DNA İLE BİRLİKTE HAYY’DAN GELİR HU’YA GİDERİZ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

DNA İLE BİRLİKTE HAYY’DAN GELİR HU’YA GİDERİZ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

DNA İLE BİRLİKTE HAYY’DAN GELİR HU’YA GİDERİZ
SELİM GÜRBÜZER
Elçiye zeval olmaz denir ya hep, aynen biz de bu noktada RNA için biyokimya hayatında DNA’nın şifre kodlarını üzerinde taşıması hasebiyle ona da elçiye zeval olmaz gözüyle bakarsak yeridir. Her ne kadar RNA, bilgi kodunun baş mimari değilse de, protein kodlayıcı yönünde yüklenmiş bir bilgi taşıyıcısıdır. Malum, bilgi kodunun asıl baş mimari DNA’dır, RNA’nın buradaki fonksiyonu DNA’daki bilgiyi protein sentezi imalatının yapıldığı ribozom fabrikasına taşıyaraktan protein sentezinde aracı rol üstlenmesidir. Ki, bilgi kodu olmaksızın protein sentezi gerçekleşemez. Protein sentezinin gerçekleşmesi için DNA bilgisinin mutlak surette RNA üzerinden kopyalanıp sitoplazma alanına iletilmesi gerekir. Tüm bunlardan da öte Allah’ın El- âlim isminin tecellisi ‘Ol’ emri bilgi kodunun DNA başkanlığında ve RNA’nın aracılığıyla ilgili yerlere ulaştırılması gerekir ki “Ol” emri bilgi kodundan maksat hâsıl olun.
Nasıl ki Yüce Allah (c.c) bulutu yağmurun yağmasına vesile kılmış aynen DNA bilgi kodunun protein sentezine dönüşmesi içinde bu hususta RNA’yı aracı kılmıştır. Zaten elçilik aracı olmayı gerektirir. Nitekim RNA, elçi sıfatılığı sayesinde bilgi transfer işlemleri takriben 50 makro molekül yapıtaşları eşliğinde mümkün hale gelmekte. Ve bu söz konusu makromolekül seviyedeki yapıtaşlarının her biri DNA’nın bilgi bileşenleriyle kodlanır da. Dolayısıyla DNA’nın boyasıyla boyanmadan sitoplazma içerisinde yer alan monomerlerin polimerleşmesiyle oluşmuş çok büyük moleküllerin (makromoleküller) hiçbir hükmü olamayacaktır. İlla ki RNA vasıtasıyla gelen bilgilerle boyanmaları gerekir ki sitoplazma içerisinde bulunmalarının bir anlamı olsun. Aksi halde içi boş artık maddelerden başka bir anlam ifade etmeyeceklerdir. İşte bu noktada meseleye anlam cihetiyle baktığımızda genetik bilgi demek hücrenin bütününü kapsayan enformasyonu demektir. Bu ne tek başına RNA’nın kendiliğinden gerçekleştirdiği bir genetik enformasyondur (genetik bilgidir), ne de her hangi bir hücre elamanının tek başına başardığı bir enformasyon hadisesidir. Tam aksine DNA’nın öncülüğünde, RNA’nın ise elçiliği vasıtasıyla ve takriben 50 makro molekülün işbirliği ile gerçekleşen genetik enformasyonun ta kendisi mucizevi bir hadisedir bu.
Evet, bu mucizevi hadiseyi bir kez daha söylemekte fayda var; DNA’nın bilgi koduyla renklenmeksizin RNA’nın kendi kendini kopyalaması mümkün olmayacağı gibi hayat biyokimyası da “Hayy” olarak işlerlik kazanmayacaktır. Hiç kuşkusuz hayat biyokimyası, Yüce Allah’ın (c.c) isminin tecellilerinin tezahürü olarak iri ve diri olması anlamında “Hayy” olmakta. İşte bu noktada DNA, Yüce Allah’ın “Ol” emri koduyla hayat biyokimyasının “Hayy” olmasında Başbuğ Başkanı olarak görev yüklenirken, RNA’da hayat biyokimyanın elçisi konumunda vezir-i azamı olarak görev yüklenmiş olmakta. Her ikisi de bu durumda Yücelerden emir almış, gereğini yapmaktalar. Hani halk arasında olumsuzluk anlamında ifade edilen “haydan gelir huya gider” diye söylenen bir söz var ya, neyse ki tasavvufi çevreler de bu söz olumlu yönden ifade edilerek “Hayy’dan gelir Hû’ya gider” şeklinde, yani müsbet manada Allah’tan (hayat sahibinden) geldik O’na gideceğiz olarak karşılık bulmakta. Zaten doğru ifade edileni de tasavvufi hayat yaşayanların algıladığı ifadedir. Zira “Hayy” da hayat bulmak vardır, “Hû” da ise “Allah’ım maksadım Sensin, isteğim Senin rızanı kazanmaktır” anlamında Fenafillah, Bekabillah ve Hüve (Vücud) olmak vardır. Gerçekten de öyle değil mi, Yüce Allah’ın isminin tecellileri olmadan asla hayat biyokimyamız hem madden hem de manen vücut bulamaz.
Şu bir gerçek, her kim ki istediği kadar hayat için gerekli olan tüm malzemeleri devasa büyüklükte deney tüplerine koyuverse de, akabinde bu deney tüpleri içerisindeki malzemelerin dirilmesi adına ne var ne yok tüm metotları tatbik edivermiş olsa da şunu iyi bilsin ki cansız bileşenlerden bir diriliş asla ortaya çıkaramayacaktır. Nitekim bu tür denemeler uzun yıllar çok kez sınandı sınanmasına ama her defasında sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır çıkmıştır hep. İşte bir zamanlar hayatın tesadüfi olarak çıktığına inandırılan matematik ve astronomi Profesörlerinden Chandra Wickramasinghe muhtemeldir ki etrafında gözlemlediği sıfıra sıfır, elde var sıfır sonuçlar karşısında “Şu an geldiğim nokta itibarı ile Tanrı’yı inkar edecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum. Tek mantıklı cevabın yaratılış gerçeği alakalı bir durumu kabullenmek olmalıdır” şeklinde bir takım gerçekleri dile getirme itirafında bulunabilmiştir.
Malum altmışlı yılların sonlarında İzlanda civarında yeni bir adanın doğuşuna şahit olunmuştu. Bir kısım bilim adamları bir ümitle yollara düşüvermişlerdi. Hayata daha yeni merhaba diyen ada da kendi hal lisanıyla gelenlere adeta hoş geldin dercesine rengârenk çiçeklerle kaplı bitki florasıyla ve birtakım böcek ve kır çiçekler karşılayıverir. Gerçekten de adanın iki yıl içerisinde bu denli zengin flora ve faunaya kavuşmasını izleyenlerin dikkatinden kaçmaz da. Dikkat edin sözü edilen iki yılda oluşan manzaradan bahsediyoruz, yani uzun bir zaman diliminde oluşmuş bir manzaradan bahsetmiyoruz. Ancak iki yılda da oluşan bir manzara olsa Evrimci tezlere ters düşen bir durumdu bu. Çünkü evrimciler o güne kadar her türlü hayat oluşumunun ancak 50 milyon yıl içerisinde oluşabileceğini hep söyler dururlardı. Dolayısıyla daha yolun başında, hayata yeni merhaba diyen adanın yeni sakinlerinin kısa sürede ulaştığı konum doğrusu onları şaşırtmış gözüküyordu. Her ne kadar bu rengârenk manzara içerisinde gelişmiş ağaç ve gelişmiş hayvan türleri olmasa da, sonuçta ada da Amerika’da yaşayan bir karınca cinsiyle karşılaşmaları onları büsbütün çıldırtmaya ziyadesiyle yetmişti. Onlara çıldıra dursun, böylece yaratılışçıların ısrarla ileri sürdükleri canlıların yeryüzüne aynı anda çıktığı fikri bir kez daha teyit edilmiş oldu.
Malum yine bir ilginç araştırma konusu olan RNA’nın protein senteziyle alakalı bir molekül olduğu gerçeği bir kısım bilim adamları tarafından ortaya çıkarıldıktan sonra bu kez dikkatler protein sentezinin acaba hücrenin neresinde gerçekleştiği yöne çevrilir. İşte bu amaç doğrultusunda Henry Borsook, radyoaktif amino asit içeren bir maddeyi kobaya enjekte etmekle işe koyulur. Derken 30 dakika sonra hayvanı öldürüp karaciğerini şeker çözeltisinde karıştırdıktan sonra oluşan ekstraktı üç değişik hız ayarında santrifüj işlemine tabi tutaraktan çekirdek, ribozom ve mitokondrileri birbirinden ayırabilmiştir. En nihayet yaptığı analiz ve ölçümler neticesinde ise ribozomdaki radyoaktif amino asit miktarının diğer hücre kısımlarından (Mitokondri, çekirdek gibi) iki kat daha fazla olduğunu gözlemlemiş ve böylece aminoasitlerin ribozomlar üzerinde protein sentezini gerçekleşebileceğini ortaya koymuştur. Üstelik Boorsok 1950 yılında bu deneyi yaptığı zaman daha henüz ribozomların endoplazmik retikuluma bağlı olduğu bilinmiyordu.
Hakeza, Paul Charles Zamecnik ve arkadaşları, Boorsok’un izlediği yola benzer bir metotla fareyi uyuşturup karaciğerini vücudundan ayırıp ardından radyoaktif amino asit içeren bir çözeltiyi kuyruk toplardamarına enjekte etmişler. Sonrasında 2 ila 20 dakika arası bir zaman diliminde karaciğerden birer parça alarak asit miktar tayinini belirlemişlerdir. Derken netice itibariyle ribozomların her miligramına tekabül eden amino asit miktarının endoplazmik retikulumdan arta kalan proteinden 7 kat daha fazla radyo aktif aminoasit içerdiğini ölçümlemişlerdir. Böylece bu deneyle birlikte proteinlerin ribozomlar üzerinde gerçekleştiği kesinlik kazanmış oldu. Aslında Paul Zamecknik ve arkadaşları belli ki bu deneylerle proteinlerin ribozomlar dışında veya endoplazmik retikulumun başka kısımlarında da yapılıp yapılmadığını belirlemek amacını gütmüşler. Ancak yaptıkları deneylerle hücre içerisinde protein sentezinde asıl etken unsur olan yapıların başında çekirdek tahtında oturan DNA molekülü ile çekirdek, sitoplâzma ve ribozom hattı üzerinde mekik dokuyan mRNA’ın yanı sıra mesajları doğrudan ribozoma taşıyan tRNA molekülleri olduğu anlaşılmıştır.
Hücre yönetiminde hiyerarşi
Bütün canlıların esasını teşkil eden nükleoproteinler bir organik bileşik olup; nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesinden teşekkül etmişlerdir. Yani bu demektir ki, proteinler takriben 100 ila 3000 arası amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerdir. Mesela en basitinden kan dolaşımına hayat veren aynı zamanda cana can katan diyebileceğimiz protein niteliğinde hemoglobin molekülünün 574 amino asit bileşiğinden oluştuğu belirlenmiştir. Düşünebiliyor musunuz kan dolaşımımızda milyarlarca kırmızı kan hücresinden sadece bir tanesinde 574 amino asit bileşenleri mevcuttur. Şayet tamamında bu sayı kaçtır derseniz hesaplatıldığında 280 milyonlu bir rakama tekabül eden hemoglobin proteinin varlığı ortaya çıkmış olur. Öyle ki gerek oksijenin kan yoluyla vücuda transferi, gerek yediğimiz gıdaların sindirilmesi, gerekse kanın pıhtılaşması gibi pek çok kimyasal hadiselerin gerçekleşmesi protein veya enzim içerikli proteinlerin varlığı sayesinde vuku bulmakta. Şu da var ki birçok araştırıcı hücre içerisinde vuku bulan birçok temel olayın çekirdek tahtında oturan DNA’nın bilgisi dâhilinde kodlandığında hemfikirdirler. Ancak yine de bu demek değildir ki DNA tüm hücre faaliyetlerini tek başına yürütmekte, bilakis kendi emri altındaki komite kademesiyle birlikte tüm hücre içi faaliyetlerin üstesinden gelinmekte. Kaldı ki DNA, kendi faaliyetlerini hücre içinde (sitoplazmada) değil, çekirdekte konumlanmış halde yürütmekte. Sahada at koşturanlar ise RNA, ribozomlar, endoplazmik retikulum gibi organellerdir. İyi ki de sahada varlar, bu sayede hücre faaliyetlerinin büyük bir bölümü bu söz konusu hücre elemanlarınca halledilmiş olmakta. Ve her daim iş başındalar da. Örnek mi? İşte mRNA molekül, DNA’dan aldığı talimatları en iyi şekilde saha elamanlarına ileterekten gereğinin yapılmasına vesile olması bunun en tipik misalini teşkil eder. Derken bu sayede mRNA vasıtasıyla iletilen direktifler karşısında olumlu tepki veren hücre içindeki saha elemanları protein sentezi olayına katkı sunmuş olurlar. Buna mecburlar da, zira hiyerarşik düzeninin emir komuta kademesinin en tepesinde Başbuğ Başkan DNA vardır.
DNA zincirinde yalnız bir tanesi RNA kalıbı olarak iş görür
Malumunuz hücre hiyerarşik düzeninin emir komuta kademesinin en tepesinde yürütmenin başı olan DNA, birbirine hidrojen bağlarıyla bağlanmış çift sarmal (spiral) bir yapı organelidir. Dolayısıyla sahada faaliyet gösteren hiçbir hücre elemanı genetik kartını kendi bulunduğu konumunun amacı dışında başka alanlarda kullanmasına izin verilmeksizin şifresine sadık kalaraktan faaliyet içerisinde bulunurlar. Nitekim DNA’nın çift sarmal zincir halkasının bir yakasından kopyalanan RNA, tek kalıp olarak iş görmekte. Öyle ya, şayet DNA zincirinin her iki yakası da RNA kalıbı olarak görev yapsaydı, ya her gen birbirinin komplementeri iki tane RNA kopyalanması vuku bulması gerekecekti ya da bu durumda halkaların her biri birbirinden ayrı iki tane protein sentezine yönelik bir başka kopyalanma gerekecekti. Görünen o ki; genetik kartlar her bir genin yalnız bir tek proteini denetlediğini göstermekte. Bu görünen duruma göre ya DNA zincirinde bir tanesi kopya edilmeli ya da iki komplamenter RNA kopası yapılacaksa da bunlardan yalnız bir tanesi fonksiyonel olmalıdır. Ki; bunlardan ilki daha akla yatkın gelmektedir. Nitekim bu durum Bacillus Subtilis bakterisine ait hücrenin yönetiminde sentez edilen RNA’nın incelenmesiyle daha da bir netlik kazanmıştır diyebiliriz.
Protein sentezinde mRNA’nın aracılığı
Protein sentezi gerçekleştirmek üzere kromozomlardan yola çıkan yönetici genlerden tarafından gönderilen talimatlar veya RNA alfabesinde A-U-G-S şeklinde kopyalanmış yazılı fermanlar mRNA aracılığıyla gereği yapılmak üzere ribozoma iletilirler. Tabii bu noktada ribozomlar kendi hal lisanıyla “Ferman padişahındır başım üstüne” deyip derhal gereğini yapmak üzere hemen her çeşit protein moleküllerin oluşumunda misyon yüklenmiş olurlar. İyi ki de bu iş ribozomların omuzları üzerinde yürümekte, zira ribozomlardan üretilmesi istenen protein çeşidi ne ise, mRNA'dan gelen yazılıma sadık kalaraktan o yönde protein sentezi gerçekleştirilmiş olunuyor. Malumunuz DNA’dan aldığı emirleri iletmekle vazifeli olan mRNA molekülü, eline aldığı yazılı fermanı, 5 uçlu kodunla ribozom barkot cihazından okutturmak suretiyle iletişimini gerçekleştirmiş olur. Hatta mRNA şeridinin ribozom üzerinde özel noktaya yapışmış olan tRNA (taşıyıcı RNA) kodonuyla da kontak kurmayı ihmal etmez. Kontak kurmaya mecbur da, çünkü mRNA bir kodon boyu ilerleyerek kendine uygun tRNA ile eşleşmek durumundadır. Böylece mRNA bir yandan üstelendiği mesajları hızlı bir şekilde ribozomdan geçirirken diğer taraftan da ribozomun yardımıyla kendine uyan tRNA kodonunu hizaya getirmiş (sıraya getirmiş) olur. Bu arada tRNA’nın uçlarında konumlanan aminoasitlerde kendi aralarında sıralanmış olur. İşte sizde görüyorsunuz ya, emir büyük yerden geldiğinde bir anda akan sular durur misali elinde taşıdığı fermanla A’dan Z’ye her hücre birimi sıralı bir şekilde dizilip hizaya geçmiş olur. Böylece bu sayede tRNA vasıtasıyla aminoasitlerin sıralanmasına aracılık eden moleküllerin mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodonla birlikte bunlara uyan aminoasitlerin hangilerinin olacağı noktasında fermanın gereği yerine getirilmiş olunur.
Bir mRNA molekülünün arka arkaya ribozomdan geçiş serüveni
Anlaşılan o ki mRNA elinde ki yazılı fermanla ribozomdan diğer bir ribozoma çok rahatlıkla geçişler yapmak suretiyle kendi uç noktadaki kodonunu bağlayaraktan aynı anda ikinci bir protein molekülün sentezini başlatabiliyor. Tabiî ki sentezlenme hadiseleri bunlarla sınırlı değil, dahası var. Şöyle ki; her bir yazılım ribozomlardan bir barkod okuyucusundan geçercesine sıralı diziler halde geçmesiyle birlikte protein sentezinden maksat hâsıl olmuş olur. Zaten hücre sitoplazmasında birbirlerine yakın mesafelerde ribozomlar konumlandığı içindir mRNA bu noktada ribozomlar arası geçişlerle birlikte yeni ribozom gruplarının oluşmasına vesile olur ki, işte bu türden çoklu gruplara poliribozom (polizom) denmektedir. Şurası muhakkak poliribozomun varlığı protein sentezinin hız kazanması demektir. Böylece bu hız kazanması sayesinde az sayıda mRNA’dan çok sayıda protein sentezinin gerçekleşmesi mümkün hale gelebiliyor.
Protein sentezinde DNA enformasyonun amplifikasyonu
Protein sentezi bir gene ait enformasyonun çekirdek içerisinde başlayan DNA yazgısından mRNA yazgısına ve oradan da ribozom üzerinde polipeptit yazgısına tercüme edilme hadisesidir. Böylece bu üç yazgı hem kendi içinde hem de kendi dışında bilgi paketi şeklinde birbirine zincirlemesine devam eden enformasyon nitelik taşıyıp böylece birinden diğerine tercüme edilerek gerekli yerlere ulaştırılmış olur. Derken başlangıçta bir genlik enformasyon sonraki aşamalarda ortalama her dakikada bir adet mRNA üretilerekten kat be kat artış kayd ederek yatağından akıp gider. Ta ki kurulu saat misali mRNA molekülünün 240 dakikalık ömür süreci dolar, işte o zaman mRNA artık çalışamaz duruma gelip yerine yenileri dolduracaktır. Zaten tabiat boşluk kabul etmez ilkesi bunun gerektirir. Ne de olsa 240 dakikalık ömür boyunca aynı genden aldığı enformasyonla 240 adet mRNA olarak çoğalmakla vazifesini yerine getirmiş durumda, artık gözü arkada kalmayacak bir şekilde ölüm bir noktada onun için ahiret dirilişi bir muştu olacaktır. Böylece nöbeti devralan çiçeği burnunda yeni mRNA molekülüne karşılık gelen en yaşlı mRNA öleceğinden hücrede aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA’lık popülasyon genetiği dengesi korunmuş olur. Sadece korunmuş mu oluyor? Hiç kuşkusuz bunun yanı sıra ne bir eksik ne bir fazla mRNA’nın yüklendiği bu gen enformasyonu tRNA aracığıyla taşınaraktan ribozomlar üzerinden işlenip böylece bir denge halinde polipeptit yazgısına çevrilmek suretiyle yol alınmış olunur. Dile kolay, protein sentezi bir noktada tercüme faaliyeti işi olduğundan 20 harflik alfabeyle 10 ila 100 arasında amino asit içeren polipeptit yazılım dizilimi gerçekleşebiliyor. O halde harf yazılımı deyip es geçmeyelim, zira her bir harf yazılımı RNA yazgısında 3 harfli kodonluk bir kelime yazılımının yerine geçmektedir. Bu bir anlamda dört harfli insan DNA’sında harflerin çiftler halde birleşip mRNA’ya geçmesi demektir, oradan ribozom üzerinden polipeptit zincirine tercüme edilmesi demektir, akabinde ise oksitosin ve vazopressin polipeptitlerin meydana gelmesi demektir. Gerçekten de harf yazılımları es geçilecek türden sanat eserleri olarak sergilenmiş gibi durmuyor, sizde görüyorsunuz ya, tek bir harften üretilmiş bir yazılımın hücre faaliyetlerin de ne büyük işlere mührünü vurduğunu az çok bu satırların mana ve ruhundan fark etmişsinizdir zaten. Öyle ya, nasıl ki 29 harflik alfabemizden makaleler, hikâyeler, romanlar, ansiklopediler gibi her türden harika sanat neşriyatlarının tesadüfen meydana gelebilmesi için bir dünya ömrünün yetmeyeceğine göre, 20 harflik amino asit alfabesinden ise polipeptit yazılım eserlerinin tesadüfen meydana gelebilmesi içinde, değil bir dünya ömrünün, bir kâinat ömrü de yetmeyecektir. İşte tüm bu gerçekler ortada iken bugün olmuş halen birileri çıkıp bir insanın 46 kromozomuna denk düşen 1 milyon sayfalık bilginin tesadüfen meydana geldiğinden dem vuruluyorsa, Abdurrahim Karakoç’un ifadesiyle bu tamamen aklın karaya vurma halinden başka bir şey değildir
Protein Sentezinde yardımcı enzimler ve enerji ihtiyacı
DNA; protein yapısında birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebiliyor. Aynı zamanda buna paralel olarak kendisine yardım eden enzimlerin varlığı da DNA bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte. Bu durum bir çelişki gibi görünse de ikisinin de aynı anda var olması gerektirecek şekilde yaratılış kodlanmasına tabii tutuldukları ortaya çıkıyor. Yani DNA’sız protein kodlanması olamayacağı gibi, proteinsiz de DNA kodlanması olamayacağı manasına var oluş demektir bu. Dolayısıyla son derece karmaşık hiyerarşik bir yapının baş komuta kademesinde ki DNA ve onun elçisi konumunda RNA işbirliği sayesinde gerçekleşen protein sentezinin tesadüfen meydana gelmesi asla ve kat’a mümkün gözükmemektedir.
Bilindiği üzere genetik programlamalar bin ciltlik kütüphaneyi içine alacak kapasitede bir veri tabanı alanına sığdırılacak derecede gen enformasyonları kayıt edilirler. Üstelik kayıt altına alınan gen enformasyonlar, üçlü harf veya üçlü kodonlu bir yazılımlar eşliğinde bilgi işlem belleklerinde milyarlarca bitlik birimine sığdırılacak şekilde dizilip hafıza kartlarında saklı tutulmaktalar. Örnek mi? İşte insan genomunun tekbir hücresinde tüm genetik özelliklerin kodlandığı 46 kromozomlu bilgiler 46 ciltlik dev bir ansiklopediyi dolduracak kapasitede bir belleğe sahip olması bunun bariz bir örneğini teşkil eder. Bu örnekten de anlaşıldığı üzere her bir cilt 20 bin sayfaya karşılık gelmekte. Düşünsenize söz edilen sadece tek bir hücre için karşılık gelen rakamdır bu, birde bunu insan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya telaffuzu zor ifade edilecek rakamlarla karşılaşacağımız muhakkak. Ne diyelim, insan genomu kütüphanesinde de görüldüğü üzere ortada dudak uçurtan cinsten rakamlar vücudumuzun her alanında milimikron seviyelerde çepeçevre sarmışken hala bir takım aklı evveller bu duruma tesadüf diyorlarsa pes doğrusu. Üstelik trilyon rakamlı alanlarda israf ve savurganlıkta yaşanmaz. Nitekim Başbuğ Başkan DNA, hücrenin tamamı üzerinde fonksiyonlarını yürütürken hiyerarşik yapı içerisinde kendisine bağlı her bir etken birim unsuru ihtiyaca göre belirler. Öyle ki herhangi bir hücre içerisinde ihtiyaçtan fazla kimyasal ürün üretildiğinde bir enzim marifetiyle bu durum ya ilk inhibisyonla, ya mRNA üzerinde ikinci inhibisyonla, ya da mRNA üzerinde son inhibisyonla giderilir.
Protein sentezinin yarıda kalmasını önleyen son kontrol mekanizması
Ribozomlar kendilerine gelen mRNA molekülü üzerinde yazılı gen enformasyonuna dayanarak yüzlerce, on binlerce, hatta yüz binlerce amino asit molekülünü birbirine ekleyip istenen tipte polipeptit protein molekülü imal edebiliyorlar. Üstelik bu söz konusu polipeptit molekül içerisine mRNA’da mevcut olmayan plan dışı fazladan aminoasit ilavesine de izin verilmez. Zaten plan dışı herhangi bir program eklenmeye kalkışıldığında istenilen tipte protein üretilmemiş olacaktır. Bikere adı üzerinde yabancı protein, enjekte edildiğinde hücrede birtakım yan etkiler bırakmanın yanı sıra organizmada aşırı antikor oluşumuna ve alerjik durumlara da neden olabiliyor. Öyle anlaşılıyor ki, ribozom kendisine sipariş edilen molekülü tam kapasiteyle çalışan bir fabrika misali ince eleyip sık dokuyaraktan ürününü öyle imal etmekte. Ribozom fabrikasına sipariş edilen molekülün işleniş planı ise mRNA tarafından hazırlanmaktadır. Örneğin, 20.000 amino asitlik hammaddelik protein molekülünü yapacak bir mRNA’nın ribozom imalathanesinden geçtiğini düşünelim. Hatta hücre içerisinde aynı anda binlerce mRNA mesajların on binlerce ribozom tezgâhı üzerinde harıl harıl çalışıp aynı anda protein sentezini yapacakların varsaydığımızda buna bağlı olarak aminoasitlerin tükenmesiyle birlikte bir takım aksiliklerin ortaya çıkması kaçınılmaz hal alabiliyor. Neyse ki, hücrenin yaratılış kodlarındaki mükemmel donanım oluşabilecek muhtemel aksiliklere karşı da tedbirsiz değildir. Öyle ki, gözden kaçabilecek türden diyebileceğimiz bir iki istisnai vakalar dışında herhangi bir nedenle yanlış kodlanmış bir protein molekülü hücre içerisinden dışarıya çıkarılmasına da geçit verilmez. Kaldı ki, üretimi gerçekleşecek olan bir protein molekülü kalıp olarak son aminoasit bandına girdiğinde bu iş burada bitmiştir denilecek noktada bile “tamamdır” onayı hemen gerçekleşmez, mutlaka son kontrollerinin yapılması da gerekir ki, işlem tamamlandı denip onay verilmiş olsun. İşte hücre hiyerarşisi kontrol sistemi böyle bir şeydir, her halükarda son anda bir eksikliğin olabileceği göz önünde bulundurularaktan tüm kontrol mekanizmaları devreye sokulup “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” misali plan dışı bir molekülün ortama salıverilmesinin önüne geçilmiş olunur. Şayet son kontroller yapılmayıp müsamahakâr bir sınırsız hoş görüyle göz yumulursa bir noktadan sonra hemen her şeyin çığırından çıktığı hücre anarşizmine yol açacağı muhakkak. Derken hücrenin kanserleşmesi ya da ölümü vuku bulacaktır. Dolayısıyla buna önlem olarak normal ve sağlıklı bir hücrede yabancı moleküller derhal bir enzim marifetiyle bertaraf edilip böylece mevcut hücre içi hiyerarşik yapının güvence altına alınmış olur. Öyle ki; bu yıkıcı enzim hücre nizamının tesisi adına harici molekülün tümü üzerinde birçok peptit bağlarını koparacak güçte vazife görmektedir. Hatta söz konusu enzim harici molekülü aminoaside veya zararsız küçük polipeptit haline çevirebilme kabiliyetinin yanı sıra yeni protein sentezinde kullanılacak yapı taşları halinde serbest hale de getirebiliyor.
Peki, tüm bu anlatılanlardan hücre hiyerarşisi yüzde yüz tam güvencededir diyebiliriz miyiz? Hiç kuşkusuz her şeyde olduğu gibi hücre içinde her şey yüzde yüz güvence altındadır demek fazla iddialı söylem olur. Sonuçta ortada çok karmaşık hiyerarşik bir düzen içerisinde protein sentezine yönelik harıl harıl bir çalışma söz konusudur. Dolayısıyla sürekli devri daim yapıda işleyen bir mekanizmanın kendi iç kontrol mekanizmaları protein sentezi sırasında doğabilecek bazı aksaklıkları gidermeye ve muhtemel zararları önleme kapasitesi kâfi gelmeyebilir de. Nitekim kimi zaman bir bakıyorsun aminoasit eksikliği yüzünden her hangi bir protein molekülünün oluşumu tamamlanamıyor. Bu durumda illa ki eksikliği giderecek tamamlayıcı bir sistemin devreye girmesi gerekir. Ama nasıl? Eksikliğin telafisi için her şeyden önce mRNA’yı kopyalamış olan gen (DNA) tarafından aynı tipte başka mRNA moleküllerinin yapılmaması gerektiği gibi yapılmış olanların da toplatılıp yok edilmesine yönelik kontrol sisteminin de devreye girmesi gerekir ki bu mesele halledilmiş olsun. Yok, eğer böylesi kontrol sistemi devreye girmezse ribozomlar protein sentezine yönelik hiç yoktan boşuna çalışmış olacaklardır. Kaldı ki, hücrenin ne boşa harcayacak zamanı vardır, ne de boşa harcayacak enerjisi. Nitekim proteinlerin oluşumunda peptit bağlarıyla bağlanmış amino asitlerin dizilimi 1 ATP’lik enerjiyle, yani 8000 kaloriyle işler hale gelmektedir. Bu nedenle milyonlarca peptid bağının yapboz misali yeniden kurulup inşa edilmesi gibi lüks bir enerji kaybına müsaade edilmez. Eğer müsaade edilirse açığa çıkan ısı enerjisi hücrenin ölümüne yol açacaktır.
Evet, hücre hiyerarşik düzeni içerisinde gerçekleşen protein sentezi hadisesi mükemmel bir organizasyon ve akıl dolusu kusursuz bir kontrol mekanizmasıyla yürütülmekte. Baksanıza Mendel deneylerinin ortaya koyduğu gerçek şudur ki; DNA zincirinde oluşan herhangi kusurlu hastalıklı bir gen, icabında yedi göbek kalıtsal bir hastalık olarak geçiş yapabiliyor, ama bir yere kadardır, bir noktadan sonra DNA’nın zincir halkalarının yakasından düşüp bir şekilde sonlandırılabiliyor. Derken “Herkes aslına çeker” misali her şey aslına rücu etmiş olur. Yine de kusurlu ve maraz yapılı genlerin güçlenmemesi adına akraba evliliklerinden şiddetle kaçınılmasında fayda vardır.
Bilindiği üzere hayat biyokimyamızda yaşanan tüm eyleme dönüşecek tüm plan ve programlamalar DNA’nın öncülüğünde RNA’ya kopyalanır, sonrasında kopyalanan mesajlar sitoplazmaya aktarılaraktan ribozomlar üzerinde gelen mesajlar bir daha yakamızdan düşmeyecek bir şekilde genetik enformasyonu hazinesine dönüşürler. Derken hücrelerimize işlenen genetik enformasyon kodları sayesinde biyokimyamız hayat bulmuş olur. Hem nasıl biyokimyamız hayat bulmasın ki, bikere insan vücudunun temel dinamikleri hücrelerden vücut bulmuştur. Hücrelerin temel dinamiklerinin harcında ise proteinler vardır. Protein sentezinin temel dinamiklerini oluşturan genetik enformasyon kayıtları da malum DNA’nın bünyesinde kodludur. İşte genetik enformasyon kayıtlarının DNA’da kodlu olarak bulunması bir anlamda insanın yaratılış mayasındaki temel kodlarında DNA’dan vücut bulduğunun bir göstergesidir. İnsan vücudunun temelleri Kur’an’da mealen zikredilen “İnsanı yaratmaya çamurdan başladı” (Secde, 7) ayetiyle teyit edilen çamur DNA ile kodlanıp yoğrulmaya bir görsün, bu kodlanmış en temel bilgiler RNA’ya kopyalanıp yeni bilgiler ile sürekli hücre içerisinde yenilenerek nesilden nesile aktarılır da.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz ya, protein sentezi DNA bünyesinde kodlu olan bilgiler, mRNA aracılığıyla hücre hiyerarşisinde birbirine zincirleme belirli kodlanmış diziler halinde belli başlı hücre birimleri üzerinden yardımlaşarak gerçekleşmektedir. Ki, bu kodlu diziler “gen” kodonları olarak anlam kazanır. Gen kodonları günü geldiğinde “Ol” emri doğrultusunda kendine uygun bir zamanda, kendine uygun hücrelerde protein sentezi için var olup, proteinlerin hücrelerde aktifleştirilmesi ya da pasifleştirilmesi noktasında karar verici konumda at koştururlar. Belli ki zincirleme yardımlaşmaksızın adeta kendi başına buyruk kesilip bireysel ve bağımsız tutum içerisine giren hücre yapıları mikroplara has özgü bir durum gibi gözüküyor. Ancak yine de gelişmiş yapıda canlıların bünyesinde kimi zaman hücre topluluğunun nizamına aykırı tutum içerisine giren bir takım başıboş hücreler vardır ki, malum bunlar hepimizin korkulu rüyası olarak addettiğimiz kanser hücrelerinden başkası değildir. Hani ikide bir toplum bilinci kazanmak adına sıkça toplum kurallarından bahseder dururuz ya, aslında toplum bilinci sadece sosyal hayata has kurallar bütünü değil, insan, bitki ve hayvan genomu hücreleri içinde geçerlilik arz eden kurallar bütünüdür. Nitekim hücreler arası her bir hücrenin bir diğer hücre ile kontak kurup birbirleriyle iletişime geçmeleri bunun bariz örnek kuralını teşkil eder. Hücre iletişimi, aynı zamanda hücre hiyerarşi halkalarında konumlanan her bir hücre biriminin grup bilinci içerisinde toplumsal enformasyona tabii olduklarının da bir göstergesidir. Gerçekten de hücre bilimi olarak addedilen sitolojinin önümüze koyduğu verilere baktığımızda, meğer toplumsal enformasyon ya da topluluk bilinci sırf insan hücrelerine has iletişim bütünlüğü değil, hayvan ve bitki hücreleri içinde geçerlilik arz eden iletişim bütünlüğüdür. Yani bu demektir ki, ister insan, ister bitki, ister hayvan hiç fark etmez, canlı âlemin bütününde grup enformasyonu üst dorukta olup, grup enformasyonun gereği olarak her bir hücre elemanı harıl harıl çalışmakta da. Tâ ki hücre elamanları yaşlanma sürecine girer, bu durumda eylemsiz hale gelen hücre birimlerinin yerine yenileri grup enformasyonuna dâhil olup böylece iletişim döngüsü devam ettirilmiş olur. Ama bu demek değildir ki, yeniler gruba dâhil oldular diye eskiler büsbütün tası tarağı toplayıp ortadan toz olacaklar, gerektiğinde eylemli gruba dâhil edilmek üzere ihtiyaten takviye güç olarak yedekte tutulur da. İhtiyaç fazlası durumlarda ise malum gerek duyulmayacağından eylemsizleştirilip elimine edilirler. Hele bir hücre elden ayaktan düşmeye bir görsün, kendi hücre bölünmesini gerçekleştirmede durağanlık yaşayacağı muhakkak. Ne diyelim ihtiyarlık bu ya, icabında yaşlanan bir hücre için ölüm kaçınılmaz alın bir yazısıdır. Zaten yaratılış kanunlarında her doğan ölmek için vardır, her ölen dirilmek için vardır. Ölenin yerini yeni doğmuş genç hücreler dolduracaktır. Yeniler de, eski ağabeylerinden devr aldıkları genetik enformasyonun kodlarına sadık kalaraktan mensup olduğu hücre hiyerarşisinin bulunduğu kademede kendisine ne görev verildiyse onu yapmak durumdalardır. Zira emir büyük yerden gelmekte. O halde hücre hiyerarşisinin başkomutanının emir ve direktifleriyle şifrelenmiş tüm gen enformasyon kodları RNA aracılığıyla kendilerine sinyaller halinde iletildiğinde asla duyarsız kalınmayıp, her biri hiyerarşik düzene mümkün mertebe itaat etmek zorundadırlar. Hiç kuşkusuz tüm bu hiyerarşik itaat zinciri hücre içi toplumsal enformasyon mekanizmaları sayesinde işlerlik kazanır da. Teşbihte hata olmasın hücre içerisinde kısmen de olsa kusur babından, hatta unutkanlık türünden diyebileceğimiz itaatsizlik halleri de görülebiliyor. Ki, bu tamamen vücudun protein sentezleme kabiliyetinin yitirmesi ya da işlerliğinin durağanlaşmasıyla alakalı bir durumdur. Nitekim protein sentezi durağanlaşmaya başladıkça yeni devreye girmesi gereken işlemler eskilerden daha çabuk unutulur hale gelebiliyor. Nasıl ki hatasız kul olmazsa, hatasız ve kusursuz hücre de olmaz elbet. Hem kaldı ki düşüp kalkmama durumu sadece Allah’a mahsus bir sıfattır, bu yüzden başlangıçta mükemmel olarak yaratılan hemen her şeyin zaman içerisinde orijinalliğinden bir şeyler kaybetmesi son derece gayet tabii bir durumdur. Nitekim başlangıçta her yaratılan canlı varlık Kur’an’da belirtilen “Kun-Feyekûn” anlamında “Ol der, derhal olur” ilahi emrin gereği olarak kendi vücut donanımını denge üzerine koruyabilecek kabiliyete haiz canlı varlıklar olarak yaratılmışlardır. Ki, bu söz konusu denge ayarı fen bilimlerinde ‘homeostasis’ kavramıyla ifade edilir. Dahası en küçük bir canlı varlıktan tutunda cansız maddenin en küçük birimi atomun yapısına kadar Yüce Allah’ın ilim ve kudret tecellilerini dış etkenlerden bağımsız olarak kendi iç donanımlarını dengede tutabilme kabiliyetine ve donanıma sahiplerdir. Hakeza beşer olarak kendi iç donanımıza baktığımızda ise vücut sıcaklığı, kan basıncı, nabız atımı, kan şekeri gibi bir dizi denge ayar istasyonlarımızın olumsuzluklar karşısında kendi iç dinamiklerini kullanaraktan koruma çabası içerisine girdiklerini görmekteyiz. Hele başlangıcımızda orijinal olarak yaratılmış denge ayarlarımız alarm vermeye bir görsün, bu durumda orijinal hayat biyokimyamızın biranda alabora olması an meselesidir. Nasıl mı? Mesela vücut hararetinin 36,5 santigrat derecede olması gerekirken 40 santigrat derecelere çıkması, ya da kan şeker düzeyinin % 90 ila 110 mili gram seviyelerde olması gerekirken 250 miligram seviyelere yükselmesi gibi sinyaller tam da vücut biyokimyamızın alabora olacağının işaret taşı alarmlarıdır bu. İşaret taşı alarmlar doku ve organlar boyutunda lokal olabileceği gibi tüm vücudu saracak küresel boyutta alarm da olabiliyor. Hakeza alarm meselesine birde hücre boyutunda baktığımızda herhangi bir hücre düşünün ki, diğer hücrelerden ayrı hareket edip toplumsal enformasyonunu yitirdiğinde, o hücrenin kendi sonunun hazırlaması yönünde alarm verip kontrolsüz bir şekilde hızla metastaz yapıp kanserleşme yönünde alarm vermesi kaçınılmazdır. Bir başka ifadeyle sessizliğin habercisi diyebileceğimiz hastalık belirtilerin ta kendisi vücut biyokimyamız hızla kontrolden çıkaraktan düzensiz çoğalmalar baş gösterecektir. Bunun sonucu olarak da ister istemez vücut içerisinde içerisine hücre anarşizmi (sarkom) vuku bulup önce dokular, sonra organlar ve ardından da tüm vücut kanser hücrelerinin istilasına uğrayaraktan bir noktada kendi ölümünü seyretmiş olacaktır. Tabii bu seyretme hadisesi sadece kontrolden çıkmış kanser hücrelerine özgü bir durum değil, gerek kişi bazında, gerek aile bazında, gerekse toplum bazında sorumluluklar dejenere olduğunda tıpkı kanser hücrelerinde olduğu gibi devletleri de içten içe kemiren vahim durumlar içinde geçerlilik arz eden çöküş örnekleriyle karşı karşıya kalacağız demektir bu. Hem nasıl ki insanlar doğar, büyür, gelişir ve sonrasında ihtiyarlayıp toprak olur ya, aynen öylede devletlerde baki değildir, doğarlar, gelişirler ve en nihayetinde tarih sahnesinden çekilmiş olur. Nitekim bu sosyolojik gerçek Kur’an’da “Hîn” kavramıyla geçici sınırlı zaman dilimleri şeklinde vurgulanırken, “ed-dehr” kavramıyla da mutlak ve sınırsız zaman dilimlerinin işleyişine dikkat çekilerekten vurgu yapılır. Dolayısıyla her ne kadar Osmanlı “Devlet Ebed Müddet” idealiyle üç kıtada hüküm sürse de, nihayetinde “Hîn” durum, yani hükmünün ancak 600 senelik bir zaman dilimiyle vaktin tayininin sınırlı olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. İşte, Yüce kitabımızda “Hakikat şu ki, insan; daha henüz kendisi hiç anılmayan ve tanınmayan bir şeyken (yaratılmışken; üzerinden binlerce asırlık çok) uzun zamanlardan (“dehr”den) bir süre (hin) gelip geçmedi mi? ” (İnsan Suresi, 1) diye zikredilen ayetin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere:
-Dehr kavramıyla sonsuzluğu vurgu yapılaraktan insanın daha henüz yaratılmadan çok uzun zamanlarda tüm kâinatın işleyişinin var olup ebed müddet özellik kazandığı manasına gelebilecek “insanın yaratılış tarihi itibariyle henüz anılmaya değer bir şey olmadığı” kelamıyla karşılık bulurken,
-Hîn kavramıyla da gelip geçiciliğe vurgu yapılaraktan insanın bir dönemin yaratılış sıfatıyla özellik kazandığı manasına gelebilecek “bir dönem (süre) gelip geçmedi mi” diye sual edilen kelamla karşılık bulur. Ki, bir süre gelip geçmedi mi sualinin cevabı da sualin sonunda ki soru ekini kaldırdığımız da “bir dönem gelip geçmiştir” ifadesiyle cevabı verilmiş olur zaten.
Derken birincisinde (Dehr’te) insanın yaratılış öncesinde planlanmış kodlanmış ve programlanmış ebed müddet âlem vardır, ikincisinde (Hîn’de) ise insanın yaratılış sonrasında planlanmış kodlanmış, programlanmış ve her şeyin eyleme geçtiği, ancak vakti tayin müddeti bittiğinde yerini kıyamet gününe bırakacağı fani evren ve fani dünya vardır.
Velhasıl-ı kelam; tüm bunlardan da öte DNA ile birlikte Hayy’den gelip Hû’ya gideceğimiz ebedi vuslat hayat vardır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön