YARATILIŞ MUCİZESİ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

YARATILIŞ MUCİZESİ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

YARATILIŞ MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER

Evrimciler hayatın oluşumunu açıklarken güya maddenin aşama aşama evrimleşerek atom parçacıkları elementlere, elementler evrimleşerek kimyasal bileşik polimerlere, oradan ise sırasıyla basit canlı hücrelere, kurtçuklara, balıklara, kurbağalara, sürüngenlere, memelilere ve derken insana dönüştüğünü ileri sürerler. Üstelikte bu iddialarını herhangi bir bilimsel verilere dayandırılmaksızın sürdürürler habire. Oysa kâinat kanunları iyi analiz edildiğinde Yaratıcı gücün yarattığı biyolojik nizamın başlangıçta orijinal haliyle sakınım ve korunma kanunları eşliğinde korunduğunu, yaratılış sonrasında ise tabiatta büyük çapta olağan üstü afetler ve birtakım fiziki değişmeler eşliğinde yerini mükemmeliyetten bozucu yöne ilerleyen bir dağılma ve bozulma kanunlarına bıraktığı görülecektir. Bilindiği üzere Termodinamiğin birinci kanunu sakınma ve korunmaya yönelik bir kanun, ikincisi de malum bozulmaya yönelik bir kanundur. Yani başlangıçta orijinal olarak yaratılan canlı cansız her varlık bir yandan enerjinin koruma kanunu çerçevesinde korunmaya alınırken sonrasında ise hayatın akışı içerisinde korunmaya alınan her maddenin bozulmaya doğru yüz tutup bir daha orijinal haline geri dönmeyecek şekilde halden hale değişerekten yok olmadan ilerlemekte olduğudur. İlginçtir her nedense bu noktada evrimciler özellikle termodinamiğin ikinci kanunundan pek bahsetmezler. Hatta öyle ki her defasında köşeye sıkıştıklarında termodinamiğin ikinci kanunu karşısında suspus bir halde işi kotarmaya çalışırlar. Baksanıza Evrimci biyokimyacı Dr. Harold Blum bile bu durum karşısında.: "Termodinamik prensiplerini mağlup edecek bir delil bulamamaktayız." diye hayıflanmaktan kendini alamamıştır. Çünkü ikinci kanun kâinatın başlangıç yaratılış formundan git gide nizamsızlığa doğru bir bozulma eğilimine girdiğini haykırmaktadır adeta. Gerçekten de bu noktada yüzyıllara meydan okuyan tarihi eserlerin hal vaziyetine baktığımızda bu söz konusu bozunumdan üzerine düşen payını aldığı bilinen bir gerçekliktir zaten. Ama gel gör ki bilinen bu gerçekliklere rağmen bir takım çevrelerce halen canlı cansız her varlığın basitten karmaşığa doğru evrimleşme denen bir mekanizmayla güya mükemmel bir yapıya dönüşecek bir şekilde yol aldığı iddiasında bulunulabiliyorlar. Bilmem bu tür iddialar hangi akla izana ve mantığa sığar doğrusu şaşmamak elde değil. Hem de üstüne üstük ortada mevcut fosil kayıtların varlığına rağmen inadım inat hiçbir dayanağı olmayan içi boş teorilerini savunmaya devam etmekteler halen. Nitekim iddia ettikleri evrimleşme hadisesi ne jeolojik devirlere ait fosillerde, ne de yakın geçmişe ait verilerde, ne de bugünün teknolojik imkânlarıyla elde edilen veri kayıtlarında rastlanılmış değildir. Kaldı ki, ellerinde herhangi canlı ve cansız varlıkların ata fosilleri arasında geçişi gösterecek her hangi bir ara form veya ara fosil türü bir delilleri de yoktur. Tabii ortada delil olmayınca da kendilerince uydurdukları evrimleşmenin olabilmesi için güya ya üzerinden milyar rakamlarla ifade edilecek bir zaman diliminin geçmesi gerektiğini ileri sürerler ya da jeolojik devirlerin şartlarıyla bugünün şartlarının bir olmadığı bahanesinin arkasına sığınırlar hep.

