GEZEGEN ÂLEMİ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

GEZEGEN ÂLEMİ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

GEZEGEN ÂLEMİ
SELİM GÜRBÜZER
Gezegen deyince ister istemez bizim medeniyetimizin baş tacı gök bilimci Ez-Zerkali gelmektedir. Bu bilge şahsiyet 11. asırda Usturlab adında güneş devrini ölçen bir cihaz bulmanın heyecanıyla geliştirdiği toledo cetveli vasıtasıyla yörüngesinde seyreden gezegenlerin hareketlerini gözlemleyebilmiştir. Öyle anlaşıyor ki her yaratılan maksatsız yaratılmamış, bizim bilmediğimiz, fakat daha önceden belirlenmiş kanun ve kurallara bağlı olarak üstün bir planlamayla yaratılan her ne varsa kendine biçilmiş bir ömür süresi içerisinde yoluna devam etmektedir. Kanun koyucu hiç şüphesiz Allah’tır. İnsanoğlunun üzerine düşen görev ise var olan kanunları bulup buluşturmak ve icra etmektir. Nitekim kâinat sarayında bilim adamlarının çalışmaları sonucunda ortaya çıkan birtakım kanunlardan öyle anlaşılıyor ki, insanın yaşayabileceği şartları oluşturan tek gezegen dünya gözükmektedir. Belli ki eşsiz mavi mücevher gibi parlak görünüme sahip dünyanın 23 derecelik bir açıyla eğik olması bile belli bir hesabın ve planın olduğuna işarettir. Nedir o plan derseniz, gayet her şey net açık ortada. Şöyle ki; eğer dünyamız 23 derecelik bir açıyla eğik olmasaydı kuzey ve güney kutupları sürekli karanlıkta kalacaktı. Ve bunun sonucu olarak ta okyanuslardan yükselen su buharının etkisiyle her taraf buzlarla kaplı kıtalardan geçilmeyecekti. Neyse ki dünyamız muhtemelen bundan 1 milyar önce oluşum devresinde yapısı itibariyle demir ve nikel tabakaları üzerine hafif taştan sarılmış kabuktan (taş küre) teşekkül etmiş yapısıyla diğer gezegenlere nazaran kütlesi en ağır olarak sahne almıştır. Hatta üzerini bir şal gibi saran muazzam bir hava okyanusu (atmosfer) ve oksijenin hidrojenle beraberce oluşturduğu müthiş kara okyanusu (su küre) özelliği ile kendini fark ettiren bir gezegen olarak doğa gelmiştir. İşte tüm bu bilgilerden hareketle bir an olsun insanoğlunun meçhul bir yolculuğa çıktığını düşünün ve çıktığı bu yolculuğun ilerleyen bölümlerinde şayet soluyacak bir hava bulamıyorsa, bu demektir ki o insan artık dünyanın sınırlarını aşıp uzaya adım atmış demektir. Zira kâinatta dünyadan başka bir nefes sıhhat soluk alınabilecek tek bir mekân şimdilik gözükmüyor. Ancak şu da var ki, her ne kadar dünyanın dışında diğer gezegenler insanın nefes alıp yaşayabileceği şartlara elverişli olmasalar da yine de onlar belli bir emrin ve bir programın gereği olarak yörüngelerinden çıkmaksızın hatta birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeksizin ve çarpmaksızın adeta güneşin etrafında tavaf eylemek için varlardır. Ve böyle de yörüngelerinde seyr-i âlem eylemeye devam edeceklerdir.
Malumunuz güneş etrafında pervane olan seyyareler içerisinde en yakın gezegen Merkür'dür. Bu yüzden kendi ekseni etrafında döngüsünü 59 günde tamamlamaktadır. Bir başka ifadeyle, Merkür güneş etrafında her attığı 2 tur boyunca, üç kerede kendi ekseni etrafında dönecek şekilde seyr-i âlem eylemekte. Ve Merkür’ün güneş etrafında sabit kalmaksızın böylesi ilginç bir şekilde ki tam seyirlik dönüş turuna Merkür yılı denmektedir. Ayrıca Merkür’ün güneşe yakın olması hasebiyle takriben 400 santigrat derecelik sıcaklıkla fırını aratmayacak niteliğe sahip bir gezegen olmasına rağmen bilim adamlarının ortaya koyduğu verilerden hareketle bir yüzünde buz formunda suyun varlığından söz edilmekte. Öyle ya, madem çok sıcacık bir gezegen, o halde kendisinde sudan eser görülmemesi icap eder. Zira Merkür’de buz formunda diyebileceğimiz suyun olmasının sebebi Merkür’ün kutup çevrelerinde yer alan devasa büyüklükteki kraterlerin varlığı Güneş ışığından mahrum kalmasına yetiyor. Dolayısıyla güneş almaması buz formu da korunmuş oluyor. Hakeza Merkür de ince bir atmosfer tabakası izlerinin varlığından söz edilse de mevcut havayı getiren tabakanın tamamen karbondioksitle kaplı olması bu gezegende hayata dair her hangi bir emarenin varlığını güçleştirmektedir. Dolayısıyla kendisine bundan ötürü çöl dünyası denilmektedir. Diğer bir ismi ise Utarit’tir. İlginçtir Merkür’ün güneş görmeyen arka yüzeyi eksi sıcaklıkları bulup hatta -246 santigrat dereceleri bile gördüğü belirlenmiştir.
Çıplak gözle görülebilen tek gezegen Venüs’tür elbet. Hatta bazen güneşin battığı anda parlak bir yıldız olarak bizleri selamladığına da şahit olmuşuzdur. Keza dünyamızla eşit hacim ve eşit kütlede olmasına nispetle kendisine hep kardeş gezegenimiz gözüyle bakmışızdır. Tabii ki farklılıklarımız da var. Şöyle ki; Venüs atmosferini oluşturan gazlardan; karbondioksit miktarının % 97, azotun % 2, oksijenin % 1 oranında bulunması itibariyle dünyadan farklı özellik taşımaktadır. Dahası sıcaklığının da 475 ila 625 santigrat dereceler arasında olması yaşadığımız dünyamızdaki normal sıcaklık göstergelerinin dışında bir sıcaklığa sahip olduğunun bir göstergesidir. Dolayısıyla bu ısı göstergelere haiz Venüs gezegenin de hayatın olabileceğine dair emare aramak basınç değerleri yüksek bir buharlı kazanda hayat aramak türünden boşa çaba harcamak olacaktır. Hem nasıl boşa çaba olmasın ki, bikere bu gezegende yüzey sıcaklığının ortalamasını aldığımızda 427 santigrat derecelerde seyrettiğini görürüz. Üstüne üstük güneş görmeyen arka kısımlarının eksilerde seyretmeyip tam aksine 227 santigrat derecelerde seyretmesi bile hayatın olmayacağına dair bir işaret taşı olmanın ötesinde ilginçte bulunmakta. Öyle ya güneş görmeyen yüzey nasıl olur da bu sıcaklık değerlerde olur şaşmamak elde değil. Tabii bu durumu bilim adamları hava akımlarıyla açıklamaya çalışıp mesela dünyamızın kutuplarında da 6 ay kış, 6 ay gündüz olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda kış aylarında sıcaklığın aşırı derecede azalmadığı belirlenmiştir. İşte kutuplarda ki olan bitenden hareketle öyle anlaşılıyor ki Venüs’te de tıpkı dünyamızın ekvator bölgesinde ki yüksek sıcak hava akımlarının belirli periyotlarla kutuplara transfer edilerek aşırı derecede sıcaklık düşüşlerinin engelleniyor olmasındaki durum yaşanmakta. O halde Venüs’te de benzer durumların yaşanmasına şaşmamak gerekir. Bu gezegenin bizi şaşırtacak bir başka özelliği de malum aşırı sıcak bir gezegen olmasına rağmen gökyüzünün tamamen bulutlarla kaplı olmasıdır. Oysa derinlemesine analiz edildiğinde burda da şaşılacak durumun olmadığı görülecektir. Nitekim Venüs’ün bu söz konusu bulutla kaplı hali bizim bildiğimiz bulutun dışında farklı bir özelliğe sahiptir, yani değişik tipte karbonat tuzlarından, kimyasal bileşiklerden ve toz partiküllerinden oluşmuşluğu da söz konusudur. Nitekim Venüs atmosferinin % 96’si karbondioksit oluşturup, geriye kalan % 3 azot ve % 1 oranında ise su buharı oluşturması bu durumu teyit ediyor da. Ayrıca Venüs yüzeyin de sıkça volkanik faaliyetlerin seyretmesi hasebiyle gezegene gönderilen araçların çektiği resimlerden anlaşıldığı üzere volkanik patlamalar sonucu sülfürik asit kaynaklı bulutların varlığı tespit edilmiştir ki, bu da yeterince şaşkınlığımızı gidermeye yetecek derecede bir veridir bu.
Bilindiği üzere atomun merkezinde pozitif elektrik yüklü proton ile elektrik yük içermeyen nötron bulunmaktadır. Çekirdek hükmündeki merkezin etrafında ise belli bir matematik hesap dâhilinde yerleştirilmiş negatif yüklü elektronlar mevcuttur. Söz konusu elektron parçaları tıpkı dünyanın güneş etrafında döndüğü gibi onlarda durmadan hareket ederek pervane olmaktalar. Zaten kâinat doğmadan önce elektron yüklü bir buluttan ibaretti. Derken büyük bir patlama ile birlikte etrafa dağılan zerreler küme küme toplanıp yıldızlar ve onların etrafında gezegenleri oluşturmuşlardır. Hele ki yaratılan bu gezegenler arasında öylesine itina ile seçilmiş bir tanesi vardır ki; o bir nazlı gelin misali canlıların tek yaşayabileceği donanıma sahip bir seyyaredir. Hatta bu özel konumdaki seyyarenin taç kısmında güneşten gelen zararlı ışınları süzgeçten geçirebilecek atmosfer tabakasının yanı sıra 23 derecelik bir eğik konumla yörüngesine oturtulmuş, aynı zamanda dört mevsim ve her iklim şartları sağlanarak saniyede 30 kilometre sabit bir hızla dönme ayarı yapılan bir gezegendir. O öylesine muazzam yaratılmış bir seyyaredir ki dönüş hızının 1 saniyelik değişmesine bile tahammülü olmayan bir gezegendir. Zaten aksi bir durum olsa bütün astronomik sistemin çökeceği muhakkak. Şimdi bu denli muazzam özelliklere sahip hangi seyyaredir dediğimizde hiç üzerinde düşünmeye gerek kalmaksızın hepimizin bildiği gibi güneş etrafında seyreden Venüs’ten sonra ki dünya seyyaresinden başkası değildir elbet. Zira Dünya tüm canlıların yaşayabileceği şekilde iç içe kürelerden (-sfer) meydana gelecek donanımla yaratılmış ve anbean gözümüzün önünde seyreden şahika bir eserdir. Dahası Konuk olduğumuz dünya gezegeni cümle mahlûkat içerisinde eşrefi mahlûkat ilan edilmiş insanın yaşayabileceği şartlarda yaratılmış bir seyyaredir. Peki, bu mavi görünümlü seyyarede ki insanoğlunun konukluğu ne zamana kadar devam edecek sual edildiğinde, ta ki maviliği solup kıyamet saatinin alarmı çaldığı zamana dektir elbet. İşte gelmiş geçmiş tüm insanlık içerisinde bu gerçeğin idrakinde olan tüm inananlar dünyaya hem misafirhane gözüyle bakmışlardır hem de dünyanın bir imtihan salonu gözüyle bakıp baki olanın sadece Yüce Allah olduğuna iman getirmişlerdir.
Merih, beynin yarım küresi diyebileceğimiz, yani dünyanın yarı hacme sahip olmakla birlikte aydan daha büyük bir gezegendir. Ve dahi bu gezegenin iki uydusu mevcut olup belki de, astronotlara şimdiye kadar saç baş yolduracak derecede üzerinde bu denli kafa yorucu gezegen çıkmamıştır dersek yeridir. Öyle ki bu gezegende hayat var mı yok mu sorusunun cevabını almak için neredeyse bu işe kafa yoran astronot bilim adamlarının tüm ömrünü almıştır. Hatta üzerinde daha da kafa yoruldukça bu gezegende ki bir takım yarıkların kanallara benzemesinden hareketle oralarda ileri bir medeniyetin olabileceğinden bile söz edilebilmiştir. Neyse ki, sonraki çalışmalar neticesinde oralarda kanal filan yok, tamamen gözlemleme yanılgısı bir öngörüdür bu. Belli ki bu tür yanılgılara sebebiyet teşkil eden temel neden Merih (Mars) gezegeninde atmosfer ve su buharını andıran emarelerin gözlemlenmesidir. Böylece bu emarelere dayanarak su ve oksijenin de olabileceğinin kanaatinin hâsıl olmuştur. Derken konunun açıklığa kavuşması bakımdan bu uğurda Viking 1 adlı 3,5 kg ağırlığında hem hava şartlarını ölçecek hem de birtakım kazılar yapıp en ufak canlılık belirtisi olabilecek mikroorganizmaların olup olmadığının tespitini yapacak şekilde ufacık bir uzay aracının yapımı gerçekleşir. Tabii uzay aracının yapımı iyi hoşta, ancak uzaya gönderilen bu uzay aracından gelen sinyaller hiçte beklentileri karşılayacak cinsten veriler değildi. Çünkü sözü edilen gezegenin ince donanımlı atmosferinde % 95 karbondioksit, % 3 azot, % 1,5 argon ve % 0,03 oranında oksijen bulunup, toprağın eşelenmesiyle ortaya çıkan neticelere bakıldığında mikrop türünden herhangi bir canlıya rastlanılmamıştır. Her şeye rağmen yine de hafızalardan bu gezegenin sıvı halde su oluşturabilme ihtimalinden hareketle toprak katmanında hayat olabileceği düşüncesi silinip atılmış değildir. Dahası ortada net somut bir gerçek vardı ki, o da malum dünyamızdan başka hayatla özdeşleşecek tek bir gezene şu ana kadar denk gelinmemiş olmasıdır.
Neredeyse tüm gezegenleri bağrına basacak derecede diyebileceğimiz devasa büyüklükte özelliği ile dikkat çeken bir diğer gezegen ise hiç kuşkusuz Jüpiter’dir. Dikkat çeken sadece Jüpiter mi, onunla bizatihi yakından ilgilenen ve uydularından dördünü keşfeden Galileo Galilei’de dikkat çeken bir isimdir. Ve onun gökyüzüne çevirdiği yeni icat edilmiş teleskopunu güçlendirerekten 4 değişik tipte uydunun varlığını keşfetmesiyle birlikte astronomi bilimi alanında çığır açmıştır. Derken açtığı bu çığır sayesinde daha sonra ki yıllarda 8 uydunun varlığı daha tespit edildiği gibi Jüpiter üzerinde çok miktarda hidrojen gazının varlığı, aynı zamanda az da olsa metan, amonyak ve neon türü gazlara da rastlanmıştır. Bu arada hız kazanan çalışmalar neticesinde bu gezegende oksijen veya azota dair herhangi bir emare teşkil edecek bir maddeye ve herhangi bir canlı türünün izine rastlanılmamasıyla birlikte kesin kes hayatın olmayacağı açıklık kazanmış olur. İlla da buralarda hayatın dışında dikkat çeken bir şeyin üzerinde durulacaksa da, o da bu gezegenin en karakteristik özelliği diyebileceğimiz türden üzerinde yer yer 33.000 kilometre uzunluğunda, yani neredeyse dünyamızın tam hacmine eşit değerde alanı kaplayacak ölçüde kırmızımsı ben lekeleri üzerinde durmak daha isabetli bilimsel araştırma olur. Şu ana kadar bu gezegene has lekelerle ilgili sadece bildiğimiz bir fiziki gerçeklik var ki; o da malum lekelerin hareketli ve parlak oluşudur. Bu demektir ki araştırmaya değer bu söz konusu kırmızı benli lekelerin ne anlam ifade ettiği hususu bilim adamlarına dün olduğu gibi bugün de, gelecekte de bir hayli ter döktürecek gibi gözüküyor da.
Satürn’de değişik organik molekülleri oluşturabilecek reaksiyon yeteneğine sahip metan, amonyak, hidrojen ve helyum gibi gazlar var olmasına var elbet, ancak yine de bunların varlığı Satürn’de hayatın olabileceğine dair bir karine teşkil etmez. Olsun, hiçte önemi yok, hayat olmasa da sonuçta onu tefekkür ederekten seyretmekte hakkında bir ömre bedel hayat diyebiliriz pekâlâ. Hele ki etrafındaki sarımsı-yeşil renkli üçlü kuşağımsı halkası var ya, işte bu gönül halkaları hem zikir halkalarını, hem de halk dilinde üçler, yediler, kırklar halkalarının hırka giymiş baş tacı Gönül Sultanlarını da hatırlatmakta. Derken bu gezegeni izleyip seyre dalanların nezdinde nefeslerin tutulduğu bir ruh iklimi oluşturmakta bile. Nasıl böylesi bir ruh iklimi oluşturmasın ki, baksanıza bu gezegenin güzelliğini tarif etmeye ne nice kalem sahiplerinin gücü yetiyor ne de bilim adamların sunacakları sunumlar güç yetirebiliyor, onu ancak bizatihi temaşa etmekle güzelliği hissedilmesi mümkündür. Gerçekten de öyle değil midir? Baksanıza bu gezegenin güzelliğini tarif etmek için adeta bin bir türlü nağmeler döken ister yazar, çizer, düşünür taifesi olsun, isterse yazılı ve görsel sunumlarla şeklini şemalını ortaya koymaya çalışan astronotlar olsun, ister istemez bir noktadan sonra artık yorgun ve bitap düştüklerinde tutku gözlerle ona atfen ‘Zuhal yıldızı’ demekten kendini alamadıklarını görmekteyiz. Gerçekten de muhteşem görünüşüyle kraliçe bir yıldız olmayı çoktan hak ettiği gibi Astronotların da gözde bebeği ve tacı tahtı olmuştur. İşte bu noktada gezegenin taçlı şeklinin veya zuhal şemalının dışında birde kendisine bilimsel yönden bakıldığında atmosferinin donmuş amonyak kristallerinden oluştuğu ve buna ilaveten metan ve buz kristallerinin de izlerini taşıyan bir gezegen olduğu görülecektir.
Uranüs gezegeni üzerinde kısaca değinecek olursak, bu gezegenin Merkür, Venüs, Dünya, Merih (Mars) ve nihayet Jüpiter güneş sisteminin orta kuşağı diyebileceğimiz devasa gezegenlerin dışında bir başka konumda yer aldığını görürüz. Bir başka ifadeyle farklı devasa yapısal özelliğinin yanı sıra, hidrojen ve helyum gazlar ihtiva eden atmosferiyle onu -185 santigrat derecelik soğuk ve donuk bir gezegen kılıyor. Hatta diğer gezegenlerde olmayan ayrıcalıklı tipik yönü ise yörüngesinde 98 derecelik eksen eğikliği özelliğe haiz oluşu sebebiyle, yani yatık olması hasebiyle yaz kış olmak üzere iki mevsimi birden yaşıyor olmasıdır. Ve bu söz konusu gezegende her mevsim 42 yıl sürmekte sürmektedir. Yani bu demektir ki, şayet biz dünyalılar olarak Uranus’un kuzey kutbunda konumlanmış olsaydık bu gezegenin 21 yıl boyunca güneşin ufuk çizgisinin üstünde yükseldiğini, 21 yıl boyunca da alçaldığını ve en nihayetinde ise battığını müşahede etmiş olacaktık.
Neptün’ün birçok yönlerden Uranüs’e benzemesi ister istemez her ikisini ikiz gezegenler olarak görmemize sebep teşkil etmekte. Ancak yine de aralarında bir takım farklılıklarından dolayı yine de birbirinden ayırt edilebiliyor. Nasıl mı? Mesela sıcaklığının Uranüs’e nispetle daha düşük olup -225 santigrat derecelerde seyretmesi ayırt edici özelliklerinden diyebiliriz. Daha da en ayırt edici özelliği ise malum Neptün’ün şimdiye kadar tespit edilebilen iki peyke sahip oluşudur.
Plüton’un bir gezen mi yoksa cüce bir gök cismi mi türünden yapılan tartışmalar bir kenara bırakıp meseleye biz bir gezegen gözüyle baktığımızda, Plüton’un güneşin en son halkasında yer alan ve en son uzaklıkta konumlanan bir gezegen olduğunu görürüz. Dahası değim yerindeyse sona kalan dona kalır misali yörüngesinde dünya yılı olarak bir turunu 248 yılda tamamlayan, yüzey sıcaklık değerleri olarak eksi -1228 ila -238 santigrat dereceler arısında değişiklik gösteren ve mevsimsel değişimleri ‘çok soğuk’ ile ‘çok daha soğuk’ arasında gerçekleşen bir gezegen olarak adından söz ettirir.
Öyle anlaşılıyor ki miligram seviyelerde ayarlanmış hassas terazinin denge ayarlarında olduğu gibi kâinatta da milim sapmaksızın işleyen muazzam denge âlem nizamı söz konusudur. İşte Yunus Emre hassas terazi misali kâinat nizamının hassasiyetini bakın nasıl dile getiriyor:
Yerden göğe küp dizseler
Birbirine bent etseler
Altından birin çekseler
Seyreyle sen gümbürtüyü.
Velhasıl-ı kelam, Yunus Emre’nin de dikkat çektiği gibi hele kâinat nizamı ayarları bir yerinden oynamaya görsün, sen gör bak o zaman kopacak olan kızılca kıyameti…
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön