GENETİK KOD DÜNYAMIZ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

GENETİK KOD DÜNYAMIZ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

GENETİK KOD DÜNYAMIZ
SELİM GÜRBÜZER

Kalite kontrol kavramını sıkça duyar olduk artık. Peki, iyi hoşta kalite kontrol sistemi sadece dünyevi beşeri ilişkilere has bir olgu mudur? Elbette ki hayır. Çünkü mikro âlemde de İlahi güç tarafından tanzim edilmiş bir kontrol sistem ağının varlığı söz konusudur. Ki, Yüce Allah’ın “Ol” emri doğrultusunda üreme hücrelerinde mevcut genler vasıtasıyla kalıtım olayının kontrol edildiği malum. Zaten kontrol edilmesi de gerekir. Çünkü Yaratıcı güç böyle murad etmiş ve üreme olayı da bu şekilde kontrol altında tutulmuştur. Nitekim Mendel, bezelyelerle yaptığı çalışmalarla genetik karakteristik özelliklerin en az bir çift gen tarafından kontrol edilip belirlendiğini bildirmiştir. Bu yüzden her bir gen çifti aynı karakteristik özelliklere sahip allel genler olarak da adından söz ettirmiştir hep. Belli ki kâinatta hemen her şey çift yaratılmış, dolayısıyla her bir çift genin bir araya gelmesiyle birlikte birbirini tamamlayan “homozigot” veya “heterezigot” lokus aleller olarak sahne almakta. Zaten genlerin kromozomlar üzerinde konumlanıp ve bir hücrede her bir kromozomdan iki adet bulunması hasebiyle her bir hücrede genlerin bir çift halde bulunması son derece gayet tabii bir durumdur. Ancak şu da var ki; yumurta ve sperm hücrelerinin kendi üreme organlarında eşsiz bir şekilde değim yerindeyse bekâr olarak konumlanması tek başına bir anlam ifade etmez, illa ki evlenecek çiftlerin bir araya gelip izdivaca girmesi gerekir ki üreme olayından beklenen maksat hâsıl olsun. Aksi halde insan neslinin devamından söz edemeyiz. Bu arada insanoğlu, tavuk mu yumurtadan meydana gelmiş, yoksa yumurta mı tavuktan meydana gelmiş diye düşüne dursun, sonuçta katkı sunmak bakımdan tavuk cenine değil, yumurta cenine (embriyon) hem besin kaynağı olmak bakımdan hem de üremeyi gerçekleştirecek olan döl hücresine aracılık yapmak bakımdan katkı sağlamaktadır. Böylece yumurtanın bu aracılık fonksiyonu üstlenmesi sayesinde gen dünyasının gayet koordineli bir şekilde harekete geçmesiyle birlikte “zigot” oluşumu vuku bulmaktadır. Hatta biyoloji bilim dalında zigot oluşumu hadisesi spermin ve yumurta hücresinin vuslatı anlamında diyebileceğimiz “gametogenezis” olarak karşılık bulur da. Kur’an’da ise bu anlamın karşılığı “Şüphesiz biz insanı çamurdan bir sülâle yarattık” (Müminun, 23/12) diye beyan buyrulan ayetin mana ve ruhuna uygun olarak embriyonun birinci safhasının akabinde oluşan zigot safhasına karşılık gelen bir anlamlanmadır bu. Nitekim Müfessir Hamdi Yazır, Kur’an’da “Sonra onu kararı mekinde nutfe yaptık” (Müminun, 23/13) diye beyan buyrulan ayette geçen “kararı mekin” ibaresi ve yine bir başka ayette geçen “hamei mesnun” ibarenin aslında insan tohumuyla eş anlamda olan ‘nutfe’ olduğunu tefsir eder.
İşte yukarıda zikrolunan “siyah, kokar cıvık çamur” ibareleriyle tefsir edilen Kur’an ayetlerin mana ve ruhundan öyle anlaşılıyor ki:
-İlk yaratılış kodlarımız “toprak ve çamur” ibarelerine karşılık geldiği,
-Toprak ve çamurdan sonra organik gıda maddeleri temsilen “kokuşan et-sallelahm” anlamına gelebilecek “salsal” ibaresi koduna karşılık geldiği,
-Salsal’dan yaratılan hücre kodunun da “hamei mesnun” ibaresi koduna karşılık geldiği yönünde çok açık işaretler vardır (Bkz. Hicr Suresi, 15/28, 33). Öyle ya, madem Kur’an’da zikrolunun ayetlerde yaratılış kodlarıyla ilgili birçok ibareler ve işaretler var, o halde bu durumda yaratılış mucizesini bir tek “nutfe” koduyla sınırlı tutmayıp, icabında daha kapsamlı bir şekilde ‘Âdemi zigot yaratılış’ kodu hücresi olarak da telakki edebiliriz pekâlâ. Zira insan tohumuna karşılık gelen “nutfe” ibaresi çok hücreli döneme geçişi temsil eden embriyonik aşamanın en ileri safhasıdır.
Her neyse başta zikrettiğimiz tavuk mu yumurtadan meydana gelmiş, yoksa yumurta mı tavuktan meydana geldi konusuna döndüğümüzde, sonuçta Kur’an’da geçen yaratılışla ilgili işaret ibareler bize gamet hücrelerinin bir araya gelip döllenmesiyle oluşan zigotun akabinde gelişecek olan genetik hücre bölünme süreçlerinin tamamlanmasının neticesinde yumurtadan tavuğun (civciv) çıkmasını daha çok ön gördürmekte. Tabii yaratılış sürecini sadece yumurta kabuğunun çatlayıp tavuğun ortaya çıkması hadisesiyle de sınırlı tutmak doğru olmaz, Yaratılış sürecini icabında yumurta kabuğunun çatlaması hadisesinin bir başka versiyonu diyebileceğimiz anne karnında gelişen embriyonun 9 ay sonrası insan yavrusu olarak dünyaya gelmesi gibide düşünmek pekâlâ mümkün. Nitekim anne karnında embriyo hayatı yaşayan bir cenin veya fetüs ne zaman ki göbek bağı kordonuyla irtibatını keser işte ancak o zaman amnion kesesinden çıkıp dünyaya nur topu bebek olarak gelivermiş olur. Şöyle ki; yumurta ve spermlerin her biri tek bir gene sahiplerdir. Dolayısıyla döllenme denen hadise spermatozoit ve ovaryum hücrelerinin bir araya gelip genetik kodların buluşması sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Demek oluyor ki, canlı neslin devamı için elzem olan sperm ve yumurta hücrelerinin üretimi rast gele bir şekilde tesadüfen oluşmamakta. Tam aksine kendi bulundukları üreme tesislerinde (üreme organlarında) belli bir sistematik program dâhilinde entegre bir şekilde gamet üretimi gerçekleşmektedir. Öyle ki kendi üretim tesislerinde üretilen gamet hücreleri değişik aşamalardan geçtikten sonra izdivaca hazır bir şekilde üretim gerçekleşmekte. Bu yüzden ekonomi alanında entegre tesis kavramı denince bir ürünün üretimden itibaren tüm süreçlerin kontrol edildiği tesislere verilen ad olarak akla gelir. Biyolojik alanda da malum entegre tesis deyince “vücut (somatik) hücrelerini üreten üretim tesisleri ve cinsiyet (eşey-gamet) hücrelerini üreten üretim tesisleri akla gelir. Madem öyle, hazır üretim tesislerinden söz etmişken üreme hücreleri ile vücut hücreleri arasındaki en temel farkı ortaya koymakta fayda vardır. Neymiş o fark denildiğinde hiç şüphesiz aralarında en belirgin farkın vücut hücrelerinin (2n) kromozoma sahip olması, üreme hücrelerinin ise tek bir (n) kromozoma sahip olmasıdır. Bu demektir ki anneden gelen tek bir (n) kromozom, babadan gelen tek bir (n) kromozomu karşılayıp, böylece yeni bir canlının temeli atılmış olunmakta. Tabii anne karnında tüm bu olup bitenlerden habersiz bir şekilde dünyaya geliveren nur topu bebekler, neyse ki dünyaya geldiklerinde bu kez dünyada ne olup biteceğinden haberdar olarak yaşayıp ömür sürecelerdir. Derken dünyada ki ömrü tamamlandığında bu kez tıpkı anne karnında geçirmiş olduğu hayat sürecinde olduğu gibi yine sil baştan öteki âlemde başına neler gelip gelmeyeceğini bilemediği ahiret yurduna göç etmiş olacaktır. Hele her doğan çocuğun dünya yurdunda kalacağı konaklama süresi bir yana, asıl doğduğunda annenin şefkat kollarında nasıl ki kendini korunaklı kıldıysa aynen buluğ çağında da bu kez kendi kendini kontrol edecek mekanizmaların kollarında her türlü haramlardan ve çirkinliklerden kendini amel-i salih koruma zırhıyla korunma becerisini gösterebilmek çok mühimdir.
Dikkat edin kendi kendini kontrol edecek mekanizmaları oluşturmak ve geliştirmek dedik, bu da ancak kulluk bilincine varmak ve İslami hayat yaşamakla mümkün, dolayısıyla bu noktada kulluk bilincini genetik kodlardan beklemek abesle iştigal olur. Çünkü gen dünyası bambaşka bir dünyadır. Bu yüzden gen dünyasına iyiyi kötüyü birbirinden ayıran herhangi bir mekanizma ya da herhangi bir ilham verici olgu gözüyle bakmak yerine bir “bilgi programı paketi” olarak bakmak en doğrusu. Nitekim gen dünyasının bilgi koduyla yüklü bilgi paketi programı olduğu şundan besbellidir ki maddenin en küçük temel birimi olan atomları kendinde toplayabilmiştir. Şayet kendinde toplamamış olsaydı bilinçsiz maddenin kendi kendine bilgi üretecek ne paket programların varlığından söz edebilirdik ne de hücre içerisinde DNA başkanlığında yürütülen paket programlardan. Hele ki işin içinde bir de hücre âlem söz konusu olunca işin boyutu daha da değişip bambaşka bir hal almakta. Öyle ki hücre içi faaliyetler organizmanın belirli bir hiyerarşik düzen içerisinde işlerlik kazanabilmesi için bilgi yüklü DNA ve RNA denen paket programın varlığına ihtiyaç vardır. İşte adına bilgi yüklü paket programlar dediğimiz genler bu noktada devreye girerek bir noktada canlı hayatına dirlik kazandırmaktalar. Hem nasıl dirlik kazandırmasın ki, bikere her şeyden önce gen dünyası DNA moleküllerinden teşekkül etmiştir. Dolayısıyla yarı anne ve yarı babadan gelen genetik karakterlerin yavrulara geçmesini sağlayan genetik dizilimin lideri hiç kuşkusuz DNA olup organizmanın şekillenmesinde rol oynayan hücre içi tüm hayati faaliyetler onun başkanlığında gerçekleşmektedir.
Düşünsenize 46 kromozomlu bir zigotta 2 ila 3 milyon arası bir sayıda gen bulunup kullanılan ya da kullanılmayan bu kadar sayıda gen topluluğu zigot içerisinde adeta adrese teslim bir şekilde beyin, akciğer, mide, rahim, göz, kol ve bacakları oluşturacak hücreler halinde vücut azalarına dönüşümünü belirleyebiliyorlar. Böylece adrese teslim herhangi bir organa ait hücrenin gen sayısına baktığımızda dile kolay 10.000’li rakamlarla telaffuzu zor sayıda gen dünyasıyla karşılaşabiliyor. Her ne kadar rakamların dilini telaffuz etmekte zorlansak ta sonuçta dünyaya gelecek insan vücudunu oluşturan organlar ne bir eksik, ne bir fazla tam da dengi dengine denk gelen rakamlarla şekillenmekte. Öyle ki vücudu oluşturan tüm organların şekillenmesinde etken rol oynayan genler, her organın hücre yapılarında bulundukları konum ve özelliklerine göre ya dominant gen (baskın gen) halde ya da resesif gen (çekinik) gen halde konumlanmaktalar. Örnek mi? Mesela siyah gözlülük baskın gen olarak sahne alırken, mavi gözlülük resesif gen olarak sahne alır. Bu nedenledir ki genetik kodlamalarda dominant genleri büyük harflerle kodlanırken, resesif genlerde küçük harflerle kodlanır. Tabii burada genlerin baskın ve resesif oluşumları üzerinde dikkat kesilmek yerine asıl gen dünyasının akıl almaz sırlarına ve gen diziliminde ki mükemmeliyetine dikkat kesilmek daha doğru bir tutum olur. Gerçekten de gen dizilimindeki mükemmeliyete dikkat kesildiğimizde kromozomları oluşturan nükleotidlerin çift sıra halde dizilim gösterdiklerini müşahede etmiş oluruz. Derken bu sayede kromozomlar üzerinde oluşan STR DNA gen bölgelerini (kısa tekrar dizilimi) genetik okuma cihazlarında lineer bir diziliş şeklinde gözlemlemiş oluruz. İşte bu gözlemleyebildiğimiz birbiri ardı sıra dizilen STR DNA gen bölgelerinin bulunduğu özel konuma “lokus” denmektedir. Nitekim genetik okuma cihazların monitörlerinde pik şeklinde izlediğimiz yarı anne ve yarı babadan çocuğa geçen kromozomlar aslında aynı lokus bölgelerinde konumlanan allel genlerden başkası değildir. Ki; her bir lokus allel genin kodu belli bir sekans sayıda atomik döngüyle belirlenir. Mesela pürin gurubundan azotlu bir bileşik diye addedilen adenilik asit “Adenin-Pentoz-Fosfat”dan oluşan bir nükleotid olup 39 atomdan meydana gelmiştir. Üstelik bu 39 atomluk yapı DNA’nın yapısını oluşturan dört nükleotid bazdan sadece bir tanesini teşkil eden bir yapıdır. Bir başka ifadeyle 13 karbon, 11 hidrojen, 9 oksijen, 5 azot ve 1 fosfor içeren pürin yapıdır. Hele birde bunu insan DNA’sını tümüyle birlikte düşündüğümüzde vücudumuzun yaklaşık 210 milyar kadar atomla donatıldığı bir dünya ile yüzleşmiş oluruz. Tabii bu zahiri yüzleşmedir, birde bir başka daha yüzleşeceğimiz dünya vardır ki, o da vücudumuzda mevcut atomların çekirdek etrafında dönen elektronların seyriyle her biri her an her salise Allah’ı zikretmekte olduklarını idrak ettiğimizde biliniz ki batini dünya ile yüzleşmiş oluruz. Ama ne var ki, kahır ekseriya bundan bihaberiz. Her ne kadar bihaber olsak bile bu atom dünyasında kurulan zikir halkası tâ kalubeladan beri levh-i mahfuzumuz kader kitabı diyebileceğimiz DNA’mızda kodlanıp Mevlana’ca dönmekteler de zaten.
Evet, her şeyin bir zahiri yönü var, bir de manevi yönü. Dış ve iç birbiriyle ilişkilidir zaten. Bu yüzden dış âlem, iç âlemin bir nevi fotoğrafı sayılmaktadır. İç âlemse dış kalıbın ruhu mesabesinde, yani dışın görünmeyen yüzü olarak yansır hep. İşte zahir ve batın ilişkisinden hareketle bir organizmanın sahip olduğu genlerin iç görünüşüne “genotip”, genotipin dışa yansıması veya bir organizmanın dış görünüşüne de “fenotip” dersek maksadımızı aşmış sayılmayız, pekâlâ böylede tanımlayabiliriz dersek yeridir. Tabii genetik dünyasında tanımlamalar bunlarla sınırlı değil elbet, dahası var. Nitekim kromozomların sayıca, şekilce ve büyüklük yönünden tespitine “karyotip” denirken sınıflandırılmasına da “idiyogram” denmektedir. Hakeza canlı olan ve kendine benzer eşlerini yapabilen kalıtım birimleri de Pangen (DNA) diye tarif edilir. Dahası pangenler gruplanarak “id” denen genleri meydana getirir, id’lerde linear tarzda dizilip idantları oluştururlar. Bir başka ifadeyle kalıtım materyali “idioplazma” olarak addedilirken, kromozomlar “idant”, genler ise “id” olarak addedilirler. Tüm bu adlandırmalar eşliğinde mesela DNA, değim yerindeyse halk dilinde gen kimliğimiz olarak karşılık bulur. Böyle karşılık bulması da gayet tabii bir durumdur, Çünkü DNA yaratılış kodlarımızı da akla düşürüp hatırlatan bir kimliktir bu. Hatta DNA sayesinde ışığa karşı hassas göz hücreleri, acıyı tatlıyı ayırt edebilecek dil hücreleri, hatta sıcağı soğuğu hissedebilecek sinir hücreleri, ses dalgalarını duyacak kulak hücreleri, yediğimiz besinleri sindirecek sindirim hücreleri gibi tüm oluşumlar vücut bünyemizde işlerlik kazanmış olur da. Dahası hücreler anne karnında zigot haldeyken göz, kalp ve beyine dönüşmesi ve dönüşen bu yapıların dünya şartlarına göre dizayn edilmesi aklın kavrayamayacağı işler gibi gözükse de bu noktada Yüce Allah’a teslim olup kalben ve dille Amenna ve Saddakna demek düşer bize. Hem Allah’a teslim olalım ki Allah Teâlâ’nın Kuran’da; “O, Sizi bir nefisten yarattı. Hem sonra onun eşini de ondan var etti. Sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa yaratıp (diğer yaratılışa çevirip kemale erdiriyor) duruyor. İşte Rabbiniz Allah O’dur. Mülk O’nundur, O’ndan başka ilah yoktur. O halde nasıl halktan çevrilirsiniz” (Zümer Sûresi (39), 6. Ayet) diye beyan buyurduğu ayet-i celilenin mana ve ruhu karşısında boyun büküp aciz kullar olduğumuzu idrak etmiş olalım. Hem nasıl idrak etmeyelim ki, baksanıza Kur’an’da adı geçen “üç karanlık” denen safhalar bir bakıyorsun Müminin suresinin üç ayetinde insanın yaratılış kodlarının çamurdan start alıp; birinci safhasındaki yaratılışının çamurdan bir sülâle şeklinde diyebileceğimiz ilk insan hücresine yaratılış kodu olarak kodlanılması, ikinci safhada bu yaratılış kodunun ‘kararı mekin’de (özel ortamda yaratılan yumurtadan) nutfeye evirilerekten bir yaratılış kodu olarak çok hücreli embriyonal safhaya evrilmesi (Müminun, 23/13), üçüncü ayette ise tesviye safhası Müminun, 23/14) zikredilmeksizin onun “nutfe, alâka ve mudga” ibareleriyle zikredildiğini müşahede etmekteyiz.
Hadi diyelim ki yukarıda zikredilen ayetlerin mana ve ruhundan bihaber kaldık, okullarda bize öğretilen ve adına “Pangenezis” denen teoriye bir bakıyorsun icabında Yüce Yaradanı hatırlatmaya vesile olabiliyor. Her ne kadar okutulan teoriler okullarda yaratılış gerçeğini hatırlatacak şekilde okutulmasa da bir şekilde ileri sürülen teoriler sayesinde en azından genetik kodlarımızın araştırılmasına yönelik genetik biliminin doğmasına vesile oldu diyebiliriz. Hele ki genetik dünyasında hızlı ilerlemeler bize gösteriyor ki, basit bir proteinde olsa kendi kendine çoğalması asla mümkün değildir. Çünkü protein enzimlerini oluşturmak için DNA ve RNA’ya ihtiyaç vardır. Yetmedi genler arası koordinasyonun sağlanmasına da ihtiyaç vardır. Hele Jacques Monod’in ileri sürdüğü teoriye göre meseleye baktığımızda regülatör (düzenleyici) genlerin repressör madde göndererek operatör genlerin faaliyetini durdurup askıya aldıklarını gözlemlemiş oluruz. O halde teoride olsa içinde hakikat payı olacağını düşünerekten es geçmemek gerekir, İşte bu ileri sürülen tezlerden hareketle çok rahatlıkla şunu diyebiliriz ki; operatör genler ancak repressör madde gelmediği zamanlarda strüktürel genlere işlerlik kazandırabiliyor. Böylece işlerlik kazanan strüktürel genler mesajını mRNA vasıtasıyla ilgili yerlere ulaştırıp, ribozom üzerinde protein sentezi gerçekleştirilmiş olur. Ama gel gör ki evrimciler materyalizmi desteklemek adına bir bakıyorsun hücre içerisinde son derece kompleks yapıda protein moleküllerinin kendiliğinden var olduğundan dem vurup ateizme kol kanat germekteler habire. Hâlbuki bir protein ve çekirdek asidinin kendiliğinden oluşabilme ihtimali, tıpkı Stokrom-c’nin dizilimini meydana getirme ihtimalinin daha üst fevkinde astronomik rakamlarla ifadesi zor bir ihtimal hesabıdır bu. Belli ki protein oluşumu insan ufku ötesinde yaratılış gerçeği ile alakalı bir husus olup, her protein molekülün şifresini taşıyan yapısal genler (strüktürel genler) tek kodluk ferman (Ol emri) için özel bir görev üstlenmiş olurlar. O halde bu durumda “Ferman padişahındır” demek düşer bize.
Genetik dünyasına şöyle baktığımızda insan DNA’sı 46 kromozomlu bir donanıma sahip olmakla aslında her bir hücrenin yaklaşık 20 bin sayfalık bilgi külliyatına denk düştüğünü gösterir. Üstüne üstük her bir sayfada özellikleri belirtilen her bir hücre bileşeni belli bir misyon üzerine faaliyet gösterip birbirlerinin görev alanlarına kesinlikle müdahil olmazlar. Nasıl mı? Mesela pankreas hücrelerinin insülin salgılama işine bir diğer hücre müdahil olmadığı gibi bu iş için kendi kendine gelin güvey olup üstüne vazife edinmez de. Çünkü üstüne vazife karar verici merci DNA'dır. Bu yüzden hiç bir hücre bileşeninin, hücre içi faaliyetlerde ne kraldan çok kral kesilmesine müsaade edilir ne de kendi başına buyruk kesilmesine. Dile kolay 46 ciltlik dev bir ansiklopedik bilgi külliyatından söz ediyoruz, az buzda değil, elbette ki bu durumda her bir hücre bileşenlerinin faaliyetlerini DNA’nın direktifleri ve bilgisi doğrultusunda gerçekleştirmesi son derece anlamlı ve yerinde bir karardır. Gerçekten de insan bedenin oluşturan devasa büyüklükte böylesi külliyatın her bir sayfası incelendiğinde bu iş için kendini protein üretmeye adayan amino asitlerin belli bir tertip üzere sıralandığı görülecektir. Zaten genetik kod dünyasında tüm bilgilerin proteinlere çevrilme işleminde esas olan da hücre içi faaliyetler için bilgi kümesi oluşturmaktır. Aslında bilim dünyası terminolojisinde kodon olarak adlandırılan üç nükleotitlik diziler ile amino asitler arasındaki ilişkiden doğan bilgi koduna dayalı bir bilgi kümesi oluşturma işlemi faaliyeti kod oluşturma işlemcisi olarak karşılık bulan bir işlemdir. Nitekim bilgi işlem kodu oluşturulurken de malum her bir nükleik asit dizisindeki üçlü kodon genelde tek bir amino asidin belirleyicisi durumda bir bilgi kodonu olarak işlem görür. Ancak öyle durumlarda vardır ki; bilgi işlemcisinin hücre içi faaliyetlerde nükleotid sırası yer değiştirdiğinde veya herhangi bir yol kazasına uğradığında her bir kodonun (diziliminin) karşılığı olan amino asitler bir başka protein molekül yapışana dönüşebiliyor. Ve sonradan oluşan bu tür arızi dönüşümlere dış faktörler neden olabileceği gibi iç faktörler de olabilir. Nitekim her bir faktörün neden olduğu etken unsurları irdelediğimizde mesela ultraviyole ışınları, toksik maddeler, radyasyon, elektrik şokları gibi daha pek çok dış faktörlerin amino asit denen bant varı bileşikler üzerinde kırılmalara ve bozulmalara sebebiyet teşkil etmektedir. Derken bu arızı kırılmalar ve bozulmaların neticesinde “mutasyon” hadisesi vuku bulmakta. Ancak bu demek değildir ki mutasyon hadisesi vuku buldu diye mutasyona uğrayan canlı türün orijinalinden farklı olaraktan bir başka canlı yaratık türeyiverecektir. Bikere orijinalinden farklı bir başka türden canlı yaratığın türemeyeceği şundan besbellidir ki, mutasyon denen hadise aynı canlı türün sınırları içerisinde gerçekleşebilen bir arızı değişikliktir, bu durumda nasıl türeyiversin ki. Dolayısıyla canlının kendisiyle sınırlı kalacak böylesi bu tarz arızı değişikliklerden sınır ötesi yeni bir tür yaratığın türeyeceğinin hayaline kapılmak abesle iştigal bir tutum olur. Ama gel gör ki evrimciler, her şeyde olduğu gibi bu hususta da sınıfta kalmaya mahkûmdurlar. Hem kaldı ki mutasyon denen hadise bir takım dış kaynaklı diyebileceğimiz kimyasal maddeler, X ışınları, ultraviyole ışınları ve kozmik ışınların etkisiyle DNA üzerinde kısmi kırılmalara yol açacak değişiklikler olarak karşımıza çıkmakta. Yani işi tersinden düşündüğümüzde asla ve kat’a bir başka canlı türün çıkmasına yol açacak değişiklikler olarak karşımıza çıkmaz. Hani kel derman bulsa başına sürer deriz ya hep, aynen öyle de mutasyonda derman bulsa kendi bozunumuna (kel başına) sürüp çare olacaktır, ne var ki değil çare olmak kendisiyle beraber hasar verdiği organlarda zarar görmektedir. Şimdi bu durumda evrimcilere sormak gerekir; mutasyon bu zavallı haliyle nasıl olurda yeni bir canlının türemesine çaredir diyebiliyorsunuz doğrusu şaşmamak elde değil. Oysaki mutasyonun bizatihi kendisi başlı başına kısır döngü bir hadisedir. Dolayısıyla bu haliyle kalıcı bir döngü oluşturamayacağı gibi yeni bir türde oluşturamayacaktır. Varsayalım ki oluştursa bile ömürleri pamuk ipliğine bağlı diyebileceğimiz hayata dayanıksız varlıklar olarak karşımıza çıkacaktır. Zira katır örneği bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten.
DNA ve RNA’nın bütün çeşitleri ve diğer kompleks moleküller inanılmaz bir düzen içerisinde hücre içerisinde yer almışlardır. Hatta Evrimci Prof. Ali Demirsoy bile bu müthiş düzen karşısında; “Yaşam için mutlaka var olması gereken temel proteinlerden Stokrom-C’nin tesadüfen oluşma ihtimali bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır” itirafında bulunabilmiştir. İtirafta bulunması iyi hoşta, yine de ifadelerinde insan aklının alamayacağı bu durumu ilahi güce dayandırmayıp sadece kendi aklının alabileceği zihin dünyasında ki imkânsızlık gücüne havale ederek itirafnamede bulunmayı yeğlemiştir. Yani bu itirafname canı gönülden söylenilmiş ifadeler gibi pek durmuyor. Ne diyelim evrimcilik bu ya, evrimcilerin hemen hepsi oldu olalı öteden beri her ne hikmetse bir türlü lafı eğip büktürmeden doğrudan İlahi gücün varlığını dilleri söylemeye pek varmıyor, daha çok hayatın tesadüfen oluştuğu noktasında fikir serdetmeye dilleri varıyor. Zaten Evrimcilerin lafına bakılırsa ilk canlının oluşumunda birtakım amino asitlerin kendiliğinden oluşup böylece bu şekilde protein oluşumu gerçekleşmiş güya. Hatta daha da hızlarını alamayıp canlıların başlangıçta tek bir hücreden evrimleşerek birbirinden silsile halinde zincirlemesine meydana geldiğini ileri sürecek derecede hemen her şeyi tesadüfe ve tabiata havale etmiş durumdalar. Şayet bu işi tabiata ve tesadüfe havale etmekle işin içerisinden çıkacaklarını sanıyorlarsa çok büyük yanılgı içerisindedirler, tüm çabaları kuru bir gürültüden ve ispatlanmamış teori bazında bir görüş olarak ve ortada kral çıplak olarak kala kalacaklardır. Hadi teori faslını görmezden gelip geçtik diyelim, baksanıza her kafadan ses çıkıp gemi azıya alınca adamlar bu kez hızların daha da alamayıp evrim faraziyesini faraziye olmaktan çıkarıp suni dini inanç haline getirmiş durumdalar bile. Bu yüzden temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürerekten habire tek hücrenin cansız maddelerden meydana geldiğini söylenip durmaktalar. Bu arada kendi farazi görüşlerine dayanak bulmak için de bir başka canlı türünden bir başka canlı türe tedrici olarak geçişi gösterecek cinsten ortada olmayan hayali fosillerin varlığından dem vurup güya canlıların basit formadan kompleks yapılara doğru evrilip kademe kademe evrimleştiğini dillendirmekteler. Bu noktada bizim diyebileceğimiz şudur ki; bırakın hayali fosillerle avunmayı da, asıl kayıtlara geçmiş olan mevcut fosiller içerisinde ne var ne yok onlara bir bakında da bakalım iddialarınızı doğrulayacak ortada bir canlıdan diğer canlı türüne geçişi gösterecek ara form fosil yaratıklar var mıymış yok muymuş bir görelim. Tabii kendilerince boşa kuru kuruya sıkılmış hayali fosillerden söz etmek iyi hoşta, iş gerçeğe dönüştüğünde gerçek fosillerle yüzleştiklerinde bir anda işin rengi değişip kırk dereden su getirecek şekilde bir başka bahanelerin ardına sığınmakta mahirler de. Onlar hayal dünyalarıyla avuna dursunlar, gerçeği ortaya koyacak bu güne dek keşfedilmiş mevcut fosil kayıtlarına bakıldığında basit bir canlıdan yüksek bir canlıya doğru geçişi gösterecek ortada ara form niteliğinde elle tutulur gözle görülür ortada net bir fosil kayıt yoktur. Böylece sadece söyledikleriyle kala kalmaktalar. Aslında habire kendilerince bahaneler üretip bahaneler ardına sığınmakla kompleks hayatın birden bire çıktığı gerçeğini örtbas edeceklerini zannetmekteler. Ya da gerçekleri itiraf ettiklerinde bu kez de yaratılış gerçeğinin ayyuka çıkmasından endişe ediyorlar. Ne diyelim, evrimciler hayali resim ya da maket çizimlerle gerçekleri örtbas etmeye dursunlar, oysaki yapılan fosil arama ve tarama çalışmalarında ortaya konan kayıtlar en eski fosil bulgularının kambiyon tabakaları arasında yer aldığını gösteriyor. Üstelik bu tabakalar arasında çok sayıda fosil kayıtları tespit edilip tespit edilen fosil kayıtların hemen hepsi birbirinden bağımsız karmaşık yapıya sahiplerdir. Öyle anlaşılıyor ki fosil kayıtları evrimcilerin şematize edip ortaya koydukları şekliyle bir canlıdan başka bir canlıya dönüşünü gösteren hayali geçişleri reddeden kayıtlar olarak karşımıza çıkmakta. İşin daha da ilginç yanı evrimciler ortaya konan fosil kayıtlar karşısında zora düştüklerinde bu sefer de böyle bir geçiş sürecinin oluşması için en azından 1,5 milyar yıllık devreye tekabül eden bir zaman diliminin geçmesi gerektiği bahanesine sığınıp gerçekleri ört bas edecek kurnaz rollere bürünmekteler. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya, bu kadarına da pes doğrusu. Üstüne üstük o bahsedilen 1,5 milyar yıllık zaman dilimine ait çok hücreli fosillerden bugüne kadar bir tane dahi olsun bulunmuş da değil. Görünen köy kılavuz istemez, hiçbir bahanenin ardına sığınmaya gerek yoktur, besbelli ki yaratılan canlıların her biri geçiş süreci yaşamadan kendi türü içerisinde yeryüzünde görünüvermişlerdir. Evrimcilerin beklentilerin tam aksine jeolojik devirlerin hiçbir kademesinde bir canlı türünden bir başka canlı türe geçişi gösteren geçit formlara (ara form)asla rastlanılmamıştır.
Her neyse, genetik dünyamıza döndüğümüzde, değim yerindeyse şu bir gerçek genetik dünyamızın gıdası diyebileceğimiz protein sentezi hadisesi öyle sıradan bir iş değil elbet. Sıradan iş olmadığı şundan besbelli; DNA başkanlığınca verilen emir ve direktifler mRNA vasıtasıyla sitoplazmaya ve oradan da ribozoma geçmek suretiyle tüm protein sentezi işlemleri gerçekleşebilmekte. Nitekim DNA başkanlığında emir ve direktifler ilk etapta mRNA’nın “5” no’lu ucundan geçirilerekten protein sentezi için gerekli olan kodu içeren genler üçer nükleotidden oluşan kodonlar halde işlemleri start almakta. Akabinde genomun bir protein ya da RNA molekülünün yapılması için gerekli şifreyi içeren genlerin tek seferde rıbozom düzleminden geçme işlemi gerçekleşir. Yani bu demektir ki protein sentezi için yola koyulmuş tüm yüklenmiş kodlu mesajlar ribozom barkodundan okutturulup tRNA’nın kodon ucuyla da birleştirilmesi gerekir ki DNA düzleminde amino asit oluşumu ve ardından protein sentezi gerçekleşebilsin. Böylece DNA direktif kodu emrinu yüklenen mRNA bir kodon boyu ilerleyip tRNA’nın kodon ucuyla buluştuğunda bir yandan ribozom içerisinden hızla yol alırken, diğer yandan da kendine has bir yöntemle tRNA moleküllerinin aracılığıyla üretilen aminoasitlerden en tepede olanını serbest bırakaraktan aminoasit zincirinin birleşimini sağlar. Derken amino asit zincirinin boylu boyunca mRNA’nın 64 çeşit versiyonuna karşılık gelen bileşenlerle birlikte tRNA’nın elçilik yapmasının neticesinde ribozomlarda 10 ve 100 arasında polipeptid yazgısına çevrilecek aminoasit zincir oluşumu veya birleşimi gerçekleşir ki, işte böylesi bir yöntemle çok sayıda peptit bağı kuraraktan teşekkül eden bu müthiş birleşim “polipeptit sentezi” zincir dizilimi olarak adından söz ettirip anlam kazanır. Şayet ortamda 100’den fazla amino asit bir dizilim yazgısı bulunursa bu durumda proteinler devreye girip bu kez anlamca bir başka amino asit zincir oluşumu vuku bulurdu ki böylesi bir zincir dizilimi de daha sonra “etkin protein” olarak adından söz ettirip anlam kazanmış olur. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya, polipeptit sürecinde tüm bu yaşananlar başlangıçta bize karmaşık gibi görünse de aslında tüm bu süreç 20 harfli bir yazılım programıyla gerçekleşmektedir. Ki, bu yazılım programda yer alan her bir harf kodonu aynı zamanda amino asitleri oluşturacak kodonlar olarak vazife görmektelerdir. Tabii böylesine mükemmel bir bilgi enformasyonunun baş mimarisinin sadece amino asit zincirinin maharetine bağlamakta doğru değildir. Hiç şüphe yoktur ki aklı melekesi olmayan aminoasit zincirinin oluşumunda görev alan her bir bilgi enformasyonu unsurlar belli ki yücelerden emir almış, emrin gereğini yapmaktalar. Bu durumda elbette ki bütün maharet sonsuzluğun sahibi Yüce Allah’a aittir. Baksanıza neredeyse bir tatlı çay kaşığına sığdırılabilecek tüm bilgilerle tam teşekküllü iç ve dış uzuvlarımız donatılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki ete kemiğe bürünmemizin arka planında Yüce Allah (c.c) “Ol” emri doğrultusunda misyon yüklenmiş DNA ve DNA’yı oluşturan amino asit gerçeği vardır. Nitekim 1970 yıllarında dünyaya düşen bir gök taşının incelenmesiyle DNA’yı oluşturan amino asitlerin 17 tanesinin tespit edilmesi bu gerçeği teyit ediyor zaten.
Tabii bu arada tüm bu işlemler için gerekli enerji nereden karşılanıyor dendiğinde bu sorunun cevabı için şöyle biyoloji kitaplarını karıştırdığımızda aminoasitler için gerekli olan enerjinin ATP tarafından karşılandığın görürüz. İyi ki de karşılanmakta, aksi halde protein sentezine yönelik yapılan işlemler için seferber olmuş tam bilgi kodu yüklenmiş bileşenler, kendilerine çeki düzen verecek olan enzimler eşliğinde fermente olup hücre içerisinde tRNA’ya tutunup taşınamayacaklardı. Öyle anlaşılıyor ki, aminoasit zincirinin oluşumunda hem rRNA’nın üretkenliği ile hem de GTP (Guanozinn trifosfat) üretkenliği ile elde edilen enerjinin çok büyük rolü vardır. Her neyse az gittik uz gittik derken protein sentezi denen hadiseyle en nihayetinde dört başlıklı diyebileceğimiz; “sitoplazma, mitokondri, kloroplast ve granüller endoplazmik retikulum” hücreler üzerinde gerçekleşen işlemlerden beklenen amaç hedefine ulaşmış olur.
Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön