DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

İBRAHİM ETHEM HazretLeri
(1887-1963 Altındağ - Ankara)


“Gizlendi burada Kâmil İnsân
Mensubu Şah-ı Cenâbı Gavsı Geylân
İbrâhim Ethem İskiLipLi
“ALLAH!.” deyip etti==>zm-i Yezdân!.”

Mustafa Asım KöksaL..

İBRÂHIM ETHEM kaddesallahu sırrahu’nun HAYATI.:

Çankırılı Astarlızâde Hilmi Efendi adıyla meşhur mutassavvıfı anma toplantısındayız. Yanı başımdaki koltukta oturan Beyi, İbrâhim Ethem Hazretlerinin torunu Mimar Gâlib Bey diyerek tanıştırdılar. Silüeti nurlu, orta yaşın üzerinde görünen Gâlib Bey’in belki de ilk defa böyle bir toplantıya katılmış olması ve toplantıyı sonuna kadar pür dikkat ve heyecanla tâkib etmesinden kendini belli ediyordu.
Söze Mustafa Asım Köksal’ın mürşidi İbrâhim Ethem mi, yoksa ilk dönem gönül adamı ve Horasan Belh hükümdarı iken tacı tahtı bırakıp kudsal mekânlara seyri sülük yapan İbrâhim Ethem mi diyerek girdik. Muhatabım Gâlib Bey anlaşılan odur ki birinci İbrâhim Ethem Hazretlerini duymamış.: “Asım Köksal Hoca Efendinin Hocası olan İbrâhim Ethem’in torunuyum!.” deyince muhabbetimiz o yönde gelişti. “Göl dibinden su eksik olmaz!.” derler ya; Hazretin Torunu Gâlib Bey ile daha sonra da teşrik-i mesâimiz oldu. Dedesi ile ilgili Dedesinin yakın bağlılarından Dursun Güler Bey ile, lisâns tezi olan başka kardeşimizin hazırladığı dokümanları verdi. İkili sohbetimizde Dedesinin hali karşısında, kendisinin.: “Onun büyüklüğü altında kendimi ezilmiş, bir köşeye sıkıştırılmış, ona lâyık bir evlâdın çocuğu olamamanın sıkıntısını gittikçe daha fazla hissediyorum!.” demekle yetinmektedir. Nurlu bir silüetin sâhibi Torun Gâlib Bey’in deryâyı daha iyi tanıması, ondaki derinliği yakalaması ve hal ehli olması temenni olur..

Belh Sultanı İbrâhim Ethem Hazretlerine.: “Ne yapıyorsun geçimin ne ile?.” diye sual eden bir Gönül Eri’ne.: “ Gönül bekçiliği yapıyoruz, burada bulursak yiyoruz, bulamazsak şükrediyoruz!.” diyerek cevap verince tekrardan o zâtı muhterem gülümseyerek.: “Eren; Horasanın köpekleri de onu yapıyor, onlarda bulursa şükrediyor, bulamazlarsa sabrediyor, bu haliniz öyle dikkate alınacak bir hüner değil ki!.” deyince;
İbrâhim Ethem Hazretleri.: “Peki siz nasıl davranırsınız” dediğinde Zâtı Muhterem.: “Biz bulursak veriyor, bulamazsak şükrediyoruz!.” der. Ve şu veciz ifâdeyi peşinden ekleyerek İbrâhim Ethem’in olgunlaşmasına bir nebze katkıda bulunur.:
“Hast-ı tâc-ı ârifan ender cihânıber çarı terk,
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terki hesti, terki terk!.”

Bizde Ebussuud Hazretleri ve İskilipli Atıf Hocayı yetiştiren İskilip’in Cumhuriyetin başlangıç döneminde yaşamış olan büyük Gönül Adamı İbrâhim Ethem Hazretlerini okuyuculara tanıtalım.

İBRÂHIM ETHEM kaddesallahu sırrahu’nun ÖZGEÇMİŞİ.:

Kendisine 2. İbrâhim Ethem diyerek konumunu belirlemeye çalışacağımız İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) Çorum İskilip’te dünyaya gelir. İslâmî Kültür ve Ritüellerin yoğun olarak yaşandığı bir belde olan İskilip önemli bir kültür şehri olup âlimler barındırır. Onun içindir ki İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) bunlardan haberdâr olan bir çevrenin kucağında bulur kendini. İstidadı veya eğilimi doğrultusunda aradığı insani merakını giderici kitapları, ibâdet ve taatını yapacak ortamı bulmakta zorlanmaz. Ta küçük yaşta bir takım olağan dışı haller zuhur eder kendisinden, büyüklerin şâhid oldukları. Çocuklarının gelişiminde normal olan çizgi dışı oluşumunu merak eden büyükleri bu halden endişe duyarlar..
İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) İskilip ve Kastamonu’da uzun müddet medrese tahsili görür. Klasik İslâmî Kaynakları gözden geçirerek dünyevi ilim edinmiştir. Mevlâna’nın Mesnevîsini okumak ve anlamak için çok uğraşmışsa da orijinali Farsça yazılı olan bu eseri anlamlandırmada yetersiz kaldığı için bu konuda kendisine yardım edecek birini hep aramıştır. Öyle ki bu müşkülatın çözümü için.: “Mesnevîyi ve Mevlâna’yı anlama fırsatı ver, anlayan birini gönder, yoksa öyle birini yarat!.” diye duâlarda bulunur.

İBRÂHIM ETHEM kaddesallahu sırrahu’nun MESNEVÎ HOCASı.:

İskilipte devlet me’murluğu yapan bir zâtın kayınpederi olan Fazrullah RÂhimi kızını ziyâret bahânesi ile İskilip’e intikâl eder. İskilip Merkez Câmisi’nde namazdan sonra müezzine.: “Bu beldede sohbet edecek gönül adamı yok mu?.” diye sorar. Câmii Görevlisi böyle birine götürür. RÂhimi Efendi bir gün sonra Câmii Görevlisine tekrar sorar.: “Dünkü Zât, benim aradığım gibi çıkmadı başka birileri daha olmalı!.” der. Görevli.: “Genç bir kardeşim daha var, seni bir de ona götüreyim!.” der ve beraber iki katlı bir evin kapısını çalarlar. Üst katta merdivenin başında onun siluetini gören RÂhimi Efendi, câmii görevlisine dönerek.: “Ben ardağımı buldum gidebilirsin evlâd!.” der ve merdivenden yukarı doğru çıkarak huzura varır. İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) de aşağıdan yukarı muhatabını süzdükten sonra.: “Oh!. Nihâyet beklediğim o an’a kavuştum!” diyerek tanış olurlar.

Fazrullah RÂhimi Efendi.: “İbrâhim Ethem ben sana mesnevîyi öğretmem için me’mur edildim. Derslere hemen başlamamız lâzım, ancak Mevlâna-Şems İkilisinden olduğu gibi görevimi tamamlayana kadar beni hep dinleyeceksin. Soru sorarsan benim görevim biter ve çekip giderim. Tek şartım budur!.” der. Eğitim tam altı ay sürer. Eğitim sonlarında İbrâhim Ethem Efendi.: “Mesnevîde bir şerh misâli bana göre de bunun anlamı şöyle olamaz mı?” Dediği anda RÂhimi Efendi.: “Şu an i’tibâri ile benim vazifem tamamlandı!” diyerek bıçak gibi eğitimini keser ve İskilip’i terk eder. Son söz olarak.: “Sen zamanın “Teki” ve yolunun en yüksek mertebesine ulaşacaksın!” der.

İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) gerek mesnevî eğitiminde, gerekse medrese hayatında Arapça ve Farsça dillerini de öğrenmiş olur. Zâhiri eğitimini tamamlama sürecinde “Ledunnî” tasarruflar sağlayan şeyhi Üstad-ı Enbiyazâde Mehmet Hilmi Efendi’den icâzetini aldıktan sonra irşâda me’mur edilir. İbrâhim Ethem Efendinin Kadirî Silsilesi’nin önemli bir halkası olduğu bilinir. Kendisine Postnişin verilmesi tasavvuf geleneğinin olmazsa olmazlarındandır. Enbiyazâde Hilmi Efendi ile İbrâhim Ethem Efendi arasındaki usta çırak ilişkisine dâir veri sıkıntımız gözden kaçmamaktadır. Meselâ İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) kendinden sonra posta oturacak olan Mustafa Asım Köksal Efendi arasındaki ilişkiye benzer bir hal mevcut bilgilerimizde yoktur. Rabbanî tasarruf belki de öyle tecelli etmiştir. Bunu biz çözemeyiz..

İBRÂHIM ETHEM kaddesallahu sırrahu’nun MILLI MÜCÂDELE YILLARI.:

Milli mücâdele yıllarında Çankırı Kastamonu ve özellikle Ankara ve İlçelerinde câmii ve odalarda halkı düşmana karşı direnmeye ve vatan savunmasında canlı ve dinamik olmaya yönelik faaliyetleri olur. Birliği bozucu isyan ve fitne gibi zararlı oluşumlar aleyhinde sert konuşmaları merkezi hükümete karşı güven ve yardımı esas alan gayretleri o günün bürokratlarının gözünden kaçmamıştır. Başta M. Kemâl Atatürk olmak üzere mücâdele ileri gelenlerce defalarca görüşmeleri olmuştur.
Tekke ve zâviyelerin kapatıldığı bir ortamda Atatürk kendisine isterse tekkesini açarak irşâd vazifesine devamı yönünde fikirlerini Beyân etmişse de Efendi Hazretleri.: “Tekke ve zâviyelerin kapatılması yerinde olmuştur. Çünkü yıpranmış ve eğitim yuvası olmaktan çıkmıştır!.” demektedir.
Atatürk, Efendi Hazretlerine, Ulus-Rüzgârlı’da büyük bir arazinin tapusunu milli mücâdeledeki yararlılığından dolayı.: “Al bu tapuyu hem sen, hem senden sonrakiler sıkıntı çekmesin!.” der. Efendi hz’leri reddeder.: “Olmaz Paşam kabul edemem, fâkirin bu arsada zerre kadar hakkı yok. Bir damla terim düşmüş değil. Hak etmediğim bir şeyi nasıl kabul ederim, size tavsiyem böyle bir şeye ön ayak olmayın, buna hakkınız yok. Mesuliyeti çok büyüktür!.” dediği zaman Atatürk.: “Hayret böyle birine hiç rastlamadım!” diye söylenir,
“Mala mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi,
Bir muhalif yel eser savrulur harman gibi!” demenin tam zamanı.
Atatürk.: “Mâdem öyle yinede ben sana bir izin belgesi vereyim. Türkiye’nin neresinde olursa olsun faaliyet göster. Kimse sana dokunamaz!.” der.
Milli mücâdele yıllarında Ethem Hazretleri halkı hazırlamanın yanında geceleri uzun uzun duâ ve niyazda bulunur. İşgal edilmiş vatanımızdan düşmanlarımızı uzaklaştır diye her duâdan sonra kalbine gelen bir ilhamla irkilir.: “Henüz beşikte olan çok sevdiği Necati adındaki Oğlunu verirsen duân kabul olur!.” babında ilham birden çok zuhur edince Efendi Hzretleri.: “Memleketin kurtuluşu için fedâ olsun!.” hissiyatı, varlığını kuşatan iradeye ulaşınca beşikteki Necati ruhunu teslim eder. Ne ilginçtir o gecenin sabahında düşman ordusunun bozulduğu ve çekilmeye başladığı haberini alırlar..

İBRÂHIM ETHEM kaddesallahu sırrahu ve SİYÂSEt.:

Atatürk ile bir görüşmesinde.: “Siyâset konusunda ne düşünürsün Hoca” sorusu sorulduğunda Ethem Efendi.: “Paşam biz halkı din ahlak ve terbiye bakımından irşâd ederiz. Bizim vazifemiz bu. Siyâset de sizlerin işidir. Herkes kendi işini yapmalı ve yaptığı işte de en iyi olmaya çalışmalı.” diye cevap verir.
İbrâhim Ethem Hazretleri 1951’de Ankara Keçiören’e gelerek öldüğü tarih olan 1963 yılına kadar burada ikâmet eder. Dolayısıyla o dönemin siyâseten çalkantılı yıllarına şâhid olur. Kanaat önderi olarak bilindiği için kendisinin değil de siyasilerin istifâde edeceği desteği almak için kapısı zaman zaman aşındırılır. O dönem de DP ve CHP çok şiddetli siyâset yapmaktadır. Ethem Efendinin duâsını almak bile onlar için büyük bir moral olacağından sırası ile önce Merhum Menderesin partisinden, bilahare İnönü’nün partisinden duâ almak için huzura çıkarlar. Ethem Efendi her iksine de olur cevâbı verdikten sonra ikindi namazının ardından yaşadığını şöyle anlatır.:
“Yâ RABBî!. Mülk-ü-Millet hakkında hayırlı kararlar verip uygulamak isteyen hangi parti ve ekibi lâyıksa sen iktidarı onlara ver!.” gibi temennide bulunmayı daha düşünürken, âniden iki koluma iki kuvvet çullandı ve beni yüzüstü yere kapakladılar. Üzerime kuvvet uyguluyorlar, canım çıkacakmış gibi ter içinde kaldım. Bir testereyi elimin üzerine koyarak.: “Şuradan mı yoksa gövdeye yakın yerden mi keselim?” diye sesler işitiyordum. Derken zoraki bir şekilde kafamı kaldırarak ufuklara bakar gibi oldum. Tam o sırada Peygamber Efendimiz mübârek eliyle işâret ederek.: “Bırakın, bu kadarı İbrâhim’e yeter!.” dediğini duydum. O iki kuvvet beni bıraktı. Baktım ki sağımdaki Abdulkadir Geylanî, solumdaki de Ahmet-el Rufaî Hazretleri. Geylanî Hazretleri sert bir şekilde.: “Evlâdım sen kime ve niçin duâ edecektin?” deyip kayboldular. “Az daha velâyet elimden alınacaktı!” demektedir.”

İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) bir Cuma günü Hacı Bayram’da Sâid Nursî (kaddesallahu sırrahu) ile karşılaşır. Ona.: “Evlen, otur, mazbut bir hayatın olsun, hükümet ile uğraşma ibâdetine devam et!.” diye tavsiyelerde bulunur. Sâid Nursî (kaddesallahu sırrahu) de ona.: “Hapishâneden çıkamıyorum ki nasıl evleneyim?.” der.
Görüldüğü gibi, gerçek bir Mürşid-i Kâmil günlük siyâsetle uğraşmaz. Bu anlamdan da ağırlığını hiçbir tarafa koymaz. Onlar büyük siyâsetlerin insanlarıdır. Seçilmiş kişilerdir. Yanlışları hemen karşılık bulur, düzeltilir.
27 Mayıs ihtilal sonrası Rahmetli Menderesin idâm edilmemesi için Ethem Hazretleri şöyle niyaz eder.: “ Ey ALLAH’ım!. Adnan senin habinin atalarından birisinin ismi, onun hatırına bu kulunu idamdan kurtar, onu bağışla!.” diyerek duâ da bulunur. Kalbine gelen ilham şöyledir.: “O’nun şehîd olmasını Âhirete temiz gitmesini istiyorsan duâ etme. Onun büyük bir hatası var. O hatadan temizlenmesi için şehîd olması gerekir. Kefâretini orada ödeyecektir”.“Yâ RABBî! Sen daha iyisini bilirsin!.” diyerek duâdan vazgeçer.

İBRÂHIM ETHEM kaddesallahu sırrahu ve OLAĞAN ÜSTÜ HALLERI.:

Halifesi Mustafa Asım Köksal’a.:
“Henüz gençtim. Beni alıp gökyüzüne çıkardılar. Sonra da dediler ki.: “Kâinata nazar et!.” Nazar ettim, kâinat toplanıp yeşil bir top haline geldi. Dediler ki.: “Gördüğün bu şeriattır.” Tekrar.: “Nazar et!.” dediler. Kâinat kırmızı bir top haline geldi. Dediler ki.: “Tarikâtttır”, tekrarında kâinat Beyaz bir top haline geldi “hakikât”, tekrarında Beyaz bir top haline geldi, dediler.: “Mârifettir. Bu dört esasın sırları da o zamanda fâkire çözdürüldü.” diye anlatırmış.

İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) kalbi ALLAH sevgisinden başka bir şeye meyletse elinden uçar gider. Beşikteki oğlu Necati’nin Dârü’l- Bekâ’ya irtihalinden sonra ilkokul çağlarında olan torununa elinden olmadan fazla ilgi gösterme olayını M. Asım Köksal Hazretlerine.:
“Bu çocuğu da kaybedeceğim Asım Bey Oğlum!. Kalbimde ALLAH sevgisinden başka sevgiye yer verirsem Yüce ALLAH hemen elimden alır!” der.
Kısa bir zaman sonra torunu da rahmetli olur.

Ankara’ya hicret edişinin en önemli sebebi, yerine geçebilecek er kişiyi irşâd ederek emâneti ona teslim etmek. Bu er kişi Mustafa Asım Köksal Hazretleridir. İlk tanıştıkları günü tâkib eden dokuz ay bu emek üzere halifesini meclisinde tutmuştur. Mustafa Asım Köksal Hazretleri anlatıyor.:
“Her ne kadar Hazretin yanında yer aldımsa da, sanki gönlümü iki sevgiliye vermiş durumda idim. Önceleri Mahmud Sami Hazretlerin den ders alayım derken, karşıma İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) çıktı. Bu sıkıntıdan gördüğüm bir mânâ üzerine kurtuldum. Mânâmda bir dağ başındayım abdest alacağım. Su arıyorum. Dağın dibinde deniz var ama ulaşmak zor. Sağa sola derken bir baktım yanı başımda pırıl pırıl bir SU var. Hemen abdestimi aldım. Anladım ki o çağlayanda abdest aldığım su İbrâhim Ethem Hazretleri, derinlerdeki deniz ise Mahmud Sami Hazretleridir. Hemen Ethem Efendiye intisâb eyledim!.” demektedir..

Efendisi ile ilğili bir başka olayı da şöyle nakleder.:
“Akşam işten gelince evde birkaç lokma yer, hemen yanına giderdim. Evlerimiz yanyana idi. Geç vakitlere kadar sohbetini dinlerdim. Onu ilk defa dinliyormuş gibi dinlerdim, her defasın da. O da bunun farkına varırdı. Bazen.: “Asım Bey oğlum senin, bildiğin konuları dahi ilk defa dinliyormuşsun gibi tavrın hoşuma gidiyor!.” derdi. Oysa ben onun her sohbetinde yerdemiyim göktemiyim, bilemezdim. Tavan yok, duvar yok, şaşıyorum ben bu işe. Bir bakıyorum vücudum da yok. Âdeta gözüme iki halka takılmış oradan bakıyormuş gibiyim. Bu his öylece saatlerce devam eder. Mevzu sırf ALLAH ve Resûlünün sevgisidir. Bunun dışında başka hiç bir şey yok. Tam böyle bir atmosferde iken.: “Asım Bey oğlum biraz da çoluk çocuktan bahsedelim.” dedi sohbetin sonun da. Bu sözden sonra oda yerine geldi, tavan yerine geldi, duvar yerine geldi ve ben kendimi oda içinde buldum...
“Bak oğlum biz meşru’ olan şeyleri konuştuk, hal hatır sorduk. Nereye gitti biraz önceki manevî hâlimiz? Demek ki meşru’ olan şeyler dahi bu manevî havayı dağıtmaya yetti. Ya gayri meşru’ bir şey konuşsaydık hâlimiz ne olurdu?” diyerek meclisin de bulunanlara bu hazzı yaşatmıştır.” demektedir.

İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) Ankara’ya geldiği yıllarda kaldığı gecekondu bir evde hayatının belirli günlerinde sohbet ederek bağlılarının olgunlaşmasını sağlar..
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen Ağabeyin de bizzât İbrâhim Ethem Hazretlerinin halifesi Asım Köksal Hazretlerindan dinlediği bir bilgiyi hemen buraya almak istedim.:
Bahsi olan gecekonduda bir sohbet esnâsında evin kapısının güçlü bir şekilde çalınması üzerine.: “Kapıya biriniz baksın!.” talimatı verir. “Kimsecikler yok Efendim!” bilgisi üzerine, kapı aynı şiddetle tekrar çalınır. Tekrardan.: “Biriniz baksın, bir misâfirimiz var herhalde!.” uyarısı üzerine yine kimsenin olmadığı bilgisi üzerine sohbete devam eder. Üçüncü defa kapı aynı şiddetle çalınınca Efendi Hazretleri kapıya kendisi gider. Bakar ki ayakta zar zor durma gayreti gösteren sarhoş olduğu her halinden belli olan bir adam.: “Buyur evlâdım ne istemiştin?” deyince, sarhoş olan adam.: “Efendim ben sizin sohbetinizi dinlemek istiyorum ama beni içeri almıyorlar!.” deyince Efendi Hazretleri.: “Gel evlâdım!.” diyerek içeri alır. Önce elleri ile yüzünü yıkar. Bilâhare yanına oturtur. Bu olaydan sonra o sarhoş, iyi bir derviş olur..

İbrâhim Ethem (kaddesallahu sırrahu) 1963 yılı Ramazan Ayında HAK’ka yürür. Son nefesinden önce takma olan dişlerini avucunun içine alır. Bilahare elleri açılarak takma olan dişleri alınmak istenir, fakat ne mümkün açılamaz.
Hacı Bayram Câmii İmamlarından Kırklardan olduğu sanılan Kasım Efendi vasiyeti gereği cenâzeyi yıkar. Kefenlemeden önce mevtânın kulağına eğilerek usulce.: “Dişlerin sana burada lâzımdı Ethem Efendi, orada işine yaramaz ver onları bana!.” dediğinde yine usulca cesedin avucunun açıldığı ve Kasım Efendinin dişleri aldığına şâhid olunur. Kasım Efendi, ayrıyeten hastalığının başından beri olduğu gibi cenâze defin edilirken de Abdulkadir Geylanî ve Ahmet-el Rufaî Hazretleri başta olmak üzere on pirân, devamlı oradaydılar” der. Cebeci Asri Mezarlığı 194 ada ve 176 parsele defnedilir..

ESERLERİ:
Divan-ı Refi Kolayı, İbrâhim Hakkı Divan-ı, Battal Gâzi Gavazâtnâmesi, Delâilü’l- Hayrat, Gülistân, Divân Şeyhi.

Vesselâmün alelmürselin velhamdülillÂhi rabül âlemin.

Resim

İSKİLİPLİ İBRAHİM ETHEM HazretLeri
(1887-1963 Ankara, Altındağ)


İbrahim Ethem Gerçekoğlu 1303 Rumi yılında (1887) Çorum'un İskilip ilçesi Büyüktaş Mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası Ahmet Efendi İskilip'in yerlilerinden Kadıağalar (Kadıoğlu) lâkabıyla bilinen tanınmış bir âilenin mensubudur. Annesi Emine Hanım "Sülâle-i Tahîr edendir" Soyu Hüseyin aleyhisselâm'a dayanır. Bu bahtiyâr ana baba gördükleri bir rüyâdan mülhem olarak çocuklarına “İbrahim Ethem” adını vermişlerdir. İbrahim Ethem Hazretleri, Ahmet Efendi ve Emine hanımın en büyük çocuğudur. İbrahim Ethem Hazretlerinin; Zahide Leblebici, Zeynep Karaman, Mehmet Gerçekoğlu adlarında üç kardeşi vardır. Baba bir anne ayrı en küçük kardeşi ise Bekir Gerçekoğludur. İbrahim Ethem Hazretlerinin Şerife Hanım ile olan tek evliliğinden beş çocuğu olmuştur. İlk çocukları Cemalettin adında bir erkek çocuk olup küçük yaşta vefât eder. Bu ilk çocuklarından sonra Ubudiyye ve Meliha ismini verdikleri iki kızları olur. Daha sonra Ali Rıza ve Ahmet Burhaneddin adında iki oğulları dünyaya gelir. Bu dört çocuğu da halen hayattadır.. İbrahim Ethem Hazretleri, daha çocukken kendisini ALLAH YOLU’na ve ibâdete vermiş, Velîliğe ermiştir. 4-5 yaşlarında iken namaz kılmaya başlamıştır. Çok genç yaşlarında devamlı bir manevî huzur içinde, İlahî Aşkın sarhoşluğu ile mest ve müstağrak yaşadı. Bu hal namaz kılarken de devam ettiğinden.: "Yâ RABB^.!. Bu hali benden namaz kılarken al, sonra tekrar iâde et! " derdi. Efendi'nin bu mest hali Vâlidesini endişelendirir. Oğlunun deli olacağı düşüncesine kapılır. Annesinin bu düşüncelerini fark eden efendi Hazretleri.: "Oğlun deli değil velî olacak " diye içinden mukabele edermiş..

Çorum Hakimiyet Gazetesi..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

MUSTAFA ASIM KÖKSAL
(1913 DeveLi-1998 Ankara-Keçiören- Bağlum)


Asrımızın en büyük din âlimlerinden olan Mustafa Asım Köksal Hazretleri 1913 yılında Kayseri’nin Develî İlçesinde doğmuştur. İlk tahsilini Develî Merkez Numune Erkek Mektebinde tamamlamıştır. Bilehare Kayseri Parasız Akşam Lisesi (Leylimeccani) giriş imtihanını kazandığı halde, Develî’den Kayseri’ye intikâl etmesi gereken bir evrak noksanlığından kaydını çok istemesine rağmen yaptıramamıştır..

İlmi istek ve arzusu onu önce Develî Müftüsü İzzet Efendiden ilmihal bilgisi almaya itmiştir. Mustafa Asım Köksal Efendinin âilesi Ankara’ya hicret edince ilim edinme imkânı da artmıştır. Aslen İskilip’li olan İbrâhim Ethem Gerçekoğlu’nun rahle-i tedrisâtında tam 12 yıl bulunduktan sonra icâzet almıştır. Ethem Efendi Hazretleri diğer Meşayıhlarında tasdik ettikleri gibi İnsan-ı Kâmil Evliyâullahtan olan bir Zâttı. M. Asım Köksal Efendi’nin zâhirî ve bâtınî ilimlerden yetişmesi ve terbiye edilmesinden sonra, Müslüman Türk Milletine değeri zor doldurulabilecek bir âlimin yetişmesini sağladı. Öyle bir Âlim ki; Peygamberler ve Asr-ı Sadet dönemi uzmanı derinliği olan Şâir ve Tasavvuf Ehli...
İbrâhim Ethem Hazretlerinin Halifesi.
Kalem ve Tasavvuf İlminde zirve…
Her iki meziyeti bünyesinde bir meziyete dönüştürerek, tasavvufa sıcak bakmayan zâhirî ilim ehline âdeta bu iş tasavvufsuz olmaz, tasavvuf bizâtihi dinin kendisidir, dikkatli olun demek isteyen duruşuna dikkat çekmek isterim.
M.Asım Köksal, Efendi 1933 tarihinde Diyânet işleri başkanlığı Evrak Kâtipliğinde vekâleten göreve başlar. Bilâhere devlet me’murluğu görevine aseleten atanır. Liyâkatı gereği zaman içinde kurumda terfi ederek, en son “Müşâvere Dini Eserleri İnceleme Kurulu Üyesi” yardımcılığından, 1960 yılında emekli olur. Me’muriyeti süresince Rıfat Börekci, Şerafeddin Yaltkaya, Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Ömer Nasuhi Bilmen ve Hasan Hüsnü Erdem gibi Diyânet İşleri Başkanlarıyla çalıştı. 20 Kasım 1998 günü Beyin kanamasından hastahâneye kaldırılarak 85 yaşında HAKk’ın Rahmetine kavuşmuştur.
Evliyâlara Makamlık yapan Keçiören- Bağlum Kasabası Mezerlığı’na defnedilir. Meşhur Abdulhakim Arvasî, oğlu Ahmet Mekki Arvasî ve bunları Bağlum’a çağıran Evliyâdan, Horasan erenlerinden iki Zâtla beraber aynı makamı paylaşmaktadırlar.
Mustafa Asım Köksal Efendinin Murşidi İbrâhim Ethem Efendinin makamı da Ankara Asrî Mezarlığındadır.

MUSTAFA ASIM KÖKSAL ve ORYANTALIST KATEANI.:

Harf Devriminden sonra Anadolu Coğrafyasında yaşayan Müslümanların dini konularda yazılı metinlere duydukları ihtiyacın bir türlü giderilme çabası için de tepeden inmeci aydınların kafa yordukları bilinmektedir. Halkın anladığı Müslüman Kültür ve Akaidinin Milletimizi muasır medeniyetten geriye ittiği, bu noktadan hareketle din değiştirmenin de mümkün olmadığı ve olmasını istediği İslâm anlayışını hâkim kılmakla mümkün olacağı inancının sergilenmesi doğrultusunda yapılan çalışmalar hayra vesile olmuştur. Oryantalist İtalyan Yazar Leona Kateani’ nin 20. Yüzyılın ilk çeyrek yıllarında kaleme aldığı, yanlış ve kasıtlı birçok bilgilerin ihtiva ettiği on ciltlik “İslâm Tarihi” isimli ışık batıdan gelir düsturuna iman etmiş, tepeden inmeci aydın Hüseyin CÂhit tarafından Türkçe’ye çevrilerek basımı yapılan ve Türk entelektüeline sunulan bu eserin yukarıdaki fikrimizin doğruluğunun müspet delilidir.

Leona Kateani’nin bu eserin çevirisini yapan Hüseyin CÂhit, kendisinin yeterli din bilgisine sâhib olmadığını, ancak Avrupalı Müşteşrikler tarafından yazılan bu eserin tarafsız ve ilmi değere hâiz olduğu yönünde kanaatini belirterek tavsiye ediyor.
Kateani’ye göre:
Peygamberimiz, dünyayı ele geçirmek hırsıyla ortaya atılmış bir mâceraperest, İslâmîyet bu iş için siyasi bir âlet, Kur’ÂN- Kerim ise Peygamberin kendi sözlerinden ibârettir.
Keteani on ciltlik İslâm Tarihi isimli eserinde bu mantıkla örgüsünü yapmış, hiçbir izân sâhibi oryantaliste bile yakışmayan tavrının şüphesiz tarafsızlıkla, ilimle bir ilgisi yoktur. Ancak tercümesindeki kasıt ortadadır.
Her musibette bir hayır vardır derler ya doğrudur. Bu eser Türkçe’ye çevrilip tehlikesi görülmeseydi, merhum Mustafa Asım Köksal Hazretleri nasıl bir eksiği kapatmak için harekete geçebilirdi?.

Hüseyn CÂhit, bu kitabı tek başına 1924 yılında çevirisini yapıyor. Bu kitabdaki bilgiler doğrultusunda yapılanmalar oluyor. Atatürk bile sıkıntılara giriyor. Birkaç cılız ses dışında kimse ciddî bir iş yapamıyor. Ve nihâyet bir kişinin oyununu bozmak için, 15-20 yıl sonra diyânet teşkilatında “Kateani’ye Reddiye” isimli çalışmalar yapmak üzere bir komisyon kuruluyor. Kurulan bu komisyon 1955 yılında dağılınca, Mustafa Asım Köksal Hazretleri bu işi tek başına yapmayı kendine mecbur ediyor ve çalışmaya başlıyor..
Mustafa Asım Köksal Hazretlerinin bu konudaki kendi ifâdesi şöyledir.:
“Kateani Tarihindeki hataları tespit edip, ilmi mâhiyetini ortaya koymak maksadıyla birinci ciltten i’tibârıyla gözden geçirmeye ve hatalı satırların altlarını çizmeye başladım. Gözden geçirdiğim satırlardan altı çizilmeyen kalmadı. Ben de satır altı çizmekten vazgeçtim. Olanca gücümü zorlayarak ve kaynak bulmadaki gücümü de zorlayarak, reddiye’yi yazmaya altı ay kadar devam ettim. Ne iştahım kaldı nede uykum. Bunun üzerine çalışmayı bırakmak zorunda kaldığımı Mürşid’im İskilip’li İbrâhim Ethem’e bildirdim. O da.: “Sen bu işte mânen me’mursun evlâdım, sakın bırakayım deme!.” diyerek beni çalışmaya teşvik etti. Çâresiz kalınca hemen desteklendiğim ve şükür secdesine kapandığım oldu. Beş yıl gibi bir sürede gecemi gündüzüme katarak bu görevi yerine getirdim.”

Tamamlanan çalışma yaklaşık beş yüz sayfa kadardır. Diyânet İşleri Başkanlığı, “Müşâvere ve Dini Eserler İnceleme Kurulunun” tetkikine sunuldu. Ömer Nasuhi Bilmen’in Diyânet İşleri Başkanı olduğu, müşâvere kurulunun kararında.:
“İslâmîyeti hadis gibi en büyük kaynağından mahrum etmek ve sarsmak için Hadis’e, İlmi Hadis’e, Muhaddislere, hatta ashabın büyüklerinden İbn-i Abbas ve Ebu Hüreyre gibi şahsîyetlere var kuvveti ile saldıran, İslâmîyetin beş vakit namaz gibi ameli farizâsının, Kur’ÂN-ı Kerim’e istinat etmeyip, sonradan sonraya İslâm Kelâmcıları tarafından icâd edildiğini, Resûl-ü Ekrem’in Haşimî veya Kureyşî bile olmayıp, mechul bir soydan geldiğini iddia eden İtalyan Müşteşriki Kateani’ye, İlme ve İslâmîyet’e has ağır başlılık ve nezâketle lâyık olduğu cevâbı veren bu Reddiye ayni zamanda Kateani Tarihine istinat eden neşriyâta da bir cevap teşkil edeceği cihetle, Başkanlık Yayınları arasında yer almasının uygun olacağının yüksek başkanlığa arzına karar verildi..”
Hüseyin CÂhit örneğinde olduğu gibi bir hikâyecik de aynı kafa yapısında olan Dr. Abdullah Cevdet’in tercümesini yaptığı, Oryantalist Dr. Dozy’nin “Histor of İslâm” isimli eserinde bizzât Atatürk tarafından müdahale edilerek bertaraf edilmiştir..

Diyânet Teşkilatı yayınlarından, Ahmet Gürtaş imzalı “Atatürk ve Din Eğitim” isimli kitaptan da anlaşıldığına göre.:
Atatürk, tarihçi, devlet adamı Prof.Dr. Şemsettin Günaltay’ı makamına çağırtarak, hakkında düşüncelerini almak niyetiyle Avrupalı müşteşrik Dr. Dozy’nin, Dr. Abdullah Cevdet tarafından yapılan çevirisini verir.
Şemsettin Günaltay çeviriyi okur. Hakkındaki kanaatı nasıl söyleyeceği endişesiyle zamanında huzura çıkmaktan imtinâ’ eder. Ama Ata zekidir, unutmaz ve hocayı acele çağırtarak.: “Hoca geç kaldın, kanaatin nedir?” der.
Atatürk’ün yanında Başvekil İsmet İnönü’de bulunmaktadır. Şemsettin Günaltay, o günün hassasiyetinden dolayı, biraz da çekinerek.:
“Ele alınacak şey değil, bir facia paşam” diye cevap vermeye başlayınca, Atatürk yerinden fırlayıp parlar ve Başvekile dönerek.:
“Bu paçavrayı toplatın ve tercümeyi yapan Bey’i de devlet hizmetinde kullanılmamak kaydıyla hükümet kapısından uzaklaştırın!.” diye emreder.
Ve Şemsettin Günaltay’ı kolundan tutarak yanı başında ki masa üzerinde bulunan hatıranın yanına çeker. Devamla.:
Hz. MuhaMMed’in bir avuç İmanlı Müslümanla mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş Ordusuna karşı Bedir Muharebesinde kazandığı zafer, fâni insanların karı değildir. Onun Peygamberliğinin en kuvvetli delili işte budur!.” diyerek gözlerini saadetli coğrafyaya doğru çevirdi!.” demektedir.

MUSTAFA ASIM KÖKSAL ve İSLÂM TARİHİ.:

Batılı Oryantalistlerin İslâmîyet ve onun Peygamberi hakkında ileri geri yazdıklarına reddiye yazmak gibi bir ulvî reaksiyonun gösterilmesi yeterli değildi. Bu yüce Milletin kültür devrimi sonunda temel bazı kaynak eserlere sâhib olması gerekirdi. Su uyur düşman uyumaz anlayışından hareketle, ortalık biraz durulduktan sonra M. Asım Köksal Hazretleri bu boşluğu doldurmak maksadıyla Diyânet İşleri Başkanlığından 1964 yılında emekli olur. İster ki, bir an önce dışarda oryantalist ve diğer yıkıcı odaklar, içeride de onlardan daha fazla gayretli olan dönme ve dönme meşrebli tepeden inmeci aydınlar, daha fazla zarar vermeden herkesimin üzerinde ittifak ettiği, Hz. MuhaMMed ve İslâmîyet’i işleyen “İslâm Tarihi” adlı eserini çabucak ortaya koysun.
Uzun yıllar çalışarak 18 ciltlik İslâm Tarihi isimli eseri yazmayı başladı. Her aydının özellikle her tarihçinin bir günde bir cildini zevkle okuduğunu şahsen bizler müşâhade ettik. Çok büyük temel bir eseri büyük bir boşluğu doldurdu. Bu konuda M. Asım Köksal Hazretleri şöyle demektedir.:
“Müslümanlar, dinlerine ait hükümleri nasıl hıfz ve kaydetmeyi ihmal etmemişlerse, Peygamberimizin Hayatına ve Savaşlarına ait bilgileri de ihmal etmemişlerdir. Hicri birinci yüzyılın ortalarından i’tibâren Peygamberimizin Hayatına ve Savaşlarına dâir eserler kaleme alınmaya başlanmış ve bunlar günümüze kadar devam edip gelmiştir.
Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) Hayatı ve İslâm Dinini yayışı hakkında şimdiye kadar yapılan Türkçe yayınlarda kaynaklarımıza pek o kadar bağlı kalınmadığını, fazlaca ihtisâr ve tasarruf yoluna gidilerek, olaylardaki canlılık ve güzelliğin söndürüldüğünü gördüm.
Ben bu yola gitmedim. Sadece kaynakları konuşturmak istedim. Şahsî görüş ve düşüncelerimle araya girmekten, olayların arı-duru havasını bulandırmaktan son derece kaçındım. Şâyet arada sırada kendiliğimden birkaç kelime veya satır yazdığım olmuşsa; bu da ancak açıklama, konuya veya olaylara ışık tutmak maksadıyla olmuştur.
Hayatımın en mutlu devri, hiç şüphesiz Peygamberimiz’in Hayatı’na ait kitabımı yazmakla geçirdiğim yıllar olmuştur. Çünkü başından sonuna kadar bütün bir devri, olanca çileleri ve mutluluklarıyla Peygamberimiz’in ve Ashabının yanında yaşamış gibi idim. Kitabımı okuyanların da aynı şeyi tadacaklarını, aynı kanaate varacaklarını sanıyorum.”


Mustafa Asım Köksal Hazretleri yazmış olduğu 18 ciltlik İslâm Tarihi isimli eseri için uğrunda her şeyini vermeye hazır olduğu vatanında hangi ödüle lâyık görüldü bilinmez ama bilinen bir ödül, Pakistan devleti, Umur-ı Mezhebîye Bakanlığı tarafından verilmiştir. Eser incelenmiş, birinci seçilmiş, Hoca Efendi Pakistan’a dâvet edilerek beş bin dolar ödüle lâyık görülerek onurlandırılmıştır.
Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde Diyânet işleri Başkanlığı statü olarak Başbakanlık Müsteşarlığına bağlıymış. İlmi Seviyesi herkes tarafından takdir edilen M.Asım Köksal Hazretlerine, Müsteşar Bey gâyet ciddî bir şekilde.: “Hocam beş vakit namaz çoktur, iki vakite indirilemez mi?.” sorusuna Hoca Efendi.: “İndirilir.” şeklinde cevaplamış. “O halde ne duruyorsun” bir yerde başla dediğinde; Hoca Efendi.: “Beni Peygamber yap!.” deyince “Ben seni nasıl peygamber yapabilirim?!.” sözüne karşılık.: “Ben de beş vakti nasıl iki vakte indiririm!” ifâdesini kullanır..
İçerdeki Dozy’ler, içerdeki Kateaniler...

MUSTAFA ASIM KÖKSAL’ın YAYINLANMIŞ OLAN ESERLERI.:

Armağan (Manzum ilmihal) 1939 yılında basılmıştır.
Hz. Âdem’den Hz. Peygamberimize kadar olan peygamberlerin hayatı, 1941’de basılmıştır.
Peygamberimiz. 1944’de basılmıştır.
Ezanlar 1946’da basılmıştır.
Gençlere Din Kılavuzu. 1946’da basılmıştır.
Din Dersleri. İlkokul dördüncü sınıflar için.
Tevbe 1958’de basılmıştır.
Reddiye 1961’de basılmıştır.
Hıristiyanlık Propagandaları.
Bir Amerikâ’lının 23 sorusuna cevâb.
İslâm Tarihi 1966 – 1987 tarihleri arasında basılmıştır.
Kerbelâ Faciası 1979’da basılmıştır.
Sohbetler 1981’de basılmıştır.
Makaleler (Gazetelerde).
Şeyh Ahmet Kuddusi 1993’de basılmıştır.
Peygamberler Tarihi (iki cilt).
Kutlu Doğum (şiir) 1991’de basılmıştır.


YAYINLANMAMIŞ ESERLERI.:
Vaazlar, Şeyh Bedrettin, İlmiye Salnâmesi, Türkçe Ezan Meselesi, Konferanslar..

Son söz olarak demektedir ki.:
“Hiçbir itirazla karşılaşmayacağımızdan emin olarak iddia edebiliriz ki, bütün tarihî şahsîyetler ve hatta bütün Peygamberler içinde batılılarca soyu, hayatı, şekil ve şemâli, en ince özelliklerine kadar bilinen ve nesilden nesile nakil eden bir tarihi Şahsîyet ve Peygamber varsa o da ancak Peygamberimiz Hazret-i MuhaMMed aleyhisselâmdır.”

Vesselâmün alel mürselin, velhamdülillÂhi Rabbül âlemin

Resim

MUSTAFA ASIM KÖKSAL
(1913 DeveLi-1998 Ankara-Keçiören- Bağlum)


1913 de Kayseri'nin Develî İlçesi'nde doğdu. İlköğrenim'ini Develî Numune Mektebi'nde gördü. Kayseri Ulemâsı'ndan Develî Müftüsü İzzet Efendi'den Medrese Usulu'ne göre Mukadimat-ı Ulum Eğitimi aldı.
Sonra Ankara'ya geldi ve kendi çabalarıyla Bilgi ve Görgüsünü artırdı. Ankara’da bulunduğu sıralarda Kerkük Ulemâsı'ndan MuhaMMed Efendi'nin Öğrencisi oldu.
İskilipli İbrahim Ethem’den Tasavvuf Terbiyesi aldı. Aynı Kişi'den İcâzet aldı. 1933 de Diyânet İşleri Başkanlığı'nda Memuriyet'e başladı ve 31 Yıl Boyunca Üst Kurullar'da Çeşitli Vazifeler'de bulundu. 1964 de “İslâm Tarihi” Adlı Eser'ini yazabilmek için emekli oldu.
1995 yılında Türkiye yazarlar birliği tarafından “Yılın Kültür” adamı seçilmiştir. 27 Kasım 1998 de 85 Yaşında vefât etti.

ESERLERI.:

* İslâm Tarihi -Hz MuhaMMed Aleyhisselam ve İslâmiyet, 18 Cilt. 1983'de Pakistan’da Siret Konferansı ödülü aldı.
* Hz.Hüseyin ve Kerbelâ Faciası,
* Peygamberler Tarihi,
* Gençlere Din Klavuzu,
* Tevbe,
* Reddiye (Caetani'nin İslâm Tarihi'ne Reddiye),
* Peygamberler (Manzum),
* Peygamberimiz (Manzum bir Sîret)
* Sohbetler,
* Armağan,
* Ezânlar,
* Bir Amerikalı'nın 23 Sorusu'na Cevâb,
* Türkçe Ezân Meselesi,
* Şeyh Beddettin, (basılmamıştır)
* Şeyh Ahmed Kuddusi-Hayatı, Mesleği, Üstün Kişiliği ve Eserleri,
* İslâm İlmihâli..


Resim

nOt.: MUSTAFA ASIM KÖKSAL, Ahmedî KUDDÛSî BaBa kaddesallahu sırrahu’nun Oğlu AHMED Efendinin Kızıyla evli idi. 1995 Yılında Aksaray’a gelmiştim. Rahmetli Hacı Osman Efendi duymuş bir arabayla kapıya geldi.: “Evlâd BoR’a gidiyoruz . KUDDÛSî BaBa kaddesallahu’nun Anma günü Töreni var.” Dedi. Hemence yol aldık. Vardığımızda salonda yüzlerce yaşlı Ak sakallı Derviş dinleyici ve konuşan için.: “Evlâd bu zât KUDDÛSî BaBa kaddesallahu’nun Torunuyla evli Büyük Âlim MUSTAFA ASIM KÖKSAL Efendi!.” dedi.. Sonra ara verildi. Beni elimden tutup yanına götürdü. Sarmaş-dolaş olduk. Hacı Osman Efendi.: “Efendim bu genç KUDDÛSî BaBa kaddesallahu’nin BÜLBÜLerinden daha ötmeye başlamadı ama VAKti gelince ötecek Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem RAVZAsında Hizmetinde İnşae ALLAH!.” dedi. MUSTAFA ASIM KÖKSAL Hazretleri omuzlarımdan tuttu ben bakakaldım gözlerinde MuhaMMedî Işığı gördüm.. Sonra sıkıca bağrına bastı bir müddet bırakmadı ve.: “İnşae ALLAH!. İnşae ALLAH!.” dedi.. HAKk’a yürümeden görüşmek DUÂsını ALmak Nâsib-Kısmet oLmuştu.. KuL İHVÂNi..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

Dr. MÜNİR DERMAN
kaddesallahu sırrahu
(Memlük - Yenimahalle - Ankara)


Aralık doksan dokuzdu…
Abalı Sultan Nâmıyla anılan meşhur gönül erini ziyâret etmek, hakkında ma’lumat alarak bir de Fâtiha göndermek için Yenimahalle İlçesine bağlı Memlük Köyüne uğradım. Abalı Sultan’a hemen bir göz atımlık mesâfede, etrafı taş duvarlarla çevrilmiş, içi son derece güzel tanzim edilmiş bakımlı mezar ve taşları, mezarlar arası etrafa güzel kokular saçan çiçekler ve yeni dikilmiş ağaçlarla beraber, bir kenârda kendinden doğan ve kendi içinde kaybolarak akan şırıl şırıl su, ibâdet edilecek, ihtiyaç giderilecek Osmanlı Mimarîsini andıran zâviyesiyle, âdeta küçük bir cennetten köşe gibi bir yerle karşılaştım.
Fevkalâde güzel ve yeni bayındır edilmiş yerin ilk görüntüsü, bu anlamda klasik anlayışın dışında farklı bir yapılanma içindedir. Skolastik gelenek, medfun olan Zât’ın üstünde türbesi yükselirken, Derman Hoca’nın Kabri, diğer kabirler arasında üstü açık ve s3adedir. Aynı statü de olan birçok Gönül Eri’nden farklılığı buradan bile göze çarpmaktadır. Hele o SU!. Biraz eğimli olan kabristanda, kabirlerin ayak hizâsında, birkaç düğümlük mezrasında, ahenk üzre akışı, yanında yatan Gönül Eri’nin bir hayat boyu oluşturduğu ve yaşadığı felsefenin kendisidir sanki.
Hemen girişte gözüme, üzerine birtakım yazılar işlenmiş mermer çarptı. Klasik algılamaya, hemen kitâbesi yani özgeçmişi zannederek dikkatlice okumaya başladım ne söylemek istediğini anlamadan. Zamanla İnsÂN derinliği anlıyor ve tekrar başa dönerek sindire sindire bu farklılığı yaşamaya çalışıyor. Kitâbe “Kabir Taşım” diye başlıyor ve devam ediyor;

KaBiR TaŞıM!.

Bir gövde borcum var toprağa,
Verdim borcumu,
Ruhumun toprağa borcu yok benim!.
Arama toprakta beni ben başka yerdeyim,
Toprağım temizdi, temiz teslim ettim borcumu!.
Bu Kabir ruhumla gövdemin ayrılış yeri,
Burada arama burda değilim,
Azâb da değil, nâr da değilim!.
Sıkıntım kalmadı artık, aç ve yoksul değilim!.
Dünya da haksızlık, sefâlet, açlık, sıkıntı dertlerle,
Arkadaş yaşadım,
Şikâyet etmedim.: RABBimden bu nedir?!.” diye!.
Kırklar, Yediler, Üçler arkadaş idim,
Hızır’la buluştum, konuştum, dertleştim, dünyâ yüzünde...
Şikâyet etmedim kendi hâlimden!.
Nefsinle uğraşma, bu savaş değildir,
Kabirde azâbın esası budur,
Bırak nefsini kendi haline,
Uğraşma onunla yakışmaz sana!.
Gövde, Nefis, Rûh başka başkadır,
Yekdiğerine karıştırıp çengelleme onları!.
Nefis Dünyada kalır, Gövde toprakta,
Rûh gider ASLı olan RABBine!.
Burada arama burda değilim,
Azâb da değil, nâr da değilim!.
Sıkıntım kalmadı aç ve yoksul değilim.
Gövdemi verdim toprağa borçlu değilim.
Nefsimin de derdi dünyada kaldı.
Üzme kendini ben de senin gibiyim.
RABB’imin yanında uçar gibiyim!.


Büyük bir gizlilik içinde Âşıklara Duruş vardır.
Dr. Münir Derman Hazretlerinde, kendisinin yazılı ifâdesinden anladığıma göre:.
“Bana Hocam söylemişti yıllar evvel.: “Seni ancak BEN görebilirim, başkası göremez!." “Niçin?” der gibi mübârek gözlerine baktım. Gülerek bana.: “Sen görünmezsin de ondan!.” demişti” demektedir.

Dr. Münir Derman Hazretlerinin yazdığı kitapları, hakkında yazılan yazıları ve öz geçmişini okumama rağmen nerede medfun olduğunu yani gizliliğini sanki ben ifşâ edecekmişim gibi bir hâlet-i ruhîyeye girdim. İşin başında tümden gelim gibi bir tasarrufla karşılaştığımı tahmin ediyorum. Abalı Sultan ziyâretinde belki de Makama çağıran Derman Hoca’dır.
Makamında “celâlli bir bağlısı”yla karşılaştım, meraklarımı gidermek için peşi peşine sorular, sordum ama nâfile. Sanki Hazret’in gizlilik felsefesini, gizlilik sırlarını açıklamaktan imtinâ’ eder gibiydi...


Dr. MÜNİR DERMAN’ın ÖZ GEÇMİŞi.:

1910 yılında Trabzon’da doğdu, baba tarafından Kafkas Kartalı Şeyh Şâmil’e, ana tarafından ise Ahmet Ziyâeddin Gümüşhânevî, adında, halk tarafında “Uçan Şeyh” olarak bilinen Evliyâ’ya dayanır. Trabzon’da 4 yaşından i’tibâren Buhara’lı Ömer İnan Efendi'nin manevî eğitiminde ilerlemiş ve 9 yaşında hafız olmuştur. Âilesinin maddî durumu iyi olduğundan, ilkokulu ve liseyi özel Fransız Okulu’nda tamamladıktan sonra devlet tarafından üniversite tahsili için Fransa’ya gönderilmiştir. Felsefe ve Psikoloji Eğitimi ile çok başarılı bir öğrenci olduğu için Tıp Fakültesini de bitirerek doktor olmuştur. İlâhiyat Tahsilini ise Mısır El- Ezher Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Kore Savaşlarına doktor olarak katılarak hizmetlerde bulunmuştur.. Bilâhere Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde Hocalık yaparak Felsefe Dersi vermiştir. Kısa bir süre sonra üniversiteden ayrılarak çok sevdiği doktorluk mesleğini yapmak için Anadolu’da göreve başlamıştır. Uzun bir tabiblik hayatını Eskişehir’de tamamlayarak emekli olmuştur..

Türk Tıbbı’nda ilk defa kopan bir ayağı ameliyatla takarak haklı bir milli ve uluslararası başarı sağlamıştır. Japonya’da ve Almanya’da uzun zaman bulunarak birçok İnsÂNın yetişmesine katkıda bulunmuştur. Bulunduğu ülkelerde konferanslar ve vaazlar vermiştir..
Fransızca, Almanca, Rusça ve Arapça yı en az bu devlet’lerin vatandaşları kadar güzel konuşan, bu ülkelerin kültür ve edebiyatını yakından tâkib eden bir aydın portresi çizmiştir.
Maddî ilim denilen Fen İlmine hemen her alanda vukufu onu Manevî İlimlerden alıkoymamış, bilâkis eşyâyı derinine inceleyen “İlm-i Ledünn” Sâhibi olma yönünde de gayret etmiştir. Başta da söylediğimiz gibi Ledünn İlmi’nin gelişmesine Buhara’lı Ömer İnan’ın bir Mürşid, bir Terbiye edici olarak katkıları çok büyük olmuştur..

Dr. Münir Derman Hazretleri, uzun müddet kaldığı Almanya’dan döndükten sonra, Ankara’da bir otel odasında uzun müddet mütavazi bir hayat sürmüştür. Hiçbir gayrimenkul edinmek için çaba göstermemiştir. Yaşadığı müddetçe kendini şan, nam gibi âfetlerden koruyarak âdeta gizlemiştir. Klasik Tasavvuf Kültürüne önem vermemiş, âdeta nev’i şahsına münhasıl bir İrşâd Stretejisi oluşturmuştur. Ancak bağlıları vaaz ve sohbetlerinde tanıdıkları Dr. Derman Hoca’nın etrafında bir aşkla kümelenmişlerdir..

Dr. Münir Derman Hazretleri 1989 tarhinde HAKk’a irtikâl eder.
Mezarı, çok sevdiği Köy Hayatının içinde, Memlük Köyü'ndedir ve Ankara’mızın Manevî Tasarruf Sâhibidir..

Dr. MÜNİR DERMAN’ın MENKİBELERİ.:

İsmini gizleyen, ancak yazıya aktarmaktan çekinmeyen bir yakın bağlısı, Hocası ile ilgili şâhid olduğu birkaç olayı şöyle anlatmaktadır.:
Notlarını yazmak üzere yanına gidiyordum. Yolda rastladım, karşı kaldırıma doğru yürüyordu. Hocam, demir parmaklı tercihli yolu geçit olmadığı halde yürüyerek karşıya geçmişti. Çok âni oldu. Nasıl oldu bilmiyorum ama oldu işte, hayretler içinde kaldım. Yakında bulunan Trafik Polisi de koşarak yanına gitti. Elini öptü kucakladı.: “Amca bize de DUÂ et. Buradan nasıl geçtiniz?”
İleriden geçip yanına gittim. Bana dönerek, gülümsedi.: “Ne oldu ben de anlamadım. Birden demirler ortadan kalktı yol açıldı ben de geçtim!.” dedi. O âyet geldi aklıma “Biz her şeyi Âdem’in emrine verdik.”..


أَلَمْ تَرَوْا أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَأَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةً وَمِنَ النَّاسِ مَن يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُّنِيرٍ
“E lem terev ennellâhe sehhare lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı ve esbega aleykum niamehu zâhireten ve bâtıneh(bâtıneten), ve minen nâsi men yucâdilu fîllâhi bi gayri ilmin ve lâ huden ve lâ kitâbin munîr(munîrin).: Göklerde ve yerlerdeki herşeyi, Allah'ın size musahhar (emrinize amade) kıldığını görmediniz mi? Ve sizin üzerinizdeki görünen ve görünmeyen (açık ve gizli) ni'metlerini tamamladı. Ve insanlardan bir kısmı (hâlâ) ilmi, bir hidayete erdiricisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın, Allah hakkında mücâdele ederler.” (Lokmân 31/20)

Gülhâne Hastahânesinin Komutanlık Katı’ndan çıkış kapısına doğru yürüyorduk. Elimden tutuyordu. Birden kendimde bir başkalık sezdim. Bütün vücudum hücrelerime kadar titremeye başladı. Özenle parlatılmış yerdeki mermer taşlardan, duvarlardan.: ALLAH!. HUu!.” sesleri geliyor, inilti, haykırış halinde zikrediyorlardı. Dayanılması güç bu hâl ile ben de haykıracaktım ki kendimi tutmak için çaba sarf ederken Hocam elimi sıktı.: “Sâkin ol Yavrum!.”… Hemen toparlandım. Anladım ki Hocam bu zikri içine almış HAKk ile HAKk olmuştu.
Elini dizime koymuştu. Belki tonlarca ağırlık dizimi ezmeye başladı. Bacağım ağrıyordu. Sonra elini çektiler. Ayağa kalktık, biraz yürümekte zorlandım. Bu hâli çok sonra bir gün kendilerine anlattım. Gülümsedi, fısıltı halinde kulağıma söyledi.: “Demek ki kendimle birlikte seyahatte idim.”

Dostlarıyla birlikte bir yerde oturuyorduk. İçeri yabancı bir adam girdi. Hocamı görünce.: "Hoş geldiniz Efendim. Her hâlde siz benden evvel gelmişsiniz. Ben de Almanya’dan iki gün önce döndüm. Geçen hafta Münih Câmii’nde Cumâ Vaazını dinlemiştim. Ne kadar kalabalıktı değil mi?.” diyerek konuşmasını bitirdi. Hocam kısa bir sükûttan sonra hemen sözü değiştirdi. Hayret ettim. Hâlbuki Hocamla her gün, aylarca birlikte idim. Almanya’ya gitmemişti.

Huzurlarında oturuyorduk. “Eli” anlatıyorlardı. Fırsat bilerek sordum.: “Efendim siz yürürken elinizi yan tarafınızdan biraz öne tutarak parmaklarınızı aralayıp etrafı tararcasına yürüyorsunuz, bu durumun el ile ilgisi var mı?”
Bununla ilgili hatırasını anlattılar.:
“Gençtim. Köyde Sabah Namazına kalktım. Köydeki helâlar başkadır bilirsiniz, dedi. Aşağıda pislik yığın halinde görülür. Pisliğe düşmüş bir örümcek çırpınıyordu fakat kurtulamıyordu. Hemen gittim, uzandım, elimi pisliğe daldırıp hayvanı temiz bir yere bıraktım, kurtulmuştu...
Sonra ellerimi sabunladım yıkadım ve abdest alıp Sabah Namazın kıldım. Biraz uzanmıştım ki uyumuşum. Rüyâmda bu sağ elime “ışık” verdiler. Sağ elim ışıldakdır, ışık saçar. .Görmekte güçlük çektiğim zaman giderken ondan böyle yapıyorum.”
demişlerdi.
Hocamsağ elini açar avucunun içinden kâinatı seyrederdi.

“Manevî Emânetlerini, kendisine yakinen hizmet eden, ona yanaşmış sevdiklerinden birine bırakacağını” söylemiş fakat isim açıklamamışlardır.
Son zamanlarını iki buçuk sene Hastanede geçirdi.
Vasiyetlerinde.: “Dünya’ya garip geldim, garip gitmem lâzım. Garibin yeri tenhadadır!.” ifâdesiyle sessiz bir Köy Kabristanına gömülmek istediler.

Yine Dr. Derman Hoca’yı yakinen tanıyanın kaleminde Manevî Portresi şöyledir.:

Derman Hoca =>Kendini diken ve çalılarla gözlerden gizleyen, gönüllere girmekten kaçan, zamanın nokta halinde görülen En Büyük Kutbu ve SultÂNıdır. Hocanın tevazu’su karşısında tevazuu’ erir. Sabrı karşısında sabır erir yok olur. Kanaatı karşısında kanaat utanır, ağlar..

Hoca, görünür görünmez, görünmez görünür. O, Ömer İnan Efendi Rahmetullahı aleyh’in taa bu asırda görünüşüdür. Hoca, kendini görenlerin yanına sokulmaz. Göremeyenlerin yanına sokulur. O’nun İlmi nereden gelir bilinmez. Bildikleri bir ömür boyunca öğrenilmez. Nereden bunları almıştır o hiç bilinmez. Maddî ve Manevî İlimlerin hepsi ondadır. Yarın göçerse yerine geçecek kimse olmayacaktır. Kendilerine sorulduğunda ise.: “Var ama söylemem!.” demiş..

Hoca =>Taşı->Elmas, Odunu ->GÜL, GÜLü->GÜL yapanlardandır.
Her müşkülü halleden O’dur..
O’nu görenler bile yanaşamazlar O’na.
Zamanın Eba Hüreyre’si…
Üç KaLanların bağlandığı baş...
Ledünn İlmini nereden öğrendiği bilinmeyen Velâyet ve Tasarruf sâhibi “Ârif-i BiLLâH.
O Zât, Hoca’yı böyle târif etmişti..

YARADAN, her Gönül Eri Kulu’na, farklı meşrebler ve farklı irşâd anlayışı verirmiş. Dr. Münir Derman Hocanın’da diğer Gönül Erleri’nden farkının olması normaldir.
Meselâ Ali Semerkandî Hazretlerinin “ŞifâLı SUyu”..
Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin “mevtâyı diriltmesi” gibi..
Derman Hocanın kitapları okunacak olursa, onun bütün hayvanatla konuştuğuna dâir yaşanmış birden çok durumlarına şâhid olunur. Fransa’da Hayvanat Bahçesinde kimsenin yaklaşamadığı genç bir arslanla konuştuğunu gören görevli ve ziyâretçilerin nasıl hayretler içinde hocayı tâkib ettiklerinden tutun da daha neler, neler!..


Dr. MÜNİR DERMANve KENDİ KALEMIİNDE KENDİSİNİ ANLATAN YAZI.:

"Bir gün Hocamı ziyârete gitmiştim. On yedi yaşında idim.
Odası, tavanında penceresi olan geniş yüksek tavanlı idi…
Odası çıplak, bir post, bir de yerde ki yatak...
Desti, leğen, işte o kadar...
Çok güzel koku vardı havasında...
Kendisi oturmuş, uzun saçları yele gibi omuzlarına sarkıyordu.: “Gel bakalım!.” dedi. Elini öptüm. “Ben artık gidiyorum mektep bitti!” dedim.
DUÂ etti, nasihat şeklinde emirler verdi.: “Ara sıra kendi kendine bir oda da kal!.”
Bunu adet edindim, ara sıra bunu yaparım...
Tahsil için Fransa’ya gittim. Aradan beş altı sene geçti. Bir gün bu nasihat ve emri yapmak için odama girdim. Odam da iki zât gördüm. Birden bire şaşırdım. “Nereden girdiler bunlar?”
Beni görür görmez yürüdüler, duvarın içinde kayboldular. Şaşırdım kaldım. Bir kâğıt bıraktılar yere, küçük... Hala saklarım o kâğıdı...
Ve hayretim hala devam ediyor. Otuz küsur sene oldu. Son nefesime kadar bu hayret devam edecek... Halledemedim...
Bu hadiseden bir sene sonra yurda tatile döndüm. Doğru Hocam’a gittim...
Yaşlanmış... Elini öptüm. Bana hâlimi sordu...
Ağabeyimi sordu.: “Gelsin!.” dedi. Ağabeyim o sıralarda Sivas’da Defterdardı. Telgraf çektim, bir hafta sonra geldi. Yanında oturduk… Hocam hastalanmıştı. Yanında idik...
Bize nasihat etti, DUÂ etti, bizi okşadı...
Bir aralık.: “O kâğıt sen de mi?” dedi. Birden bire anlayamadım.: “Ha!.” derken başparmağını ağzıma uzattı.: “Sus!.” dedi... Öyle yaptım... Ağabeyime döndü.: “Kazım sen de biliyorsun ya...”
Bir gün sonra Hocamızdan ayrıldık, ağladık... Ağabeyime sordum.: “O kâğıttan sende var mı?" "Sus kardeşim... Eşek kardeşim!.” dedi.
Hâlâ Hocam bizi bırakmamıştır. Bunalırsak yetişir.
O kâğıt’ta ki yazı şu.:
Size de söyleyeyim, böyle hareket edin.: Vesveseyi bıra!. Ne kadar işin arzun ve dileğin varsa hepsini kaza ve kadere teslim et!. Kendini nasıl dilerse öyle iş gören ALLAH’a bırak ve bekle!. Telâşı terk et!. Izdırabı, üzüntüyü kaldır!. Murad Yolu, kendi kendine görünür, o yola düşersin. Aç kal, kimseye söyleme!. Dertlerini, yoksulluklarını, ızdırabını söz haline geçirme!. Melekler bile duymasın!. Derdin olursa HAKk ile konuş, O her şeye yeter!. Sefâlete düşersen vakûr ol!. Sabret!. HAKk’a bile ellerini istek için kaldırma!. Yalnız HAMD için kaldır!.”


Dr. MÜNİR DERMAN’ın ve İSTER İNAN İSTER İNANMA.:

Yine kendi Kalemi’nden.:
“Deryâ içre düşünürdüm=>DaMLa idim ->UMMaN OLdum,
DeRTLi idim, DERDim gidip =>DERMAN oldum!.
KIRKLAR SOFRASI’nda BULundum. Bunlardan 3 kişi ile HâLen haftada bir gece buluşurum. “KIRKLARdan mısın?” diye sorma bana, ben o “3” ile -> “4” olurum. HiÇ ile “40” oluruz. “3 kişi” bir de ben, bir de “HİÇBİR” =>TÂİFE Teşkil ederiz!. Gezeriz!. Hem KIRKIZ, hem DÖRDÜZ, hem de HİÇiz!. Bulunduğun yerde 40 oluruz BİZ!. Çünkü biz KIRKLARız da ondan... Elini tuttuğumuzu içimize alırız hemen KIRK oluruz ve iki görünürüz.. Ondan sonra ister görünür, ister görünmeyiz BİZ... Biz her yerdeyiz, her yer bizdedir. Gündüz ->Cismanî, Gece ->Rûhanî İŞLerle meşgulüz BİZ... BİZi GÖRürler ->BULamazlar!. Zirâ gaflet ve şüphe bulutlarıyla örtülüyüzdür... BİN BİR RENKte görünmeye mecburuz... BİZ Yeryüzü’nde bahâne arayıcısıyız... Bu bahâne ile 40 kişi olduk... Bizi bazen Velî, bazen Meczûb, bazen de Zındık görürler... Bu HâL bizim Sükûn ve Huzurumuzu bozmamak için ALLAH’ın bir vergisidir.. HâLVet SUYU ile ->Gideceği Yerin Yolu’nu yıkayan İnsÂNın BİZ elini tutarız!. BİZim DUÂmız ->BİZe yaramaz, ->başkasına yarar. Çünkü BİZ ->ALLAH için DUÂ ederiz, nefsimiz için değil. Kıyamet de buradadır.
13 senedir kırklardanım, kırkların yedincisi ve en genciyim. Türkiye’den 3 kişi vardır kırklardan. 3 Suriye, 3 Mısır, 4 Irak, 7 Medine, 6 Mekke, 2 İspanya, 2 Hindistan, 1 Kafkasya, 1 Salamon adaları, 1 Cava, 1 Çin, 1 Güney Afrikâ, 1 Güney Amerikâ, 4 tanesinin de yeri söylenemez... Bunların yerleri icabında değişir..
Velîler =>ALLAH’a doğru, Nebiler ise =>KuLa doğru seyrederler. Ondan dolayı, ALLAH’a doğru seyirde BİLGİ gerekir. ALLAH’tan kula doğru seyirde bilgiye ihtiyaç yoktur!. Bundan dolayı Nebi’ler ->ÜMMî’dir. İkisinin arası =>Ubudîyyettir. Resûl de bu Makamdan ->Mir’acta kabul buyurulmuştur. Kırklar da görülür ->dünya ile görünmez ->Ruhanî Âlemi yekdiğerine rapdeden KÖPRÜ gibidirler. Yekdiğerleriyle KIRKLAR İzn-i İlahî ile kendi telsizleriyle her ÂN konuşabilir, her ÂN görebilirler.. Mekân ->“Lâ-Mekân”ı setreden bir perdedir... Perdeyi kaldırdığın zaman mesâfeler yok olur... Çok tuhaf söylüyoruz, cidden çok tuhafdır... Bu kelime gafletin taa kendisidir. Size tuhaftır fakat ASIL HAKİKÂT budur. KIRKLARı sen boynuzlu, kuyruklu veya başka türlü bir şey mi zannediyorsun? O da KUL... Onlar da KUL... AMMa KUL!..”


Özetle alınan yazı, ilk defa bu denli güçlü ifâdeler ve ayrıntılar.. Aman ALLAH’ım, neler varmış Metafizik ÂLEMde...
Ve devam ediyor KIRKLARda Dr. Münir Derman Hazretleri.:

“Akıl ile Matematik ile ALLAH’ı idrak etti!.” demek, bir şey ifâde etmez. Bugünün Fen İlmi ile artık ALLAH’ı inkâr kapıları kapanmıştır.. Bu Asırda her şeyde ALLAH =>Tecellî etmiştir. İnsanların Akıl ve Fen ile ->Doğa Kanunları karşısında daha diyecekleri, itiraz ve şüpheleri kalmamıştır!.”

“Birçok gizlenmiş HAKİKÂTLER vardır. Onlar etrafında birçok tahminler yürütülmüştür. Fakat İnsÂN Aklı bu gibi bazı meselelere yeterli olmadığından nazarîyyeden nazarîyyeye fikirden fikire sürüklenip gelmiştir!.”
Koca Sultan kendi kendini ne güzel anlatıyor!.."


Bu Abd-i Âciz KuLun bir şey ilâve etmesi haddine mi?
Meraklıları =>ALLAH Dostu Diyor ki->1-2-3-4-5.. Bir, ve =>SU->1-2.. Kitaplarını okumalıdır..

Vesselâmün alelmürselin velhamdülillÂhi rabbülâlemin.
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

IŞIĞın gÖLgeSÎNde..
Resim
ResimResim

DELilik çok güzeldir..
zır deliliği..hele zırzırı.. hınzırı.. çâresizi..
anadan deliliği.. deli veliliğii.. deliksiz deliliğiii..
ESkisi-YEnisi-> şu ÂN!. vE's- SeLÂM DELİ DOKTURum DermÂN!..

Resim

Ben Niye Ağladım >ben Niye GÜLdüm!
Ben Niye SEVindim?!. ->Niye ÜZüldüm!
ORAsı!.. BUrası!.. -> VAR-YOK >ARAsı!..
eYy kervÂN kıtMÎRi!. ÖLmeden >ÖLdüm!..

Resim

Hoş geldin melek hocam! teketek teras burası
...erken açtı çiçeklerim.. belki de sırrın sırası..

teketekin demliğinde.. renksiz renkli çiçeklerim..
kumruların yemliğinde.. hoş geldin hergün beklerim..

enrguvan moru önlüğün.. yoksa hastan mı yüreğim..
sapa sağlamım gördüğün.. ağlıyorum.. güleceğimm..

utanırım ben herkesten.. neden soydun çırılçıplak..
yanıyorum.. üşüyorum.. neden soğuk.. neden sıcak..

görünmezler gördüm amma.. görünmezlik yaşamadım..
burda soyunmak muammâ... -> ben zora alışamadım!..

taa ezleden baba-oğul iz izeyiz biz ->seninle
çatma hemen kaşlarını.. dışım berbat >içim dinle!

bir acı kahve yapayım.. ak mentollü dumanım var
sohbetlerin toparladım.. kusurum çok dağlar kadar!

keskin keskin bakıp durma!. oralarda ne var ne yok?
bakışlarınla taş vurma!.. ben-sen can-tenin derdi çok!

yaşa diyorsun "sefâsız!.. yüreğimi ez/yüzüyorlar!.
"sevdim!" diyenler vefâsız.. bin-bir kılık gez/üzüyorlar!

yalnızlığa alış! diyorsun!.. hiç durma çalış! diyorsun!..
hem dümende.. hem yelkende!.. kıtmîr >köpek biliyorsun!..

karbeyaz yelem kestiler.. -> ak saçların nasıl da gür!..
sen nasıl gençleştin böyle.. >rûhun rüzgâr gibi özgür!..

bu koltuğa yaslanırım.. >bâzen seni düşünürüm!
sende kendimi yaşarım.. sen-ben gibi >üzülürüm!..

memlûk'teki mezarında.. -> seni arıyor köstebekler..
senden kalan birkaç kadın.. başka yok yüreğin bekler!..

bana da "deli!" diyorlar.. orda da > delilik var mı?.
cehennem-cennette herkes.. sen bilirsin nûru>nâr mı?

neden sızlıyor sol yanım.. ->hasta mıyım?. >sıkkın canım!
işim çok mu yok mu?. bilmem.. zamânım var mı sultanım?..

dün yine doktora gittim.. candan öte > ten telaşı!..
sen niye tabîbsin bu gün.. >dirim-ölüm mü at-başı!..

söz lerini demem elbet!.. desem öldürürler beni!
biz-biri-izi sen öğrettin.. ->el-e verir miyim seni?!..

beğendin mi tek-e tek im.. çift yıl olacak -> bu ekim
neden kayboldun.. bir ân-da?.. sırr-ı sırfım!. sırr melekimm!..

Resim

bir acı gahve yapayım..koltuğuma oturayım.. bir duman daha yakayım!.
içim-dışımı kapayım..kıvrılıp bağdaş kurayımm..gün batımına bakayımmm!.


Resim

ZEVK 5374

BİZ BİR-İZ” im.. bİSM-i KâBem.. kaDERim ile vicdÂNım
->
ANlamadı! -> ANlamıyor!. -> ANlamayacak!.. fermÂNım
ARA ->sIRA ->göster YÜZün!. GÜLü ->GÖKYÜZÜn-YERYÜZÜn
Sence -> Bence!.. İŞ BAŞI-nda!.. DELiyim!.. DELİ DeRmÂNıMm!..


23.04.13.. > 13:13
brsbrs..tktktrstkks..srrsfrnktsnd…


Resim
ResimResim
ResimResimResim

Hüseyin MÜNİR DERMAN..
(29 Şubat 1910, Vakfıkebir, Trabzon - 02 Aralık 1989, Eskişehir),
Türk din alimi, mutasavvıf, hekim.


HAYATı.:
Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk ve orta yıllarında yaşamıştır. Annesi Şehvar Hatun'un kardeşi, 1946 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'nden 8. Dönem milletvekili seçilen Gümüşhane Milletvekili Hasan Tahsin Tüzün’dür. Baba tarafı Kafkasya göçmenidir ve büyük dedesi Dağıstan İmamı Şeyh Şamil’dir.
29 Şubat 1910'da Trabzon vilayetinin bir ilçesi olan Vakfıkebir'de doğdu. Henüz dört yaşında olmasına rağmen dini eğitim alması için Buharalı Ömer İnan Efendi'nin yanına gönderildi. Dokuz Yaşındayken de hafızlık eğitimini tamamlamıştır. Münir Derman, Trabzon işgal edilince 1917'de Gümüşhane’ye göç eder. Ruslar tarafından Gümüşhane de işgal edilince muhacir olarak dan Ankara'ya gelir. Liseyi Trabzon Erkek Lisesi’nde okur, ve birinci olarak bitirir. Devlet bursuyla üniversite eğitimi için Fransa'ya gidince Lyon Üniversitesi’ne kayıt yapmıştır. Bu okulda evvela Psikoloji Bölümünü bitirmiş, ardından Felsefe Bölümünü de tamamlamış, son olarak Tıp Fakültesine de kayıt yapmıştır. Tıp Fakültesinin 4. sınıfına geçtiğinde ise o sırada öğrencisi olduğu Mısır’da bulunan El-Ezher Üniversitesi'nden mezun olarak Türkiye’ye geri dönmüştür. Tıp Fakültesinin son sınıfını da İstanbul Üniversitesi’nde bitirmiştir.
İlahiyat alanında yazdığı kitap ve verdiği vaazlar dışında tıp kariyeri boyunca da Türkiye'deki ilk "kopan ayak dikimi ameliyatı.” gibi büyük çapta çalışmalar yapan Münir DERMAN, Atatürk Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 2 Aralık 1989 tarihinde öldü. Naaşı ertesi gün Memlik Köyü'nde defnedilmiştir.
ESeRLeRi.:
1. Allah Dostu Der Ki Su Cilt 1-2..
2. Allah Dostu Der Ki Yazılmamış Sırların İlki Yazılacak Sırların Sonu Cilt 1-5..
3. Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin Müslümanlara Nasihatleri (Çeviri)..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

HACI HASAN BURKAY..
(Hacı Hasan Köyü - Gölbaşı - Ankara)

Hafız Mehmet Hulusi Efendinin, 1930 yılında ikâmet ettiği Bursa’nın Orhaniye ilçesinin Sölez Köyünde yedinci erkek çocuğu dünya ya gelir. Bu durum, zamanın Kutbü’l- Mürşidi olan Şeyh Şerafeddin Zeynelâbidin Hazretlerine ma’lum olur. Gönül Dostları ile o zamana kadar hiç tanımadığı Hafız Mehmet Hulusi Efendinin evini ziyâret için “Sölez Köyü"ne gidilir. Yola çıkmadan önce şeyh Şerafeddin Hazretleri.: “Bugün erenler durağı Bursa’mızın Orhaniye ilçesi Sölez Köyünde bir bebek dünyaya geldi... Bu bebek yaşayacağı zamanın “kutbu” olacaktır. Varıp onu ziyâret edelim” diyerek âniden alınan kararla ilgili merakı giderir. Bebeğin adı “Hasan” konur. Böylece “Burkay” âilesinde Hasan Burkay gerçeği, en ihtişamlı bir şekilde, en şerefli bir şekilde, sözlerin en güzeli, insanın en güzellerinden biri tarafından kutlanır. Efendi Şerafeddin tarafından verilen bu müjdeden ötürü, Hasan bebek, kucaktan kucağa dolaşır gözyaşları ve hatim duâları içinde.
Bir çocuğun Evliyâullahtan olması veya Evliyâ doğan çocuk olayı, zâhirîden seyreden ilim sâhibleri nezdinden kabul edilecek bir durum değildir. Ama “Terk-i bi İlahî” olayının sırrını bilen “İlm-i Ledünn” sâhibi muhterem zevatlar tarafından, gâyet tabi, hatta imrenilecek kıskanılacak bir durumdur. Hemen aklımıza “Muhtac Olduğumuz Kardeşlik” isimli kitabın müellifi Kadirî-Rifâi-Galibî şeyhi, şeyh Hacı Hasan Galib Kuşcuoğlu’nun bu konudaki tahlillerini hatırlarsak, Evliyâ, Velî ve Dost sözcüklerinin mânâsını daha güzel kavramış oluruz.
Şeyh Kuşcuoğlu Hazretleri açık ve net bir şekilde.:
“Evliyâ doğulur. Sonradan olunmaz. Evliyânın karşılığı Velî değildir. Velî sonradan olunur” ifâdesini sırası gelmişken hemen tekrarlama ihtiyacı duyulur.
Bebek Hasan Burkay’ın Evliyâ olarak doğduğunu müjdeleyen Kutbül Mürşid Şeyh Şerafeddin Hazretleri de bu tavır ve ifâdesiyle yukardaki sözlerin birbirini tasdik etmekte olduğu görülür.

Üzerinde itimam gösterilen bebek Hasan Burkay’ın yetiştirilmesi de belli bir programa göre olur. Öyle bir program ki dakikâsı dakikâsına işlenir. İlk önce Kur’ÂN ve kıraat dersleri, Kavala’lı Hacı Hafız Emin ve Ahıska’lı Ali Haydar Efendiler tarafından verilir. Hatta tasavvufî anlamda ilk dersi de babasının mürşidi Şeyh Ahıska’lı Ali Haydar Efendi den altı yaşında iken alır. Hasan Burkay Hazretlerinin babası da ismi üzerinde Hafız olup İlahî aşka sâhib Bursa Merkezde Billuriyecilikle geçimini temin eden bir “Evlâd-ı Fâtihan”dır. Misâk-i Milli hudutları dışında kalmış topraklarda, bin bir güçlükle hicret ederek Bursa’ya yerleşmiş bir güzel insandır. “Göl yatağından su eksik olmaz.” bu tip olayları anlatmakta ne kadar mâhirdir.

HASAN BURKAY ve GÖREVIN TEVDISI.:
Kendisine “Hasaneyni Hüdaverdi” Hazretleride denilen şeyh Hasan Burkay “Altın Silsilenin” kırkıncı halkasını teşkil etmektedir. Şeyh Şerafeddin Hazretlerinin otuz yedinci olduğu halkadan, emâneti bu ikisinin ortasında bulunan Şeyh Muhammet Necati Simavî tarafından Şeyhlik görevi Hasan Burkay’a verilir. Genç bir yaşta bu göreve oturtulmadan önce Hasan Burkay Hazretleri Şeyhi Necati Simavî tarafından çok iyi bir hal ilminden geçirilir. Kendisinin sürekli etrafında bulunarak onun olgunlaşmasını sağlayan bir Nakşî-Halidî Şeyhi dir. Bilindiği gibi “Halidîlik” Büyük Evliyâullah Mevlâna Halidî Bağdadî’ye verilen Nakşîliğin büyük bir kolunun adı dır. Dolayısıyla Hasan Burkay Hazretleri tarıkı Nakşî-Halidî dir.
Şeyh Mehmet Necati Simavî Hazretleri buyurmuştur ki.: “Bundan sonra ben yokum, siz varsınız. Arkanızdaki cemaat bir hayli kalabalık, çünkü bütün sâhibsiz yollar siz de birleşecektir.”
Bir edeb ve tevazû’ örneği olan Hasan Burkay Hazretleri ise şöyle cevap vermiştir.:
“ALLAH razı olsun Hazret, vazifem çok güzel, ancak bu görevler daha sağlıklı bir kişiye tevdi edilse, benim mazeretim var. Sağlığım yerinde değil, görevimi gereği gibi yapamamaktan korkarım.”
O anda Mehmet Necati Simavî Hazretlerinin aydınlık yüzü büsbütün aydınlanır. Tebessüm eder, yumuşakça.:
“Yavrum, der, bu vazifeleri veren ben değilim ki, geri alabileyim. Vazife size verilmiştir, takdir Onun’dur. Siz endişe etmeyin, büyükler yardımcınızdır. Arkanızdan pek çok kişi gelecektir. Şimdiden sizi ve onları tebrik ederim.”
Hasan Burkay Hazretleri buyuruyor ki.:
“O gün bu gün hizmette kusur etmemeğe çalışıyoruz, Rabb’im kusurlarımızla kabul buyursun.”

“Sevenlerin kaleminde hocamız, Hasan Burkay” adındaki kitapçığın bu konu ile ilgili bölümünde bağlıları şöyle tamamlamaktadır.:
Bizler, Hasan Burkay Hazretlerinin yoluna gönül vermiş ve hocamızın gönlünde bir nebzecik olsun yer bulmayı ümit eden tâkibçileri olarak şöyle niyaz etmekteyiz.:
“Yüce ALLAH (celle celâlihu) sevgili ve çok sevdiğimiz Hocamıza daha nice uzun uzun seneler, hayırlı bir ömürle, bu güzel vazifeyi yerine getirmeyi nâsib-i müyesser eylesin.” (Amin!)

HASAN BURKAY ve ANKARA.:
Hazret 1965 tarihinden i’tibâren Ankara Cebeci Semtine yerleşir. Yaklaşık otuz beş yıldır Ankara’da irşâda devam etmektedir. İlk dönemler de oturmak mecburiyetinde kaldığı Cebeci Semtinden, birkaç yıl kaldıktan sonra, dostlarıyla alınan ortak kararla, bugünkü “Hacı Hasan Köyü” olarak bilinen Gölbaşı İlçesine bir taş atımlık mesafede yüz yirmi dönüm toprak alınarak müstakil evler yapılır. Hacı Hasan Köyüne gidip görmek lâzım. Görenler farkı da hemencecik görüyor. Planlı programlı, her türlü sosyal tesisleri mevcut. Evlerin iyi bir mimarî görüntüsü var. Alt yapı mükemmel. Bilinen köylerden çok farklı ve çok bakımlı. Gerek Gölbaşı Belediyesince, gerekse Büyük Şehir Belediyesince her türlü hizmet verilmiş. Buram buram manevî havanın teneffüs edildiği bir köydür Hacı Hasan Köyü...

Atalarımızın sosyal tesisler merkezli şehircilik anlayışı bütün köylerimizde kendini sürdürmektedir. Bu durum Hacı Hasan Köyünde çok daha belirgindir. İnsanların refah sevîyesi yüksektir. Her ihvan kendi müstakil evinde (villa) oturmaktadır. Her hafta büyük meclisler düzenlenerek sohbet ve zikir yapılmaktadır.
Köyün bakımlı ve temiz kalabilmesi için “Hüdaverdi” adında vakfı vardır. Bu vakıf sayesinde finanse edilen yeni güzellik her ihvanı tatmin etmektedir. Sosyal yardımlaşma ve kültürel faaliyetler bu vakıf altında yapılmaktadır. Hacı Hasan Köyünün ısıtma ve diğer alt yapıları mükemmel, binlerce insanın hep bir arada bulunabileceği güzel bir câmiisi ve Efendi Hazretlerine ait olup ancak vakfedilen beş bine yakın kitaplığı ile adeta Hacı Hasan Köyü üniversite durumunu arz etmektedir..

HASAN BURKAY ve SOSYALITE.:
Hasan Burkay(ks) kendi dünyalarının zâhirî görüşlere göre “uçma- kaçma- kerâmet gösterme” gibi algılanmasının yanlış olduğunu her defa tekrarlamaktadır. Hazrete göre.:
“Bu yol kerâmet değil istikâmet yoludur, sırat-ı müstakimdir. Kerâmet bir bakıma çocuklara verilen şeker gibidir. Onların bu yolda güçlenmesi veya onlara bazı hakikâtleri hissettirmek için veya mübtedi saliklerin teslimatlarının kuvvetli olması için, vuku’ bulan birtakım zuhuratlardan ibârettir. Şunu kesinlikle ifâde edebiliriz ki, tasavvuf yollarının hiç birisi kerâmet gösterme alanı değildir. Asıl kerâmet, ALLAH’a yerli yerince kulluk yapabilmektir. İslâmîyet’den habersiz bir insan, gökte uçarken dahi görünse ona i’tibâr edilmemelidir. İtibar, Kur’ÂN’a ve Sünnet-i Peygambere olmalıdır” demektedir.

Hazret, başta kendi dostları olmak üzere bütün müslümanların ticâret yapabilme imkânları varsa bunu özellikle birleşerek yapmalarını tavsiye etmektedir. İslâm da şirketleşmenin olduğunu Hz. Peygamberin de nübüvvetten önce ortak ticâret yaptığını, Müslüman’ın alan elden ziyâde veren el olmasının gereği için devrin şartları ne olursa olsun güçlü ve sağlam bir yapıda olunması gerektiği yönde mesajlar vermektedir.
“Halka hizmet HAKk’a hizmet” düsturu ışığında insani münâsebetlerin ortaya konularak, Milletimizin her türlü kalkınmasında bir payımız olmalı. Nasıl mı? İşlerimizin mesûliyetini hissederek, onlara gereken titizliği ve dikkati göstererek elimizden gelenin en iyisini ve doğrusunu yaparak...
Ve Hasan Burkay Hazretleri devamla.:
“Bir kere rahmetli pederime, babacığım yaşın birhayli kemâle erdi, artık câmiiden eve evden câmiiye gitsen, dükkânı biz idâre etsek, diye ricâda bulunmuştuk. Sevgili pederimin cevâbı şu oldu.:
“ALLAH benim canımı bu masanın başında alsın.”
Yine bir gün üstâdımız Ali Haydar Efendi teşrif etmişlerdi. Rahmetli pederim şikâyette bulundular.: “Bu dükkân yüzünden câmiiye gidemiyorum namazımı buradan kılmak mecburiyetinde kalıyorum onun için üzülüyorum.” dedi.
Ali Haydar Efendi.:
“Hacı Mehmet Efendi, eğer bu kasanın sâhibi olarak bu masadan doğruluktan ayrılmazsan senin bu dükkandaki namazların da, o câmii imamının arkasında kılınmış namaz gibi olur, istikâmetten ayrılmayacak olursan bu vatan-millet evlâdlarına doğru muamele de bulunursan, alış-verişine hile, sahtekarlık karıştırmazsan, bu dükkandaki hizmetlerinde senin için başlı başına birer ibâdettir” buyurmuşlardı demektedir.

HASAN BURKAY ve AHMET ATILLA ARKAN.:
Ahmet Atilla Arkan, Hasan Burkay Hazretlerinin dergâhında uzun müddet bulunmakta olup, bu dergâhın ve diğer dergâhların sırrına vakıf olmuş ALLAH’ın Velî bir kuludur.
Kendisiyle yapmış olduğumuz sohbetlerde mürşidi Hasan Burkay Hazretleri ile ilgili konuların ifâde edilişinde, hal ilmi sâhibi olma yönünde, sırrını her ne kadar tevazû’ ve tedbirle göstermese de, huzurda bulunanları çok etkilemiştir. Efendisine o kadar aşk ve muhabbetle bağlıdır ki onun bu hali bize “âşık-maşuk” halini yaşattı.
Atilla Arkan’ın ifâdesine göre.:
Hacı Hasan Burkay Hazretleri dört tarıktan icâzetlidir. Bunlar Kadirî, Rufaî, Mevlevî ve Nakşî’dir. Dergâhın Mevlevî Kolunun yetkilisi Atilla Arkan’dır. Atilla Arkan, Mevlevî’liğin zâhirîde sembolü durumunda olan semâzanların yetişmesi için gayret göstermektedir. Bu iş için yaşları küçük olan çocukların ruh ve beden eğitiminden başlanılarak, ihlâs ve takvâ ile devam edilmektedir. Yoksa Kültür Bakanlığının sırf turizm amaçlı şekilde semâzanları gibi değildir. Küçük semâzanlar, dergâhta işlerini ruh ve beden bütünlüğü içinde profesyonelce icra etmekte olup, zikir meclislerinde mutlaka çeşni olarak yer almaktadır.
Atilla Arkan, mânâsında Resûlüekrem Efendimizi görür. Kendisine.: “Evlâdım, bütün meşayıhlara saygılı ol, hepsine hürmet et, ancak Hasan Efendiyede intisâb ol!” der.
Atilla Arkan, Hasan Burkay Hazretleri ile birgün Bursa’ya dâvet edilir. Hatim yapılacak eve varılır. Kapı açılır ve dip taraftaki sedir üzerinde oturan üç kişi fark edilince Hasan Burkay Hazretleri hemen el pençe vaziyet alarak kapı eşikliğine oturur. Sedirde oturan yaşlı zâtlar, büyük Şeyh, Şeyh Şerafeddin’in halifeleridir.
Hasan Burkay Hazretlerine.:
“Bizden küçüksün ama derecen büyük, ilmin ve muhabbetin bizden üstün, o halde eşikten kalkıp yerinize geçin” dendiğinde i’tiraz etmeden salonda yerini alır.
Atilla Arkan’dan bir hikâyecik.:
Elleri bağlı bir meczubun başında görevli duran doktorlara şâhid olan Beyazid-i Bestamî Hazretleri.: “Manevîyat hastalığına çâre nedir” diye sorduğunda doktorlar cevap veremez.
Elleri bağlı meczup söz alır:.
”Tövbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştırıp, gönül havuzunda dövmeli, insaf eleğinden geçirdikten sonra gözyaşı ile hamur edip, gönül ateşinde pişirmeli, içine muhabbet balı katarak gece ve gündüz kanaat kaşığı ile yemelidir”.
Manevîyat hastalığının en keskin ilacı budur demiştir. Beyazıd-i Bestamî Hazretleri ise tamamlayıcı mâhiyette.:
“Ehl-i irfanım deyip hiç kimseyi taan etme sen,
Defter-i divan’dan söz gelir divaneden.” der.

HASAN BURKAY ESERLERI.:
Hasan Burkay Hazretlerinin yayınlanmış kitaplarının isimlerini aşağıya alacak olursak.:
İlk Meyve; Hüdaverdi Divanı; Mevizâ-i Hasene I ve II; Çocuklara Dini Bilgi; Muhtasar Adab-ı Vezaif; Hz. Muhammed’in(sav)Vârisleri; Hac Rehberi; Örnekal Câmiinden Hutbeler; Hacı Hasan Köyü Minberde Hutbeler; Risâlet İncileri Hadis-i Şerifler; Zamanın İptilası Tütün; Adelet Burçları Şeyhülİslâm; Selâmlaşmanın Fazileti; Cuma Namazının Fazileti: İslâmda Ticâret; İcazetnâme; Evrad-ı Bahaiye; Hikmetli Fıkralar;Sahabe-i Kiramdan Sohbetler; Hüdaverdi Divanında İlâhîler; Halk İlaçları, Şifâlı Bitkilerin Hassaları; Ömer Bin Abduâziz’den Nasihatlar; Ehli Sünnetin Altı İmamı; Genişletilmiş Sahabe-i Kiramdan Sohbetler; Esmâ-ül Hüsna ve Hassaları; Genişletilmiş Risâlet İncileri Hadis-i Şerifler; İman ve Ahlâk; Mümin’in Miracı Namaz; Güzel İsimler; Sevenlerin Kaleminden Hasan Burkay;Evliliğe İlk Adım; Hakikâtten Damlalar; Dakaikul Ahbar; Ali Usta (Şeyh Şerafeddin); Fıkh-ı ve Tasavvuf-i Sorular ve Cevapları; Menâkıb-ı Şerefiye I ve II; Ediyetül Varide; Hasan’ın Hayatı ve Görüşleri; Hüdaverdi İlmihali…

Son söz olarak yine Hasan Burkay Hazretlerine müracaat edelim.:
“ALLAHü TeÂLA Müslüman necip Türk Milletine Hz. MuhaMMed’i güzel tanımak altmışüç yıllık yaşantısını incelemek, her hareketimizi mümkün mertebe ona benzetmek nâsib etsin.
Yüzbinlerce maddî manevî faydaları olan bu düsturlar, zamanımızda daha güzel anlaşılmaktadır. İleride daha da güzel anlaşılacağı muhakkaktır. İslâm her sahada hayat bahşeden yegâne yaşanılacak bir nizâm, kabul edilecek bir din, tatbik edilecek nurlu bir yoldur. Bu nedenle Hazreti ALLAH-“İnneddine indALLAHül İslâm” yani “ALLAH katında din İslâmdır” buyurmuştur.
Mevlâ-i Müteal’den dini mübini İslâmın bin senedir bayraktarlığını yapmış olan yüce Milletime her sahada olduğu gibi, bu sahada da yine büyük başarılar bahşetmesini, Resûlullah Efendimizin ve yüce Ashabının şefaatlerini duâ ve niyaz ederim!.”
Vesselâmün alelmürselin, velhamdülillâhirabbülâlemin.
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

HACI AHMET KAYHAN
(Kızılköy - Mamak - Ankara)


Ahmet Kayhan DeDe (d. 1898, Pütürge, Malatya - ö. 3 Ağustos 1998)

Başkentin semâsında bir yıldız gibi kayan Efendi Hazretleri 1905 yılında Malatya’nın Pötürge ilçesi, Attarlar Köyünde doğar. DSİ Teşkilatından emekli olur. Bir asra yakın ömrünün yarıdan fazlasını Ankara’da geçirir. Âile efradı olarak da Ankara’yı mesken seçen Kayhan Hazretleri, yaratılış kanunlarına uygun olarak geçirdiği koca bir ömrü, ölümsüzlüğe terk ederek Mamak İlçesi Kayaş Semti Kızılköy’e defnedilir..

Hayatının son dönemlerinde, kendisinin farkında oldum. Selçuk Özdağ Beyle birden fazla Mamak’ta ki evine uğrayarak elini öpmek nâsib oldu. Bizim zâhirîde el pençe divan durduğumuz zât-ı muhteremler’i, zât-ı devletlileri çocuk sever gibi bir şevkatla sıvazlayarak öğüt vermesi unutulacak gibi değildir.
Diğer Meşayıhlardan farkı, devletlilere yönelik tasarruf sâhibi oluşudur. İsimlerini şuan zikretmemizde fayda olmayan, bilumum devletliler Hazrete gelir, saygılarını sunarak himmet isteğiyle ayrılırlar. Menderes merhumunun yolunda yürüyen rahmetli Turgut Özal, on beş günde bir, saat 23-24 sularında Hazretin evine gelir, çok geç vakte kadar baş başa sohbet ederek ayrıldığına şâhid çok İnsÂN vardır..

Altmış ihtilalinin milli birlik komitesi üyelerinden Ahmet Er, Ankara’ya geldiği zaman, CÂhit Ocakcıoğlu ise her daim dizinin dibinde Rahle-i tedriste yanmak veya pişmek yolunda merhale kat etmek için sabırla çalışır durur.
Kayhan Hazretlerinin irşâdçısı yine kendi adına çok benzer, Hacı Ahmet Kaya Efendidir. Hacı Ahmet Kaya, Kadirî Tarıkına mensub bir Gönül Eridir. Dolayısıyla Ahmet Kayhan 1960 yıllarına kadar Kadirî'dir. Bilahare Mevlevi Ekolüne yakın mizâç sergiledikten sonra son halini.: “Ne Bektaşîyim, ne Hânefîyim, ne Şafîyim, ne Malikîyim, ne Hambelîyim, doğrudan On İki İmamın sâlikiyim. Muhammed Ali’nin Sevgilisiyim. Ali Abâ’nın örtüsüyüm, on dört masumun matemiyim. İmam-ı Hasan, İmam-ı Hüseyin Aşkı ile Ehl-i Beyt’in Âşıkıyım!.” ifâdesiyle kendi Kendini ve Tarıkını beyân eder.

Her mesâyıhın mutlaka yolunun adı belirgin bir şekilde konduğu halde, Kayhan Hazretlerinin, yukarıda da beyân ettiği gibi bu konudaki belirsizliği iki şekilde yorumlanabilir..
İlki.:
Batı Evliyâlarının en büyüğü Bergama’lı Hasan Baba örneğinde görüldüğü gibi, Ehl-i Beyt Sevgisini bütün tarıkların üstünde gören bir anlayışı dini bir siyâset gibi işleyerek, rezil siyâsetin pençesinde iki dünyasını da bedbaht eden bir kesim Müslümanlara Ehl-i Beyt Sevgisini samimî olarak işleyerek, bu yönde tasarruf kullanma eğilimi olabilir..

İkincisi ise.:
Hakikâten tarıklar üstü bir uzlaşmanın oluşturulması, tıpkı Osmanlılar döneminde “Mecâl-i Meşayıh” gibi zâhirîde postnişine oturacak olan Şeyh Hazretlerinin devlet tarafından atanmasında ki role benzer manevî bir üst tarık mıdır?

Bize göre Ehl’i Beyt, Ali Beyt terminolojisinden hareketle İslâma sarılmak isteyen Bektaşîliği rayına oturtma tasarrufu gerçeğe daha yakınmış gibi geliyor. Bergama’lı Hasan Baba’nın Bektaşî kesiminden çok büyük iltifâtlar aldığı söyleniyor. Bergama’lı Hasan Baba, Ankara’dan Bergama’ya sürgün giden Mehmet Ertosun Bey kendisini ziyâret ettiğinde.:
“Evlâdım bizim Cumhurbaşkanımız, bizim Özal’ımız Ankara’dadır. O güzel İnsÂNın Coğrafyası’ndan gelen İnsÂNı biz ancak hürmetle karşılarız. Lütfen dönünce Sultanımızı ziyâret ederek, bizden de selâm söyleyin!.” ifâdesi karşısında Mehmet Ertosun Bey.: “Ankara’da yaşadığım halde, Ankara’yı bilmiyormuşum, deryâ da bir ömür tüketen balığın, suyu bilmediği gibi, vay hâlime ki vay hâlime!.” diye kendi kendine mırıldanır.

Kayhan Hazretleri yazılı metinlerinin altına “DeDeniz” imzasını atmaktadır. Bergama’lı da “BaBa”dır. Bektaşîliğin iki kolu, İzmir Narlıdere Merkezli Babalar, Hacı Bektaş İlçesinde Dedeler organizeli bir şekilde bulunmaktadır.
Siyasi irade tarafından bir dönem baş tacı edilen Bektaşîliğin, bir başka dönem varlığına kast olayı, basit siyâsetten uzak, gerçek Bektaşî sofîliğinin gelişmesini engellemiştir..

Bu alanda çok büyük bir boşluk olmuştur. Bu boşluktan istifâde eden haşereler, Müslümanlar arasına nifâk sokarak, biribirlerini kırdırmayı amaç edinmişlerdir. Geçim sıkıntısını gidermek amacıyla oluşturulmuş “Dede-Baba” müesseseleri yerine, gerçek anlamda Bektaşî sofîliğinin, daha da ileri Ehl-i Beyt Sofîliğinin tesisine bir ömür veren Kayhan Dede ve Hasan Babaların irşâd anlayışını bu açıdan takdir etmemek mümkün mü? Düşmanın mücâdele alanı olan boşluğu doldurarak, bütün tasarruflarını bu yönde kullanmak, diğer tarıklardan en önemli farktır.

Mehmet Ertosun’un anlattığına göre; Hasan Baba ile beraber Kayhan Hazretlerine varıldığında, Hasan Baba, huzura varır varmaz önüne çöker, başı hep yere bakar, sırtı sıvazlanır, bu arada Mehmet Beye dönerek.: “Bana mı geldin, Hasan’a mı?.” sorusu iki üç defa tekrarlanır. Hepsinde de.: “Sana Efendim!.” denir. “Öyleyse hâdi Cumâya!.” denir ve gönderilir. Yolları mezarlığa düşer. Hasan Baba, Mehmet Beyin yakınlarından karı koca iki kişiyi ziyâret eder. Medfun olmuş kişilerle konuşurken, Mehmet Beyin gözündeki perde kalkar ve dünyadaki halleriyle beraber yakınlarını dünya gözüyle görür görmez.: “Baba yapma!.” sözüyle beraber bir tarafa düşer. Ve bunca zaman geçer. Kayhan Dede’nin evinde çıkıldığı ÂN ez ÂN okunmaya iki dakikâ var. Mamak’tan Hacı Bayram’a kuş uçuşuyla en az on dakikâ sürer. Giderken uğranılan Asrî Mezarlık da çabası...
Mehmet Bey diyor ki.:
“Hacı Bayram Câmiisi’ne vardık, bir müddet sonra ezan okundu.”
Zamanın durması veya durdurulması, akıl bu işi gelsin de çözsün...

Ahmet Kayhan Dede, dünya da meydana gelen olumsuz gidişatlara da kaygısız kalmadığını gösteren girişimleri olmuştur. Bir Irak-Kuveyt Anlaşmazlığında Birleşmiş Milletlere mensub devlet reislerine yönelik internet aracılığı ile, hem de kendi dilleriyle gönderdiği mesâjlar ve cevapları, Kayhan Dede’nin Dostlarının kitaplığında mevcuttur. Savaştan bir gün önce gönderilen mesâj da Saddam için kullanılan kelimeler bir gün sonra Clinton tarafından bütün dünya iletişim merkezlerine aynen geçmiştir.

Şâir Tevfik Fikret meşhur şiirinde.: “Vatanım bütün coğrafya, Milletim bütün beşer.” ifâdesini kullanır. Rahatsızlık veren görüşünün zirvesi bu Beyitle şekillenir. Millilikten evrenselliğe ulaşmak her zaman mümkün olmadığı için, Tevfik Fikret çok eleştirilmiştir..
Tevfik Fikret, belki de farkında olmadan, tasavvufî bir boyutla, İnsÂNlığın topyekün sıhhat ve selâmeti için çalışmıştır. Şovenist milliliğin, evrensellikle, barışla, sevgiyle yok olması gereği için mücâdele etmiş olmalıdır.
Ahmet Dede ve diğer bir kısım Meşayıhların temsil ettiği inanç sistemi; Milli Sınırları aşarak bütün İnsÂNlığın hayrına olan evrensel değerlerin tesiri, İnsÂNlığın hayrına olmayan ateizm, ahlaksızlık ve savaş gibi âfetlere karşı önlem alıcı tedbirlerin oluşturulması yönünde mücâdele emri vermektedir.
Ahmet Kayhan Dede, bunun farkında olarak İnsÂNlığın kendi kendini yok edebilecek kitle imha silahlarının yeryüzünden tamamen kaldırılarak imha edilmesi yönünde dünya liderlerini sürekli uyarır. Dikkate alınır veya alınmaz, ama o Hz. Adem’le başlayan, İnsÂNlığın ikinci atası Hz. Nuh’la devam eden sürecin, üçüncüsünün yaşanmaması için, gelin kendi kıyametimizi hazırlamayalım demektedir.

Ahmet Dede’nin, bütün dünya liderlerine İnsÂNlığın kaygılarını giderici “barışa dâvet” telkinlerini, modern teknoloji aracılığla sürekli iletmektedir. Bu anlayış sofî Müslümanlığın temel espirisidir.

Her Meşayıh gibi Kayhan Dede de, ilim ve irfân sâhibidir. Eşyânın yaratılış sırrının çözümü için, senelerce lâboratuarlarda verilen savaş neticesinde alınan kıymetli mesâfeyi, bir anda alabilecek ilim ve irfândan bahsediyoruz. Hazretin bilinen eğitim ocaklarının hiç birinde diploması yoktur. Yani ilkokul mezunu bile değil. Ama yazımızın sonuna orjinalliğini bozmadan koyduğumuz, din temonolijisine ait bazı terimlerin izâhatındaki derinlik, İnsÂNın Beynini allak bullak etmektedir. İlm-i ledünn, Gayb-Rical özellikle de Tay-yi Mekân adındaki makalenin vukufu kendi sırrını ifşa etmektedir. Kuantum Fiziğinden tutunuz da, Heyisberk’in Atom Teorisine kadar, İnsÂN aklının asırlarca uğraşarak ulaştığı noktaya, ilk mektep diploması olmayan birinin “Ledunn İlmi” sâyesinde bir anda kavraması...

Ahmet Kayhan Dede kendi ifâdesiyle.:
“İrfan Okulunun sırır nedir?. Cevâben.: “İrfân Okulunun Sırrı ->Tevhid Sırrıdır. Tevhit Sırrını aramanın yolu ilimdir. Gerek maddî olsun, gerekse manevî olsun her şey ilimle olur. İlim ise, irfân ile kâimdir. Gerçek İlim Sâhibi, aynı zamanda gerçek irfânın da sâhibidir. En güzeli de budur. Yani ilimle, irfânın bir arada olması” demektedir.

1998 tarihinde mübârek vücudunun defnedildiği Kızılköy’de ziyâretine gidip DUÂ ettikten sonra, sandukanın karşısında asılı bir yazıya gözüm ilişti. Yazıyı okuduktan sonra yanlış yapmanın telâşı ile İnsÂN ebedî âlemde olan birinin huzurunda iken bile kendine gelmesi ve doğru yolda sağlıklı mesâfe katetmesi için halen irşâda devam ettiğini anlıyor..:

Yazıda şöyle diyor Ahmet DeDe.:
“Ey Adem oğlu, ey İnsÂNlar... Bizler hüve’l- bâki “Hay”ız,ÖLlmeyiz. Bizlere DUÂ etmeyin. Kendinize acıyın. Fâtihayı bizden bekleyin. “Hay” olan ölmez. Ölen beşerdir. Beşer fâni, ALLAH bâkidir. Ölen sensin, çünkü dirilmedin. Ölü olan sensin. Fâtihayı Şerifi asıl sana okunmalı”...
Derinliği olan bu ifâdeler bilinen uyarmalardan veya öğütlerden çok farklıdır.
Ahmet Dede, Emr-i Hak gelmeden önce, defnedileceği yeri hep arar. Yakın Dostları da bu konuda seferber olmuştur. Bir türlü koca Ankara’da uygun bir yer bulamazlar. Dostlarından Mehmet Ertosun Beyin de içinde bulunduğu bir araba, şu anki yerden seyrederken, çamura saplanır. Uzun zaman çok uğraştıkları halde arabayı çıkartmaya muvaffak olamazlar. Şöyle biraz dinlenelim diyerek, hemen kenarda bulunan tümseğin üzerine çıkarlar. Etrafa bir göz atım bakış sonunda hep bir ağızdan.: “Bulduk” derler.
Köyde bir meczûb.: “Burayı size vermezler buranın sâhibi var!.” derse de, dostlar arabayı çıkartarak Mamak’ta Ahmet DeDe’yi yıldırım hızıyla bölgeye getirirler. Kendisine meczûb anlatılır.
“Doğrudur, buranın sâhibleri var, müsaadelerini alalım!.” Diyerek yanındaki kabristanlığa yönelir. Ve.: “Tamamdır dostlar, müsaade verildi, makamımız bundan böyle burasıdır!.” der.

Ve sırası gelir...:
Kızıl Köye uçar...
Ardında binlerce Dostlarıyla beraber, yüzlerce makale ve risâle türünde küçük kitapçıklar ile İrfan Okulunda Oku, Âdem ve Âlem, Aradığımı Buldum, İlahî Aşk Kaynağı, Ruh ve Beden adında hacımlı eserlerle beraber aşağıdaki tavsiyelerini bırakmıştır..

Evlatlarım!.
Çeşitli vesileler ile sizler ile tanıştım. Bazılarınız beni; yazdığım kitapları okuyarak, bazılarınız da eşinden, dostundan duyarak tanıdı. Hatta bir kısmınız da ALLAH’ın takdiri ile rüyasında görerek bulduğunu ifâde etti. Her ne sebep ile olursa olsun, sonuçta, Takdir-i İlâhi tanışmamızı istediği için tanışıp görüşmüş bulunuyoruz.
Hak Yolunda edindiğim manevî tecrübe ve İlâhi İlimler doğrultusunda hiçbir menfaat beklemeden sizlere faydalı olmaya gayret gösterdim. Sizlerden bazılarının, yetenekleri ölçüsünde, bizim eserlerimizi okuyarak, manevî olgunlaşma yolunda oldukça önemli adımlar attığını görmek, beni ziyâdesi ile sevindirmiştir..
Hiç ayırım yapmadan tüm insanlara ALLAH Rızası için hizmet etmek; sevgi, kardeşlik ve barış yolunda ülkemize faydalı; inançlı insanlar yetiştirmek gayesi, yazdığımız kitap ve bültenlerde açıkça görülmektedir. Dilerim bu ülkedeki her fert bu şuur ve idrak etrafında birleşmek sûretiyle, şu cennet vatanımızın birlik ve beraberliğine bir nebze olsun katkıda bulunmuş olur.
Ben, kitaplarımı okuyan, tavsiyelerimi dinleyen herkesi gönülden seven, onların maddî ve manevî insanlık yolunda gelişmesi için elinden geleni esirgemeyen bir DeDeniz'im. Bana yakın olan kimseler, beni dinleyen, tavsiyelerimi tutan, ALLAH için sevdiklerimi en çok sevenlerdir. Onlar benim Fikir Bahçemin yeni açan Gonca Gülleridir. Onlar beni ALLAH için sevdiler. Ben de onları ALLAH için çok sevdim. ALLAH için yetiştirdim. ALLAH sağlık ve sıhhat verdiği sürece de yetiştirmeye devam edeceğim.
Yavrularım!
Sizler Ben’i seviyorsanız, başkalarının da ALLAH ve Resûlü’nü çok sevmesine sebep olun. Bilerek veya bilmeden Hakk’ı seveni, Hakk’tan uzaklaştırmayın. Kıskançlık tuzaklarına düşerek fitneye sebep olmayın. Bunu her kim yaparsa beni çok incitmiş olur. Her konuda kusuru önce kendinizde arayın. Başkalarının kusur ve açıklarını arayarak kendinizi tatmine kalkışmayın..
İslâmın beş, imanın altı şartını yerine getirerek Resûlullah’ın sünnetlerine sıkıca bağlanın. ALLAH’ın emirlerine hassasiyet ile uyarak, yasaklarından titizlikle uzaklaşın. İnandığınız gibi yaşayın; yaşadığınız gibi inanmaya kalkmayın. Bu dini kendi aklınıza göre yorumlayıp, onu tahrip etmeyin. İslâm Dini bir bütündür. Noksansız tamamlanmıştır. Reform ile düzeltilmeye ihtiyacı yoktur.
Anne ve Babanıza iyi davranın. Büyüklerinize saygılı olun. Devletinize, Demokrasiye ve İnsan Haklarına yürekten bağlanın. Kanun ve Nizamlara uyun. Gençlere sahip çıkıp, doğru yolda yetişmelerine yardımcı olun.
İmanınızı güçlendirin. İşinizde başarılı olun. Eşiniz ile iyi geçinin. Çocuklarınıza şefkatli davranıp, onları vatana, millete faydalı olacak şekilde yetiştirin.
Nefsinizi şehvet ve menfaatin esaretinden kurtarıp, ruhun kudsal hakimiyetine sokarak, RABBiniz'den gelen faydalı ilhamlara gönül kulağınızı açık tutun. Edeb insanın ziynetidir. Edebli olun. Herkese anlayışla davranıp gönül kırmayın. Dertlilerin derdine ortak olup hasta ve yoksullara yardım edin. Vakıflar ve Yardım Dernekleri kurarak topluma faydalı olun.
Çevremizi temiz tutup, güzel kullanıp, kirletmeyin. Toplu alanlarda ibadethânelerde başkalarını rahatsız etmeyin. Yüksek sesle konuşup etrafınızdakilerin huzurunu kaçırmayın.
Büyücülük ve Üfürükçülük gibi safsata olaylara itibâr ederek bu işlerle uğraşanlardan meded ummayın. Hastaları doktorlara emânet edip, onlar için, yalnız ALLAH’tan şifâ dileyin. Canı gönülden yapılan DUÂnın gücüne içtenlikle inanın. Her türlü kazadan, belâdan yaratanınıza sığının!.
ALLAH hepinizden Razı OLsun!. Hepiniz, tümden ALLAH’a Emânet OLun!…
DeDeniz Hacı Ahmet Kayhan..

Vesselâmün alelmürselin, velhamdülillÂhirabbülâlemin.


Resim

Ahmet Kayhan DeDe..
(d. 1898, Pütürge, Malatya - ö. 3 Ağustos 1998, Ankara), Türk tasavvuf ustası.

Ali-İsmail oğullarından Ali oğlu Ahmet Kayhan..
1898 yılının ilk aylarında Malatya İlinin, Pötürge İlçesinin, Mako Köyünde doğmuştur. (Nüfus kağıdında yazılı olan doğum tarihi Rumi 1321 (1905) idi. (O dönemde doğumlar nüfusa hemen yazdırılmıyor idi. Nüfusa kaydı, sonradan doğan Üvey Kardeşi ile birlikte yazılmıştı.) 1 yaşına geldiğinde babası Rahmet-i RahmÂN’a kavuşunca, 15 yaşına kadar (Babasının vefatı üzerine yeniden evlenen) Annesi ile birlikte yaşadı. Annesinin de Rahmet-i RahmÂN’a kavuşması üzerine bir süre Halası ile yaşadı.
11 yaşlarına geldiğinde Malatya ilinin İzol İlçesinin Alibey Köyünde yaşayan, aynı zamanda akrabası olan Efendisi Hacı Ahmet Kaya’yı görüp ondan etkilendi..

1930’lu yıllarda Ankara’ya yerleşti. 1937 yılında Hacer Hanım ile evlenerek ikisi erkek, ikisi kız olmak üzere dört çocuğu oldu. Manavlıkta dâhil olmak üzere birkaç iş yaptıktan sonra Devlet Su İşleri’nde işe girip, oradan emekli oldu.
İlk tasavvuf eğitimini aldığı Hacı Ahmet Kaya Efendi (7 Mayıs 1944`te Rahmeti RahmÂN’a kavuşmuştur.) yüzlerce insan tarafından düzenli bir şekilde ziyâret edilen çok muhterem bir insandı. Aynı zamanda Ahmet Kaya Efendi ile birlikte insanlığa ışık tutan Musa Kazım Efendi’den de faydalanmıştır. Hacı Ahmet Kaya’nın Rahmet-i RahmÂN’a kavuşmasından sonra Musa Kazım Efendi ile birlikte insanlığa hizmet etmiştir..

1966 yılında Musa Kazım Efendi de Rahmeti RahmÂN’a kavuşmuştur.
Hem Musa Kazım Efendi hem de, Hacı Ahmet Kaya Efendi’nin isteği üzerine onların rahmeti RahmÂN’a kavuşmalarından itibâren insanlığı aydınlatma görevini yüklenmiştir.
Şimdi Vakfımızın Merkezi olan, Ankara İlinin, Çankaya İlçesinin Demirlibahçe Mahallesi Mamak Caddesi Parlar Apartmanı no: 55/14 nolu mütevazi, teras katlı evinde yaşar idi. Rahmet-i RahmÂN’a kavuştuğu tarih olan 3 Ağustos 1998 yılına kadar gece-gündüz demeden kendi DEYİŞİyLe.:
“Maddî ve Manevî İnsanlığı,
Son karıncasına kadar bütün hayvanlarıyla,
En küçük çiçeğine kadar bütün bitkileriyle dünyayı,
Ulvî bir vicdan hissiyle seven; akl-ı selim sahibi,
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşamış ve bu doğrultuda mütevazi yaşantısıyla, evine gelen tüm insanlara -hiçbir ayrım yapmadan- hizmet etmiştir.
Kim olduğunu anlamak için, kendi anlattıklarından iki örnek verelim.:
İlk örneğimiz; aynı zamanda Efendisi Hacı Ahmet Kaya’yı da tanımamızı sağlar. Hızır Aleyhissalâm konusunu anlatırken bahsi geçmiş idi.:
ALLAH’ın İzni ve ALLAH’ın RESÛLÜ’nün müsaadesiyle Hz. Fahr-i Kâinat Efendimizin Ümmetinden birçok Velî, Hz. Hızır ile arkadaşlık yapmıştır. Ve hâlâ yapmaktadırlar..
Bir misâli size arz edeyim.:
Biz fâkir, 2. Dünya (Alman) Harbinde, Malatya’nın Pötürge ilçesi, eski adıyla Mako, yeni adıyla Aktarlar Köyü'nde bulunmaktaydık. Haziran’ın 20’sinde Öürşidim Hacı Ahmet Efendi Hazretleri’ni ziyâret etmeyi arzuladım. Aramız beş saatlik bir yol idi. Gideceğim yolun da yarısı çıkış, yarısı iniş idi.
Dağın zirvesine çıktım. Yorulmuştum. Şöyle diz üzerine bir nefes alayım, dedim. Yukarıdan aşağıya doğru seyre koyuldum. Biri erkek, biri kadın iki kişi, hayvanlar için ot biçiyorlar, bir yandan da el şakası yapıyorlardı. Gözüm onlara kaymışken, Efendim Hazretlerinin sesini işittim.:
- Elin oynaşması senin nene lâzım?
Hemen kalktım, o tarafa bir daha bakmaksızın yoluma devam ettim. Ancak evden hareket ederken niyetim, dileğim.: “Bugün dağda, yolda Hızır’ı göreceğim,” şeklinde idi. Dağı aşıp inişe geçtiğimde iki kişiye, önlerinde hayvanları, tanıdıklardan bir karı-kocaya rasgeldim. Merhaba, hoş beş ettik ve ayrıldık. “Bunlar Hızır olamaz. Hızır tek gezer, tek yaşar!” dedim. Ve Efendimin Hane-i Saadet’ine kadar da bir daha kimseye rasgelmedim..
Hemen misâfir odasına çıktım. Kendisi yalnız başına oturuyordu. Selâm ettim, hürmetle mübarek ellerinden öptüm. Hâl-hatırdan sonra hemen buyurdular ki.:
- Sizin taraftan bir Hamit Efendi vardı, iki gündür burada bekliyor. (Ben bu adamı tanıyordum) “Hacı Efendi.: “Sen bana Hızır’ı göstermeden ben buradan gitmem!” diye tutturdu. Bir türlü gitmedi, ben de sen gelmeden yarım saat evvel kovdum ve kapıyı kapattım. Ve sen geldin. Acıdım zavallıya. Hızır’ın yanında oturuyor, gelip gidiyor, daha da Hızır’ı soruyor..
Siz olsaydınız, bu kelâmdan ne anlardınız?.
Fakaat... Ben Fâkir Ahmet Kayhan, hiçbir şey anlamayarak, aklıma gelmedi ki; hiç olmazsa tekrar bir elini öpeyim!.
Siz kardeşlerim, benim gibi gaflette kalmayın. Gördüğünüz insanları, sevdiğiniz insanları, onların maiyetinde sevmeye ve anlamaya çalışın!.
Bu sözlerim sizlere garip ve yabancı gelmesin. O ki; Velîdir, İnsan-ı Kâmil’dir: her ÂN Hızır Aleyhisselâm’la beraberdir.."

Hacı Ahmet Kayhan’ın kim olduğunu, hakkındaki ikinci örneğimizde; yine kendi anlattığı, aynı zamanda maddî ve manevî tavsiyeleri niteliğindeki şu satırlar içerisinde bulabilirsiniz!. Bu metin aynı zamanda Vakfımızın Kuruluş Amacını ifâde eder. Âdeta Vakıf Senedi’mizin özeti niteliğindedir.:

Evlatlarım!.
Çeşitli vesileler ile sizler ile tanıştım. Bazılarınız beni; yazdığım kitapları okuyarak, bazılarınız da eşinden, dostundan duyarak tanıdı. Hatta bir kısmınız da ALLAH’ın takdiri ile rüyasında görerek bulduğunu ifâde etti. Her ne sebep ile olursa olsun, sonuçta, Takdir-i İlâhi tanışmamızı istediği için tanışıp görüşmüş bulunuyoruz.
Hak Yolunda edindiğim manevî tecrübe ve İlâhi İlimler doğrultusunda hiçbir menfaat beklemeden sizlere faydalı olmaya gayret gösterdim. Sizlerden bazılarının, yetenekleri ölçüsünde, bizim eserlerimizi okuyarak, manevî olgunlaşma yolunda oldukça önemli adımlar attığını görmek, beni ziyâdesi ile sevindirmiştir..
Hiç ayırım yapmadan tüm insanlara ALLAH Rızası için hizmet etmek; sevgi, kardeşlik ve barış yolunda ülkemize faydalı; inançlı insanlar yetiştirmek gayesi, yazdığımız kitap ve bültenlerde açıkça görülmektedir. Dilerim bu ülkedeki her fert bu şuur ve idrak etrafında birleşmek sûretiyle, şu cennet vatanımızın birlik ve beraberliğine bir nebze olsun katkıda bulunmuş olur.
Ben, kitaplarımı okuyan, tavsiyelerimi dinleyen herkesi gönülden seven, onların maddî ve manevî insanlık yolunda gelişmesi için elinden geleni esirgemeyen bir DeDenizim. Bana yakın olan kimseler, beni dinleyen, tavsiyelerimi tutan, ALLAH için sevdiklerimi en çok sevenlerdir. Onlar benim Fikir Bahçemin yeni açan Gonca Gülleridir. Onlar beni ALLAH için sevdiler. Ben de onları ALLAH için çok sevdim. ALLAH için yetiştirdim. ALLAH sağlık ve sıhhat verdiği sürece de yetiştirmeye devam edeceğim.

Yavrularım!
Sizler Ben’i seviyorsanız, başkalarının da ALLAH ve Resûlü’nü çok sevmesine sebep olun. Bilerek veya bilmeden Hakk’ı seveni, Hakk’tan uzaklaştırmayın. Kıskançlık tuzaklarına düşerek fitneye sebep olmayın. Bunu her kim yaparsa beni çok incitmiş olur. Her konuda kusuru önce kendinizde arayın. Başkalarının kusur ve açıklarını arayarak kendinizi tatmine kalkışmayın..
İslâmın beş, imanın altı şartını yerine getirerek Resûlullah’ın sünnetlerine sıkıca bağlanın. ALLAH’ın emirlerine hassasiyet ile uyarak, yasaklarından titizlikle uzaklaşın. İnandığınız gibi yaşayın; yaşadığınız gibi inanmaya kalkmayın. Bu dini kendi aklınıza göre yorumlayıp, onu tahrip etmeyin. İslâm Dini bir bütündür. Noksansız tamamlanmıştır. Reform ile düzeltilmeye ihtiyacı yoktur.
Anne ve Babanıza iyi davranın. Büyüklerinize saygılı olun. Devletinize, Demokrasiye ve İnsan Haklarına yürekten bağlanın. Kanun ve Nizamlara uyun. Gençlere sahip çıkıp, doğru yolda yetişmelerine yardımcı olun.
İmanınızı güçlendirin. İşinizde başarılı olun. Eşiniz ile iyi geçinin. Çocuklarınıza şefkatli davranıp, onları vatana, millete faydalı olacak şekilde yetiştirin.
Nefsinizi şehvet ve menfaatin esaretinden kurtarıp, ruhun kudsal hakimiyetine sokarak, Rabb’inizden gelen faydalı ilhamlara gönül kulağınızı açık tutun. Edeb insanın ziynetidir. Edebli olun. Herkese anlayışla davranıp gönül kırmayın. Dertlilerin derdine ortak olup hasta ve yoksullara yardım edin. Vakıflar ve Yardım Dernekleri kurarak topluma faydalı olun.
Çevremizi temiz tutup, güzel kullanıp, kirletmeyin. Toplu alanlarda ibadethânelerde başkalarını rahatsız etmeyin. Yüksek sesle konuşup etrafınızdakilerin huzurunu kaçırmayın.
Büyücülük ve Üfürükçülük gibi safsata olaylara itibâr ederek bu işlerle uğraşanlardan meded ummayın. Hastaları doktorlara emânet edip, onlar için, yalnız ALLAH’tan şifâ dileyin. Canı gönülden yapılan DUÂnın gücüne içtenlikle inanın. Her türlü kazadan, belâdan yaratanınıza sığının!.
ALLAH hepinizden Razı OLsun!. Hepiniz, tümden ALLAH’a Emânet OLun!..
DeDeniz Hacı Ahmet Kayhan..

AHMeT KaYHaN'ın kiTaPLaRı.:
Ahmet Kayhan'ın tüm kitapları Türk Dili'ndeydi.
• Âdem ve Âlem ("İnsan ve Evren") (1989)
• Ruh ve Beden ("Ruh ve Beden") (1991)
• Aradığımı Buldum ("Aradığım Şeyi Buldum") (1992)
• İrfân Okumuş ("Bilgelik Fakültesi'nde Eğitim") (1994)

Bu kitaplar denemelerin, şiirlerin, kitap alıntılarının ve yoğunlaştırılmış kitapların antolojileridir. Bunlardan İngilizce bir seçki Henry Bayman'ın "Dört Kitabın Anlamı"nda bulunabilir..

AHMeT KaYHaN Hakkında Kitaplar.:
Ahmet Kayhan'ın biyografisi Henry Bayman tarafından yazılmıştır.: Mükemmel Bir Ustanın Öğretileri: Anqa Publishing, tarafından 2012 yılında yayınlanan "Üçüncü Binyıl için bir İslam Azîzi."

AHMeT KaYHaN ve ÖğretiLeri Hakkında ÖLümünden Sonra YayınLanan Diğer Kitaplar ŞunLardır.:

Hacı Ahmet Kayhan.: Sohbetler. (Kayhan Berişler vd., 2011, revize edilmiş ve 2007'nin başlarından itibaren genişletilmiştir). Bu temelde Üstad'ın Cuma söylemlerinin bir transkripsiyondur.
Ayşe Serap Avanoğlu, Örtülü İslam.: Yapısız Bir Tasavvuf Oluşumu, YAYıMLANMAMıŞ Yüksek Lisans Tezinin ODTÜ Sosyal Antropoloji Bölümü'ne sunulması, 2012. Yüksek Lisans öğrencilerinin eğitimli bir kentsel orta sınıf kesitiyle ilgilenir..
Henry Bayman, No Station İstasyonu.: Sufîlerin Açık Sırları (2001) Kuzey Atlantik Kitapları.
Henry Bayman, İslam'ın Sırrı.: Etik Dininde Aşk ve Hukuk (2003) Kuzey Atlantik Kitapları.
Henry Bayman, Siyah İnci.: Tasavvuf ve Doğu Asya Felsefelerinde Manevî Aydınlatma (2005) Maymunbalığı Kitap Yayıncılığı..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

Dr. HALUK NURBAKİ
(Ankara)

Haluk Nurbâki Hoca 1924 yılında Nevşehir’de dünyaya geldi. İlk ve orta öğretimini Afyon’da tamamladı. Üniversiteye İstanbul’da başlayarak Ankara’da tamamladı ve doktor oldu. Bu güzelim şehir İstanbul’da tahsil hayatını sürdürürken Nur-u Osmaniye Câmisinde görev yapan bilge kişilerden hadis dersi aldı. Sultanu’ş- Şuara Üstad Necip Fazıl ile diyalogu Büyük Doğu Mecmuası çatısı altında devam etti. Hatta bu cemiyetin genel sekreteri oldu.
Yurdun çeşitli yerlerinde hükümet tabibliği yaptı. Ömrü boyunca başkalarının göremediklerini görmeye çalıştı. Pek çok gönül erleri, mânâ devleri meczûb görünümündeki İnsÂNlarla karşılaştı..

Cemiyetçilik hayatının yanında Gönül Sultanlığı olma yönünde gayret etti. Cemiyetçiliği, onu 1961-1965 yılları arası Afyon milletvekili olarak TBMM’ne girmesini sağladı. Vekillikten sonra tekrar tabibliğe devam etti. Onkoloji alanında yüzlerce hastaya şifâ verdi. Ankara’nın en büyük hastahânelerinde Kanser Doktoru olarak görevlerde bulundu. Hiç kimsenim kendisi hakkında ne dedikleri ve ne diyecekleri umurunda olmadan irşâd görevine devam etti. Hatta mesâi saati dışında Numune Câmisinde vaaz vererek, hastahâne ve özel kliniğinde mânâ sohbetlerinde bulundu..

Cumhuriyet Dönemi Âlimleri arasında çok özel bir öneme hâiz olan Dr. Nurbâki için iyi bir bilim adamı diyebiliriz. Onun ortaya koyduğu eserlere şöyle bir bakılacak olunursa bu ifâdenin doğruluğuna en büyük delil teşkil ettiği görülür.
Dr. Nurbâki eserlerinde ruh ve vücud terbiyesinde olduğu gibi olması gereken mânâ-madde terkibini en çarpıcı metotla işleyen ilim sâhibi idi. İlim-Din çatışmasını, İlim-Din Terkibi veya dayanışması mı, suallerine cevap vermekten bir ömür tüketti..

Fen ilmiyle iştigal edenlerin, ilimlerini mânâ süzgecinden geçirmeden, hayata geçirmelerini tek kanatlı kuşa benzeten Dr. Nurbâki, hayatın iki boyutunun dengeli terkibiyle, seyr-ü sülükunu tamamlama cihetiyle çalışıp durmuştur. Ortaya koyduğu onlarca kitapları onun en büyük kerâmetleri sayılabilir. Kendisi son derece mütevazı bir gönül adamıdır. Ömür boyu yılmak bilmeyen bir azim ve vecd ile gerçek bir mücâhid özelliği…

2 Haziran 1997 tarihinde İstanbul’da ölen Dr. Nurbâki mebusluğunu yaptığı ilin topraklarına defnedilmiştir..
Dr. Nurbâki 73 yıllık ömrünün çok büyük bölümünü, irşâd, ömrünün ise hemen hemen tamamını Ankara’mızda geçirdiği için, kendisini Ankara’mız Sultanlarından kabul etmek bizim için bir borçtur..
Cesedi çok sevdiği Anadolu’nun hangi toprağında olursa olsun, bu toprağın İnsÂNına Ankara’dan seslenmiş, öncelikle Ankara’lılara ulaşmış manevî vücudu hep Ankara’nın semâlarında, Ankara’nın kültür mahfillerinde, Tasavvuf ve İlm-i Ledünn verilen alınan yerlerde hep beraber yaşamaktadır. Hangi kitapçıya varılırsa, Dr. Nurbâki’nin ölümsüz eserlerini oradan bulabilirsiniz.
Son dönemlerini İstanbul “İslâm Annelerini ve Yücelerini” anlatarak geçirdi. İlk yazısı 27 yaşında “İslâmın Nuru” isimli dergide yayınlandı. İlk kitabı olan “İlk Nur”u ise 28 yaşında yazdı. Devamla, çeşitli dergilerde, gazetelerde yazılar yazdı, tebliğler sundu. Konferanslar, paneller, açık oturumlar, sohbetler hayatının vazgeçilmez mecburiyetleri oldu. Radyo ve televizyonlardaki konuşmaları, son güne kadar sürdü..


DR. NURBÂKI ve PEYGAMBER SEVgisi.:
Hep “Efendimiz”diye hitap ederdi.
Bu konuda.: “Dikkat ediniz, bir kişi çıkarda.: “Ben Efendimize aşığım!.” derse, ne kadar infak ediyorsun, neyini verdin ALLAH rizâsı için.” diye sorun derdi. Efendimiz Hz. Ebubekir ve diğer sahabelerin samimîyetlerinin ölçüsü infaktır. Hiç çâresi yok, vereceksiniz. İnfakı yapamayanların Efendimize karşı sevgisi sahtedir..
“Levlâka levlâk lemâ halektü’l- eflâk.: Sen olmasaydın Habibim eflâkı yaratmazdım.” emri mucibindeki sırrı anlayanlar nasıl ona karşı sahteciliği tercih edebilirler, demektedir..

Dr. Nurbâki Hoca, klasik din âlimlerinin bilinen yöntemlerinin dışında, kendine has modern tekniği ile modern bilimin dini saf dışı bırakacak bir yol haline çekmek isteyenlerin karşısına, nurdan bir kale gibi duruyor, hemen her alanda o yalancı ve ateist ağızları susturuyordu.
Öyle ki kanser’den, atoma, şiirden kara deliklere, musikiden hat ve minyatür sanata, mimarîden fizik kanunlarına kadar, hemen her alanda irşâd ederek bilgiye dolu dolu sâhib olduğu aşikârdı..
Kısacası Dr. Nurbâki, ilimle imânı kaynaştıran süper bir İnsÂN. Efendimize ve onun Ehl-i Beytine sevgi ile dopdolu bir kalbi vardı..


DR. NURBÂKI ve HELVA YIYEN ADAM.:
Afyon’da tabib iken, halk arasında.: “Helva Yiyen Adam” olarak bilinen bir meczûb görünüşlü kişi ile akşamları gönül sohbetleri ederdi. Helva Yiyen Adam, gündüzleri çocuklara hep helva ve benzeri yiyecekler vererek, onları önceleri kendine bağlar. Ara sıra da çok istemelerine rağmen vermezmiş. Çocuklar da kızdıkları için taş yağmuruna tutarak, onu kovalarmış. Akşamları nöbetçi eczanelerde ağırbaşlı ve vakur bir görünümde sohbetler eder, nâsibli İnsÂNları irşâd edermiş.
Dr. Nurbâki Hoca da hep sohbetlerinde olur ve ondan istifâde edermiş. Tabi çocuklara neden kendini taşlatarak kan revan içinde kaldığının cevâbını bilmesine rağmen sorarmış.
Helva Yiyen Adam.:
“Doktor onu da sen bul!.” diyerek, Taif’te Efendimizin taşlandığı olayı hatırlatır bir yüz hatları oluştururmuş..


Dr. NURBÂKI ve MURŞIDI FAIK SARAÇ.:
Dr. Nurbâki’yi irşâd eden murşidi Faik Saraç’tır. Kadirîdir. Ali Septi kanalıyla büyük mutasavvıf Mevlâna Halid-i Bağdadi’ye dayanır.
Yıllar önce Dr. Nurbâki’yi Murşidi Faik Saraç Efendi, Sümbül Efendi Dergâhı’nın bahçesindeki bağrı yanık çınar ağacının yanına götürerek İstanbul’un en önemli sırrının keşfedilmesini sağlar. Sırrın başlangıcı Kerbelâya dayanır. Hz. Hüseyin Efendimizin kızları Fatıma ve Zeyneb Sakine Sultanlar’ın bir şekilde Bizâns Hükümdarına câriye olarak verilmesine sebeb olan Yezid, farkına varmadan şerden hayır çıkmasına vesile olur..

Efendimizin Torunları olan bu iki Sultan, Bizâns Kralının haremine girmeden, âdet gereği bir ay müsaade edilerek, bu zaman zarfında Hıristiyanlık telkin edilmesi emri verilir. Bu zaman zarfında iki Sultan sürekli ibâdet ve taatta bulunurlar. Kendilerinin korunmasını Yaradan’dan taleb ederler. Bu arada Kralın kızı Katerina bu Sultanların etkisinde kalarak din değiştirir. Adını bile “Sarı Sıddikâ” olarak değiştirir. Vakit gelince görevliler Sultanların odasına girerler ki, onların Kral kızı ile beraber ruhlarını teslim ettiklerini görürler.
Faik Saraç Efendi Dr. Nurbâki Hocaya bu hikâyeyi anlatır. “İşte bu çınar onun için bağrı yanık.” der. Böylece Sultanların Kerbelâ’da başlayan çilesi İstanbul’da son bulur. Mezarlarını Sümbül Efendi bulur. Kendisi de vasiyeti gereği bu Evlâd-ı Resûlün ayak uçlarına gömülür.i
Dr. Nurbâki Hoca her İstanbul’a vardığın da Evlâd-ı Resûl’ün Kabirlerini ziyâretle onların manevî ışınlarından istifâde eder..


DR. NURBÂKI ve CeMiYeTÇiLiK.:
1980, 12 Eylül İhtilali öncesi, yeryüzü Marksist cereyanlarla çalkalanıyordu. ABD’de dahi bu yalancı cennete inanan bir yığın çevreler oluşmuştu. Her millî devletlerde, mutlaka baskı altına alınmış küçük kimlikte İnsÂN toplulukları vardı. Bu İnsÂN topluluklarının yasasıdır Marksizim. Mikro millîyetciliklerin, makro seviyeye çıkmasını Marksizim çok iyi işlemiştir. Mevcud sistemlerin değişmesi pekçok yerde imkânsız gözükse de, sosyolojik olarak toplumları huzursuz etmek, bu yolla vahşi kapitalizmin gelişmesini sağlamaya yaramaktan başka fazla bir işe yaramayan sosyalist hareketlerin çok iyi sunulduğu dönemlerde; Dr. Nurbâki, bir şekilde tanıştığı ABD Büyükelçisine, Türkiye’de Ülkü Ocakları’nın teşkilatlanması ve bu harekatın doğal lideri Alpaslan Türkeş konusunda objektif yaklaşım sergilenmesi yönünde aylarca çok uğraşır. Ülkü Ocaklarındaki gençlerin millî bâkiye için Marksizim önünde nasıl en büyük engel teşkil ettikleri hususunu, onların mücâdelelerinin kuru bir ırkçılık mücâdelesi olmadığını, faşizim nazizm gibi üstün ırk nazariyelerine saplanmadıklarını, mücâdelelerindeki merkez fikrin, Marksizmin, Beynelmilel emperyalizm anlayışı karşısında Millî Harsların canlı tutularak, İnsÂN fıtratına uyum sağlamayan anlayışları retdedmek esasına dayanan bir hareket olduğuna inandırır..

12 Eylül arafesinde Türkiye’deki fikir hareketleri ve Marksizm konulu araştırma yapan ABD’nin Türkiye büyük elçisini bu şekilde ikna eden Dr. Nurbâki Hoca büyük elçinin.: “O halde sayın Türkeş’i destekleyerek iktidar yapalım.” ifâdesini merhum Türkeş’e aktarır. Ve ilâveten ABD’ye gidilerek kongre üyelerinden bazılarının da, büyükelçilerinin vereceği rapor doğrultusunda ikna edilmesi fikrini ısrarla savunur. Bu fikir merhum Türkeş’de heyecân uyandırır. Ama.: “Nasıl gidelim paramız yok Haluk” der. Merhum Nurbâki Hoca biz tarihi kararlaştıralım, işin finans yönünü Kemâl Hortum’a havâle ederiz der. Ve sayın Hortum zengin bir iş adamı sıfatıyla gerekeni yapar. Hareket tarihi 12 Eylül 1980 olup, bilet iki adettir. Basından da gizli olarak gerçekleştirilecek olan yoculuğun belirlenen ismi Dr. Nurbâki ve Alpaslan Türkeş’tir. Yolculuğun biletleri Dr. Nurbâki’ye bizzât ulaştırılır. O gün gelir ve ihtilal...

MHP Genel Merkezi basılır ve genel merkez odası açılır. Sümenin üzerinde 12 Eylülde Dr. Nurbâki ile seyahat edilecek notunu, baskın yapan bir yetkili zuladan cebine koyar. Kendisini yakinen tanıdığı, anasını ve âile efradından birilerini kanser tedâvisiyle şifâ bulduran Dr. Nurbâki Hocaya iki üç ay sonra gelerek, o notu önüne kor. Aksi halde idamlıkla yargılanmaktan kurtulamayacaktı.
Sene 1980 sıraları…
Rahmetli Özal’ın teşkilatlandırmadan sorumlu bir adamı kanalıyla, Dr. Nurbâki’ye.: “Milletvekilliği seçilmesi halinde sağlık bakanı adayımdır” haberi üzerine, Dr. Nurbâki Hoca, mânâsında büyük bir stadyumda, sdatyumu dolduran İnsÂNlara kendisinin bile konuşma esnâsında öğrendiği birtakım bilgiler içeren konuşma yapar. Elhak, kimse dinlemez. Herkes kendi âleminde, hiç kimse konuşmacıyı dikkate almaz.
Bu arada o İnsÂNlar gider, kefen içinde binlerce İnsÂN zuhur eder. Kefenden başlarını çıkararak, aynı hatibi can kulağı ile pürdikkat dinler.
Nurbâki Hoca, sabah olunca, hemen İstanbul’da ikâmet eden Faruk Saraç Üstadına koşar. Rüyâsını anlatmadan, FarukSaraç.: “Doktor sana bundan böyle siyâset yok, sen bir kenârda şef vs. gibi ufak görevde kalarak hizmete devam etmelisin!.” der.

Bu senâryodan sonra Dr. Nurbâki Hoca ebedî istirahatgâhına gideceği tarihe kadar, ilim ve tasavvufi çalışmalarına devam etmiştir.
Dr. Nurbâki’nin manevî ustası, Faruk Saraç’tır. Faruk Saraç aslen Elâzığ’lı olan Ali Septi Hazretlerinin yolunun yolcusu, kalb gözü açık bir güzel İnsÂNdır. Ali Septi, Aslen Diyarbakır’lı olup, Seyyid’dir. Kabri Elazığ, Palu ilçesi, Murad Suyu kenârın da bir tepe üzerindedir. Ali Septi, Mevlâna Hald-i Bağdadi’nin kardeşi, Muhammet Sâhib’in irşâd ve telkinleriyle olgunlaştı. Kendisine bu kolda icâzetnâme verilen Anadolu evliyâlarındandır..


DR. NURBÂKI ve ESeRLeRi.:
Dr. Nurbâki Hocanın, millî ve manevî dinamikler doğrultusunda yazdığı, yorumladığı yaklaşık yirmi beşin üzerinde kitabının yanında, önceden belirttiğimiz gibi yüzlerce röportaj, radyo ve televizyon konuşmaları ve makaleleri yayınlanmıştır..
Bunları aşağıya alarak kendisine minnet ve şükranlarımızı manevîyatında tebliğ ediyoruz.:
Sonsuz Nur; İlk Nur; Kudsal Mücâdele; Evrendeki Mucize; Kur’ÂN Mucizesi; İnsan Bilinmezi; Fâtihanın Kırk Yorumu; Gönül Penceresinde Fahri Kainat Efendimiz; Gönüllerde Semâ; Anadolu Mucizesi; Nurdan Anneler; İmanla Gelen İlim I-II; Yusuf Sûresi Yorumu; Namaz Sûreleri Yorumu; Amme Cüzü Yorumu; Bakara Sûresi Yorumu I-II; Sûre-i Teksir’in Yorumu; Kur’ÂN-n Matemâtik Sırları; Yüce İslâm Büyükleri; Velîler Deryasında Katreler; Nur Dolu Geceler; Radyasyon ve AİDS; Kanser; Bilim Açısından İmanın Altı Şartı; Peygamber Çizgisinde Yaşamak; Kur’ÂN- Kerimde Âyetler ve İlmi Gerçekler..

Vesselâmün ale'l- mürselin, velhamdülilahi rabbi'l- âlemin.
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

Dr. HALUK NURBAKİ.:

(2 Şubat 1924 - 2 Haziran 1997),
Türk yazar, hekim, siyasetçi.


1948 Yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Çeşitli hükûmet tabipliklerinde çalıştı. 1950 yılında Büyük Doğu Hareketi’nin 9 kurucusu arasında yer aldı.
TBMM 12. döneminde (1961-1965) Afyonkarahisar'da Adalet Partisi için milletvekili seçildi.
Gureba Hastanesi’nden Anadolu’ya yollandı. XII. Dönem Afyonkarahisar Milletvekili olarak Meclis'te bulundu. Ankara Numune Hastanesi'nde Uzman Hekim ve Başhekim olarak görev yaptı. İsviçre, Fransa, İngiltere'de kanser araştırmaları ve radyoloji sahasında araştırmalar yaptı. Mesleği yanı sıra “İslamî bilimler” alanında yaptığı araştırmalar ve yayımladığı eserler ile tanındı. Son olarak Akit gazetesinde günlük yazılar yazıyordu.
2 Haziran 1997'de İstanbul'da ölen Haluk Nurbaki, Afyonkarahisar'da Asri Mezarlığı’na defnedildi..

Resim

Dr. HALUK NURBAKİ.:

2 Şubat 1924 tarihinde Nevşehir’de doğdu. Babası, tarih ve edebiyat konusunda araştırmalar yapan Fransızca öğretmeni Edib Ali’dir. Orta öğrenimini Afyon’da tamamlayan Nurbâki, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi. İstanbul’da kaldığı süre içinde Nuruosmaniye ve Beyazıt câmilerindeki hadis derslerine devam etti. Özellikle Şeyh Hâdî Efendi ve Sâlih Fakîrî Efendi’den yararlandı. İlk yazılarını 1950’li yıllarda yazmaya başladı; “İslâm’ın Nuru” ve “Büyük Doğu”da uzun süre farklı konularda makaleler yayımladı. Büyük Doğu Cemiyeti’nin kuruluşunda Necip Fazıl Kısakürek’in yardımcılığını üstlendi. Tıp öğreniminden sonra hükümet tabibi olarak pek çok yerde görev yaptı. 1956 yılında Afyonkarahisar’ın Sinanpaşa İlçesinde görevini sürdürürken Afyon Lisesi’nde fizik, kimya ve matemâtik dersleri verdi. Bu sırada kendisine mânevî eğitim veren Faik Saraç’la karşılaştı.. 1961’de Afyonkarahisar milletvekili seçildi. 1965’te meclisteki görevinin bitmesinin ardından yayın faaliyetlerine hız verdi, radyobiyoloji ve radyoterapi alanında uzmanlık yaptı. Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu tarafından hizmete açılan Türkiye’nin ilk Kanser Hastahanesinde çalıştı. Hastahanenin bir süre Başhekimliğini yürüten Nurbâki, daha sonra Ankara Numune Hastahanesi’nin Radyoterapi Enstitüsü Şefliği görevini üstlendi ve emekli oluncaya kadar bu görevini sürdürdü. Bu arada Fransa, İsviçre ve İngiltere’de bilimsel çalışmalarda bulundu. 1992 yılında emekli olunca İstanbul’a yerleşti ve zamanının çoğunu konferans ve konuşmalara ayırdı. 2 Haziran 1997’de İstanbul’da vefât etti, cenâzesi Afyon’da toprağa verildi.

Eserlerinde pozitif bilimlerle İslâmî gerçekler arasında yakın ilişki kurmaya çalışan ve bunu kendi felsefesi haline getiren Nurbâki, özellikle Kur’ÂN âyetlerinin bilimsel gelişmeleri kuşatıcı özellikleri üzerinde durmuş, Abdest, Namaz, Oruç gibi ibâdetlerin insanın beden ve ruh sağlığına mûcizevî etkilerini yine biyolojik ve tıbbî gerçeklere dayanarak dile getirmiştir. İlgili âyetleri bu açıdan yorumlayıp bazı zorlama izahlara gittiği yönünde eleştiriler alan Nurbâki bununla birlikte Evrim Teorisi, Ruh Göçü ve Dünya Dışı Akıllı Canlıların Varlığı gibi teorilerin Kur’ÂN’da yer aldığına dair iddiaları reddeder. Müsbet İlimler-Dinî ilimler ayırımını kabul etmeyen müellif ilimlerin bir bütün halinde ele alınması gerektiğini savunur. Çalışmalarında Gönül Dünyasına vurgu yapan ve akıldan çok kalbi ön plana çıkaran Nurbâki’ye göre GÖNÜL imânın doğduğu ve yaşayabildiği tek iklimdir. Bu sebeple İslâm büyüklerinin yüksek ahlâk ve fazilet anlayışlarının öğrenilmesinin önemi üzerinde durur. Ayrıca ahlâkın temel konularından biri olarak İslâm’da kadının önemine dikkat çekmiş ve bu konuyu sık sık gündeme getirmiştir..

ESeRLeRi.:
Nurbâki’nin çok sayıdaki eserinin başlıcaları şöylece sıralanabilir.:

A-) Tefsir.: Fâtiha ve Kırk Yorumu (1982); Âyetel Kürsî Yorumu (İstanbul 1998); Bakara Sûresi Yorumu (ilk elli dört âyet, İstanbul 1988, 1997); Sûre-i Yûsuf’un Yorumu (İstanbul 1987); Yâsin Sûresi Yorumu (İstanbul 1997); Amme Cüzü Yorumu (Nebe’ sûresinden Leyl Sûresine kadar olan on beş sûrenin açıklamasını içerir, İstanbul 1986, 1997, 1998); Namaz Sûreleri Yorumu (İstanbul 1986, 1997); Kur’ÂN’ın Harika Mesajları: er-Rahmân, el-Vâkıa, en-Necm ve el-Hadîd Sûrelerinin Yorumu (İstanbul 1988, 1997); Kur’ÂN’ın Matemâtik Sırları: Müddessir ve Fussılet Sûreleri Yorumu (İstanbul 1987, 1997); Kur’ân-ı Kerim’den Âyetler ve İlmî Gerçekler (Ankara 1984, 1988, 1993; Nurbâki’nin en tanınmış eseri olup Kabesetün ʿilmiyye mine’l-Kurʾâni’l-Kerîm adıyla Arapça’ya [trc. Enver Tâhir Rızâ, Ankara 1985]), Verses from the Glorious Koran and the Facts of Science adıyla İngilizce’ye ([trc. Metin Beynam, Ankara 1985, 1989, 1998] çevrilmiştir); Kur’ÂN Mûcizeleri (İstanbul 1985).

B-) Bilim ve Din.: Evrendeki Mûcize (İstanbul 1990); Bilim Açısından İmanın Altı Şartı (İstanbul 1997); İmanla Gelen İlim (I-II, İstanbul 1997, 1998); İnsan Bilinmezi (İstanbul 1997); İnsan ve Hayat (İstanbul, ts., el-İnsân ve mu‘cizetü’l-hayât adıyla Arapça’ya çevrilmiştir [trc. Orhan Muhammed Ali, Bağdad 1404/1984]); Namazın Sırları (İstanbul 1986); Boşluğun Sesi Ateizm (baskı yeri yok, 1994).

C-) Din ve Ahlâk.: Tek Nûr (İstanbul 1958); Sonsuz Nûr (İstanbul 1960); İslâm Metafiziği: İman (İstanbul 1983); Gönül Penceresinden Fahr-i Kâinat Efendimiz (İstanbul 1986); Gönüllerde Semâ (İstanbul 1990); Türkistan’dan Türkiye’ye Anadolu Mûcizesi (İstanbul 1990); Kudsal Mücâdelem (Beklenen Vakit gazetesinde çıkan yazılarından oluşturulmuştur, İstanbul 1996); Peygamber Çizgisinde Yaşamak (İstanbul 1996); Nur Dolu Geceler (İstanbul 2002); Nurdan Anneler (çeşitli konferanslarından meydana gelen eser, Hz. Peygamber’in eşleri ve tanınmış akrabalarının hayat hikâyeleri ve menkıbelerini ihtiva eder, İstanbul 2005); Velîler Deryasından Katreler (radyo konuşmalarını derleyen eseridir, İstanbul 2005); Yüce İslâm Büyükleri (İstanbul 2003). Nurbâki’nin bunların dışında Kanser (İstanbul 1982), Kalb ve Ötesi (İstanbul 1984), İslâm Dininin İnsan Sağlığına Verdiği Önem (Ankara 1985), Geleceğin Dramı Aids (İstanbul 1987), Radyasyon ve AIDS (İstanbul 1998) adlı eserleri vardır..

Resim
Dr. HALUK NURBAKİ.:
(2 Şubat 1924 - 2 Haziran 1997), Türk yazar, Hekim, Siyasetçi..
1948 Yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Çeşitli hükûmet tabipliklerinde çalıştı. 1950 yılında Büyük Doğu Hareketi’nin 9 kurucusu arasında yer aldı. TBMM 12. döneminde (1961-1965) Afyonkarahisar'da Adalet Partisi için milletvekili seçildi.
Gureba Hastanesi’nden Anadolu’ya yollandı. XII. Dönem Afyonkarahisar Milletvekili olarak Meclis'te bulundu. Ankara Numune Hastanesi'nde uzman hekim ve başhekim olarak görev yaptı. İsviçre, Fransa, İngiltere'de kanser araştırmaları ve radyoloji sahasında araştırmalar yaptı. Mesleği yanı sıra 'İslamî bilimler' alanında yaptığı araştırmalar ve yayımladığı eserler ile tanındı. Son olarak Akit gazetesinde günlük yazılar yazıyordu.
2 Haziran 1997'de İstanbul'da ölen Haluk Nurbaki, Afyonkarahisar'da Asri Mezarlığı’na defnedildi.

ESeRLeRi.:
• İnsan Bilinmezi.
• Kuran Âyetleri ve Bilimsel Gerçekler.
• Tek Nur.
• Amme Cüzü Yorumu.
• Sonsuz Nur.
• Gönül Penceresinden Fahr-i Kainât Efendimiz.
• Fâtiha’nın Kırk Yorumu.
• Kudsal Mücâdelem.
• Kur’ÂN Mucizeleri.
• Kur’ÂN’ın Matemâtik Sırları.
• Namaz Sûreleri Yorumu.
• Sûre-i Yûsuf’un Yorumu.
• Sûre-i Tekvir’in Yorumu.
• Gönüllerde Semâ.
• Anadolu Mucizesi.
• İmanla Gelen İlim 1-2.
• Nurdan Anneler.
• Evrendeki Mucize.
• Bakara Sûresi Yorumu.
• Âyet-el Kursi Yorumu.
• Yasin Süresi Yorumu.
• Veliler Deryasından Katreler.
• Nur Dolu Geceler.
• Yüce İslam Büyükleri.
• Gerçek Âlim Gerçek Âşık.
• Bilim Açısından İmanın Altı Şartı.
• Peygamber Çizgisinde Yaşamak.
• Kur’ÂN-ı Kerim’den Âyetler ve İlmi Gerçekler.
• İslâm Dininin İnsan Sağlığına Verdiği Önem.
• Kanser Bilmecesi ve Çözümü.
• İnsan ve Hayat.
• Kalb ve Ötesi.
• Kanser.
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

HALUK NURBAKİ.:
Onk. Dr. Halûk Nurbâki, 1924 yılında Nevşehir’de dünyaya geldi. Tahsilinin ilk bölümünü Afyon’da tamamladı, İstanbul’da tahsil hayatına devam ederken Nur-u Osmaniye Câmiinde hadis dersleri aldı, aynı zamanda Necip Fazıl ile devam eden diyalogu neticesinde Büyük Doğu Cemiyetinin kuruluşunda yer aldı, genel sekreterliğine getirildi. Hareketli, dinamik bir talebelik hayatı geçiren Dr. Halûk Nurbâki yurdun çeşitli yerlerinde hükümet tabibi olarak çalıştı. Memleketini adım adım gezerken pek çok mânâ sultanı, derviş ve meczuplarla karşılaştı. Pozitif ilimlere olan vukûfiyeti ile mânâ bilimlerinin esrarlı hikmetlerini birleştirerek eserler yazdı. 1961–65 yılları arası Afyon milletvekili olarak TBMM'de görev yaptı. Daha sonra Radyoterapi ve Radyobiyoloji ihtisasını tamamladı. Kanser (Onkoloji) Hastanesi Başhekimliği, Ankara Numune Hastanesi Radyoterapi ve Radyobiyoloji Enstitüsü şefliği görevlerinde bulundu. Numune câmiinde vaazlarda bulunurken, hastanede ve muayenehanelerinde de mânâ sohbetlerinde bulunarak irşad görevini yerine getirdi. Dr. Halûk Nurbâki şu önemli sahalarda kalem ve kelam sahibi idi.

Resim

Haluk Nurbaki.:
Tıp Doktoru, Siyasetçi, Yazar..

Doğum.: 02 Şubat, 1924 Nevşehir
Ölüm.: 02 Haziran 1997 İstanbul
Eğitim.: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi

Hekim, yazar, siyaset adamı, Çocukluk ve gençlik yılları Afyonkarahisar’da geçti. Afyonkarahisar Kadınana İlkokulu (1936), Afyonkarahisar Lisesi (1942), Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi (1948) mezunu. Hekim olarak çeşitli hükümet tabipliklerinde çalıştı. 27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra yeniden çok partili siyasal hayata geçilirken Ragıp Gümüşpala tarafından kurulan Adalet Partisinin Afyonkarahisar’daki örgütlenmesini üstlendi ve İl Başkanlığını yaptı. 1961 genel seçimlerde Afyonkarahisar’dan milletvekili seçildi. Bir süre sonra AP’nin üst düzey yöneticileriyle ters düşerek partisinden ayrıldı. 1965’te mesleğine dönerek önce Ankara Numune Hastanesinde uzman hekim, sonra Onkoloji Hastanesinde kanser uzmanı,1980’den itibaren başhekim olarak görev yaptı.

Hemen her konuda yazdığı makaleleri çeşitli gazetelerde yayımlandı. Bir ara CHP’ye girdi ve bu partinin İzmir’den kontenjan adayı olduysa da seçilemedi. Mesleğinin yanı sıra İslâmî ilimler alanında yaptığı araştırmalarla tanındı. Televizyonlarda dinî, ahlâkî ve tıbbî konularda konuşmalar da yaptı..

BAŞLICA ESERLERİ.:
İnsan Bilinmez, Anadolu Mûcizesi (1986), Kur’ÂN Âyetleri ve Bilimsel Gerçekler (5 cilt), Tek Nur, Amme Cüz’ü Yorumu, Nur Dolu Geceler (2002), Yüce İslâm Büyükleri (2003) vd..

*

Bu çalışmamızda 20. yüzyıl mutasavvıflarından Haluk Nurbaki'nin hayatı, eserleri ve tasavvuf anlayışı ele alınmıştır. Tezimiz iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Haluk Nurbaki'nin hayatı, manevî şahsiyeti, sosyal hayatla ilgili görüşleri ve eserleri ele alınmıştır. İkinci bölümde ise müellifin eserlerinde yer alan kavramlar üzerinden tasavvuf anlayışı anlatılmıştır. Konular Kur’ÂN ve hadis ışığında ele alınarak açıklanmış ve ilk dönem mutasavvıfların görüşlerine de yer verilmiştir. Araştırmanın sonuç kısmında ise; Haluk Nurbaki'nin hayatı, kişiliği, eserleri ve tasavvuf anlayışı hakkında genel bir değerlendirme yapılmıştır. Tezin sonunda bulunan ekler bölümünde ise Haluk Nurbaki'nin evlatları ve talebeleri ile yaptığımız röportajlara yer verilmiştir. Ayrıca kendisine ait birkaç fotoğraf, hakkında çıkan gazete haberi, Afyonkarahisar'da bulunan kabri ve mürşidi Faik Saraç'ın İstanbul Çengelköy'de bulunan kabrinin fotoğrafları yer almaktadır. 2 Şubat 1924'te Nevşehir'in Nar Kasabasında dünyaya gelen Nurbaki, 2 Haziran 1997 tarihinde İstanbul'da vefât etmiş ve Afyonkarahisar'da bulunan aile kabristanına defnedilmiştir..


Resim Faik Saraç Efendi

Pek çok tasavvuf büyüğünden feyz alıp salan bir gönül eriydi. Hz. Mevlânâ, Hz. Muhyiddin-i Arabî bağlısıydı. Mesnevî Dersleri yapan bir Annenin, İslam Yücelerinin hayatlarını yazan bir Babanın evladıydı. 1954 yılında mecburî hizmetin son durağı olan Afyon'un Sinanpaşa Kasabasına geldiğinde burada sohbetlerinde sık sık "Faik ağabey" olarak andığı mürşidi Faik Saraç Efendi ile tanışır. Derin dostlukları olur ve kendilerinden mânâ eğitimi almaya başlar. Mânevi silsile 93 Harbi imamı Hafız Osman Bedrettin, Şeyh Samini ve Şeyh Ali Septi vasıtası ile Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine intikal ederken, diğer bir yandan da Abdülkadir Geylani Hazretlerine gider. Bu kanallardan aldığı mânâ bilimleri eğitimini pozitif bilimlere olan vukûfiyeti ile harmanlar. Bunu da yıllar yılı anlatır ve yazar. Yine bu sıralarda Diyarbakırlı Faik Yaşar Efendi ile tanışır, onunla da uzun yıllar mâna fazında süren dostluğu gönlündeki Fahr-i Kâinat ateşini daha da coşturur. Bu feyz alma ve salma hâdisesini hayatının her döneminde görmek mümkündür.

Resim

Onk. Uzmanı Merhum Dr. Haluk Nurbaki, Kanser Hastasının Tedavi Sürecinde Yaşadığı Bir Durumu Anlatıyor.:

“Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şâhid olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.:
Kanser Hastanesinde Başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkânı bulamamıştı..
Serap’ı özel bir ilgiyle bizzât ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da ALLAH’ın (celle celâlihu) izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Serap’ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, dört yıl kadar sonra bir ihâle için İzmir’e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine altı saat kadar mahsur kalmış..
Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak.: “Doktor Bey,” dedi. “Ben .. size... dargınım.” “Niçin?” diye sordum. “Siz... dindâr bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH’ı, ölümü, âhireti anlatmıyorsunuz?.” dedi.
Ya Ölüme Morfinli İken Yakalanırsam?.:

Dini iİnançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. Onu üzmemeye çalışarak.: “Doktora ulaşmak kolaydır. Parayı verdin mi istediğine tedavi olursun. Ancak imân tedavisi için gönülden istek duymalısın...” dedim.
Konuşmaya mecâli olmadığından.: “Ben o isteği duyuyorum!.” mânâsında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbî tedavinin yanı sıra, ebedî hayatın ve saadetin reçetesi olan imân derslerimiz başlamış ve son günlerini yaşayan Serap için bu dersler “Hızlandırılmalı Öğretime” dönmüştü. Anlattığım İmân Hakikatlerini bütün ruhuyla mecz ediyor ve arada bir soru soruyordu. Vefâtına bir hafta kala.: “Doktor Bey, ben ölürken ne söylemeliyim?.” dedi. “Senin durumun çok özel.” dedim. Kelime-i Şehâdet sana uzun gelir. O anı fark edince “MuhaMMed (aleyhisselâm) sana yeter!.”
O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıztırabı olduğu için Serap’a sürekli morfin yapıyor ve onu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyâretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek.: Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor!.” dedi. “Sabahlara kadar inliyor ve çok ıztırab çekiyor!.” Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hâlâ unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.: “Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste “MuhamMMed!.” diyemezsem?.
İşte Serap, böyle bir hanımdı.

Bu arada benden.: “İstihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını.” ricâ etti. Ben hiç âdetim olmadığı halde Cuma Gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serapın acizliği hürmetine olacak ki, Salı Gününe kadar yaşayacağına dâir işâret sezdim. Ertesi gün O’na.: “Hiç korkma!.” dedim. “İğneyi vurdurabilirsin.” Ve Serap bir vedâ niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu.: “Doktor Bey... Azrâil bana nasıl görünecek?” “Kızım,” dedim. “O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.”
Salı günü Serap’ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefâtına yetişememiştim. Ailesi tam mânâsıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindâr bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek.: “Doktor Bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!” dedi ve devam etti: “Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve yataktan kalkması imkansız denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve Kelime-i Şehâdet getirerek vefât etmeden biraz önce de.: “Doktor Bey’e söyleyin, Azrâil, O’nun söylediğinden de güzelmiş!!!.” dedi..
Resim
Cevapla

“Münir Derman (k.s) Kimdir?” sayfasına dön