerefli mevkii bulunan meleklerdir (en-Nisâ 4/172). Cennet ve cehennemdeki işleri yürütmekle görevli melekler de vardır Cennet ve cehennemdeki işleri yürütmekle görevli melekler de vardır (bk. er-Ra’d 13/23-24; et-Tahrîm 66/6; elMüddessir 74/29-31). Bunlardan başka, insanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilham etmekle (Tirmizî, “Tefsîr”, 3), namaz kılanlarla birlikte Fâtiha sûresinin bitiminde "âmin" demekle (Buhârî, “Ezân”, 111, 112; “Da’avât”, 63; Müslim, “Salât”, 18), hergün sabah ve ikindi namazlarında mü’minlerle birlikte olmakla (Buhârî, “Mevâkît”, 16; Müslim, “Mesâcid”, 37), Kur’ân okurken yeryüzüne inmekle (Buhârî, Fezâilü'l-Kur'ân, 15; Müslim, “Müsâfirîn”, 36), sokakları ve yolları dolaşıp zikir, Kur’ân ve ilim meclislerini arayıp bulmakla (Buhârî, “Da’avât”, 66; Müslim, “Zikr”, 8, mü’minlere (Ahzâb 33/43) özellikle bilgin olan mü’minlere rahmet okumakla (Tirmizî, “İlim”, 19), sadece ALLAH’a hamd ve secde etmekle (A’râf 7/206) görevli melekler de vardır.

e-) İnsanLarLa MeLekLer Arasındaki ÜstünLük Derecesi.:

Ehl-i Sünnet'e göre insanlar içinden seçilen peygamberler, meleklerin peygamberleri durumunda olan büyük meleklerden daha üstündür. Çünkü Yüce ALLAHinsan için "halife" tabirini kullanarak (el-Bakara 2/30) onu melekler karşısında yüceltmiş, Hz. Âdem'e secde etmeleri için meleklere emretmiş, eşyâ ve âlemi meleklere gösterip bunların adlarını sorduğu zaman melekler cevap verememiş, Hz. Âdem ise birer birer saymıştır (el-Bakara 2/3134). Ayrıca meleklerin ALLAH’a kullukları ve hayırlı şeyleri yapmaları, iradeye bağlı olmayan hareketlerdir. Halbuki insan ALLAH’a kulluğunu ve iyi işleri, kendisini doğru yoldan ayıracak pek çok engeli aşarak yapar. Bütün bunlar insan cinsinin melek cinsinden üstün olduğunu gösterir. Meleklerin önde gelenleri, peygamber olmayan bütün insanlardan; takvâ sahibi mü’minler, şehidler, sâlih amel işleyenler, dinde dosdoğru hareket edenler, diğer meleklerden; diğer melekler de insanların kâfir, münâfık, müşrik, inancı bozuk, amelsiz, ahlâksız olanlarından daha üstündür.

f-) Cin ve Şeytân.:

aa-) Cin.:
Sözlükte, "gizli ve örtülü varlık, görülmeyen şey" anlamına gelen cin, terim olarak duyu organlarıyla algılanamayan, çeşitli şekillere girebilen; ateşten yaratılmış, mânevî, ruhanî ve gizli varlıklara verilen bir addır. “Cin” kelimesi geniş anlamıyla ele alındığında, insan kelimesinin karşıtı olarak kullanılır ve herhangi bir kayıtla sınırlandırılmamışsa, duyu organlarından gizlenmiş bütün mânevî varlıkları ifâde eder. Dar anlamıyla ise cin kelimesi, ruhanî varlıkların bir kısmını belirtmek için kullanılır. Çünkü gözle görülmeyen ruhanî varlıklar: Hayırlı olan ve ALLAH’ın emrinden çıkmayan ve insana iyi şeyler ilham eden melekler, insanı aldatan ve şerre yönelten şeytânlar, hem hayırlıları hem de şerlileri bulunan cinler, olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Cinler, duyu organlarıyla algılanamayan varlıklar olduğu için, onlar hakkındaki tek bilgi kaynağı vahiydir. Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadisler, cinlerden bahsetmekte, doğru düşünebilen akıl da bunu imkânsız görmemektedir. İnsanların cinleri göremeyişi, gözlerinin cinleri görecek yetenekte yaratılmamış olmasındandır. Kur’ân'a göre insan topraktan, cinler ise ateşten yaratılmıştır: "Cinleri öz ateşten yarattı" (er-Rahmân 55/15), "Andolsun biz insanı, kuru kara çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yarattık" (el-Hicr 15/26-27). Sonuncu âyet cin türünün insan türünden önce yaratıldığını da göstermektedir. Kur’ân'da cinlerden bahseden, yirmi sekiz âyetten oluşan ve Cin sûresi diye bilinen bir sûre bulunmaktadır. Bu sûrede de dile getirildiği gibi, cinler çeşitli gruplara bölünmüşlerdir. Cinlerin bir kısmı müslümandır. Bir kısmı da kâfirdir. Kâfir olanları cinlerin çoğunluğunu oluştururlar. Cinlerin mü’min olanları, mü’minlerle beraber cennette, kâfir olanları da kâfirlerle beraber cehennemde kalacaklardır.
Cinler çeşitli şekillere girebilecek ve insanların yapamayacağı bazı işlerin üstesinden gelebilecek yetenekte yaratılmıştır. Hz. Süleyman Sebe melikesinin tahtını getirtmek istediğinde cinlerden birinin, o henüz yerinden kalkmadan tahtı getirebileceğini söylemesi (en-Neml 27/39) bunu göstermektedir. Cinin Hz. Süleyman'la karşılıklı konuşması, onların gözle görülebilecek bir şekle girebileceklerine işarettir. ALLAH cinleri Hz. Süleyman'ın emrine vermiş, o da cinleri ağır ve meşâkkatli işlerde kullanmıştır.
Cinlerin mutlak gayba dair bilgileri yoktur. Ancak hayat sürelerinin uzunluğu, ruhanî ve mânevî varlıklar olmaları, meleklerden haber çalmaları gibi sebeblerle, insanların bilmediği, geçmişe ve şu ana ait bazı olayları bilebilirler. Ancak bu durum, cinlerin insandan daha üstün varlıklar olduğunu göstermez. Bir âyette, "Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda) yere yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azâb içinde kalmazlardı" (Sebe’ 34/14) buyurularak, onların gaybı bilmedikleri açık bir şekilde ortaya konulmuştur.
Cinler de insanlar gibi imân ve ilâhî emirlere itaat etmekle yükümlüdürler: "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (ezZâriyât 51/56). Cinler tıpkı insanlar gibi yerler, içerler, evlenir ve çoğalırlar, erkeklik ve dişilikleri vardır, doğar, büyür ve ölürler. Ancak cinlerin ömrü, insanlarınkine göre epeyce uzundur.
Bazı durumlarda cinlerin insanlara zarar vermesi söz konusu olabilirse de, müslüman bir kimsenin cinlerden korkmaması ve ALLAH’ın izni olmadan, bir varlığın başka bir varlığa zarar veremeyeceğine gönülden inanması gerekir. Diğer varlıklardan gelebilecek zararlara karşı ALLAH’a sığınmak gerektiği gibi cinlerden gelebilecek zararlar hususunda da aynı tutum gösterilmelidir. Nitekim Peygamber aleyhisselâm'in de cinlerin insanları etkilemesine karşı Âyetü'lkürsî'yi, Felâk ve Nâs sûrelerini okuduğu bilinmektedir (bk. Buhârî, “Vekâle”, 10; “Fezâilü'l-Kur'ân”, 10; Tirmizî, “Tıb”, 16). Müslümanlar, cinlerden zarar gördüklerini sandıkları durumlarda Peygamber aleyhisselâm'den öğrendiği tedbirlerle yetinmeli, câhil cinci ve üfürükçülerin tuzağına düşmekten sakınmalıdırlar.

bb-) Şeytân.:
Gözle görülmeyen fakat varlığı kesin olan, azgınlık ve kötülükte çok ileri giden, kibirli, âsi, insanları saptırmaya çalışan cinlere şeytân adı verilir. Kur'ân-ı Kerîm'de ilk şeytândan İblîs diye söz edilir, İblîs, azmış ve RABBinin buyruğuna isyan ederek sapıklığa düşmüş cinlerdendir. "Hani biz meleklere Âdem'e secde edin demiştik. İblîs hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu" (el-Bakara 2/34) anlamındaki âyet, onun melek olduğunu göstermez. Çünkü bu âyette, ifâdenin çoğunluğa göre düzenlenmesi kuralına uygun bir üslûp kullanılmıştır. "...İblîs cinlerdendi; RABBinin emrinden dışarı çıktı..." (el-Kehf 18/50) âyetinden de açıkça anlaşılacağı gibi, aslında o bir cindir. ALLAH’a ibâdet ederek derecesini yükseltmiş, melekler arasına karışmış, daha sonra da isyanı yüzünden bu konumunu yitirmiştir. Melekler ve cinler gibi duyu organlarıyla algılanamayan fakat varlığı Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadislerde kesin biçimde haber verilen şeytân, ateşten yaratılmıştır. Hz. Âdem'in çamurdan, kendisinin ise ateşten yaratıldığı gerekçesiyle ondan üstün olduğunu iddia etmiş, Âdem'e secde etmekten kaçınmış, ALLAH’ın lânetine uğramış ve O'nun huzurundan kovulmuştur. Daha sonra Hz. Âdem ve eşi Havvâ'yı yanıltarak, onların cennetten çıkarılmalarına sebeb olmuştur. Şeytân ilk insandan beri bütün insanlara kötülükleri, küfür ve günahları süsleyip güzel göstermiş, insanları hak yoldan uzaklaştırmak için elinden geleni yapmıştır. ALLAH’ın gösterdiği dosdoğru yoldan uzaklaşmak, yasakları çiğnemek, şeytâna imkân ve fırsat vermek demektir. Sapıklık ve azgınlıkta devam edenler, şeytânın kendilerini çepeçevre kuşatmasına, kendilerinin de şeytânın esiri olmalarına sebeb olurlar. Yüce ALLAH insanları şeytânın düşmanlığına, hile ve aldatmacalarına karşı uyarmıştır: "Çünkü şeytân sizin düşmanınızdır. Siz de onu bir düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır" (el-Fâtır 35/6). Dünyâda insanları hak ve hakikatten uzaklaştıran şeytân, âhirette de onları işledikleri ile başbaşa bırakacak, bu konuda kendisini suçlamamalarını söyleyecektir. Şeytânlar, her peygambere düşman kılındığı gibi, her insanı yoldan çıkarmaya çalışacak ve kötü şeyleri süslü gösterip, yasakları çiğnemeye teşvik edecek bir şeytânın bulunacağı da Peygamber aleyhisselâm tarafından bildirilmiştir (bk. Müslim, “Münâfikun", 11).
Yüce ALLAH, Kur’ân okunduğunda kovulmuş şeytândan kendisine sığınılmasını emrettikten sonra, ALLAH’a içtenlikle inanıp ibâdet eden, yasaklarını çiğnemeyen kimseler üzerinde şeytânın hiçbir etki ve hâkimiyetinin olmayacağını ifâde etmiştir (bk. en-Nahl 16/98; el-İsrâ 17/65; el-A’râf 7/21).
ALLAH TeÂLÂ varlıkları, biri diğerinden ayırt edilebilsin ve aralarındaki fark insanlarca kolaylıkla anlaşılabilsin diye zıtlarıyla birlikte yarattığından, şeytânı da yaratıkların en temiz ve en şereflilerinden olan, hak ve hayrı tavsiye eden meleklerin varlığına zıt ve alternatif olarak yaratmıştır. Çünkü belli fiillerin ibâdet, hayır, güzel ve iyi oluşu, ancak zıtlarının varlığı ile bilinebilir ki, insanlara şer ve çirkin fiillerde yol gösteren de şeytândır..


*
**
****


Resim

Melâike.: (Melek. c.) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları sabit, kendileri ma'sum mahluklar.
Cebrâil aleyhisselâm.: (Cebril, Cibril) Cenab-ı Hakk'ın emirlerini Peygamberlere (aleyhisselâm) bildiren büyük melek. Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (aleyhisselâm Kur'ân-ı Azimüşşân'ı vahiyle getiren melek (aleyhisselâm).
Mîkâîl aleyhisselâm.: Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi.
İsrâfil aleyhisselâm.: Dört büyük melekten biri olup Kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh etmeğe ve Sur'u üfürmeğe vazifelidir.
Azrâil aleyhisselâm.: Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm de bir rahmettir. Ölüm, meşakkatli dünya hayatından terhis olma ve ebedî âleme yolculuktur. İnanmıyanların ölümden çok korkmaları ve hatırlarına getirmekten ürkmeleri bundandır. Azrâil (aleyhisselâm) müslümana göre ebediyet âlemine yolculuğun dâvetçisi; hastalık, kaza vs. sebepler, ölüm için bahane ve sebeplerdir. Azrâil (aleyhisselâm) bu sebeplerin arkasında görevini yerine getirir.
Münker.: ALLAH'ın (celle celâlihu) râzı olmadığı şey. İnkâr edilmiş olan. Şeriatın kabâhat ve haram diye bildirdiği şey. Makbul ve müstehab olmayıp, günah ve kabahat olan. Mezardaki suâl meleklerinden birisinin ismi. Diğerinin ise "Nekir" dir.
Nekir.: Mezarda iki sual meleğinden birisinin adı..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

C-) KİTAPLARA İMÂN.:

a-) MeLek KAVRAMI ve MeLekLere İMÂN.:

Kitab, sözlükte "yazmak ve yazılı belge" anlamına gelir. Terim olarak ise, ALLAH TeÂLÂ'nın kullarına yol göstermek ve aydınlatmak üzere peygamberine vahyettiği sözlere ve bunun yaziyâ geçirilmiş şekline denilir. Çoğulu "kütüb"dür. Hıristiyan ve yahudilere ilâhî kitab olarak İncil ve Tevrat verildiğinden onlara "Ehl-i kitab" denilmiştir. İlâhî kitablara ALLAH celle celâlihu katından indirilmiş olması sebebiyle "kütüb-i münzele" veya "semâvî kitablar" da denilir.
Kitablara imân, ALLAH celle celâlihu tarafından bazı peygamberlere kitablar indirildiğine ve bu kitabların içeriğinin tümüyle doğru ve gerçek olduğuna inanmak demektir. Yüce ALLAH celle celâlihu Peygamber aleyhisselâm'a.: "İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emr olunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben ALLAH’ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emr olundum..." diye hitab etmiştir.


فَلِذَلِكَ فَادْعُ وَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ وَقُلْ آمَنتُ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِن كِتَابٍ وَأُمِرْتُ لِأَعْدِلَ بَيْنَكُمُ اللَّهُ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ لَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ لَا حُجَّةَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ اللَّهُ يَجْمَعُ بَيْنَنَا وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ
Resim---“İşte bunun için, artık sen onları davet et. Ve emr olunduğun gibi istikâmet üzere (ALLAH'a doğru) ol. Ve onların heveslerine tâbî olma. Ve onlara de ki: “ALLAH'ın kitaptan indirdiği şeye îmân ettim. Ve sizin aranızda adil (adaletli) olmakla emrolundum. ALLAH, sizin de RABBiniz bizim de RABBimiz. Bizim amelimiz bize, sizin ameliniz size. Sizinle bizim aramızda bir hüccet (çekişme) yoktur. ALLAH, bizi biraraya toplayacak. Ve dönüş, O'na (ALLAH'adır).” (Şûrâ 42/15)

Mü’minlere de.: "Ey imân edenler, ALLAH’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba imân ediniz. Kim ALLAH’ı, meleklerini, kitablarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam mânâsıyla sapıtmıştır.” buyurarak, kitablara inanmanın bir imân esası olduğunu belirtmiştir.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِيَ أَنزَلَ مِن قَبْلُ وَمَن يَكْفُرْ بِاللّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
Resim---“Ey iman edenler! ALLAH'a ve O'nun RESÛLü’ne ve RESÛLü’ne indirdiği Kitab'a (Kur’ÂN-ı Kerîm’e) ve daha önce indirdiği Kitab'a îmân edin. Ve kim, ALLAH'ı, meleklerini, kitablarını, resûllerini ve yevmi’l- âhiri (sonraki âhir gününü) inkâr ederse, o takdirde uzak bir dalâletle sapmış olur.” (Nisâ 4/136)

İslâm'da imân esasları birbiriyle bağlantılı ve birbirinden ayrılmaz olduğu için kitablara imân diğer esaslardan ayrılmaz. ALLAH celle celâlihu’ya inanmak, bizi O'nun birer yol gösterici olan peygamberler gönderdiğini kabul etme sonucuna götürür. Peygamberlere imân da onların ALLAH celle celâlihu’dan getirip tebliğ ettiklerini tasdik etmeyi gerektirir. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şeyler de ALLAH celle celâlihu’nun kitablarıdır.
Her ilâhî kitab bir peygamber aracılığıyla gönderilmiştir. Kendisine kitab indirilen peygamber de, ondaki emir ve yasakların uygulanmasını göstermiş ve bunların yaşanabilir olduğunu ortaya koymuştur. İlâhî kitablar konusu ALLAH celle celâlihu’nun kelâm sıfatı ile ilgilidir, bu sıfatın eseridir. Peygamberlerine vahiy yoluyla bildirildiği mesajının ortaya çıkmış şeklidir. Peygambere indirilen kitablara "İlâhî Kitab" denilmesinin sebebi, bu kitabların ALLAH celle celâlihu tarafından gönderilmesi, söz ve içerik olarak onlarda hiçbir beşer katkısının bulunmamasıdır. Bizler bugün kitabların şu andaki şekillerine değil, ALLAH celle celâlihu’dan gelen bozulmamış şekillerine inanmakla yükümlüyüz. Çünkü İlâhî Kitablara inanmadıkça kişinin imânı gerçekleşemez. İlâhî Kitablardan bir kısmı tamamen kaybolmuş, bugün için elimizde ondan hiçbir şey kalmamıştır. Hz. İbrâhim aleyhisselâm'ın sahifeleri böyledir. Tevrat, Zebûr ve İncil ise zamanla insanların iyi veya kötü niyetli müdahaleleri sonucu değişikliğe ve bozulmaya uğramıştır. ALLAH celle celâlihu’nun vahyettiği şekilde varlığını korumuş, hiçbir bozulma ve değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş ve kıyamete kadar da bu özelliğini sürdürecek olan yegâne kitab Kur’ÂN-ı Kerîm'dir: "Kur’ÂN'ı kesinlikle biz indirdik. Elbette onu yine biz koruyacağız" âyetiyle ALLAH celle celâlihu, insanlara Kur’ÂN'ın ilâhî koruma altında bulunduğunu ve kıyamete kadar değişikliğe uğramadan kalacağını bildirmektedir.


إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
Resim---“Muhakkak ki zikri (Kur’ÂN-ı Kerim'i), BİZ indirdik. O'nun koruyucuları (da) mutlaka BİZiz.” (Hicr 15/9)

Kur’ÂN-ı Kerîm, kendinden önceki kitabları tasdik etmiş, fakat onların koymuş olduğu bazı hükümleri ortadan kaldırarak yeni hükümler getirmiştir. Mü’min olabilmek için, Peygamber aleyhisselâm’a ve ona indirilen Kur’ÂN'a uymayı ısrarla vurgulamıştır.: bk. Âl-i İmrân 3/31; en-Nisâ 4/47; el-Mâide 5/15; el-En’âm 6/153; el-A’râf 7/3..

قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Resim---“De ki: “Eğer siz ALLAH'ı seviyorsanız, o takdirde bana tâbi olunuz ki ALLAH da sizi sevsin ve sizin günahlarınızı mağfiret etsin (sevâba çevirsin). Ve ALLAH "Gafûr"dur, "Rahîm"dir.” (Âl-i İmrân 3/31)

Buna göre Ehl-i kitabın mü’min diye nitelenebilmesi ve kurtuluşa erişebilmesi için Peygamber aleyhisselâm’ı ve Kur’ÂN'ın hükümlerini gönülden benimsemesi gerekmektedir. Peygamber göndermek ve kitab indirmek ALLAH celle celâlihu için bir görev ve zorunluluk değildir. Fakat insanların peygamberlere ve kitablara ihtiyacı vardır. Gerçi insan yaratılırken birtakım yeteneklerle donatılmıştır. Bu yetenekler sayesinde insan kendi gayretiyle kendisi, çevresi ve diğer yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinebilir, birtakım gerçekleri kavrayabilir. Fakat bütün bunlar sınırlı ve kendi gücü oranındadır. İnsanın gücünü aşan hususlarda, yeterli olmadığı konularda ilâhî yardıma, vahye ve kudsal kitaba olan ihtiyacı ortadadır. İnsanın bu ihtiyacını en iyi bilen ALLAH celle celâlihu, kuluna bir lutuf ve ikram olarak peygamberleri aracılığıyla kitablar indirmiş ve yol göstermiştir. İlâhî kitablar indirildiği ümmet için ALLAH celle celâlihu’nun hükümlerinin açıklandığı ilk kaynaktır. Dinin inanç esasları, amelî ve ahlâkî hükümleri, farz ve haramlar kitab ile belirlenir. İlâhî kitablar doğrudan ALLAH celle celâlihu katından gelir. Bu bakımdan hem söz hem de mânâ açısından ALLAH celle celâlihu kelâmıdır. İlâhî kitabların hedefi ise insanlığı sapıklıktan kurtarmak, hidâyete, iyiliğe, aydınlığa çıkarmak ve sonunda iki dünyâda mutlu kılmaktır..

b-) İLÂHÎ KİTABLARa İMÂN.:

İlâhî kitablar ALLAH celle celâlihu kelâmı olmak bakımından aralarında farklılık bulunmamasına rağmen, hacimleri ve hitap ettikleri kitlenin büyüklüğüne göre, suhuf ve kitab olmak üzere ikiye ayrılırlar.:

aa-) SuHuf.:
Sahife kelimesinin çoğulu olan suhuf, dar bir çevrede, küçük topluluklara, ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde indirilen birkaç sayfadan oluşmuş küçük kitab ve risâlelere denilir. Kur’ÂN-ı Kerîm'de İbrâhim aleyhisselâm ve Mûsâ aleyhisselâm'a indirilen sayfalardan bahseden iki âyet vardır.: en-Necm 53/36-37; el-A’lâ 87/14-19..

Bunun dışında Kur’ÂN'da ve mütevâtir hadislerde suhuf ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. Ebû Zer'den rivâyet edilen bir zayıf hadise göre sayfaların sayısı 100 olup şu peygamberlere indirilmiştir:
Hz. Âdem aleyhisselâm'a 10 sayfa,
Hz. Şît aleyhisselâm'a 50 sayfa,
Hz. İdrîs aleyhisselâm'a 30 sayfa,
Hz. İbrâhim aleyhisselâm’a 10 sayfa..

(Süyûtî, ed-Dürrü'l-mensûr, VIII, 489; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XV, 141-142.)

Bugün bu sayfalardan elimizde hiçbir şey yoktur. Suhufa göre daha hacimli ve kitab şeklinde olan ve evrensel mesajlar içeren ilâhî kitablar ise Tevrat, Zebûr, İncil ve Kur’ÂN olmak üzere dört tanedir.

bb-) TeVRat.:
Tevrat İbrânîce bir kelime olup "kanun, şeriat ve öğreti" anlamlarına gelir. Hz. Mûsâ aleyhisselâm'a indirilmiştir. Tevrat'a Ahd-i Atîk ve Ahd-i Kadîm de (Eski Ahid) denilir. Tevrat'ın aslının ALLAH celle celâlihu kelâmı ve peygamberine indirdiği kudsal bir kitabı olduğuna inanmak her müslümana farz olup, bunu inkâr etmek kişiyi küfre düşürür. Çünkü Kur’ÂN-ı Kerîm'de Tevrat'ın ALLAH celle celâlihu’nun kudsal kitablarından biri olduğu açıklanmıştır: "Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik..."


إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُواْ لِلَّذِينَ هَادُواْ وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُواْ مِن كِتَابِ اللّهِ وَكَانُواْ عَلَيْهِ شُهَدَاء فَلاَ تَخْشَوُاْ النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلاً وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
Resim---“Muhakkak ki Tevrat'ı BİZ indirdik, onda hidâyet ve nur vardır. Kendileri (HAKk'a) teslim olmuş peygamberler, yahudilere, onunla hükmeder. RABBanîler (kendilerini RABB'lerine adamış olanlar) ve Ahbâr olanlar da (zâhidler, yahudi âlimler, hahamlar) ALLAH'ın Kitab'ından korumakla görevli oldukları ile hüküm verirler ve onlar, onun üzerine şahidler oldular. Artık insanlardan korkmayın, BEN'den korkun ve BENim âyetlerimi az bir değere satmayın. Ve kim, ALLAH'ın indirdiği ile hükmetmezse, o takdirde işte onlar, onlar kâfirlerdir.” (Mâide 5/44)

Tevrat Hz. Mûsâ aleyhisselâm aracılığıyla İsrâiloğulları'na gönderilmiştir. Ancak onlar tarihte yaşadıkları sürgün ve esirlik dönemlerinde Tevrat'ın ALLAH celle celâlihu’dan gelen şeklini koruyamamışlardır. Tevrat'ın asıl nüshası kaybolunca, yahudi din bilginleri tarafından kaleme alınan Tevrat nüshaları ortaya çıkmıştır. Bugün elde mevcut olan Tevrat tahrif edilmiş, bütünüyle ilâhî kitab olma özelliğini yitirmiştir..

cc-) Zebûr.:
Kelime olarak “yazılı şey ve kitab” anlamına gelen Zebûr, Hz. Dâvûd aleyhisselâm'a indirilmiş olan ilâhî kitabın adıdır. Bu konuda Kur’ÂN'da şöyle buyurulur: "...Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Dâvûd aleyhisselâm’a da Zebûr'u verdik"


وَرَبُّكَ أَعْلَمُ بِمَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيِّينَ عَلَى بَعْضٍ وَآتَيْنَا دَاوُودَ زَبُورًا
Resim---“Ve RABBin, semâlarda (7 kat göklerde) ve yeryüzünde olan kimseleri iyi bilir. Andolsun ki bir kısım nebîleri, diğerlerine üstün kıldık. Ve Dâvud (aleyhisselâm)'a Zebûr'u verdik.” (İsrâ 17/55)

Zebûr, ilâhî kitabların en küçüğü olup, yeni dinî hükümler getirmemiştir. Bugün elde mevcut olan Zebûr nüshaları, lirik söyleyiş ve ilâhîlerden, ALLAH celle celâlihu’ya övgü ve hikmetli sözlerden ve birtakım nasihatlardan meydana gelmiştir. “Mezmûrlar” adıyla Eski Ahid'de yer almaktadır..

dd-) İNCİL.:
İncil kelime olarak “müjde, tâlim ve öğretici” anlamına gelir. Hz. Îsâ aleyhisselâm aracılığıyla İsrâiloğulları'na indirilmiştir: "Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerinde, Meryem oğlu Îsâ'yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidâyet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik"


وَقَفَّيْنَا عَلَى آثَارِهِم بِعَيسَى ابْنِ مَرْيَمَ مُصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ التَّوْرَاةِ وَآتَيْنَاهُ الإِنجِيلَ فِيهِ هُدًى وَنُورٌ وَمُصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ التَّوْرَاةِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ
Resim---“Onların izleri üzerine, Tevrat'tan ellerinde bulunanı tasdik edici olarak Hz. Meryem'in oğlu İsâ'yı gönderdik. Ve ona, içinde bir hidâyet ve bir nur olan, Tevrat'tan ellerinde bulunanı tasdik eden ve müttekîler (takvâ sahibleri) için, hidâyete erdirici ve vaaz edici (öğüt verici) olan İncil'i verdik.” (Mâide 5/46)

İncil'e, ALLAH celle celâlihu’dan Hz. Îsâ aleyhisselâm'a indirildiği şekliyle inanmak imânın gereklerindendir. Fakat bugün İncil'in orijinal metni de diğer bozulmuş kitablar gibi elde yoktur. Bozulmuş ve insanlar tarafından müdahaleye mâruz kalmış şekli vardır. İncil'e Ahd-i Cedîd de (Yeni Ahid) denilir. Bir müslümana önceki kudsal kitablarda bulunan bir hususun haber verilmesi durumunda; eğer bu husus, Kur’ÂN ve sahih hadislerdeki bilgilere uygunsa kabul edilir. Âyet ve hadislere aykırı ise reddedilir. Âyet ve hadislerde hiç bahsedilmiyor ve İslâm'ın temel prensiplerine de zıt düşmüyorsa Peygamber aleyhisselâm’ın şu tavsiyesi doğrultusunda hareket edilir:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Ehl-i kitabı tasdik de etmeyin, tekzip de (yalanlamayın). Biz ALLAH celle celâlihu’ya, bize indirilene, İbrâhim'e... indirilene inandık deyin!." buyurmuştur.
(Buhârî, “Tefsîr”, sûre: 2/11; “İ’tisâm”, 25)

Resim

ee-) Kur’ÂN-ı KERİM.:
ALLAH celle celâlihu tarafından gönderilen ilâhî kitabların sonuncusu olan Kur’ÂN-ı Kerîm, son peygamber Hz. MuhaMMed aleyhisselâm'a indirilmiştir. Sözlükte "toplamak, okumak, bir araya getirmek" anlamına gelen Kur’ÂN terim olarak şöyle târif edilir:
"Peygamber aleyhisselâm’a indirilen, mushaflarda yazılı, Peygamberimiz'den bize kadar tevâtür yoluyla nakledilmiş, okunmasıyla ibâdet edilen, insanlığın benzerini getirmekten âciz kaldığı ilâhî kelâmdır". Bu târifte bazı hususlar göze çarpmaktadır: "Peygambere indirilen" derken Hz. MuhaMMed aleyhisselâm kastedilmektedir. "Tevâtür yoluyla nakledilmiş olan" derken, her devirde yalan üzerine birleşmelerini aklın imkânsız gördüğü bir topluluk tarafından nakledildiği ve nesilden nesile böyle geçtiği için onun, ALLAH celle celâlihu’ya ait oluşunun kesinliği ifâde edilmektedir. "Okunmasıyla ibâdet edilen" derken de, okumanın ibâdet olduğuna, namaz ibâdetinde vahyedilen metnin okunması gerektiğine ve Kur’ÂN tercümelerinin namazda okunmasının câiz ve geçerli olmadığına işaret edilmektedir..

1-) Kur’ÂN'ın NüZûLü.:

Kur’ÂN-ı Kerîm, ALLAH TeÂLÂ'dan Peygamber aleyhisselâm’a Cebrâil aleyhisselâm aracılığıyla ve vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenebilmesi, kısa zamanda etrafa yayılması, mânâsının kolaylıkla anlaşılması, zihinlerde ve akıllarda derece derece bir gelişme ve alıştırma sağlaması, inançların ve değer yargılarının yavaş yavaş güçlenip kökleşmesi vb. sebeblerle, o bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık 23 senede, bölümler halinde indirilmiştir. Yüce ALLAH celle celâlihu, Kur’ÂN'ın bir defada toptan indirilmeyişinin sebebini şöyle açıklamaktadır: "İnkâr edenler: Kur’ÂN ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu tane tane okuduk"


وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ جُمْلَةً وَاحِدَةً كَذَلِكَ لِنُثَبِّتَ بِهِ فُؤَادَكَ وَرَتَّلْنَاهُ تَرْتِيلًا
Resim---“Ve kâfirler: “Kur’ÂN ona, bir defada bütün (toplu) olarak indirilmeli değil miydi?” dediler. İşte bu, O'nu (Kur’ÂN'ı) senin idrakine tesbit etmemiz (sabitlememiz) içindir. Ve O'nu, kısım kısım tertipleyerek beyan ettik (okuduk).” (Furkân 25/32)

Âyetler doğrudan doğruya indiği gibi, çoğunlukla meydana gelen bir olayın hemen sonrasında olayı çözümlemek ve sorulan soruları cevaplamak için inerdi ki, âyetin inmesine sebeb olan olay veya soruya “sebeb-i nüzûl” (iniş sebebi) denilir.
Kur’ÂN-ı Kerîm kendisinin, bir âyette ramazan ayında, bir başka âyette mübarek bir gecede, bir diğerinde de Kadir gecesinde inmeye başladığını haber vermektedir (bk. el-Bakara 2/185; ed-Duhân 44/1-3; el-Kadr 97/1). Kadir gecesinin ramazan ayında mübarek bir gece olduğu göz önünde tutulursa, âyetler arasında bir çelişkinin de bulunmadığı anlaşılacaktır..

2-) Kur’ÂN'ın Muhtevâsı.:

İnsanları hem bu dünyâda hem de âhirette mutluluğa kavuşturmak için gönderilmiş bulunan Kur’ÂN-ı Kerîm başlıca şu konuları kapsamaktadır.:

1-) İtikad.:
Başta ALLAH celle celâlihu’ya imân olmak üzere peygamberlere, meleklere, kitablara, kazâ ve kadere, âhirete ait önemli konular ve inançla ilgili çeşitli meseleler, Kur’ÂN'ın kapsadığı konuların başında gelir.

2-) İbâdetLer.:
Kur’ÂN'da müslümanların yapmakla yükümlü bulundukları namaz, oruç, hac, zekât vb. ibâdetlere dair âyetler vardır.

3-) MuâmeLât.:
Kur’ÂN bir toplumun devamını sağlayan ve toplum fertlerinin aralarındaki ilişkileri düzenleyen birtakım hükümleri kapsar. Kur’ÂN'da alışveriş, emânet, bağış, vasiyet, miras, aile hayatı, nikâh ve boşanma gibi kişiyi ve toplumu ilgilendiren konulara dair açıklamalar ve hükümler vardır.

4-) Ukubat.:
İslâm toplumunun mutluluğa erişebilmesi, bu toplum fertlerinin, İslâm'ın koyduğu kurallara aynen uymasıyla mümkün olur. Toplumun düzenini bozan, insan haklarını ve yasakları çiğneyen kimseler cezâyı hak edecekleri için Kur’ÂN bunlarla ilgili hükümleri de kapsamaktadır.

5-) AhLâk.:
Kur’ÂN, kişilerin dünyâ ve âhiret mutluluğunun sağlamasına yardımcı olmak üzere, ana babaya hürmet, insanlarla iyi geçinme, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, adalet, doğruluk, alçak gönüllülük, merhamet, sevgi... gibi ahlâkî hükümleri de kapsamına almaktadır.

6-) Nasihat ve TavsiyeLer.:
İnsanlara emir ve yasaklar konusunda duyarlı olmalarını, nefislerine esir düşmemelerini, dünyâyı âhirete tercih etmemelerini, dünyâda imtihana çekildiklerini hatırlatan, çeşitli tehlikelerden koruyan nasihat ve tavsiyeler de Kur’ÂN'ın içerdiği konular arasındadır.

7-) Va’d ve Vaîd.:
ALLAH celle celâlihu’nun emirlerine boyun eğip yasaklarından kaçınanların cennetle mükâfatlandırılacaklarına, buyruklarını terkedip yasaklarını çiğneyenlerin cehennemle cezâlandırılacaklarına dair Kur’ÂN'da pek çok âyet bulunmaktadır.

8-.) İLmî GerçekLer.:
Kur’ÂN, insanlığa gerekli olan ilmî gerçeklerin ve tabiat kanunlarının ilham kaynağını teşkil eden âyetleri de kapsamaktadır. Kur’ÂN, bu ilmî gerçeklerden bir pozitif bilim kitabı gibi bahsetmek yerine insanları, âlemîn yaratıcısının kudret ve büyüklüğünü düşünmeye, ALLAH celle celâlihu’nun ni’metlerini anarak O'nu yüceltmeye teşvik eder.

9-) KıssaLar.:
Kur’ÂN-ı Kerîm önceki ümmetlerle, peygamberlerin hayatından da söz eder. Ancak bunları bir tarih kitabı gibi değil, insanların ibret alacakları bir üslûp ile anlatır.

10-) DuâLar.:
İnsan yapacağı işlerde sürekli ALLAH celle celâlihu’nun yardımına muhtaç olduğu için Kur’ÂN'da çeşitli duâlar da yer almıştır..

3-) Kur’ÂN'ın MûCiZe OLuŞu.:

Kur’ÂN, üslûbu ve içeriği bakımından akıllara durgunluk veren, hayrette bırakan büyük ve ebedî bir mûcizedir. Diğer peygamberlerin mûcizeleri, dönemleri geçince bittiği, onları yalnız o dönemde yaşayanlar gördüğü halde, Kur’ÂN mûcizesi kıyamete kadar sürecektir.
Kur’ÂN-ı Kerîm hem söz hem de mânâ yönünden mûcizedir ve eşsizdir. Onun söz yönünden mûcize oluşu, Arap Edebiyatının en üst noktada olduğu bir dönemde inmesine rağmen, Araplar'a kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuş olması, onları bu konuda âciz bırakmasıdır:
"De ki: Andolsun, bu Kur’ÂN'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler"


قُل لَّئِنِ اجْتَمَعَتِ الإِنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَن يَأْتُواْ بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
Resim---“De ki: “Eğer ins ve cin (insanlar ve cinler) bu Kur’ÂN'ın bir benzerini getirmek için içtima etseler (biraraya gelseler); onların bir kısmı, bir kısmına yardımcı olsa bile onun bir benzerini getiremezler.” (İsrâ 17/88)

"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin. Eğer iddianızda doğru iseniz ALLAH celle celâlihu’dan başka şâhidlerinizi (yardımcılarınızı) çağırın. Bunu yapamazsanız –ki elbette yapamayacaksınız– yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının..." (el-Bakara 2/23-24; ayrıca bk. Hûd 11/13; et-Tûr 52/33-34).
Kur’ÂN-ı Kerîm mânâ yönüyle de mûcizedir. Hz. MuhaMMed aleyhisselâm'ın okuma yazma bilmeyen bir kimse iken, ALLAH celle celâlihu’dan aldığı vahiy ile insanlara bildirdiği Kur’ÂN, en yüksek gerçekleri de kapsamaktadır. İster pozitif ister sosyal bilimler alanında, insanlığın asırlar sonra ulaştığı gerçekler, asırlar önce Kur’ÂN tarafından haber verilmiş, hiçbir buluş, onun getirdiklerinin aksini ortaya koyamamıştır. Aksine bilimsel gelişmeler, Kur’ÂN'ın anlaşılmasını kolaylaştırmıştır..

4-) Kur’ÂN'ı DiĞeR KuDSaL KiTaBLardaN AYıRaN ÖZeLLiKLeR.:

Peygamber aleyhisselâm’a Cebrâilaleyhisselâm aracılığıyla Arapça olarak indirilen ve bize kadar tevâtür yoluyla gelen Kur’ÂN'ı diğer kudsal kitablardan ayıran ve eşsiz kılan özelliklerin başlıcaları şunlardır.:

1-) O, Peygamberimiz aleyhisselâm’a diğer kudsal kitablarda olduğu gibi toptan değil, zamanın ve olayların akışına göre âyetler ve sûreler halinde indirilmiştir..

2-) Kur’ÂN, en son kudsal kitabdır ve ondan sonra başka bir ilâhî kitab gelmeyecektir. Getirdiği hükümler ve bunların geçerliliği kıyamete kadar sürecektir..

3-) Kur’ÂN, bize kadar hiç bozulmaya ve değiştirilmeye uğramadan gelmiş, kıyamete kadar da öyle kalacaktır..

4-) O, Hz. MuhaMMed aleyhisselâm'ın peygamber olduğunu gösteren mûcizelerin en büyüğü ve sürekli olanıdır..

5-) Kur’ÂN'ın kapsadığı yüce gerçekler kıyamete kadar bütün insanların ve çağların ihtiyacını karşılayacak değerdedir. Bilimin ve aklın, ondaki gerçeklerde çelişki bulacağı bir zamanın gelmesi düşünülemez.

6-) Kur’ÂN'ın bir başka üstünlüğü kolayca ezberlenebilmesidir. Bu özellik tarihte hiçbir kitaba nâsib olmamıştır.

7-) Kur’ÂN, aynı zamanda başka din mensubları arasındaki ihtilâfları çözüme kavuşturacak bir özelliğe sâhibtir..


*
**
****


Resim

NüZûL.:
İniş, inmek, aşağı inmek.
Muhtevâ.: Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey.
Muâmelât.: (Muâmele. c.) Muameleler..
Ukubat.: (Ukubet. c.) Cezâlar. İşkenceler, eziyetler. Kısas ve şahsî cezalar.
Va’d.: Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus. Bir şeyi yapmak veya bir şey için söz vermek va'ddır. Hayır işlenecek iş için masdar "va'd" veya "vaide" dir. İşlenecek şey şer ise; ev'ide denir. Masdarı "Îâd" dır. Va'd hayırda, îâd ve vaîd şerde kullanıldığına göre; vaîd: masdarı şerre niyet ettiğini, korkulacak iş işleyeceğini haber vermekle korkutmaktan ibarettir.
Vaîd.: İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak. Cehennemi haber vermek.
Kıssa.: Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak'a. Mâcerâ. Rivâyet.
Hüccet.: Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika. Şâhid..
İbrâni.: Eski Yahudi Sülâlesi veya o soydan olan..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

D-) PEYGAMBERLERE İMÂN.:

a-) PEYGAMBER KAVRAMI ve PEYGAMBERLERE İMÂN.:

Peygamber” =>Farsça'da “haber taşıyan ve elçi” anlamlarına gelir. Dinî terim olarak, “ALLAH celle celâlihu’nun kulları arasından seçtiği ve vahiyle şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği elçi”ye peygamber denir. Arapça'da, peygamber kelimesinin karşılığı olarak, gönderilmiş ve elçi demek olan “resul” ve mürsel kelimesi kullanılır. Terim olarak resûl ve mürsel, yeni bir kitab ve yeni bir şeriatla insanlara gönderilen peygambere denilir. Çoğulları "rüsul" ve "mürselûn"dür.

Nebî” de=>ALLAH celle celâlihu’nun emir ve yasaklarını insanlara haber veren, fakat yeni bir kitab ve yeni bir şeriatla gönderilmeyip, önceki bir peygamberin kitab ve şeriatını ümmetine bildirmeye görevli olan peygamberdir. Çoğulu "enbiyâ"dır.
Risâlet” ve “Nübüvvet” kelimeleri masdar olup, peygamberlik anlamına gelmektedir.
Peygamberlere imân, imânın altı esasından biridir. Peygamberlere imân demek, insanlara doğru yolu göstermek için, ALLAH celle celâlihu tarafından seçkin kimselerin gönderildiğine, bu kimselerin ALLAH celle celâlihu’dan getirdiği bütün bilgilerin gerçek ve doğru olduğuna inanmak demektir. ALLAHu zü’L- CeLÂL, her müslümana, aralarında herhangi bir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inanmayı farz kılmıştır.:
"Peygamber de kendisine RABBi tarafından indirilene imân etti, mü’minler de. Her biri AALLAH celle celâlihu’ya, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine imân ettiler. ALLAH celle celâlihu’nun peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız..."


آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
Resim---“Resûl, Rabbinden kendisine indirilene îmân etti ve mü'minler de, hepsi Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve resûllerine îmân etti. “Biz, O'nun resûlleri arasından (hiç) birini, diğerinden ayırmayız.” Ve “ışittik ve itaat ettik! Ve Rabbimiz, Senin mağfiretini (dileriz). Ve masîr (varış) Sana'dır (Sana doğru yola çıkarız ve Sana ulaşırız).” dediler.” (Bakara 2/285)

Bu sebeble peygamberlerin bir kısmına inanıp, diğerlerini tasdik etmemek küfür sayılmıştır: "ALLAH celle celâlihu ve peygamberlerini inkâr edenler ve ALLAH celle celâlihu ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip bir kısmına imân ederiz, ama bir kısmına inanmayız diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten kâfirler bunlardır..."


إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَيُرِيدُونَ أَن يُفَرِّقُواْ بَيْنَ اللّهِ وَرُسُلِهِ وَيقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍ وَيُرِيدُونَ أَن يَتَّخِذُواْ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً
Resim---“Muhakkak ki onlar, Allah'ı ve onun resûllerini inkâr ederler ve Allah ile O'nun resûlleri arasında ayırım yapmak isterler. Ve “Bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz.” derler. Ve de, bunların (küfürle îmânın) arasında bir yol ittihaz etmek isterler.” (Nisâ 4/150)

أُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ حَقًّا وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُّهِينًا
Resim---“İşte onlar, onlar gerçek kâfirlerdir. Ve Biz, kâfirler için “alçaltıcı azap” hazırladık.” (Nisâ 4/151)

Kur’ÂN'da da belirtildiği gibi ALLAHu zü’L- CeLÂL, asırlar boyunca peygamberler göndermiş, insanları onlar aracılığıyla gerçeği benimseyip yaşamaya çağırmıştır. Kendilerine peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmadığı Kur’ÂN'da şöyle dile getirilmektedir: "(Geçmiş) her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı peygamber bulunagelmiştir."


إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَإِن مِّنْ أُمَّةٍ إِلَّا خلَا فِيهَا نَذِيرٌ
Resim---“Muhakkak ki Biz seni, hak ile müjdeleyici ve nezir (uyarıcı) olarak gönderdik. İçinden bir nezir gelip geçmiş olmayan hiçbir ümmet yoktur.” (Fâtır 35/24)

وَلِكُلِّ أُمَّةٍ رَّسُولٌ فَإِذَا جَاء رَسُولُهُمْ قُضِيَ بَيْنَهُم بِالْقِسْطِ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Resim---“Her ümmetin bir resûlü vardır. Onlara, resûlleri geldiği zaman onların aralarında adaletle hükmolundu. Onlara zulmedilmez.” (Yûnus 10/47)

تَاللّهِ لَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى أُمَمٍ مِّن قَبْلِكَ فَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَهُوَ وَلِيُّهُمُ الْيَوْمَ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Resim---“Allah'a yemin olsun ki; senden önceki ümmetlere (resûller) göndermiştik. Fakat şeytan, onlara amellerini süslü gösterdi. Artık o gün, onların dostu, o (şeytan) olacaktır. Onlar için elîm azap vardır.” (Nahl 16/63)

Peygamberlik, ALLAH celle celâlihu vergisidir. Çalışma, ibâdet ve taatla elde edilemez. ALLAH celle celâlihu, peygamberlik yükünü taşıyabilecekleri ve lâyık olanları bilir ve dilediğini peygamber olarak seçer:
"Bu, AALLAH celle celâlihu’nun lutfudur. Onu dilediğine verir..."


ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
Resim---“İşte bu, Allah'ın fazlıdır. Onu dilediği kişiye verir. Ve Allah, büyük fazl sahibidir.”(Cum’a 62/4)

Bu seçimde mal, mülk, şan, şöhret ve makam etkili değildir.
Her konuda olduğu gibi peygamberlik konusunda da orta yolu gözeten İslâm, onları ilâh mertebesine çıkartmamış, ALLAH celle celâlihu’nun elçisi ve kulu saymıştır. Biz peygamberlerin vahiyle şereflendirilmiş ve diğer insanlarda bulunmayan niteliklere sâhib, seçkin kişiler olduklarını kabul ederiz. Fakat onların hiçbirisinde İlâhlık özelliği olmadığına, ALLAH celle celâlihu’nun müsaadesi dışında fayda sağlama ve zararı giderme güçlerinin bulunmadığına, ALLAH celle celâlihu’nun bildirdikleri dışında gaybı bilmediklerine inanırız. (bk. Mâide 5/72-73, 75; A’râf 7/188; etTevbe 9/30).


وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللّهِ وَقَالَتْ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللّهِ ذَلِكَ قَوْلُهُم بِأَفْوَاهِهِمْ يُضَاهِؤُونَ قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قَبْلُ قَاتَلَهُمُ اللّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
Resim---“Ve yahudiler: “Üzeyir Allah'ın oğludur.” dediler ve nasraniler: “Mesih Allah'ın oğludur.” dediler. Onların ağızlarıyla söylediği bu sözler, daha önce inkâr eden kimselerin sözlerine benziyor. Allah onları öldürsün. Nasıl da döndürülüyorlar.” (Tevbe 9/30)

Peygamberler sadece dini tebliğle yetinmemişler, dinî esasları açıklamışlar, sonra ümmetlerine öğretmişler, onları eğitip kötülüklerden arındırmışlardır. Bu işleri yaparken davalarından tâviz vermemişler, bu uğurda pek çok ezâ ve sıkıntıya göğüs germişlerdir.
Kur’ÂN-ı Kerîm'de de bildirildiği gibi, peygamberlik MuhaMMed aleyhisselâm ile son bulmuştur: "MuhaMMed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, ALLAH celle celâlihu’nun resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur..."


مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
Resim---“Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah'ın Resûl'ü ve Nebîler'in (Peygamberler'in) Hatemi'dir (Sonuncusu). Allah, herşeyi en iyi bilendir.” (Ahzâb 33/40)

Artık ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun getirdiği mesaj da kıyamete kadar sürecektir. MuhaMMed aleyhisselâm’dan sonra yeni bir peygamber geleceği, onun da yeni bir kitab getireceği konusunda ortaya atılan iddialar, Kur’ÂN'ın bu apaçık hükmünü, MuhaMMed aleyhisselâm’ın “Hâtemü'n- Nebiyyîn” (peygamberlerin sonuncusu) olduğu inancını inkârdan başka bir şey değildir..

b-) PEYGAMBERE OLAN İHTİYAÇ ve PEYGAMBER GÖNDERİLMESİNDEKİ HİKMET.:

İnsanların gerçek birer yol gösterici olan peygamberlere ihtiyacı vardır. Her ne kadar insan yaratılırken akıl, bilinç, idrak, seçme imkânı gibi birtakım yeteneklerle donatılmış ve bu yetenekler sayesinde kendisi, çevresi ve diğer yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinmiş olsa da bütün bunlar sınırlı ve kendi gücü oranındadır. İnsanın gücünü aşan konularda ve yeterli olamadığı hususlarda yahut da gücü dahilinde olup da dış çevrenin olumsuz etkisiyle gerçeğe ulaşamadığı hususlarda elinden tutulması ve yolunun aydınlatılması gerekmektedir. İşte yarattığı insanın bu yönünü en iyi bilen ALLAHu zü’L- CeLÂL, hikmetinin, lutuf ve yardımının bir sonucu olarak insanlara peygamberler göndermiştir. Bunun dışında insanların peygamberlere ihtiyaç duymalarının sebebleri arasında şunları söylemek mümkündür:

1-) İnsanlar kendi akıllarıyla ALLAH celle celâlihu’nun varlığını, birliğini anlayabilirlerse de, bunun ötesinde O'na ait birtakım yüce sıfatları tamamen anlayamazlar. ALLAH celle celâlihu’ya nasıl ibâdet edileceğini, âhiretle ilgili durumları dosdoğru bilemezler. En kısa ve pürüzsüz bir yoldan giderek dünyâ ve âhiret mutluluğuna kavuşmak, fikir ve ahlâk yönüyle yükselmek, ancak peygamberlerin öğrettiği buyrukları yerine getirmekle mümkün olabilir. İşte ALLAHu zü’L- CeLÂL, insanların bu ihtiyacını gidermek için peygamberler göndermiştir.

2-) Eğer peygamber gönderilmemiş olsa insanlar, gerçek, iyi, doğru ve güzeli bulmada, faydalı ve zararlıyı ayırt etmede zorlanacaklar, bunun için çok zaman harcayacaklar, çoğu zaman da bu konuda duygularının, geleneklerinin, geçici arzu ve isteklerinin baskısı altında kalacaklar, gerçek doğru ile pratik yararı birbirine karıştıracaklar, isabetli karar veremeyeceklerdir. İşte bu ve benzeri sebeblerle ALLAH celle celâlihu rahmetinin bir sonucu olarak peygamberler göndermiştir: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik"


وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
Resim---"Vemâ erselnâke illâ rahmeten li'l- âlemîn(e).: Ve biz seni, ancak alemlere rahmet olarak gönderdik."
(Enbiyâ 21/107)

3-) İnsanın belli işlerle sorumlu ve yükümlü tutulabilmesi ve bundan dolayı onlara sevâb ve cezâ verilebilmesi için bilgilendirilmesine, bunun için de peygamber gönderilmesine ihtiyaç vardır. Böylelikle âhirette insanların "bilmiyorduk, peygamber gönderilmedi" diye ALLAH celle celâlihu’ya karşı mazeret ileri sürmelerinin peşinen önüne geçilmiş olmaktadır: "Biz müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki artık peygamberlerden sonra insanların, ALLAH celle celâlihu’ya karşı bir bahaneleri olmasın..."


رُّسُلاً مُّبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ وَكَانَ اللّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Resim---“(Onlar) müjdeleyici ve uyarıcı resûllerdir ki, insanların, resûllerden sonra Allah'a karşı (bizi uyaran ve müjdeleyen bir resûl gelmedi diye) hüccetleri (delilleri) olmasın. Ve Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir.” (Nisâ 4/165)

4-) Peygamberler sanat, ticaret, zirâat ve çeşitli meslekleri topluma öğretmek suretiyle medeniyete, kültüre ve toplumsal gelişmeye katkıda bulunmuşlardır. Ümmetlerini hem bu dünyâda hem de âhirette mutlu kılmaya çaba göstermişlerdir..

c-) PEYGAMBERLERİN SIFATLARI.:

Peygamberlerin sıfatları deyince onlarda bulunması câiz olan sıfatlarla gerekli (vâcib) ve zorunlu olan sıfatlar anlaşılır. Kur’ÂN-ı Kerîm'in pek çok yerinde vurgulandığı gibi peygamberler de insandır. Onlar da diğer insanlar gibi oturup kalkar, yiyip içerler, gezerler, evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar, hastalanır ve ölürler; bu gibi özelliklere, peygamberler hakkında düşünülmesi câiz özellikler denir. İlâhî emir ve yasaklarla yükümlülük konusunda peygamberler de diğer insanlar gibidirler. Fakat onlar her hareketleriyle ALLAH celle celâlihu’nun insanlar için seçtiği kulları ve elçileri, insanların kendilerine bakarak davranışlarına çekidüzen verdikleri birer örnek olduklarının bilinci içindedirler. Bu sebeble fakirken, sıkıntıdayken bile ALLAH celle celâlihu’ya şükrederler. Haset etmek, içi dışına uymamak gibi kötü huylardan hiçbiri onlarda bulunmaz. Her peygamberde insan olmanın da ötesinde birtakım sıfatların bulunması gerekli ve zorunludur. Bunlara vâcib sıfatlar denir.
Bu sıfatlar şunlardır.:
1-) Sıdk.: “Doğru olmak” demektir. Her peygamber doğru sözlü ve dürüst bir insandır. Onlar asla yalan söylemezler. Eğer söyleyecek olsalardı kendilerine inanan halkın güven duygusunu kaybederlerdi. O zaman da peygamber göndermekteki gaye ve hikmet gerçekleşmemiş olurdu. Sıdkın zıddı olan yalan söylemek (kizb), peygamberler hakkında düşünülemez. Bütün peygamberler peygamberlikten önce de sonra da yalan söylememişlerdir.

2-) Emânet.: “Güvenilir olmak” demektir. Peygamberlerin hepsi emîn ve güvenilir kişilerdir. Emânete asla hainlik etmezler. Bu konuda bir âyette şöyle buyurulur: "Bir peygamber için emânete hıyanet yaraşmaz..."


وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَن يَغُلَّ وَمَن يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Resim---“Ve bir peygamber için "ganimet malından gizlice alması" olamaz. Ve kim ganimet malından gizlice alırsa (hıyanet ederse), kıyâmet günü o, gizlice aldığı şey ile gelir. Sonra herkese kazandığı şey ödenir ve onlar zulmedilmezler.” (Âl-i İmrân 3/161)

Emânet sıfatının zıddı olan hıyanet, onlar hakkında düşünülmesi imkânsız olan bir sıfattır.

3-) İsmet.: ”Günah işlememek, günahtan korunmuş olmak” demektir. Peygamberler hayatlarının hiçbir döneminde şirk ve küfür sayılan bir günahı işlemedikleri gibi özellikle peygamberlikten sonra kasten günah işlememişlerdir. İnsan olmaları sebebiyle günah derecesinde olmayan birtakım ufak tefek hataları bulunabilir. Ancak onların bu hatası ALLAHu zü’L- CeLÂL’nun kendilerini uyarmasıyla derhal düzeltilir. Peygamberlerin bu tip küçük hatalarına "zelle" denilir. İsmetin karşıtı olan mâsiyetten (günah işlemek) ALLAH celle celâlihu onları korumuştur. Peygamberler örnek ve önder kişiler oldukları için, konumlarını zedeleyecek davranışlardan da uzaktırlar.

4-) Fetânet.: “Peygamberlerin akıllı, zeki ve uyanık olmaları” demektir. Bunun zıddı olan ahmaklık peygamberlikle bağdaşmaz. Peygamberler zeki ve akıllı olmasalardı hitap ettikleri kişileri ikna edemezler, toplumsal dönüşümü sağlayamazlardı.

5-) Tebliğ.: “Peygamberlerin ALLAH celle celâlihu’dan aldıkları buyrukları ve yasakları ümmetlerine eksiksiz iletmeleri” demektir. Tebliğin karşıtı olan gizlemek (kitmân) peygamberler hakkında düşünülemez. Şu âyet-i celîle, bu sıfattan söz etmektedir.
"Ey peygamber, RABB'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan ALLAH celle celâlihu’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun."


يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
Resim---“Ey Resûl! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et (duyur). Eğer bunu yapmazsan, o taktirde O'nun Risaletini (sana gönderdiğini) tebliğ etmemiş (duyurmamış) olursun. Ve Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allâh, kâfirler kavmini hidayete erdirmez.” (Mâide 5/67)

d-) Kur’ÂN'da Adı Geçen Peygamberler.:

İlk peygamber Hz. Âdem aleyhisselâm'den son peygamber MuhaMMed aleyhisselâm’a kadar pek çok peygamber gelip geçmiştir. Gönderilen peygamberlerin sayısı konusunda Kur'ân'da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bir hadiste peygamberlerin sayısının 124.000 olduğu, bunlardan 315'ini resûllerin teşkil ettiği haber verilmektedir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 266). Fakat bir âyette "Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var. Sana kıssalarını bildirmediğimiz kimseler de var..."


وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِّن قَبْلِكَ مِنْهُم مَّن قَصَصْنَا عَلَيْكَ وَمِنْهُم مَّن لَّمْ نَقْصُصْ عَلَيْكَ وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ أَنْ يَأْتِيَ بِآيَةٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ فَإِذَا جَاء أَمْرُ اللَّهِ قُضِيَ بِالْحَقِّ وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْمُبْطِلُونَ
Resim---“Ve andolsun ki senden önce (de) resûller gönderdik. Onlardan bir kısmını sana anlattık ve bir kısmını sana anlatmadık. Allah'ın izni olmadan bir resûlün âyet getirmesi olamaz. Artık Allah'ın emri geldiği zaman hak ile hükmedilmiş olur. Ve bâtılı isteyenler, orada hüsran uğramışlardır.”(Mü'min 40/78)

Buyurulması göz önünde bulundurulursa peygamberlerin sayısı ile ilgili bir rakam belirlemeksizin "Hz. Âdem aleyhisselâm'dan MuhaMMed aleyhisselâm’a kadar gönderilmiş olan peygamberlerin hepsine inandım, hepsinin hak ve gerçek olduklarını kabul ettim" demek daha uygundur. Kur’ÂN'da adı geçen peygamberler şunlardır: Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Ya’kub, Yûsuf, Şuayb, Hârûn, Mûsâ, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, Zülkifl, Yûnus, İlyâs, Elyesa’, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, MuhaMMed aleyhumusselâm.
Bunlardan başka Kur’ÂN'da üç isim daha zikredilmiştir. Fakat onların peygamber mi, velî mi oldukları konusunda fikir ayrılığı vardır. Bunlar Üzeyir, Lokmân ve Zülkarneyn aleyhumusselâmdır.

e-) PEYGAMBERLİK DERECELERİ.:

İslâm inancına göre bütün peygamberler, peygamber olmak açısından eşittirler. ALLAH celle celâlihu, her müslümana aralarında herhangi bir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inanmayı farz kılmıştır. Hal böyle olmakla birlikte, onların peygamberliklerini tasdik ettikten sonra aralarında derece farklılığının bulunabileceği de kabul edilir. Bu konuda Kur’ÂN'da şöyle buyrulur: "İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. ALLAH celle celâlihu onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiştir..."


تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ
Resim---“İşte Biz, o resûllerden bir kısmını, diğerlerinin üzerine faziletli kıldık. Allah, onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. Ve Biz, Meryem'in oğlu İsa'ya beyyineler verdik. Ve onu Ruh'ûl Kudüs ile destekledik (doğruladık). Eğer Allah dileseydi, onlardan sonra gelenler, kendilerine beyyineler (ispat vasıtaları) geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin ayrılığa düştüler. O zaman onlardan kimi îmân etti, kimi de inkâr etti. Eğer Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin Allah, dilediği şeyi yapar.” (Bakara 2/253)

Âyetteki "ALLAH’ın derecelerle yükselttiği kişi"den kasıt, peygamberimiz MuhaMMed aleyhisselâm'dir. Onun diğer peygamberler arasında üstün ve eşsiz bir yeri vardır. Çünkü.:

1-) Peygamber aleyhisselâm yaratılmışların en üstünü ve en hayırlısı, ALLAH celle celâlihu’nun en sevgili kuludur. Bir âyette "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz..." buyurulmuştur.


كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُم مِّنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
Resim---“Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz, Allah'a îmân ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îmân etselerdi elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü'mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.” (Âl-i İmrân 3/110)

Bir ümmetin en hayırlı ümmet olması, o ümmetin uyduğu peygamberinin de en üstün varlık olmasını gerektirir.

2-) Onun peygamberliği bütün insanlığı kapsamına alır. Halbuki öteki peygamberler belli topluluklar için gönderilmişlerdir. Bir âyette şöyle buyurulur: "Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik..."


وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Resim---“Ve Biz, seni (kâinattaki) insanların hepsi için müjdeleyici ve nezir (uyarıcı) olmandan başka bir şey için göndermedik. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Sebe’ 34/28)

3-) Önceki peygamberlerin peygamberliği belli bir zaman dilimini içine alırken, onun peygamberliği kıyamete kadar sürecektir. O, son peygamberdir; ondan başka peygamber gelmeyecektir.

4-) O son peygamber olunca, onun getirdiği dinin de en son ve en mükemmel din olması tabiidir. İslâmiyet önceki dinlerin hükümlerini kaldırmıştır. Kıyamete kadar en son ve en mükemmel din olarak devam edecektir. Bir âyette şöyle buyrulur: "Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki ni’metimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim..."


حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالْدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلاَّ مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَن تَسْتَقْسِمُواْ بِالأَزْلاَمِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن دِينِكُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِّإِثْمٍ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Resim---“Ölmüş hayvan, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına boğazlanan (kesilen), boğularak, vurularak, yüksek bir yerden yuvarlanarak veya boynuzlanarak ölen ve de yırtıcı hayvan tarafından parçalanıp yenen hayvan (ölmeden kesilmesi hariç) ve putlar adına boğazlanan hayvanlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bunlar fısktır. Bugün kâfirler sizi dîninizden döndüremedikleri için yeise kapıldılar. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim. Ve üzerinizdeki ni'metimi tamamladım. Sizin için dîn olarak İslâm'dan razı oldum. Artık kim açlık tehlikesiyle, günaha meyl etmeksizin zarurette (yemek zorunda) kalırsa, muhakkak ki Allah gafûrdur, rahîmdir.: (Mâide 5/3)

Peygamber aleyhisselâm’dan sonra derece i’tibâriyle Hz. Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ aleyhumusselâm’ınn içinde yer aldığı “ülü'l-azm peygamberler”, daha sonra resûller, daha sonra da diğer nebiler gelir.
Ülü'l-azm peygamberler, aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk karşısında herhangi bir yılgınlık göstermeden dini insanlara tebliğ görevini yerine getiren, bütün zorluklara göğüs germede azim ve sebat gösteren peygamberler demektir. Ülü'l-azm peygamberlerin isminin geçtiği bir âyette şöyle buyurulur: "O, dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nûh'a tavsiye ettiğini, sana vahyeylediğimizi, İbrâhim'e, Mûsâ aleyhisselâm’a ve Îsâ aleyhisselâm’a tavsiye ettiğimizi ALLAH size de din kıldı..." (Şûrâ 42/13; ayrıca bk. Ahzâb 33/7).


شَرَعَ لَكُم مِّنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكِينَ مَا تَدْعُوهُمْ إِلَيْهِ اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَن يَشَاء وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَن يُنِيبُ
Resim---“Allah dinden Nuh'a tavsiye buyurduğu şeyi sizin için de bir kanun yaptı ve (Ey Muhammed!) sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye buyurduğumuzu da şeriat kıldı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.”(Şûrâ 42/13)

f-) PEYGAMBERLİK ve VAHİY.:

Peygamberlik ve vahiy birbirinden ayrılmayan iki kavramdır. ALLAH’tan vahiy almayan peygamber düşünülemez. ALLAHu zü’L- CeLÂL, emir, yasak, hüküm ve haberlerini peygamberine vahyetmek suretiyle yarattığı insanlara dilediğini bildirir.
Sözlükte "gizli konuşma, gönderme, emir, işâret, ilham" gibi anlamlara gelen vahiy, ALLAH TeÂLÂ'nın dilediği şeyleri peygamberlerine, mahiyeti bizce tam bilinemeyen bir yolla bildirmesi, ALLAH’la elçisi arasında bir çeşit gizli ve süratli haberleşme, ALLAH’ın elçisinin kalbine indirdiği şey demektir. Vahiy bir haldir, bir yaşayıştır. Nasıllığını ve niteliğini ancak onu yaşayan peygamber bilir. O, ALLAH’la peygamberi arasında bir sırdır. Ancak vahyin geliş şekilleri ve peygamberde meydana getirdiği etkiler Ashab vasıtasıyla bilinmektedir.
Vahiy ile, kalbde beliren bilgi demek olan ilham arasında fark vardır. Vahiy peygambere gelir, ALLAH tarafından korunur ve gözetim altında peygambere ulaşır. Peygamber vahyi alırken bilinci yerindedir. İlham ise korunmuş değildir, yanılma payı vardır ve bilinç dışı olarak ALLAH’ın sevgili kullarının kalbinde beliriverir.
Vahyin nasıl bir olay olduğunun ve mahiyetinin insanlarca bilinemeyişi ve algılanamayışı, vahiy olgusunu inkâr etmeyi gerektirmez. Çünkü bugün pozitif bilimlerin özellikle parapsikolojinin ilgilendiği meta’psişik olaylar, varlığı kabul edilen fakat net ve bilimsel olarak açıklanamayan olaylardır.
ALLAHu zü’L- CeLÂL bir âyette vahiy ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "ALLAH, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder..."


وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَن يُكَلِّمَهُ اللَّهُ إِلَّا وَحْيًا أَوْ مِن وَرَاء حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ مَا يَشَاء إِنَّهُ عَلِيٌّ حَكِيمٌ
Resim---“Allah'ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illâ vahyile veya perde arkasından veya dilediğine izniyle vahyetsin diye resûl (melek) göndererek. Allah, bilir ve hikmet sahibidir.” (Şûrâ 42/51)

RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e vahiy şu şekillerde gelmiştir.:

1-) Doğru rüyalar. Peygamberimiz’in gördüğü rüyalar, daha sonra gerçek hayatta aynen meydana gelirdi.

2-) Peygamberimiz uyanıkken, Cebrâil tarafından vahyin onun kalbine bırakılmasıdır. Şu âyet bu çeşit bir vahiyden söz etmektedir: "Onu, uyaranlardan olasın diye, Cebrâil, apaçık Arapça'yla senin kalbine indirmiştir"


نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ
Resim---“O'nu, Ruh'ûl Emin (Cebrail A.S) indirdi.” (Şûrâ 42/193)

عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنذِرِينَ
Resim---“Nezirlerden (uyaranlardan) olman için senin kalbine.” (Şuarâ 26/194)

بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ
Resim---“Apaçık bir Arap lisanı ile.” (Şûrâ 42/195)

3-) Cebrâil'in insan şekline girerek getirdiği vahiy, vahyin en kolay şeklidir. Cibrîl hadisi diye meşhur olmuş hadis bu yolla gelmiştir.

4-) Cebrâil, görünmeden çıngırak sesine benzer bir ses halinde vahyin gelmesidir. Bu çeşit vahiy, Peygamber aleyhisselâm tarafından vahyin en ağır şekli olarak nitelenmiştir. Kendisinde tehdid ve korkutma olan âyetler bu çeşit vahiyle gelmiştir. Bu çeşit vahiy gelirken, Peygamber aleyhisselâm son derece heyecanlanır, titrer, çok soğuk günlerde dahi terlerdi. (Buhârî, “Bed’ü'l-vahy”, 2).

5-) Cebrâil'in Peygamber aleyhisselâm’a uyku halinde getirdiği vahiydir. Bu tür vahiyle alınan söz Kur’ÂN değildir.

6-) Cebrâil'in kendi aslî şekliyle getirdiği vahiydir. Bu şekliyle vahiy iki defa gerçekleşmiştir. Birincisi peygamberliğinin ilk günü Hira'da iken, ikincisi de mi’racda meydana gelmiştir: "Andolsun ki, onu bir diğer defa da sidretü'l-müntehânın yanında gördü"


وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى
Resim---“Ve andolsun ki, onu başka bir inişinde de gördü.” (Necm 53/13)

عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى
Resim---“Sidretül Münteha'nın yanında.” (Necm 53/14)

7-) Vahyi, Peygamber aleyhisselâm’ın doğrudan ALLAH’tan alması veya perde arkasından ALLAH’la konuşması şeklinde gerçekleşen vahiydir. Mi’racda gerçekleşmiştir..

g-) PEYGAMBERLİĞİN İSBATI.:

Bir peygamberin peygamberliğini isbat, ancak hiç şüphe taşımayan kesin bir delille mümkün olabilir. Bu kesin delil de, ya onun gösterdiği mûcizeyi duyu organıyla gözlemek, yahut kesin bilgi ifâde eden mütevâtir bir haberle o mûcizeden haberdâr olmaktır. Günümüzde bu deliller ancak Peygamber aleyhisselâm için geçerlidir. Peygamber aleyhisselâm’ın ise başta Kur’ÂN mûcizesi olmak üzere pek çok mûcizesi bize tevâtür yoluyla ulaşmıştır.:

aa-) MÛCİZE.:
Sözlükte "insanı âciz bırakan, karşı konulmaz, olağan üstü, garib ve tuhaf şey" anlamlarına gelen mûcize, terim olarak "ALLAHu zü’L- CeLÂL’ın, peygamberlik iddiasında bulunan peygamberini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı, insanların benzerini getirmekten âciz kaldığı olağanüstü olay" diye tanımlanır. Tabiat kanunlarının geçerliliğini ve etkilerini kısa ve geçici bir süre durduran mûcizenin mahiyeti, pozitif bilimlerle açıklanamaz. Aksi halde bu mûcize olmaktan çıkar ve olağan bir şey olurdu. O halde mûcize, peygamber olan kişinin, akılların alamayacağı bir olayı ALLAH’ın kudreti ile göstermeyi başarmasıdır. Kur’ÂN'da mûcize terimi yerine âyet, beyyine ve burhan kavramları kullanılır.
Bir olayın MÛCİZE sayılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir.:
a-) Mûcize gerçekte ALLAH’ın fiilidir. "Peygamberin mûcizesi" denilmesi, mûcizenin onun aracılığıyla olması ve onun doğruluğunu göstermesi sebebiyledir.
b-) Mûcize peygamberlerde meydana gelir. Peygamber olmayan birinin gösterdiği olağan üstülüğe mûcize denilemez.
c-) Mûcize tabiat kanunlarına aykırı bir olaydır.
d-) Mûcize, peygamberlik iddiasıyla birlikte bulunur. Peygamberlik iddiasından önce veya sonra olmaz.
e-) Mûcize, peygamberin isteğine uygun olur. "Dağı yerinden kaldıracağım" diyen birisinin denizi yarması mûcize sayılmaz..

Kur’ÂN-ı Kerîm'de bazı mûcizelerden söz edilir. Bunların en meşhurları şunlardır.:

a-) Hz. İbrâhim aleyhisselâm, Bâbil Hükümdarı Nemrud tarafından ateşe atılmış ve ateş ALLAH’ın "Ey Ateş, İbrâhim'e karşı serin ve zararsız ol" emrine uyarak onu yakmamıştır.. (Enbiyâ 21/58-69)

b-) Hz. Sâlih aleyhisselâm'ın, Semûd kavminin isteği üzerine bir deve getirmesi, Semûd kavminin azarak deveyi kesmesi, buna karşılık ALLAHu zü’L- CeLÂL’ın müthiş bir deprem ile onları yok etmesi.. (Şuarâ 26/141-158).

c-) Hz. Ya’kub'un oğlu Yûsuf aleyhumusselâm’ın gömleğini kör olan gözüne sürmesi sonucu gözlerinin açılması.. (Yûsuf 12/92-96).

d-) Hz. Mûsâ aleyhisselâm'ın;
Elindeki asânın yılan haline gelmesi.. (Tâhâ 20/17-21);
Elini koynuna sokup çıkardığında elinin eksiksiz ve bembeyaz olması.. (Tâhâ 20/22; Neml 27/12; Kasas 28/32);
Asâsının Firavun'un huzurundaki sihirbazların ip ve sopalarını yutuvermesi.. (Tâhâ 20/65-70);
Asâsını denize vurunca denizin yarılıp, İsrâiloğulları'nın açılan yoldan geçmesi, Firavun ve ordusu geçeceği sırada denizin tekrar kapanıp onları boğması.. (Şuarâ 26/61-66).

e-) Hz. Süleyman aleyhisselâm'ın;
Bir kuşla konuşması.. (Neml 27/20-28),
Karıncanın sözünü anlaması.. (Neml 27/18-19).

f-) Hz. Îsâ aleyhisselâm'ın;
ALLAH’ın izniyle çamurdan kuş yapıp, onu üflediği zaman canlı bir kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iyileştirmesi.. (Mâide 5/110),
Havârilerin isteği üzerine gökten bir sofra indirmesi.. (Mâide 5/114-115).

bb-) DİĞER OLAĞAN ÜSTÜ HALLER.:


Diğer olağan üstü haller, olağan üstü olmak açısından mûcizeye benzerse de aralarında büyük fark vardır. Mûcize peygamberlik görevini üstlenmiş bir peygamberde meydana gelir. Mûcizede peygamberin meydan okuması da vardır. Mûcize dışındaki olağan üstünlükler, peygamber olmayan kişilerde görülür. Bu tip olaylarda meydan okuma da söz konusu değildir. Ayrıca mûcize taklit edilemezken, diğer olağan üstünlükler taklit edilebilir.

Mûcize dışında kalan diğer olağan üstü durumlar şunlardır.:
a-) İrhâs.: Peygamber olacak şahsın, henüz peygamber olmadan önce gösterdiği olağan üstü durumlardır. Hz. Îsâ'nın beşikte iken konuşması gibi (Mâide 5/110-115).

b-) Keramet.: Peygamberine gönülden bağlı olan ve ona titizlikle uyan velî kulların gösterdikleri olağan üstü hallerdir.

c-) Meûnet.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’ın velî olmayan bir müslüman kulunu, darda kaldığı veya sıkıntıya düştüğü zaman, olağan üstü bir şekilde bu darlık ve sıkıntıdan kurtarmasıdır.

d-) İstidrac.: Kâfir ve günahkâr kişilerden arzu ve isteklerine uygun olarak meydana gelen olağan üstü olaydır.

e-) İhanet.: Kâfir ve günahkâr kişilerden, arzu ve isteklerine aykırı olarak meydana gelen olaydır. Meselâ, peygamberlik taslayan inkârcılardan Müseylime, tek gözü kör olan bir adama, iyi olsun diye duâ etmiş, bunun üzerine adamın öbür gözü de kör olmuştur.

MUHAMMED aleyhisselâm’ın PEYGAMBERLİĞİNİN İSBATI MÛCİZELERİ.:


Peygamber aleyhisselâm’ın, peygamberliğini isbat eden mûcizeler genellikle üç başlık altında incelenir.:
aa-) Mânevî (aklî) Mûcize Olan Kur’ÂN Mûcizesi Kur’ÂN her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk verecek derecede büyük ve ebedî bir mûcizedir. Diğer peygamberlerin mûcizeleri dönemleri geçince bittiği, onları yalnız o dönemde yaşayanlar gözlediği halde, Kur’ÂN mûcizesi kıyamete kadar sürecek bir mûcizedir. Peygamber aleyhisselâm bir hadislerinde,


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları bir mûcize verilmiş olmasın. Bana mûcize olarak verilen ise, ancak ALLAH’ın bana vahyettiğidir" buyurmuştur.
(Buhârî, “İ’tisâm”, 1).

Kur’ÂN-ı Kerîm, hem söz hem de anlam yönünden mûcizedir. O, Arap edebiyatının zirvede olduğu bir dönemde inmiş, Araplar'a kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuş, üslûbu, şaşırtıcı nazmı (ifâdesi, lafzı), fesahat ve belâgatıyla onları âciz bırakmıştır. Ümmî olan Peygamber'in, ALLAH’tan aldığı vahiy ile insanlara bildirdiği Kur’ÂN, en yüksek gerçekleri kapsamaktadır. Bilim ve tekniğin sonradan ulaştığı gerçekleri Kur’ÂN asırlarca önceden haber vermiş, hiçbir buluş ve bilimsel gelişme, onun içeriği ile ters düşmemiştir..

bb-) Hissî Mûcizeler Peygamber aleyhisselâm’ın yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği, duyu organlarıyla algılanabilen olağan üstü olaylara hissî mûcize denilir. Peygamber aleyhisselâm’ın hissî mûcizelerinin bir kısmı kendi şahsı ile ilgilidir. Ashabdan, MuhaMMed aleyhisselâm’ın bedenî ve ruhî özellikleri, üstün ahlâkı ve örnek davranışları ile ilgili olarak nakledilen rivâyetler, bunları değerlendiren ilim adamları ve bilge kişiler nezdinde, böyle yüce niteliklerin ondan önce ve sonra hiçbir kimsede toplanmadığı yönünde kesin bir ortak kanaat oluşturmuştur. Nitekim bir yahudi iken Müslümanlığı kabul eden Abdullah b. Selâm, Peygamber aleyhisselâm'le ilk karşılaştığında.: "Bu yüz asla bir yalancı yüzü olamaz" demekten kendini alamamıştır.
Peygamber aleyhisselâm ömrü boyunca bu üstün nitelikleri kendisinde korumuş, inanmayanlar aşırı düşmanlıklarına rağmen onda eleştirebilecekleri bir yön bulamamışlardır. Bu da onun peygamberlik iddiasını destekleyen çok güçlü bir delil kabul edilmiştir. Çünkü ALLAHu zü’L- CeLÂL’ın, peygamber olmadığı halde peygamberliğini ileri süren bir kimsenin şahsında bunca üstünlükleri ve erdemi toplaması, ona 23 yıl müsaade etmesi, sonra da tebliğ ettiği dini, diğer dinlere üstün kılıp düşmanlarına gâlib getirmesi ve ölümünden sonra eserlerini kıyamete kadar yaşatması aklen imkânsızdır. Ayrıca, Peygamber aleyhisselâm’ın İslâm çağrısını ilk kez, kitab sahibi olmayan ve hikmetten anlamayan bir kavme yöneltmesi, onlara kitabı ve hikmeti açıklaması, dinî ve hukukî hükümleri öğretmesi.:


كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ
Resim---“Nitekim size, aranızda (görev yapmak üzere), sizden (kendinizden) bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki, âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi)tezkiye (ve tasfiye) etsin, size Kitap'ı(Kurânı Kerim'i) ve hikmeti öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin..” (Bakara 2/151)

Ve onların ahlâkını mükemmelleştirmesi de onun kişiliği ile ilgili hissî mûcizeleri arasında sayılmıştır.

Peygamber aleyhisselâm’ın hissî mûcizelerinin bir kısmı da şahsının (bedeni ve kişiliği) dışında meydana gelmiştir. Bu tip mûcizelerinin en meşhurları şunlardır.:

a-) Bir gecenin çok kısa bir anında Mescid-i Harâm'dan, Mescid-i Aksâ'ya gitmesi ile başlayan isrâ ve mi’rac mucizesi.. (İsrâ 17/1).

b-) Ayın iki parçaya ayrılması.. (Buhârî, “Menâkıb”, 27; Müslim, “Münâfikun", 8 ).

c-) Taşın Peygamber aleyhisselâm'le konuşması.. (Müslim, “Fezâil”, 2).

d-) İlk zamanlar yanında hutbe okuduğu hurma kütüğünün, minber yapıldıktan sonra, Peygamber aleyhisselâm’ın minbere çıkışında inlemeye başlaması, bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm’ın ona yaklaşarak okşar gibi elini gezdirmesi ve kütüğün susması.. (Buhârî, “Menâkıb”, 25).

e-) Hayber fethinde bir yahudi kadının, Peygamber aleyhisselâm’ı öldürmek amacıyla, ona kızartılmış zehirli koyun eti sunması üzerine, kendisinin zehirli olduğunu koyunun haber vermesi.. (Buhârî, “Tıb”, 55; Müslim, “Selâm”, 18; Ebû Dâvûd, “Dıyât”, 6).

cc-) HABER ŞEKLİNDEKİ MÛCİZELER.:

Bu tür bir mûcize, Peygamber aleyhisselâm’ın herhangi bir eğitim ve öğretimden geçmediği halde geçmiş ve geleceğe dair vermiş olduğu haberleri ifâde eder.
Haberî mûcizeler arasında şunlar sayılabilir.:
a-) Peygamber aleyhisselâm önceki ümmetlerin tarihini okumadığı halde, yahudi ve hıristiyan bilginlerinin, geçmiş peygamberler ve eski ümmetler hakkındaki çeşitli sorularını vahiyle cevaplandırmıştır..

b-) Bedir Savaşı gününde, düşman ordusundan kimlerin nerede öldürüleceklerini önceden haber vermiş ve dediği gibi çıkmıştır.. (Müslim, “Cennet”, 17).

c-) Kur’ÂN'daki "Yakında o (müşrik) topluluğu bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır" (Kamer 54/45) âyeti Mekke'de inmiş, âyetin haber verdiği husus, Bedir Savaşı’nda gerçekleşmiştir..

d-) Yine Kur’ÂN-ı Kerîm'deki "Kur’ÂN'ı sana farz kılan ALLAH, elbette seni dönülecek yere (Mekke'ye) döndürecektir..." (Kasas 28/85) âyetinde haber verilen husus Mekke fethiyle gerçekleşmiştir.

e-) Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadislerinde,


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Yeryüzü önümde dürülmüş ve onun doğusu ile batısı bana gösterilmiştir. Ümmetimin hâkimiyeti, bana dürülüp gösterildiği yerlere kadar ulaşacaktır." buyurmuştur.
(Ebû Dâvud, “Fiten”, 1)

Gerçekte de öyle olmuş, İslâm'ın sesi, dünyânın her tarafına ulaşmıştır…
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

E-) ÂHİRETE İMÂN.:

a-) ÂHİRET GÜNÜ ve ÂHİRETE İMÂN.:

Âhiret, sözlükte “son, sonra olan ve son gün” anlamlarına gelir. Terim olarak âhiret, İsrâfil'in (aleyhisselâm) ALLAH’ın emriyle, kıyametin kopması için sûra ilk defa üflemesiyle başlayacak olan Ebedî Hayata denilir. İsrâfil (aleyhisselâm) sûra ikinci defa üfleyince insanlar diriltilip hesaba çekilecek, sonra dünyâdaki imân ve amellerine göre cezâ ve mükâfat görecek, cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme girecek ve orada kalacaklardır.

Âhirete imân, imân esaslarından olup genellikle Kur’ÂN'da “yevmü'l*âhir” (son gün) şeklinde, ALLAH’a imânla yan yana zikredilmiştir. Bu da âhiret inancının imân esasları arasında çok önemli olduğunu göstermektedir. ALLAH’a ve O'nun birer yol gösterici olarak peygamberler gönderdiğine inanmak, insanların sorumlu olduğuna inanmayı da gerekli kılar. İnsandaki sorumluluk duygusu da kişiyi, yaptıklarının karşılığını göreceği âhiret hayatına inanmaya götürür..
Âhirete inanmayan kimse Kur’ÂN âyetlerini inkâr ettiği için kâfir olur: “...Kim ALLAH’ı, meleklerini, kitablarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse o tam mânâsıyla sapıtmıştır” (Nisâ 4/136) meâlindeki âyet bunu açıkça belirtmektedir.


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِيَ أَنزَلَ مِن قَبْلُ وَمَن يَكْفُرْ بِاللّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
Resim---“Ey iman edenler! ALLAH'a ve O'nun Resûl'üne ve Resûl'üne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a îmân edin. Ve kim, ALLAH'ı, meleklerini, kitaplarını, resûllerini ve yevmi’l- âhiri (sonraki âhir gününü) inkâr ederse, o takdirde uzak bir dalâletle sapmış olur.” (Nisâ 4/136)

Kur’ÂN-ı Kerîm'in pek çok âyetinde dünyâ hayatının geçici, âhiretin ise ebedî olduğu, insanların dünyânın geçici zevklerine ve aldatmacalarına kanmamaları, daha hayırlı ve kalıcı olan âhiret mutluluğunu yakalamaları gerektiği vurgulanmaktadır. Bununla birlikte Kur’ÂN, dünyâ hayatının da ihmal edilmemesi gerektiğini, çünkü âhiretin dünyâda kazanılacağını, âhirette mutlu olmanın, dünyâdaki yaşayışa bağlı bulunduğunu ifâde etmektedir: “Fakat siz (ey insanlar) âhiret daha hayırlı ve daha devaml ı olduğu halde dünyâ hayatını tercih ediyorsunuz”


بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
Resim---“Hayır, siz dünya hayatını üstün tutuyorsunuz (tercih ediyorsunuz).” (A’lâ 87/16)

وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى
Resim---“Vel âhıretu hayrun ve ebkâ.: Ve Âhiret Hayatı daha hayırlıdır ve bâkidir (devamlıdır).” (A’lâ 87/17)

“...Şüphesiz bu dünyâ hayatı geçici bir eğlencedir. Ama âhiret, gerçekten kalınacak bir yurttur”


يَا قَوْمِ إِنَّمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا مَتَاعٌ وَإِنَّ الْآخِرَةَ هِيَ دَارُ الْقَرَارِ
Resim---“Ey kavmim! Bu dünya hayatı, sadece (geçici) bir metâ’dır (faydalanmadır). Ve muhakkak ki âhiret karar kılınacak (devamlı kalınacak) yerdir.” (Mü'min 40/39)

“ALLAH’ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu da iste; ama dünyâdan da nâsibini unutma...”


وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللَّهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ وَلَا تَنسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْأَرْضِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ
Resim---“Ve ALLAH'ın sana verdiği şeylerin içinde bulunan âhiret yurdunu iste. Ve dünyadan nâsibini (de) unutma. ALLAHû TeALÂ'nın sana ihsân ettiği gibi sen de ihsan et (karşılıksız ver). Ve yeryüzünde fesad isteme (çıkartma). Muhakkak ki ALLAH, müfsidleri (fesad çıkaranları) sevmez.” (Kasas 28/77)

Kur’ÂN'da âhiret ve âhiret hayatı ile ilgili verilmiş olan pek çok isim vardır. Bu isimlerden bazıları şunlardır.:
Yevmü'l-âhir.: son gün, âhiret günü..
Yevmü'l-ba’s.: diriliş günü..
Yevmü'l-kıyâme.: kıyamet günü..
Yevmü'd-dîn.: cezâ ve mükâfat günü..
Yevmü'l-hisâb.: hesab günü..
Yevmü't-telâk.: kavuşma günü..
Yevmü'l-hasre.: hasret ve pişmanlık günü..

Peygamber Efendimiz aleyhisselâm'ın de âhiret ve halleri ile ilgili pek çok hadisi vardır. Özellikle kıyamet alâmetleri, kabir hayatı, mahşer, hesab, mîzan, sırat, şefaat, cennet ve cehennemle ilgili çok sayıda hadis bulunmaktadır..

b-) ÂHİRETİN VARLIĞININ İSBATI.:

Âhiret hayatının mâhiyeti ve âhiretteki durumlar, duyular ötesi ve gayba ait konular olduğu için, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerle ve akılla açıklanamaz. Bu konuda tek bilgi kaynağı vahiydir. Kur’ÂN'da ve sahih hadislerde ne haber verilmişse onunla yetinilir. Bunun ötesinde aklî bir yoruma gidilemez. Çünkü âhiretteki durumlar dünyâdakine benzemez. Aralarında isim benzerliğinden başka bir benzerlik yoktur. Meselâ “İsrâfil sûra üfürecek, insanların amelleri tartılacak, herkesin defteri ortaya çıkacak.” denildiği zaman, hatıra dünyâda bilinen bir âlet, bir terazi, kâğıttan yapılmış bir defter gelmemelidir. Bunların gerçek şeklini ve iç yüzünü ancak ALLAH bilir. Onların varlığına inanılmalı, mâhiyetleri konusunda ise yorum yapılmamalıdır. İslâm Dini ve kudsal kitabı, âhiret inancına büyük önem vermiştir. Bu sebeble Kur’ÂN'da, hem Mekkî hem de Medenî Sûrelerde, 100’den fazla terim veyâ deyim kullanılarak, âhiret inancı pekiştirilmiştir. Kur’ÂN'da âhiret gününden bahsetmeyen hemen hiçbir sûre yoktur. Kur’ÂN, âhiret fikrini, insanın düşünce ve kalbine bazan apaçık delillerle, bazan da örnekler vermek suretiyle yerleştirmeyi amaçlamıştır. Âhiret Hayatından söz eden çok sayıdaki mânâsı apaçık âyetler ile sahih hadisler âhiretin varlığını isbat eden, bu konuda şüpheye asla yer vermeyen naklî delillerdir. Sağlıklı düşünebilen insan; aklı, kendisinde bulunan adâlet, sorumluluk, ebedîlik ve sonsuzluk duygusu ile, insanın başı boş ve amaçsız yaratılmadığı fikrinden hareketle, âhiret hayatının varlığını tabii bir şekilde kabul eder.

Çeşitli Kur’ÂN ÂYeTLeri bu hususlara açıklık getirmektedir.:

1-) İnsandaki adâlet duygusu, âhirete inanmayı zorunlu kılar. Biz, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in mutlak ve sonsuz adâletine, inanırız. Bilindiği gibi bu dünyâda herkes işlediği suçun cezâsını tam anlamıyla çekmemekte, birtakım haksızlıklar meydana gelmektedir. Âhirette ise durum böyle olmayacak, hiçbir şey gizli kalmayacak, hak yerini bulacak, ALLAH mutlak adâleti ile kötüleri cezâlandıracak, iyileri de mükâfatlandıracaktır. Şu âyet iyilerle kötüleri bir tutmanın ilâhî adâlete uymayacağını ortaya koymaktadır: “Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar? ALLAH gökleri ve yeri yerli yerince yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez”


أًمْ حَسِبَ الَّذِينَ اجْتَرَحُوا السَّيِّئَاتِ أّن نَّجْعَلَهُمْ كَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَوَاء مَّحْيَاهُم وَمَمَاتُهُمْ سَاء مَا يَحْكُمُونَ
Resim---“Yoksa kötülük işleyenler, zannediyorlar mı ki, onları, âmenû olan (ALLAH'a ulaşmayı dileyen) ve sâlih ameller (nefs tezkiyesi) yapanlar gibi kılacağız ve onların hayatları ve ölümleri eşit olacak? Hüküm verdikleri şey ne kötü.” (Câsiye 45/21)

وَخَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ وَلِتُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Resim---“Ve ALLAH, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Ve bütün nefslere kazandıklarının karşılığı (cezâ veyâ mükâfat) verilsin diye. Ve onlara zulmedilmez.” (Câsiye 45/22)

İyi ile kötünün, zâlim ile mazlumun hesablarının görüleceği o gün Kur’ÂN'da “din günü, cezâ ve mükâfat günü” diye nitelendirilmiş, bu terimin geçtiği Fâtiha Sûresi beş vakit namazın her rek’atında okunarak, âhiret inancı ve adâlet duygusu sürekli canlı tutulmuştur.

2-) İnsandaki sorumluluk duygusu da âhirette inanmayı zorunlu kılar. ALLAHu zü’L- CeLÂL insanı, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hayır ile şerri ayırt eden ve seçen bir varlık olarak yaratmış, bu seçiminden dolayı da sorumlu tutmuştur. İnsanın belli davranışlarından sorumlu olması bu sorumluluğunun karşılığını göreceği bir hayatı ve yurdu gerekli kılmaktadır. Bir âyette şöyle buyurulur: “Göğü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline! Yoksa biz, imân edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veyâ (ALLAH’tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız”


وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاء وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلًا ذَلِكَ ظَنُّ الَّذِينَ كَفَرُوا فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا مِنَ النَّارِ
Resim---“Ve gökyüzünü, arzı ve ikisi arasındaki şeyleri bâtıl (boşuna) yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Artık ateş sebebiyle (azâb edilecekleri için) inkâr edenlerin vay haline.” (Sâd 38/27)

أَمْ نَجْعَلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَالْمُفْسِدِينَ فِي الْأَرْضِ أَمْ نَجْعَلُ الْمُتَّقِينَ كَالْفُجَّارِ
Resim---“Yoksa Biz, iman edip salih amellerde bulunanları yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi (bir) mi tutacağız? Ya da muttakileri fâcirler gibi (bir) mi tutacağız?” (Sâd 38/28)

3-) İnsandaki sonsuzluk ve ebedîlik duygusu, âhirete inanmayı gerekli kılar. İnsanlık tarihi ile ilgili olarak, değişik alanlarda yapılan incelemeler, insanda bir ebedîlik ve sonsuzluk duygusunun varlığını göstermiştir. Vatanından ayrı kalmış fakat yurduna dönmek isteyen bir garib yolcu olduğu duygusu, insanda onu ebedî hayat inancına hazır tutan, yaratılıştan bir özelliktir. Bununla birlikte, dünyâ hayatına aşırı tutkunlukları yüzünden, âhiret inancına karşı çıkan ve bütün varlık gayelerini geçici dünyâ yaşantısına hapseden insanlar da olagelmiştir. Kur’ÂN.: “Hayat ancak bu dünyâda yaşadığımızdır, ölürüz ve yaşarız. Bizi tüketip bitiren ancak ve ancak zamandır” diyenlerin, gerçek bir bilgiye dayanmadıklarını ifâde ederek, inkârcıları ve âhireti yalanlayanları mahkûm etmiş.:


وَقَالَ الْمَلَأُ مِن قَوْمِهِ الَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِلِقَاء الْآخِرَةِ وَأَتْرَفْنَاهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا مَا هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يَأْكُلُ مِمَّا تَأْكُلُونَ مِنْهُ وَيَشْرَبُ مِمَّا تَشْرَبُونَ
Resim---“Ve onun kavminden kâfirlerin ileri gelenleri, âhirete mülâki olmayı (ALLAH'a mülâki olmayı) yalanlayanlar ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz kimseler.: “Bu, sizin gibi beşerden (insandan) başka bir şey değil. Sizin yediğiniz şeylerden yiyor, sizin içtiğiniz şeylerden içiyor.” dediler.” (Mü'minûn 23/33)

وَلَئِنْ أَطَعْتُم بَشَرًا مِثْلَكُمْ إِنَّكُمْ إِذًا لَّخَاسِرُونَ
Resim---“Ve eğer siz, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz muhakkak ki siz, o zaman mutlaka hüsrâna düşenler olursunuz.” (Mü'minûn 23/34)

أَيَعِدُكُمْ أَنَّكُمْ إِذَا مِتُّمْ وَكُنتُمْ تُرَابًا وَعِظَامًا أَنَّكُم مُّخْرَجُونَ
Resim---“Öldüğünüz ve toprak olduğunuz, kemik (haline) geldiğiniz zaman sizin, mutlaka (topraktan) çıkarılacağınızı mı size vaadediyor?” (Mü'minûn 23/35)

هَيْهَاتَ هَيْهَاتَ لِمَا تُوعَدُونَ
Resim---“Yazık, yazık size vaadedilen şeye.” (Mü'minûn 23/36)

إِنْ هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوثِينَ
Resim---“O (hayat), sadece dünyâ hayatıdır. Ölürüz ve yaşarız. Ve Biz, beas edilecek (yeniden dirilecek) değiliz.”(Mü'minûn 23/37)

Bu konudaki ölümsüz gerçeği şöyle hatırlatmıştır.: “De ki: ALLAH sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler. Göklerin ve yerin mülkü ALLAH’ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün bâtıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır.”


قُلِ اللَّهُ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يَجْمَعُكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا رَيبَ فِيهِ وَلَكِنَّ أَكَثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Resim---“De ki: “ALLAH sizi yaşatır, sonra öldürür. Sonra sizi, hakkında şüphe olmayan kıyâmet günü (biraraya) toplar.” Ve lâkin insanların çoğu bilmezler.” (Câsiye 45/26)

وَلَلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرضِ وَيَومَ تَقُومُ السَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ يَخْسَرُ الْمُبْطِلُونَ
Resim---“Göklerin ve yerin mülkü ALLAH'ındır. Ve o saatin (kıyâmetin) vuku bulacağı izin günü, bâtıl olanlar hüsrânda olacaklardır.” (Câsiye 45/27)

4-) İnsanın başı boş ve amaçsız yaratılmayışı da âhirete inanmayı gerektirir. Kur’ÂN'da da ifâde edildiği gibi insan boş yere ve amaçsız yaratılmamıştır. O, yaratılış gâyesini gerçekleştirmek, yeryüzünde halife olmak, ancak kulluk etmek için yaratılmıştır. Öyleyse o bu görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Getirirse âhirette karşılığını da görecektir. Bir âyette şöyle buyurulur: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? Mutlak hâkim ve hak olan ALLAH çok yücedir. O'ndan başka İlâh yoktur. O, yüce Arş'ın sahibidir”


أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ
Resim---“Öyleyse Bizim, sizi abes olarak (boş yere) yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?” (Mü'minûn 23/115)

فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ
Resim---“İşte Hakk Melik olan ALLAH, çok yüce'dir. O'ndan başka İlâh yoktur. (O), kerim arş'ın RABBidir.” (Mü'minûn 23/116)

c-) ÂHİRET HAYATININ DEVRELERİ.:

İnsanın ölümüyle Âhiret Hayatı başlar. Bu durumda; ÂHiRet, Kabir (berzah) Hayatı, Kıyamet, ba’s (yeniden dirilme), Haşir ve Mahşer, Defterlerin dağıtılması, Hesab, Mîzan, Sırat, Şefaat, Cennet ve Cehennem gibi devreleri kapsamaktadır..

aa-) Kabir Hayatı.:
(Berzah) Ölümle başlayıp yeniden dirilmeye kadar devam edecek hayata kabir hayatı denilir. Kabir hayatı “berzah” diye de anılmıştır. Bir hadiste;


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bu ümmet kabrinde imtihan edilecektir.” buyurmuştur.
(Müslim, “Cennet”, 67)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kabir, âhiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa sonraki durakları daha kolay geçer. Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Zühd”, 5; İbn Mâce, “Zühd”, 32)

Buyurularak ölümle âhiret hayatının başladığı ifâde edilmiştir. Her insan ister ölerek toprağa gömülsün, ister boğularak denizde kalsın veyâ yanarak külü havaya karışsın, mutlaka kabir hayatını geçirecek ve kıyamet günü diriltilecektir. Genellikle insanlar ölünce kabre konulduğundan bu gibi durumlarda da kabir hayatı ifâdesi kullanılmaktadır. İnsan öldükten sonra kabre konulunca Münker ve Nekir adında iki melek kendisine gelerek.: “RABB'in kimdir?”, “Peygamberin kimdir?” “Dinin nedir?” diye soracaklar, imân ve güzel amel sâhibleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılarak cennet gösterilecektir. Kâfir ve münâfıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek, onlara da cehennem kapıları açılacak ve cehennem gösterilecektir. Kâfirler ve münâfıklar kabirde acı ve sıkıntı içinde azâb görürlerken mü’minler ni’metler içerisinde mutlu ve sıkıntısız bir hayat süreceklerdir. (bk. Tirmizî, “Cenâiz”, 70).
Kabir azâbı ve ni’meti ile ilgili olarak Kur’ÂN'da ve Sahih Hadislerde çeşitli bilgiler bulunmaktadır..

Resim

ÖZEL NOT.:

KABiR AZÂBI.:

Kökeni itibarı ile Arapça bir kelime olan KABR, “gömmek, defnetmek” anlamında mastardır. (İbn Düreyd 1987: I. 324). “Ölünün gömüldüğü yer” için de mef’ûl mânâsında masdar olan “kabr”, “makbere” yahut “makbure” kelimeleri kullanılır. Kelimenin çoğulu “akbur”, “kubûr” ve “mekâbir” formlarında gelir. (Cevherî, 2009: 911, Firûzabâdî, 2008: 1280).

Kur’ân-ı Kerîm’de KABiR;

“Kabr” şeklinde tekil halde 1 âyette.. Tevbe 9/84..


وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِّنْهُم مَّاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَىَ قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُواْ وَهُمْ فَاسِقُونَ
Resim---“Ve lâ tusalli alâ ehadin minhum mâte ebeden ve lâ tekum alâ KABRihi, innehum keferû billâhi ve resûlihî ve mâtû ve hum fâsikûn (fâsikûne).: Onlardan ölen bir kimsenin üzerine, namazı ebediyyen (hiçbir zaman) kılma ve onun KABRi başında durma. Çünkü onlar, ALLAH'ı ve O'nun Resûl'ünü inkâr ettiler ve onlar fasık(lar) olarak öldüler.” (Tevbe 9/84)

“Mekâbir” şeklinde çoğul halde toplam 1 âyette..Tekâsür 102/2..


حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ
Resim---“Hattâ zurtumu’l- MEKÂBİR (mekâbire).: Hatta kabirleri ziyâret ettiniz (ölülerinizi bile sayarak çoklukla övündünüz).” (Tekâsür 102/2)

“Kubur” şeklinde çoğul halde toplam 5 âyette.. Hacc 22/7; Fâtır 35/22; Mümtehine 60/13; İnfitâr 82/4; Âdiyât 100/9 âyetlerinde geçer..


وَأَنَّ السَّاعَةَ آتِيَةٌ لَّا رَيْبَ فِيهَا وَأَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَن فِي الْقُبُورِ
Resim---“Ve enne’s- sâate âtiyetun lâ raybe fîhâ ve ennallâhe yeb’asu men fî’l- KUBUR (kubûri).: Ve onda (vuku’ bulacağında) şüphe olmayan o saat (kıyâmet) mutlaka gelecektir. Ve muhakkak ki ALLAH, kabirlerde olan kimseleri beas edecektir (diriltecektir).” (Hacc 22/7)

Kur’ân’da if’âl bâbında “akbera” şeklinde 1 âyette kullanılmıştır..


ثُمَّ أَمَاتَهُ فَأَقْبَرَهُ
Resim---“Summe emâtehu fe AKBERah (akberahu).: Sonra onu öldürdü, böylece onu KABİRe koydurdu.” (Abese 80/21)

Ebu Ubeyde ve Ferâhîdî âyetteki ifadenin “Sonra onu öldürdü ve kabre konulmasını emretti” anlamına geldiğini belirtir. (Ebu Ubeyde II. 386; Ferâhîdî. 2003: III. 352).
Âyette Hâbil’in bir kargadan aldığı dersle kardeşinin bedenini gömmesine (Mâide 4/31) işâret bulunmaktadır. Demek ki insanların kabre konulması uygulaması insanoğlu tarafından ilahî bir yönlendirme sonucu keşfedilmiştir.

RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’de KABiR;


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bu ümmet kabrinde imtihan edilecektir.” buyurmuştur.
(Müslim, “Cennet”, 67)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cenâze toprağa konulduğu zaman ona siyah ve yeşil renkli iki melek gelir. Birisine Münker, diğerine Nekîr denir.” buyurmuştur.
(Ebu Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî 1071)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Kıyamet”, 26)

Resim---Aişe radiyallahu anha Vâlidemiz.: “Hz. Peygamber’in namaz kılıp da kabir azâbından Allah’a sığınmadığını hiç görmedim.” demiştir.
(Buhârî, 1992: “Cenâiz” 87)

Resim---Kabir azâbının hak olduğunu şüpheye yer bırakmayacak biçimde çok daha açık ifadelerle anlatan bir rivâyet de şöyledir.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Medine-i Münevvere’nin bahçelerinden birinden çıktığı esnâda kabirlerinde azâb gören iki ölünün feryadını işitti. Bunun üzerine.: “Bu ikisi, kendilerince büyük olmayan birer günah sebebiyle azâb görüyorlar. Aslında günahları gerçekten büyük idi. Biri idrarından sakınmaz, diğeri de söz taşır, dedikodu yapardı’ buyurdu. Sonra yaş bir hurma dalı istedi. Onu iki parçaya ayırıp birini bir kabrin, diğerini de öbür kabrin başına dikti ve.: “Bu iki fidan canlı kaldığı müddetçe buradakilerin azâbının hafifletilmesi umulur.” buyurdu.
(Buhârî, 1992: “Edeb”, 49, “Vudû”, 55-56, “Cenâiz”, 82)

Resim---Kabir ni’metlerinin var olduğunu şu hadis de desteklemektedir.: “İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekîr adında iki melek kendisine gelerek soru soracaklar, iman ve güzel amel sahibleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılarak cennet gösterilecektir. Kâfir ve münâfıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek, onlara da cehennem kapıları açılacak ve cehennem gösterilecektir. Kâfirler ve münâfıklar kabirde acı ve sıkıntı içinde azâb görürlerken mü’minler ni’metler içerisinde mutlu ve sıkıntısız bir hayat süreceklerdir.” buyurmuştur.
(Tirmizî, 1992: “Cenâiz” 71)

Resim---Aişe radiyallahu anha Vâlidemiz’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Muhakkak kabrin bir sıkması vardır ki, eğer ondan kimse kurtulacak olsaydı Sa'd b. Mu'âz kurtulurdu.” buyurmuştur.
(A. b. Hanbel, Müsned, c. VI, s. 55, 98; Suyûti, Ş. Sudur, v. 177)

Resim---Aişe radiyallahu anha Vâlidemiz bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e.: “Yâ Resûlullah! Sen bana Münker ve Nekir'in seslerini ve kabir sıkmasını anlattığın günden beri hiç bir şeyden tat alamaz oldum.” dedi.
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ”Yâ Aişe, Münker ve Nekir'in sesleri mü'mine, gözdeki sürme gibi gelir. Kabir sıkması da mü'mine, şefkatli bir ananın yavrusunun başını okşaması gibidir. Ama yâ Aişe, şâkilere (âsi olanlara) yazıklar olsun ki onlar kabirlerinde düz ve sert taş üzerine yumurtanın çarpıldığı gibi sıkıştırılacaklardır.” buyurdu..

(Beyhakî, İsbatı Azâbu’l- Kabr 39; Suyûti, Ş. Sudur, v. 47 a; Suyûtî, B. el-Keîb, v. 145 a; İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, c. III, s. 262, Beyrut 1971)

Resim---Enes radiyallahu anhu, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte Zeyneb'in cenâzesinde bulunduğunu ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemi hüzünlü hüzünlü kabrin yanında oturur gördüğünü anlatır.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem göğe bakmağa başlar, sonra yere bakar ve hüznü artar. Başını yerden kaldırdığı zaman, hüznünün gittiğini ve tebüssüm ettiğini gördüklerini söyleyen Enes, bunun sebebini sorduğunda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kabrin Zeynib'i sıkmasını düşünüp hüzünlendiğini ve bunu hafifletmesi için ALLAH'a yalvardığını ve duasının kabul edildiğini beyân eder.” buyurdu.
(Suyûtî, Ş. Sudur, v. 45 b)

Resim---Ömer radiyallahu anhu.: “Kefenimi iktisadlı yapın. Çünkü eğer ALLAH katında benim bir mevkiim varsa O elbette onu daha hayırlısı ile değiştirecektir... Kabrimi de iktisadlı kazın. Zirâ eğer ben ALLAH katında hayırlı isem, o kabrimi genişletecektir. Değilsem de, siz ne kadar geniş kazarsanız kazın O, onu sıkıştıracaktır. Ta ki kaburga kemiklerim birbirine karışacaktır.” buyurmuştur.
(Suyûtî, B. el-Keîb, v. 147)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sizden biriniz vefât ettiğinde, sabah ve akşam ona kendi oturacağı makamı gösterilir. O kimse cennetliklerden ise, cennetliklerin makamlarından bir makam (yani kendisinin Cennet'te varacağı makam) gösterilir. Ve ona: Burası senin kıyamet gününde gönderileceğin makamdır (yerindir), denir.” buyurmuştur.
(Abdullah b. Ömer radiyallahu anhu'dan; Buhârî, Sahih, Cenaîz, 88, c. II, s. 103; Müslim, Sahih, Cennet, 17, c. IV, s. 2199; Tirmizî, Sünen, Cenâiz, 71, c. II, s. 267; lbn Mâce, Sünen, Zühd, 32, c. II, s. 1427; Nesâî, Sünen, Cenâiz, 116, c. IV, s. 107; Mâlik b. Enes, Muvatta”, Cenâiz, 16, c. I, s. 239)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kabrinde âdemoğluna sabah-akşam Cennet veyâ Cehennem'deki yeri arz edilir.” buyurdu.
(Abdullah b. Ömer radiyallahu anhu'dan; A. b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 59.)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem. Tâhâ Sûresi'ndeki.: ”...Muhakkak onun için dar bir geçim vardır.” Tahâ, 20/124. âyetinin kabir azâbı hakkında indiğini haber vererek.: “ALLAH'a yemin olsun ki, ona (kâfire) doksan dokuz tinnîn gönderilir (saldırtılır). Tinnîn nedir bilir misiniz? Her birinin dokuz başı olan doksan dokuz yılan. Kıyamet gününe kadar onun cismine üfürürler, sokarlar ve onu tırmalarlar.” buyurdu.
(Beyhakî, İsbatı Azâbu’l- Kabr, v. 32 a; İbn Kesîr, Tefsir, c. III, s. 169; Gazzâlî, îhyâ, c. IV, s. 484)

وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى
Resim---“Ve men a’rada an zikrî fe inne lehu maîşeten danken ve nahşuruhu yevme’l- kıyâmeti a’mâ.: Ve kim Benim zikrimden yüz çevirirse, o takdirde mutlaka onun için sıkıntılı bir geçim (hayat) vardır. Ve kıyâmet günü onu, kör olarak haşredeceğiz.” (TâHâ 20/124)

Resim--- Ebû Sa'id el-Hudrî radiyallahu anhu.: "Buradaki dar geçimden kasıt, doksan dokuz Tinnin'in (ejderhanın) onu kabrinde sokmasıdır.” demiştir.
(Beyhakî, İsbatı Azâbu’l- Kabr, v. 31 b.)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ”Kabrinde kâfire doksan dokuz tinnîn (ejderha) saldırtılır ve kıyamet gününe kadar onu ısırırlar ve sokarlar ki, eğer onlardan birisi yeryüzüne üfleyecek olsa, orada hiç bir yeşillik kalmazdı.” buyurdu.
(Ebû Sa'id el-Hudrî radiyallahu anh’dan; A. b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 38; Dârimî, Sünen, Rikâk, 94, c. II, s. 238)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “...Ona (kâfire) kabrinde, elinde düğümü ateşten olan, deve boynu gibi bir kırbaçla bir hayvan saldırtılır ki, ALLAH'ın dilediği kadar onu döğer. Kulakları da sağır olduğu için onun sesisini (feryadını) duymaz ki ona acısın.” buyurdu.
(A. b. Hanbel, Müsned, c. VI, s. 353)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ”Kâfire kabrinde kudurmuş akrepler saldırtılır ve onun etini başından ayaklarına kadar yerler. Sonra ona tekrar et giydirilir ve bu sefer de ayaklarından başlayarak başına kadar yerler ve böylece azâb devam edip gider.” buyurmuştur.
(Aişe radiyallahu anha’dan; Beyhakî, İsbatu Azâbul Kabr, v. 53 b.)

Resim---İmam Buhârî, Enes b. Mâlik'den naklen şöyle bir olay anlatır.: “Neccaroğulları'ndan Hristiyan bir adam vardı. Müslüman olup Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okumuştu. Peygamber aleyhisselâm'a da vahiy yazardı. Bu adam irtidad ederek (İslâm'dan çıkarak) Hristiyanlığa döndü ve.: “Muhammed bir şey bilmez. Ancak benim kendisine yazdığım şeyleri bilir.” demeğe başladı. ALLAH onu vefât ettirince, Hristiyanlar gömdüler. Fakat sabah olunca gördüler ki gömüldüğü yer onu dışına atmıştı. Bunun üzerine Hristiyanlar.: ”Bu, Muhammed ile ashabının işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu din kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu meydanda bıraktılar.” diye iftira ettiler. Derin bir çukur kazarak onu oraya gömdüler. Fakat ertesi sabah, gömüldüğü yerin onu yine dışarı attığı görüldü. Hristiyanlar yine.: ”Bu, Muhammed ile ashabının işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu din kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu dışında bıraktılar.” dediler. Bir yerde yine bir çukur kazdılar. Güçleri yettiği kadar derinleştirdiler. Fakat sabah olunca o yerin de onu dışarı attığı görüldü. Bunun üzerine Hristiyanlar, bu işin insanlar tarafından yapılmadığını anladılar ve onun ölüsünü açıkta bıraktılar.” buyurmuştur.
(Buhârî, Sahih, Menâkıb, 25, c. IV, s. 181-182; Ayrıca bkz. A. b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 120-121)

Bazı rivâyetelerde sadece Neccaroğullarından olduğu bildirileni (bkz. Askalânî, Fethu'1-Bârî, c. VI, s. 625, Mektebetü's-Seleüyye) ve ismi belirtilmeyen bu adam öldüğünde,
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yer onu kabul etmeyecektir.” buyurmuştur.
(A. b. Hanbel, Müsned, c. III. s. 121)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

bb-) KIYAMET ve KIYAMET ALÂMETLERİ.:

Sözlükte “kalkmak, dikilmek, ayaklanmak” anlamlarına gelen kıyamet bir terim olarak, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin alt üst edilerek yok olması, yok olan ve ölen şeylerin yeniden yaratılıp diriltilerek ayağa kalkması ve mahşere doğru yönelmesi demektir. Bu durumda kıyamet genel bir ölümden sonra genel bir dirilişi kapsamaktadır. Kıyametin kopması, aklın imkânsız göreceği bir olay değildir. Çünkü evrenin yaratıcısı ve yöneticisi olan ALLAH’ın, evrendeki düzeni bozması, dolayısıyla bugün tabiatı düzenleyen kanunların alt üst olması akıl açısından mümkündür. Kur’ÂN-ı Kerîm'de kıyametin geleceğinden kuşku duyulmaması gerektiğini belirten ve kıyamet ile ilgili durumları açıklayan pek çok âyet vardır.:
“İnsan kıyamet günü ne zamanmış? diye sorar. İşte göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman! O gün insan ‘kaçacak yer neresi?’ diyecektir. Hayır, hayır! (Kaçıp) sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, sadece RABBBinin huzurudur” (Kıyâme 75/6-12).

“Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü, denizler birbirine katıldığı, kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman, insanoğlu (yapıp) gönderdiklerini ve (yapamayıp) geride bıraktıklarını bir bir anlar”


إِذَا السَّمَاء انفَطَرَتْ
Resim---“Semâ çatlayıp yarıldığı zaman.” (İnfitâr 82/1)

وَإِذَا الْكَوَاكِبُ انتَثَرَتْ
Resim---“Ve yıldızlar dağıldığı zaman.” (İnfitâr 82/2)

وَإِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ
Resim---“Ve denizler kabarıp karıştığı zaman.” (İnfitâr 82/3)

وَإِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ
Resim---“Ve denizler kabarıp karıştığı zaman.” (İnfitâr 82/4)

وَإِذَا الْقُبُورُ بُعْثِرَتْ
Resim---“(Her) nefs ne takdim ettiğini (yaptığını) ve neyi tehir ettiğini (yapmadığını) bilmiştir.” (İnfitâr 82/5)

Kur’ÂN'da kıyamet günü; saat, vâkıa (kesin olarak meydana gelecek olan), et-tâmmetü'l-kübrâ (en büyük felâket ve belâ), hâkka (gerçek olan), gaşiye (şiddetiyle birden bire halkı saran), karia (kapıyı çalacak gerçek) gibi isimlerle de anılmıştır. Kıyamet günü önce mü’minlerin ruhları alınarak âhirete göçmeleri sağlanacak, böylece kıyamet, insanların kötüleri ve kâfirler üzerine kopacaktır.. (Buhârî, “Fiten”, 5; Müslim, “Fiten”, 53; İbn Mâce, “Fiten”, 24).

1-) KIYAMETİN KOPACAĞI ZAMAN.:

Kıyametin ne zaman kopacağını ancak ALLAH bilir. Bu konuda ne Peygamber aleyhisselâm, ne ona vahiy getiren Cebrâil aleyhisselâm, ne de zamanı gelince kıyamet olayını fiilen gerçekleştirmekle görevlendirilecek olan İsrâfil aleyhisselâm bu bilgiye sâhibtir. ALLAHu zü’L- CeLÂL kıyametin kopacağı zamanı ancak kendisinin bildiğini çeşitli âyetlerde ifâde etmiştir. Bu konudaki bazı âyetlerin meâli şöyledir: “Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak ALLAH katındadır...”


إِنَّ اللَّهَ عِندَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ الْغَيْثَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ مَّاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ بِأَيِّ أَرْضٍ تَمُوتُ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
Resim---“Muhakkak ki o saatin (kıyâmetin) ilmi, ALLAH'ın katındadır. Ve yağmuru, (O) indirir ve rahimlerde olan şeyi (O) bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilemez (idrak edemez). Ve kimse arzın neresinde öleceğini bilemez (idrak edemez). Muhakkak ki ALLAH, ALÎM'dir (en iyi bilen), HABÎR'dir (haberdâr olan).” (Lokmân 31/34)

“Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak RABBBimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O, göklere de yerlere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak ALLAH katındadır. Ama insanların çoğu bilmezler”

يَسْأَلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ أَيَّانَ مُرْسَاهَا قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِندَ رَبِّي لاَ يُجَلِّيهَا لِوَقْتِهَا إِلاَّ هُوَ ثَقُلَتْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لاَ تَأْتِيكُمْ إِلاَّ بَغْتَةً يَسْأَلُونَكَ كَأَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَا قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِندَ اللّهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
Resim---“Sana saati (kıyâmet) ne zaman olacağını (karar kılındığını) soruyorlar. De ki.: “Onun ilmi ancak RABBimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. Yerlere ve göklere ağır geldi, o size ansızın gelir (ansızın olmaktan başka bir şekilde gelmez). Sen sanki ondan haberdarmışsın gibi soruyorlar. “Onun ilmi yalnızca ALLAH'ın katındadır.” de. Ve lâkin insanların çoğu bilmezler.” (A’râf 7/187)

Cibrîl hadisi diye bilinen hadiste de Cebrâil aleyhisselâm imân, İslâm ve ihsân kavramlarının ne ifâde ettiğini Peygamber aleyhisselâm’a sorduktan sonra kıyametin ne zaman kopacağını sormuş ve şu cevabı almıştır.:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bu meselede kendisine soru sorulan, sorandan daha bilgili değildir” buyurmuştur.
(Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15).

Müslüman için önemli olan, kıyametin ne zaman kopacağını bilmek değil, onun kopmasıyla başlayacak olan ebedî hayata gerektiği şekilde hazırlanabilmektir. Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek mümkün değildir. Ancak Peygamber aleyhisselâm bazı hadisleriyle onun yaklaştığını gösteren alâmetlerden insanları haberdâr etmiştir.

2-) KIYAMET ALÂMETLERİ.: (Eşrâtü's- Sâat).:

Kıyamet alâmetleri, insan iradesine bağlı olması veyâ olmaması, kıyametin kopuşuna çok yakın bulunup bulunmaması durumu göz önünde tutularak iki başlık altında incelenir: Küçük alâmetler, büyük alâmetler. Alâmetlerin büyük veyâ küçük diye nitelenmeleri önemlerinden dolayı değil, açıklanan sebebten dolayıdır.:

1-) BÜYÜK ALÂMETLER.:
Dinî emirlerin ihmal edilmesi ve ahlâkın bozulması gibi insan iradesine bağlı olarak büyük alâmetlerden çok önce meydana gelecek olan olaylardır. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın gönderilmesi ve onunla peygamberliğin sona ermesi, ilmin ortadan kalkıp bilgisizliğin artması, şarab içme ve zinânın açıkça yapılır olması, ehliyetsiz insanların söz sahibi olması, adam öldürme olaylarının artması, dünyâ malının bollaşması, zekât verecek fakirin bulunmaması gibi olaylar kıyametin küçük alâmetlerinin bazılarıdır..
(Buhârî, “Tefsîr”, 79, “Hudûd”, 20, “Fiten”, 25; Tirmizî, “Fiten”, 34; İbn Mâce, “Fiten”, 25; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15).

2-) BÜYÜK ALÂMETLER.:

Kıyametin kopmasının hemen öncesinde meydana gelecek ve birbirini izleyecek olan olaylardır. Büyük alâmetler, tabiat kanunlarını aşan ve insan iradesinin dışında gerçekleşen olaylardır. Peygamber aleyhisselâm bir hadislerinde;


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kıyametten önce on alâmet görmediğiniz sürece dünyânın sonu gelmez” buyurmuş ve bu alâmetleri şu şekilde sıralamıştır.:
(Müslim, “Fiten”, 39; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 11; İbn Mâce, “Fiten”, 28):
a-) Duman.: Mü’minleri nezleye tutulmuş gibi bir duruma getiren ve kâfirleri sarhoş eden bir dumanın çıkışı ve bütün yeryüzünü kaplaması.
b-) Deccâl.: Bu isimde bir şahıs çıkacak ve İlâhlık iddiasında bulunacak, istidrâc denilen bazı olağan üstülükler gösterecek ve Îsâ aleyhisselâm tarafından öldürülecektir..
c-) Dâbbetü'l-arz.: Bu isimde bir canlı çıkacak, yanında Mûsâ aleyhisselâm'ın asâsı ve Süleyman aleyhisselâm'ın mührü bulunacak, asâ ile mü’minin yüzünü aydınlatacak, mühür ile kâfirin burnunu kıracak, böylelikle mü’minlerin ve kâfirlerin tanınmaları sağlanacaktır..
d-) Güneşin Batıdan Doğması.: Evrenin tek hâkimi ALLAH’ın emriyle güneş batıdan doğacak, bu olaydan sonra imân edenlerin imânı, kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir..
e-) Ye'cûc ve Me'cûc'ün Çıkması.: Bu isimde iki topluluğun yeryüzüne dağılarak bir süre bozgunculuk yapmaları da kıyametin bir başka büyük alâmetidir..
f-) Îsâ'nın Gökten İnmesi.: Îsâ aleyhisselâm kıyametin kopmasına yakın gökten inecek, insanlar arasında adâletle hükmedecek, Peygamber aleyhisselâm’ın dini üzere amel edecek, deccâli öldürecek, sonra da ölecektir..
g-) Yer Çöküntüsü.: Biri doğuda, biri batıda, biri de Arap Yarımadası’nda olmak üzere üç yer çöküntüsü meydana gelecektir..
h-) Ateş Çıkması.: Hicaz taraflarında büyük bir ateş çıkacak ve her tarafı aydınlatacaktır..

Kıyamet alâmetleriyle ilgili olarak hadis kitablarımızda pek çok rivâyet ve bilgi bulunmaktadır. Âhiretle ilgili diğer konularda olduğu gibi kıyamet alâmetlerinin mâhiyeti konusunda da gerçek bilgi sahibi ALLAHu zü’L- CeLÂL’dir. Onların gerçek yüzü bilinemez. Ancak bazı yorumlar yapılabilir, mâhiyeti ise ALLAH’a havale edilir..

3-) SÛR ve SÛRA ÜFÜRÜŞ.:

Kelime olarak sûr, “seslenmek, boru, üflenince ses çıkaran boynuz” anlamlarına gelir. Terim olarak “kıyametin kopuşunu belirtmek ve kıyamet koptuktan sonra bütün insanların mahşer yerinde toplanmak üzere dirilmelerini sağlamak için İsrâfil aleyhisselâm tarafından üfürülecek olan boru”ya sûr denilir.
Peygamber aleyhisselâm bir hadislerinde sûrun, kendisine üflenen bir boru ve boynuz olduğunu haber vermişlerdir.. (Tirmizî, “Kıyâmet”,8.)
Fakat bu borunun mâhiyeti insanlar tarafından bilinemez. Sûr da bütün âhiret hallerinde olduğu gibi dünyâdaki borulara benzetilemez.
Kur’ÂN âyetlerinden anlaşıldığına göre, İsrâfil aleyhisselâm sûra iki defa üfürecektir.:

İlkinde=>ALLAH’ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde olan her şey dehşetinden sarsılacak (nefha-i fezâ’=>korku üfürüşü) ve her şey yıkılıp ölecek ve kıyamet kopacak (nefha-i sâik=>ölüm üfürüşü),

İkincisinde de =>İnsanlar dirilecek ve mahşer yerinde toplanmak üzere RABBlerine koşacaklardır (nefha-i kıyâm=>kalkış üfürüşü).:


وَيَوْمَ يُنفَخُ فِي الصُّورِ فَفَزِعَ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَمَن فِي الْأَرْضِ إِلَّا مَن شَاء اللَّهُ وَكُلٌّ أَتَوْهُ دَاخِرِينَ
Resim---“Ve sûr'a üfürüldüğü gün, ALLAH'ın dilediği kimseler hariç, semâlarda ve yeryüzünde olanlar dehşete kapıldı (kapılırlar). Ve herkes boyunları bükük olarak ona (ALLAH'a) geldiler (gelirler).” (Neml 27/87)

وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَإِذَا هُم مِّنَ الْأَجْدَاثِ إِلَى رَبِّهِمْ يَنسِلُونَ
Resim---“Ve sûr'a üfürülmüştür. İşte o zaman onlar, mezârlarından RABB'lerine koşarlar (uçarlar, yükselirler).” (Yâsîn 36/51)

وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَصَعِقَ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَمَن فِي الْأَرْضِ إِلَّا مَن شَاء اللَّهُ ثُمَّ نُفِخَ فِيهِ أُخْرَى فَإِذَا هُم قِيَامٌ يَنظُرُونَ
Resim---“Ve sûr'a üfürülmüş, ALLAH'ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde olanlar ölmüşlerdir. Sonra ona (sûr'a) bir defa daha üfürüldüğü zaman onlar ayağa kalkarak bakınırlar.” (Zümer 39/68)

فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ نَفْخَةٌ وَاحِدَةٌ
Resim---“Artık sûr'a tek bir üfleyişle üflendiği zaman.” (Hâkka 69/13)

وَحُمِلَتِ الْأَرْضُ وَالْجِبَالُ فَدُكَّتَا دَكَّةً وَاحِدَةً
Resim---“Ve yeryüzü (arz) ve dağlar yerlerinden kaldırılıp, tek bir çarpışla parçalandığı zaman.” (Hâkka 69/14)

فَيَوْمَئِذٍ وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ
Resim---“İşte izin günü, o vakı’a (büyük olay) vuku’ bulmuştur.” (Hâkka 69/15)

وَانشَقَّتِ السَّمَاء فَهِيَ يَوْمَئِذٍ وَاهِيَةٌ
Resim---“Ve semâ yarılmıştır. Artık o, izin günü zaafa uğramıştır (dengesi bozulmuştur).” (Hâkka 69/16)

İsrâfil'in sûra iki defa üfürmesi arasında geçecek zaman ise kesin olarak bilinmemektedir.:

وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَإِذَا هُم مِّنَ الْأَجْدَاثِ إِلَى رَبِّهِمْ يَنسِلُونَ
Resim---“Ve sur'a üfürülmüştür. İşte o zaman onlar, mezârlarından RARBB'lerine koşarlar (uçarlar, yükselirler).” (Yâsîn 36/51)


cc-) BA’S (Yeniden DiriLme) ve ÂHİRET HALLERİ.:

1-) BA’S.:
“Öldükten sonra tekrar dirilmek” anlamına gelen ba’s, âhiret hayatının en önemli devrelerinden biridir. Kıyametin kopmasından sonra İsrâfil aleyhisselâm sûra ikinci defa üfürecek ve bütün canlı yaratıklar tekrar diriltileceklerdir. Ehl-i Sünnet inancına göre tekrar diriliş, hem beden hem de ruh ile olacaktır. Buna göre insan, öldükten ve çürüdükten sonra, ALLAH, onun bedenine ait aslî parçaları bir araya getirecek (veyâ benzerini yaratacak) ve ruhu buna iâde edecektir. Kur’ÂN-ı Kerîm'deki.:

“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız. Onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe derilerini başka derilerle değiştiririz ki, acıyı duysunlar...”


إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِآيَاتِنَا سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُواْ الْعَذَابَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا
Resim---“Muhakkak ki âyetlerimizi inkâr eden kimseleri yakında ateşe atacağız. Onların derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları(derilerini) başka deriler ile değiştireceğiz. Muhakkak ki ALLAH AZÎZ'dir, HAKÎM'dir.” (Nisâ 4/156)

Meâlindeki âyet ile hesab sırasında insanın dil, el ve ayaklarının şâhidlik yapacağını bildiren âyetler,

يَوْمَ تَشْهَدُ عَلَيْهِمْ أَلْسِنَتُهُمْ وَأَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُم بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Resim---“O gün onlara, onların dilleri, elleri ve ayakları (hayat filmleri) yapmış olduklarına şâhidlik edecek.” (Nûr 24/24)

يَوْمَئِذٍ يُوَفِّيهِمُ اللَّهُ دِينَهُمُ الْحَقَّ وَيَعْلَمُونَ أَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ الْمُبِينُ
Resim---“İzin günü ALLAH onlara dînlerini (negatif ve pozitif derecelerin karşılığını) hakkıyla ödeyecektir. Ve ALLAH'ın, Hakk Mübin (hakkı açıklayan, yerine getiren) olduğunu bilecekler.” (Nûr 24/25)

yeniden dirilişin, ruhbeden birlikteliği ile olacağının delilleridir. Kur’ÂN-ı Kerîm öldükten sonra tekrar dirilişi inkâr edenlere karşı, yeniden dirilmenin aklen mümkün olduğunu ve mutlaka meydana geleceğini ısrarla vurgulamakta ve bu konuda şu delilleri ileri sürerek, bu gerçeği ispatlamaktadır.:

1-) Bir şeyi yoktan var edenin, onu ikinci defa var etmesi öncelikle mümkündür.: Bu tür isbata örnek olarak şu âyetler verilebilir.:
“Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir”


وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ
Resim---“Ve kendi yaratılışını unutup Bize misâl getirdi: "Kemiklerimiz çürüyüp dağılmış haldeyken kim onlara can verecek?" dedi.” (Yâsîn 36/78)

قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
Resim---“De ki: "Onu ilk defa inşâ’ eden (Yaratan), ona hayat verecek. Ve O, bütün yaratışları En İyi Bilen'dir." (Yâsîn 36/79)

“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden (sperm), sonra alakadan (aşılanmış yumurta), sonra organları önce belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz. Sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefât eder. Yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür, ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin...”

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّنَ الْبَعْثِ فَإِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِن مُّضْغَةٍ مُّخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِّنُبَيِّنَ لَكُمْ وَنُقِرُّ فِي الْأَرْحَامِ مَا نَشَاء إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى ثُمَّ نُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُوا أَشُدَّكُمْ وَمِنكُم مَّن يُتَوَفَّى وَمِنكُم مَّن يُرَدُّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْلَا يَعْلَمَ مِن بَعْدِ عِلْمٍ شَيْئًا وَتَرَى الْأَرْضَ هَامِدَةً فَإِذَا أَنزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاء اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَأَنبَتَتْ مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ
Resim---“Ey insanlar! Eğer beas edilmekten (tekrar diriltilmekten) şüphe içinde iseniz... Oysa muhakkak ki Biz sizi, size beyân edelim (açıklayalım) diye (önce) topraktan (inorganik ve organik maddelerden), sonra bir nutfeden (bir damladan), sonra bir alakadan (rahim duvarına bir noktadan bağlı duran embriyodan), sonra şekillendirilmiş ve şekillendirilmemiş (bir çiğnemlik et görünümünde) mudgadan yarattık. Ve (sizi), dilediğimiz süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi, ergenlik çağına ulaşmak üzere bebek olarak çıkarırız. Ve sizden bir kısmınız vefat ettirilir. Ve sizden bir kısmınız, sonradan ilimden bir şey bilemez hale gelsin diye ömrünün ihtiyarlık çağına döndürülür. Ve arzı (yeryüzünü) kurumuş görürsün. Fakat ona su indirdiğimiz zaman hareketlenir ve kabarır ve bütün güzel çiftlerden bitkiler yetiştirir.” (Hac 22/5)

2-) Zor bir şeyi yaratan, kolay bir şeyi elbette yaratabilir.: Göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılmasından daha zordur. Gökleri ve yeri yaratıp, onları bir şeye dayanmadan uzayda tutan ALLAH, insanı öldükten sonra tekrar diriltmeye şüphesiz kadirdir: “Gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmakla yorulmayan ALLAH’ın, ölüleri diriltmeye de gücünü yeteceğini düşünmezler mi?...”

أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَلَمْ يَعْيَ بِخَلْقِهِنَّ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يُحْيِيَ الْمَوْتَى بَلَى إِنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim---“Onlar, gökleri ve yeri yaratanın ALLAH olduğunu görmediler mi? Ve O, onları yaratmaktan yorulmaz. Ölüleri diriltmeye kaadirdir. Evet, muhakkak ki O, herşeye kaadirdir.” (Ahkâf 46/33)

Ayrıca insanın ilk yaratılışı, ikinci yaratılışına göre daha zordur. İnsanı ilkin yaratmaya kadir olan ALLAH, onu ikinci defa yaratmaya daha çok kadirdir: “O ilkin mahlûku yaratıp sonra da tekrar diriltecek olandır ki, bu ona göre (birinciden) pek daha kolaydır...”

وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْأَعْلَى فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Resim---“Ve O, O'dur ki ilk yaratışı başlatır ve sonra onu iâde eder (eski haline döndürür). Bu, O'nun için çok kolaydır. Göklerde ve yerde yücelik sıfatı, O'nundur (O'na aittir). Ve O; AZÎZ'dir (çok yüce), HAKÎM'dir (hikmet ve hüküm sahibi).” (Rûm 30/27)

3-) Ölü bir durumda olan yeri canlandıran ALLAH, insanı da diriltebilir.: “...Sen yeryüzünü de ölü ve kupkuru görürsün. Fakat biz onun üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman, o harekete gelir, kabarır, her çeşitten iç açıcı bitkiler verir. Çünkü ALLAH hakkın ta kendisidir. O ölüleri diriltir, yine O her şeye hakkıyla kadirdir. Kıyamet vakti de gelecektir. Bunda şüphe yoktur. Ve ALLAH kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır”

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّنَ الْبَعْثِ فَإِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِن مُّضْغَةٍ مُّخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِّنُبَيِّنَ لَكُمْ وَنُقِرُّ فِي الْأَرْحَامِ مَا نَشَاء إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى ثُمَّ نُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُوا أَشُدَّكُمْ وَمِنكُم مَّن يُتَوَفَّى وَمِنكُم مَّن يُرَدُّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْلَا يَعْلَمَ مِن بَعْدِ عِلْمٍ شَيْئًا وَتَرَى الْأَرْضَ هَامِدَةً فَإِذَا أَنزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاء اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَأَنبَتَتْ مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ
Resim---“Ey insanlar! Eğer beas edilmekten (tekrar diriltilmekten) şüphe içinde iseniz... Oysa muhakkak ki Biz sizi, size beyan edelim (açıklayalım) diye (önce) topraktan (inorganik ve organik maddelerden), sonra bir nutfeden (bir damladan), sonra bir alakadan (rahim duvarına bir noktadan bağlı duran embriyodan), sonra şekillendirilmiş ve şekillendirilmemiş (bir çiğnemlik et görünümünde) mudgadan yarattık. Ve (sizi), dilediğimiz süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi, ergenlik çağına ulaşmak üzere bebek olarak çıkarırız. Ve sizden bir kısmınız vefat ettirilir. Ve sizden bir kısmınız, sonradan ilimden bir şey bilemez hale gelsin diye ömrünün ihtiyarlık çağına döndürülür. Ve arzı (yeryüzünü) kurumuş görürsün. Fakat ona su indirdiğimiz zaman hareketlenir ve kabarır ve bütün güzel çiftlerden bitkiler yetiştirir.” (Hac 22/5)

ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّهُ يُحْيِي الْمَوْتَى وَأَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim---“Muhakkak ki ALLAH, işte O, HAKk'tır. Ve muhakkak ki O, ölüleri diriltir ve muhakkak ki O, herşeye kaadirdir.” (Hac 22/6)

وَأَنَّ السَّاعَةَ آتِيَةٌ لَّا رَيْبَ فِيهَا وَأَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَن فِي الْقُبُورِ
Resim---“Ve onda (vuku bulacağında) şüphe olmayan o saat (kıyâmet) mutlaka gelecektir. Ve muhakkak ki ALLAH, kabirlerde olan kimseleri beas edecektir (diriltecektir).” (Hac 22/7)

4-) Bir şeyi zıddına çeviren onu benzerine çevirebilir.: Meselâ suyun bol miktarda bulunduğu yeşil ağaçtan ateşin çıkması, âdeta imkânsız iken, ateşi yeşil ağaçtan çıkaran ALLAH, insanı tekrar yaratabilir: “Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O'dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Evet elbette kadirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır”

الَّذِي جَعَلَ لَكُم مِّنَ الشَّجَرِ الْأَخْضَرِ نَارًا فَإِذَا أَنتُم مِّنْهُ تُوقِدُونَ
Resim---“Yeşil ağaçtan sizin için ateş (oksijen) kılan (çıkaran), O'dur. Böylece siz, ondan yakarsınız.” (Yâsîn 36/80)

أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُم بَلَى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ
Resim---“Gökleri ve yerleri yaratan, onların bir eşini daha yaratmaya kaadir değil midir? Evet O, (yegâne) Yaratıcı ve En İyi Bilen'dir.” (Yâsîn 36/81)

Peygamber aleyhisselâm de çeşitli hadislerinde, öldükten sonra tekrar diriltme konusunda bilgi vermiştir. O bir hadiste şöyle buyurmuştur.:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsanın kuyruk sokumu kemiği (acbü'z-zeneb) dışındaki her şeyi, ölümünden sonra çürüyüp yok olacaktır. Kıyamet günü tekrar diriltme bu çürümeyen parçadan olacaktır” buyurmuştur.
(Buhârî, “Tefsîr”, 39/3; Müslim, “Fiten”, 141, 142).

Yine bu konudaki hadislerde kıyamet gününde bütün insanların diriltileceği, kabirden de ilk defa MuhaMMed aleyhisselâm’ın kalkacağı bildirilmektedir.: (Buhârî, “Tefsîr”, 39/3; İbn Mâce, “Cenâiz”, 58).
Peygamber aleyhisselâm bir hadislerinde, insanların diriltilirken ilk yaratılışlarındaki gibi olacaklarını haber vermiş.: (Buhârî, “Rikak”, 45; Müslim, “Cennet”, 55-59),
Bir başka hadiste de “Her kul, öldüğü hal üzere diriltilir” buyurmuştur (Müslim, “Cennet”, 83).

2-) HAŞİR ve MAHŞER.:

Sözlükte “toplanmak, bir araya gelmek” demek olan haşir, terim olarak ALLAHu zü’L- CeLÂL’in insanları hesaba çekmek üzere tekrar dirilişten sonra bir araya toplamasıdır. İnsanların toplandıkları yere mahşer veyâ arasât denilir. Kur’ÂN-ı Kerîm'de mahşerden ve bu sırada yaşanacak olaylardan bahseden pek çok âyet vardır. Bu âyetlerden birinde şöyle buyurulur: “ALLAH, onları sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını sandıkları bir durumda yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleriyle tanışırlar. ALLAH’ın huzuruna varmayı yalanlayanlar elbette zarara uğramışlardır. Çünkü onlar doğru yola gitmemişlerdi”

وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ كَأَن لَّمْ يَلْبَثُواْ إِلاَّ سَاعَةً مِّنَ النَّهَارِ يَتَعَارَفُونَ بَيْنَهُمْ قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِلِقَاء اللّهِ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ
Resim---“Ve o gün (ALLAHu TeÂLÂ), gündüzden bir saatten başka kalmamışlar (bir saat kalmışlar) gibi onları toplayacak (haşredecek). Birbirlerini tanıyacaklar (aralarında tanışacaklar). ALLAH'a mülâki olmayı (ALLAH'a ölmeden önce ulaşmayı) yalanlayanlar, hüsrandadır (nefslerini hüsrana düşürdüler). Ve hidâyete eren kimseler olmadılar (ruhlarını ölmeden evvel ALLAH'a ulaştıramadılar).” (Yûnus 10/45)

Haşir günü insanlar kendi dertlerini, hesabtan yüz akıyla çıkıp çıkmayacaklarını düşüneceklerinden yakınlarıyla bile ilgilenmeyeceklerdir. O gün mü’minlerin yüzleri parlayacak, kâfirlerin ise kararacaktır. Peygamber aleyhisselâm her kulun öldüğü durum üzere, iyilik üzere ölmüşse iyi, kötülük üzere ölmüşse kötü olarak diriltileceğini, yalın ayak ve ilk yaratılışları gibi haşredileceklerini bildirmiştir.: (Buhârî, “Rikak”, 45; Müslim, “Cennet”, 14, 19; Tirmizî, “Tefsîr”, 18).

3-) AMEL DEFTERLERİNİN DAĞITILMASI.:

İnsanlar hesablarının görülmesi için toplandıktan sonra, kendilerine dünyâda iken yaptıkları işlerin yazılı bulunduğu amel defterleri dağıtılır. Bu defterlerin mâhiyeti bilinmemektedir. Onlar dünyâdaki defterlere benzetilemez. Kirâmen Kâtibîn adı verilen melekler tarafından yazılan bu defterler hakkında Kur’ÂN'da şöyle buyurulur: “Kitab ortaya konmuştur. Suçluların onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. Vay hâlimize derler, bu nasıl kitabmış. Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin RABBBin hiç kimseye zulmetmez”


وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا فِيهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هَذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً إِلَّا أَحْصَاهَا وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا
Resim---“Ve kitap (hayat filmi ortaya) kondu. O zaman mücrimleri görürsün. Onun (kitabın) içindekilerden korkarlar ve.: “Bize yazıklar olsun. Bu kitap, nasıl ki (nasıl bir kitap ki), küçük ve büyük hiçbir şeyi sayıp hesap etmeden bırakmıyor.” derler. Ve yaptıkları şeyleri (hayat filmlerinde) hazır buldular. Ve senin RABBin, (hiç) kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)

Amel Defterleri cennetliklere sağdan, cehennemliklere soldan veyâ arkadan verilir. Defteri sağdan verilenlere “ashâb-ı yemîn”, soldan veyâ arkadan verilenlere “ashâb-ı şimâl” adı verilir. Defterin sağdan verilmesi bir müjde, soldan verilmesi ise azâbın habercisidir.

4-) HESAB ve SUAL.:

İnsanlar amel defterlerini ellerine aldıktan ve yaptıklarının en ince detayına kadar yazıldığını gördükten sonra ALLAH TeÂLÂ tarafından hesaba çekileceklerdir. Hesab ve sorgulama sırasında amel defterlerinden başka, insanın organları ve yeryüzündeki mevcûdat da insanın yaptıklarına şâhidlik edecektir. Zerre ölçüsü hayır işleyenin mükâfatını, kötülük işleyenin cezâsını göreceği ve hiçbir adâletsizliğin söz konusu olmayacağı sorgu ve hesab sırasında insanlara şu beş şey sorulacaktır: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nasıl geçirdiği, malını nerede kazandığı, nereye harcadığı, bildiklerini uygulayıp uygulamadığı.:
(Tirmizî, “Kıyâmet”, 1).
Çeşitli hadislerde de bütün insanların, aracı olmaksızın ALLAH tarafından hesaba çekileceği, mü’minler sorulan sorulara kolaylıkla cevap verirlerken, kâfirlerin ince ve titiz bir hesab ve sorgulamadan geçirilecekleri haber verilmektedir.: (Buhârî, “Rikak”, 49; “Mezâlim”, 2; Müslim, “Zekât”, 20; “Cennet”, 18).

5-) MÎZAN.:

Sözlükte “terazi” anlamına gelen mîzan, âhirette hesabtan sonra herkesin amellerinin tartıldığı ilâhî adâlet ölçüsüdür. İç yüzü bizce bilinemeyen mîzan, dünyâdaki ölçü âletlerinin hiçbirine benzemez. Tartıda iyilikleri kötülüklerinden ağır gelenler kurtuluşa erecek, hafif gelenler ise cehenneme gideceklerdir. Cehenneme gidenlerden mü’min olanlar, işlediği suçun karşılığı olan cezâyı çektikten sonra oradan çıkarılıp cennete girdirileceklerdir. Mîzan hakkında Kur’ÂN'da şöyle buyurulur: “Biz kıyamet günü için adâlet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adâlet terazisine) getiririz. Hesab gören olarak (herkese) yeteriz”


وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَإِن كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ أَتَيْنَا بِهَا وَكَفَى بِنَا حَاسِبِينَ
Resim---“Ve Biz, kıyâmet günü adalet mizanlarını koyarız. O zaman, kimseye hiçbir şeyle zulmedilmez. Ve hardal tanesi kadar bir ağırlık olsa, onu getiririz (hayat filminde gösteririz). Ve Bize, hesap görücüler kâfidir.” (Enbiyâ 21/47)

6-) SIRAT.:

Sırat cehennemîn üzerine uzatılmış bir yoldur. Herkes buradan geçecektir. Mü’minler yaptıkları amellerine göre kimi süratli, kimi daha yavaş olarak bu yoldan geçecek, kâfirler ve günahkârlar ise ayakları sürçerek cehenneme düşeceklerdir. Sıratın nasıl bir şey olduğuna dair sahih hadislere rastlamak mümkün değildir. Peygamberimiz bir hadislerinde, cehennemîn üzerine kurulacak sırattan ilk geçenin kendisi ve ümmeti olacağını, insanların iyi amelleri sayesinde oradan süratle geçeceklerini bildirmiştir.:
(Buhârî, “Ezân”, 129; “Rikak”, 48-52; Müslim, “Îmân”, 81; İbn Mâce, “Zühd”, 33).

7-) HAVUZ.:
Kıyamet gününde peygamberlere ihsân edilecek havuzlar bulunacaktır. Mü’minler bunların tatlı ve berrak suyundan içerek susuzluklarını gidereceklerdir. Kur’ÂN'daki “Kuşkusuz biz sana kevseri verdik” (Kevser 108/1) âyetinde geçen kevser, genellikle havuz olarak anlaşılmıştır. Bu sebeble Peygamber aleyhisselâm’ın kıyametteki havuzu için “havz-ı kevser” denilmiştir. Hadislerde bildirildiğine göre kıyamet günü her peygamberin bir havuzu olacaktır. Bu havuzdan o peygamberin kendisi ve ümmeti içecektir. Peygamber aleyhisselâm’ın havuzu çok geniş, suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzel, kadehlerinin sayısı da gökteki yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir kere içen bir daha ebediyen susamayacaktır.:
(Buhârî, “Rikak”, 53; “Fiten”, 1; Müslim, “Fezâil”, 9; Tirmizî, “Kıyâmet”, 14, 15).

8-.) ŞEFAAT.:

Âhirette bütün peygamberlerin ALLAH’ın izniyle şefaat etmeleri haktır ve gerçektir. Şefaat demek, günahı olan mü’minlerin günahlarının bağışlanması, olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin ve ALLAH katındaki dereceleri yüksek olanların ALLAH’a yalvarmaları ve duâ etmeleri demektir. Kâfir ve münâfıklar için şefaatin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı o günde, başta Peygamberimiz olmak üzere diğer peygamberler ve ALLAH’ın has kulları, “...Îzni olmadan onun katînda kim şefaat edebilir?...” (Bakara 2/255), “...Onlar ALLAH rızâsına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler...” (Enbiyâ 21/28) meâlindeki âyetler şefaatin varlığını ortaya koyarlar. Peygamberimiz de.:


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 21; Tirmizî, “Kıyâmet”, 11; İbn Mâce, “Zühd”, 37)

Peygamber aleyhisselâm’ın bundan başka bir de genel ve kapsamlı bir şefaati vardır. Mahşerde bütün yaratıklar ıstırap ve heyecan içinde hesablarının görülmesi için bekleşirlerken, o ALLAH’a duâ ederek hesab ve sorgunun bir an önce yapılmasını ister. Buna “şefâat-i uzmâ” (en büyük şefaat) denilir. Peygamberimiz’in bu şefaati, Kur’ÂN'da “Makam-ı Mahmûd” (övülen makam) adıyla anılır (İsrâ 17/79); şefâat-i uzmâ konusunda (bk. Buhârî, “Zekât”, 52). Müslümanlara düşen görev, şefaate güvenip dinin gereklerini terketmek değil, şefaate lâyık olmak için çalışıp çabalamaktır.

9-) A’RÂF.:

“Dağ ve tepenin yüksek kısımları” anlamına gelen a’râf, cennetle cehennemîn arasında bulunan sûrun ve yüksek kısmın adıdır. Bilginler, a’râf ve a’râflıkların kimler olacağı konusunda farklı iki görüşe sâhib olmuşlardır:
1-) Herhangi bir peygamberin tebliğini duymamış olarak ölen insanlarla, küçükken ölen müşrik çocukları a’râfta kalacaklardır.
2-) A’râflıklar, iyi ve kötü amelleri eşit olan mü’minlerdir. Bunlar cennete girmeden önce cennetle cehennem arasında bir süre bekletilecekler, sonra ALLAH’ın lutfuyla cennete gireceklerdir. Kur’ÂN'da a’râfta bulunanlarla ilgili olarak şöyle buyurulur: “İki taraf (cennetliklerle cehennemlikler) arasında bir perde ve a’râf üzerinde herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak, cennet ehline selâm size diye seslenirler. Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce: Ey RABBBimiz, bizi zâlimler topluluğu ile beRABBer bulundurma, derler”


وَبَيْنَهُمَا حِجَابٌ وَعَلَى الأَعْرَافِ رِجَالٌ يَعْرِفُونَ كُلاًّ بِسِيمَاهُمْ وَنَادَوْاْ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ أَن سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ لَمْ يَدْخُلُوهَا وَهُمْ يَطْمَعُونَ
Resim---“Ve onların aralarında bir perde ve A'rafın (tepelerin) üstünde onların hepsini simalarından (yüzlerinden) tanıyan adamlar vardır. Henüz oraya (cennete) dahil olmamış ama ümit eden cennet ehline: “Selâmlanmak (selâm) sizin üzerinize olsun!” diye nidâ ettiler.” (A’râf 7/46)

وَإِذَا صُرِفَتْ أَبْصَارُهُمْ تِلْقَاء أَصْحَابِ النَّارِ قَالُواْ رَبَّنَا لاَ تَجْعَلْنَا مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Resim---“Onların bakışları ateş (cehennem) ehlinin tarafına çevrilince: “RABBimiz, bizi zâlim kavim ile beraber kılma.” dediler.” (A’râf 7/47)

10-) CEHENNEM.:

Kelime olarak “derin kuyu” anlamına gelen cehennem, âhirette kâfirlerin sürekli olarak, günahkâr mü’minlerin de günahları ölçüsünde cezâlandırılmak üzere kalacakları azâb yeridir. Kur’ÂN'da cehennem için yedi isim kullanılmıştır.:
1-) Cehennem.: derin kuyu,
2-) Nâr.: ateş,
3-) Cahîm.: son derece büyük, alevleri kat kat yükselen ateş,
4-) Hâviye.: düşenlerin çoğunun geri dönmediği uçurum,
5-) Saîr.: çılgın ateş ve alev,
6-) Lezâ.: dumansız ve katıksız alev),
7-) Sakar.: ateş),
8-.) Hutame.: obur ve kızgın ateş..

Bazı bilginler bu yedi ismin, cehennemîn yedi tabakası olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Cehennem ve oradaki hayat, Kur’ÂN-ı Kerîm'de şu şekilde tasvir edilir.: Suçlular cehenneme vardıklarında, cehennem onlara büyük kıvılcımlar saçar.:


إِنَّهَا تَرْمِي بِشَرَرٍ كَالْقَصْرِ
Resim---“Muhakkak ki o, saray gibi (büyük) kıvılcımlar atar.” (Mürselât 77/32)

كَأَنَّهُ جِمَالَتٌ صُفْرٌ
Resim---“Sanki o (kıvılcımlar), sarı erkek develer gibidir.” (Mürselât 77/37)

Uzaktan gözüktüğünde onun kaynaması ve uğultusu işitilir.:

إِذَا رَأَتْهُم مِّن مَّكَانٍ بَعِيدٍ سَمِعُوا لَهَا تَغَيُّظًا وَزَفِيرًا
Resim---“(Cehennem), onları uzaktan gördüğü zaman onun öfkesini ve uğultusunu işittiler.”(Furkân 25/12)

İnkârcılar için bir zindan olan cehennem.:

عَسَى رَبُّكُمْ أَن يَرْحَمَكُمْ وَإِنْ عُدتُّمْ عُدْنَا وَجَعَلْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِرِينَ حَصِيرًا
Resim---“RABBinizin size rahmet (merhamet) etmesi umulur. Ve şâyet siz (fesada) dönerseniz, Biz de (cezâlandırmaya) döneriz. Ve cehennemi, kâfirler için kuşatıcı kıldık.” (İsrâ 17/8)

Ateşten örtü ve yataklarıyla.:

إِنَّ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُواْ عَنْهَا لاَ تُفَتَّحُ لَهُمْ أَبْوَابُ السَّمَاء وَلاَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى يَلِجَ الْجَمَلُ فِي سَمِّ الْخِيَاطِ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُجْرِمِينَ
Resim---“Bizim âyetlerimizi yalanlayan ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve (veya halat) iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir. İşte suçluları böyle cezâlandırırız.” (A’râf 7/40)

لَهُم مِّن جَهَنَّمَ مِهَادٌ وَمِن فَوْقِهِمْ غَوَاشٍ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ
Resim---“Onlar için cehennemde (ateşten) bir döşek ve üzerlerinde(ateşten) örtüler vardır. Ve zâlimleri işte böyle cezâlandırırız.” (A’râf 7/41)

Cehennemlikleri her taraftan kuşatan.:

وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا
Resim---“De ki: “Hak RABBinizdendir.” Bundan sonra artık dileyen inansın ve dileyen inkâr etsin. Muhakkak ki Biz, zâlimler için kenarları, onları (kâfirleri) ihata eden (saran, kaplayan) bir ateş hazırladık. Ve eğer onlar yağmur isterlerse (ateşe karşı), erimiş maden gibi koyu ve kaynar, yüzleri kavuran bir su yağdırılır. Ne kötü bir içecek ve ne kötü bir dost (yardımcı).” (Kehf 18/29)

Yüzleri dağlayan ve yakan.:

سَرَابِيلُهُم مِّن قَطِرَانٍ وَتَغْشَى وُجُوهَهُمْ النَّارُ
Resim---“Onların gömlekleri katrandandır ve onların yüzlerini ateş sarar.” (İbrâhim 14/50)

تَلْفَحُ وُجُوهَهُمُ النَّارُ وَهُمْ فِيهَا كَالِحُونَ
Resim---“Ateş, onların yüzlerini yalayarak yakar da onun içinde onlar, (etleri sıyrılmış olarak sırıtan) dişleriyle kalıverirler.” (Mü'minûn 23/104)

Deriyi soyup kavuran.:

نَزَّاعَةً لِّلشَّوَى
Resim---“(O ateş), baş derisini yakıp kavurucudur.” (Meâric 70/16)

Yüreklere çöken.:

الَّتِي تَطَّلِعُ عَلَى الْأَفْئِدَةِ
Resim---“Ki o (hutame) yüreklerin üstüne çıkar (yükselir).” (Hümeze 104/7)

Kızgın ateş dolu bir çukurdur.:

فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ
Resim---“Artık onun anası (onu saracak olan), haviyedir (cehennem ateşidir).” (Kâri’a 101/9)

وَمَا أَدْرَاكَ مَا هِيَهْ
Resim---“Ve onun (haviyenin) ne olduğunu sana bildiren nedir?” (Kâri’a 101/10)

وَمَا أَدْرَاكَ مَا هِيَهْ
Resim---“(O) kızgın, yakıcı bir ateştir.” (Kâri’a 101/11)

Yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
Resim---“Ey iman edenler! Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten kendinizi ve ailenizi koruyun. Onun üzerinde çok güçlü ve çok sert (acımasız) melekler vardır. ALLAH'ın onlara emrettiği şeyde, ALLAH'a asi olmazlar ve emrolundukları şeyi yaparlar.”(Tahrîm 66/6)

Kendisine atılanlardan bıkmayacaktır.:

مَنْ خَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ وَجَاء بِقَلْبٍ مُّنِيبٍ
Resim---“Gaybda RAHMÂN'a huşû’ duyanlar ve münîb bir kalble (ALLAH'ın huzuruna) gelenler (için).” (Kâf 50/33)

İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serin ve hoş olmayan bir kara dumanın gölgesinde bulunacak cehennemliklerin.:

فِي سَمُومٍ وَحَمِيمٍ
Resim---“(Ashabu’ş- şimâl), semum (iliklere işleyen bir sıcaklık) ve hamîm (kaynar su) içindedir.” (Vâkı’a 56/42)

وَظِلٍّ مِّن يَحْمُومٍ
Resim---“Ve kara dumandan bir gölge ki.” (Vâkı’a 56/43)

لَّا بَارِدٍ وَلَا كَرِيمٍ
Resim---“Ne serinleticidir ne de rahatlatıcıdır.” (Vâkı’a 56/44)

Derileri, her yanışında, azâbı tatmaları için başka deriler ile değiştirilecektir.:

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِآيَاتِنَا سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُواْ الْعَذَابَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا
Resim---“Muhakkak ki âyetlerimizi inkâr eden kimseleri yakında ateşe atacağız. Onların derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları(derilerini) başka deriler ile değiştireceğiz. Muhakkak ki ALLAH AZÎZ'DİR, HAKÎM'dir.” (Nisâ 4/56)

Onların yiyeceği zakkum ağacı.:

إِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ فِي أَصْلِ الْجَحِيمِ
Resim---“Muhakkak ki o (zakkum ağacı), cahîmin (cehennemin) dibinde çıkan bir ağaçtır.” (Sâffât 37/64)

طَلْعُهَا كَأَنَّهُ رُؤُوسُ الشَّيَاطِينِ
Resim---“Onun meyveleri şeytânların başları gibidir.” (Sâffât 37/65)

فَإِنَّهُمْ لَآكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِؤُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ
Resim---“Muhakkak ki onlar, mutlaka ondan (zakkum ağacından) yiyecek, böylece onunla karınlarını dolduracak (doyuracak) olanlardır.” (Sâffât 37/66)

İçecekleri kaynar su ve irindir.:

فَمَالِؤُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ
Resim---“Böylece karınlarını onunla dolduracak olanlarsınız.” (Vâkı’a 56/53)

فَشَارِبُونَ عَلَيْهِ مِنَ الْحَمِيمِ
Resim---“Sonra da onun üzerine hamîmden (kaynar sudan) içecek olanlarsınız.” (Vâkı’a 56/54)

فَشَارِبُونَ شُرْبَ الْهِيمِ
Resim---“Öyle ki, içtikçe susayan hasta develerin içişi gibi içecek olanlarsınız.” (Vâkı’a 56/55)

إِلَّا حَمِيمًا وَغَسَّاقًا
Resim---“Gassak (irin) ve hamîmden (kaynar su) başka.” (Nebe’ 78/25)

Orada serinlik bulamadıkları gibi içecek güzel bir şey de bulamayacaklardır.:

لَّا يَذُوقُونَ فِيهَا بَرْدًا وَلَا شَرَابًا
Resim---“Orada bir serinlik ve bir içecek tatmazlar.” (Nebe’ 78/24)

ALLAH’ı görmekten mahrum kalacak inkârcılara.:

كَلَّا إِنَّهُمْ عَن رَّبِّهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّمَحْجُوبُونَ
Resim---“Hayır, muhakkak ki onlar izin günü RABB'lerinden elbette perdelenmiş olanlardır (RABB'lerini göremezler).” (Mutaffifîn 83/15)

ALLAH rahmet etmeyecek.:

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ ثُمَّ كَفَرُواْ ثُمَّ آمَنُواْ ثُمَّ كَفَرُواْ ثُمَّ ازْدَادُواْ كُفْرًا لَّمْ يَكُنِ اللّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلاَ لِيَهْدِيَهُمْ سَبِيلاً
Resim---“Gerçek şu, iman edip sonra inkâra sapanlar, sonra yine iman edip sonra inkâra sapanlar sonra da inkârları artanlar... ALLAH onları bağışlayacak değildir, onları doğru yola da iletecek değildir.” (Nisâ 4/137)

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَظَلَمُواْ لَمْ يَكُنِ اللّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلاَ لِيَهْدِيَهُمْ طَرِيقاً
Resim---“Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri, ALLAH mağfiret edecek değildir ve yola (ALLAH'a ulaştıran Sırat-ı Mustakîm'e) hidâyet edecek değildir.” (Nisâ 4/168)

Cehennem azâbı ise onları ebedî olarak kuşatacaktır. Günahkâr mü’minler ise cehennemde ebedî kalmayacaklar, Peygamberimiz’in hadislerinde de bildirildiği gibi, cezâlarını çektikten sonra cennete konulacaklardır.: (Buhârî, “Rikak”, 51; “Tevhîd”, 19; Tirmizî, “Birr”, 61; İbn Mâce, “Mukaddime”, 9).
Âhiret hayatının her devresinde olduğu gibi cehennem azâbını ruh, beden ile birlikte çekecektir. Ancak cehennem hayatında sözü edilen, acı, ıstırap, azâb, ateş vb. şeyler bu dünyâdakilere benzetilemez. Bunların iç yüzünü insanların bilmesi mümkün değildir. Ancak ALLAH bilir.

11-) CENNET.:

Sözlükte “bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer” anlamına gelen cennet, terim olarak “çeşitli ni’metlerle bezenmiş olan ve mü’minlerin içinde ebedî olarak kalacakları âhiret yurdu”na denir. Cennet ve oradaki hayat sonsuzdur.
Kur’ÂN'da cennet için çeşitli isimler kullanılmıştır. Cennetin tabakaları olması ihtimali de bulunan bu isimleri şöyle sıralayabiliriz.:

1-) Cennetü'l-Me'vâ.: Şehid ve mü’minlerin barınağı ve konağı olan cennet..
2-) Cennâtü'n-Naîm.: Ni’metlerle dolu cennetler..
3-) Cennet-i Adn.: İkâmet ve ebedîlik cenneti..
4-) Cennetü'l-Firdevs.: Her şeyi kapsayan cennet bahçesi..
5-) Makamü'l-Emîn.: Güvenli makam..
6-) Dârü'l-Huld.: Ebedîlik yurdu..
7-) Dârü's-SeLâm.: Esenlik yurdu..
8-.) Dârü'l-Mukame Ebedî kalınacak yer..

Kur’ÂN-ı Kerîm'i incelediğimiz zaman onun cenneti ve cennetlikleri şu şekilde tasvir ettiğini görürüz: Cennet, genişliği göklerle yer kadar olan.:


وَسَارِعُواْ إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ
Resim---“Ve RABB’iniz'den olan mağfirete ve genişliği yerler ve gökler kadar olan, muttekîler için hazırlanmış olan cennete koşun!” (Âl-i İmrân 3/133)

Yakıcı sıcağın da dondurucu soğuğun da görülmeyeceği bir yerdir.:

مُتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ لَا يَرَوْنَ فِيهَا شَمْسًا وَلَا زَمْهَرِيرًا
Resim---“Orada tahtlar üzerinde yaslanırlar. Orada güneş (şiddetli sıcak) ve şiddetli dondurucu soğuk görmezler.” (İnsân 76/13)

Temiz su, tadı bozulmayan süt ve süzme bal ırmaklarının yer aldığı cennette.:

مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ فِيهَا أَنْهَارٌ مِّن مَّاء غَيْرِ آسِنٍ وَأَنْهَارٌ مِن لَّبَنٍ لَّمْ يَتَغَيَّرْ طَعْمُهُ وَأَنْهَارٌ مِّنْ خَمْرٍ لَّذَّةٍ لِّلشَّارِبِينَ وَأَنْهَارٌ مِّنْ عَسَلٍ مُّصَفًّى وَلَهُمْ فِيهَا مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَمَغْفِرَةٌ مِّن رَّبِّهِمْ كَمَنْ هُوَ خَالِدٌ فِي النَّارِ وَسُقُوا مَاء حَمِيمًا فَقَطَّعَ أَمْعَاءهُمْ
Resim---“Takvâ sahiblerine vaadedilen cennetin durumu şudur ki; içinde kokusu değişmeyen sudan nehirler, tadı bozulmayan sütten nehirler, içenlere lezzet veren şarabdan nehirler ve saf (süzülmüş) baldan nehirler bulunur. Onlar için orada her çeşit meyve bulunur ve (onlar için) RABB'lerinden mağfiret vardır. (Bunların durumu), ateşte devamlı kalacak olan ve hamîm (sıcak kaynar su) içirilen, bu sebeple bağırsakları parçalanan kimsenin durumu gibi midir?” (MuhaMMed 47/15)

Suyu zencefille kokulandırılmış tatlı su pınarı (selsebîl).:

عَيْنًا فِيهَا تُسَمَّى سَلْسَبِيلًا
Resim---“Orada “selsebîl” diye isimlendirilen bir pınar vardır.” (İnsân 76/18)

Ve sonunda misk kokusu bırakan bir içecek de vardır.:

يُسْقَوْنَ مِن رَّحِيقٍ مَّخْتُومٍ
Resim---“Onlara, mühürlenmiş (sadece kendilerinin açacağı) halis şarabdan sunulur (içirilir).” (Mutaffifîn 83/25)

خِتَامُهُ مِسْكٌ وَفِي ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ
Resim---“Onun (o şarabın) sonu misktir (şahâne misk kokusudur). Ve yarışanlar, artık bunda (bunun için) yarışsınlar.” (Mutaffifîn 83/26)

Cennet içeceği baş ağrıtmayan, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden ve bembeyaz bir kaynaktan çıkan bir içecektir.:

يُطَافُ عَلَيْهِم بِكَأْسٍ مِن مَّعِينٍ
Resim---“Onların etrafında akan sudan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır.” (Sâffât 37/45)

بَيْضَاء لَذَّةٍ لِّلشَّارِبِينَ
Resim---“Berrak, içenler için lezzetli.” (Sâffât 37/46)

لَا فِيهَا غَوْلٌ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنزَفُونَ
Resim---“Onun içinde aklı gideren bir şey yoktur. Ve onlar, ondan (o mâiden) sarhoş olmazlar.” (Sâffât 37/47)

İçildiği zaman sarhoş etmediği gibi ne baş dönmesi yapar.:

لَا يُصَدَّعُونَ عَنْهَا وَلَا يُنزِفُونَ
Resim---“Ondan (o şarabdan) başları ağrımaz ve sarhoş olmazlar.” (Vâkı’a 56/19)

Ne günah işlemeye iter, ne de saçmalatır.:

يَتَنَازَعُونَ فِيهَا كَأْسًا لَّا لَغْوٌ فِيهَا وَلَا تَأْثِيمٌ
Resim---“Orada kadeh kaldırırlar, orada (içtikleri şarab ile) ne boş söz söylerler ne de günaha girerler.” (Tûr 52/23)

Cennette türlü meyveler, hurmalıklar, nar ağaçları.:

فِيهِمَا فَاكِهَةٌ وَنَخْلٌ وَرُمَّانٌ
Resim---“İkisinde de (iki cennette de) meyveler, hurmalar ve narlar vardır.” (Rahmân 55/68)

Bağlar.:

حَدَائِقَ وَأَعْنَابًا
Resim---“Bahçeler ve üzüm bağları vardır.” (Nebe’ 78/32)

Dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları.:

فِي سِدْرٍ مَّخْضُودٍ
Resim---“(Ashab-ı yemin), dikensiz sedir ağaçları arasında.” (Vâkı’a 56/28)

وَطَلْحٍ مَّنضُودٍ
Resim---“Ve meyveleri kat kat dizili muz ağaçları (arasında).” (Vâkı’a 56/29)

Çeşit çeşit kuş etleri bulunur.:

وَلَحْمِ طَيْرٍ مِّمَّا يَشْتَهُونَ
Resim---“Ve canlarının çektiği kuş etlerinden (sunulur).” (Vâkı’a 56/21)

Cennetliklerin elbiseleri ince ve kalın halis ipektendir.:

أُوْلَئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِّن سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ نِعْمَ الثَّوَابُ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا
Resim---“İşte onlara (onlar için) adn cennetleri vardır. Onların altından nehirler akar. Orada altın (dan) bileziklerle süslenirler. İnce ipek ve atlastan yeşil elbiseler giyerler. Orada tahtlar üzerine yaslanırlar. Ne güzel bir sevap ve ne güzel bir destek.” (Kehf 18/31)

عَالِيَهُمْ ثِيَابُ سُندُسٍ خُضْرٌ وَإِسْتَبْرَقٌ وَحُلُّوا أَسَاوِرَ مِن فِضَّةٍ وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا
Resim---“Onların üstlerinde yeşil ince ipekten ve işlenmiş atlastan elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Ve RABB'leri onlara temiz (lezzetli) içecekler (şarablar) sundu.” (İnsân 76/21)

Süsleri altındandır.: Kehf 18/21; Hac 22/23; Fâtır 35/33..

وَكَذَلِكَ أَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُوا أَنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَأَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ فِيهَا إِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ أَمْرَهُمْ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِم بُنْيَانًا رَّبُّهُمْ أَعْلَمُ بِهِمْ قَالَ الَّذِينَ غَلَبُوا عَلَى أَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِم مَّسْجِدًا
Resim---“Ve böylece “ALLAH'ın vaadinin hak olduğunu ve o saat (kıyâmet) hakkında şüphe olmadığını” bilsinler diye onları (şehir halkına) bildirdik. Aralarında onların durumu hakkında nizâ’ ediyorlar (çekişiyorlar)dı. “Onların üzerine binalar inşa edin.” dediler. Onların RABBi, onları en iyi bilir. Onların işlerinde gâlib olanlar (sözü geçenler): “Onların üzerine mutlaka mescid yapacağız.” dedi.” (Kehf 18/21)

إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤًا وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ
Resim---“Hiç şüphesiz ALLAH, iman edenleri ve sâlih amellerde bulunanları altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler; ordaki elbiseleri ipek(ten)dir.” (Hac 22/23)

جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤًا وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ
Resim---“(Onlar), adn cennetlerine girerler. Orada altından bilezikler ve inciler takarlar. Ve orada onların elbiseleri ipektir.” (Fâtır 35/33)

Evleri güzeldir.:

وَعَدَ اللّهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِّنَ اللّهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Resim---“Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara orada ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vaadetti. Adn cennetlerinde güzel meskenler (vardır). Ve (bunların) en büyüğü, AlLAH'tan bir rızadır (ALLAH'ın razı olmasıdır). İşte o, fevzü’l- azîmdir (en büyük kurtuluştur).” (Tevbe 9/72)

Cennettekilere hizmet etmek için ölümsüz gençler (vildan) dolaşır, onlar -güzelliklerinden dolayı–saçılmış birer inci sanılırlar.:

وَيَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُّخَلَّدُونَ إِذَا رَأَيْتَهُمْ حَسِبْتَهُمْ لُؤْلُؤًا مَّنثُورًا
Resim---“Ve ölümsüz genç delikanlılar onların etrafında dolaşırlar. Sen onları gördüğün zaman saçılmış inciler sanırsın.” (İnsân 76/19)

Bunlar altın kadeh ve tepsiler dolaştırırlar, cennetliklerin canlarının istediği ve gözlerinin gördüğü her şey orada hazır bulunur.:

يُطَافُ عَلَيْهِم بِصِحَافٍ مِّن ذَهَبٍ وَأَكْوَابٍ وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ الْأَنفُسُ وَتَلَذُّ الْأَعْيُنُ وَأَنتُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim---“Onların etrafında altından tepsiler ve kadehlerle (bardaklarla) dolaşılır. Ve orada nefslerin iştahlandığı ve gözlerin lezzet aldığı şeyler vardır. Ve siz orada ebediyyen kalacak olanlarsınız.” (Zuhrûf 43/71)

Cennettekilere altlarından ırmaklar akan, üst üste bina edilmiş köşkler vardır.:

لَكِنِ الَّذِينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ لَهُمْ غُرَفٌ مِّن فَوْقِهَا غُرَفٌ مَّبْنِيَّةٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَعْدَ اللَّهِ لَا يُخْلِفُ اللَّهُ الْمِيعَادَ
Resim---“Lâkin RABB'lerine karşı takvâ sahibi olanlar için, üst üste inşa edilmiş, altından nehirler akan köşkler (yüksek makamlar) vardır. ALLAH'ın vaadidir ki, ALLAH vaadinden dönmez.” (Zümer 39/20)

Cennetlikler için pek çok güzelliklerle nitelenmiş tertemiz eşler bulunacaktır.: Bakara 2/25; Vâkıa 56/35-38; es-Sâffât 37/48-49; Nebe’ 78/33..

وَبَشِّرِ الَّذِين آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُواْ مِنْهَا مِن ثَمَرَةٍ رِّزْقاً قَالُواْ هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِن قَبْلُ وَأُتُواْ بِهِ مُتَشَابِهاً وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim---“(Ey MuhaMMed) iman edip sâlih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde.: "Bu daha önce de rızıklandığımızdır" derler. Bu, onlara, (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada, onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır.” (Bakara 2/25)

وَكَوَاعِبَ أَتْرَابًا
Resim---“Ve aynı yaşta, şahâne endamlı genç kızlar.” (Nebe’ 78/33)

Cennetliklerin hem kendileri hem de eşleri cennetin gölgelerinde tahtları üzerine kurulup yaslanırlar.:

هُمْ وَأَزْوَاجُهُمْ فِي ظِلَالٍ عَلَى الْأَرَائِكِ مُتَّكِؤُونَ
Resim---“Onlar ve eşleri, gölgeliklerde tahtlar üzerinde yaslanmış olanlardır.” (Yâsîn 36/56)

ALLAH tarafından kalblerinden kin sökülüp atılmış olan cennetlikler, kardeşler halinde, karşı karşıya tahtları üzerinde otururlar. Orada bunlara hiçbir yorgunluk ve zahmet yoktur.:

وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ إِخْوَانًا عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ
Resim---“Ve onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip çıkardık. Onlar, kardeş olarak karşılıklı tahtlar üzerindedirler.” (Hicr 15/47)

لاَ يَمَسُّهُمْ فِيهَا نَصَبٌ وَمَا هُم مِّنْهَا بِمُخْرَجِينَ
Resim---“Onlara, orada bir yorgunluk dokunmaz. Ve onlar, oradan çıkarılacak değildirler.” (Hicr 15/48)

Cennette boş ve yalan söz de işitilmez.:

لَّا يَسْمَعُونَ فِيهَا لَغْوًا وَلَا كِذَّابًا
Resim---“Orada boş söz ve yalan işitmezler.” (Nebe’ 78/35)

Cennet ni’metlerinin insan akıl ve hayalinin alamayacağı güzellikte olduğunu Peygamber aleyhisselâm bir Kudsî hadiste şöyle açıklamıştır.:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cenâb-ı HAKk buyuruyor ki.: “Sâlih kullarım için ben, cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve insanın kalbinden bile geçmeyen nice ni’metler hazırladım” buyurdu.
(Buhârî, “Tefsîr”, sûre 32; Müslim, “Cennet”, 1; Tirmizî, “Tefsîr”, sûre 32).

Şüphesiz cennetteki ni’metlerin en büyüğü ALLAH’ın hoşnutluğunu kazanmak ve ALLAH’ı görmektir. Bu konuda Kur’ÂN'da şöyle buyurulmuştur: “... ALLAH’ın rızâsı ise hepsinden (bütün cennet ni’metlerinden) daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş ta budur”

وَعَدَ اللّهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِّنَ اللّهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Resim---“ALLAH, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara orada ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vaadetti. Adn cennetlerinde güzel meskenler (vardır). Ve (bunların) en büyüğü, ALLAH'tan bir rızadır (ALLAH'ın razı olmasıdır). İşte o, fevzü’l- azîmdir (en büyük kurtuluştur).” (Tevbe 9/72)

ALLAH’ın Âhirette Görülmesi (Rü'yetullah). Mü’minler, âhirette, cennete girdikten sonra ALLAH’ı göreceklerdir. Bu görmenin mâhiyeti hakkında kesin bilgi yoktur. Ancak bilginler ALLAH’ı görme olayında, bu dünyâda varlıkların görülmesi için zorunlu olan şartların gerekmediğini ileri sürmüşlerdir.
Kur’ÂN-ı Kerîm'de “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlayacaktır. RABBlerine bakacaklardır”


وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ
Resim---“İzin günü pırıl pırıl yüzler vardır.” (Kıyâme 75/22)

إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ
Resim---“RABB'lerine bakan.” ((Kıyâme 75/23)

Buyurularak, âhirette mü’minlerin ALLAH’ı görecekleri haber verilmektedir. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm de bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır.:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Muhakkak ki siz şu ayı görüşünüz gibi, RABBBinizi de göreceksiniz. Ve o sırada izdihamdan ötürü birbirinize zarar vermiş de olamayacaksınız” buyurmuştur.
(Buhârî, “Mevâkît”, 16; “Tevhîd”, 24; Müslim, “Îmân”, 81; Tirmizî, “Cennet”, 15).

Bir başka hadiste de, mü’minler cennete girdikten sonra, ALLAH’ın mü’minlere “Daha vermemi istediğiniz bir şey var mı?” diye soracağı haber verilmektedir. Onların bu soruya “Daha ne isteyelim?” diye cevap vermeleri üzerine, ALLAH’ın kendisini mü’minlere göstereceği, artık mü’minler için ALLAH’a bakmaktan daha hoş gelecek bir şeyin bulunmayacağı aynı hadiste bildirilmiştir.. (bk. Müslim, “Îmân”, 80; Tirmizî, “Cennet”, 16).
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

F-) KAZÂ ve KADERE İMÂN.:

a-) KAZÂ ve KADERE'in ANLAMLARI.:
Kader sözlükte “ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek” anlamlarına gelir. Terim olarak “ALLAHu zü’L- CeLÂL’in, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi” demektir. ALLAH’ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilâhî kanunu ifâde eder. Sözlükte “emir, hüküm, bitirme ve yaratma” anlamlarına gelen kazâ, Cenâb-ı HAKk'ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince, her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ, ALLAH’ın Tekvîn Sıfatı ile ilgili bir kavramdır.

b-) KAZÂ ve KADERE İMÂN.:
Kader ve kazâya imân ALLAHu zü’L- CeLÂL’ın ilim, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarına inanmak demektir. Bir başka deyişle bu sıfatlara inanan kimse, kader ve kazâya da inanmış olur. Bu durumda kader ve kazâya inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı ve faydasız her ne varsa hepsinin ALLAH’ın bilmesi, dilemesi, kudreti, takdiri ve yaratması ile olduğuna, ALLAH’tan başka yaratıcı bulunmadığına inanmak demektir.
Dünyâda meydana gelmiş ve gelecek olan her şey, ALLAH’ın ilmi, dilemesi, takdiri ve yaratması ile olur. Her şeyin bir kaderi vardır. Bunun anlamı ise şudur: ALLAHu zü’L- CeLÂL, insanları hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini ezelî yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir ve bu bilgisine göre diler, yine ALLAH bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı gelince kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda ALLAH’ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup, ALLAH’ın ezelî mânâda bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur. Aslında insanlar, ALLAH’ın kendileri hakkında sâhib olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik hayatta bu bilginin etkisi altında kalmaksızın kendi iradeleriyle davranmaktadırlar. Bir başka ifâdeyle söylersek biz, ALLAHu zü’L- CeLÂL bildiği için belli işleri yapmıyoruz. Bizim bu işleri yapacağımız, O'nun tarafından ezelî ve mutlak anlamda bilinmektedir. ALLAH, kulu seçen ve seçtiklerinden sorumlu olan bir varlık olarak yaratmış, onu emir ve yasaklarla sorumlu ve yükümlü tutmuştur. Ayrıca ALLAH TeÂLÂ, kulun seçimine göre fiilin yaratılacağı noktasında bir ilâhî kanun da belirlemiştir.
Kader konusunda bilinmesi gereken bir başka husus da şudur: Kader iç yüzünü ancak ALLAH’ın bilebileceği, mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi mümkün olmayan bir İlâhî Sırdır. Zaman ve mekân kavramlarıyla yoğrulmuş bulunan insan aklı, zaman ve mekân boyutlarının söz konusu olmadığı bir ilâhî ilmi, irade ve kudreti kavrayabilme güç ve yeteneğinde değildir. Kader konusunu kesin biçimde çözmeye girişmek, insanın kapasitesini zorlaması ve imkânsıza tâlib olması demektir.
Kader ve kazâya inanmak imân esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan.: “ALLAH böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu şekilde takdir etmiş, ben ne yapayım?.” diyerek günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da kendisini suçsuz gösteremez, kaderi mazeret olarak ileri süremez. Çünkü bu fiiller, insanlar böyle tercih ettikleri için, bu seçime uygun olarak ALLAH tarafından yaratılmışlardır. Ayrıca sır olan kaderin iç yüzü ALLAH’tan başkası tarafından bilinemez. O halde kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm'ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. ALLAH her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse ALLAH da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilâhî kanundur ve bir kaderdir.

c-) KAZÂ ve KADERE İMÂN.: İLe İLGİLİ ÂYET ve HADİSLER.:
Kader ve kazâya imân, her şeyin ALLAH’ın takdirine bağlı bulunduğuna işâret eden âyetlerin yanı s ıra ilâhî ilmin, olmuş ve olacak tüm varlık ve olayları kuşattığını belirten âyetlerde ısrarla vurgulanmıştır. Peygamber aleyhisselâm de bazı meşhur hadislerinde kadere imânı bir imân esası olarak açıklamıştır. Kader konusu ile ilgili bazı âyetlerin meâli şöyledir:
“...O'nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir”


اللّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى وَمَا تَغِيضُ الأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِندَهُ بِمِقْدَارٍ
Resim---“ALLAH bütün kadınların ne taşıdığını ve rahimlerinin neyi azalttığını ve neyi artırdığını bilir. O'nun katında herşey bir miktarla takdir edilmiştir.” (Ra’d 13/8)

الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُن لَّهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا
Resim---“O (ALLAH) ki; göklerin ve yeryüzünün mülkü, O'nundur. Ve O, çocuk edinmemiştir. Mülkte, O'nun şeriki (ortağı) olmamıştır. Ve herşeyi, O yarattı sonra da onların kaderini takdir etti.”(Furkân 25/2)

قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Resim---“ De ki: “ALLAH'ın bize yazdığı şeyden başkası, bize asla isâbet etmez. O, bizim Mevlâ'mızdır.” Ve artık mü'minler, ALLAH'a tevekkül etsinler.”(Tevbe 9/51)

Bu âyetlerden başka ALLAH’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, dilediğini sapıklığa sevkedip, dilediğini hidâyete erdirdiğini, insanlar arasında ölümü O'nun takdir ettiğini bildiren âyetler de kapsam açısından kâinatta her şeyin belli bir kadere bağlı bulunduğu, bunun da ALLAH TeÂLÂ tarafından belirlendiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır.:

مَن يَهْدِ اللّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِي وَمَن يُضْلِلْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Resim---“ALLAH kimi hidâyete erdirirse (kendisine ulaştırırsa), artık o hidâyete ermiştir. Ve kim dalâlette bırakılırsa, işte onlar, onlar artık hüsrana uğrayanlardır (nefslerini hüsrana düşürenlerdir).”(A’râf 7/178)

وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ
Resim---“Ve (oysaki) sizi de, yaptığınız şeyleri de ALLAH yarattı.”(Sâffât 37/96)

اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ
Resim---“ALLAH, herşeyin Yaratıcısı'dır ve O, herşeye vekîldir.”(Zümer 39/62)

نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقِينَ
Resim---“Sizin aranızda ölümü Biz, Biz takdir ettik. Ve Biz, önüne geçilmiş (veya geçilebilecek) olan değiliz (bu takdirimizi kimse bozamaz).”(Vâkıa 56/60)

Resim---Peygamber aleyhisselâm de Cibrîl aleyhisselâm hadisi diye bilinen hadiste açıklandığı gibi, kadere imânı imân esasları arasında saymıştır. Bu hadiste geçtiğine göre Cebrâil aleyhisselâm Peygamberimiz aleyhisselâm’a.:
“İmân nedir?” diye sormuş, o da:
“ALLAH’a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır” cevabını vermiştir.

(Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15; İbn Mâce, “Mukaddime”, 9).

Kaderin bir İlâhî Sır oluşunu ve insanlar tarafından gerçek anlamda çözülmesinin imkânsızlığını göz önünde bulunduran Peygamber aleyhisselâm kader konusunu tartışan ashabını uyararak.:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Siz bununla mı emrolundunuz? Veyâ ben bunun için mi peygamber olarak gönderildim? Şunu biliniz ki sizden önceki ümmetler bu tür tartışmalara başladıkları zaman helâk olmuşlardır. Böyle tartışmalara girmemelisiniz” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Kader”1)

d-) İNSANIN İRADELİ FİİLLERİ ve FİİLLERİNİN YARATILMASI.:

aa-) ALLAH’ın ve İNSANIN İRADESİ.:
Sözlükte “seçmek, istemek, yönelmek, tercih etmek ve karar vermek” anlamlarına gelen irade terim olarak, “ALLAH’ın veyâ insanın ilgili seçeneklerden birini seçip belirlemesi, tayin ve tahsis etmesi” diye tanımlanır.
ALLAH’ın iradesi ezelîdir, sonsuzdur, sınırsızdır, herhangi bir şeyle bağlantılı değildir ve mutlaktır. İnsanın iradesi ise sonlu, sınırlı, zaman, mekân vb. şeylerle bağlantılıdır. Evrende meydana gelen her olay ve varlık, ALLAH’ın tekvînî (oluşumla ilgili) iradesi ile meydana gelir. Kul da ALLAH’ın kendisine tanıdığı sınırlar içinde fiilini seçer. Kulun fiilinde hür olması demek, hürriyetine inanması, fiili yaparken herhangi bir baskı altında olmadığını kabullenmesi demektir.

Ehl-i Sünnet'in önemli iki kolu olan Eş’arîler ve Mâtürîdîler, insanın iradesi ve bu iradenin fiildeki rolü konusunda temelde görüş birliği içinde olmuşlardır. Ancak Eş’arîler, ALLAH’ın iradesinin her şeyi kuşattığını dikkate alarak, bu iradeye küllî (genel) irade adını vermişler ve böyle bir nitelendirme ile onu, kulun iradesinden ayırt etmek istemişlerdir. Mâtürîdîler ise, ALLAH’ın iradesine ilâhî ve ezelî irade demişler, küllî ve cüz'î irade terimlerini kulun iradesinin iki yönünü belirtmekte kullanmışlardır. Küllî irade, ALLAH tarafından kula verilmiş olan, yapma veyâ yapmamayı tercihte aracı kabul edilen seçme yeteneğidir. Cüz'î irade ise küllî iradenin, iki taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden ibârettir. Mâtürîdîler bu sebeple cüz'î iradeye, Azm-i Musammem (kesinleşmiş karar), ihtiyâr (seçim) ve kasıt (yönelme) adını da verirler..

bb-) İNSAN İRADESİ ve FİİLDEKİ ROLÜ.:
İnsanlar fiillerde gerçek bir irade hürriyetine sâhibdirler. Çünkü insan bu gerçeği kendi içinde her an duymakta, yaptığı işlerde hür olduğunu hissetmektedir.
ALLAHu zü’L- CeLÂL, insanların irade sahibi, dilediğini yapabilir bir varlık olmasını irade ve takdir buyurmuş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır. Bu sebeple insanlar kendi istek ve iradeleriyle bir şey yapıp yapmamak gücündedirler, iki yönden birini tercih edip seçebilirler. İnsanın sevâbı ve cezâyı hak etmesi, belli işlerden sorumlu olması bu hür iradesi sebebiyledir. Fiilin meydana gelişinde kulun hür iradesinin etkisi vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı ALLAH TeÂLÂ'dır. ALLAH kulların iradeli fiillerini, onların iradeleri doğrultusunda yaratır. Bu, ALLAH’ın buna mecbur ve zorunlu olmasından değil, âdetullah ve sünnetullah adı verilen ilâhî kanununu yani kaderi bu şekilde düzenlemesindendir. Bu durumda fiili tercih ve seçmek (kesb) kuldan, yaratmak (halk) ALLAH’tandır. Kul iyi veyâ kötü yönden hangisini seçer ve iradesini hangisine yöneltirse ALLAH onu yaratır. Fiilde seçme serbestisi olduğu için de kul sorumludur. Hayır işlemişse mükâfatını, şer işlemişse cezâsını görecektir.
İnsanın hür bir iradeye sâhib olduğunu ve bu iradesinden dolayı sorumlu ve yükümlü bulunduğunu gösteren âyetler vardır.:
“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemîn ederim”


وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا
Resim---“Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevvâ edene (dizayn edene) (andolsun).”(İnfitâr 82/2)

فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا
Resim---“Sonra ona (nefse) fücurunu ve takvâsını ilhâm etti.”(Şems 91/8)

“Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör”

إِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا
Resim---“Muhakkak ki Biz, onu (ALLAH'a ulaştıran) yola hidâyet ettik. Fakat o, ya (ALLAH'a ulaşmayı diler) şükreden olur, ya da (ALLAH'a ulaşmayı dilemez) küfreden olur.”(İnsân 76/3)

“Kim iyi bir iş yaparsa lehine, kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. RABBBin kullara asla zulmedici değildir”

مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ أَسَاء فَعَلَيْهَا وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِّلْعَبِيدِ
Resim---“Kim sâlih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, kendisi içindir. Ve kim kötülük yaparsa, o da onun aleyhinedir. Ve senin RABBin kullar(ın)a zulmedici değildir.” (Fussilet 41/46)

O halde insanlar, ALLAH’ın kulları olarak sorumluluklarını bilip doğru, iyi, güzel, hayırlı şeyler işleyip, yanlış, kötü, çirkin ve şer davranışlardan uzaklaşmalılar, böylelikle âhirette güzel karşılıklara ve mükâfatlara ulaşmaya çalışmalıdırlar..

cc-) İNSANIN FİİLLERİNİN YARATILMASI.:
İnsanın fiilleri, zorunlu (ıztırarî) fiiller ve ihtiyarî (iradeli) fiiller olmak üzere ikiye ayrılır. Nefes alışımız, kalb atışımız, midemizin sindirimi gibi zorunlu ve refleks hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı verilir. Bunların oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla da insan bu fiillerden sorumlu değildir. Yazı yazmak, oturup kalkmak, namaz kılmak veyâ kılmamak, hayır veyâ şer, iyi veyâ kötü bir şey işlemek gibi hür irademizle seçerek yaptığımız fiiller ise iradeli fiillerimizdir. İradeli fiillerimizin oluşumunda herhangi bir baskı ve zorlama altında değilizdir. Her ne şekilde olursa olsun bizi ve yaptıklarımızı yaratan ALLAH TeÂLÂ olduğu için, bizim her iki çeşit fiilimizi yaratan da ALLAH TeÂLÂ'dır. Ehl-i Sünnet'e göre kulların fiillerini onların iradeleri doğrultusunda yaratan ALLAH olduğu için, yaratma sıfatı ALLAH’tan başka bir varlığa verilemez. Bu sebeple kulun, fiilini kendisinin yarattığı ileri sürülemez. Çünkü bir âyette “ALLAH her şeyin yaratıcısıdır...” buyurulmuştur..


اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ
Resim---“ALLAH, herşeyin Yaratıcısı'dır ve O, herşeye vekîldir.”(Zümer 39/62)

İnsanın fiili de şey kapsamındadır. Şey somut varlığı olan demektir. O halde insan fiilinin yaratıcısı da ALLAH TeÂLÂ'dır. Buna göre insan, hür iradesi ile fiili seçer, gerekli gücü sarfeder, ALLAH da onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu ilmine göre irade ve takdir buyurur ve bu iradesi doğrultusunda yaratır..

e-) TEVEKKÜL.:
Sözlükte.: “güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek” anlamlarına gelen tevekkül terim olarak, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve mânevî sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra ALLAH’a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini ALLAH’a bırakmak demektir. Meselâ bir çiftçi önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilâçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için ALLAH’a güvenip dayanacak ve sonucu O'ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan.: “Kader ne ise o olur” tarzında bir anlayış tembellikten başka bir şey değildir ve İslâm'ın tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz. Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. Tevekkül eden kimse ALLAH’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir. Fakat kadere inanmak da tevekkül etmek de tembellik, gerilik ve miskinlik demek olmadığı gibi, çalışma ve ilerlemeye mâni de değildir. Çünkü her müslüman olayların, İlâhî Düzenin ve kanunların çerçevesinde, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Yani tohum ekilmeden ürün elde edilmez. İlâç kullanılmadan tedavi olunmaz. Sâlih Ameller işlenmedikçe ALLAH’ın rızâsı kazanılmaz ve dolayısıyla cennete girilmez. Öyleyse tevekkül, çalışıp çabalamak, çalışıp çabalarken ALLAH’ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu ALLAH’a bırakmaktır..
ALLAHu zü’L- CeLÂL bir âyette “...Kararını verdiğin zaman artık ALLAH’a dayanıp güven. Çünkü ALLAH, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”


فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
Resim---“O zaman, ALLAH'tan bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Ve eğer sen, kaba, katı yürekli olsaydın, mutlaka senin etrafından dağılırlardı. Artık onları affet ve onlar için mağfiret dile ve işler konusunda onlarla muşavere et (danış). Azmettiğin zaman, artık ALLAH'a tevekkül et. Muhakkak ki ALLAH, tevekkül edenleri (ALLAH'a güvenenleri) sever.”(Âl-i İmrân 3/159)

Mü’minlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmiş, çünkü tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmiştir.:

إِذْ هَمَّت طَّآئِفَتَانِ مِنكُمْ أَن تَفْشَلاَ وَاللّهُ وَلِيُّهُمَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Resim---“Sizden iki grup, korkaklık göstererek bozgunluğa meyletmişti. Allah, o ikisinin de (iki grubun da) dostudur ve artık mü'minler ALLAH'a tevekkül etsinler.”(Âl-i İmrân 3/122)

إِن يَنصُرْكُمُ اللّهُ فَلاَ غَالِبَ لَكُمْ وَإِن يَخْذُلْكُمْ فَمَن ذَا الَّذِي يَنصُرُكُم مِّن بَعْدِهِ وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكِّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Resim---“Eğer ALLAH size yardım ederse, o zaman sizi yenecek yoktur. Ve eğer sizi yardımsız (yüz üstü) bırakırsa, ondan sonra size kim yardım eder. Öyleyse mü'minler, ALLAH'a tevekkül etsinler (ALLAH'a güvensinler).”(Âl-i İmrân 3/160)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ هَمَّ قَوْمٌ أَن يَبْسُطُواْ إِلَيْكُمْ أَيْدِيَهُمْ فَكَفَّ أَيْدِيَهُمْ عَنكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Resim---“Ey iman edenler! ALLAH'ın sizin üzerinizdeki ni'metini hatırlayın; bir kavim size ellerini uzatmaya kalktığı zaman (ALLAH) onların ellerini sizden çekmişti. Ve ALLAH'a karşı takvâ sahibi olun (ruhunuzu, vechinizi (fizik vücudunuzu), nefsinizi ve iradenizi ALLAH'a teslim edin)! Mü'minler artık ALLAH'a tevekkül etsinler (güvensinler).”(Mâide 5/11)

قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Resim---“De ki: “ALLAH'ın bize yazdığı şeyden başkası, bize asla isâbet etmez. O, bizim Mevlâ'mızdır.” Ve artık mü'minler, ALLAH'a tevekkül etsinler.”(Tevbe 9/51)

قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِن نَّحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَمُنُّ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَمَا كَانَ لَنَا أَن نَّأْتِيَكُم بِسُلْطَانٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَعلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Resim---“Onlara resûlleri şöyle dedi: “Biz de ancak sizin gibi beşeriz (insanız). Fakat ALLAH, kullarından dilediğini ni'metlendirir. Bizim, ALLAH'ın izni olmaksızın, bir sultan (mu’cize, delil) getirmemiz olamaz. Artık mü'minler ALLAH'a tevekkül etsinler.”(İbrâhim 14/11)

اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Resim---“ALLAH; O'ndan başka İlâh yoktur. Ve mü'minler artık ALLAH'a tevekkül etsinler.” (Tegabün 64/13)

وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا
Resim---“Ve hesap etmediği (aklına gelmeyen) bir yerden onu rızıklandırır. Kim ALLAH'a tevekkül ederse, artık ona O (ALLAH) kâfidir. Muhakkak ki ALLAH, emrini (işini) yerine getirendir. ALLAH herşey için bir kader tayin etmiştir.”(Talâk 65/3)

Peygamber aleyhisselâm de devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bedevîye;

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Önce deveni bağla, ALLAH’a öyle tevekkül et” buyurarak tevekkülden önce tedbirin alınması için uyarıda bulunmuştur.
(Tirmizî, “Kıyamet”, 60)

f-) HAYIR ve ŞER.:
Sözlükte “iyilik, iyi, faydalı iş ve fayda” anlamlarına gelen hayır, ALLAH’ın emrettiği, sevdiği ve hoşnut olduğu davranışlar demektir. Sözlükte “kötülük, fenalık ve kötü iş” demek olan şer de ALLAH’ın hoşnut olmadığı, sevmediği, meşrû olmayan, işlenmesi durumunda kişinin cezâ ve yergiye müstehâk olacağı davranışlar demektir.
Âmentüde ifâde edildiği üzere her müslüman kadere, hayır ve şerrin ALLAH’tan olduğuna inanır. Yani âlemlerin yaratıcısı olan ALLAH TeÂLÂ hayrı da şerri de irade eder ve yaratır. Çünkü âlemde her şey onun irade, takdir ve kudreti altındadır. Âlemde ondan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. İnsan, hayrı da şerri de kendi iradesi ile kazanır. ALLAH’ın hayra rızâsı vardır, şerre ise yoktur. Hayrı seçen mükâfat, şerri seçen cezâ görecektir. Şerrin ALLAH’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için ALLAH’ın tekvînî iradesinin ve yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa ALLAH kulların kötü filleri yapmalarından hoşnut olmaz, şerri emretmez, şerre teşrîî (dinî) iradesi yoktur.

Ehl-i Sünnet'e göre, ALLAH’ın şerri irade edip yaratması kötü ve çirkin değildir. Fakat kulun şer işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle nitelenmesi kötüdür ve çirkindir. Meselâ usta bir ressam, sanatının bütün inceliklerine riâyet ederek, çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duyulan hayranlığı belirtmek için.: “ne güzel resim yapmış” denilir. Bu durumda resmi yapılan adamın çirkin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmemektedir. ALLAHu zü’L- CeLÂL mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegâne varlıktır. Onun şerri yaratmasında birtakım gizli ve açık hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye, ALLAH eşyâyı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır.

Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir. Dünyâda şer olmasa hayrın mânâsı anlaşılamaz, bu dünyânın bir imtihan dünyâsı olmasındaki hikmet gerçekleşemezdi. Şer ALLAH’ın adâlet ve hikmeti gereği veyâ kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta ve aracı olmak ya da daha kötü ve zor bir şerri defetmek için yaratılmıştır. ALLAH’ın kudreti ile meydana gelen her işte ya kendimiz, ya başkaları, ya da toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bir şeyin şer olması bize göredir. Bir âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: “Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, ALLAH bilir.”


كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Resim---“Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerrdir. Ve (bütün bunları) ALLAH bilir, siz bilmezsiniz.”(Bakara 2/216)

Bir şeyin şer sayılmasının gerçeğe ve sonuca uymayışına şöyle bir örnek verilebilir: Peygamber aleyhisselâm’ın yurdundan ayrılmaya zorlanıp Mekke'den Medine'ye hicret etmesi ilk bakışta birçok kimseye şer olarak gözükmüş ise de, bu olay bir süre sonra Mekke fethi gibi iyi bir sonuca ortam hazırlamış ve nice hayırlı gelişmelere vesile olmuştur..

g-) RIZIK.:
Sözlükte “azık, yenilen, içilen ve faydalanılan şey” anlamına gelen rızk, terim olarak, “ALLAHu zü’L- CeLÂL’ın, canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her şey” diye tanımlanır. Bu tanıma göre rızık, helâl olan şeyleri kapsadığı gibi, haram olanları da kapsamaktadır.
Ehl-i Sünnet rızık konusunda şu temel prensipleri benimsemiştir.:

1-) Yegâne rızk veren (Rezzâk-ı Âlem) ALLAH TeÂLÂ'dır. Kur’ÂN'da, “Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca ALLAH’ın üzerinedir...”


وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي الأَرْضِ إِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
Resim---“Ve yeryüzünde yürüyen bir canlı yoktur ki; onun rızkı, ALLAH'ın üzerine (ALLAH'a ait) olmasın. Ve onun karar kıldığı (kaldığı) yeri ve onun emânet (geçici) durduğu yeri bilir. Hepsi Kitab-ı Mübîn'dedir.”(Hûd 11/6)

Buyurularak, tüm canlıların rızkını verenin ALLAH olduğu bildirilmiş, bir başka âyette de O'nun, dilediğine bol rızk verip, dilediğinin rızkını ise daralttığı ifâde edilmiştir..


لَهُ مَقَالِيدُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء وَيَقْدِرُ إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim---“Göklerin ve yerin anahtarları, O'nundur. Dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır. Muhakkak ki O, herşeyi en iyi bilendir.”(Şûrâ 42/12)

2-) Rızkı yaratan ve veren ALLAH TeÂLÂ'dır. Kul, ALLAH’ın evrende geçerli tabii kanunlarını gözeterek çalışır, çabalar, sebeplere sarılır ve rızkı kazanmak için tercihlerde bulunur. ALLAH da onun bu tercihine ve çabasına göre rızkını yaratır. ALLAH’ın yegâne rızık veren olması, tembellik yapmayı, çalışmamayı, yanlış bir tevekkül anlayışına sâhib olmayı gerektirmez. Kazanç için, meşrû yollardan gerekli girişimde bulunmak kuldan, rızkı yaratmak ise ALLAH’tandır.

3-) Haram olan bir şey, onu kazanan kul için rızık sayılır. Fakat ALLAH’ın haram olan rızkı, kulun kazanmasına rızâsı yoktur. Bir âyette, “Artık ALLAH’ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin...”


فَكُلُواْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّهُ حَلالاً طَيِّبًا وَاشْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Resim---“Öyleyse ALLAH'ın sizi rızıklandırdığı helâl ve tayyib (güzel, temiz) olan şeylerden yeyin! Ve eğer siz, yalnız O'na kul olduysanız, ALLAH'ın nimetlerine şükredin!”(Nahl 16/114)

Buyurularak, helâl yenilmesi emredilmiş, haram yasaklanmıştır.

4-) Herkes kendi rızkını yer. Bir kimse başkasının rızkını yiyemeyeceği gibi, başka biri de onun rızkını yiyemez..

h-) ECEL.:
Sözlükte “önceden tesbit edilmiş zaman ve süre” anlamına gelen ecel, terim olarak, insan hayatı ve diğer canlılar için belirlenmiş süreyi ve bu sürenin sonunu yani ölüm anını ifâde eder. Her ferdin ve toplumun bir eceli vardır. Ecel tek olup ALLAH' ın kazâ ve kaderiyledir. İnsanları dirilten, rızıklandıran ve öldüren ALLAH olduğundan, eceli belirleyen de O'dur. “Aranızda ölümü takdir eden biziz...”


نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقِينَ
Resim---“Sizin aranızda ölümü Biz, Biz takdir ettik. Ve Biz, önüne geçilmiş (veya geçilebilecek) olan değiliz (bu takdirimizi kimse bozamaz).”(Vâkıa 56/60)

Âyeti bu hususu ortaya koymaktadır. Kur’ÂN âyetlerinden anlaşıldığına göre, ecel ne vaktinden önce gelebilir ne de geciktirilebilir.: “Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler”


وَلِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ فَإِذَا جَاء أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ
Resim---“Bütün ümmetler için bir ecel (süre, zaman dilimi, müddet) vardır. Onların ecelleri geldiği zaman ne bir saat ileri, ne bir saat geri alınmaz.”(A’râf 7/34)

قُل لاَّ أَمْلِكُ لِنَفْسِي ضَرًّا وَلاَ نَفْعًا إِلاَّ مَا شَاء اللّهُ لِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ إِذَا جَاء أَجَلُهُمْ فَلاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ
Resim---“De ki: “ALLAH'ın dilediği şey hariç, ben nefsime (kendime) bir fayda veya bir zarar vermeye malik değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Onların eceli geldiği zaman artık bir saat tehir edilmez ve öne alınmaz.”(Yûnus 10/49)

“ALLAH eceli geldiğinde hiçbir kimse için erteleme yapmaz...”


وَلَن يُؤَخِّرَ اللَّهُ نَفْسًا إِذَا جَاء أَجَلُهَا وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
Resim---“Ve ALLAH, hiçbir nefsi (hiçbir kimseyi) eceli geldiği zaman asla tehir etmez (ertelemez). Ve ALLAH, sizin yaptıklarınızdan haberdar olandır.”(Münâfikun 63/11)

Ecel hiçbir sebeple değişmez. Bazı ibâdet ve güzel davranışların ömrü artıracağına dair hadisler (bk. Süyûtî, Câmiu's-sagır, II, 44) insanları hayırlı ve güzel işlere teşvik etmeyi amaçlayan hadisler olup, genellikle şu anlamda yorumlanmışlardır.:

1-) Ömrün artmasından maksat, elem ve kederden uzak, huzur ve mutluluk içinde, sağlıklı, güçlü ve kuvvetli yaşamaktır.

2-) ALLAHu zü’L- CeLÂL bu gibi kimselerin iyilik yapacağını bildiği için ezelî planda onların ömrünü buna göre fazla belirlemiştir. Ehl-i Sünnet bilginlerine göre, öldürülen şahıs da (maktul) bütün insanlar gibi eceliyle ölmüştür. Çünkü ecel, hayatın tereddütsüz olarak son bulduğu andır. Şâyet maktul öldürülmemiş olsaydı, o anda tabii veyâ bir başka biçimde ölecekti. Bu hususu belirleyen ilâhî iradedir. Şu halde katil o kişiyi öldürmekle onun ecelini öne almış değildir. Katilin cezâyı hak etmesinin sebebi de, ALLAH’ın “...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve ALLAH’ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın. İşte bunlar ALLAH’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız”


قُلْ تَعَالَوْاْ أَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ أَلاَّ تُشْرِكُواْ بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَلاَ تَقْتُلُواْ أَوْلاَدَكُم مِّنْ إمْلاَقٍ نَّحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ وَلاَ تَقْرَبُواْ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَلاَ تَقْتُلُواْ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللّهُ إِلاَّ بِالْحَقِّ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Resim---“De ki: “Gelin, RABBinizin size neleri haram kıldığını okuyayım; O'na bir şeyi ortak koşmayın. Anne, babaya ihsanla davranın. Yokluk (fâkirlik) sebebiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de yalnız Biz rızıklandırırız. Kötülüğün açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haklı olmanız hariç kimseyi öldürmeyin ki; onu ALLAH haram kıldı. İşte bunları size vasiyet (emir) etti. Böylece siz, akıl edersiniz.” (En’âm 6/151)

Buyruğu ile yasakladığı bir şeyi işlemesi, kul olarak kendine verilen gücü kullanma hususunda dinin haram kıldığı bir davranışı isteme ve yapma yönünde seçimini yapmış olmasıdır. Onun bu seçimi üzerine de SüNNetuLLAH diye ifâde edilen tabiat kanunlarına göre ALLAH, ölüm denen sonucu yaratmış olmaktadır. ALLAH’ın bu durumu ezelî ilmiyle biliyor olması, kulun iradesinin elinden alınmış olması anlamına gelmez..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM..

FIKIH..

I. KAVRAM.:

İkinci bölümde de ifâde edildiği gibi, fıkıh kelimesi sözlükte.: “bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, iç yüzünü ve inceliklerini kavramak” anlamına gelir. Terim olarak ise, hicrî ilk asırlarda zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin tamamını ifâde etmişken, imân ve i’tikad konularının ayrı bir ilim dalı olarak teşekkül etmesine paralel olarak, ileri dönemlerde İslâm'ın ferd ve toplum hayatının değişik yönleriyle ilgili şer’î-amelî hükümlerini bilmenin ve bu konuyu inceleyen ilim dalının özel adı olmuştur. Fıkhın, şer’î delillerden elde edilen fıkhî hükümleri sistemâtik tarzda ele alan dalına fürû-i fıkıh, delillerden hüküm elde etme metodunu inceleyen dalına da usûl-i fıkıh denir. Fıkıh ilminde uzman olan kimselere de fâkih (çoğulu fukahâ) denildiğini biliyoruz. Fıkıh ferdin ALLAH’a, kendine ve topluma karşı amelî sorumluluklarını, beşerî ilişkilerin sübjektif, ahlâkî ve objektif (hukukî) yönlerini bütünüyle kuşattığından ve bir bakıma İslâm Toplumunun dini anlama ve yaşama tarzını ve çeşitliliğini, kültür ve geleneğini temsil ettiğinden İslâm hukuku ta’birinin ilk planda çağrıştırdığı dar ve şeklî alana göre daha kapsamlıdır. Fakat Batı'daki İslâmoloji çalışmalarının etkisiyle fıkıh yerine İslâm hukuku ta’biri de eş anlamlı olarak kullanılır olmuştur. Kur’ÂN'ın ferd ve toplum hayatına ilişkin olarak koyduğu Amelî Hükümler, kural ilke ve amaçlar ile bunların açıklaması, örneklendirmesi ve uygulanması mâhiyetindeki Peygamber aleyhisselâm’ın sünneti, İslâm'ın amelî hükümlerinin temel kaynaklarını teşkil eder. Kur’ÂN ve Sünnet'in bu belirleyici ve yönlendirici tavrı, ferdin kişiliğine ve temel haklarına müdahale değil aksine dünyâ hayatında çeşitli zaaf ve sapmalara mâruz kalan insana ilâhî inâyet ve rahmet elinin uzanması, onun aklî ve fıtrî temizliğinin vahiyle korunması ve desteklenmesi ve insanın dünyâ ve âhirette mutluluğu yakalamasına yardımcı olunması anlamını taşır. Müslümanlar ferdî, ailevî ve sosyal hayatlarını düzenlerken dinin bu yol göstericiliğinden âzami ölçüde yararlanmayı bu sebeple isterler.
Öte yandan, Kur’ÂN ve Sünnet'te yer alan amelî hükümlerin, ilke ve amaçların anlaşılması, yorumlanması ve günlük hayatın bu çizgide düzenlenmesi konusunda İslâm toplumlarının tarihî süreç i’tibâriyle zengin ve çok çeşitli bir tecrübe birikimine sâhib olduğu, nasların açık ifâdelerinin çerçevelediği ortak alan etrafında zengin bir hukuk kültür ve geleneğinin oluştuğu da bilinmektedir. Bu i’tibârla İslâm fıkhı bir yönüyle ilâhî tebliğle, Kur’ÂN ve Sünnet'te yer alan açıklamalarla, bir yönüyle de müslüman hukukçuların entelektüel üretimleri, gözlem ve tecrübe birikimleri, toplumların kültür, gelenek ve vak’alarıyla bağlantılıdır. Bu durum, İslâm Fıkhının hem ilâhî inâyetten, vahyin yol göstericiliğinden, hem de beşerî çabadan, ferd ve toplumların şart ve ihtiyaçlarından kopmamasının, ikisi arasında denge kurarak ferd ve toplumlara mâkul, dengeli ve yaşanabilir bir hayat tarzı önerebilmesinin temel âmili olmuştur.
Bu i’tibârla İslâm Fıkhı veyâ İslâm hukuku denince, sadece Kur’ÂN ve Sünnet'in amelî hükümleri değil de İslâm toplumlarının bu ortak alan etrafında geliştirdiği hukuk kültür ve geleneği, uygulama zenginliği kastedilir. Diğer bir anlatımla İslâm fıkhı veyâ hukuku ta’birini müslüman toplumların fıkhı veyâ hukuku şeklinde açmak mümkündür.

Bu arada, fıkhın hukuka göre daha kapsamlı bir kavram olduğunu da özellikle vurgulamaya ihtiyaç vardır. Çünkü hukuk beşerî ilişkileri şeklî ve objektif kurallarla ve maddî müeyyidelerle düzenlerken fıkıh ferdin yaratanla, kendisiyle ve toplumla ilişkilerini şekil ve öz, dünyâ ve âhiret, maddî ve mânevî müeyyide, cebrî hukuk ve sosyal baskı gibi değişik boyutlarıyla ele alır. Bu sebeple de fıkhın içinde İslâm kültür ve medeniyetinin birçok ayrıntısını, zengin bilgi ve tecrübe birikimini, ferd ve toplum hayatının değişik kesitlerini bulmak mümkündür. Ancak burada İslâm fıkhının bu değişik vecîbeleriyle ilgili ayrıntıya girilmeyecek, sadece ibâdet ve şahsın hukuku (ahvâl-i şahsîyye) çerçevesinde kalan ilmihal bilgilerinin daha iyi kavranabilmesi için bunların elde edilmesinde kullanılan aslî ve tâli kaynaklar ve metodlar ile bu konudaki dinî-hukukî mükellefiyetin mâhiyeti fıkhın klasik doktrin ve sistemâtiğinde yer aldığı şekliyle verilmekle yetinilecektir.

İ’tikad.: İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak..
Fıkıh.: (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrinin nasıl uygulanacağını inceler..
Sübjektif.: Fr. Bilen akıl ile alâkalı. * Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan.
Objektif.: Fr. Hakikatı olduğu gibi aksettiren. * Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. * Gaye. * Fls: Varlıkla alâkalı..
Ta’bir.: (Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim..
Müeyyide.: Te'yid eden. Te'yid edici. Kuvvetlendirici. * Kanun ve ahlâk emirlerinin yerine getirilmesini te'min eden kuvvet..


II. KAYNAK ve METOD.:

A-) GENEL OLARAK.:
Kur’ÂN-ı Kerîm ve Peygamber aleyhisselâm’ın sünneti, İslâm'ın dünyâ ve âhireti, ferd ve toplum hayatını, inanç, ibâdet, ahlâk ve hukuk konularını genel bir yaklaşımla veyâ özel bir ayrıntıyla kuşatan hükümlerinin kaynağını teşkil eder. Bu iki kaynakta hayatı geçmişiyle ve sonuyla aydınlatacak, ferdî mutluluğa ve sükûnete, toplumu huzur ve güvene kavuşturacak bütün ana prensipleri, açıklama ve yönlendirmeleri bulmak mümkündür. Peygamber aleyhisselâm dünyâ hayatına vedâ etmeden önce mü’minlere şu uyarıda bulunmuştu.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Size iki emânet bırakıyorum ki onlara sıkı sarıldığınız sürece doğru yoldan sapmazsınız: ALLAH’ın kitabı ve resûlünün sünneti”buyurmuştur.
(İbn Mâce, “Menâsik”, 84; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56).

Ancak Kur’ÂN ve Sünnet ferd ve toplumlara takip edecekleri ana çizgiyi, koruyacakları temel değerleri, taşıyacakları mükellefiyet ve sorumlulukları göstermekle veyâ hatırlatmakla yetinir. Buna dinî literatürde, hidâyetin bir türü olarak yol gösterici hidâyet (hidâyet-i mürşîde) denir. Bu iki kaynakta yer alan hükümleri ve gösterilen hedefleri kavrama, ondan amelî hayata ve tek tek her bir olaya ilişkin sonuç çıkarma tamamıyla Kur’ÂN ve Sünnet'in muhatabı olan müslümanlara ait bir sorumluluktur. Bu sebeple de Peygamber aleyhisselâm’ın vefâtından sonra Kur’ÂN ve Sünnet'in nasıl anlaşılacağı, bu iki kaynaktan nasıl istifâde edileceği ve hangi ölçü ve usullere bağlı kalınarak hüküm çıkarılacağı hususu daima önemîni korumuştur. Zâten tarihî süreç i’tibâriyle ortaya çıkan farklı mezheb, ekol, temâyül ve anlayışlar da bu zihnî ve beşerî çabanın birer örneği mesabesindedir. İslâm toplumlarının geleneği ve hukuk kültürü, çok zengin doktriner tartışmalarla dolu hacimli fıkıh literatürü de bu çaba sonucu ulaşılmış bilgileri yansıtır. Ayrıca, metinden (nass) hüküm çıkarma metodolojisini konu alan bir ilmin tarihte usûl-i fıkıh adıyla ilk defa müslümanlar tarafından kurulmuş olması da bu sürecin tabii bir sonucudur. Böyle olunca, amelî hayata ilişkin dinî hükümlerin aslî kaynağı (delil) Kur’ÂN ve Sünnet olmakla birlikte, bu iki kaynaktaki lafızların anlaşılmasına yönelik aklî muhakeme ve yorum metodları da benzeri bir işlev yüklenmektedir.

B-) DELİLLER.:
Fıkıh ve usûl-i fıkıh bilginleri sağlıklı bir zihinsel işlemde, araştırılan hususa dair hüküm vermeye ulaştıran veyâ bir hükmün kanıtlanmasını sağlayan vasıtaya, daha özel ifâdeyle araştırılan hususta şer’î-amelî nitelikteki hükme ulaştıran vasıtaya delil derler. Delil, içerdiği bilginin kaynağı açısından aklî-naklî, ulaştırdığı sonuç hakkında karşı ihtimali ortadan kaldırıp kaldırmaması açısından kat’i-zannî ayırımına tâbi tutulabilir. Fıkıhta delil genelde, fıkhî bir hükmün dinîhukukî dayanağı (edille-i şer’îyye, edilletü'l-ahkâm) anlamında kullanıldığından, hüküm kaynağı aslî deliller de, bu kaynaktan hüküm elde etmeye yarayan metodlar da çoğu zaman delil olarak adlandırılır. Bu sebepledir ki, Kur’ÂN ve Sünnet'i anlamayı, nasslarla çözümü beklenen olay arasında bağ kurmayı ve nasslardan olayı aydınlatacak bir sonuç çıkarmayı hedefleyen aklî ve mantıkî metodların aynı zamanda şer’î (dinî-hukukî) delil olarak adlandırılması da bu sebepledir. Şer’î deliller, üzerinde ittifâk edilihtilâf edilen deliller şeklinde bir ayırıma da tâbi tutulabilir. Naklî deliller sahibine aidiyeti (sübût) ve bir anlamı ifâde ermesi (delâlet) yönüyle kat’î veyâ zannî olabilmektedir. Meselâ Kitab ve Sünnet bütün olarak alındığında üzerinde ittifâk edilen naklî ve kat’î delil sayılabilirse de herhangi bir âyet veyâ hadis, belirli bir hükme delâlet yönüyle zannî, aklî-mantıkî öncüllere dayanması yönüyle de aklî delil olarak nitelendirilebilir. Nitekim Kur’ÂN ve Sünnet ahkâmının şer’iyyât-hissiyât veyâ sem’iyyât-akliyyât şeklinde bir ayırıma tâbi tutulması da mümkün olmaktadır. Öte yandan bütün delillerin nakle ve akla veyâ sadece Kur’ÂN'a irca’ edilmesi de mümkündür. Bu i’tibârla delillerin çeşitli adlandırma ve ayırımında bakış açısına göre değişebilir bir izâfîliğin bulunduğu görülür. Bu değişkenlik ve yoruma açıklık dinî literatürde bir hükmün şu veyâ bu delile dayandığı, âyet veyâ hadisin şu veyâ bu hükme delâlet ettiği şeklinde sıklıkla görülen iddiaları da haliyle yakından ilgilendirmektedir. Fıkıh literatüründe yaygın genel kabule göre şer’î delillerden Kitab, Sünnet, icmâ’ ve kıyas aslî deliller; istihsân, istislah (mesâlih-i mürsele), istishâb, sedd-i zerâyi’ gibi deliller de fer’î veyâ tâli deliller grubunda yer alır. Bu aslî delillerin bir diğer adı da “dört delil”dir (edille-i erbaa). Bu tür adlandırma bir bakıma, üzerinde ittifâk edilihtilâf edilen deliller ayırımı olarak da algılanabilir. Hatta Kur’ÂN ve Sünnet'i delil, diğerlerini de bu iki delilden hüküm çıkarma metodları olarak değerlendirmek daha doğrudur. Akıl da bu bölümlemede bir yönden delil bir yönden de delilleri anlama ve mevcut metodları işleme melekesi konumundadır. Burada delil ve metod veyâ aslî delil-fer’î delil ayırımı yapılmaksızın klasik literatürde yer alan deliller ve onlardan hüküm çıkarma metodları hakkında özet bilgi vermekle yetineceğiz..

a-) KİTAB.:
Kitab, yani Kur'ÂN-ı Kerîm.. Peygamber aleyhisselâm’ın sünnetiyle birlikte İslâm Dininin ve onun dinî-hukukî (şer’î) hükümlerinin aslî kaynağını teşkil eder. Fıkıh usulünde de İslâm hukukunun aslî ve tâli kaynakları incelenirken aslî delillerden ilk sırada kitab yer alır. Kur’ÂN-ı Kerîm'in sübût değeri üzerinde yani aslına uygun olarak bize ulaşmış olduğu hususunda görüş ayrılığı bulunmadığı için bütün metodolojik tartışmalar Kur’ÂN'ın ve ona tâbi olarak sünnetin lafzının yorumlanmasına ve hükme delâletine ilişkin kurallar üzerinde yoğunlaşmıştır. Hatta fıkıh usulünün esas i’tibâriyle, Kur’ÂN ve Sünnet'in doğru ve tutarlı biçimde anlaşılmasını sağlayacak metod ve kuralları belirlemeyi hedefleyen bir ilmî disiplin olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Kur’ÂN âyetleri İslâm'ın aslî kaynağı, Kur’ÂN hükümleri de yine İslâm'ın aslî ahkâmı olmakla birlikte, tafsilî ve cüz'î âyetlerin bile fıkhî hükme ne ölçüde ve ne yönde delâlet ettiği hususu ciddi bir bilimsel çabayı ve metodolojiyi gerektirir. Bu i’tibârla âyetler, imân, ahlâk, âdâb-ı muâşeret, geçmiş toplumlardan kıssa ve öğütler, genel insanî ve aklî değerler, beşerî ilişkiler gibi konularda okuyucuya doğrudan ana fikir vermekte ve onu büyük ölçüde yönlendirmekte ise de âyetlerden sıradan okuyucunun gerek ilmihal gerekse hukuk doktrini alanında hüküm çıkarması çoğu zaman kolay olmaz. Kur’ÂN'ın anlaşılmasında, âyetlerin lafzı kadar Kur’ÂN'ın bütüncül anlatımı, ilke ve hedefleri, Peygamber aleyhisselâm’ın açıklama ve uygulaması, fıkıh doktrin ve geleneği ayrı ayrı önem taşırlar. Öte yandan Kur’ÂN'ın lafzından doğrudan ve açıkça anlaşılan anlamlar ile onun dolaylı anlatımı arasında da bir ayırım yapmanın gerektiği açıktır. Kur’ÂN bu zenginlik ve ayırımlar içinde okunmazsa şahısların kendi kişisel yorum ve tercihlerini Kur’ÂN'la irtibatlandırıp onları Kur’ÂN'ın hükmü olarak algılaması ve neticede birden fazla çelişik görüşün Kur’ÂN'a dayandırılması yanlışlığı ortaya çıkabilir..

b-) SÜNNET.:
Sünnet fıkıh usulünde, Peygamber aleyhisselâm’ın söz, fiil ve onayları (takrir) demek olup İslâm Dininin Kur’ÂN-ı Kerîm'den sonraki ikinci ana kaynağını teşkil eder. Fıkıh dilinde, özellikle de ilmihal literatüründe sünnet ise, Peygamber aleyhisselâm’ın yolunu izleyerek yapılan fakat farz ve vâcib kapsamında olmayan fiiller anlamındadır.
MuhaMMed aleyhisselâm’ın peygamber sıfatıyla söylediği sözler ve yaptığı işler ile devlet başkanı, ordu kumandanı, üst yargı mercii veyâ toplumun bir ferdi olarak söyledikleri ve yaptıkları arasında da belirli bir ayırımın yapılması gerektiği açıktır. İslâm âlimleri, Peygamber aleyhisselâm’ın hangi tasarrufunu hangi sıfatının gereği olarak yaptığı konusunda farklı nitelendirme ve değerlendirmelere sâhib iseler de böyle bir ayırımı İslâm Dininin ikinci aslî kaynağı olan sünnetin, dolayısıyla İslâm'ın anlaşılmasında elzem bir usul olarak görürler. Sünnetin fonksiyonunun sadece Kur’ÂN'ı açıklama ve Kur’ÂN hükümlerinin uygulanmasını örneklendirme ile sınırlı tutulması veyâ Kur’ÂN yanında ikinci ve müstakil bir dinî hüküm kaynağı sayılması konuları da âlimler arasında tartışmalıdır. Öte yandan bir hadisin içeriği kadar sübûtu yani Peygamber aleyhisselâm’a aidiyeti de İslâm bilginleri arasında derinlemesine araştırmalara konu olmuş, bu yönde birtakım ölçüler geliştirilmiş, bazı ayırımlar da yapılmıştır. Sonuç i’tibâriyle bu ayırım ve tartışmalar, Resûl-i Ekrem'in herhangi bir söz veyâ fiilinin farklı şekillerde ve yönlerde yorumlanmasının da ana sebebini teşkil etmiştir. Diğer bir ifâdeyle İslâm âlimleri arasında Peygamber aleyhisselâm’ın sünnetine uyma, onu delil ve örnek alma konusunda bir görüş ayrılığı mevcut değildir. Görüş ayrılığı sünnetin nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiği konusundadır. Fıkıh kültüründe yer alan bazı bilgilerin hadis kitablarında yer alan bazı hadislere aykırı gibi görünmesi, âlimlerin Peygamber aleyhisselâm’ın sünnetinin sübûtu, hükme delâleti, mâhiyeti ve gayesi konusunda farklı değerlendirmelere sâhib oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu sebeple de bir konuda mevcut bütün hadisleri gözden geçirmeden veyâ fıkıh literatüründe ve geleneğindeki söz konusu ayırımları, sünnetle ilgili yaklaşım farklılıklarını ve tartışmaları bilmeden, bir hadisten ilk bakışta anlaşılan anlamı esas alıp fâkihlerin buna aykırı düşen görüşlerine eleştiri getirmek yanıltıcı olabilir. Bu sebeple de Kur’ÂN ve Sünnet İslâm Dininin, İslâm akaid ve fıkhının iki aslî kaynağı olmakla birlikte bu iki kaynağı anlama ve yorumlamada belirli ilmî metodların takip edilmesi, bu kaynaklar etrafında oluşan bilgi birikiminin, fıkıh kültür ve geleneğinin göz önünde bulundurulması kaçınılmaz olmaktadır..

c-) İCMÂ’.:
Fıkıh usulü terimi olarak icmâ’’.: “MuhaMMed aleyhisselâm ümmetinden olan müctehidlerin Peygamber aleyhisselâm’ın vefâtından sonraki herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmeleridir” şeklinde tanımlanır. Tanım, icmâ’ın oluşmuş sayılabilmesi için hangi şartların arandığı konusunda da fikir vermektedir. Bu anlamıyla icmâ’, fıkhın kaynakları arasında üçüncü sırayı tutar. İcmâ’ müctehidlerin, şer’î bir meselenin hükmüne dair görüşlerini aynı yönde olmak üzere tek tek açıklamaları yoluyla meydana gelebileceği gibi (sarih icmâ’), şer’î bir mesele hakkında bir veyâ birkaç müctehid görüş belirttikten sonra, bu görüşten haberdâr olan o devirdeki diğer müctehidlerin açıkça aynı yönde kanaat belirtmemekle birlikte itiraz beyanında da bulunmayıp sükût etmeleri suretiyle de (sükûtî icmâ’) oluşabilir. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre, sarih icmâ’, kesin ve bağlayıcı bir kaynaktır. Sükûtî icmâ’ın bağlayıcı delil olup olmayacağı ise fâkihler arasında tartışmalıdır. İcmâ’ teorisinin İslâm muhitinde hicrî II. asrın sonlarından i’tibâren oluşmaya başladığı ve icmâ’da aranacak şartlarla ilgili birçok ayrıntının, icmâ’ın temelini teşkil eden ictihad müessesinin işlemez hale geldiği dönemlerde belirlenmiş olduğu dikkate alınırsa, icmâ’ın misyonunu fıkıh usulü eserlerinde anılan tüm şartları taşıyan bir fikir birliğinin gerçekleşmesi durumu ile sınırlı tutmamak gerekir. Sahâbe dönemînde, özellikle ilk iki halife zamanında icmâ’ kavramının temelindeki düşünceye uygun bulunan ictihad birliği örneklerine bolca rastlanabildiği halde, daha sonraki dönemlerde gerek nasslardan açıkça anlaşılabilecek sonuçların o zamana kadar şekillenmiş olması, gerekse müctehidlerin değişik beldelere dağılmış bulunmaları sebebiyle bu tarz bir fikrî ittifâkın gerçekleştiği kolayca söylenemez. Nitekim fıkıh usulü eserlerinde icmâ’ın bağlayıcılık gücü meselesi ele alınırken bu açıdan icmâ’lar değişik derecelendirmelere tâbi tutulmakta ve hemen herkesin bağlayıcı saydığı ve inkârı küfrü gerektiren icmâ’, işâret edilen döneme inhisar etmektedir. İmam Şâfiî de teorik olarak icmâ’ kavramını her devir için geçerli saymakla birlikte pratikte kesin icmâ’ iddiasının ancak nasslarda açıkça düzenlenmiş ve İslâm Dinin temel hükümlerinden olan (öğle namazının dört rek’at oluşu, şaRABBın haram oluşu gibi) hususlarla sınırlı olduğunu belirtmektedir. Bu durumda icmâ’ın misyonunu iki ana noktada özetlemek uygun olur.:
1-) İslâm Dinini simgeleyici özellikteki temel hükümlerin korunması. Nasslarla düzenlenmiş pek çok konuda -farklı anlayışa elverişli olduğundan- müctehidler farklı hükümler çıkarılabilmişlerdir; fakat bazı nasslardan çıkarabilecek sonuçlar bakımından İslâm ümmetinin Resûlullah aleyhisselâm dönemînden i’tibâren ortak bir anlayışı benimseye geldiği de görülür. Gerçekten, İslâm tarihinin her dönemînde ve tüm İslâm coğrafyasında, -mezheb ve anlayış farklılıkları ne ölçüde olursa olsun- farklılık göstermeyen ve değişikliğe uğramayan ortak hükümlere rastlanır ki, bu hükümler nasslara dayanır; icmâ’ın fonksiyonu ise bunların korunmasına yöneliktir.
2-) İctihadî meselelerde olabildiğince uygulama birliğinin sağlanması.: İslâm'da ictihad serbestisi bulunmakla beraber, gerek dinî yaşantının kendi içinde tutarlılığının, gerekse yargı birliğinin sağlanması amacı ile, bilimsel tartışmalar ve kazâî uygulamalar ışığında doğruya en yakın ictihadın belirmesi için çaba sarfedilebilir. İşte bu yönde yapılacak sistemli bir çalışma ile büyük çoğunluğun görüşü sağlıklı bir biçimde ortaya çıkarılabilirse icmâ’ müessesesinin temelindeki düşünceden yararlanılmış olur. İlmî kanaatlerin belirgin hale gelmesini ve büyük çoğunluğun görüşünün ortaya çıkmasını sağlayacak bir fıkıh akademisinin, yine kazâî uygulamalar ışığında en elverişli çözümün benimsenmesine zemîn hazırlayacak bir yüksek yargı mekanizmasının oluşturulması, bu düşünceden yararlanmanın en uygun yolları arasında anılabilir. Ancak muhalif müctehid bulunduğu müddetçe gerçek/bağlayıcı icmâ’dan söz edilemez..

d-) KIYAS.:
Fıkıh usulü terimi olarak kıyas, “nasslarda (Kitab ve Sünnet'te) hükmü bulunmayan fıkhî meseleye, aralarındaki illet (gerekçe) birliği sebebiyle, nasslarda düzenlenmiş meselenin hükmünü vermek” şeklinde tanımlanır. Kıyas işlemîni meydana getiren unsurlara “erkânü'l-kıyas” (kıyasın rükünleri) denir. Bu rükünler şunlardır.:
1-) Asıl. Hükmü nass tarafından belirlenmiş fıkhî olay.
2-) Fer’. Hükmü nass tarafından belirlenmemiş fıkhî olay.
3-) Aslın hükmü. Asıl hakkında sabit olan ve kıyas yoluyla fer’e de uygulanmak istenen hüküm.
4-) İllet. Asla ait hükmün konmasına esas teşkil eden özellik. Kıyas yoluyla fer’ için belirlenen hüküm ise kıyasın rüknü değil, kıyas işlemînin sonucu ve semeresidir. Meselâ, mûrisi öldüren vârisin mirastan mahrum olacağı hükmü nass ile belirlenmiştir (bk. Ebû Dâvûd, “Diyât”, 18; Dârimî, “Ferâiz”, 41). Mûsîyi (vasiyet edeni) öldüren mûsâ-lehin (vasiyet alacaklısının) vasiyetten mahrum olup olmayacağı ise nass ile belirlenmiş değildir. Birinci olaydaki mahrumiyet hükmünün illeti, kişinin suç işleyerek (mûrisin canına kastederek) bir hukukî sonucu zamanından önce meydana getirmeye yönelmesidir. İkinci olayda da aynı illet mevcuttur. Şu halde aralarında illet birliği bulunan bu iki benzer olaydan nass tarafından düzenlenmiş olanın hükmünü nasslarda düzenlenmemiş olana da vermek gerekir. Böylece, nasslarda mûsîsiyi öldüren mûsâ-leh hakkında özel bir hüküm bulunmadığı halde, kıyas yoluyla böyle bir kimsenin vasiyetten mahrum olacağına hükmedilmiş olur..
Yukarıda anılan rükünlerin bulunması, kıyas işlemînin varlığından söz edilebilmesi için gerekli olmakla beraber, bu rükünlerin bulunması yapılan kıyasın geçerli olduğuna hükmetmek için yeterli değildir. Kıyas işlemînin sıhhatli ve hukuken geçerli sayılabilmesi için bazı şartları taşıması gerekir. Bunlar her bir rükünde aranan şartlar şeklinde olmak üzere fıkıh usulü eserlerinde detaylandırılarak incelenmiştir. Tartışmalar daha çok illet ile ilgili şartlarda yoğunlaşır. Aslın hükmünün benzer bir mesele olan fer’e taşırılabilmesi için ortak bağ olan illetin açık, belirli, istikrarlı, uygun ve geçişli bir vasıf olması şartları aranarak nassların yorumunda keyfîlik ve tutarsızlık önlenmek, hukukî objektiflik ve güven sağlanmak istenmiştir. Batı hukuk metodolojisi incelemelerinde de, kanunda özel olarak düzenlenmemiş meseleleri çözümlerken (kanun boşluklarını doldururken) -kanun koyucu tarafından başka bir yol öngörülmemişse- yargıcın başvurabileceği imkânların başında kıyas metodunu uygulamanın yer aldığı kabul edilmektedir. Ancak, kanun boşluklarının doldurulmasında kıyasa başvurulması ile, bizzat kanun koyucunun kıyasen uygulanacak hükümlere atıfta bulunması ve kanunun yorumlanmasında kıyas metodundan yararlanma gibi durumları birbirine karıştırmamak gerekir. Kıyasın İslâm hukuk metodolojisinde çok önemli bir yere sâhib olmasına ve fıkıh usulü müelliflerince çok önce ayırımlara (kıyâs-ı şebeh, kıyâs-ı ille vb.) ve tetkiklere tâbi tutulmasına karşın, özellikle illet konusundaki aşırı teorik yaklaşımlar ve ictihad müessesesinin faal olmayışı sebebiyle, kıyas metodunun verimli biçimde işletilemediği gözlenmektedir. Öte yandan, İslâm hukuk terminolojisinde ve özellikle Hanefî fıkıh ve fıkıh usulü eserlerinde kıyasın daima teknik ve dar anlamda (cüz'îden cüz'îye geçiş, temsil, analogie anlamında) kullanılmadığına, pek çok yerde kıyasın genel kaide veyâ nasstan çıkan genel nitelikli hüküm anlamına geldiğine, dolayısıyla buradaki istidlâlin külden cüze geçiş tarzında olduğuna dikkat edilmelidir. Buna göre, özellikle Hanefî fıkıh literatüründe “kanunî kıyas”tan çok “hukukî kıyas”ın ağırlıklı olarak işletilen bir istidlâl yolu olduğu görülmektedir. İmam Şâfiî'nin kıyas ve ictihad kavramlarını eş anlamlı olarak kullandığı dikkate alınırsa, onun metodolojisinde de kıyasın cüz'îden cüz'îye geçiş ile sınırlı olmayıp, genel fıkıh kaidelerini ve ilkelerini fıkhî olaylara uygulayarak sonuca ulaşma (istislâh) metodunu da içine alacak bir kapsamda olduğu söylenebilir..

e-) İSTİHSÂN.:
İstihsân, müctehidin bir meselede, özel bir delil sebebiyle, o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçip başka bir çözümü benimsemesi, ya da iki farklı k ıyas imkânı bulunduğunda, ilk bakışta dikkat çekmeyen kıyası (kapalı kıyası) gerekçe birliği açısından daha güçlü bulduğu için açık kıyasa tercih etmesidir. Buna göre, istihsân çeşitlerini iki gruba ayırmak mümkündür:
1-) Genel hükümden istisna yoluyla yapılan istihsân.
2-) Kapalı kıyas istihsânı.
Genel hükümden istisna yoluyla yapılan istihsânı şöyle açıklamak mümkündür: Nassın genelinden çıkan anlamın veyâ fıkıhta yahut bir mezhebte benimsenmiş yerleşik kuralın bazı durumlarda katı biçimde uygulanması, fıkhî hükümlerin genel amaçları ve ilkeleri ile bağdaşmaz. İşte bu durumda, fâkihin benzeri durumlara uyguladığı hükümden vazgeçip başka bir çözümü benimsemesi özellikle Hanefî ve Mâlikî Mezheblerinde özel bir metod olarak ele alınmış ve “istihsân” adı ile anılmıştır. Meselâ, Hanefî fıkhında benimsendiği şekliyle, “Peygamber aleyhisselâm şartlı alışverişi yasakladı” hadisinin genelinden çıkan anlama ve (esasen bu ve benzeri hadislerden çıkarılmış bulunan) sözleşmelerde ileri sürülen şartların geçersiz sayılacağı yönündeki kurala sıkı biçimde uyulması halinde, akid hukukunda taraflara kolaylık ve yarar sağlayan bazı çözümlere imkân tanınmamış ve bu konudaki nassların asıl amacı gerçekleştirilememiş olacaktır. İşte Hanefî Fâkihler bu nasslardaki yasağın asıl gerekçesinin taraflar arasında çekişmeye yol açma ihtimali olduğunu dikkate alarak akid esnasında ileri sürülen şartın örf ve âdet haline gelmiş olması halinde, (niza ihtimali ve dolayısıyla yasağın gerekçesi ortadan kalkmış olacağından) istihsânen bu tür şartları câiz saymışlardır.
Kapalı kıyas istihsânı ise bir meseleye çözüm aranırken, birbiriyle çatışan ve biri açık diğeri kapalı iki kıyas imkânı bulunan durumlarda gerçekleşir.
Genel hükümden istisna yoluyla yapılan istihsân, müctehidi benzeri meselelerdeki hükümden vazgeçip başka bir hüküm vermeye yönelten gerekçe açısından bazı ayırım ve adlandırmalara tâbi tutulur. Bir meselenin benzerlerinde uygulanan genel hüküm, o meseleye dair özel bir nass sebebiyle, icmâ’ veyâ örf sebebiyle terkedilebileceği gibi, genel kuralın katı biçimde uygulanmasının sıkıntıya yol açması, kamu yararına aykırı düşmesi hallerinde de genel kural terkedilip dinin genel ilke ve amaçlarının da yardımıyla münferit ve istisnaî çözümler üretilir. Bu i’tibârla istihsân, kuralların katılığı ve genelliği ile olayların değişkenliği ve çeşitliliği arasında dengeyi kuran bir hakkaniyet hukuku görünümündedir. Özellikle Hanefî Fâkihleri istihsân metoduna sıklıkla başvurmuşlardır.
Ayrıca istihsân kavramının “hakkaniyet”, “hüsnüniyet”, “hakkın kötüye kullanılmaması”, “kolaylık” gibi hukuk ilke ve kavramlarının yoğun biçimde uygulanmasına imkân veren zengin bir içeriğe sâhib olduğu da söylenebilir. İstihsânın genellikle Hanefî ve Mâlikî Mezheblerine özgü bir delil olduğu fikri yaygın olmakla birlikte, furû-i fıkıh eserlerini inceleyenler, birçok yönüyle bu metodun -isim belirtilmeksizin- diğer mezheblerce de benimsenmiş olduğunu görürler..

f-) İSTİSLÂH (Mesâlih-i Mürsele).:
İslâm hukuk terminolojisinde maslaha terimi geniş anlamda kullanıldığında, hem “yarar sağlama”yı hem “zararı savma”yı ifâde eder.
Maslahanın bu iki yönü ayrı ayrı anlatılmak istendiğinde birincisi için “celbü'l-menfaa” (veyâ celbü'l-maslaha), ikincisi için “der'ü'l-mefsede” veyâ “def’ü'l-mefsede” ta’biri kullanılır. İslâm bilginleri İslâm Dinindeki hükümlerin, kulların dünyevî ve uhrevî menfaatlerini sağlama ve onları dünyevî ve uhrevî zararlardan koruma amacını hedeflediği, yine şâriin emrettiklerinin kulların yararına, yasakladıklarının da kulların zararına olduğu noktasında fikir birliği içindedirler. Ancak nasslarda tüm olayların hükmü özel olarak belirlenmiş olmadığı için, karşılaşılan yeni olayların imkân varsa kıyas yoluyla, kıyasın mümkün olmadığı durumlarda nasslardan çıkan genel ilkelere göre hükme bağlanmasına ihtiyaç vardır. İşte, -yorum yoluyla da olsa- nassların kapsamına girmeyen ya da “illet” bağı kurularak (kıyas yoluyla) nassta düzenlenmiş bir olaya bağlanamayan fıkhî bir meselenin hükmünü İslâm fıkhının genel ilkelerine göre belirleme yöntemîne “istislâh”, bu metodu uygulayarak hükme ulaşırken esas alınan maslahatlara da “mesâlih-i mürsele” denir.
İstislâh, hukuk kuralları ile toplumsal vâkıa arasında dengenin kurulmasına, nassların ilke ve amaçları ile kamu yararının birlikte gözetilmesine ve bu uyum içerisinde çözümler üretilmesine imkân vermekte olduğundan fıkıh usulünde fevkalâde önemi hâiz olmuştur. Bu metodu daha çok Mâlikî Fâkihlerinin kullandığı bilinmekle birlikte diğer mezheblerin de benzeri metodlar kullanarak nassların yorum ve uygulanmasında aynı esnekliğe ulaştıkları görülür. Meselâ Hanefî fıkhında istihsân böyle bir işlev de görmüştür..

g-) ÖRF ve ÂDET.:
Örflerin hukuk kurallarına benzeyen ve hukuk kurallarından farklılıklar gösteren yönleri vardır. Bu benzerlik ve farklılıklar bir yana, örfün sosyal bir norm olduğu, hukukun da sosyal hayatın bir formu olduğu dikkate alınırsa, örf ile hukuk arasında derin bir ilişkinin bulunduğu görülür. Nitekim bir sosyal norm niteliği taşıması i’tibâriyle örflerden teamül hukuku meydana gelebilmektedir. İşte, yetkili bir makamın yazılı olarak açıklanmış iradesi değil mâşerî vicdanın kanaati olarak ortaya çıkan ve yazılı hukuk kurallarından ayrı olarak hukuk normu görevi üstlenen örf ve âdet kurallarının tümü örf ve âdet hukukunu meydana getirmektedir. Kur’ÂN ve Sünnet'in hukukî düzenlemelerinde, sosyal realitenin ve insanların alışkanlıklarının göz ardı edilmediği, köklü değişikliklerde tedrîcîlik metodunun uygulandığı, kendi ilkelerine ters düşmeyen kurum ve kuralların ise korunduğu görülür. Peygamber aleyhisselâm’ın bu konudaki tavrı ve uygulamaları ışığında fâkihler de, ictihadlarında ve kazâî kararlarında örf ve âdeti olabildiğince dikkate alarak hüküm verme usulünü benimsemişlerdir. Bununla birlikte klasik dönem İslâm hukuk metodolojisinde (fıkıh usulü eserlerinde) özellikle örf ve âdete yer verilmemiştir. Bir başka anlatımla, İslâm Hukukunun “doğrudan” kaynakları arasında yer alamayan örf ve âdet, hüküm çıkarmada üstlendiği rolü daha çok istihsân ve istislâh gibi metodlar aracılığıyla yerine getirmiştir. Bununla birlikte ileri dönem fıkıh usulü literatüründe örf ve âdet hukukun yardımcı bir kaynağı olarak ele alınır. Fâkihlere göre bir toplumdaki örf ve âdetin geçerliliği için onun yaygın ve sürekli olması, nassların lafzinâ ve ruhuna yani İslâm Hukukunun temel ilkelerine aykırı düşmemesi gerekir. Bu şartları taşıyan örfe sahih örf, taşımayana da fâsid örf adı verilir..

h-) İSTİSHÂB.:
Fıkıh usulü terimi olarak istishâb, daha önce varlığı bilinen bir durumun –aksine delil bulunmadıkça– varlığını koruduğuna hükmetme yöntemidir. İstishâb metodunun temelini, İslâm Hukukunun en kapsamlı beş genel kuralından biri olan “yakînü lâ yezûlü bi'ş-şek” (Mecelle'deki ifâdesi ile “Şek ile yakîn zâil olmaz” (madde 4) kaidesi oluşturur. Buna göre, kesin olarak varlığı (ya da var olmadığı) bilinen bir durumun değiştiğine dair delil bulunmadıkça o duruma göre hükmedilmesi asıldır; bir tereddüd sebebiyle o hüküm ortadan kaldırılamaz ve o durum için yeni delil istenmez. Meselâ, ayıptan sâlim olduğu şartı ile bir mal satın alındığında, alıcı ayıp bulunduğu iddiası ile malı iâde etmek isterse ve satış sırasında ayıbın bulunup bulunmadığı hususunda ihtilâf çıkarsa, bunu isbat külfeti alıcıya aittir. Çünkü asıl olan malın ayıptan sâlim olmasıdır.

İstishâb, önceden varlığı bilinen hüküm i’tibâriyle üç nevidir.:
a-) İbâha-i Aslîyye İstishâbı.:
Buna göre bir şeyden yararlanma veyâ bir davranışta bulunma hakkında nasslarda özel bir hüküm yoksa veyâ kıyas yahut istislâh yoluyla nasslardan bu hususta özel bir sonuç çıkmıyorsa, “Eşyâda aslolan mubahlıktır” prensibine göre o şeyden yararlanmanın veyâ o işi yapmanın mubah olduğu sonucuna ulaşılır. Bu tarz hüküm verme metoduna “istishâb” denir.
b-) Berâet-i Zimme İstishâbı.:
Bir kimsenin borçlu veyâ suçlu olduğuna dair delil bulunmadıkça borçsuz ve suçsuz kabul edilmesi esastır. Buna göre, alacaklı olduğunu iddia eden kimse bunu isbat edemediği takdirde davalının borçlu olmadığına; yine, suç işlediği iddia edilen kişinin bu fiili isbat edilmedikçe aynı prensibe göre suçlu olmadığına hükmedilir.
c-) Vasıf İstishâbı.:
Şer’an varlığı kabul edilen bir hükmün, sebebinin ortadan kalktığı isbat edilmediği sürece sabit sayılması esastır. Meselâ, satım ve mirasçılık gibi bir mülkiyet sebebine binaen sabit olan mülkiyetin, geçerli bir nikâh akdinden sonra kurulan evlilik bağının, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, ortadan kalktığını gösteren bir delil olmadığı sürece devam ettiğine hükmedilir..

ı-) SAHÂBE SÖZÜ.:
Fıkıh usulü bilginlerine göre, Peygamber aleyhisselâm’a yetişip ona imân etmiş ve örfen arkadaş denebilecek bir süre onunla birlikte bulunmuş kimseye sahâbî denir. Sahâbeden intikal eden fetvâların ve onların fıkhî görüşlerinin şer’î bir delil sayılıp sayılmayacağı fâkihler arasında ayrı bir tartışma konusu olmuştur. Rey ve ictihad ile bilinemeyecek konularda sahâbe sözünün sünnet kapsamında değerlendirilmesi, rey ve ictihad ile bilinebilecek konularda ise sahâbî sözünün bağlayıcı sayılmaması görüşü hâkimdir. Bununla birlikte daha sonraki dönem müctehidleri, hüküm verirken sahâbeden nakledilen fetvâlara ayrı bir değer atfetmişler özellikle tüm sahâbî görüşlerinin dışına çıkmamaya özen göstermişlerdir. Dört halifenin görüş ve uygulamaları da amelî değeri ve daha sonraki dönemlere uzanan kalıcı tesirleri sebebiyle fıkıh literatüründe ayrı bir önemi haiz olmuştur..

j-) İSLÂM ÖNCESİ ŞERİATLAR.:
MuhaMMed aleyhisselâm’dan önceki ilâhî dinlerin hükümlerinden (şer’ü men kablenâ) Kur’ÂN-ı Kerîm'de veyâ Peygamber aleyhisselâm’ın sünnetinde yer almayanların müslümanlar için bağlayıcı olmadığında âlimler fikir birliği içindedir. Önceki ilâhî dinlerin hükümlerinden olduğu Kur’ÂN'da veyâ Sünnet'te belirtilmiş olan hükümlere gelince, bunlardan neshedildiğine dair delil bulunan hükümler müslümanlar hakkında geçerli olmaz. Meselâ yahudilere haram kılındığı bildirilen yiyeceklere ilişkin hükmün (En’âm 6/146), bir önceki âyetin delâletiyle müslümanlar hakkında geçerli olmadığı anlaşılmaktadır. Bunlardan müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümlerin durumu da açıktır. Önceki dinlerin hükümleri hakkında Kur’ÂN ve Sünnet'te red veyâ onay yönünde bir açıklama mevcut değilse, Hanefîler dahil bir grup İslâm âlimi bu tür hükümlerin de müslümanlar hakkında da bağlayıcı delil olacağı görüşündedir.

k-) SEDD-İ ZERÂİ’.:
Harama, kötü ve zararlı bir sonuca vasıta olan davranışların yasaklanması, kötülüğe giden yolların kapatılması demek olan sedd-i zerâi’, bütün İslâm âlimlerince benimsenen bir ilke olmakla birlikte daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinde telaffuz edilen ve sıklıkla işletilen bir metod olmuştur. Bunun karşılığında yer alan ve iyiliğe götüren yolların açılması anlamına gelen feth-i zerâi’ de yine İslâm hukukunda hâkim ilkelerden biridir. İslâm'ın bir şeyi kötü ve zararlı görüp yasakladıktan sonra ona götüren, ona vasıta olan davranışı serbest bırakmayacağı açıktır. Ancak kötülüğe ulaşmakta vasıta olarak kullanılabilecek usul ve yollar insan zekâsının üretim gücüne, dönem ve toplumlara göre değişiklik ve çeşitlilik gösterebileceğinden İslâm sadece yasaklardan söz etmiş, hangi yol ve vasıtaların bu yasağa götürebileceğinin tesbitini ve yasağa uyulması yönünde gerekli tedbirlerin alınmasını müslümanlara bir sorumluluk olarak yüklemiştir.
İslâm hukukçuları kötülüğe, haram ve zararlı olan şeye götürüp götürmemesi açısından fiilleri üç kısma ayırırlar.:
a-) Aslen câiz olmakla birlikte kötülüğe götürmesi çok şüpheli veyâ nâdir olan davranışlar aslî hükmü üzere bırakılmıştır. Meselâ pazarda satılan üzümün şarab imalâtında, silâhın suç işlenmesinde kullanılması muhtemel olsa bile satıcıya bu kötü sonuçtan emîn olmadığı sürece bir sorumluluk terettüp etmez.
b-) Kötülüğe ve harama yol açması kesin olan davranışlar, meselâ şarab imalâtçısına üzüm satmak, kumarhane işletmecisine iş yeri kiralamak böyledir. Bu kabil işler sedd-i zerâi’ prensibi gereği genelde yasak sayılmıştır.
c-) Kötülük ve harama yol açması kesin veyâ nâdir olmayan fakat muhtemel olan davranışlara gelince Hanefî ve Şâfiîler hukukî ilişkilerde istikrarı ve güven ortamını koruyabilmek için objektif delilleri ve şeklî şartları esas almışlar ve kesin veyâ çok kuvvetli bir sebep-sonuç ilişkisi olmadığı sürece yasaklama yani sedd-i zerâi’ ilkesini işletme cihetine gitmemişlerdir. Mâlikî ve Hanbelîler ise aksi görüştedir. Meselâ Mâlikî hukukçular bazı vadeli satışları, fâize yol açacağı endişesiyle yasaklamışlardır. Hanbelîler de borçlunun alacaklısına mûtat ölçü ve âdetin dışında hediye vermesini, bir tür fâiz hükmünde olacağı veyâ buna yol açabileceği endişesiyle câiz görmezler. Öyle anlaşılıyor ki, bir fiil ve işlem ile kötülük arasında kurulacak sebep-sonuç ilişkisi konusunda farklı bakış açıları ve değerlendirmeler gündeme gelebileceğinden, fâkihler arasındaki görüş ayrılıkları, sedd-i zerâi’ ilkesini kabulden ziyâde bu ilkenin yorum ve uygulamasında yoğunlaşmaktadır.

C-) RE’Y ve İCTİHAD.:
Re’y ve ictihad, en genel anlamıyla, aslî iki delil olan Kur’ÂN ve Sünnet'i, sayılan metodları ve benzerlerini kullanarak anlama, yorumlama ve metinle akıl ve toplum arasını buluşturma faaliyetidir.
Sözlükte “şahsî görüş, düşünce ve kanaat” mânâsına gelen re’y kelimesi fıkıh literatüründe “hakkında açık bir nass yani âyet veyâ hadis metni bulunmayan fıkhî bir konuda müctehidin belli metodlar uygulayarak ulaştığı şahsî görüş” anlamında kullanılan bir terimdir. İctihad sözlükte “zor ve meşâkkatli bir işi gerçekleştirme uğrunda kişinin olanca gayreti göstermesi”, fıkıh ilminde ise “fâkihin şer’î-amelî bir meselenin hükmünü ilgili delillerden çıkaRABBilmek için olanca gayreti sarfetmesi” anlamına gelir. Bu melekeye sâhib olan kimseye müctehid denir. İlk dönemlerde fâkih ve müftü de müctehidle eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Son ve evrensel ilâhî din olan İslâm'ın, farklı dönem ve bölgelerde insanoğlunun karşılaştığı problemlere genel veyâ özel çözüm getirebilmesi, insanı iyi, doğru ve güzele yönlendirebilmesi için Kitab ve Sünnet'in anlaşılması, yorumlanması ve sınırlı nassların sınırsız olaylara uzanması demek olan ictihad faaliyetine, hem dinî bir vecîbe hem de amelî bir zaruret olarak ihtiyaç vardır. Peygamber aleyhisselâm dönemînden i’tibâren özellikle ilk birkaç asırda bu faaliyet ictihad, re’y, fıkıh istidlâl, kıyas, istinbat gibi değişik isimlerle anılarak çok verimli bir şekilde sürdürülmüş, bunun sonunda hem ferdî ve toplumsal hayat kendi tabii seyrinde gelişerek devam etmiş, problemler çözüme kavuşturulmuş hem de müslüman toplumlarına has zengin bir hukuk kültürü oluşmuştur. İctihad ve re’y faaliyetinin yavaşladığı, donuklaştığı, dar kalıplar içerisine girip taklit ve ezberciliğin yaygınlaştığı ve mevcut sosyal şartlara uygun alternatif çözüm arayışlarına gidilmediği dönemlerde ise aynı ölçüde bir gelişmenin bulunmadığı görülür. Âyet ve Hadislerde re’y ve ictihad faaliyetinin teşvik edildiği, müslüman ferd ve toplumlar için ictihadın hayatî derecede önem taşıdığı bütün İslâm âlimlerince de sıklıkla ifâde edildiği halde İslâm Dünyâsında hicrî IV. yüzyıldan sonra ictihad faaliyetinin gerileyip zayıfladığı ve ictihadın yerini taklidin almaya başladığı bilinmektedir. Bu durumun belli başlı âmilleri arasında; siyasî baskı ve çekişmeler, ictihad kültür ve telakkisinin değişmesi, hazır fetvâların çoğalması, mezhebler etrafında meydana gelen kümeleşme, mezheb taassubu, yargı ve eğitim faaliyetinin belirli mezheblerin tekeline verilmesi, klasik literatürde yer alan mezheb görüşlerinin tarihî şartlarından koparılarak ele alınmaya ve dinî ahkâmın kendisi olarak algılanmaya başlanması gibi sebepler sayılabilir. Bu sebeplerin bir kısmı, toplumda hukukî istikrar ve
güven ortamını kurma, yargı birliğini sağlama, amelî ve pratik ihtiyaca cevap verme gibi toplumsal ve bireysel birtakım haklı sebeplere dayanmakta ve bu yüzden mezhebleşme kaçınılmaz görünmekte ise de, entelektüel seviyede bir ictihad faaliyetinin olmayışı İslâm hukukunun vâkıa ve toplumsal ihtiyaçla irtibatını zayıflatmış, onu teorik tutarlılıkla yetinmeye mahkûm etmiştir. Bununla birlikte İslâm Dünyâsında geniş ölçekli sosyal ve siyasal değişimin yaşandığı, çözümsüz bırakılan problemlerin iyice çoğaldığı ve İslâm kültür ve geleneğinin çok ciddi tehlikelere mâruz kaldığı günümüzde ictihadın önemi yeniden hissedilmeye başlanmış, çeşitli kişi, kurum ve kuruluş tarafından bu yönde ümit verici örnekler sergilenmeye başlanmıştır..

Günümüzde müslümanların, gerek dinlerini daha iyi anlayıp dinî ahkâmı günlük hayatlarına ve canlı problemlerine intibak ettirebilmeleri gerekse kendileriyle ve dinleriyle uyum ve barış içinde yaşayabilmeleri için ictihad ve re’y faaliyetine eskiye göre daha çok ihtiyaçları vardır. Bunu yaparken de sağlam bir Kur’ÂN ve hadis bilgisinin yanı sıra ilgili âyetler ve hadisler etrafında oluşan geleneksel fıkıh kültürünü, âyet ve hadislerin bütününü, genel ilke ve amaçlarını, toplumun değişen şart ve ihtiyaçlarını ayrı ayrı iyice kavramış olmaları gerekmektedir. Bu i’tibârla, günümüzde ictihadı bireysel bir çaba ve başarı olarak nitelendirmek yerine, değişik ilim dallarında uzmanlaşmış kimselerden oluşan bir ictihad şûrasının ortak faaliyeti olarak görmek daha isâbetli görünmektedir. Öte yandan, günümüzde ictihad faaliyetinin amacı doğrudan bireye yol göstermek ve onun olaylar karşısındaki tavrını belirlemek değil de ibâdetler ve ahvâl-i şahsîyye alanında fetvâ-ilmihal çizgisinde, diğer alanlarda ise kanunlaştırma hareketine katkıda bulunma ve alternatif görüş sunma şeklinde bir rol üstlenmek olmalıdır. İctihada kimlerin ehil olduğu ve ictihad faaliyeti sonunda ulaşılacak görüşün doğruluğu hususları kişi ve gruplara göre değişkenlik taşıdığı gibi, nassların açık hükmüne aykırı düşmeyen her bir ictihadın doğru olma ihtimali de teorik olarak eşittir. Bu sebeple de ictihad ürünü görüşlerin doktrin açısından isâbet derecesinin tartışılması kadar toplumsal ihtiyaç ve beklentilere uygunluğu da ayrı bir önem taşımaya başlamıştır. Eski dönemlerde de ictihad ve fetvâlar arasında benzeri pratik mülâhazalarla bazı tercihlerin yapıldığı bilinmektedir. Böyle olunca toplumsal düzen ve hukukî istikrar için sözü edilen prosedürel ve pratik bir geçerlilik ve meşruiyet çizgisine ihtiyaç bulunmaktadır. Bundan hareketle, İslâm hukuk doktrinindeki zengin tartışmalar ve görüş farklılıklarının, günümüzde yukarıda sözü edilen aslî ve fer’î deliller ve metodlar işletilerek buna ilâve edilebilecek yeni yorum ve ictihadlarla birlikte, modern toplumların hukukî düzenlemeleri için yeni bir ufuk ve alternatif bir çözüm niteliği taşıdığı söylenebilir..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim


III. MÜKELLEFİYET ve HÜKÜM.:

MükeLLef.: Bir şeyi yapmağa mecbur olan. Vazifeli. Muvazzaf.

İslâmî terminolojide mükellefiyet, kişinin dinin hitabına muhatab olması halini ifâde eden bir terimdir. Mükellef de, dinî hitapla yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına birtakım dünyevî-uhrevî, dinî-hukukî sonuçlar bağlanan aklî melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) olan insan demektir. Mükellefiyetin temel şartı ehliyet, yani kişinin dinî-hukukî sorumluluk taşımaya elverişli olmasıdır. Ancak böyle bir ehliyetin mevcudiyeti için ne gibi şartların aranacağı hususu, imân, ibâdet, toplumsal ödevler ve sorumluluklar gibi farklı alanlarda bazı farklılıklar gösterebilir.

A-) EHLİYET.:

Ehliyet.: Yeterlik. Bir işin ehli olduğuna dâir vesika. İktidar. Liyâkat. İstihkak. Meharet ve mensubiyet..

Ehliyet, kişinin dinî ve hukukî hükme konu (muhatab) olmaya elverişli oluşu demektir. Kur’ÂN'da yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emâneti insanın yüklendiği belirtilerek;

إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
Resim---“Muhakkak ki Biz, emâneti göklere, arza ve dağlara arz ettik (sunduk, teklif ettik). Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs), çok zâlimdir, çok câhildir.” (Ahzâb 33/72)

Diğer bütün varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işâret edilir. İnsanın dinin hitabına ehil olması akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sâhib bulunması sebebiyledir. İnsanın bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna İslâm âlimleri “Ehlîyyetü'l-Hitâb” derler. Bundan maksad insanın dinin dâvetini anlayacak konum ve kıvamda olması demektir. Bu tür dinî sorumluluk için aklın tek başına yeterli olup olmadığı veyâ ne gibi ilâve şartlar arandığı özellikle kelâm ve usul âlimleri arasında geniş tartışmalara konu olmuştur. İslâm hukukunda ehliyet kavramı, kişinin hak ve borçlarının sabit olması, dinî ödevlerle mükellef tutulması, hukukî işlem ve davranışlarının geçerliliği, toplumsal ve cezâî sorumluluk taşıyabilmesi gibi farklı kademelerdeki hak ve yükümlülükleri kapsadığından ehliyetin buna uygun bazı ayırım ve kademelendirmelere tâbi tutulması kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bu kademelerden her biri, farklı seviyede aklî ve bedenî yetişkinliği gerektirir. Bunun için de ehliyet, kişinin anlama, düşünme ve yapabilme kabiliyetinin inkişaf seyrine bağlı olarak tedrîcen gelişme gösteren i’tibârî bir sıfat olarak algılanmıştır. Diğer bir ifâdeyle, ehliyetin belirlenmesinde kişinin konumu kadar karşılaşılan hak ve borcun, dinî ve hukukî fiil ve işlemîn mâhiyeti de önem arzeder. Bunun sonucu olarak İslâm hukukunda ehliyet “Vücûb Ehliyeti” ve “Edâ Ehliyeti” şeklinde iki ana safhaya, insan hayatı da cenin, çocukluk, temyiz, bulûğ ve rüşd şeklinde devrelere ayrılmıştır. Vücûb ehliyeti, kişinin haklara sâhib olabilme ve borç altına girebilme ehliyetidir. Vücûb ehliyetinin temelini zimmet ve hukukî kişilik teşkil eder; bu ehliyetin yaş, akıl, temyiz ve rüşd ile alâkası yoktur. Aklî ve bedenî gelişimi ne durumda olursa olsun yaşayan her insanın bu tür ehliyete sâhib olduğu kabul edilir. Ceninin sağ doğması kaydıyla miras, vasiyet, vakıf ve neseb haklarının bulunduğu bu sebeple de eksik vücûb ehliyetine sâhib olduğu belirtilir. Edâ ehliyeti ise, kişinin dinen ve hukuken mu’teber olacak tarzda davranmaya ve hukukî işlem yapmaya elverişli oluşu demektir. Edâ ehliyetinin temelini akıl ve temyiz gücü teşkil eder. Akıl ve temyiz gücü tam olduğunda tam edâ ehliyetinden, eksik olduğunda ise eksik edâ ehliyetinden söz edilir. Kişinin iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ana hatlarıyla olsun ayırabilmesi demek olan temyiz, edâ ehliyetinin başlangıcıdır. Temyiz çağına gelmeyen çocuğun, akıl hastasının ve bu hükümde olan kimselerin edâ ehliyeti yoktur, haklarını kanunî temsilciler vasıtasıyla kullanırlar. Bunların dinen ve hukuken geçerli niyet ve iradeleri bulunmadığından imânla ve ibâdetlerle mükellef tutulmazlar, fiilleri sebebiyle cezâî sorumluluk da taşımazlar. Sözleri, hukukî fiil ve işlemleri hukuken geçersiz olup yok hükmündedir. Henüz bulûğa ermemiş fakat temyiz çağına gelmiş çocuklar ise eksik edâ ehliyetine sâhibtir. Kişiler yaklaşık olarak yedi yaşından bulûğa kadar mümeyyiz sayılır. Mümeyyizlerin dinî edâ ehliyeti ile hukukî (medenî) edâ ehliyeti bazı farklılıklar gösterir. Mümeyyiz çocuklar imân, namaz, oruç, hac, kefâret, cihad, iyiliği emredip kötülüğü engelleme gibi dinî ödevlerle ve bedenî ibâdetlerle mükellef değildir. Davranışlarının hukukî-malî sorumluluğu bulunsa da cezâî sorumlulukları yoktur. Bu sebeple bu kimseler için dinî teklif ehliyeti ile cezâî ehliyet ortak özellikler taşır. Ancak çocukların dinî hayata, ibâdetlerin ifâsına erken yaşta alıştırılması ve bu yönde eğitilmesi tavsiye edilmiştir. Ayrıca Mu’tezile temyiz çağından i’tibâren ALLAH’a imânın vâcib olduğu, Ahmed b. Hanbel de çocuğun on yaşından i’tibâren namaz ve oruçla mükellef sayılacağı görüşündedir. İslâm âlimleri, mümeyyiz çocuk mükellef tutulsun-tutulmasın, imânın ve ifâ ettiği ibâdetlerin sahih olduğu görüşündedir. Ancak bulûğdan önce yapılan hac ibâdeti sahih olsa bile bulûğ sonrası farz olabilecek hac farîzasını düşürmez. Mümeyyiz çocuğun ve bu hükümde olan kimselerin yaptığı hukukî işlemlere gelince hibeyi, sadakayı, vasiyeti kabul gibi sırf fayda yönü bulunan ve mal varlığında artışa yol açan hukukî işlemleri kimsenin izin ve onayına bağlı olmaksızın geçerli olur. Mâhiyet icabı hem kâr hem de zarar yönü bulunan âlim satım, kira, şirket gibi bedelli hukukî işlemleri ancak kanunî temsilcisinin izin veyâ onayı ile geçerli olur. Hibede bulunma, borç ikrarı, kefâlet gibi sırf zarar sayılan hukukî işlemleri ise mümeyyiz de kanunî temsilcisi de yapamaz. Bu sınırlamalar hem sınırlı aklî yetişkinliğe ve muhakeme gücüne sâhib bulunan mümeyyiz küçüğü hem de üçüncü şahısları korumayı amaçlayan tedbirlerdir. Biyolojik ergenlik demek olan bulûğ, kişinin çocukluk dönemînden çıkıp yetişkin insanlar grubuna katıldığı hayatının önemli bir dönüm noktasıdır. Bulûğ erkek ve kız çocuğunun fiilen ergenliğe kavuşması (erkeklerin ihtilâm olmaya, kızların âdet görmeye başlaması) ya da fiilen bâliğ olup olmadığına bakılmaksızın belli bir âzami yaş s ınırına ulaşması demektir. Bu ikincisine hükmen bulûğ ta’bir edilir. Hükmen bulûğ yaşı Ebû Hanîfe'ye göre erkeklerde 18, kızlarda 17 yaş, çoğunluğa göre her ikisi için de 15 yaştır. Bulûğla birlikte kişinin yeterli aklî yetişkinlik kazandığı var sayıldığı için aksini gösteren bir delil olmadıkça kişi akıl ve bulûğ ile tam edâ ehliyeti kazanır. Dinî terminolojide buna “Âkıl ve Bâliğ olmak” ta’bir edilir. Bunun anlamı kişinin, hakları kullanmaya, sözlü yazılı ve fiilî hukukî işlemleri bizzat yapmaya, dinî ve içtimaî mükellefiyetlere muhatab olmaya ve cezâî sorumluluk taşımaya ehil hale gelmesidir. Tam edâ ehliyetine teklif ehliyeti de denir. Kişinin malî konularla normal seviyede tedbirli ve basiretli davranması demek olan rüşd, genelde bulûğ ile birlikte gerçekleşir. Kişi bâliğ olmuş da reşid olmamışsa, bu durum onun dinî ve cezâî ehliyetini etkilemez, bu iki ehliyeti tam olarak mevcuttur, sadece malî yönü bulunan hukukî işlemlerde ehliyetine bazı sınırlamalar getirilir. Dinî ve hukukî sorumluk için kişinin edâ (teklif) ehliyetine sâhib bulunması şart olduğundan bu ehliyeti yok eden veyâ azaltan her kalıcı veyâ ârızî durum haliyle kişinin mükellefiyetini de yakından etkiler. Bu sebeple edâ ehliyeti bulunmayan gayri mümeyyiz küçük ve akıl hastaları dinen mükellef sayılmazlar. Uyku, unutma, baygınlık gibi ârızî hallerde de mükellefiyet yoktur.


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır; uyanıncaya kadar uyuyan, bulûğa erinceye kadar çocuk ve aklî dengesine kavuşuncaya kadar deli” buyurarak buna işâret eder.
(Tirmizî, “Hudûd”, 1; Dârimî, “Hudûd”, 1)

Çünkü İslâm Dininde kişilere yüklenen sorumluluk ile kişilerin bu sorumluluğu taşıma gücü arasında daima bir denge bulunur. Kur’ÂN'da da İslâm tebliğinin rahmet ve merhametten ibâret olduğu.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالأُنثَى بِالأُنثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاء إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Resim---“Ey iman edenler! Katl (öldürülme) konusunda kısas üzerinize yazıldı (size farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, dişiye dişi (kısas olunur), fakat kim, onun (öldürülenin) kardeşi tarafından bir şey ile (bir diyet karşılığı) affolunursa (bağışlanırsa), o taktirde gereken, örfe tâbî olunması ve ona (affedene), (diyetin) ihsanla ödenmesidir. İşte bu, RABBinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra haddi aşarsa (saldırıya kalkarsa) o zaman onun için elîm bir azap vardır.” (Bakara 2/178)

وَلَقَدْ جِئْنَاهُم بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Resim---“Andolsun, biz onlara bir Kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık.” (A’râf 7/52)

يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
Resim---“Ey insanlar! Size, RABBinizden öğüt (vaaz) ve göğsünüzde olana (nefsinizin kalbindeki hastalıklara) şifâ ve mü'minlere hidâyet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus 10/57)

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
Resim---“(Yâ MuhaMMed) Seni BİZ, sadece ÂLEMLERE RAHMET OLarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107)

Kur'ÂN-ı Kerîmde hiç kimseye gücünün üzerinde yük yüklenmeyeceği belirtilmiş.:

لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَآ أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Resim---“ALLAH kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef kılmaz (sorumlu tutmaz). Kazandığı (dereceler) onundur ve iktisab ettiği (kazandığı negatif dereceler) de onundur (sorumluluğu onun üzerindedir). RABBimiz! Şâyet unuttuysak veya hata yaptıysak bizi aheze etme (sorgulama). RABBimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bizim üzerimize ağır yük yükleme. RABBimiz, takat (güç) yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Ve bizi af ve mağfiret et ve bize rahmet et (RAHÎM esması ile bize tecellî et, Rahmet Nûrunu gönder). sen bizim MEVLÂmız'sın. Artık kâfirler kavmine karşı bize yardım et.” (Bakara 2/286)

Hadislerde de mükellefiyetlerin vaz’edilmesinde tedrîcîliğin, insanların hal ve şartlarının gözetildiği, mükellefiyetlerin asgari sınırda tutulup kolaylığın esas alındığı sıklıkla vurgulanmıştır. Ehliyeti kısmen azaltan veyâ tamamıyla yok eden sürekli ve geçici hallerde dinî-hukukî mükellefiyetlerin de bu duruma uyumlu olarak azaltılmış veyâ kaldırılmış olması bu genel ilkenin bir uygulaması mâhiyetindedir.


Resim
MükeLLef.: Bir şeyi yapmağa mecbur olan. Vazifeli. Muvazzaf.
Vücûb.: Vâcib ve lâzım olmak. * Sâbit olmak. * Sukut ve vuku. * Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. Bırakılması mümkün olmamak.
Edâ.: Yerine getirmek. Ödemek. Borcunu vermek. Vazifesini yapmak.
Zimmet.: Himayeyi te'min eden ittifâk. * Borç. * Alâkalı. * Uhde. * Vicdan. * Mes'uliyet. * Üst. Üstte olan şey. * Koruma zorunda kalma.
Temyiz.: Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak. * Yargıtay.
Rüşd.: Büluğa ermek.
Reşid.: Doğru yolda giden, hak yolunda olan. * Akıllı, iyi davranan. Ergin, olgun. * Büluğ çağına girmiş kimse..
Neseb.: Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu.
Mu’tezile.: Aklına güvenerek ve "kul =>fiilinin hâlikıdır" demekle Hak Mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedî cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir..
İ’tizal.: (İtizal) Bir şeyi işlemeğe tamamen kasd ve teveccüh eylemek..
Mümeyyiz.: Temyiz eden, ayıran, iyiyi kötüyü farkeden.
İcab.: Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak.
Vaz’.: (c.: Evza') Koyma, konulma. Bırakmak. Atlamak. Tayin etme, belirtmek. Duruş, hareket, tarz..
Tedricî.: Azar azar, derece derece ilerlemek. Birisini bir şeye yavaş yavaş vardırmak..
Asgari.: En az. En küçük..


B-) HÜKÜM.:

İslâm Dininin, insanların dünyâ ve âhiret mutluluğunu sağlamak üzere getirdiği kuralların bütününe şer’î hükümler (Ahkâm-ı Şer’îyye) veyâ ilâhî hükümler (Ahkâm-ı İlâhîyye) ta’bir edilir. Şer’î hüküm denince, âyet ve hadislerin doğrudan ifâde ettiği hükümler anlaşılır ve bunlar da konuları i’tibâriyle i’tikadî, ahlâkî ve amelî olmak üzere üç ana gruba ayrılabilir. Dinin i’tikadî hükümleri, bütün dinî ahkâmın temelini oluşturur. İmân esasları böyle olup bunlara kendi bütünlüğü içinde ve nassların bildirdiği şekilde inanılması esastır. Bu hükümlerle akaid ve kelâm ilimleri ilgilenir. Ahlâkî hükümler, insanların kendi aralarında ve diğer canlılarla ilişkilerini iyileştirip nefsin eğitilmesini hedefleyen hükümlerdir. Ahlâk ve Tasavvuf ilimlerinin ana konusunu teşkil ederler. Amelî Hükümler, i’tikadî hükümlere nisbetle ikinci derecede oldukları için bunlara ahkâm-ı fer’îyye de denilir. Bu hükümler mükellefin dış dünyâya yansıyan davranışlarına bağlanacak sonuçları ve bunlarla ilgili kuralları konu edinir. Bunlar da ibâdetler ve muâmelât şeklinde iki kısma ayrılır. İbâdetler insan ruhunu ve iradesini terbiye eden, düşünme yeteneğini geliştiren, fikrî olgunluğunu artıran, dünyevî menfaati bulunsun veyâ bulunmasın sırf ALLAH’ın rızâsını kazanmak için yapılan fiil ve davranışlardır. İbâdetlerle ilgili temel kurallar ve şartlar ALLAH ve Resûlü tarafından tek tek açıklanmıştır. İbâdetler ALLAH hakkı olarak yapılır, zamanın ve şartların değişmesiyle değişmez, artmaz eksilmez. Bu sebeple de ibâdetlerle ilgili dinî hükümlere “taabbüdî hükümler” denilir. Bunlar imân esaslarından sonra dinin ikinci derecede önemli unsurunu teşkil eder. Muâmelât ahkâmı ise ferdin diğer ferdlerle ve toplumla ilişkilerini düzenler, bunları belli kurallara ve sonuçlara bağlar. Bu hükümler temelde adâlet ilkesine dayanmakta olup Kur’ÂN ve Sünnet'te muâmelât ahkâmının sadece temel ilkeleri ve amaçları açıklanmış, bununla birlikte bazı konularda ayrıntılı hükümler de sevkedilmiştir. Diğer bir ifâdeyle Kur’ÂN ve Sünnet'teki muâmelât ahkâmı sınırlı sayıdadır ve çoğu ilke ve amaç tesbiti mâhiyetindedir. İslâm literatür ve geleneğinde oluşan zengin muâmelât ahkâmı, genelde İslâm hukukçularının âyet ve hadisler etrafında geliştirdiği hukuk kültürünü yansıtır. Bu sebeple de muâmelet ahkâmı, Kur’ÂN ve Sünnet’e aykırı olmamak kaydıyla zaman, yer ve örfe göre değişiklik gösterebilirler. Dinî hükümler bu şekilde üç gruba ayrılsa bile, Kur’ÂN ve Sünnet'te yer alan bir hükmün hangi grupta yer aldığına bakılmaksızın doğruluğuna ve geçerliliğine inanmak aynı zamanda i’tikadî bir vecîbedir. Meselâ namaz kılma, zekât verme, şarab içmeme, hırsızlık yapmama amelî bir hüküm ise de bu emir ve yasaklara uymanın doğru ve gerekli olduğuna, inanmak i’tikadî bir gerekliliktir. Bu sebeple namaz kılmama veyâ içki içme dinî-amelî bir hükmün ihlâli, namazın, orucun farziyetini, fâizin, zinânın haramlığını inkâr ise i’tikadî bir hükmün ihlâli anlamını taşır. Çünkü İslâm inancına göre ALLAH ve Resûlü neyi emretmiş ve neyi yasaklamışsa müslümanın önce bunların doğru ve gerekli olduğuna inanması sonra da gücü yettiği ölçüde bunları yerine getirmesi gerekir. Fıkıh usulünde hüküm önce vaz’î hüküm-teklifî hüküm şeklinde iki gruba ayrılır. Her bir grupta yer alan temel kavramlar ve hükümler aynı zamanda mükellefin davranışlarının dinî ve hukukî sonucunu da yakından ilgilendirir..


Resim
İ’tikadî.: İtikad ve inançla alâkalı..
Ahlâkî.: Ahlâkla ilgili, ahlâka ait..
Amelî.: (Ameliyye) Amele mensup ve müteallik olan. Fiil olarak. İşlemek suretiyle..
Akaid.: (Akide. c.) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar..
Ahkâm.: (Hüküm. c.) Hükümler. Kanunlar. Nizamlar..
Fer’î.: (Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik..
İrade.: İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman. * Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.
Taabbüdî.: İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik..
Muâmelât.: (Muâmele. c.) Muameleler..
İhlâl.: (Mahal. den) Yer değiştirmek. Vermek. Yerleştirmek. * Helâl kılmak..


a-) Vaz’î Hüküm.:
İki durum arasında şâri’in kurduğu bağı ifâde eden vaz’î hüküm, kendi içinde sebep, şart ve mâni’ şeklinde üçe ayrılır. Bu grupta yer alan sebep, rükün, şart, mâni, sıhhat, fesad, butlân gibi ayırım ve kavramlar özellikle ibâdetler ve ahvâl-i şahsîyye alanında önemli sonuçlara sâhib olduğundan öncelikle bu temel kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır.:

Sebeb.: Şâri’in varlığını hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu için alâmet kıldığı durumdur. Meselâ vakit namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisâb miktarına ulaşması zekâtın sebebidir. İbâdetler genelde mükellefin iradesi dışında gerçekleşen sebeplere, muâmelât ise iradesi ile gerçekleşen sebeplere bağlanmıştır. Satım akdi mülkiyetin intikali, hırsızlık ve adam öldürme öngörülmüş cezâların infazı için sebep olduğu gibi. Sebep doğmazsa hüküm de gerçekleşmez..

Rükün.: Fıkıh ilminde bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden bir unsuru ifâde eder. Bu daha çok Hanefîler'in tanımına göre yapılmış bir açıklamadır. Diğer fâkihlere göre, bir şeyin temelde varlığı kendisine bağlı husus -o şeyin yapısından bir parça teşkil etmese de- rükün olarak anılır. İbâdetlerde rükünler ve bunların yanında sıhhat şartları o ibâdetin farzlarını oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması o ibâdeti geçersiz (bâtıl, fâsid) kılar. Namazda Kur’ÂN okumanın (kıraat), rükû veyâ secdenin terkedilmesi böyledir.

Şart.: Bir hukukî sonucun varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parça teşkil etmeyen fiil veyâ vasıftır. Meselâ namaz için abdest, nikâh akdinde şâhid şarttır. Bunlar olmadan namaz ve nikâh olmaz. Ancak bunlar namazın ve nikâhın birer parçası olmadığı gibi abdest ve şâhid namazı ve nikâhı zorunlu kılmaz. Şâri’ bir şartı bir hükmün mu’teber olması için gerekli görmüşse buna şer’î şart denir. Bu şartlar bulunmadan ibâdetler ve hukukî işlemler gerçekleşmez. Küçüğe malının verilebilmesi için rüşd çağına gelmesi, zekâtta nisâb miktarına mâlik olduktan sonra üzerinden bir yılın geçmesi şartları böyledir. İnsanların kendi hukukî işlemleriyle ilgili olarak ileri sürdükleri şartlara da ca’lî şartlar denir. Takyîdî ve ta’likî şartlar böyledir. Özellikle akidlerde hangi tür şartın ileri sürülebileceği ve bu şartların akde etkisi İslâm hukukçuları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır.

Mâni’.: “Varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veyâ sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durum” şeklinde tanımlanır. Din ayrılığı ve mirasçısını öldürme mirasçı olmaya, hayız ve nifâs halleri namazın farz olmasına, yakın kan hısımlığı nikâh akdine mâni’ sayılmıştır. Nisâb miktarı mala sâhib olduğu halde aynı miktarda borcun bulunmasının zekâtın vâcib olmasına mâni’ teşkil etmesi de bir diğer örnektir.
Gerek ibâdet gerekse muâmelât türünden olsun mükelleften sâdır olan şer’î-hukukî nitelikteki fiiller, yukarıda sözü edilen rükün ve şartları taşıyıp taşımamasına göre sahih-bâtıl veyâ sahih-fâsid ve bâtıl şeklinde bir ayırıma ve nitelendirmeye tâbi tutulur. Bir ibâdetin veyâ hukukî işlemîn, öngörülen rükün ve şartları ihtiva etmesi halinde sahih olacağında görüş ayrılığı yoktur. Bu bağlamda sıhhat, bir fiilin gerekli rükün ve şartları taşıması, butlân rüknünün veyâ kurucu unsurlarından birinin eksik olması, fâsid de rüknü ve unsurları tamam olduğu halde şartlarının eksik olması anlamlarını taşır. Bir hukukî işlemîn bâtıl olması, onun kurulmamış ve yok hükmünde olması ve bu işleme hiçbir hukukî sonucun bağlanmaması demektir. Bir hukukî işlemîn fâsid olması ise, esasen onun var olup sadece bazı şartlarının eksik bulunması ve çoğu kez bu eksikliğinin sonradan giderilebilmesi ve işlemîn ancak böyle bir ikmalden sonra sahih hale gelebilmesi demektir. Bu sebeple fâsid bir fiile bazı hukukî sonuçlar bağlanabilir. Muâmelâtta bâtıl-fâsid, yani butlân-fesad ayırımı özellikle Hanefîler'in ön plana çıkardığı bir yaklaşımdır.
İbâdetlere gelince, fâkihler butlân ile fesadın ibâdetlerde aynı anlama ve sonuca sâhib olduğunda görüş birliğindedir. Bu sebeple de ibâdetten eksiklik ister rükünde isterse şartların birinde olsun sonuç aynıdır. Meselâ secdesiz namazda rükün, abdestsiz kılınan bir namazda şart eksiktir. Bu tür fiillere hiçbir dinî ve hukukî olumlu sonuç terettüp etmez. Netice i’tibâriyle rükün ve şartlarından biri eksik olan ibâdet fâsid veyâ bâtıl olacağı gibi, şer’an geçerli halde başlanmış bir ibâdet, mâhiyetleriyle bağdaşmayan bir davranış sebebiyle de fâsid ve bâtıl hale gelebilir. Meselâ namazda konuşulması, oruçlunun bilerek yemesi ve içmesi böyledir. İbâdetler konusunda fâsid ve bâtıl aynı anlamı ifâde ettiği gibi yine aynı anlamda olmak üzere sahih değil, câiz değil, mu’teber olmaz, geçersiz gibi ta’birler de kullanılabilir. Bozulup geçersiz hale gelen ibâdetin iâdesi veyâ kazâsı gerekir. Bazan da cezâ olarak ayrıca kefâret gerekli olur. Fesadın sözlükte “bozulma”, ifsadın “bozma”, fâsidin de “bozuk” olan şey” anlamına geldiğini biliyoruz. Bundan hareketle, bir ibâdeti bozan veyâ bir hukukî işlemi sakatlayan fiil ve eksikliğe müfsid denir. Diğer bir ifâdeyle, ibâdetler alanında müfsid, usul ve âdâbına uygun şekilde başlanmış bir ibâdeti bozup geçersiz hale getiren davranış ve eksiklik demektir. Esasen müfsid, şer’î-teklifî hükmün çeşitli ayırımlarında yer almamakla birlikte mükellefin fiilleri grubuna alınıp kişinin bilmesi gereken temel ilmihal bilgileri arasında sayılması, bir bakıma şer’î hükmün vaz’î hüküm grubunda yer alan ve yukarıda özetle temâs edilen sebep, rükün, şart, mâni, sıhhat, fesad ve butlân gibi ayırım ve kavramların ibâdetler ve ahvâl-i şahsîyye alanındaki önemli sonuçlarını göstermeyi ve mükellefi bu konuda bilgilendirmeyi amaçlar. Bu i’tibârla ilmihal literatüründe mükellefin fiilleri arasında yer alan müfsid, yukarıda özetle temâs edilen bu temel kavramların bilinmesiyle netleşir..


Resim
Şâri’.: Şeriatı meydana koyan, teşri eden. ALLAH celle celâlihu. * Hazret-i Muhammed Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bir ismi. * Şüru' eden, başlayan..
Vaz’î.: (c.: Evza') Koyma, konulma. Bırakmak. Atlamak. Tayin etme, belirtmek. Duruş, hareket, tarz..
Alâmet.: İz, nişân, işâret..
Nisâb.: Zekât ölçüsü, ölçü miktarı. * Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı. * Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had.
Rükn.: Rükün. Direk. Esas. * Kuvvet. * Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli..
Fâkih.: Fıkıh ilmini bilen. İslâm hukukçusu. * Zeki, anlayışlı kimse.
Zarurî.: (Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan..
Mu’teber.: İtibâr gören. Beğenilen. * İnanılır. Güvenilir. Hatırı sayılır. Hükmü geçen..
Ca’lî.: Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme ve taklid..


b-) Teklifî Hükümler (Mükellefin Fiilleri).:

Teklifî hüküm ise, şâri’in mükelleften bir fiili yapmasını veyâ yapmamasını istemesi veyâ onu yapıp yapmama arasında serbest bırakması demektir. Şâri’in talebi kesin ve bağlayıcı tarzda olabileceği gibi daha yumuşak bir üslûpta da olabilir. Öte yandan bu emir ve yasağı bildiren delilin, sübût ve delâlet (yani kaynağına aidiyeti ve belli bir anlamı ifâde etmesi) yönünden bazı ayırımlara tâbi tutulması da kaçınılmazdır. Bu yaklaşım ve ayırımın sonucu olarak teklifî hüküm icab, nedb, tahrîm, kerâhet ve ibâha şeklinde beş kategoride ele alınır. Öte yandan şâri’in talebinin genel veyâ belirli durumlara has olması yönüyle teklifî hükümler azîmet-ruhsat şeklinde ikili ayırıma, gerekli rükün ve şartları ihtiva etmesi ve hukukî sonuç doğurması yönüyle de sahih-fâsid ve bâtıl şeklinde üçlü ayırıma tâbi tutulabilir. Hanefîler'in dışında kalan fâkihler bu hükümleri vaz’î hüküm grubunda sayar ve kısmen farklı bir ayırıma tâbi tutarlar. Bu sayılan teklifî hükümlerin tamamı netice i’tibâriyle dinî mükellefiyetin birer yönünü ifâde ettiğinden dinî terminolojide ef’âl-i mükellefîn (mükelleflerin fiilleri) adıyla anılırlar. Fıkıh usulü âlimlerinin çoğunluğu şer’î hükmü ALLAH’ın mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabı, Hanefîler ise bu hitabın neticesi olarak tanımlar. Buna göre çoğunluk (cumhur) ALLAH’ın haram kılma (tahrîm) veyâ vâcib kılma (icab) işlemîne şer’î hüküm derken Hanefîler mükelleflerin fiillerinin sıfatlarına yani farz, vâcib, mekruh gibi nitelendirmelere şer’î hüküm derler. Fıkıh literatüründe teklifî hüküm ile mükellefin fiilleri (ef’âl-i mükellefîn) ta’birlerinin aynı anlamda kullanılması bu gelişmenin sonucudur. Yine usulcülerin çoğunluğu teklifî hükmü şâri’in hitabına nisbet ederek icab, nedb, ibâha, kerâhe ve tahrîm şeklinde beş k ısma ayırırken Hanefîler bunu farz, vâcib, mendub, mubah, tenzîhen mekruh, tahrîmen mekruh, haram şeklinde yedi kısma ayırarak inceler. Bu kavramlar aynı zamanda ef’âl-i mükellefînin de bölümlerini oluşturur. Vâcibin ve mekruhun ikiye ayrılması Hanefîler'e ait bir özelliktir.
Öte yandan, arada yakın ilişki bulunmakla birlikte vaz’î hükmün rükün, sebep, şart, mâni veyâ sıhhat, fesad, butlân, nefâz, lüzum gibi alt bölüm ve ayırımları ilk bakışta ef’âl-i mükellefînin kapsamı dışında görünmektedir. Ancak bu durum fıkıh kitablarında yukarıda belirtilen ayırımlara sünnet müstehab gibi yeni ayırımlar, müfsid gibi yeni bölümler ilâve edilerek veyâ farz, vâcib, haram gibi kavramların kapsamı genişletilerek telâfi edilmeye çalışılmıştır. Neticede ef’âl-i mükellefîn azîmet ve ruhsat kavramlarının da ilâvesiyle mükellefin muhatab olduğu, yani bilmekle, buna uygun davranmakla yükümlü tutulduğu bütün amelî hükümleri ifâde eden geniş bir kapsam kazanmıştır. Bu sebeple de ef’âl-i mükellefîn konusunda bilgilenme, fıkhın ibâdet ve ahvâl-i şahsîyye alanındaki hükümlerinin doğru anlaşılabilmesi ve uygulanabilmesi için âdeta ön şart mesabesinde bir gereklilik haline gelmiştir. Fıkıh literatüründe teklifî hükümler esasen vâcib, mendub, mubah, mekruh ve haram şeklinde beş hüküm (ahkâm-ı hamse) olarak ele alınmakla birlikte, okuyucuya kolaylık sağlaması düşüncesiyle biz burada bu beş hüküm çerçevesinde kalan diğer bazı temel kavramları ve alt ayırım va adlandırmaları da bu başlıklar altında incelemeyi uygun bulduk..


Resim
Sahih.: Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele. * Hâlis, kusursuz, şüphesiz..
Fâsid.: Bozguncu. * Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid. * Yanlış olan.
Mendub.: Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab..
Mubah.: (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
Tenzih.: Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek. * Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifâde etmek..
Mekruh.: İğrenç, nahoş görülen şey. * Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş..
Tahrîm.: Haram kılma. Haram kılınma. Dince yasak edilme. * Kudsî sayarak yaklaşmayı yasak etme..
Mekruh.: İğrenç, nahoş görülen şey. * Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş..
Haram.: Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Allah'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey..
Müstehab.: Sevilmiş şey. Yapılması sevaplı olan. * Fık: Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) bazen yapıp bazen terkeylediği şeydir. Farz ve vacibin dışındaki sevaplı iş, sevab olduğu bilinen iş. Nafile, mendub, fazilet, tatavvu, edeb namları da verilir..
Müfsid.: İfsad eden, fenalaştıran. Bozan. * Başlanmış ibadeti bozan. * Nifâk koyan, fesad ilka eden..
Telâfi.: Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak. * Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek..
Azîmet.: Takvâ ile amel etmek. Allah'ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalışmak. * Kesin karar vermek..
Ruhsat.: (c.: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade. * Genişlik. * Kolaylık. * Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisinin malını itlaf etmek de bu kabildendir ki, bu halde bu itlaf hakkında bir ruhsat-ı şer'iyye bulunmuş olur. Bir hâdisede, azîmet ile ruhsat içtima' edince, azîmet tarikını iltizam etmek, bir takva nişanesi sayılır..
Ahvâl.: Haller. Vaziyetler. Oluşlar.
Şahsî.: Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı.
Ahkâm.: (Hüküm. c.) Hükümler. Kanunlar. Nizamlar..
Hamse.: Beş (sayısı)..


aa-) BEŞ TEMEL TEKLİFÎ HÜKÜM.:

1-) VÂCİB.:
Dinî literatürde vâcib, Hanefîler hariç fâkihlerin çoğunluğuna göre, kesin bir delille ve kesin bir surette yapılması istenen dinî yükümlülüğü ifâde ederse de Hanefîler bunu farz ve vâcib şeklinde iki kademede ele almayı uygun görürler.

2-) FARZ.:
Sözlükte “bir şeyi kesinleştirmek, takdir etmek, pay ve parçalara ayırmak, belirlenmiş şey ve pay” anlamlarına gelen farz fıkıh ilminde, ALLAH ve Resûlü'nün mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir.
Hanefîler delilin kat’î veyâ zannî oluşuna göre bir ayırım yaparak, bir fiilin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istendiğini gösteren delil kat’î ise bunu farz, zannî ise bunu vâcib terimiyle ifâde ederler. Meselâ kesin delillerle sabit olan ramazan orucu, abdestte yüzün yıkanması, namazda rükû ve secdeye gitme farz olarak; vitir namazı, fıtır sadakası, namazda Fâtiha'nın okunması gibi yükümlülükler vâcib olarak nitelendirilir. Fâkihlerin çoğunluğu böyle bir ayırımı gerekli görmeyip farz ile vâcibi eş anlamlı olarak kullanırlar. Bununla birlikte Hanefîler'in bazan vâcib kavramını farzı da içine alacak şekilde kullandıkları veyâ amelî yönden bağlayıcı oluşunu dikkate alarak vâcib için amelî farz, farz için de amelî ve i’tikadî farz ayırım ve adlandırmasını yaptıkları da görülür.
Hanefîler'in farz-vâcib ayırımının bazı i’tikadî ve fıkhî sonuçları vardır. Farzı inkâr, kişiyi dinden çıkarır, tekfir sebebi olur. Geçerli mazereti bulunmadığı halde farzı terkeden kimse fâsık durumuna düşer. Vâcibin inkârı küfrü gerektirmez. Her iki fiilin de mazeretsiz terki kişiyi uhrevî cezâya müstehâk kılarsa da vâcibin terki farzın terkine nisbetle daha hafif bir kusur sayılır. İbâdetler konusunda farz terkedilirse o amel bâtıl olur, aynen tekrarlanması dışında telâfi imkânı olmaz. Buna karşılık vâcibin terki ile amel bâtıl olmaz, başka bir şekilde telâfi edilmesine imkân tanınır. Meselâ hacda Arafat'ta vakfe farz (rükün) olduğundan terkedilirse hac bâtıl olur. Safâ ile Merve arasında sa’y terkedilirse, vâcib terkedilmiş olur ve cezâ kurbanı ile telâfi edilebilir.

Bir fiilin farz olduğunu gösteren delillerin başlıcaları şunlardır.:

a-) Şâri’in bir fiilin yapılmasını emir sigası ile istemesi ve aksine delâlet eden bir karînenin bulunmaması. Meselâ “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin”.:

وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ وَارْكَعُواْ مَعَ الرَّاكِعِينَ
Resim---“Ve namazı kılın (ikâme edin) ve zekâtı verin. Ve rükû’ edenlerle beraber rükû edin.” (Bakara 2/43)

“Akidleri yerine getiriniz”.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَوْفُواْ بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُم بَهِيمَةُ الأَنْعَامِ إِلاَّ مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ
Resim---“Ey iman edenler! (Yaptığınız) akidleri yerine getirin. Ve ihramda iken av'ı (avlanmayı) helâl saymamakla beraber size okunacak olanların dışında kalan, dört ayaklı hayvanlar sizin için helâl kılınmıştır. Muhakkak ki ALLAH dilediği şeye hükmeder.” (Mâide 5/1)

Âyetleri böyledir..

b-) Şâri’in bir fiilin yapılmasını “farz oldu”, “emrolundu” gibi bağlayıcılık bildiren bir ifâde ile istemesi. Orucun farz kılındığını, ALLAH’ın adâleti, iyiliği, akrabaya yardımı emrettiğini bildiren âyetler böyledir. .:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Resim---“Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki böylece siz takvâ sahibi olursunuz.” (Bakara 2/183)

إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Resim---“Muhakkak ki ALLAH, adaletli olmayı ve ihsânı ve akrabalara vermeyi emreder. Ve fuhuştan, münkerden (ALLAH'ın yasakladığı şeylerden) ve azgınlıktan (hakka tecâvüzden) sizi nehyeder. Böylece umulur ki siz, tezekkür edersiniz diye size öğüt veriyor.” (Nahl 16/90)

Haber verme değil, emir kastedilen bazı haber cümleleri de farz hükmü ifâde eder. Kocası ölen kadının dört ay on gün, boşanmış kadının üç ay hali bekleyeceğini bildiren âyetler böyledir.:

وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ ثَلاَثَةَ قُرُوَءٍ وَلاَ يَحِلُّ لَهُنَّ أَن يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّهُ فِي أَرْحَامِهِنَّ إِن كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَبُعُولَتُهُنَّ أَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ فِي ذَلِكَ إِنْ أَرَادُواْ إِصْلاَحًا وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكُيمٌ
Resim---“Boşanmış kadınlar üç kur (üç ay hali müddeti) kendi kendilerine beklerler (hamile olup olmadıklarına bakarlar). Eğer ALLAH'a ve yevm'il âhire îmân ediyorlarsa, rahimlerinde ALLAH'ın yaratmış olduğu şeyi gizlemeleri onlar için helâl olmaz. Şâyet onların kocaları barışmak (arayı düzeltmek) isterlerse, bu (bekleme süresi) içinde onlara tekrar geri dönmeye (başkasından) daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin, kadınları üzerinde (hakları) olduğu gibi, kadınların da erkekleri üzerinde maruf (hakları) vardır. Erkeklerin, kadınların üzerindeki (hakkı) bir derece daha üstündür. Ve ALLAH, AZÎZ'dir, HAKÎM'dir.” (Bakara 2/228)

وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَعَشْرًا فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا فَعَلْنَ فِي أَنفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Resim---“Ve sizden vefat ettirilenlerin, geriye bıraktığı eşleri dört ay on gün kendi kendilerine beklerler. Böylece onların bekleme süresi tamamlandığı zaman artık, kendileri hakkında marufla (örf ve âdete uygun olarak) yaptıkları şeylerden sizin üzerinize bir günah yoktur. ALLAH yaptıklarınızdan haberdârdır.” (Bakara 2/234)

d-) Bir hükmün belirli bir zümreye veyâ bütün insanlara yüklendiğini haber veren nasslar da farz hükmü ifâde eder. Meselâ, “Gücü yetenlerin o evi (Kâbe'yi) haccetmeleri ALLAH’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” âyeti haccın farziyetinin,

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
Resim---“Orada (Beytullah'da) açık beyyineler, Hz.İbrâhîm'in makamı vardır. Ve kim oraya girerse emin (emniyette) olur. Ona yol bulmaya (Hacc'a gitmeye) gücü yetenlere, ALLAH için o Beyt'in hac edilmesi, insanların üzerine (farz)dır. Ve kim inkâr ederse, artık muhakkak ki ALLAH, âlemlerden ganidir (hiçbir şeye muhtaç değildir).” (Âl-i İmrân 3/97)

“Onların (annelerin) dinen ve örfen mâkul ölçüler içinde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak çocuğun babasına aittir”

وَإِن كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَى مَيْسَرَةٍ وَأَن تَصَدَّقُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Resim---“Eğer (borçlu) zor durumda ise (ödeyemeyecekse) o taktirde durumu kolaylaşıncaya kadar beklenmelidir. Ve (alacağınızı) sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır. Keşke bilseydiniz.” (Bakara 2/280)

Âyeti de karısının nafakasını sağlamanın koca için farz olduğunun delilidir.

e-) Şâri’in bir fiilin yapılmasına sevâb ve güzel karşılık, terkedilmesine ise ağır cezâ verileceğini bildirmesi de o fiilin farz olduğunun delilidir.
Farz, mükellefin ifâ sorumluluğu açısından farz-ı ayn ve farz-ı kifâye şeklinde iki kısma ayrılır. Farz-ı ayın, şâri’in her bir mükellefin ayrı ayrı ifâ etmesini istediği mükellefiyettir. O emri başkalarının yerine getirmekte oluşu kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Aksine bir delil olmadıkça, şâri’in emirleri o fiilin aynî farz olduğuna delâlet eder. Namaz, oruç, hac, zekât gibi temel ibâdetler böyledir. Farz-ı kifâye ise, müslümanların ferden değil de toplum olarak sorumlu oldukları mükellefiyetlerdir. Cenâze namazının kılınması, cihad, ilimle meşguliyet, meslek ve sanatların icrası, iyiliklerin emredilip kötülüğün engellenmesi, şâhidlik böyledir. Bu görevleri toplumun bir kesimi yerine getirince diğerlerinden sorumluluk kalkar. Hiç kimse yerine getirmezse bütün müslümanlar vebal altında kalır. Farz-ı kifâyenin sevâbı yalnız onu işleyene aittir. Toplumda farz-ı kifâyeyi ifâ edecek ikinci bir ehil kimse kalmadığında artık bu farz tek ehil kimse için farz-ı ayın hükmünü alır. Toplumda bir olayla ilgili şâhidlik yapacak, iyiliği emredip kötülüğü engelleyecek veyâ hastayı tedâi edecek başka kimse bulunmadığında bu görevlerin ifâsı ehliyetli kişi için aynî farz haline gelir..


Resim
Farz.: Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey..
Farz-ı Ayn.: Herkesin yapmaya mecbur olduğu farz. Namaz kılmak, yalan söylememek, imân etmek, oruç tutmak gibi..
Farz-ı Kifâye.: Bir kısım müslümanların yapması ile diğerlerinin günahtan kurtuldukları farz. Cenâze namazı kılmak gibi..


b-) Vâcib.:
Sözlükte “sabit, lâzım, var ve gerekli olan şey” anlamına gelen vâcib fıkıh ilminde fâkihlerin çoğunluğuna göre farz ile eş anlamlı olup şâri’in mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir. Hanefîler ise kat’î delille sabit olan hükme farz, zannî delille sabit olan hükme vâcib diyerek ikili bir ayırım yapmışlardır. Ancak Hanefîler, vâcibin de farz gibi kesin olarak yapılması gerektiği görüşündedir. Onların bu ayırımı daha çok delilin kuvvetini ve inkârın dinî sonuçlarını göstermeyi hedefler. Bu sebeple Hanefîler vâcibi çoğu yerde “amelî farz” olarak da adlandırırlar. Meselâ fıtır sadakası, namazda Fâtiha'nın okunması, vitir ve bayram namazları, kurban kesme zannî delille sabit olduğundan Hanefîler'e göre farz değil vâcibtirler. Hanefîler'e göre vâcib iki kısma ayrılır.:
a-) Kat’î bir delile yakın derecede kuvvetli görünen zannî bir delille sabit olan vâcibler. Bu kısma giren vâcibler amelî farz veyâ zannî farz adını alır. Vitir namazı, abdestte başın dörtte bir miktarını meshetme böyledir.
b-) Zannî delil olan haber-i vâhid ile sabit olan vâcibler ise önem derecesi i’tibâriyle amelî farzın altında ve sünnetin üstündedirler. Meselâ namazda Fâtiha okuma, vitir namazında kunut tekbiri, bayram tekbirleri, namazın sehiv secdesi ile ikmal edilen vâcibleri böyledir. Vâcibin inkârı küfrü gerektirmez. Ancak sapıklıkla itham sebebi görülür. Vâcibin terki farzın terki ölçüsünde olmasa bile yine de günah ve sorumluluğu gerektirir. Meselâ namazın vaciplerinden birinin yanılarak terk edilmesi, sehiv secdesini gerektirir. Bir vacibi kasten terk etmek ise, tahrimen mekruhtur ve namazın iâdesini gerektirir. Ahmed b. Hanbel'e nisbet edilen bir görüşe göre, Kur’ÂN'da yapılması emredilen fiillere farz, sünnette emredilenlere ise vâcib denilir..


Resim
Vâcib.: (Vücub. dan) (C.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit olmamakla beraber, her halde pek kuvvetli bir delil ile sâbit bulunan şeydir. (Vitir ve Bayram namazları gibi.) * İlm-i Kelâm'da: Varlığı zaruri olup, olmaması imkânsız bulunan..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

2-) MENDUB.:

Mendub, teşvik edilen, yapılması kesin olmayan bir tarzda istenen, yani farz ve vâcib olmayan davranışların genel adıdır. Hanefî fıkhında, farz ve vâcib dışında yapılması uygun görülen davranışlar –kuvvetliden zayıfa doğru olmak üzere–; sünnet, müstehab (mendub) ve âdâb olarak sıralanır. Diğer mezheblerde ise mendub, bir bağlayıcılık söz konusu olmaksızın yapılması istenen şey olarak tanımlanır. Bu mezheblerin mendub anlayışı, Hanefîler'in sünnet anlayışına oldukça yakındır. Burada fıkıh ilmindeki kullanımıyla sünnet ve müstehab kavramları ele alınacaktır.

a-) Sünnet.:
Sünnet, Peygamber aleyhisselâm’ın söz, fiil ve onayının genel adı olup fıkıh usulünde Kur’ÂN'la birlikte İslâm'ın aslî iki kaynağını ve delilini teşkil eder. Fürû-ı fıkıhta, özellikle de teklifî hüküm açısından sünnet ise, Peygamber aleyhisselâm’ın farz ve vâcib kapsamı dışında kalan yani kesin ve bağlayıcı olmaksızın tavsiye ve örnek olma niteliğini taşıyan söz ve fiillerinin genel adıdır. Hanefîler'in dışındaki fâkihler, ALLAH ve Resûlü'nün kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda yapılmasını istediği veyâ tavsiye ettiği fiillerin tamamını kapsamak üzere mendub terimini kullanırlar. Diğer bir ifâdeyle, Kur’ÂN ve hadislerden gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak bir fiilin yapılmasının kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda istendiği yani tavsiye edildiği sonucu çıkarılabiliyorsa, bu tür fiillere topluca mendub denilir. Meselâ boşanmalarda şâhid bulundurulmasını, borçluya mühlet verilmesini, akidleşmelerin yazılmasını emreden âyetler fâkihlerin çoğunluğunca böyle anlaşılmıştır. Mendubun da önem derecesine göre kendi içinde sünnet, müstehab, fazilet, âdâb gibi terimlerle ifâde edilen bir derecelendirmeye tâbi tutulduğu görülür. Bu i’tibârla sünnet, mendub grubu içinde yani yapılması iyi ve güzel olan, tavsiye edilen fakat terkedilmesinde bir günah ve cezânın terettüp etmediği fiiller grubunda en üst sırayı işgal eder. Hanefîler'in ise mendubu genelde müstehab mânâsında kullandıklarını bu arada belirtmek gerekir. Sünnet kendi içinde üç kısma ayrılır: Müekked sünnet, gayr-i müekked sünnet, zevâid sünnet. Peygamber aleyhisselâm’ın devamlı yaptığı, sırf bağlayıcı ve kesin bir emir olmadığını göstermek için nâdiren terkettiği fiillere müekked sünnet denilir. Bunlar bir bakıma dinî vecîbeler için koruyucu ve tamamlayıcı bir nitelik de taşımakta olup önem yönüyle farz ve vâcibten sonra üçüncü sırayı işgal eder. Meselâ abdest alırken ağza ve burna su verme, sabah namazının sünneti, ezân, kâmet, cemâatle namaz böyledir. Bu nevi sünneti yerine getiren ALLAH katında hoş karşılanır, övgüye lâyık görülür, sevâb kazanır. Terkeden cezâya ve günaha çarptırılmasa da dinen azarlanmayı ve kınanmayı hak eder. Öte yandan farz namazların cemâatle kılınması, ezân gibi dinî şiârlardan olan sünnetin ferd planında terki câiz olmakla birlikte toplum olarak terk ve ihmali câiz görülmez. Peygamber aleyhisselâm’ın ibâdet ve taat türünden olup bazan yaptığı bazan da terkettiği veyâ çoğu zaman yaptığı bazan da terkettiği fiil ve davranışlara gayr-i müekked sünnet denilir. Nâfile ve müstehab, hatta mendub ta’birleri de çoğu kez bu anlamda kullanılır. İkindi ve yatsı namazlarının farzlarından önce kılınan dörder rekâtlık namazlar, vâcib kapsamında olmayan infak ve yardım böyledir. Bu tür sünneti yerine getiren sevâb ve övgüye lâyık görülür, terkeden dinen kınanmaz. Bu iki sünnet (müekked ve gayr-ı müekked) çeşidine “hüdâ sünneti” de denir. Peygamber aleyhisselâm’ın, ALLAH katından bir tebliğ veyâ ALLAH’ın dinini açıklama niteliği taşımaksızın insan olması i’tibâriyle yaptığı normal ve beşerî davranışlara ise zevâid sünnet veyâ âdet sünneti denilir. Peygamber aleyhisselâm’ın giyim ve kuşam tarzı, yeme ve içme tarzı, zevkleri, kına ile saç ve sakalını boyamış olması böyledir. Esasen bu fiiller dinî mükellefiyet çerçevesinde değildir. Yapılması dinen tavsiye de edilmemiştir. Bununla birlikte bir müslüman Peygamber aleyhisselâm’ın bu tür davranışlarını ona olan sevgi ve bağlılığından dolayı yaparsa sevâb ve övgüye lâyık olur. Terkederse kınanmaz ve günah işlemiş olmaz. Farz namazlardan önce ve sonra kılınması sünnet olan namazlar için, Şâfiî Mezhebinde ayrıca vitir namazı ve şevvalde tutulan altı gün oruç için revâtib sünnet ta’biri kullanılır. Fâkihlerin çoğunluğuna göre teravih namazları da revâtib sünnetler arasındadır.

b) Müstehâb.:
Sözlükte, “sevimli olan, tercih edilen ve güzel bulunan iş” demektir. Peygamber aleyhisselâm’ın bazan işleyip bazan terkettiği, âlimlerin ve sâlih kulların öteden beri yapageldikleri ve tavsiye ettikleri fiil ve davranışlara dinî terminolojide müstehab denilir. Müstehâplar ibâdetlerin ve beşerî ilişkilerin daha güzel ve verimli olmasını sağlayan âdâb ve ahlâk kuralları niteliğindedir. Meselâ sabah namazının ortalık aydınlanıncaya kadar, sıcak mevsimlerde öğle namazının serin vakte kadar geciktirilmesi, akşam namazında acele edilmesi böyledir. Müstehâbın terki dinen kınamayı gerektirmeyip sadece evlâ ve güzel olanı terk mânâsı taşır. Müstehâp çoğu kez mendub, nâfile, tatavvu, âdâb gibi ta’birlerle eş anlamlı olarak kullanılır ve yapılması terkinden evlâ olan fiiller arasında en alt sırayı işgal eder. Bundan sonra yapılması ile terkedilmesi müsâvi olan mubah fiiller gelmektedir. Sünnet ve müstehab fiiller, daha genel ifâdeyle mendub fiiller, farz ve vâcib grubundaki dinî ödevlerin ve bütün beşerî-sosyal ilişkilerin daha anlamlı ve verimli olmasına yardımcı olan, bir bakıma onları koruyan, onlara maddeten ve ruhen hazırlık niteliği taşıyan yardımcı fiillerdir. Bir yönüyle Peygamber aleyhisselâm’ın güzel ahlâkını, tavsiye ve teşviklerini bir yönüyle de İslâm toplumlarının ibâdet hayatıyla ilgili olumlu çizgisini ve tecrübe birikimlerini yansıtır. Müstehâp ve sünnetlerin devamlı terki vâciblerde ve farzlarda da tembellik ve ihmale yol açabileceğinden doğru bulunmamıştır.

3-) MUBAH.:

Mubah kelimesi sözlükte “açığa çıkan, açıklanan, serbest bırakılan şey” demektir. Dinî bir terim olarak ise, bu sözlük anlamıyla bağlantılı olarak, şâri’in mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiilleri ifâde eder. Helâl, câiz, mutlak gibi terimler de, genelde aynı mânâda kullanılır ve mükellefin yapması veyâ terketmesi halinde herhangi bir övgü yahut kınamayı gerektirmeyen davranışlarını belirtir. Bununla birlikte aralarında bazı cüz'î anlam farklılıkları bulunduğu için mubah teriminin yanı sıra câiz ve helâl terimleri üzerinde de ayrıca durmak gerekir.
Fıkıh usulünde şer’î-teklifî hüküm beş kategoride ele alınır. Bunlardan vâcib ve mendub yapılması gerekenleri, haram ve mekruh ise yapılmaması gerekenleri ifâde eder. Mubah ise iki gruba da dahil olmayıp yapılması veyâ terkedilmesi yönünde herhangi bir şer’î-dinî yükümlülüğün bulunmadığı fiil ve konumu ifâde eder. Bazı usulcüler mubahı, şâri’in yapılmasına izin verdiği fiiller olarak da târif ederler. Bir fiilin mubah olduğu; şâri’in o şeyin helâl ve mubah olduğunu bildirmesiyle (meselâ bk. Bakara 2/187, Mâide 5/5), işlenmesi halinde bir vebal ve günahın, dinî bir sakıncanın bulunmadığını ifâde etmesiyle (meselâ bk. elBakara 2/173, 235) veyâ herhangi bir yasaktan sonra gelen emirle (meselâ bk. Mâide 5/2, Cuma 62/10) bilinebileceği gibi, o konuda hiçbir dinî yasaklama ve kısıtlamanın bulunmamasıyla da kendiliğinden sabit olur; usulcüler birincisine şer’î mubah, ikincisine ise aklî mubah adını verirler. Aklî mubah, berâat-i aslîyye veyâ istishâbü'l-asl terimleriyle de açıklanır. Bu da bir fiilin dinî-şer’î hükmü konusunda herhangi bir açıklama yoksa, “Eşyâda kural olan mubah olmasıdır” ilkesi gereğince o fiilin mubah olduğuna hüküm verilmesini ifâde eder. Kur’ÂN'da değişik vesilelerle zikredilen “evleniniz, yiyiniz, içiniz, gezip dolaşınız” gibi emirler, esasen helâl ve mubah olan bu fiillerin mubah oluşunu desteklemek veyâ açıklamaktan çok bu mubah fiillerin işlenmesinde dikkat edilecek kayıt ve şartları, hikmet ve amaçları açıklamaya yöneliktir. Bu i’tibârla, bu son grup fiilleri de yine aklî mubah kavramı içinde düşünmek gerekir. İbâdetler nasslara dayanmak durumunda olduğu için “ibâdet alanında aklî mubahlık” geçerli değildir; yani şâri’in nasslarla belirlediği ibâdetler dışında ibâdet çeşidi icat edilemez, yapılamaz. Mubahın hükmü, yapılıp yapılmamasının dinen eşit değer hükmünde olması, yapılmasında da yapılmamasında da sevâb ve günahın olmamasıdır. Bununla birlikte mubahın iyi niyetle ve ibâdet kastıyla işlenmesi halinde fâilin ecir ve sevâb kazanacağı da ifâde edilir. Bir kimsenin cihada hazırlık amacıyla spor ve beden eğitimi yapması buna örnek gösterilir. Öte yandan, bir fiilin kural olarak mubah olması, o fiilin sürekli ve ölçüsüz şekilde işlenmesi veyâ terkedilmesinin de mubah olduğu anlamına gelmez. Kişinin dilediği zamanda istediği yemek çeşitlerinden yemesi mubah olmakla birlikte bu konuda ölçüsüz davranırsa, meselâ aşırı beslenir veyâ açlık grevi yaparsa artık bu fiil mubah olmaktan çıkıp duruma göre mekruh, haram gibi dinî hükümler alır. Bu yüzden de bazı usulcüler mubah fiillerin, cüz'îye nisbetle bu hükmü taşısa bile, külliye nisbetle ya yapılması ya da terkedilmesi gereken bir fiil olduğunu belirtirler. Aynı anlayışın devamı olarak, temiz ve mubah olan şeyleri tamamen terketmenin mekruh ve bazan haram, bunlardan kişinin mâkul ve meşrû ölçüler içinde yararlanmasının genel hükmünün mendub, onlardan bazılarını bazan yapıp bazan yapmamasının özel (cüz'î) hükmünün ise mubah olduğu ifâde edilmiştir. Oyun ve eğlence, gezip dolaşma ve dinlenme esasen ve tek tek ele alındığında mubah davranışlar olduğu halde bunları devamlı bir âdet ve alışkanlık haline getirip hayatın diğer ödevlerini aksatacak şekilde ölçüsüz ve aşırı davranma mekruh veyâ haram görülmüştür. Aynı şekilde karıkoca arası cinsel ilişki kaideten mubah olduğu halde bunun devamlı ve kasten terkedilmesi, taraflara veyâ taraflardan en az birine açık bir zarar vereceği ve evliliğin önemli bir amacını yok edeceği için haram sayılmıştır. Bu yaklaşım, İslâm'ın ferdî ve sosyal hayatı bir düzen ve bütünlük içinde ele alıp kişinin kendine, toplumuna ve RABBine karşı ödevlerini birbiriyle irtibatlandırması ve böylece hayatın bütün yön ve ayrıntılarına dinî, ahlâkî hatta estetik bir anlam kazandırmasıyla açıklanabilir. Burada ayrıca mubahla yakın anlam ilişkisi olan, yer yer eş anlamlı olarak kullanılan câiz ve helâl kavramlarına da temâs etmekte yarar vardır.

a-) Câiz.:
Câiz sözlükte “geçip gitmek, mümkün, serbest ve geçerli olmak” anlamlarına gelen “cevâz” kökünden türetilmiş bir isim olup fıkıh terimi olarak, dinen veyâ hukuken yapılmasına müsaade edilen fiilleri ifâde eder. Bu anlamdaki müsaadeyi belirtmek üzere de “cevâz” kavramı kullanılır. Kur’ÂN-ı Kerîm'de birçok fiilin serbest olduğu ve yasak olmadığı değişik ifâde tarzlarıyla belirtilmiş olmakla beraber “câiz” lafzı geçmemektedir. Hadislerde ise bu kelime az da olsa kullanılmıştır (Ebû Dâvûd, “Akzıye”, 12, “Dahâyâ”, 6). Câiz kelimesi daha çok sonraki devirlerde karşılarına çıkan yeni meseleleri Kur’ÂN ve Sünnet'in hüküm ve ilkeleri ışığında değerlendirmeye ve çözmeye çalışan İslâm hukukçularınca dinî bir terim olarak geliştirilmiş ve “câiz-câiz değil” hükmü olayın dinî açıdan değerlendirmesini ifâdede kullanılmaya başlanmıştır. Bu anlamda câiz, ibâdetlerde “sahih” ile eş anlamlı ise de muâmelâtta daha farklı bir anlam kazanmış, sahih (geçerli) ta’biri meselenin dünyevî-hukukî yönünü, “câiz” ta’biri de uhrevî-dinî yönünü ifâde etmiştir. Meselâ şarab imalâtçısına üzüm satmanın veyâ başkasının evlenme teklif ettiği bir kıza (henüz o konudaki kararını vermeden) tâlib olup onunla evlenmenin dinen câiz olmayıp hukuk düzeni açısından geçerli olması böyle izah edilebilir. Öte yandan, ilk devir İslâm hukukçuları bilhassa “haram” hükmünü ALLAH’ın yetkisinde gördüklerinden haram ve helâl ta’birlerini çok az ve dikkatle kullanmışlar, kendi ictihad ve yorumları sonucu ulaştıkları serbestliği veyâ sakıncayı ise “câiz ve câiz değil” ta’birleriyle ifâde etmişlerdir. Çünkü haram ve helâl kesin ve açık bir nassa dayanan ve sadece ALLAH’ın tayin ve takdir yetkisinde olan dinî bir hükümdür. İslâm müctehidlerinin kanaat ve hükmü ise, o meseleyi bu haram ve helâl kapsamında görüp görmeme anlamı taşıdığından, dinen kesinlik taşımayan bir yorum niteliğindedir. Bu sebeple olmalıdır ki, mezheb imamlarının da dahil olduğu ilk devir İslâm âlimleri karşılaştıkları her ihtilâflı meseleyi haram veyâ helâl değer hükümleriyle çözmemişler, “bence doğru değil”, “mahzurlu”, “sakıncası yok”, “çirkin” gibi daha esnek ta’birleri kullanmayı tercih etmişlerdir. İşte “câiz” ve “câiz değil” ta’birleri de bu ortamda gelişmiş ve yoğunluk kazanmış terimler arasındadır.

b-) Helâl.:
“Haram”ın karşıtı olan “helâl”, sözlükte bir fiilin mubah, câiz ve serbest olması ve yasağın kalkması gibi anlamlara gelir. Dinî bir terim olarak da helâl, şer’an izin verilmiş, hakkında şer’î bir yasaklama ve kısıtlama bulunmayan davranışı ve onun dinî-hukukî hükmünü ifâde eder. Câiz, mubah, mutlak gibi terimler de aralarında cüz'î anlam farklılıkları bulunmakla birlikte genelde aynı anlamda kullanılır ve mükellefin yapıp yapmamakta muhayyer bırakıldığı davranışları belirtmek üzere kullanılır.
Helâl de esasında câiz ve mubahla eş anlamlı olmakla birlikte, dinî literatürde daha çok haramın zıt anlamlısı olarak yani bir şeyin yasaklanmamış ve kınanmamış olduğunu bildiren bir terim olarak kullanılır. Kur’ÂN'da ve hadislerde sıklıkla geçen helâl ve hill ta’birleri de genelde bu son anlamda kullanılmıştır (bk. Âl-i İmrân 3/93; Mâide 5/5, 88; Yûnus 10/59; Nahl 16/16).

4-) MEKRUH.:

Mekruh sözlükte “sevilmeyip kerih, nahoş görülen şey” demektir. Bunun mastarı olan kerâhet de sözlükte “çirkinlik, sevimsizlik, bir şeyi sevmemek ve hoşlanmamak” gibi anlamlara gelir. Fıkıh terimi olarak ise mekruh, şâri’in yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda istediği fiil ve davranışlardır. Gerek şâri’in bu tarz yasaklaması gerekse bu yasaklamanın sonucu kerâhet diye anılır; yasaklanan fiil için de mekruh terimi kullanılır. Mekruh da haram gibi meşrû olmayan fiil ve davranış olmakla birlikte, aralarında bazı farklılıklar bulunmaktadır.
Bir fiilin mekruh olduğunu tesbit edebilmek için nassların iyi incelenmesi gerekir. Zirâ şâri’’ bu hususu değişik üslûp ve şekillerde göstermiş olabilir:
a-) Şâri’, bir fiilin yapılmamasını istemek üzere kerâhet lafzını kullanmış olabilir. Meselâ, “ALLAH, size dedikodu yapmanızı, çok soru sormanızı ve mal mülk ziyân etmenizi mekruh kılmıştır” (Buharî, “İstikrâz”, 19) hadisinde, dedikodunun, çok soru sormanın ve mal mülk ziyân etmenin mekruh olduğu bildirilmiştir.
b-) Şâri’, bir fiilin yapılmamasını istemek üzere, kendisinde haramlığa değil, mekruhluğa delâlet eden bir karînenin bulunduğu yasaklama ifâdesi kullanmış olabilir. Meselâ “ALLAH nezdinde helâllerin en sevimsizi boşamadır” (İbn Mâce, “Talâk”, 1) hadisinde, helâl lafzı kullanıldığından şâri’’ tarafından istenmeyen bu fiilin haram değil, mekruh olduğu anlaşılmaktadır.
c-) Şâri’ bazan da fiilin yapılmamasının tercihe şayan olduğunu dolaylı bir üslûpla istemiş olabilir. Meselâ, Peygamber aleyhisselâm, “Mehrin en iyisi en kolay olanıdır” hadisinde mehirde aşırılığın terkedilmesini teşvik etmiş ve mehirde aşırılığa gitmenin mekruh olduğunu zımnen ifâde etmiştir.
Mekruh fiil işleyen cezâyı hak etmez; bazan kınanma ve azarlamaya müstehâk olur. Ancak mekruh fiili ALLAH rızâsı için terkeden, kişi, övülmeye ve sevâba müstehâk olur.
Bu açıklamalar fâkihlerin çoğunluğuna göredir. Hanefî fâkihlere göre ise mekruh iki nevidir.:

a-) Tahrîmen Mekruh.:
Bu, şâri’in yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği bir fiil olmakla birlikte, bu taleb haber-i vâhid gibi zannî bir delil ile sabit olmuştur. Bu tür mekruh harama yakın olup, vâcibin karşıtıdır. İki kişi arasında yapılan bir akdi bozmak üzere yeni bir fiyat teklif etmek, başkasının evlenme teklifinde bulunduğu kadına evlenme teklifinde bulunmak gibi. Vâciblerin terkedilmesi de mekruhtur. Bu nevi mekruhun hükmü, haram bir fiili işleyenin hükmü gibidir, yani cezâyı gerektirir. Ancak haramdan farkı, bunu inkâr eden kişi kâfir olmaz.
Fâkihlerin çoğunluğu haramı, tahrîmen mekruhu da kapsayacak şekilde tanımlar. Onlara göre haram “şâri’in yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda kat’î veyâ zannî bir delil ile istediği fiil”dir. Şu halde Hanefîler'in tahrîmen mekruh olarak değerlendirdikleri fiillere, diğer mezheb fâkihleri haram demektedirler. Hanefîler'den İmam MuhaMMed de tahrîmen mekruhu haram olarak nitelendirmekle birlikte, zannî delil ile sabit olduğundan onu inkâr edenin küfrüne hükmedilemeyeceği kanaatindedir..

b-) Tenzîhen Mekruh.:
Bu, şâri’in yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir. Bu tanım, cumhûr-ı fukahânın mekruh tanımına uygundur. Tenzîhen mekruh, helâle yakın olup, mendubun karşıtıdır. İkindi namazından sonra, güneşin batmasından az önce nâfile namaz kılmak, soğan, sarımsak yiyerek câmiye gitmek, abdest alırken suyu israf etmek gibi fiiller bu kısma örnek verilebilir. Bu nevi mekruhun hükmü, herhangi bir cezâyı ve kınanmayı gerektirmemesidir. Ancak tenzîhen mekruh hükmündeki fiili istemek, üstün ve faziletli olan davranış tarzının terkedilmesi demektir.
Dinî literatürde yer alan ve özellikle ibâdetler alanında sıklıkla söz konusu edilen mekruhlar -mendublarda olduğu gibi- mükellefleri dinî hayata, haramdan, kötü ve çirkin işlerden uzak durmaya hazırlayıcı, dinî vecîbelerin daha anlamlı ve verimli şekilde ifâ edilmesini destekleyici bir işlev taşır. Aynı şekilde mekruhlardan kaçınma, Peygamber aleyhisselâm’ın önerilerini, güzel ahlâk ve yaşayışını, İslâm toplumlarının ortak kültürünü, tecrübe birikimini ve ahlâkî değerlerini iyi izleyebilmek açısından da son derece önemlidir.

5-) HARAM.:

Teklifî hükümlerden biri olan haram; sözlükte “yasak, memnu” demek olup helâlin zıddıdır. Dinî terim olarak ise, “şâri’in yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir ifâde ve üslûpla yasakladığı fiil”dir. Yasaklama işine tahrîm veyâ hazr, yasaklanan şeye harâm, muharrem veyâ mahzûr, bu yöndeki hüküm ve vasfa da hurmet denilir.
Haram ve mekruh, şâri’in yasakladığı, yapılmasını istemediği fiillerin iki nevidir. Yasaklama açık ve kesin bir üslûpla ve delille olmuşsa haramdan, daha esnek ve yumuşak bir üslûpla veyâ daha zayıf bir delille olmuşsa mekruhtan söz edilir.
Çoğunluğunu Hanefîler'in teşkil ettiği bir grup İslâm hukukçusu ve usulcüsü, bir fiilin haram hükmünü alabilmesi için hem Kur’ÂN âyetleri, mütevâtir ve meşhur sünnet gibi sübûtu kesin (veyâ kesine yakın) bir delilin, hem de bu delilin açık ifâdesinin bulunmasını şart koşarlar. Bu sebeple de, âhâd hadislerle sabit olan veyâ dolaylı bir şekilde ifâde edilen yasaklara “tahrîmen mekruh” adını verirler. Çoğunluk ise, i’tikadî yönden olmasa bile amelî bakımdan zannî delilleri yeterli gördüğünden, âhâd hadislerle sabit yasakları da haram olarak adlandırırlar.

a-) Haram Fiillerin Nevileri.:
Haram fiiller iki nevidir:
1-) Haram li-aynihî.: Şâri’in, bizzat kendisindeki kötülük sebebiyle, baştan i’tibâren ve temelden haramlığına hükmettiği fiildir. Zina, hırsızlık, adam öldürme, dinen murdar sayılan eti yeme, evlenme mânii olanlarla evlenme gibi. Bu tür bir haram fiili işleyen kişi günahkâr olur ve âhirette cezâya çarptırılmayı hakeder. Bu, haramın uhrevî sonucudur. Bir de haram olan bir fiile bağlanan dünyevî sonuçlar vardır. Şöyle ki: Bir müslüman böyle bir fiili yaparsa, bâtıl kabul edilir ve fiile hiçbir olumlu hüküm bağlanamaz. Meselâ, zina fiili neseb ve mirasçılığın sübûtu için sebep olamaz. Hırsızlık fiili de mülkiyetin sübûtu için bir sebep olamaz. Murdar etin satışı bâtıldır ve böyle bir sözleşmeye hukukî sonuç bağlanamaz. Ancak bu tür haramların bir kısmı zaruret durumunda mubah hale gelebilir. Meselâ, açlıktan ölecek duruma gelen bir kişinin, ölmeyecek miktarda domuz etinden yemesine müsaade edilmesi böyledir.
2-) Haram li-gayrihî.: Aslında meşrû ve serbest olduğu halde, haram kılınmasını gerekli kılan geçici durumla ilgili olan fiildir. Meselâ, bayram gününde oruç tutmak böyledir. Esas i’tibâriyle orucun kendisi meşrû bir fiildir. Fakat ALLAH bu fiilin bayram gününde yapılmasını haram kılmıştır. Çünkü bu günde kullar ALLAH’ın misâfirleri sayılırlar. Bayram gününde oruç tutmak ise, böyle bir misâfirliği kabullenmekten kaçınmak anlamına gelir ki, bu davranış müslümana yakışmaz.
Peygamberimiz bir hadisinde “Bir kimse, din kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık etmesin, başkasının evlenme teklifinde bulunduğu kadına evlenme teklifinde bulunmasın” (Buhârî, “Büyû’”, 58; Müslim, “Nikâh”, 38) buyurarak, hadiste zikredilen durumlarda alım satım ve nikâh sözleşmesini yasaklamıştır. Bu yasaklama, anılan sözleşmelerin mâhiyetlerinden değil, bu sözleşmelerin dışındaki sebebe; din kardeşini incitme ve üzme sebebine dayanmaktadır.
Yine, cuma namazı ile yükümlü kişi bakımından cuma namazı esnasında alışverişle meşgul olmak, haksız olarak ele geçirilen arazide namaz kılmak, dinen yasak birer fiil olmakla beraber, yasaklık fiilin mâhiyeti ile değil, onu çevreleyen zaman veyâ mekân faktörü ile ilgilidir. Bu ve benzeri durumlarda, yasağı ihlâl sebebiyle kişinin günahkâr ve uhrevî sorumluluk üstlenmiş olacağı hususunda fikir birliği bulunmakla birlikte, ibâdetin veyâ hukukî işlemîn dünyevî hükümler açısından geçerli sayılıp sayılmayacağı tartışılmıştır. Fâkihler haramlık yönünü daha ağır buldukları durumlarda ameli, dünyevî sonuçları bakımından da geçersiz saymışlardır.

b-) Haramlık Hükmü İfade Eden Lafızlar.:
Âyet ve hadisler bir şeyin haram olduğunu değişik üslûp ve ifâde tarzlarıyla bildirirler.:
a-) Bazan âyet ve hadislerde, bir şeyin haram olduğu “haram” lafzıyla açıkça ifâde edilir. Meselâ, “Anneleriniz, kızlarınız... (ile evlenmeniz) sizlere haram kılındı” (Nisâ 4/23), “Meyte, kan, domuz eti, ALLAH’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşüp ölmüş, boynuzlanıp öldürülmüş, yırtıcı hayvanlarca parçalanmış hayvanlar... ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna, size haram kılındı” (Mâide 5/3) âyetlerinde olduğu gibi.
b-) Bazan, “Bir müslümanın malı, rızâsı olmadıkça, bir başkasına helâl olmaz” (Müsned, V, 72) hadisinde olduğu gibi, o şeyin helâl olmadığı bildirilir.
c-) Bazan bir işin yapılması yasaklanır, ondan uzak durulması istenir. “Fâkirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin” (En’âm 6/151), “Zinaya yaklaşmayın, çünkü o açık bir kötülüktür ve kötü bir yoldur” (Hac 22/30) âyetlerinde olduğu gibi.
d-) Bazan da bir fiilin işlenmesine cezâ tertip edilir. İffetli kadınlara zina iftirasında bulunanlara seksen değnek vurulmasını isteyen (Nûr 24/4), yetimin malını haksız olarak yiyenlerin karınlarına ateş yemiş oldukları ve alevli ateşle cezâlandırılacaklarını bildiren (Nisâ 4/10) âyetlerde olduğu gibi.

c-) Haram Hükmünü Belirleme Yetkisi.:
Haram ve gayri meşrû, dinî bir kavram olup bunu tayin de sadece ALLAH’ın tasarrufunda olan bir konudur. Peygamber aleyhisselâm’ın bu konudaki hadisleri, ALLAH’ın hükmünü ve iradesini beyandan ibârettir. Kur’ÂN'ın Ehl-i kitab'la ilgili olarak “Onlar ALLAH’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Îsâ'yı RABB edindiler...” (et-Tevbe 9/31) âyeti nâzil olduğunda, daha önce hıristiyan iken müslüman olan Adî b. Hâtim Peygamber aleyhisselâm’a gelerek, “Ya ResûlALLAH! Onlar din adamlarına ibâdet etmediler ki!” demiştir. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm şu açıklamayı yapmıştır: “Evet, dediğin doğrudur. Ancak yahudi ve hıristiyan din adamları helâli haram, haramı da helâl saymışlar, onlar da buna tâbi olmuşlardır. İşte onların din adamlarına ibâdet etmeleri bundan ibârettir” (Tirmizî, “Tefsîr”, 9-10).
Kur’ÂN'ın konuyla ilgili başka bir âyeti ise şöyledir: “Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye “şu haramdır, bu helâldir” demeyin. Zirâ ALLAH’a karşı yalan uydurmuş olursunuz” (Nahl 16/116).
Ancak, Kur’ÂN ve Sünnet haramı belirlerken ayrıntıdan ziyâde kaideyi ve belirli durumların hükmünü vazetmekte olup, bu genel kuralın her devirde anlaşılıp uygulanabilir tarzda takdim edilmesini o devrin İslâm toplumuna, yetkili ve bilgili İslâm bilginlerine bırakmıştır. Böyle olduğu içindir ki, özellikle ilk devir İslâm bilginleri “haram” ta’biri ile ALLAH’ın açıkça haram kıldığı hususları kasteder, hakkında kesin ve açık nass bulunmayan şeyler içinse “haram” demekten kaçınırlar, bunları ifâde de daha çok “mekruh, hoş değil, doğru değil, sakıncalı, câiz değil” gibi ta’birleri kullanırlardı.

d-) Haramdan Kaçınmanın Önemi.:
Müslümanlar, ALLAH’ın yasaklarını gerek maddî unsur ve gerekse nihaî hedef i’tibâriyle iyi kavrayabildikleri ölçüde iyi müslüman olurlar, lâyık oldukları ölçüde dünyevî ve uhrevî karşılığa ulaşırlar. Bu konularda sünnetullah hâkimdir. Kur’ÂN'da, ALLAH’ın koyduğu ölçülere, sınır ve yasaklara uymayanların sadece kendilerine yazık ettiğinin sıklıkla tekrarlanması herhalde buna işâret etmektedir.
Öte yandan İslâm Dininin bir şeyi haram kılışı ve gayri meşrû olarak nitelendirmesi birçok hikmete dayanır. Dinin emir ve yasakları, kulun RABBi karşısında ciddi bir sınav verişi anlamını taşıdığı gibi, emrin tutulmasının, yasağa uyulmasının kullara yönelik dünyevî ve uhrevî birçok yararı da vardır. Zâten bu, ilâhî adâletin tabii bir sonucudur.
Ayrıca, dinin haram ve gayri meşru olarak ilân edip kaçınılmasını istediği şeyler, müslümanın dünyâsını zehir edecek, ona soluk aldırmayacak yoğunlukta ve ağırlıkta ve onu mahrumiyetler içinde bırakacak tarzda da değildir. Aksine her yasağın meşrû zemînde alternatifi, daha iyisi ve temizi gösterilmiştir. Çirkin ve kötü olan yasaklanmış, iyi ve temiz olan helâl kılınmıştır.
Eşyâda aslolan helâl ve serbest oluştur. Bunun için de İslâm ancak çok gerekli ve önemli durumlarda yasaklar koymuş, öte yandan zaruretler, beklenmedik şartlar, zorlamalar ve hayatî tehlikeler karşısında bazı yasakların geçici olarak ve ihtiyaç miktarınca ihlâlini de belli bir müsamaha ile karşılamıştır. Ancak zaruret ve ihtiyacın tayin ve takdirinde ferdî kanaatlerden ziyâde şer’î ölçülerin esas olacağı açıktır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, bir hususun şâri’’ tarafından açıkça ve doğrudan haram kılınması ile dolaylı olarak yasaklanması arasında ince bir fark bulunduğu gibi, bir işin nasslar tarafından ilke olarak haram kılınması ile İslâm bilginlerinin bir fiili o yasağın kapsamında kabul etmeleri arasında da belli ölçüde fark vardır. Ancak bu konuda ferdlerin bireysel ve sübjektif tercih ve değerlendirmelere göre davranmalarının da isâbetli bir yol olmadığı, ferdleri mesûliyetten kurtarmayacağı, bu konunun İslâm hukuk disiplini içerisinde belli bir ilmî ve idarî otoriteye bağlanmasının gerekliliği de açıktır. Kanunlaştırmanın ve merkezî ortak otoritenin bulunmadığı dönemlerde bu düzenlemeyi fıkıh mezhebleri belli ölçüde başarmış, şer’î yasakların sınırını çizip muhtevasını belirlemede devirlerinin şartlarına göre bazı ölçüler geliştirmişlerdir.
Hile ve dolaylı yollar gayri meşrû olanı helâl kılmaz. Bilgisizlik bu konuda mazeret olmadığı gibi kişinin niyetinin iyi olması da çoğu zaman yeterli değildir. Vasıtaların da gayeler gibi meşrû olması gerekir. Haramın adını değiştirmek, çoğunluğun o işi yapıyor olması ölçü alınarak meşrû görmek de kişiyi mesûliyetten kurtarmaz. Haramdan ve harama yol açan vasıtalardan kaçınmak gerektiği gibi, haram şüphesi taşıyan işlerden ve kazançlardan da uzak durmak gerekir. Peygamber aleyhisselâm’ın şu hadisi bu konuda ihtiyat ve takvâ sâhibleri için güzel bir ölçü vermektedir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Helâl apaçık belli, haram da apaçık bellidir. Bunların arasında, halktan birçoğunun helâl mi haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Dinini ve namusunu korumak için bunları yapmayan kurtuluştadır. Bunlardan bazısını yapan kimse ise haram işlemeye çok yaklaşmış olur. Nitekim korunun etrafında hayvanlarını otlatan kimse de koruya dalma tehlikesi ile burun buruna gelmiş olur. Dikkat ederseniz her hükümdarın bir korusu vardır. ALLAH’ın korusu da haram kıldığı şeylerdir” buyurmuştur. (Buharî, “Büyû’”, 2, Müslim, “Müsâkat”, 20).
Samimi bir müslüman, hâricî şartlar, toplumun kötü gidişatı ne olursa olsun her yer ve zamanda dosdoğru olan, dinin ahkâmını uygulayan, güvenilen ve inanılan bir kimse olmak, istikâmeti ve hayatı ile İslâm'ın tebliğcisi ve iyi örneği olmak zorundadır.

bb-) Azîmet ve Ruhsat.:
Sözlükte azîmet “bir şeye kesin olarak yönelmek, niyetlenmek” anlamındadır. Fıkıh ilminde ise, “meşâkkat, zaruret ve ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olmaksızın ilkten konmuş olan ve normal durumlarda her bir mükellefe ayrı ayrı hitap eden aslî hüküm” demektir.
Azîmet farz, vâcib, sünnet, müstehab niteliğindeki bir davranışın yapılmasını; haram, mekruh gibi davranışların da yapılmamasını ifâde eden bütün teklifî hükümleri içine alır. Meselâ namaz, oruç, hac başta olmak üzere ALLAH’ın kullarını yükümlü tuttuğu bütün dinî vecîbeler genel tarzda her mükellef kişi için konulmuş birer azîmet hükmüdür. Aynı şekilde şarab içme, domuz eti yeme, zina etme gibi haram olan fiiller de her mükellefi bağlayıcı genel hükümlerdir.
Azîmetin karşıtı ruhsattır. Sözlükte “kolaylık, devamlı olan” ruhsat, fıkıh ilminde “meşâkkat, zaruret, ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olarak azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve yalnız söz konusu ârızî durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş ve geçici hükmü” ifâde eden bir terimdir. Meselâ mükelleflerin oruç tutması bir azîmet hükmüdür. Fakat hasta ve yolculara karşılaştıkları güçlük sebebiyle, oruç tutmama kolaylığı tanınmış ve bunlardan tutamadıkları oruçlarını normal hale dönünce kazâ etmeleri istenmiştir. Domuz etinin yenmesi, şarabın içilmesi haram olduğu halde, susuzluktan veyâ açlıktan ölme tehlikesiyle karşılaşan kimseye bu azîmet hükmünü terkedip domuz etinden veyâ şarabdan hayatî tehlikeyi atlatacak miktarda yemesi içmesi mubah kılınmıştır. İbâdetlerin şekil şartlarıyla ilgili birçok ruhsatın tanınmış olması da burada hatırlanmalıdır. Bu ruhsatlar, zâten mükellefiyetlerin çok az ve sınırlı tutulduğu İslâm Dininin rahmet ve kolaylık dinî olmasının, ALLAH’ın kulları için zorluğu değil kolaylığı dilemiş bulunmasının tabii sonuçlarıdır.

Dinin teklifî hükümleri incelendiğinde birkaç çeşit ruhsatın bulunduğu görülür.:
a-) Haramı İşleme Ruhsatı.: Zaruret veyâ zaruret derecesine varan ihtiyaç hallerinde haram bir fiil mubah hatta vâcib hale gelebilir. Haramı işleme ruhsatının bulunduğu bazı durumlarda mükellef azîmet hükmüne uymakla ruhsattan yararlanma arasında serbest bırakılır. Ölüm tehdidi altında kalan kimsenin imânını gizleyip küfrü telaffuz etmesine ruhsat vardır. Bu mubah olmakla birlikte bu kimse imânını açıklamakta direnir de öldürülürse şehid olur. Âyette böyle bir ruhsat yazıldığı gibi (Nahl 16/106) Peygamber aleyhisselâm böyle bir zorlama sonucu öldürülen mü’minin şehid olduğunu haber vermiştir. Bazı durumlarda ise mükellefin azîmet hükmünü terkedip ruhsattan yararlanması vâcib hale gelir. Açlık yüzünden ölüm tehlikesiyle karşılaşan kimsenin domuz eti yiyerek veyâ ölüm tehdidi altında bulunan kimsenin dini tebliğden vazgeçerek hayatını kurtarması vâcib olduğundan, bu kimsenin azîmet hükmünde ısrar edip ölmesi halinde günahkâr olacağı görüşü hâkimdir. Âyette de zaruret karşısında kalan için bu tür bir ruhsattan söz edilir (Bakara 2/173).

b-) Vâcibi Terketme Ruhsatı.: Farz veyâ vâcib olan bir fiilin edâsında mükellef için ek bir meşâkkat bulunduğunda, bu vâcibi terketme ruhsatı tanınır. Ramazan orucu bütün mükelleflere farz olduğu halde hasta ve yolculara, sonradan kazâ etmek üzere oruç tutmama kolaylığı tanınmıştır. Mükellef bu ruhsattan yararlanıp yararlanmamakta serbesttir.
Ölüm tehlikesi gibi ağır sonuçların söz konusu olmadığı durumlarda azîmete göre mi, ruhsata göre mi davranmanın daha sevâb olduğu hususunda İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Meselâ Hanefîler'e göre, yolculuk esnasında dört rek’atlı farz namazların kısaltılarak ikişer rek’at kılınması esasen bir azîmet hükmüdür. Bu sebeple de yolcunun bu namazları ikişer rek’at kılması asıldır. Buna karşılık, yolcunun oruç tutmama ruhsatı bulunsa bile, ilgili âyetin dolaylı ifâdesinden de hareketle (Bakara 2/184), zorlanmayacaksa oruç tutmasının daha faziletli olduğu ileri sürülmüştür.

c-) Genel Kurala Aykırı Bazı Akidleri ve Hukukî İşlemleri Yapabilme Ruhsatı.: Bazı akidler ve hukukî işlemler İslâm hukukunun o konudaki genel kurallarını veyâ genel şer’î delillere aykırı olduğu halde insanların duyduğu ihtiyaca bağlı olarak mubah sayılmıştır. İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satın alınması demek olan selem akdi, mevcut olmayan bir malın satımı mâhiyetinde olsa da, insanların ihtiyacına binaen Peygamber aleyhisselâm tarafından câiz görülmüştür. Eser siparişi sözleşmesi de (istisna) böyledir.
d-) Önceki semâvî dinlerde mevcut ağır hükümlerin İslâm'da kaldırılmış olması da, ilâhî teşriin genel seyri içinde İslâm ümmeti için ruhsat hükmündedir. Namazın, ibâdete ayrılmış yerin dışında geçerli olmaması, gani’metlerin haram olması, malın dörtte birinin zekât olarak kesilmesi hükümlerinin müslümanlar hakkında kaldırılmış veyâ çok hafifletilmiş olması böyledir..

IV-) İLMİHAL.:

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte “Durum Bilgisi” demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve Müslümanlığın icâblarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.
Fıkıh ilminin tarihî gelişimi hatırlanırsa, ilk dönemlerdeki yoğun ictihad ve fetvâ faaliyetinin mezheblerin teşekkülü ile belirli bir sisteme oturduğu, orta dönemlerden i’tibâren fıkıh mezheblerinin hem toplumda hukukî istikrar ve güveni, uygulama ve yargı birliğini sağlamada hem de ferdlere ibâdet ve ahvâl-i şahsîyye alanında rehberlik etmede önemli bir rol üstlendikleri bilinmektedir. Mezheblerin farklı bölgelere yayılıp mezheb içi ictihad ve fetvâların çeşitlenmesi ve zenginleşmesiyle birlikte aynı ihtiyaç tekrar hissedilmeye başlanmış, bu sebeple de mezheb içinde oluşan farklı görüşler arasında sahih ve mu’teber olanın belirlenmesi ve bunları esas alan metinlerin yazılması cihetine gidilmiştir. Bu dönemde mezheblerin mu’teber metinlerinin de kamu kesiminde ve bireysel hayatta yukarıda sözü edilen türden pratik bir ihtiyacı karşıladığı söylenebilir. Bu kademede mezheb fıkhını doktriner tarzda inceleyen hacimli eserlerin yanı sıra mezheb fıkhının ana çizgisini ortaya koyan muhtasar el kitablarının da kaleme alındığı ve belli oranda rağbet gördüğü bilinmektedir. Çünkü hem âyet ve hadisler ile toplumsal hayat ve problemler arasındaki bağı kurmak, âyet ve hadisler etrafında zengin bir hukuk kültür ve doktrini oluşturmak hem de toplumda hukukî istikrar ve güven ortamını, yargı ve uygulama birliğini sağlamak, Müslümanlığı öğrenmek ve yaşamak isteyenlere sade, kolay ve anlaşılabilir temel dinî bilgileri sunmak gerekliydi. Fıkıh mezheblerinin değişik dönemlerinde kaleme alınan ve Mezhebin klasik literatürünü teşkil eden bu hacimli ve muhtasar kitablar böyle bir amaca hizmet etmiştir.

İslâm toplumunda her dönemde canlı bir şekilde var olan fetvâ verme (iftâ) faaliyeti de dinî hükümlerin ve mezheb görüşlerinin âdeta günlük hayata uyarlaması mâhiyetindedir. Bu sebeple fetvâ kitablarının da temel dinî bilgilerin yaygınlaşması ve ferdlerin bu konudaki amelî ihtiyacının giderilmesinde etkin bir rolü olmuştur. Bu zengin tedvin faaliyeti içinde bütün müslümanlar için kaçınılmaz olan asgari ortak bilgilerin, ayrıca her müslümanın kendi durumuna göre bilmesi gereken temel dinî bilgilerin özlü bir şekilde ve belli bir mezheb geleneğine bağlı kalınarak yazıldığı kitablar ile fetvâ kitabları İslâm toplumundaki ilmihal geleneğinin ilk nüvelerini teşkil ederler. İlmihal bilgileri arasında İslâm toplumunun dinî hatta günlük hayata ilişkin tecrübe birikimi ve geleneği de ana hatlarıyla mevcuttur. Böylece dinî eğitim için başlangıç, dinî hayat açısından ortak payda değerindeki ilmihal bilgileri, ferdler için de kaçınılmaz pratik bir ihtiyacı karşılamıştır. Çünkü dinî hükümleri aslî kaynağı olan şer’î delillerden elde etme ve elde edilen bilgiler ile günlük hayatın ihtiyaç ve problemleri arasında bağ kurma ciddi bir ilmî çabayı, bilgiyi ve uzmanlığı gerektirdiğinden her bir müslümandan böyle bir çabayı beklemeye imkân bulunmadığı gibi buna ihtiyaç da yoktur.
İlmihal bilgilerinin başında inanç, ahlâk ve ibâdet esasları ile hemen herkesin günlük hayatta karşılaştığı meselelere ilişkin temel hükümler gelir. İlmihal kitablarının özünü oluşturan fetvâ kitablarında fıkhın genel bir özeti ve sıkça karşılaşılan fıkhî meselelerin çözüm örnekleri verilmiştir. Geniş ilmihal kitablarında ise inanç, ahlâk, ibâdet ve helâl-haram yanı sıra peygamberler tarihi, MuhaMMed aleyhisselâm’ın hayatı ve örnek ahlâkı (siyer) ile aile hukuku (münâkehât) bölümleri de yer alır. Çünkü bu konular da hem her müslümanın öncelikle bilmesi gereken bilgileri, hem de ferdî hayatında devamlı yüz yüze kaldığı problemlerin cevaplarını içermektedir..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

BEŞİNCİ BÖLÜM

TEMİZLİK.:

I. İLKELER ve AMAÇLAR.:

Kur’ÂN-ı Kerîm'in birçok âyetinde, Peygamber aleyhisselâm’ın hadislerinde ve örnek hayatında temizliğin önemi ve gerekliliği üzerinde ısrarla durulmuş, genel anlamda temizlik ve ibâdet amaçlı temizlikle ilgili birtakım ilke ve ölçüler getirilmiş ve temizlik bazı ibâdetler için ön şart sayılmıştır. Bu, İslâm Dininin dünyâ hayatına hem âhirete uzanan bir köprü olması hem de insanın yaratılışından beklenen ulvî gaye ve hikmetlerin gerçekleşme alanı olması cihetleriyle önem vermesinin, insan hayatını maddî ve mânevî yönleriyle bir bütün halinde ele almasının ve neticede bu hayatı düzene koymada ferde yardımcı olmasının tabii bir sonucudur. Çünkü din, özü i’tibâriyle mânevî kirlerden arınma, ALLAH’ı tanıma, O'na itaat ve ibâdet etmeden ibâret gibi görünse de ruhun yücelişi ve insanın böyle mânevî bir bağlantı ortamına geçebilmesi için insanı çevreleyen fizik şartların da buna uygun olması gerekir. İbâdet hayatıyla ve mânevî temizlenme ile beden ve çevre temizliği arasında sıkı bir bağın kurulması hatta Kur’ÂN'da temizlikten, hem maddî hem de mânevî temizliği kapsayacak şekilde genel bir anlatımla söz edilmesi böyle bir anlam taşır. Öte yandan İslâm Dini ferdin âhiret kadar dünyâ hayatında da her yönden mutlu ve huzurlu olmasını arzu ettiği, müslümanların sağlıklı ve güvenli bir toplum oluşturmasını dinî hayat için âdeta ön şart mesabesinde gerekli gördüğü için, başta beden temizliği olmak üzere maddî temizliği de dinî mükellefiyet kapsamında görmüş, bu konuda ferde bir dizi ödev ve sorumluluk yüklemiştir..

İslâm kültüründe genel anlamdaki temizlik ile ibâdet amaçlı temizlik birbirini tamamlar ve birlikte bir anlam ifâde eder. Bu sebeple İslâm bilginleri temizliği maddî temizlik, hükmî temizlik ve mânevî temizlik şeklinde üç safhalı bir faaliyet olarak görmüşlerdir. Beden, elbise ve çevre temizliği şeklinde ifâde edilebilecek olan maddî temizliğin de, genelde ibâdete hazırlık ve ön şart olarak, kimi durumda ibâdet olarak değerlendirilmiş olması, ona, İslâm kültüründe bir ibâdet içeriği kazandırıldığını gösterir. Abdest ve gusül, hükmî temizlik kademesidir. Üçüncü kademede ise kişinin uzuvlarını gıybet, yalan, haram yemek, mala hıyanet etmek gibi günahlardan, kalbini haset, kibir, gösteriş, hırs ve benzeri kötü huy ve hastalıklardan, hatta benlik ve bilincini ALLAH’ın gayrısından (mâsivâ) temizlemesi gelir. Müslümanın kademe kademe arınması ve temizlenmesi, ALLAH’ın huzuruna böyle bir safiyet ve arılıkla çıkması öğütlenir..

Maddî temizlik İslâm Dininin fevkalâde önem atfettiği bir konudur. Kur’ÂN-ı Kerîm'de çevrenin ve ibâdet yerinin temizliğinden söz edilir, ALLAH’ın temizlik konusunda titizlik gösterenleri sevdiği bildirilir.:


وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِّلنَّاسِ وَأَمْناً وَاتَّخِذُواْ مِن مَّقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَن طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
“Ve Biz beyt'i (Kâbe'yi) insanlar için sevap (kazanılan) ve emin olan (bir yer) kılmıştık. Ve siz, İbrâhîm'in makamından bir namaz yeri ittihaz edinin. Ve Biz, İbrâhîm (aleyhisselâm)'a ve İsmail (aleyhisselâm)'a: “Tavaf edenler, âkifler (ibadet için kalanlar), rükû ve secde edenler için beytim'i temiz tutsunlar.” diye ahdettik.” (Bakara 2/125)

لاَ تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَن تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ
“Ebediyyen orada namaz kılma (ikâme etme). İlk günden takva üzerine tesis edilen (kurulan) mescid, orada namaz kılmak için elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi (kalbini temizlemeyi, arınmayı) seven adamlar vardır. Ve Allah, temizlenmiş (arınmış) olanları sever.”(Tevbe 9/108)

وَإِذْ بَوَّأْنَا لِإِبْرَاهِيمَ مَكَانَ الْبَيْتِ أَن لَّا تُشْرِكْ بِي شَيْئًا وَطَهِّرْ بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْقَائِمِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
“Hz. İbrâhîm'e Beyt'in mekânını (Kâbe'nin yerini) indirdiğimiz (gösterdiğimiz) zaman: “Bana hiçbir şeyi ortak koşma! Ve Beytim'i (Evim'i) tavaf edenler, kaim olanlar (ayakta duranlar), rükû edenler ve secde edenler için temiz tut.” (dedik).”(Bakara 2/125) (Hac 22/26)

Peygamberimiz aleyhisselâm da;

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Temizlik imânın yarısıdır” buyurmuştur.
(Müslim, Tahâret, 1)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH temizdir, temizliği sever” buyurmuştur.
(Tirmizî, Edeb, 41)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Namazın anahtarı temizliktir” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Salât, 73; Tirmizî, Tahâret”, 3)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem; değişik vesilelerle beden ve çevre temizliğini emretmiş veyâ tavsiye etmiş, bu konuda davranışlarıyla ashabına ve bütün müslümanlara örnek olmuştur. İslâm'ın bu ısrarlı takibi neticesinde temizlik müslümanların hayatına dinî yönü de bulunan bir kültür ve gelenek olarak yerleşmiş, fıkıh kitablarının ilk bölümünü temizlik (tahâret) konusu teşkil etmiştir. Bu bölümde ibâdetlere hazırlık mâhiyetinde ve onların ön şartı olan abdest, gusül, teyemmüm gibi hükmî temizliğin yanı sıra suların temizliği, dinen ve maddeten pis (necis) sayılan şeyler, temizlenme usulleri gibi konuların da ayrıntılarıyla ele alındığı görülür. Görünür kir ve pisliklerin giderilmesi “necâsetten tahâret, abdestsizlik durumunun kaldırılması ise “hadesten tahâret” olarak adlandırılır. Her iki tür temizlik de ibâdete hazırlık olmakla birlikte aralarında mâhiyet farkı olduğu açıktır. Bu farkı göstermek üzere Türkçe ilmihal kitablarında birincisine “maddî temizlik”, ikincisine “dinî temizlik” veyâ “mânevî temizlik” denilmiştir. Her iki nitelendirme eksik olduğu gibi yanlış anlaşılmaya da müsaittir..

İslâm Dini, beden ve elbise temizliğini emrettiği gibi, kalb ve gönül temizliğini de emretmiştir. Beden ve elbise temizliği, görünen kir ve pisliklerin temizlenmesi anlamına gelir ve buna “maddî” (dış) temizlik denir. Dinimizin, üzerinde daha önem ve titizlikle durduğu temizlik ise kalb ve gönül (iç) temizliğidir. Kalbin temizliği, dünyevî ilişkiler boyutunda, insanın hemcinslerine karşı kötülük, kin ve haset gibi olumsuz duygulara kalbinde yer vermemesi, aksine iyilik ve hoşgörüyü ilke edinmesi anlamına geldiği gibi, tasavvufî boyutta, kalbin mâsivâdan arınması anlamına gelir ki her iki boyutuyla kalbin temizlenmesi, “gerçek” bir temizliktir. Bununla birlikte kalbden giderilen şey duyularla algılanır bir kir olmadığı için bu temizlik, maddî olmayan anlamında “mânevî” temizlik olarak nitelendirilmiştir. İslâm Dini gerek maddî, gerekse mânevî temizliği önemle ve ısrarla emrettiğinden, bu iki tür temizlik için en genel anlamda “dinî temizlik” nitelemesini yapmak da mümkündür. Üçüncü bir temizlik çeşidi ise, özellikle namaz ibâdeti için öngörülen ve fıkıh kitablarında “hadesten tahâret” olarak isimlendirilen “ibâdet amaçlı temizlik”tir. Bu tür temizlik, mâhiyetçe bahsi geçen iki tür temizlikten farklı olduğu için bunun isimlendirilmesinde bazı sıkıntılar yaşanmıştır. Maddî ve mânevî temizliğin dinin emri olduğu ikinci plana düşürülecek şekilde, sadece bunun “dinî temizlik” olarak isimlendirilmesi uygun değildir. Çünkü, “dinî temizlik” ifâdesinin, hem maddî (dış) temizlik hem mânevî (iç) temizlik hem de ibâdet için öngörülen bu özel temizlik türünü içine alacak şekilde kullanılması mümkündür. İbâdet amaçlı temizliğin, “hükmî temizlik” olarak nitelendirilmesi de eksik olup bazı zorluklar taşımaktadır. Çünkü “hükmî temizlik” ifâdesi, esasında, “gerçek temizlik” mukabili olarak kullanılmakta, dolayısıyla gerçek temizliği içermemektedir. Halbuki abdest ve gusül, ibâdet amaçlı olmakla birlikte gerçek temizliği içermektedir. Bu bakımdan “hükmî temizlik” ifâdesi, sadece ibâdet amaçlı olmakla birlikte gerçek temizlik içermeyen “teyemmüm” için kullanılabilir.
Diğer temizlik türlerinden ayırmak üzere, ibâdete hazırlık olduğu için vesile ibâdet olarak kabul edilen abdest, gusül ve teyemmüm için, “ibâdet temizliği” veyâ “ibâdet amaçlı temizlik” ta’birini kullanmak daha doğru ise de, yaygın kullanıma uyarak “hükmî temizlik” ifâdesini kullanmayı şimdilik sürdüreceğiz.

Tahâret.: Temizlik. Nezafet. Temizlenmek. * Fık: Habes, necaset denilen maddeten en pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir mâninin zevalidir.
necis.: Temiz olmayan. Pis.
Necâset.: Pislik, kazurat, murdarlık.
Hades.: Fık: Abdest almayı icabettiren hal. Bazı ibadetlerin yapılmasına mâni olan ve necaset-i hükmiye sayılan hal. * Pislik..
Teyemmüm.: Kasd. * Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle yapılan bir ameliyedir..


II. MADDÎ ve HÜKMÎ TEMİZLİK.:

Şüphesiz ki maddî temizliğin ölçütü ve temizlenme yolları toplumların kültür ve gelenekleriyle, şart ve imkânlarıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu sebeple de İslâm Dini, hem temizliğin gereklilik ve önemîni sıklıkla vurgulayarak bu konudaki ana fikri canlı tutmaya, hem de hitap ettiği toplumların temizlik kültür ve usullerini imkânları ölçüsünde daha iyiye doğru geliştirmeye önem vermiştir. Böyle olduğu için de İslâm toplumlarında temizlik ana fikri, İslâm kültürünün aslî unsurlarından birini teşkil etmiştir. Suyun İslâm medeniyetinde ayrı bir önem kazanmasının bir sebebi de bu olmalıdır. Öte yandan suyun temizliği ve su ile temizlenme başta olmak üzere temizlik araç ve gereçlerinin toplumların şart ve imkânları, pozitif bilimlerin bu konudaki katkısı nisbetinde giderek değiştiği ve iyileştiği de açıktır. Bu sebeple fıkıh kitablarında çevre ve beden temizliği konusunda yer alan çeşitli kıstas ve usuller bir yönüyle İslâm âlimlerinin temizlik konusuna verdiği önemi, onların bu gayeyi gerçekleştirmeye mâtuf çabalarını, bir yönüyle de içinde bulunulan şart ve imkânlara bağlılığı yansıtır. Temizlik İslâm'ın çok önem verdiği dinî bir vecîbe ve sağlıklı yaşamanın önemli bir şartı olmasının yanı sıra insan olmanın onur ve şerefinin de gerektirdiği tabii bir durumdur. Fıkhî bir terim olarak tahâret (temizlik), hem maddî pislikten ve kirlerden hem de hükmî kirlilik halinden (hades) temizlenmeyi kapsar. Bu sebeple hükmî temizlik aynı zamanda maddî temizliği de içine alır. Diğer bir ifâdeyle, ferdin bedenini ve çevresini maddî kirlerden temizlemesi, hükmî temizlik için genelde ön şart durumundadır. Maddî temizliğin tabii usulü su ile temizliktir. Bu yüzden fıkıh kitablarında suyun kendisinin temiz olması ve temizlikte kullanılması konusu üzerinde öncelikle ve önemle durulur. Suyun bulunmadığı veyâ temizleyici nitelikte olmadığı durumlarda diğer temizleme araç ve usullerine başvurulur. Öte yandan temizliğin gerektiği şekilde yapılabilmesi için hükmî kirlilik hallerinin yanı sıra dinen kir ve pis (necis) sayılan şeylerin ve bunların temizlenme usullerinin de bilinmesi gerekir. Bu çerçevedeki bilgilerin bir kısmı bilimsel araştırma, tahlil ve deneyimi gerektirse de önemli bir kısmı bizzat ferdler tarafından bilinip uygulanabilecek durumdadır. Bu sebeple de maddî ve hükmî temizlikle ilgili temel bilgiler ve pratik çözüm yolları ferdî mükellefiyet kapsamındaki ilmihal bilgileri arasında yer almıştır.

A-) SULARIN HÜKMÜ.:

Kur’ÂN-ı Kerîm'de ALLAH’ın insanı ve diğer canlıları sudan yarattığı (Enbiyâ 21/30, Nûr 24/45, Furkân 25/54);


أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ
“İnkâr edenler (kâfirler), semaların ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz, o ikisini (birbirinden) ayırdık. Ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmazlar mı?”(Enbiyâ 21/30)

Temizlenme dahil birçok hikmete mebnî olarak gökten temiz su indirdiği (Bakara 2/22, 164, Enfâl 8/11, Furkân 25/48);

الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاء بِنَاء وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
“O (Allah) ki; yeryüzünü sizin için döşek ve göğü bina kıldı. Ve gökten su indirdi. Ve böylece onunla mahsullerden sizin için rızık çıkardı. Öyleyse bile bile Allah'a eşler kılmayın (putlar edinmeyin).” (Bakara 2/22)

Belirtilerek suyun yeryüzündeki varlıkların hayatı açısından önemîne ve aslî temizlik aracı olduğuna işâret edilir. Peygamber aleyhisselâm’ın hadislerinde de yine su ile temizlenmenin önemi sıklıkla vurgulanarak durgun ve akarsuların, yağmur, kaynak, deniz ve göl sularının maddî ve hükmî temizlikte kullanılmasıyla ilgili temel açıklamalar yer alır. Durgun ve akarsuların temizliğinin sağlanması ve korunması, bu konuda önerilen tedbirler, getirilen yasaklamalar hadis kültüründe önemli bir yekün tutar.
Suların temiz sayılması ve temizleyici olması (hükmî temizlikte kullanılabilmesi) konusunda fıkıh literatüründe yer alan ayrıntılı bilgiler, yukarıda sözü edilen hadislerin ışığında müslüman toplumların asırlar boyunca oluşan bilgi ve tecrübe birikimlerinin ürünüdür. Hanefî fıkıh kültüründe su, doğal su özelliğine sâhib olup olmaması yönüyle mutlak ve mukayyed su, yenilenme ve akıcılık özelliğine göre de durgun ve akarsu kısımlarına ayrılır. Sularla ilgili pratik bilgiler, literatürde bu ayırım ve adlandırma içinde verilmeye çalışılır.

a-) Mutlak Su – Mukayyed Su.:
Yaratıldığı tabii halini koruyan, mâhiyetini değiştirecek başka maddeler karışmamış suya mutlak su denilir. Yağmur, kar, deniz, ırmak, kaynak ve kuyu suları normalde böyledir. Mutlak suyun üç özelliği ve iki tabiatı vardır. Özellikleri, rengi, kokusu ve tadıdır; iki tabiatı da inceliği ve akıcılığıdır. Öte yandan mutlak su, temiz ve temizleyici olup olmama yönüyle beş k ısma ayrılır. Suyun temizleyici sayılması, abdest ve gusül gibi hükmî temizlik aracı olabilmesinin câiz oluşunu, temiz sayılması ise diğer maddî temizlik ve kullanım aracı olabilmesini ifâde eder.:

1-) Rengi, kokusu ve tadı bozulmamış, içine pis bir madde karışmamış, kullanılması mekruh ve şüpheli hale gelmemiş sular hem temiz hem de temizleyici sayılırlar. Tabiatta normal halde bulunan mutlak sular kural olarak böyledir. İnsanın, at, deve, sığır, koyun ve keçi gibi eti yenen hayvanların ve kuşların artığı sular da, bu sulara maddî bir pislik bulaşmadığı sürece kural olarak hem temiz hem temizleyicidir..
2-) Temiz ve temizleyici olmakla birlikte kullanılması mekruh olan sular: Tavuk gibi eti yenen, kedi gibi eti yenmeyen evcil hayvanların, çaylak, doğan gibi yırtıcı kuşların artığı sular böyledir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kedi hakkında.: “O pis değildir, çünkü aranızda dolaşıp duran yaratıklardandır” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 38)

Buyurarak bunlardan sakınmanın imkânsızlığına işâret etmiştir. Eti yenmeyen yırtıcı kuşların gagaları kemik olduğundan, artığı sular diğer yırtıcı hayvanlarınkinden farklı görülmüştür. Bu tür sularla abdest almak veyâ gusletmek mekruhtur. Ancak normal su bulunmadığında bu sular hem abdest ve gusül gibi hükmî temizlikte hem de maddî temizlikte kullanılabilir..

3-) Abdest, gusül gibi hükmî temizlikte kullanılmış olan sular (mâ-i müsta’mel), maddî bakımdan temiz olsalar bile ikinci defa hükmî temizlikte kullanılamaz. Fâkihler bu suların temizleyici olmadığını söylerken bunu anlatmak istemişlerdir. Ancak fâkihlerin çoğunluğu aslî özelliklerini kaybetmemesi ve maddî bir kirlilik de taşımaması kaydıyla kullanılmış suyu temiz sayar ve bu suyun maddî temizlikte kullanılabileceğini söyler. Bazı fâkihlerin ise ihtiyatla hareket edip kullanılmış suları dinen necis su grubunda mütalaa ettiği görülür. Bu görüş ayrılıkları suyun kıt olması halinde kullanılabilecek bazı ruhsatlar içermesi sebebiyle faydadan hâlî değildir. Abdestsiz veyâ cünüb olan kimsenin suyu almak veyâ sıcaklığına bakmak amacıyla elini suya sokmasıyla bu su kullanılmış sayılmaz.
4-) Temiz ve temizleyici olmayan sular: İçine pislik düştüğü kesin olarak veyâ gâlib zan ile bilinen –tanımı aşağıda gelecek olan– az miktardaki sular ile içine düşen pislikten dolayı rengi, tadı veyâ kokusu bozulan büyük su birikintileri ve akarsular böyledir. Köpeğin, eti yenmeyen vahşi hayvanların artığı sular da temiz değildir.
5-) Eşek ve eşekten doğan katırın artığı suların hükmî temizlikte kullanılıp kullanılmayacağı ise şüphelidir. Temiz su bulunmadığında bunlarla abdest ve gusül alınır ve ayrıca teyemmüm yapılır. İçine temiz bir maddenin katılmasıyla incelik ve akıcılığını kaybeden mutlak sulara veyâ tabii bir oluşumla meydana gelip özel bir isimle anılan sulara “mukayyed su” ta’bir edilir. Gül suyu, meyve suyu, maden suyu, diğer helâl meşrubat türleri veyâ içinde nohut, mercimek benzeri temiz şeylerin pişmesiyle incelik ve akıcılığını kaybeden sular böyledir. Mutlak sular temiz ve temizleyicilik özelliğini kaybetmediği sürece hem maddî pisliğin temizlenmesinde hem de hükmî temizlikte kullanılabilirken mukayyed sular, normal su bulunmadığı zaman sadece maddî temizlikte kullanılabilir.

Hanefîler dışındaki diğer mezheblerde sular genellikle.:
1-) Temiz ve temizleyici sular,
2-) Temiz fakat temizleyici olmayan sular,
3-) Temiz olmayan yani necis sular şeklinde üç kısma ayrılarak incelenirse de, bu konuda genellikle tecrübe ve gözleme dayalı bilgiler kullanıldığından mezhebler arasında kayda değer bir görüş farklılığı yoktur.

b-) Durgun Su – Akar Su.:
Suyun durgun veyâ akar olması, durgun ise miktarı, o suyun temiz ve temizleyici olma özelliğini belirlemede etkin rol oynar. Akar sular ile büyük havuz niteliğindeki durgun sular üç temel vasfından biri değişmedikçe yani rengi, tadı veyâ kokusu bozulmadıkça içine düşen bir pislikten dolayı temiz ve temizleyicilik özelliğini yitirmez. Buna karşılık küçük havuz niteliğindeki durgun sular, içine bir pislik düşmekle üç temel vasfında değişme olup olmadığına bakılmaksızın temiz ve temizleyici olmaktan çıkar. Kural bu olmakla birlikte büyük ve küçük havuz ayırımında nasıl bir ölçünün kullanılacağında fıkıh mezhebleri arasında görüş farklılıkları vardır. Hanefîler'e göre durgun suyun derinlik ve hacminden çok yüzey genişliği önemlidir. Hanefîler'e göre su, avuçlandığında elin dibe değmeyecek derinlikte olması kaydıyla, yüzeyinin yaklaşık olarak 50 m2 olması, Şâfiî ve Hanbelîler'e göre ise hacminin iki kulle (yaklaşık 206 litre) ve daha fazla miktarda olması halinde büyük havuz hükmünü alır. Mâlikîler'e göre ise normal abdest ve gusül suyu kabının alacağı su az su hükmündedir.
Fâkihlerin bu konudaki yaklaşım ve kıstasları dikkatlice incelendiğinde, onların hem suyun aslî özelliğini korumasına önem verdikleri hem de içine küçük bir pislik düştü diye bol miktarda suyun kullanılamaz olmasını önlemek istedikleri görülür. Böyle olunca suyun temînindeki kolaylık ve zorluk, suya düşen pisliğin tür ve miktarı da göz önünde bulundurulmak kaydıyla, mezheblerin bu konudaki farklı görüşlerinin bir ruhsat olarak değerlendirilebileceği, kişilerin kendi kültür, imkân hatta kalbî mutmainlikleri açısından bu ruhsatlardan birini seçebileceği söylenebilir. Diğer yandan suyun temel özelliklerinde bir bozulma olduğunda veyâ yapılan bilimsel incelemeler ve laboratuvar tahlilleri sonunda insan sağlığı ve çevre için zararlı olduğu tesbit edildiğinde bu suyun kullanımının dinen de câiz olmayacağı açıktır. Çünkü insanın sağlık, güvenlik ve huzur içinde yaşaması dinin genel hedeflerinden biri olduğu gibi bilimin de ana gayesini oluşturur. Bu sebeple fıkıh kitablarında suyun maddî ve hükmî temizlikte kullanılabilmesi için aranan şartlar, suyun kullanımının dinî hükmüyle ilgili nihaî bir ölçü ve çözüm olarak değil, ferdlere günlük yaşayışlarında kolaylık sağlamayı ve ortalama bir ölçü getirmeyi amaçlayan öneri ve katkılar olarak anlaşılmalıdır. Nitekim madenî kaplara konup güneşte ısıtılan suyun kullanımını bazı fâkihlerin mekruh gördüğü, bunu söylerken de bu tür suların sağlığa zararlı olduğu noktasından hareket ettikleri bilinmektedir. Böyle olunca suyun temizliği konusunda fıkıh kültürümüzdeki bu tür yaklaşımları ilke ve amaç yönüyle değerlendirip günümüzdeki teknolojik gelişmelerden, arıtma ve tahlil imkânlarından ve pozitif bilimin sonuçlarından âzami ölçüde yararlanmak vazgeçilmez bir önem taşımaya başlamıştır..

B-) MADDÎ ve HÜKMÎ KİRLİLİK.:

İslâm Dini ferdî ve sosyal hayatın her alanında maddî temizliğe âzami titizliğin gösterilmesini istediği, belirli ibâdetler için de buna ilâve olarak hükmî temizliği şart koştuğu içindir ki, maddî ve hükmî temizlik ve onun karşıtı olarak maddî ve hükmî kirlilik fıkıh ve ilmihal kültürünün temel kavramları arasında yer almıştır. Fıkıh literatüründe “tahâret” her iki tür temizliği de içine alan geniş bir kapsama sâhibken maddî kirlilik genelde “necâset”, hükmî kirlilik de “hades” terimleriyle ifâde edilir. Beden, elbise ve namaz kılınacak yerde bulunan, namaz ve benzeri ibâdetlerin sıhhatine de engel olan hakiki yani maddî pisliklerden temizlenmeye “necâsetten tahâret”, abdestsizlik ve cünüblük gibi hükmî kirlilikten temizlenmeye de “hadesten tahâret” denilir. Her iki tür temizlik de namaz ve benzeri ibâdetlerin ön şartı konumundadır.:

a-) Necâset.:
Necâset, hakiki ve maddî pislik, kirlilik demek olup böyle maddeye “necis” ta’bir edilir. İslâm'da bir şeyin temiz olması asıl olup necâset ârızî bir vasıftır. Bu sebeple fıkıh kitablarında dinen necis sayılan maddeler ve necis sayılma ölçüleri zikredilmekle yetinilir. Ana hatlarıyla ifâde etmek gerekirse, etinin yenmesi ister helâl ister haram olsun, akıcı kanı olan kara hayvanlarından dinî usule uygun biçimde boğazlanmadan ölen veyâ öldürülen ve bu hükümde olan hayvanların etleri necistir. Kan, domuz eti, sarhoş edici içkiler, insan idrarı, dışkısı ve ağız dolusu kusmuğu, etinin yenmesi helâl olmayan hayvanların eti, idrarı ve dışkısı dinen necis (pis) olduğunda ittifâk edilen maddelerdir. Fâkihlerin çoğunluğu şaRABBı da maddeten necis saymışlardır. Eti yenen hayvanların idrar ve dışkısını Mâlikî ve Hanbelîler necis saymazken Şâfiîler necis sayar. Hanefîler'e göre tavuk, kaz gibi kümes hayvanlarının dışkıları “necâset-i galîza” (ağır pislik), sığır, koyun, geyik gibi dört ayaklı hayvanlarınki ise “necâset-i hafîfe” (hafif pislik) olarak nitelendirilir. Hanefîler'e göre at, eşek ve katırın idrar ve dışkısı ile havada pislemeleri sebebiyle sakınılması zor olduğu için, atmaca, kartal, güvercin gibi kuşların dışkıları, hafif pislik grubundadır. Domuz ve köpekte ihtilâf olmakla birlikte canlı hayvanların bedenleri necis olmayıp salya, idrar ve dışkıları etinin hükmüne tâbi olarak ağır veyâ hafif necis sayılır. Hayvanların derisi tabaklanınca temiz olur. Hanefîler domuz derisini, Şâfiîler domuz ve köpek derisini hariç tutarak meytenin (murdar hayvan) derisinin tabaklanınca temiz olacağı görüşündedir. Meytenin, içine kan nüfuz etmeyen boynuz, kemik, tüy, diş gibi katı cüzleri de Hanefîler'e göre temizdir. Hanefî ve Mâlikîler'e göre meni necis olsa da kurumuş ise ovalamakla temizlenmiş sayılır..

İslâm Dini temizliğe büyük önem vermiş olup bu aynı zamanda insanın sağlam yaratılışının da gereğidir. Vücut, elbise ve çevredeki necis maddelerin her bir zerresinin en iyi şekilde temizlenmesi arzu edilen bir şeydir. İdeal olan bu olmakla birlikte böyle bir temizlik her zaman için mümkün olmayabilir. Bu sebeple de İslâm bilginleri Kur’ÂN ve Sünnet'teki kolaylık ve kolaylaştırma ilkesinden hareketle ibâdetler için gerekli maddî temizliğin alt sınırını belirlemede bazı ölçüler getirmeye çalışmışlardır. Bu aynı zamanda namaz temizliği için hoşgörü sınırını da belirlediği için ferdî-dinî mükellefiyet açısından önem taşır. Hanefî fâkihlerinin necis maddeleri ağır pislik-hafif pislik şeklinde ayırmaları da bu anlayışın ürünüdür.
Ağır necâset ile hafif necâset arasında kirlenmeye yol açma yönüyle bir fark yoktur, ikisi de kirlilik sebebidir. Bu ayırım daha çok namazın sıhhatine engel olup olmama yönüyledir. Ağır sayılan necis madde eğer katı ise yaklaşık 3.5 gramı (1 dirhem), sıvı ise el ayasını (avuç içi) kapsayacak miktarı ve fazlası vücut, elbise veyâ namaz kılınacak yerde bulununca namazın sıhhatine engel olur. Hafif necâsetin ise bir uzvun veyâ onu örten elbisenin dörtte birinden az miktarına bulaşmış olması namazın sıhhatine engel olmaz. Temiz olmayan bir maddenin hoşgörü sınırını aşmayan miktarı ile namaz kılmak mekruh sayıldığından, namaza başlanmadan önce her türlü kir ve pis maddelerden temizlenmek gerekir.
Öte yandan, dinde güçlüğü giderip kolaylığı sağlama düşüncesiyle, kaçınılması zor olduğu için vücut ve elbiseye sıçrayan idrar serpintileri, sokaklarda yürürken sıçrayan çamur parçaları, sinek ve benzeri haşerattan bulaşan pislikler, necis maddelerin buhar ve tozu gibi nesneler aynı hoşgörü sınırı içinde bulunmuştur. Bununla birlikte bu tür ruhsatlardan sadece ihtiyaç halinde yararlanmalı, imkân olduğu ölçüde namazda ve namaz dışında vücut, elbise ve çevre temizliğinde âzami ölçüde titizlik gösterilmelidir. Zâten namaz ruhun ALLAH’a yükselişini ve O'nun huzurunda duruşu simgelediğinden müslümanın en temiz ve güzel elbisesiyle namaza durması tavsiye edilmiştir. İmkânı olanların sadece namazlarda giymek üzere özel bir elbise edinmesinin yararından söz edenler, her ne kadar öncelikli olarak bu maddî temizliği gözetmiş olsalar da, gerek Peygamberimiz’in ve ashabının tarzlarına uymadığı gerekse ibâdetin gündelik hayatın doğal bir parçası olduğu esprisini zedeleyeceği mülâhazasıyla, özel namaz elbisesi edinmek hoş karşılanmamış, bunun yerine mümkün olduğu ölçüde her zaman temizliğe dikkat etmenin gerektiği vurgulanmıştır..

b-) Hades.:
Hades fıkıh dilinde, abdestsizlik veyâ cünüblük sebebiyle insanda meydana geldiği var sayılan hükmî kirliliği veyâ bu kirliliğin sebebini ifâde eder. Hades, büyük hades ve küçük hades şeklinde ikiye ayrılır. Gusülle giderilebilen cünüblük (cenâbet), hayız ve nifâs gibi hükmî kirlilikler büyük hades, abdestle giderilebilen hükmî kirlilik de küçük hadestir. Buna bağlı olarak gusül büyük hükmî temizlik, abdest de küçük hükmî temizlik adını almıştır. Buna göre cünüblük, hayız ve nifâs halleri büyük hükmî kirlilik halini, abdesti bozan sebeplerin varlığı da küçük hükmî kirlilik halini doğurur. Bu kimselerin tâbi olacağı dinî mükellefiyet ve hükümler aşağıda ayrı ayrı anlatılacaktır..

C-) TEMİZLEME YOLLARI.:

Hükmî kirlilik hali demek olan hadesten, hükmî temizlik usulü olan ve her birinin kendine mahsus ayrıntılı hükümleri bulunan abdest, gusül ve teyemmümle temizlenilir. Dinen temiz sayılmayan maddî kirliliğin (necâset) ise çeşitli yol ve usullerle giderilmesi mümkündür. Hanefî Mezhebinde necâseti temizleme yolları konusunda sosyal şartlar ve ihtiyaçlar dikkate alınarak daha toleranslı davranılmış ve kolaylık ilkesine ağırlık verilmiştir. Mâlikî Mezhebinin bu konudaki tavrı da Hanefî Mezhebine yakındır. Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde ise namazın sıhhatine engel olur düşüncesiyle temizlik konusunda daha sıkı şartlar getirildiği görülür. Özetle ifâde etmek gerekirse, temizliğin en genel ve tabii usulü su ile yıkamaktır. Suda kaynatma, ateşe sokma, silme, ovalama ve kazıma, kurutma, üzerine toprak serpme, içindeki suyun bir kısmını veyâ tamamını boşaltma, yapı değişikliği (istihâle), boğazlama ve tabaklama başlıca temizleme yol ve usulleri olarak zikredilebilir. Bunlar arasında içine necis bir maddenin düştüğü havuz, depo ve kuyuların temizliği ile büyük ve küçük abdest bozduktan sonra yapılacak beden temizliği ayrı bir önem taşır.:

a-) Depo ve Kuyuların Temizlenmesi.:
Fıkıh literatüründe kuyu, havuz ve depo sularının sağlık kurallarına uygun biçimde korunması, kirletilmeyip temiz tutulması, içine bir pislik düştüğünde ise temizlenmesi usulleri üzerinde önemle durulmuştur. Hanefî fâkihleri, durgun suları büyük ve küçük havuz şeklinde ikiye ayırıp büyük havuzun yani “çok su”yun miktarını belirlemede suyun yüzey genişliğini esas almışlardır. Hanefîler'in bu ölçüsü gereği kuyular küçük su hükmünde olduğundan, içine necis bir madde düştüğünde temizlenmesi için duruma göre belli miktarda suyun, bazan da kuyunun tamamen boşaltılması gerekli görülür. Şâfiî ve Hanbelîler ise büyük havuz-küçük havuz ayırımında suyun hacmini esas almışlardır. Görüş ve ölçüleri ne olursa olsun, fâkihlerin hareket noktası, suyun gerekmedikçe pis sayılmasını ve israfını önlemek, bunun yanı sıra suyun, içine düşen pislikten etkilenmeyecek ölçüde çok olması ve suyu kullanan kimsenin pislikle temâs ihtimalinin de iyice zayıflaması durumunda suyu büyük havuz saymak olmuştur. Bununla birlikte bu konuda benimsenen ölçü ve miktarlar bu hukukçular tarafından aklî istidlâlle ve yapılan bazı deneylerle bulunmuş ictihadî görüşlerden ibârettir. Böyle olunca kuyu, havuz ve deponun ne miktarı boşaltıldığında ve hangi usuller uygulandığında dinen temizlenmiş sayılacağı hususu, suyun sağlık kurallarına fizikî ve maddî temizlik ölçülerine uygun olması gereğinden ayrı düşünülemez.
Fâkihlerin konuyla ilgili ölçü ve önerileri suyun hem maddî yönden temizliğini sağlamayı hem de dinî yönden temiz ve temizleyici oluşuna açıklık getirmeyi amaçlar. Böylece bu suyla yapılan hükmî temizliğin ve ona bağlı olarak yapılan ibâdetlerin sıhhatiyle veyâ iâde yükümlülüğüyle ilgili objektif ve mâkul ölçüler geliştirilip kargaşanın ve keyfîliğin önlenmesine, mükelleflere kolaylık ve iç huzuru sağlanmasına çalışılmıştır. Fıkhın ilk dönemlerde ferdî ve sosyal hayatla ilgili bütün problemlere eğildiği ve müslüman toplumların âdeta hayat bilgi ve tecrübesini de kapsadığı düşünülürse, suyun temizliği ve temizlenme usulüyle ilgili bu görüşlerin fâkihlerin bilgi ve tecrübe birikimlerini yansıtan ve maddî temizlik için ortalama bir tedbir getirmeyi amaçlayan görüşler olarak algılanması daha doğru olmaktadır. Bu konuda suyun temînindeki veyâ boşaltılmasındaki zorluklar, suya düşen necis maddenin miktarı, suyun miktarı ve şahısların kalben tatmin olmalarının da ayrı ayrı önemli olduğuna, kişilere bu çerçevede bir inisiyatif kullandırmanın doğru ve yeterli olacağına işâret etmek gerekir. Netice i’tibâriyle suya dinen pis sayılan veyâ sağlık açısından zararlı bir maddenin düşmesi halinde bu depo, havuz ve kuyunun mümkün olduğu miktarda boşaltılması, ayrıca fen bilimleri ve sağlık açısından da yeterli düzeyde ve usulde temizliğin sağlanması gerekir..

b-) İstibrâ ve İstincâ.:
İslâmî öğretiler bütün hayatı kuşatıcı nitelikte olduğu için, bu öğretilerde zaman zaman şahısların en özel ve mahrem görünen durumlarıyla ilgilenildiği ve bu konuda bazı emir ve tavsiyelerde bulunulduğu da olur. Tuvâlet âdâbıyla ilgili olarak hadislerde ve fıkıh kültüründe birtakım kural ve önerilerin bulunması böyledir.
Küçük ve büyük abdest bozduktan sonra yapılması gereken maddî temizlik, gerek bunun akabinde yapılacak hükmî temizliğin ve ibâdetlerin sıhhati gerekse ferdin sağlığı, beden ve elbise temizliği açısından önemlidir. Küçük abdest bozduktan sonra idrar yolunda kalabilecek idrar damla ve sızıntılarının tamamen kesilmesi için bir süre bekleme, bundan sonra vücuttaki idrar sızıntılarını temizleme işlemîne fıkıh dilinde “istibrâ” denilir. Özellikle erkekler açısından istibrâ daha önemlidir. Şâyet özür hali söz konusu değilse vücuttan idrar sızıntısı olduğu sürece abdest geçerli olmaz. Bunun için de idrarın vücuttan iyice çıkmasını beklemek, bu amaçla biraz hareket etmek, yürümek veyâ öksürmek gerekebilir. İdrar sonrası abdest alınmayacak olsa bile, temizlik iyi yapılmadığında geriye kalan idrar sızıntısı elbiseye bulaşacağından bu temizliğe dikkat edilmesi her zaman önemîni korumaktadır. Bunun için Peygamber aleyhisselâm idrardan sakınmayı emretmiş, kabir azâbının çoğunun idrardan sakınmama sebebiyle olacağını haber vermiştir. (Buhârî, “Vudû”, 55; İbn Mâce, “Tahâret”, 26).
Çevre temizliği kadar beden ve elbise temizliği de gerek kişinin sağlığı ve beşerî ilişkileri gerekse ibâdet hayatı için önem taşıdığından literatürde “istincâ” terimiyle ifâde edilen temizlik yani büyük abdest bozulduktan sonra dışkı ve idrar yollarında yapılacak dışkı, idrar vb. temizliği de müslümanın hayatında ayrı bir önem taşır. Aslolan bu temizliğin su ile yapılmasıdır. Hatta su ile temizliğin İslâm toplum ve medeniyetinin en belirgin vasıflarından biri olduğu ve bu sebeple müslümanların kavuştukları beden ve elbise temizliğinin Batılılar tarafından da hayranlıkla ifâde edildiği görülür. Su bulunmadığı takdirde bu temizliğin en uygun temizlik araçlarıyla yapılması gerekir. Temizlik sol elle yapılmalı, suyun ve diğer temizlik araçlarının kullanımında israftan kaçınılmalı, fakat temizliğin titizlikle yapılmasından da ödün verilmemelidir. Fıkıh kitablarında eğitim ve ilim aracı olduğu için kâğıdın istibrâ ve istincâda kullanılması doğru bulunmamış ise de günümüzde iki kâğıt türü birbirinden ayrıldığı ve kâğıdın imal ve temîni kolaylaştığı için, özellikle büyük abdest temizliğinde suyun kullanımı ve kurulanma kaçınılmaz olmuştur. Bu i’tibârla Batı toplumlarında yaygın olduğu şekliyle sadece tuvâlet kâğıdı ile temizlenmenin yetersiz olduğunu, su ile temizlik yapıldıktan sonra avret yerinin bez veyâ tuvâlet kâğıdı ile kurulanmasının sağlık ve temizlik açısından daha uygun hatta gerekli olduğunu belirtmek gerekir.

İstibra.: (İstibda') Ayırmak. Uzak etmek. * Küçük abdest bozduktan sonra idrardan temizlenmek, sidik eserinin tamâmen kesilmesini beklemek. * Nikâhla alınan dul bir kadının gebe olmadığına kanaat getirmek için, kadın bir âdet görünceye kadar beklemek.
İstincâ.: Birisinden maksadını istihsal etmek. * İlm-i Hâlde: Pislikten temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik, meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri temizlemek..
En son ahmet tarafından 21 Şub 2021, 20:21 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

III. ABDEST.:

A-) ABDEST'in MÂHİYETİ ve ÖNEMİ.:

Farsça “âb” (su) ve “dest” (el) kelimelerinden oluşan ve “el suyu” anlamına gelen abdest, belirli ibâdetlerin ifâsının ön şartı olan ve kendisi de ibâdet mâhiyetinde görülen bir nevi hükmî temizliktir. Arapça karşılığı güzellik, temizlik ve parlaklık anlamına gelen “vudû’”dur. Fıkıhta abdest, “belli uzuvları usulüne uygun olarak su ile yıkamak ve bazılarını da eldeki su ıslaklığı ile meshetmek” şeklindeki ibâdet temizliği olarak târif edilir. Abdestle ilgili olarak Kur’ÂN-ı Kerîm'de.: “Ey imân edenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı y ıkayın, başınızı meshedin ve topuklara kadar ayağınızı yıkayın. Eğer su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin” buyurulur.


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلاةِ فاغْسِلُواْ وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُواْ بِرُؤُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَينِ وَإِن كُنتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُواْ وَإِن كُنتُم مَّرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاء أَحَدٌ مَّنكُم مِّنَ الْغَائِطِ أَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاء فَلَمْ تَجِدُواْ مَاء فَتَيَمَّمُواْ صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُواْ بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُم مِّنْهُ مَا يُرِيدُ اللّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُم مِّنْ حَرَجٍ وَلَكِن يُرِيدُ لِيُطَهَّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinize ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın ve başlarınıza meshedin ve ayaklarınızı da topuklarınıza kadar yıkayın. Eğer cünüb iseniz o takdirde iyice yıkanıp temizlenin (boy abdesti alın). Eğer hasta veya yolcu iseniz veya biriniz tuvâletten gelmişse veya kadınlara dokunmuş (temas etmiş) ise, eğer su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin. Ve de ondan yüzlerinize ve ellerinize mesh edin, (sürün). ALLAH size güçlük çıkarmak istemez, sizi temizlemek ve sizin üzerinizdeki ni’metini tamamlamak ister. Umulur ki böylece siz şükredersiniz.”(Mâide 5/6)

Bu âyet Medine dönemînde nâzil olmuş ise de, müslümanların Mekke dönemînde mi’râc gecesinde namazın farz kılınmasından i’tibâren namaz öncesinde mendub bir davranış olarak abdest aldıkları bilinmektedir. Âyet bunu müstakil bir hükümle teyit etmiş, ayrıca abdestin her amel için değil namaz için farz kılındığını açıklamıştır. Peygamber aleyhisselâm da hem müslümanlara fiilî olarak abdestin nasıl alınacağını göstermiş hem de abdestsiz olarak kılınacak hiçbir namazın ALLAH katında kabul olunmayacağını belirtmiştir. (Buhârî, “Vudû”, 2; İbn Mâce, “Tahâret”, 47).

Amr İbnu Abese es-Sülemi radıyallahu anh anlatıyor.: "Resûlullah sallallahu aleyhi veselle.: "Sizden kim abdest suyunu hazırlar, mazmaza ve istinşakta bulunur (ağzına ve burnuna su çeker) ve sümkürürse, mutlaka yüzünden, ağzından, burnundan hataları dökülür. Sonra ALLAH'ın emrettiği şekilde yüzünü yıkarsa, sakalın(ın bittiği mahallin) etrafından su ile birlikte yüzü ile işlediği günahlar dökülür. Sonra dirseklere kadar kollarını yıkayınca, ellerinin günahları su ile birlikte parmak uçlarından dökülür gider. Sonra başını meshedince, başının günahları saçın etrafından su ile birlikte akar gider. Sonra topuklarına kadar ayaklarını yıkayınca, ayaklarının günahları, parmak uçlarından su ile birlikte akar gider. Sonra kalkıp namaz kılar, ALLAH'a hamd ve senada bulunur, O'na layık şekilde tazimini gösterir ve kalbinden ALLAH'tan başkasını(n korku ve muhabbetini) çıkarırsa, annesinden doğduğu gündeki gibi bütün günahlarından arınır." buyurdu.
(Müslim, Müsafirin 294, (832))

Abdullah es-Sunabihi radıyallahu anh anlatıyor.: "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Mü'min kul abdest aldıkça mazmaza yaptı mı (ağzını yıkadı mı) günahlar ağzından çıkar. (Burnunu sümkürdü mü) günahlar burnundan çıkar, yüzünü yıkadı mı günahlar göz kapaklarının altına varıncaya kadar yüzünden çıkar. Ellerini yıkadı mı günahlar tırnak diplerine varıncaya kadar ellerinden çıkar. Başını meshetti mi, günahlar kulaklarına varıncaya kadar başından çıkar. Ayaklarını yıkadı mı, günahlar ayak tırnaklarının altına varıncaya kadar ayaklarından çıkar. Sonra mescide kadar yürümesi ve kılacağı namaz nafile (bir ibadet) olur.'' buyurdu.
(Muvatta, Taharet 3 0, (1, 31); Nesaî, Taharet 3 5, (1, 74); İbnu Mâşe, Taharet 6, (283))

Abdest başlı başına maddî temizlik özelliği de taşıyıp sağlık açısından bir dizi faydalar içermekle birlikte esasen hükmî temizlik işlemi ve arınma yoludur. Bunun için de fıkıh dilinde maddî kirlilikten temizlenme “necâsetten tahâret” olarak anılır; hükmî kirlilik olan hadesten temizlik ise birer hükmî temizlik usulleri olan abdest ve gusülle olur. Abdest ile ağız, diş, burun, el, yüz ve ayaklar gibi kirlenmeye ve dışarıdan gelecek mikroplara en açık uzuvlar günde birkaç defa su ile temizlenir. Bu sâyede vücudun sinir sistemi ve kan dolaşımı daha düzenli hale gelir ve vücuda fizikî-tıbbî birçok fayda sağlar. Ayrıca abdest, namaz ibâdetini ifâ için ALLAHu zü’L- CeLÂL’in huzuruna çıkacak mü’minin mânevî ve ruhî hazırlık ve temizliği de demektir. Bu yüzden abdest, maddî temizlikle mânevî temizliği birleştirici, müslümana mânevî yönden destek ve güç sağlayıcı bir anlam ve öneme sâhibtir..

Resim

B-) ABDEST'in GEREKLİLİĞİ.:

Abdest başlı başına ve bizzât amaç olan bir ibâdet değil belli ibâdetleri yapmayı mubah kılan, kulun bu ibâdetlere mânen ve ruhen hazırlanmasına ve bu ibâdetlerden âzami verim elde etmesine yardımcı olan vasıta (vesile) ibâdettir. Bazı ibâdetler ve fiiller içinse abdestli olmak dinen gerekli görülmemiş olsa bile, taşıdığı birçok maddî ve mânevî faydalar sebebiyle tavsiye edilmiştir. Bundan dolayı abdestin dinî değer ve bağlayıcılık hükmü farz, vâcib ve mendub şeklinde üç çeşittir. Namaz kılmak, Kâbe'yi tavaf etmek, tilâvet secdesi yapmak, Kur’ÂN'a dokunmak için abdest dinen gereklidir. Sünnî Mezheblerin çoğu bunların farz olduğunda görüş birliğinde olup yalnız Hanefîler Kâbe'yi tavafta abdesti vâcib görürler. Kur’ÂN'a dokunmak için abdestin farz olduğu hükmü, Kur’ÂN'a ve Sünnet'e de (Vâkıa 56/79; Beyhakî, Sünen, I, 87-88) dayandırılmakla birlikte esasen müslümanların Kur’ÂN'a atfettikleri önemi ve ondan istifâdeyi âzami ölçüye çıkarma gayretlerini yansıtan ve bünyesinde birçok sosyal ve psikolojik gerekçeyi barındıran kolektif şuur konumundadır.


لَّا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ
“O'na, tâhir olanlardan (maddî ve manevî arınanlardan) başkası dokunamaz.”(Vâkıa 56/79)

Yatmadan önce abdest almak, vakit namazları için ayrı ayrı abdest almak, ezân okurken abdestli bulunmak mendub görülmüştür. Hatta mü’mine mânevî destek sağladığı, âdeta mü’minin silâhı olduğu, ayrıca Peygamber aleyhisselâm’ın mümkün olduğu ölçüde abdestli halde bulunduğu göz önünde tutularak İslâm âlimleri mü’minin imkân ölçüsünde her işe abdestli olarak başlamasını ve abdestli bulunmasını tavsiye etmişlerdir. Abdestin yukarıda özetlenen bu dinî hükmünün tabii sonucu olarak abdestsiz kimsenin, cenâze namazı da dahil namaz kılması, şükür ve tilâvet secdesi gibi namaz hükmüne tâbi fiilleri yapması, Kâbe'yi tavaf etmesi, Kur’ÂN'a dokunması ve onu elle tutması câiz görülmez. Abdestsiz olarak Mushaf'a bakarak veyâ ezberden Kur’ÂN okumak ise câizdir. Kur’ÂN yüce RABBin kelâmı olduğu için ona her zaman âzami saygı göstermek, sû-i edeb olarak algılanacak davranışlardan kaçınmak gerekir. Kur’ÂN tilâveti, öteden beri sünnet değer hükmü atfedilen bir ibâdet olarak telakki edildiği için, Kur’ÂN tilâvet ederken hem bu kolektif şuuru incitmemek ve hem de esasen her çeşidiyle ibâdetin abdestli olarak ifâsının ibâdeti tamamlayan bir boyut olması sebebiyle böyle davranıp ibâdet lezzetini daha derinden almak için abdestli olmaya özen göstermelidir. Fâkihlerin Kur’ÂN tilâvetini sünnet olarak nitelendirip ona ibâdet içeriği yüklemeleri bu anlamda doğrudur ve bunun için abdestli olmanın şart koşulması da yerindedir. Ancak Kur’ÂN okumaktan asıl maksad mânâsını anlamaksızın okuma değil, anlamak ve gereğini yerine getirmek üzere okumadır. Zâten Kur’ÂN'ın indirilişinin aslî amacı da budur. Birinci okuyuşta ibâdet niteliği ön plana çıktığı, ikincisinde ise anlama önem kazandığı için iki tür okuyuş arasında abdest açısından bir ayırım yapmak mümkündür. Bu ayırım sebebiyle olmalı ki, bazı bilginler, ikinci tür okuyuş biçiminde abdest almayı şart koşmamışlardır.

C-) ABDEST'in FARZLARI.:

Abdestin farzları, bir fiilin abdest sayılabilmesi için onda bulunması zorunlu olan ana unsurlar demektir..

Abdestin farzları ilgili âyette (Mâide 5/6) zikredildiği üzere dörttür.:
1-) Yüzü yıkamak.
2-) Kolları dirseklerle birlikte yıkamak.
3-) Başı meshetmek.
4-) Ayakları topuklarla birlikte yıkamak..

Yüzün sınırı iki kulak yumuşağı, alındaki saç bitim yeri ile çenenin sona erdiği yer arasında kalan kısım olarak belirlenmiştir. Yüz yıkanırken sakal sık ise üstünü yıkamak yeterlidir. Abdest alırken parmaktaki yüzüğün altına su alacak şekilde oynatılması, el, yüz ve ayakta bulunan ve suyun deriye temâsını önleyen maddelerin imkân dahilinde temizlenmesi gerekir. Dirseklerin yıkanması da abdestin farzları kapsamındadır. Başın dörtte birinin el içinin ıslaklığıyla meshedilmesi Hanefîler'e göre yeterlidir. Başın mesh miktarı Şâfiî Mezhebinde daha az iken diğer iki mezhebte âdeta başın tamamıdır. Abdestin bu dört farzında Sünnî fıkıh mezhebleri ittifâk etmiştir. Ancak Hanefî Mezhebinin dışında kalan diğer üç Sünnî Mezhebin buna bazı şartları da ilâve ettiği görülür. Meselâ niyet bu üç mezhebe göre, abdeste başlarken besmele çekmek Hanbelîler'e göre, dört farzın âyette sayılan sıraya uygun yapılması (tertîb) Şâfiî ve Hanbelîler'e göre, bu işlemlerin ara verilmeden yapılması (muvâlât) Mâlikî ve Hanbelîler'e göre farzdır. Ca’ferîler, abdestle ilgili âyetin ifâde tarzından hareketle ayakların yıkanmasının değil meshedilmesinin farz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüþe yakîn olan bazî Sünnî âlimler de vardîr. Abdestin farzlarının yerine getirilmiş olması kuşkusuz alınan abdestin fıkhen geçerli (sahih) olması sonucunu da doğurur. Bununla birlikte kullanılan suyun temiz ve temizleyici olması, abdest alırken özür durumu hariç abdesti bozan bir durumun bulunmaması, yıkanması gereken uzuvlarda hiç kuru yerin kalmaması da gerekir. Bazı ilmihâl kitablarında, abdest alırken yıkanan uzuvlarda iğne deliği kadar kuru yerin kalmamasının istenmesi, hakiki anlamı değil bu konuda âzami titizliğin gösterilmesi gerektiğini ifâde içindir. Abdest uzuvlarında bulunup suyun deriyle temâsını önleyen maddelerin imkân ölçüsünde temizlenmesi gerekir. Temizlemede zorluk varsa bunların bulunması abdeste zarar vermez. Boyacı, marangoz gibi esnafın, sanatkârların el ve kollarında bulunan boyalar böyledir. Bunlar el ve tırnaklardan kazınmadıkça abdestin geçerli olmayacağının söylenmesi, bilgiye dayalı f ıkhî bir hüküm olarak değil de yukarıda sözü edilen hassasiyetin abartılı ifâdesi olarak anlaşılmalıdır. Aynı şekilde bir uzvu yıkamak sağlık açısından sakıncalı ise meshedilir, meshetmek de zararlı ise terkedilir..

D-) ABDEST'in SÜNNETLERİ ve ÂDÂBI.:

Peygamber aleyhisselâm’ın farz ve vâcib kapsamında olmaksızın sürekli veyâ genelde yaptığı ve ümmetine de yapılmasını tavsiye ettiği fiillere fıkıh ilminde ve ilmihâl dilinde sünnet, Peygamber aleyhisselâm’ın bazan yapıp bazan da terkettiği fiillere ise mendub, müstehab veyâ âdâp denildiğini, fıkıh usulünde ise bu gruba giren bütün fiillerin, şer’î hükmün beşli taksimi içinde “mendub” olarak nitelendirildiğini biliyoruz.
Abdestin başlıca sünnetleri şöyle sıralanabilir.: Abdest almaya niyet etmek, başlarken besmele çekmek, elleri bileklerle birlikte üç defa yıkamak, ağız ve buruna su çekip iyi bir ağız ve burun temizliği (mazmaza ve istinşak) yapmak, misvak kullanmak veyâ dişleri fırçalamak, sakalın içine su girmesini sağlamak, el parmaklarını birbirine sokup ovuşturmak, başın tamamını elin ıslaklığıyla meshetmek, boynu meshetmek, abdest uzuvlarını yıkarken bu sayılan sıraya uymak, abdeste sağ uzuvlardan başlamak, bu uzuvları üçer defa yıkamak ve su ile iyice ovmak (delk), abdeste ara vermeden tamamlamak..

Abdestin bu sayılan sünnetlerine ilâve olarak abdestin âdâbı olarak da; abdest alırken –mümkünse– kıbleye dönmek, abdest sularını vücuda ve elbiseye sıçratmamak, dünyâ işlerine ilişkin konuşmayıp abdest duâlarını veyâ bildiği duâlardan okumak, suyu ölçülü kullanmak, abdest sonunda kelime-i şehâdet.: “Eşhedü enlâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne MuhaMMeden abdühû ve resûlüh.”
Getirmek gibi fiiller tavsiye edilir. Abdestin âdâbından maksad, abdestin farzlarının ve sünnetlerinin daha uygun şekilde ve ortamda, mükemmel bir şekilde yerine getirilmesini sağlamaktır. Bu sebeple abdest alan kimse hangi davranışının abdestin amacına daha uygun olacağına ve abdest alırken nelerden kaçınması gerektiğine biraz da kendisi karar vermelidir. Meselâ günümüzde abdest öncesinde ellerin ve yüzün sabunlu su ile yıkanması, iyi bir ağız ve burun temizliği, imkân varsa dişlerin fırçalanması, suyun ölçülü kullanılması, çevre temizliğine özen gösterilmesi hem bireyin sağlığı açısından hem de üçüncü şahıslara saygının gereği olarak ayrı bir önem kazanmıştır..

E-) ABDEST'i BOZAN DURUMLAR.:

Abdestin maddî temizlik olma özelliği de taşımakla birlikte esasen hükmî temizlik olduğunu yukarıda görmüştük. Bu sebeple abdesti bozan durumların bir kısmı maddî kirlilik, bir kısmı da hükmî kirlilik grubunda yer alır. Şu durumlarda abdest bozulur.:

1-) İdrar ve dışkı yollarından idrar, dışkı, meni, mezi, kan gibi bir necâsetin, herhangi bir sıvının veyâ maddenin çıkması, yellenmek.
2-) Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veyâ herhangi bir maddenin çıkması. Ağızdan çıkan akıcı haldeki kan, tükürükten fazla veyâ ona eşit ise abdesti bozar. Vücuttan çıkan kan akmadığı veyâ çıktığı yerin çevresine dağılmadığı sürece abdesti bozmaz. Yaradan çıkan irin ve sarı su da böyledir. Çıktığı yerin dışına kendiliğinden dağılmayan bu sıvıların silinmesi halinde de abdest bozulmaz. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre idrar ve dışkı yolları hariç vücuttan çıkan kan ve benzeri sıvı maddeler abdesti bozmaz.
3-) Ağız dolusu kusmak. Kusulan şey ister yemek, ister safra veyâ kan olsun, abdest bozulur.
4-) Bayılma, delirme, sarhoş olma, uyuma gibi şuurun kontrolüne engel olan durumlar. Uyku dışındaki şuur kaybına yol açan durumların süresi ve o esnada kişinin konumu ne olursa olsun abdest bozulur. Uyku halinde ise, kişinin farkında olmadan abdestinin bozulmuş olması ihtimalinin derecesi ölçü alınır. Bu sebeple yatarak derin uykuya dalma abdesti bozar, uyku ile uyanıklık arasındaki hal ise bozmaz. Oturduğu yerden uyuklamada oturuşun şekli kadar bu kimsenin durumu, abdestin bozulma ihtimalinin kuvvet derecesi de önemlidir. Bundan dolayı tereddüdlü durumlarda abdest alınması tavsiye edilir.
5-) Namazda yakındaki şahısların duyabileceği şekilde sesli olarak gülmek. Hanefîler'e göre rükûlu ve secdeli namazda sesli gülme abdesti de bozar. Diğer mezhebler ise sadece namazın bozulacağı görüşündedir.
6-) Cinsî münâsebet veyâ fâhiş (aşırı) temâs ve dokunma. Hanefîler'e göre erkekle kadının tenlerinin birbirine değmesi ile abdest bozulmasa da çıplak olarak veyâ arada bedenlerin sıcaklığının hissedilmesini engelleyecek bir giysi bulunmaksızın erkek ve kadının aşırı derecede şehevî temâsı, oynaşma ve kucaklaşması abdesti bozar. Hanefî fâkihlerinin çoğunluğu temâsın aşırılığında erkeğin cinsel organının sertleşmesini ölçü alırken, İmam Muhammed mezi gibi bir yaşlık çıkmadıkça abdestin bozulmayacağı görüşündedir. Şâfiîler'e göre erkek ve kadının tenlerinin birbirine değmesi, Mâlikî ve Hanbelîler'e göre ise temâstan cinsel haz duyulması halinde abdest bozulur.
7-) Mâzeret halinin sona ermesi. Su bulamadığı için teyemmüm eden kimse suyu bulunca, mest üzerine mesh yapan kimsenin -yolcu olanlara üç, yolcu olmayanlara bir gün olarak tanınan- mesh süresi dolunca, özürlü kimse için de namaz vakti çıkınca abdesti bozulmuş olur. Hanefîler'in dışındaki üç mezhebe göre bir kimsenin kendi cinsel organına temâs da abdesti bozar. Bir kimse abdest aldığını kesin olarak bilse de abdestinin bozulup bozulmadığında tereddüd etse, Mâlikîler'e göre abdesti bozulmuş olur, diğer üç mezhebe göre ise bu durumda abdest bozulmuş sayılmaz. Ağlamak, gözden yaş gelmesi, kabuk bağlamış bir yaranın kabuğunun kan çıkmaksızın düşmesi, tükürük ve sümüğe az miktarda kan karışması, ağız dolusu olmayan kusma, ısırılan elma, ayva gibi sert bir meyve veyâ kullanılan misvak-diş fırçası üzerindeki akıcılığı olmayan kan (diş eti kanaması hariç), sivrisinek, pire gibi haşeratın emdiği kan, namazda uyuklama, namazda sessiz gülme, tırnak kesme, tıraş olma kural olarak abdesti bozmaz. Abdestin bozulup bozulmadığıyla ilgili görüş ayrılığı bulunan konularda ihtiyatlı davranmak uygun olur. Özellikle imam olan kimselerin abdestinin diğer mezheblere göre de bozulmamış olmasına özen göstermesi şart değilse de yerinde bir davranıştır.

F-) ABDEST'in ŞEKLİ.:

Sünnet ve âdâbına riâyet edilerek, ayrıca dört Mezhebin farz saydığı hususları da içerecek şekilde abdest şöyle alınır: Abdest suyunun elbiseye sıçramayacağı bir konum alınır, mümkünse kıbleye dönülür. Niyet ve besmele ile abdeste başlayıp önce eller bileklere kadar ve parmak araları da ovuşturularak üç defa yıkanır, cilt üzerindeki hamur, boya, sakız gibi maddeler temizlenir. Parmakta yüzük varsa oynatılır. Misvak veyâ diş fırçası ile, bunlar yoksa sağ elin parmaklarıyla dişler temizlenir. Ağız, sağ el avucuna alınan su ile üç defa çalkanıp temizlenir. Üç defa da burna su çekilip sol elle burun temizlenir. Oruçlu olmayan kimse ağız ve burnun her yerine suyun iyice ulaşmasını sağlar. Üç kere yüz yıkanır. Varsa sakalın içinden parmaklar geçirilerek suyun sakal diplerine ulaşması sağlanır. Sonra dirsekle birlikte sağ kol üç defa, sonra aynı şekilde sol kol üç defa yıkanır. Sağ el ıslatılarak avuç ve parmakların içiyle başın üstü bir defa meshedilir. Bu şekilde başın dörtte birini meshetmek yeterli ise de iki elle başın tamamının meshedilmesi –sağlık bakımından endişe verici bir durum yoksa– sünnettir.
Eller yine ıslatılarak baş parmakla kulağın dışı, şahadet parmağı veyâ serçe parmakla içi meshedildikten sonra her iki elin arkasıyla boyun meshedilir. Önce sağ sonra sol ayak, parmak uçlarından başlanarak topuk ve aşık kemikleri de dahil olmak üzere yıkanır. Parmak aralarının yıkanmasına özen gösterilir. Abdestten sonra Kelime-i Şehâdeti okumak, içilebilir ise abdest alınan sudan bir miktar içmek ve Kadr Kûresini okumak da abdestin âdâbındandır..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

G-) ÖZÜRLÜNÜN ABDEST'i.:

Devamlı burun kanaması, idrarı tutamama, devamlı kusma, yaranın devamlı kanaması, kadınların akıntısı gibi abdesti bozan ve kısmen süreklilik taşıyan bedenî rahatsızlıklara ilmihâl dilinde özür (mâzeret), böyle kimselere de özürlü kimse (mâzur, mâzure) denilir. İslâm Dini kolaylık ve rahmet dinidir. Namaz başta olmak üzere kişilerin ibâdetlerini zamanında ve gerektiği şekilde yerine getirebilmeleri hem bir görev hem de bir haktır. Bu sebeple İslâm Dini kişiye gücünün üstünde yük yüklememiş, ibâdet hayatı da dahil daima kolaylığın sağlanmasını, zorluk ve sıkıntının önlenmesini ilke edinmiştir. Bu sebepledir ki normal durumlarda abdesti bozan şeyler konusunda özürlü kimseler için özel hükümler getirilerek bu kimselerin ibâdet etmesine fırsat tanınmıştır. Su bulunmadığında veyâ suyun kullanımının sağlığa zararlı olduğu durumlarda teyemmüm imkânı, yaranın üstüne mesh hükümleri de yine İslâm'ın hem namazı ferdin aslî görevi ve dinin direği saymasının hem de kolaylık prensibinin birer örneğidir. Yukarıda sayılan türde olup en az bir namaz vakti süresince devam eden bedenî rahatsızlıklar özür hali say ılır. Özürlü kimse her namaz vakti için abdest alır, bu özür halinin abdesti bozmadığı var sayılarak o vakit içinde aldığı abdestle, onu bozan yeni bir durum meydana gelmedikçe, dilediği kadar farz, vâcib, sünnet, edâ ve kazâ namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe'yi tavaf edebilir, Mushaf’ı tutabilir. Namaz vaktinin çıkmasıyla özürlü kimsenin abdesti bozulmuş olur, yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir. Özürlü kimsenin abdesti özür hali dışında abdesti bozan ikinci bir sebeple de bozulur. Meselâ idrarını tutamayan kimsenin burnu kanamakla abdesti bozulur. İmam Şâfiî'ye göre özürlü kimsenin her namaz için ayrı abdest alması gerekir. Özürlü kimsenin bu sebeple elbisesine bulaşan idrar, kan özür devam ettiği sürece namazın sıhhatine engel olmaz. Kadınlar için aybaşı ve loğusalık hali farklı fıkhî hükümlere tâbi olup bunun dışında kalan kanamalar ve devamlı akıntılar (istihâze) özür hali sayılır.

H-) MESH.:

İslâm Dini namazın ifâsını dinin temel vecîbelerinden saymış olmasının yanı sıra her türlü mükellefiyette zorluğu gidermeye ve kolaylığı temîn etmeye de ayrı bir önem vermiştir. Bunun bir örneği de, mükellefler için mest ve sargı üzerine mesh yaparak abdest alma ve böylece üzerine düşen ibâdetleri ifâ etme imkânı getirmiş olmasıdır. Mesh, bir şey üzerinde eli gezdirmek, o şeyi elle silmek demektir. Fıkıhta mesh, bir nevi hükmî temizlik işlemi olup abdestte elin ıslaklığıyla bir uzuv, mest veyâ sargı üzerinde, teyemmümde ise yüz ve kollar üzerinde toprakla yapılan sembolik temizlik çeşididir. Abdest alırken baş, boyun ve kulakların meshedilmesi abdestin ilkten (aslî) hükmü, mest ve sargı üzerine mesh ise yıkama yerine geçen (bedel, halef) bir işlemdir.

a-) Mest Üzerine Mesh.:
Dinimizin ibâdetlerde kolaylığı tercih etmiş olması sebebiyle, ayaklara mest vb. giyildiğinde, abdest için bunun çıkarılması ve ayağın yıkanması istenmeyip mestin üzerine mesh yapma câiz görülmüştür. Mest deri ve benzeri maddelerden ayaklara giymek maksadıyla yapılan, ayakları topuklarla birlikte örten, içine su geçirmeyecek veyâ yere konduğunda kendi kendine dik durabilecek bir ayakkabı çeşididir. Ayakları aynı şekilde örten çizme, potin, kendisiyle yol yürünebilecek dayanıklılıkta çorap ve boğazlı terlikler ve benzerleri de Hanefîler'e göre mest hükmündedir. Devamlı olarak yerle temâs halindeki çizme ve ayakkabılara meshetmek yeterli olmayıp altında veyâ üzerindeki necis maddelerin de temizlenmesi gerekir. Abdest alırken mestin üzerinde elin üç parmağı kadar yerin elin ıslaklığıyla bir defa meshedilmesi gerekir ve yeterli olur. Bunun için mestin abdestli olarak giyilmiş, mestin ayağın abdestte yıkanması gereken yerlerini tamamen kaplamış, ayrıca dayanıklı ve sağlam bir maddeden yapılmış olması aranır. Mest ile yaklaşık 6 kilometre yürünebilmesi veyâ bırakıldığında dik durabilmesi bu dayanıklılık ve sağlamlığın ölçüsü olarak zikredilir. Mestin topuktan aşağı kısmında, altında veyâ üstünde ayak parmaklardan üçü girecek şekilde bir deliğin, yarık veyâ yırtığın bulunmaması, mestin içine su almaması da gerekir. Üzerine deri kaplanmış veyâ altlarına pençe vurulmuş çorap üzerine mesh edilebilir. Hanefî fâkihlerinden Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, altına pençe vurulmuş olması şartını aramaksızın kalın ve içini göstermeyen dayanıklı keçe ve yün çoraplar üzerine, bir grup fâkih ise bu þartlarî da aramayarak çorap üzerine meshedilebileceği görüşündedir.
İbâdetlerin ve onlara hazırlık mâhiyetindeki vecîbelerin yerine getirilmesinde bazı ölçüler belirlemeyi ve imkân dahilinde kolaylık sağlamayı hedefleyen fâkihler arasındaki bu tür görüş farklılıkları mükellefe bu görüşlerden istediği tarzda bir kompozisyon oluşturma hakkını vermekten ziyâde ihtiyaç halinde kullanılabilecek ruhsatları göstermesi yönüyle önem taşır. Abdesti bozan durumlar mest üzerine meshi de bozar. Üzerine meshedilen mestin ayaktan çıkması veyâ çıkarılması, mestin içine giren suyun bir ayağın yarıdan fazlasını ıslatması, mesh süresinin sona ermesi meshi bozar. Mest üzerine meshin süresi, yolcu olmayanlar için bir gün bir gece (24 saat), yolcular için üç gün üç gecedir (72 saat). Bu süre, mestin abdestli olarak giyilmesinden sonra ilk hadesten yani abdesti bozan ilk durumdan başlar. Bu süre dolduktan sonra, ayaklar su ile yıkanarak abdest alınıp gerekiyorsa mest tekrar giyilmelidir. Öte yandan, ayaklarını y ıkamak suretiyle abdestli olan kimsenin bu abdesti devam ettiği sürece mestleri çıkarıp giymesiyle abdesti bozulmaz. Mestlerin üzerine meshetmek suretiyle abdestli olup mestlerini çıkaran kimse, sadece ayaklarını yıkayarak abdestini tamamlayabilir.

b-) Sargı Üzerine Mesh.:
Üzerinde sargı bulunan bir organın abdest alırken su ile yıkanması sağlık açısından zararlı ise, bu sargı çözülmeyip üzerinin meshedilmesiyle yetinilir. Yapılan bu mesh o uzvu hükmen yıkama sayılır. Hatta mesh de zararlı ise ondan da vazgeçilebilir. Sargının çoğunluğunu sadece bir defa meshetmek yeterlidir. Sargının abdestsiz veyâ cünüb iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi bu meshin süresi de yoktur. Özür hali devam ettiği sürece sargı üzerine meshedilebilir. Sargı üzerine ikinci bir sargı sarılsa bu sargıya ayrıca meshetmek gerekmez. Bir sargı üzerine mesh yapıldıktan sonra o sargı değiştirilirse hüküm yine aynı olmakla birlikte yeni sargının meshedilmesi müstehabtır. Üzerindeki ilâç, merhem bulunan yaraların meshi de sargı üzerine mesh hükmündedir. Yaranın iyileşip sargının çıkarılması halinde sargı üzerine yapılan mesh bozulmuş olur. Bu kimsenin şâyet abdestli ise, sargı yerini yıkamakla iktifâ etmesi mümkün ise de yeniden abdest alması daha yerinde bir davranış olur. Doldurulmuş veyâ kaplanmış dişler de sargılı veyâ merhemli yara –veyâ suyun deriye ulaşmasını engelleyen fakat çıkarılması zor olan boya vb.nin bulaştığı organ– gibidir. Suyun kaplama ve dolguya ulaşması yeterlidir..
Cevapla

“►Sünnet-i Seniyye◄” sayfasına dön