Ne diyelim evrimcilik bu ya, değil cansız maddeden canlı bir materyalin türetilmesi, herhangi bir hayvan üzerinden alınan biyolojik örneklerle yapılan çalışmalarla da farklı türden herhangi bir canlı varlık türetilememiştir. Velev ki sun’i yöntemlerle cansız bir maddeden canlı ya da basit bir canlıdan daha kompleks yapıda bir canlı yaratık türetilmiş olsa da, bu hiçbir zaman iddia ettikleri milyarlarca yıl bir zaman öncesinde güya tesadüfi gelişi güzel olağan üstü tabiat olaylar eşliğinde canlı cansız tüm varlıkların birbirlerinden türedikleri şeklinde ileri sürdürdükleri tezlerini doğrulamayacaktır. Kaldı ki ileri sürdükleri dayanağı olmayan içi boş tezlerle sun’i yaratıcılığa soyunup bir canlı yaratık türetileceği iddiasında bulunulacaksa da hem milyarlar yıl öncesine atıfta bulunmamayı gerektirir hem de şu an ki yaşadığımız dünya coğrafyasında nesli tükenmemiş her hangi bir canlının biyolojik doku örneklerinden örneklemeye muhtaç olmamayı gerektirir. Bu nasıl yaratıcılıksa muhtaç durumdalar. Oysaki yaratılan asla yaratıcı olamaz, çünkü Yaradan’a muhtaç haldedir. Öyle ya, mademki sun’i yaratıcılık iddiasıyla kolları sıvamış haldeler, o halde iddialarını destekleyecek malzeme için herhangi gibi bir biyolojik materyal üzerinden örnek alınımına tenezzül edip muhtaç olmamaları lazım gelir. Hatta tenezzül etme noktasında buna cansız materyallerde dâhildir. Şayet tenezzül edilip alınmaya kalkışılırsa cansız maddenin yoktan var edildiğini kabul etmek durumunda kalacaklardır. Peki ya, başlangıçta canlı cansız her ne varsa Yüce Yaratıcı güç tarafından her şeyin yoktan yaratıldığı gerçeğine rağmen kâinatta her daim işleyen sebep-netice kanunlarının dışına çıkıp canlı cansız varlıklar üzerinde örnek alma noktasında kendilerini muhtaç hissedip tenezzül edilirse? Malum tenezzül edildiğinde ise günün sonunda şu gerçeklerle yüzleşeceklerdir:
-Evet, geçmişte Stanley Miller ve diğer araştırıcılar yeryüzünün ilk oluşumundaki şartlara benzer bir düzenek geliştirerek bir iki amino asit oluşumu türetmeyi başarmışlar başarmasına ama elde ettikleri bir iki amino asit oluşumunun canlı türden olmadığı gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.
-Evet, Sidney Fox ve bir kısım araştırıcılarda ilkel devirlerde hiç rastlanılmamış ve adına "proteioinidler" dedikleri amino asitleri birbirine bağlamayı başarmışlar başarmasına ama bunların canlıların temel organik bileşiğini teşkil eden protein yapısıyla uyum sağlamadığı, tam aksine bir takım leke oluşumları olduğu gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.
-Savero Ocha ve diğer bilim adamları bir virüs DNA’sını veya bir başka biyolojik fonksiyona sahip molekülleri sentezleyerek başlangıçtaki orijinal hallerine benzer DNA bir kopyası elde etmesine elde etmişler ama ancak bu kopyalama işleminde de görüyoruz ki ihtiyaç duyulan enzimler diğer canlı hücrelerden izole edilerek kopyalandığı gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.

İşte yukarıda sıraladığımız canlı oluşumuna yönelik tüm çabalar bize gösteriyor ki canlı cansız varlıklar üzerinden herhangi bir materyal alınmaksızın işler doğru dürüst yürütülemiyor. Oysaki biz biliyoruz ki; gözlenebilir her bir netice için Yaratıcı, en uygun ilk sebeptir, bu nedenledir ki bu noktada kâinatta gözlenebilir her bir netice asla kendi sebebi olamaz deriz. Her ne kadar hayatın sırrını öğrenmek adına girişilen bir takım sun’i denemeler bilimsellik yönden çok önem arz etmekle beraber, şu da bir gerçek; her türlü sun’i deneme yoktan var etmenin sadece Yaratıcıya mahsus bir sıfat olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Hakeza varı yok etmekte sadece O’na has bir sıfattır. Zaten beşer planında Enerjinin Korunumu kanunu gereği enerji bir şekilden diğerine dönüşebilir ancak yok edilemez şeklinde tezahür etmektedir. Yani bu demektir ki, yaratma ilk başlangıçta yoktan vücut bulmuş, şimdi ise vücut bulan her şey enerji olarak halden hale dönüşse de sonuçta yaratılan her bir varlık bir şekilde korunmaya alınmış durumdadır. Bilindiği üzere kompleks yapıda çok sayıda canlılar özelleşmiş hücrelerden halk olup, halk olan bu hücreler ise son derece planlanmış çok özel yapıdaki proteinlerden meydana gelmişlerdir. Malum her protein molekülü de tesadüfen veya rasgele oluşmayıp, tam aksine 20 çeşit amino asidin tamamen mühendislik hesaplamalarının üstünde farklı oranlarda ve ardı sıra belli bir tertip üzere dizilim sergilemeleriyle oluşmaktadır. Hakeza canlıların temel yapısını oluşturan nükleoproteinler de, nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesiyle vücut bulmuşlardır. Hiç kuşkusuz vücut bulan bu söz konusu proteinler 100 ila 3000 amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerden başkası değildir. Öyle anlaşılıyor ki nükleoproteinler biyolojik hayatın olmazsa olmaz diyebileceğimiz en temel moleküllerinden olması hasebiyle tıpkı nükleik asitler gibi prostatik grup olarak biyolojik hayatın bir parçası olarak işlev görmekteler. Şöyle ki; nükleik asitler; proteinlerle birleşerek adına nükleoproteinler denen kromozomları oluştururlar. Ki; bir nükleoproteinin var oluş serüveni şu şekilde işlevsellik kazanarak seyreylemekte: Önce azot içeren bir baz, beş karbonlu pentoz denen bir şekerli monosakkarit ve bir fosforik asit grubu ile birleştiğinde nükleik asitlerin temel birimi denen “nükleotid” oluşumu gerçekleşir. Akabinde oluşa gelen bu nükleotidlerin nükleik asit proteinlerle birleşmesiyle de “nükleoprotein” meydana gelir.

Malumunuz 5 karbonlu şekerler (pentozlar) DNA ve RNA’da bulunan monosakkaritlerin tâ kendisi bileşikler olup, bu söz konusu bileşiklerden deoksiriboz şekeri DNA zincirinin halkasında yer alırken, riboz şekeri de RNA zincirinin halkasında yer alır. Hatta bu söz konusu riboz şekeri ATP çatısı altında, yani adenozin içerisinde adenin bazına bağlı bir riboz pentozu olarak da yer alır. Öyle ki bu sayede nükleik asitlerden ATP elde edilebildiği gibi pentosan denen pentozlardan ise polimer oluşumu elde edilir. Günün sonunda anlaşılan o ki, biyolojik hayatta böylesi müthiş hiyerarşik zincir dizilimi içerisinde onca kompleks yapıda protein molekül oluşumların hemen hepsi DNA başkanlığınca imal edilen bilgiler üzerinden kodlanaraktan oluşturulmakta.

Bilindiği üzere DNA, 6 çeşit basit moleküllerden ibaret olup bunlar sırasıyla bilgiyi oluşturan “adenin, guanin, stozin, timin”den oluşan 4 çeşit baz, deoksiriboz şekeri ve fosfatın yanı sıra karbon, hidrojen, oksijen, azot elementleriyle birlikte sarmal yapıda bir görünüm sergilerler. Bu bakımdan DNA’ya bakış açımız tüm bilgeleri kendinde toplayan veri bankası şeklinde olmuştur hep. Hatta veri bankası gözüyle baktığımız DNA sadece bu özel veri aktarımı yeteneği ile dikkatleri üzerine çekmeyip bunun yanı sıra kendi bünyesinde konumlanmış birtakım enzimlerle kendi kendini kopyalayıp eşleme yeteneği ile de dikkatleri üzerine çekmektedir. Hatta merak bu ya, bu arada kendisinin çoğalmasında yardımcı olan enzimlerin oluşumunun tayini de DNA tarafından belirlendiği dikkatlerden kaçmaz. Derken bu dikkate şayan hadiseler eşliğinde biyolojik hayatta hemen her şeyin DNA’nın kontrolünde işlerlik kazandığı artık bir sır olmaktan çıkıp gerçeğin ta kendisi olduğu ayan beyan ortaya dökülmüş olunur da. Hem nasıl sır olmaktan çıkmasın ki, baksanıza gerek üreme hadisesinde ona zorunlu olan ihtiyaç gerekliliği, gerekse proteinlerin DNA’daki bilgilere göre yapımının zorunlu olarak onun başkanlığına ve koordinatörlüğüne ihtiyaç duyulma gerekliliği bunun en tipik bariz örneklerini teşkil eder. Ama gel gör ki evrimciler açısından meseleye bakıldığında her olan bitenden DNA’nın koordinatörlüğüne ihtiyaç duyulması kendi ileri sürdükleri tezlerini çürüten yeni bir tartışma konusu durum ortaya koyduğundan önlerinde aşılması imkânsız engel bir duvar olarak karşılarına çıkmaktadır. Anlaşılan o dur ki DNA’nın kontrolü dışında hiç bir şey gelişigüzel mecrasında hareket edememekte. Gerçekten de DNA’nın biyolojik hayatta böylesi müthiş koordinatörlük misyonuna sahiplik özelliğinden dolayıdır ki, adından sürekli olarak “nükleik asitler” molekülü olarak söz ettirmiştir hep. Hatta nükleik asitler sadece isim olarak adından söz ettirmemiş, cismiyle de adından söz ettirmiştir. Öyle ya her cismin kapladığı alan bakımdan hacmi olduğuna göre, bizatihi Friedrich Miescher tarafından programlanmış yüklü nükleik asitlerin, irin ve sperma hücrelerin çekirdeği içerisinde kapladığı alan ve konumu da belirlenmiştir. İşte bu noktada konum itibariyle çekirdek için de yerinin belirlenmesi ve biyolojik hayatın sevk ve idaresinin merkezden ediliyor olması hasebiyle hakkında nükleotid birimlerinden meydan gelmiş manasına “nükleik asit” denmiştir. Ancak şu da bir gerçek; son zamanlarda yapılan genetik çalışmalar neticesinde nükleik asitlerin çekirdek dışında da varlığı tespit edilmiştir. Buna rağmen nükleik asit adı hala kullanılmaya devam etmektedir. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz üzere biyolojik hayatın çoğalmasında DNA’ya bağımlılığın kayıtsız şartsız bir kanun halinde cereyan etmesi, aynı zamanda canlılığın çoğalmasında birtakım proteinlerin mutlaka olması gerektiği hususu ve bu proteinlerin DNA üzerindeki kodlanmış bilgilere göre yapılandırılması gerekliliği de evrimcilerin her daim uykularını kaçıran bir gerçekliliktir. Çünkü ortada bir yöneten var, bir de yönetilen sistem söz konusudur. O halde tam da bu noktada şimdi evrimcilere sormak gerekir; acaba tesadüf dedikleri hadise bunun neresinde yer almakta? Dedik ya, onlar bunun cevabını veremeseler de, bilimsel çalışmalar bize gösteriyor ki; nükleik asitlerin virüslerden insana kadar tüm canlıların hücrelerinde hiçbir tesadüfü oluşuma meydan vermeyecek bir şekilde belli bir hiyerarşik düzen içerisinde tüm biyolojik faaliyetleri yürüttüğü belirlenmiştir. Düşünsenize, her şeyin nükleik asitlerin kontrolünde yürütüldüğü bir durum karşısında elbette ki her şeyi tesadüfe bağlayan evrimcilerin kendi tezlerini çürütmeye ziyadesiyle yetecek DNA’nın bu denli akıl dolusu koordinatörlüğünden huzursuzluk duyaraktan uykularının kaçması son derece gayet tabii bir durumdur.

ÇEŞİTLİLİK EVRİMLEŞMEK DEĞİL =>BİLAKİS BİYOLOJİK ZENGİNLİKTİR.:

Bilindiği üzere atmosferi oluşturan gazlar arasında %78’lik bir oranla azot (nitrojen) başı çekmiş durumdadır. İyi ki de baş çekmekte, her şeyden önce oksijen yoğunluğunu azaltaraktan canlıların nefes alıp vermesinde en uygun dozda kalmasını sağlayan bir elementtir. Öyle ki havada ki azot ya doğrudan toprağın bağrında ya da bilhassa baklagiller bitki gruplarının köklerindeki yumrularda yaşayan azotu bağlayan bakteriler tarafından absorbe edilmek suretiyle amonyağa dönüştürülmesinin akabinde önce nitrite sonrada nitrata dönüşüm sağlanmış olur. Derken çürümüş bitki artıkları ya da çürümüş ceset artıklarının toprağın bağrında ayrıştırma işlemleri neticesinde açığa çıkan azotun yeniden atmosfere karışmasıyla birlikte azot çevriminden maksat hâsıl olur da. Böylece havadan toprağa, topraktan atmosfere azot döngüsü (deveranı) bu şekilde tamamlamış olur. Azot döngüsü aynı zamanda bize Hz. Âdem (a.s.)’ın yaratılışında toprakla DNA molekülleri arasında doğrudan bir ilişkisinin olabileceğini de düşündürtür. Hem niye öyle düşündürtmesin ki, bikere azot elementinin muhteviyatında proteinleri oluşturan amino asitlerin varlığını görürüz. Yani gördüğümüz şudur ki; azot, hidrojenle bağ kurabilecek kabiliyette oksijen ve flor elementleri arasında en güzide bir konumda yerini alan, aynı zamanda kromozomları oluşturan nükleik asitlerinde en güzide konumda elamanı bir elementtir. Nitekim toprakta eksi (-) yük değerlerde karbon ve azot molekülleri var olup, DNA’da ise eksi (-) yük değerlerde azot ve karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden kurulu bir düzenin varlığı söz konusudur. Bu durumda oksijen, fosfor, hidrojen molekülleriyle birlikte eksi (-) yük değerde karbon ve azotla birleştirildiğinde, neredeyse insan bedenini oluşturabilecek nitelikte vücut bileşenleri ortaya çıkabiliyor. Yeter ki, bu vücut bileşenlerinin başkanı DNA’nın şifre kodlarına Yücelerden ‘Ol’ emri tecelli ediversin, bak o zaman nasıl ki toprağın bağrında Âdem (a.s) vücut bulmuşsa, hiç kuşkusuz Âdem ve Havva anamızın zürriyetinden gelen insanoğlu da ana rahmin bağrında vücut bulmuş olacaktır. Hem nasıl ki bir yazar 29 harflik alfabemizle tıpkı bir senfoni orkestra şefinin enstrümanlara oynadığı gibi kelimelerle ve cümlelerle oynayaraktan ortaya bir makale, bir hikâye, bir roman, ansiklopedi vs. koyabiliyorsa, Yüce Allah’ın “Ol” komutuyla da şimdiye kadar keşfedilen 118 elementle de milyonlarca canlı cansız mahlûkatın hem periyodik cetveli hem de yaratılış mucizesi ortaya konmuş durumda zaten. Bilindiği üzere amino asitler karbon atomuna bağlı bir amino grubu (NH2) grubu ile bir karboksil (COOH) grubunun oluşturduğu organik bileşiklerin bağrından kopmasıyla oluşan zincirleme bir yapı üzerine kurulu temel taşlardır. İşte bu noktada önemine binaen proteinleri oluşturan bu temel taşların canlı ortam içerisinde “in vivo” olarak, cansız ortamlarda ise “in vitro” olarak sırrına ermek için bilim dünyasında birçok deneysel çalışmalar yürütüldüğü de bir vaka. Nitekim Matthew Meselson ve Franklin Stahl daha önce Watson ve Crick tarafından DNA kolunun bir fermuar gibi ikiye ayrıldığı ileri sürülen orijinal yakasına yeni bir kol ekleyerek 5’→3’ yönünde ilerlediğini ve böylece kalıp olarak görev üstlenen kolun 3’→5’ yönünde barkot okuyucusundan geçercesine okunduğunu gösteren deneyler yapmışlardır. Böylece replikasyonun semikonservatif olduğunu yaptıkları deneylerle ortaya koyabilmişlerdir. Yetmedi adına semikonservatif denilen yarı-saklı bir replikasyonla DNA’nın çoğalabileceğini gösteren deneylerle de durum tespiti yapmışlardır. Daha da yetmedi bu ve buna benzer çalışmalar neticesinde önce iki çift DNA şeridi, sonra sırasıyla 4 çift, 4 çiftten 8 çift, 8’den 16 çift zincir elde edilip kopyalanabileceğini göstermişlerdir. Derken bu gözlemler sayesinde başlangıçta 2 çift iken ileriki aşamalarda çoğalan bir yapının sırrına vakıf olmuşlardır.

Malum bir başka mikro düzeyde yapılan çalışmalarla da, yani birtakım ağır nitratlı ortamda yapılan deneylerle E. Coli bakteri DNA’ları ard arda ağır azot (N15) kapsayıncaya kadar dölden döle üretilebileceği gözlemlenmiştir. Şöyle ki; üretilen bakterilerden bir kısmı alınıp normal nitratlı (N14) bir ortama bırakıldığında mevcut DNA’nın iki katına çıktığı gözlemlenmiştir. Ayrıca ilk safhada N14 içeren DNA hücrelerinin N15 kapsayan DNA miktarıyla eşit olduğu belirlenmiştir. Madem Watson ve Crick modeli bu şekilde deneylerle ispatlanmış durumda, o halde gözlemlenen deneylere konu olan “I” izotop sembolünü kullanarak şu şekilde meseleye daha da bir açıklık getirebiliriz. Bilindiği üzere amonyum iyonlarında N14 izotopu vardır. Dolayısıyla Esherichia coli hücresi ağır azot (N15) ihtiva eden bir ortamda ardı ardına tutulduğunda bir süre sonra bakteri DNA’sı ağırlıklı olarak azot izotopunu (I15I15) içerecektir. Böylece ilk etapta ağırlıklı olarak azot içeren bakteri formu normal azot (N14) içeren DNA’ya göre %1 artış kaydedecektir. Şayet ağırlıklı azot izotoplu (I15) form, normal azot izotoplu (I14) formla eşleştirildiğinde bu durumda ikinci etapta oğul döllerden biri melez DNA izotoplu (I14 I15) heterozigot form olarak teşekkül ederken, diğeri ise normal DNA izotoplu (I14I14) homozigot form olarak teşekkül eder. Hakeza DNA zincir halkası I14 I15 olarak teşekkül etmiş bir bakterinin izotop formu üçüncü etapta normal nitratlı bir ortam şartlarında mitoz bölünmeye tabi tutulduğunda ortaya %50 melez (I14 I15) izotop form ve %50’de normal (I14 I14) izotop formda DNA’lar teşekkül edecektir. En nihayetinde ortaya çıkan formları da eşleştirip bir kez daha mitoz bölünmeye tabi tutulduğunda ise %75 normal izotop formda ve %50 izotop formada melez DNA’lar teşekkül etmiş olacaktır. İşte tüm bu izotop formlarla izah etmeye çalıştığımız eşleştirmelerin neticesinde ortaya iki tip izotop formunda DNA halkası ortaya çıkar ki; bunlardan biri N14N14 izotop formunda, diğeri de N14N15 izotop formunda bir DNA halkasının varlığını gösterir. Hatta tüm bu eşleşmeler neticesinde ortaya konan bulgular bize gösteriyor ki DNA halkasının oluşturan izotop formlar orijinalliğinden kopmaksızın kendi kendilerini kopyalayıp belirli oranlarda çeşitlilik arz edecek şekilde çoğalabildikleri anlaşılmaktadır. Tüm bunlardan bize daha da ilginç gelen günün sonunda (replikasyon sonrasında) ortamda iki çeşit zenginlikten birinin N14N14 izotop formda, diğerinin N14N15’ izotop formda ortaya çıkmasının neticesinde bir başka forma dönüşmeksizin DNA çift sarmal zincirinin orijinalliğinin yitirmemesidir. İlla bir orijinal bir değişiklikten söz edilecek olursa da ortada sadece sayı bakımdan değişiklikten söz edebiliriz. Ki, bu tür sayıca değişiklik her hücre bölünmesiyle birlikte DNA kopyalanmasının (2n) kadarlık bir artış kaydetmesiyle alakalı bir değişiklikten öte bir anlam ifade etmeyecektir. Dolayısıyla siz siz olun sakın ola ki sayıca artış değişikliğini tıpkı evrimcilerin addettiği gibi evrimleşmek anlamına gelen bir değişiklik olarak algılamayasınız, aksi halde sapla saman birbirine karıştırılmış olunur.

Her neyse, evrimciler sayıca veya çeşitlenmelerden medet umup kendilerince evrimleşme anlamında çıkarımlardan buluna dursunlar, Meselson ve Stahl ikilisi, çift sarmal DNA moleküllerinin N14 mi yoksa N15 mi ihtiva ettiğini ispatlamak adına yaptığı çalışmalara göz attığımızda Sezyum klorür çözeltisinden (CsCl) yararlandıklarını görürüz. Nitekim DNA’nın bile kendi içinde zenginliğini gösterecek çeşitlenmeyi yaptığı çalışmalarla CsCl çözeltisiyle homojen hale getirdikleri süspansiyonu ultra santrifüjde 14.000 rpm hızla döndürerekten çöktürmelerinin neticesinde göstermeyi başarmışlardır. Santrifüjle çöktürme sonrası ayrılan ve üstte kalan çözünmeyen molekül ağırlığı düşük olan faz kısım alınıp süspansiyonun yeniden santrifüj ettiklerinde bu kez her bir DNA izotop formların kendi molekül ağırlığına göre konumlandıkları bölümlerde faz bandı oluşturup, böylece tüpün en dibinde molekül ağırlığı en yüksek olanın (N15N15) izotop formunda, tüpün orta kısmında molekül ağırlığı orta seviyelerde olanın (N15N14) izotop formunda, tüpün en üst kısmında molekül ağırlığı normal seviyelerde olanın normal (N14N14) izotop formunda diyebileceğimiz DNA çeşitlenmelerinin varlığını gözlemlemişlerdir. Hele bu çeşitlenmeler içerisinde tüpün orta kısmında oluşan (N15N14) izotop formunda ki DNA izotopunun bant genişliğini diğer katmanda yer alan N15 ve N14 izotop formalarla kıyasladığımızda 2 katı bir bant aralığı konumunda konuşlandığını görmek pekâlâ mümkün. Hiç kuşkusuz bu ve buna benzer çalışmalar insan genomu üzerinde ve birtakım bakteri ve virüs genomları üzerinde yapılan DNA analiz ve izolasyon çalışmalarında da hemen hemen aynı bant aralıkları şeklinde gözlemlenmiştir. Kelimenin tam anlamıyla Meselson ve Stahl ağır Azot15 izotopu içeren birkaç nesil E. Coli çoğaltmayı başarmaları bunun en tipik örneğini teşkil eder.

Velhasıl-ı kelam çeşitlik evrimleşmek değil, tam aksine biyolojik zenginliktir.
Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön