HEP DOĞRUYU SÖYLEYİN

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

HEP DOĞRUYU SÖYLEYİN

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

DOSTUNUZUN HOŞUNA GİTMESE DE HEP DOĞRUYU SÖYLEYİN
SELİM GÜRBÜZER
Dikkat ettiyseniz yukarıda attığım başlık tam da vefatından 20 gün öncesinden yazdığım “Sağlık Eğitim Merkezinden Adli Tıp’a” başlıklı makalede dobra dobralığı yönüyle adından söz ettiğim Dr. Selçuk Bekâr’ın mizacıyla uyumlu başlık yazımdır bu (Bkz. Ek-1). Madem öyle, şuan yazacağım makalenin başlığıyla özdeş şair, düşünür ve bilge dostumun aziz hatırasına bu makaleyi ithaf etmek düşer bize. Böylece mizacıyla özdeş bu makaleyi ithaf etmekle aziz ruhunu bir şekilde yâd etmiş olurum. Nitekim aziz hatırasına ithaf ederekten yâd edeceğimiz insan, üstelik ailece görüştüğüm aziz dostum da. Kaldı ki kendisi nevi şahsına münhasır bir mizacıyla dost düşman hiç fark etmez, müthiş iletişim kurabilen bir halet-i ruhiye sahip bir can yürektir o. Kendisi Ankara’dan İstanbul’a taşındığında bile birbirimizden gözden uzak kalsak da bir şekilde telefonla ve sosyal medyada iletişimimiz devam ettirttik de. Bir seferinde yine kalp krizi geçirdiğinde telefonla aradığımda, hal hatırını sorduğumda nükteyle karışık “Ölmedim, çok şükür hayattayım” şeklinde karşılık vermesi doğrusu yüreğimize su serpmeye ziyadesiyle yeten bir cevaptı bu. Ancak bu cevabın üzerinden epey bir zaman geçtikten sonra tarihler 01.08.2021 tarihini gösterdiğinde bir şafak vakti sabah saat altı gibi kalp krizi geçirip Hakka yürüdüğünde bu kez bizim yüreğimizi sızlatacak acı haber olacaktır. Olsun, kendisi sonuçta ismiyle müsemma Hakkı Selçuk, Allah’tan geldik şüphesiz dönüş yine Hak Teâlâ’yadır, her ne kadar aramızdan ayrılıp içimiz yansa da tek tesellimiz kendisini unutturmayacak bir şekilde bu dünyadan göç etmiş olmasıdır. Ruhen de olsa bir şekilde iletişimimizin devam edeceğine inancım tamdır zaten.
Hem nasıl aziz hatırası unutulsun ki, şayet elimizi cüzdanımıza değil kalbimize koyabilirsek dostluklar pazara kadar değil mezara kadar devam edip ahirette de “kişi sevdiği ile beraberdir” hadis-i şerifin sırrınca dostluk iletişimi devam eder de. Ki, kalp gönlün dile geldiği mekândır. Bu yüzden şu fani dünyada şayet birileri bilerek veya bilmeyerek bizi kırmış olsa da toprak gibi bağrımıza basmalı. Zira toprağın bağrı geniştir, eninde sonunda dönüş yine toprağadır. Yeter ki toprak karakterde bağrı yanık yürek edinmek için bir adım atılmış olsun, bir bakmışsın içimizdeki kin, haset ve gazab tohumlarının yerini merhamet tohumlarına bırakaraktan filizlendiği bir yüreğe dönüştüğünü görürsün.
Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde malum dünyadaki iletişim, sözlü iletişim ve sözsüz iletişim olarak kategorize edilir. Sözlü iletişimin vasıtası dildir, sözsüz iletişimin vasıtası ise gönül olup, çoğu zaman beden dili onun aynası olur da. Derken gönül beden diliyle öz cevherini aynada iyiden iyiye kendini hissettirir de.
Elbette ki sözlü iletişim için mesafede önemli bir husus. Mesela mahrem iletişim mesafesi 0–30 cm ile karşılık bulup asansörde bir arada bulunma alanı bunun tipik misalini teşkil eder. Hakeza karşılıklı kişisel iletişim mesafesi 30–80 cm ile karışlık bulurken sosyal iletişim mesafesi 80–200 cm arasında karşılık bulur. Topluma açık iletişim alanı da malum >200 cm üzeri bir mesafeye tekabül eden bir değer olarak karşılık bulur. Şayet sağlıklı sözlü iletişim kurabilme diye bir derdimiz varsa illa ki sosyal iletişim uzmanlarının tespit ettiği bu söz konusu mesafeleri nazarı itibara almakta fayda var. Uzmanların ortaya koyduğu bu rakamlardan anlaşılan o ki her türlü iletişimin kendine özgü mesafe alanları söz konusudur.
Hiç kuşkusuz sağlıklı bir iletişim kurmada mesafeler önem arz ettiği gibi asıl en önemlisi öncelikle karşındakini dinlemek esas olmalıdır. Nitekim iyi biri dinleyici konumda olmak karşındakine değer vermenin bir göstergesidir. Konuşmak kadar sükût lehçesi de bir sanattır. Sürekli laf ebeliği yapıp bir başkasına fırsat vermemek eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur.
Kendimizi tanıma adına çevrenin hakkımızda ne düşündüklerini itibara almayı ihmal etmemeli. Genellikle hiç kimse ‘Ayranım kara’ demez, dolayısıyla hakkımızda eleştirilere açık olmalı ki kendimizi iyi yönde geliştirebilelim. Özellikle kendimize çeki düzen vermek açısından öz eleştiriye açık olmakta çok önem arz eden bir husustur.
Hangi ortamda olursa olsun kendimizi doğru ifade etmeli. Zaten meramını anlatamayan derman bulamaz. Özellikle kendimizi doğru ifade etmek için hem beden dilini, hem de ana dilimiz Türkçeyi çok iyi kullanmak gerekir. Nitekim atalarımızın “Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır” sözü bunu doğruluyor da. Dolayısıyla çok kitap okumanın yanı sıra, güzel konuşma kurslarına katılmakta gerekir. Böylece kendimizi her alanda geliştirmekle toplum içerisinde kendimize yer edinmiş oluruz.
Bu arada unutmayalım ki, insanlarla karşılıklı diyalog içerisinde bulunurken görünürde dinliyor izlenimi vermek uzun vadede iletişimi koparmaya neden olan bir açmazımızdır. Bu açmazımı gidermenin yöntemi iyi bir dinleyici konumda olmaktan geçer. Öyle ki her halükarda tüm hayali düşüncelerden sıyrılıp karşımızdaki insanın sözlerine odaklanmakta fayda vardır. Aksi halde geçiştirerek dinlemek boşa vakit kaybıdır. Kaldı ki iş olsun babında dinleme hem karşı tarafı yorar, hem de dinleyeni. O halde dinleme modunu sekteye uğratacak dâhili ve harici unsurlardan kendimizi arındırmak gerektir. Kendimizi savunmak yerine karşımızdakini anlamaya çalışmak daha makul davranıştır. Dahası dinleyici modunda kalmak karşımızdaki insana adap- usul-erkân açsından saygılı olmayı da gerektirir. Hem kaldı ki sözü olan her insandan faydalanacağımız pek çok hususlar vardır. Bu yüzden her insandan öğreneceğimiz bilgiler başımızın tacı olarak algılamalı. Hepimiz beşeriz, mutlaka birbirimizden öğreneceğimiz yararlı bilgiler vardır, hatta çok okuryazar bilge insan olsak bile sonuçta birbirimizin öğrenci sayılırız.
İyi bir dinleyici aynı zamanda sabırlı davranan insan demektir. Madem öyle, sabreden derviş muradına ermiş atasözünden hareketle karşımızdaki insana “Artık yeter, uf sıkıldım” izlenimi vermek yerine büyük bir sabır ve sükûnet içerisinde dinlemeye gayret etmek faydamızadır. Zira iletişimde duyguları kontrol etmeye özen göstermek esastır.
Ayrıca tuzak varı dinleyici modunda gözükür gibi olmakta son derece yanlış bir tutumdur. Keza anlatanın dile getirdiği konulardan işine gelen cümleleri cımbızla çekip başka bir mekânda aleyhine kullanmak üzere dinlemekte öyle olup bu da çok yanlış bir tutumdur. Ki, böylesi yanlış tutumlar hem insanın kendisine saygısızlık hem de o insana saygısızlıktır. Ve toplum nezdinde etik karşılanmaz da.
Hiç kuşkusuz iyi bir dinleyici olmakta yetmez, mutlaka iyi bir dinleyici olmanın yanı sıra karşımızdakine iyi bir anlatımla meramını aktarmakta çok önem arz eden bir husustur. Hele ki bir topluluk karşısında sunum şeklinde bir anlatım söz konusuysa, hemen işi alelaceleye getirerekten sunum yapmamak gerekir. Öncelikle etkili bir sunum planı hazırlamak gerekir. Derken bu plan doğrultusunda en ideal ve makul olanı 15 dakikalık bir sürede sunumu tamamlıyor olmaktır. Sunumda açık kalpli davranmanın yanı sıra konu hakkında zaman süresini bildirmekte dinleyici açısından rahatlık sağlayacaktır. Sunumda bilhassa dinleyicilerin saygı duyduğu kişiler üzerinden örnekler vererekten sunum yapmak dinleyiciyi daha da bir rahatlatıcı ortam oluşturacaktır. Bu arada dikkat edilmesi gereken sunumumuzda kesinlikle dinleyicini sinir uçlarına dokunacak el, kol, yüz hareketlerinden ve kibir kokan ifadelerden kaçınmak gerekir. Bilakis dinleyicilere arkadaşça davranıp onlarla daha çok ortak olan yönlerimizi ön plana çıkararaktan sunum yapmak gerekir. İcabında dinleyicilere konuşma aralarında konuyla alakalı espriler kataraktan sunum yapmakla sunumu sıkıcı olmaktan çıkarıp sunum yapanla dinleyici arasında güçlü bir iletişim bağı oluşturmasını beraberinde getirecektir.
Bakınız bilim adamlarının yaptıkları bir takım çalışmalarla elde ettikleri bulgulara dayanarak vardıkları bilgilerin hangi oranlarda akılda kaldığı tespitini şöyle yapmışlardır:
-Okuma %10,
-Film izleme %50,
-Galeri takip %50,
-Dinleme %20,
-Resme bakma %30,
-Tartışmaya katılma %70,
-Konuşma yapma %70,
-Gerçek analitik deneyi canlandırma %90,
-Bir projeyi gerçekleştirme %90,
-Dramatik sunum yapma %90,
-İnteraktif multimedya takip %90 etken olmaktadır.
İşte bu sıraladığımız bilimsel gerçeklerden de anlaşılan o ki, vücudumuzda öyle mükemmel bir iletişim ağı kurulmuş ki, baksanıza dakikada 500-600 kelimelik konuşma hızını anlayabilecek bir sinir sistemi donanımıyla yaratıldığımız anlaşılmakta. Ama gel gör ki bu muhteşem iletişim ağı içerisinde normal konuşma hızımız dakikada ancak 100-140 kelime ile ifade edebiliyoruz. Aslında insan az bir gayret gösterse kelime hazinesi zayıf olsa bile az kelimeyle çok güzel ifadeler kullanıp, ortaya eser koyacak noktaya gelebilir de.
Bu demek oluyor ki aktif anlatıma sahip biri ve iyi bir dinleyici olmak için öncelikle bulunduğumuz fiziki ortamın hem madden, hem manen güven verecek nitelikte olması gerekir. Şayet fiziki ortam nezih değilse üzerimize kasvet bürüyeceği muhakkak. Bikere ortamın havasız, loş ışık ya da tamamen ışıktan yoksunluk iletişimin önünde en büyük engel teşkil edecektir. Buna meydan vermemek için son derece nezih mekân oluşturup karşımızdakilerin dinleme isteğini artıracağı gibi bir bakmışsın karşılıklı jest ve minikler kendiliğinden harekete geçirip hem sunucuyu hem de dinleyiciye keyifli dakikalar yaşatacaktır. İletişimde verilen mesajların sadece zahiri çıplak manasına dikkat kesilmemeli, ayrıca anlatanın ağzından çıkan cümlelerin arkasındaki duyguları fark etmeye çalışmak iyi bir dinleyici olmanın ilk basamağını oluşturacaktır.
Malumunuz insan doğuştan ego sahibidir. Öyle ki yaratılış kodlarımızda var olan ego penceremiz kimi zaman hem kendimiz bilir hem başkaları bilir, kimi zaman başkaları bilmez kendimiz bilir, kimi zamanda kendimiz bilmeyiz başkaları bilir şeklinde tecelli eder. Bilinmeyen benlik ise malum hem kendimiz hem de başkaları tarafından bilinmeyen benliktir.
Madem hazır benlikten söz etmişken biraz da ebeveynlere özgü benlik, çocuklarda ki benlik ve yetişkinlere has benlikten de söz edebiliriz pekâlâ.
Bilindiği üzere ebeveynlere özgü benlikte ana baba hem koruyucu benlik durumu modundadır hem de eleştirici konum modundadır.
Çocuklarda benlik fıtri olup, doğuştan gelen melekelerle ilgili bir moddur bu. Nitekim uslu çocuk veya asi çocuk türünden benlik tiplemeler olarak kendini belli eder de. Şayet yetişkin haldeki benlik başkalarını incitecek boyutta olursa etrafa da zarar verici bir durum hal alır. Oysaki şahsiyetli benlik sahibi olmak dostlar arasında mütevazılıği, dışa karşı ise onurlu durmayı gerektirir. Ki; bu bizim geleneksel topluma has benlik tarzıdır bu.
Şurası muhakkak iletişimin önünde ön kabuller, duyarsızlık, lakap takmak, kararsızlık, alınganlık, benmerkezcilik, savunmacılık, hemen her şeye ruhtan yoksun mantık çerçevesinde bakma, tepki oluşturacak davranışlarda bulunma, korkuya kapılma gibi tavırlar ömür boyu iletişim yolunda karşımıza engel olarak çıkacak telaşalardır. Madem öyle iletişimi koparan bu tip telaşlardan ve tavırlardan kaçınmak gerekir. Tabii bu demek değildir ki doğru bilinen gerçeklerin üstü kapatılıp hasıraltı edilsin.
Şayet doğru olduğuna emin olduğumuz bir şeyi enine boyuna masaya yatırırken çekingen bir tavır sergiliyorsak, böyle bir tavır git gide alışkanlık boyutunda hakikat sarayından uzaklaşmamıza neden olacaktır. Madem hakikat her yerde hakikat, o halde dost odur ki acıda olsa doğruyu söyleyebilendir. Bir dost tarafından dile getirilen öz eleştiriyi baş tacı yapıp suçluluk psikolojisine kapılmadan, anlatılandan ders çıkarmak her daim lehimizedir. Asla dostun çağrısı akıl veriyor babında değerlendirmemeli. Bu nasıl dost ki, yarama dokundu algılamasıyla dostluğu bitirmemeli. Kucağında yaşadığımız toplum içerisinde dostlar arasındaki bağların kopmasının ardında hiç kuşkusuz ki bu gerçeği idrak edememenin yansıması vardır hep.
Öyle insanlar vardır ki; dost değildir fitnedir. Hele o fitne fücur takımı fitne kazanını kaynatmaya bir görsün bir bakmışsın dostu dosta düşman ettirir de. Fitne odaklarının derdi devası dünya menfaatidir. Bu tiplerin hem sessiz olanı var, hem de laf ebeliği yapanı vardır. Gerek aile ortamında, gerekse okulda, gerekse iş yerinde dostu dosttan koparan tipler vardır. Şayet dostlardan birinin basireti veya feraseti bağlandıysa bu tiplerin sözlerine bakarak dostuna olan hüsnü zan bakışı suizan bakışa dönüşebiliyor. Ne var ki, acı ama gerçek bu tuzağa düşen dostların sayısı her geçen gün çoğalmaktadır. Belki de hayatınızın bir bölümünde fitne kazanı kaynatan bu tipleri fark edip görmüşsünüzdür. Mesela lise ve üniversite yıllarından beri arkadaş olduğunuz, ya da bir ağabeyi olarak saygı duyduğunuz bir dostunuzla kaderin cilvesi aynı iş ortamında birinizin amir diğerinizin çalışan pozisyonda bulunduğunuz bir iş ortamında aranızda fitne kazanı kaynatan birileri olduğunu düşünün. Hatta tüm bunların önceden olabileceğini düşünerekten beraber çalıştığınız aynı iş yerinde yönetici dostunun zarar görmemesi adına gereksiz yere makam odasını meşgul etmemeye de özen göstermiş olabilirsiniz. İşte tam bu noktada dostunuz adına gösterdiğiniz bu ince ve narin hassasiyetinize rağmen kendi isteğinizin dışında gelişen her yönetimde olduğu gibi dostunuzun da etrafında bukalemun tiplerce kuşatılıp içinizin yanaraktan çember oluşturulduğunu görmüşlüğünüzde olabilir. İşte bu ve buna benzer muhtemel dâhilinde olabilecek fitne kokan hadiselerin yaşandığı örnekleri vermekte maksadım bakan düzeyinde dostunuzda olsa, parti yöneticisi dostunuzda olsa, herhangi bir kurumda üst düzeyde yönetici dostunuzda olsa hiç fark etmez etrafında oluşturulan çemberin farkına varmaksızın çoğu yöneticilerin bu tuzağa düştüğü gerçeğini vurgulamak içindir. Sonuçta hepimiz beşeriz, beşer şaşar da, bilhassa bu noktada yönetici dostların dostlarını ihmal edip kendisine iltifat yapanların iltifatlarına aldanmaması icap eder, aksi halde gerçek dostunu tabutuna bile omuz vermeyecek şekilde dostluğunu kaybetme riskiyle karşı karşıya kalması kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla dünya menfaati için şirin gözükenleri durup dururken baş tacı etmenin ya da baş tacı konuma getirmenin hiç bir anlamı olmasa gerektir, asıl baş tacı edilmesi gereken dostlar tabutumuzun altına girecek dostlardır.
Peki, dostluk iyi hoşta, beraber bulunduğunuz ortamlarda şahit olduğunuz bir takım fitne kokan hadiseleri dosta anlatmalı mı? Şayet dost bildiğin arkadaşınız bunu akıl veriyor anlamında algılayacaksa kendisinin fitne kokan olayların farkına varmasını beklemek ya da yerinde görmesi daha iyi olur. Ya farkına varıp göremezse, elbette ki bu durumda anlattığınızda risk teşkil edebilir. Çünkü sana gücenip dostluğunu bitirebilir. Yok, eğer arkadaşınız ‘dost acı söyler’ atasözünün bilincine varmış bir dostsa, kişi ismi vermeden durum tespiti yapıp anlatmakta fayda var. Böylece dostluğunuz pazara kadar değil mezara kadar devam edecektir.
Demek ki dostunuz çocukluktan beri görüştüğün bir arkadaş bile olsa böylesi acı tablolarla karşılaşmak her an mümkün. Ancak şu da var ki, dostunuzla dostluğun gereği söylemek zorunda kalabileceğiniz ya da vicdanınızı sızlatan hususları dile getirmek risk teşkil etse bile vebalde kalmamak adına bir kez olsun söylemeye çalışmakta fayda vardır. Usulen baktınız ki farkına vardırmaya çalıştığınız mesele dostunuzun iç dünyasında alınganlığa yol açıyor, hatta tepki veriyorsa bu durumda daha fazla meselenin üzerine gitmeden susmayı yeğlemekte fayda var. Böylece vebalde kalmamak adına daha önce doğru bildiğini dostuna söyleme cesaretini gösterdiğinden dolayı vicdanen rahat olacağın muhakkak. Şayet yaşadığınız bu olay ertesi gün amir pozisyonunda bulunan dostun bir sitem olarak gündeme getirmeyip konu etmiyorsa, anlayın ki o suskunluğun ardında sizin getirdiğiniz öz eleştiri tespitlerinin bir haklılık payı olabileceğini düşünmüştür. Fakat şu da bir gerçek o gün gösterdiğin öz eleştiri babından ortaya koyduğun tespitlerinden dolayı sonrası ilişkileriniz eskisi kadar samimi olmayacaktır. Hatta her ikinizde sanki aranızda hiçbir yaşanmamış veya o konu hiç konuşulmamış gibi davransanız da durum değişmeyecektir. Yine de siz siz olun dost bildiğin yöneticinin arkadaşı olmaya devam edin ama asla adamı olmayın. Nasıl mı? Yani kelimenin tam anlamıyla dost olacaksın, kimsenin adamı olmayacaksın manasına bir dostluktur bu. Çünkü “dost olmak” başka bir şeydir, birilerinin “adamı olmak” başka bir şeydir, yani ikisi aynı şeyler değildir. Dost, bikere adı üzerinde dost, diğeri ise birisinin adamı olmak, yani kula kul olmak anlamlarını çağrıştırabilecek türden kendini kullandırmaya razı olmak demektir.
Her ne kadar siz siz olun diyerekten şöyle yapın şeklinde haddim olmayarak bir takım tavsiyelerde bulunsam da benimde üzülerek şahit olduğum pek çok dostluklara dil uzatılacak fitne kokan yaşadığım bir takım acı örnekler var elbet. Şöyle ki;
-15 Temmuz Hain darbe girişiminin iki ay öncesinde verdiğim dilekçeye istinaden Ankara Adli Tıp Grup Başkanlığı kütüphanesinde İzmir Grup Başkan vekili muhakkik olarak 08/03/2017 günü tarihinde müşteki olarak ifademe başvurduğumda tüm uzmanların bir arada bulunduğu oda da Sağlık Bakanlığından naklen atanıp aramıza katılan bir meslektaşımızın daha henüz benim nasıl kişilik bir karakterde olduğumu bilmeksizin Atatürk üniversitesinden tanıdığım dostlarımın hakkımda ileri geri konuşmasına karşılık yüzüne karşı ortaya koyduğum tepki bunun en bariz örneğini teşkil eder (Bkz. Ek-2). Bu örneği niye dile getirdim derseniz, bikere meslektaşımızın ikide bir babasının komutan olduğunu hava atar tarzda o dönemde Sağlık Bakanlığında kimi bakan, kimi müsteşar, kimi yönetici olmuş bürokrat dostlarımın hakkında atıp tuttuğunda dostluğun gereği itibarlarına gölge düşürmemek adına gösterdiğim tepkinin önemini vurgulamak içindir elbet. Zira dostluk her şart ve ahvalde gıyabında da olsa dostunun hak hukukunu ve itibarını savunmayı gerektirir. Bundan dolayı da o yıllarda çalışan tüm uzman arkadaşlarımın huzurunda kendisine şöyle dedim: Sözünü ettiğiniz kişiler Atatürk Üniversitesinden mezun olmam hasebiyle Erzurum’dan merhabalaştığım tanıdık bildiğim arkadaşlarımdır. Dolayısıyla arkadaşlarımı tanımasam burada ki uzman arkadaşlara yalan yanlış ifadelerinizle yutturacağınızı sanıyorsunuz, bu nedenle de Erzurum’dan tanıdığım dostlarımın buradaki arkadaşlarımın nezdinde küçük düşürülmesine ve onların kötü tanınmasını istemem diye karşılık verdim. Ancak kaderin cilvesine bak ki tepki koyduğum o komutan kızı arkadaşımız, gel zaman git zaman Fatih Üniversitesinden haftada iki gün gelerekten Biyoloji İhtisas Dairesi Başkanlığını yürüten Doç. Dr. Kadir Demircan’ın boşalttığı makama oturarak başımıza yönetici amir olacaktır. Başına adeta devlet kuşu konup kendisi Daire Başkanı olunca da malum onun Daire başkanlığı döneminde neler çektiğimi bir Allah şahit, bir de vicdan sahibi Biyoloji İhtisas Dairesinde tüm çalışan arkadaşlar şahittir. Yeri gelmişken hani iki de bir asker kızı olduğuyla çok övünüp durur ya kendisi hep, elbette ki babasıdır övünmeye hakkı var, buna sözümüz olamaz elbet. Ki, benimde babam çiftçidir benim daha çok övünmem gerekir. Yani hayatı boyunca tarlada tumpta alın teri dökerekten rızkını kazanmış, aynı zamanda okuma yazma bilmediği halde seçim zamanı geldiğinde hayatı boyunca vesayet odaklarıyla iç içe kol kola olmuş partilere oy vermemiş bir babamdır. Düşünsenize hayatı boyunca sırtını vesayet odaklarına dayamış siyasi partilere değil de bilakis hep sırtını millete dayamış partilere oy vermiş babamı bulunduğum ortamlarda hava atarcasına dile getirmekten kendim imtina ederken, o da sanki babası hakkında görsel ve yazılı medyada geçen haberlerden haberimiz yokmuşçasına; yani Manisa Valisi Muzaffer Ecemiş için yapılan uğurlama töreninde ANAP İl Başkanı Ahmet Özövgü’yü fırçalayaraktan itip kalkıp protokol krizi çıkaran Tuğgeneralliğe kadar yükselmiş bir komutan babasının varlığından haberimiz yokmuşçasına hava atar edalara girmesini doğrusu anlamış değiliz.
-Mehmet Moğultay Adalet Bakanı iken 5000 kişiyi şu partiye mensup adamları alıp yerleştirecek kadar enayi değilim deyip kendi adamlarını yerleştirdiği insanların, bir zaman sonra milletin büyük teveccühüyle iş başına gelen iktidarın aleyhinde bulunduklarını ve bu yerleştirilen insanların yeni iş başına gelen hükümetin atadığı üst seviyede ki bürokratlarını yalakalıklarıyla allayıp pullayıp işlerini yürüttüklerini de içim parçalanarak gördüm. Hiçbir şekilde hükümetin aleyhinde bulunmayıp idealist insanların ise şamar oğlanı muamelesi görüp kenara itildiklerini gördüm. Bundan daha da vahim durum bizatihi kendimin çalıştığım kurum içinde şahit olduğum üç dönemdir milletin seçtiği hükümeti Moğoltay’ın ve Seyfi Oktay’ın yerleştirdikleri adamları sevindirecek şekilde yerden yere vurup insafsızca eleştirip, sonrasında da iş başına gelen hükümetin milletvekillerinden birine danışman olduğunu gördüm. Hakeza yine mevcut hükümetin aleyhinde atıp tutup da bir takım uyanık tiplerin köşe başlarını yine onların tuttuklarını gördüm.
-Samimi insanların 28 Şubatın o baskıcı ruhundan kurtulup milletimizin büyük bir teveccühüyle iş başına getirdiği kendi iktidarımız diyebileceğimiz dönemde yine idealist insanların öz yurdunda parya halet-i ruhiye içerisinde pragmatist idarecilerin gölgesinde eritildiklerini gördüm. Belki de en önemli yapılması gereken icraatlardan biri samimi olanlarla samimi olmayanları ayırt edebilecek bir sistemi kurabilmekten geçecektir.
-Daha dün bugün iki diyebileceğimiz yeni işe başlayan insanların idarecilere yaranmak adına bukalemun tiplerce gözyaşlarının akıtıldığını gördüm. Oysa bir insan kuruma önceden gelsin veya gelmesin hiç fark etmez, yani çalışma ortamına sonradan da dâhil olmuşta olsa tukaka muamelesi görmemeli, idarecinin de bu noktada uyanık bukalemun tiplerin bu tür yaklaşımların bertaraf edip tüm personeline hakkaniyetle eşit bir şekilde idare etmesi gerekir. Maalesef gel gör ki bu noktada da tüm personelin eşit bir şekilde idare edilemediğini de tüm çalışanlar olarak görmüş olduk.
-Hakeza idareci olmayıp da ‘kraldan çok kral kesilen’ öylede özde değil sözde çalışan personel tiplerde vardı ki bir bakıyorsan işyeri amirinin gözde elemanı olmayı kimseye kaptırmama adına diğer beraber çalıştıkları arkadaşları fişlediklerini gördüm.
-Malumunuz ‘Bu da benim Adli Tıp 15 Temmuzum’ adlı makalemde de belirttiğim üzere öyle de Grup Başkan vekili de vardı ki, birim amiriyle birlikte danışıklı dönüşüklü bir şekilde kurgulanmış sarı kart tehdidinde tutunda maaşından para cezasının kesileceğine kadar bir dizi cezai müeyyidelerin uygulanacağına dair söylemlerin havada uçuştuğu açık hava çadır toplantısında, tüm Biyoloji İhtisas Dairesi personeline Keçiören Adli Tıp önünde ki bahçede kurulu çadırda gözdağı verilerekten bunun bir toplantı kararı olarak sunulduğunu gördüm. Hatta toplantıyı tehdit varı cümlelerle açıp yine tehdit varı cümlelerle kapatıp adına da toplantı yaptık havasıyla dışa karşı görüntü verildiğini gördüm.
İşte bu tür katılımcı anlayıştan uzak antidemokratik yöntemlerle idare edilen böylesi el üstünde tutulan güzide bir kurumda canhıraş bir şekilde çalışıp ta nihayetinde çalışma azminden bezdirilmiş hale gelen personelle nereye kadar aranılan huzur ortamı bulunabilirdi ki. Nitekim huzur bulunamadığını birbiri ardına Grup Başkanı ve Daire Başkanı görev değişikliklerinden bunu çok rahatlıkla anlayabiliyoruz. Öyle ki bu değişikliklerle birlikte bir bakıyorsun gelen gideni aratır misali yine bir türlü sular durulmayıp ayrılık ve gayrılıkların had safhaya ulaştığını gördüm. Hele bir yerde huzursuzluklar çıkmaya bir görsün, artık o huzursuzluk dağdaki çobanın bile haberdar olabileceği noktaya taşınacağı muhakkak. Oysaki hiç kimse şah değil, padişah değil, durduk yere bu ayrılık gayrılık niye, eninde sonunda kalıcı olan sadece kurumun tüzel varlığıdır, şahıslarda malum şayet ardından unutulmaz eserler ve hizmetler bırakmamışsa bugün var yarın yok diyebileceğimiz noktada isimleriyle cisimleriyle her an unutulmaya müsait kişilerdir dersek yeridir. Nitekim bugüne kadar da hep böyle olmuştur bu. Hadi bir takım idarecilerin becerisizliklerinden dolayı ardından unutulmaz hizmetler bırakmamış olduklarını görmezden gelelim diyelim, bari hiç olmazsa oturdukları mevki makamlara vefa, dostluk katmayıda mı beceremezlerdi. Maalesef beceremedikleri gibi sırra kadem basıp her biri tarumar oldular da.
Her neyse ardından eser bırakamayan yöneticiler kendi becerisizliklerini görememelerine inat bizlerde bu geçici dünyada mevki makamla övünmek yerine ardından unutulmaz eserler bırakacak insanların izini iz sürüp unutulmaz şahsiyetlerden olmak için safı gayret içerisine girmeyi yeğlemeli. Madem tercihimiz ardından eser bırakabilen içi bir dışı bir adam gibi adamlardan yana, o halde yazımın girişini can ağabeyim Dr. H. Selçuk Bekâr dostumuzu yâd ederek başlamıştık, yine yazımın sonuç kısmını da kendisinin vefatına yakın bir zamanda aramızdan ayrılacağının hissiyatını gönüllere serpen şiiriyle aziz hatırasını yâd ederekten bağlamış olalım:
Definde bulunur, dinlerler selâ
Yakını öleni teskin ederler
Ben ne ana baba ne de akrabâ
Kendimi kaybettim, bana ne derler? (Bkz. Ek-3)
Vesselam.
Dip Not:
Ek-1 Enpolitik 09.07.2021 tarihli “Sağlık Eğitim Merkezi’nden Adli Tıp’a” başlıklı makale.
Ek-2 Müşteki sıfatıyla 08.03,2017 tarih itibariyle Muhakkik olarak görevlendirilen İzmir Grup Başkan vekiline Ankara Adli Tıp Grup Başkanlığı kütüphanesinde verdiğim ifade tutanağı.
Ek-3 Selçuk Bekâr@Selcukbekar İstanbul, 06/07/2021-18:52 twetter hesabı
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön