PROTEİN SENTEZİ VE EVRİM SENARYOLARI

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

PROTEİN SENTEZİ VE EVRİM SENARYOLARI

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

PROTEİN SENTEZİ VE EVRİM SENARYOLARI
SELİM GÜRBÜZER

Protein denilince daha çok vücut metabolizmamıza güç katan yumurta, süt, et gibi protein içeren besinler akla gelir hep. Tabii aklımıza bu şekilde gelmesi iyi hoşta, ancak proteini sadece gıda bazında değil bünyesinde bulunan hidrojen, oksijen, azot, karbon ve kükürt ve temel taşı amino asit içerikli yapısıyla da aklımıza düşmesi gerekir. Hem nasıl ki canlı organizmaların temel taşlarını hücreler oluşturuyorsa, hücrelerin temel taşlarını da proteinler oluşturduğu malum. Peki ya proteinlerin temel taşlarını neler oluşturmakta diye sual edildiğinde ise, elbette ki cevaben aminoasitlerden başkası değildir deriz.
Öyle ya, amino asitler uzun zincirler halinde proteinleri oluşturduğuna göre bu demektir ki proteinler de hücrelerin oluşumu için organize olup varlıklarını ortaya koyacaklardır. Nitekim bu noktada insan genomunda yer alan 20 çeşit amino asidin protein sentezine yönelik hücre organizasyonunun temellerini oluşturmasında son derece hayati öneme haiz temel taşları olarak karşımıza çıkmaları bunun en bariz göstergesidir. İyi ki de amino asitler hücre içerisinde temel taşı konumdalar. Aksi halde hücre içi faaliyetler durma noktasına gelecekti. Ancak şu da var ki; temel taş konumundaki amino asitlerin protein sentezinde aktif rol oynayabilmesi için hücre içerisinde minimum 3 ila 5 arası enzimin takviye katalizör güç olarak devreye girmesi de lazım gelir. Aksi halde hücre içerisinde protein sentezine yönelik ne tepkimeler hız kazanır ne de protein oluşumu gerçekleşebilir. Ki, enzim dediğimiz molekülde sonuçta o da protein molekül yapıda bir organik bileşik türüdür. Dolayısıyla hücre içerisinde enzimlerden her hangi bir bileşik türünün işlevsiz hale gelmesi demek vücut biyokimyasının bir anlamda iflası demek olacaktır. Zira hücre içerisinde cereyan edecek her bir aktivite için mutlaka o aktiviteye uygun bir enzim türünün devreye girmesi gerekir ki hücre içi biyokimyasal reaksiyonlar işlerlik kazanabilmiş olsun. Öyle ya, madem her bir hücre vücut içerisinde bulunduğu konumunu ve üstlendiği işlevselliğini kendisiyle uyumlu enzim koduna borçlu, o halde enzimi bu denli asıl karizmatik kılan etken unsurun bizatihi kendi öz mayasını oluşturan ham protein molekülünün ta kendisi olduğu gerçeğini de göz ardı etmemiz gerekir. Hem nasıl protein-enzim ilişkisini görmezden gelebiliriz ki, baksanıza A’dan Z’ye tüm hücre faaliyetleri enzim-protein dayanışmasına dayalı kurulu bir sistem üzere seyredip, hatta bu noktada enzim ve protein arasındaki bağlılık etle tırnak misali birbirinden ayrılmayacak derecede güçlüdür dersek yeridir. Öyle ki her ikisinin de birlikteliğinden hücre hayatının nasıl işlerlik kazandığı biyokimyacıların dikkatinden kaçmaz da. Tabii ki kaçmaz, bikere her ikisinin varlığı demek biyokimyamızın iri ve diri olması demektir. Sadece insan biyokimyası mı, hiç kuşkusuz her bir canlı türünün biyokimyası içinde geçerli irilik ve diriliktir bu.
Öyle ya, mademki ‘bio” demek canlılık demek, o halde canlı oluşumun olduğu yerde enzim-protein işbirliğine dayalı protein sentezi faaliyetinin aktif hale gelip canlı biyokimyasının dirlik kazanması son derece gayet tabii bir durumdur. Zira canlılık cansızlık üzerine kurulu bir düzen değil, tam aksine enzim-protein işbirliğine dayalı kurulu bir düzendir. Ve bu kurulu düzenin yaratıcısı Yüce Allah’tır. Dolayısıyla Allah’tan başka hiç kimse cansız maddeden canlı yaratmaya asla güç yetiremez. Nitekim yaratıcılık yönünde tüm teşebbüsler tüm suni denemeler her defasında fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Şurası muhakkak canlılık denen hadise tamamen bir yaratılış olayıdır. Ama gel gör ki, yaratılış mucizesine akıl sır erdiremeyenler protein sentezini günlük rutin sıradan olaymış gibi algılamaktalar. Hatta onlara kalsa, proteinlerin temel yapı taşı amino asitlerin üçlü kodonlar halde dizilişini bile tesadüfen oluştuğu şeklinde algılamamız gerekecek. Oysa ne protein sentezi tesadüfen meydana gelmiş bir hadisedir, ne de amino asitler rastgele dizilmiş üçlü kodonlardır. Bilakis beşer idrakinin kat be kat fevkinde tamamen yaratılış mucizesinin tezahürü amino asit dizilimi ve protein sentezi hadisesidir bu. Düşünsenize en basitinden laboratuvar ortamında cansız tabiattan temin edilen kimyasal maddelerle yapılan deneylerde taş patlasın iptidai türden ya da sentetik türden birkaç bileşik ancak elde edilebiliyor, ona da protein demek için bin şahit lazım dersek yeğdir. Kaldı ki protein sentezini hafife alıp basit sıradan bir işmiş gibi göstermeye çalışmakta abesle iştigal bir durumdur. Zira en basit bir protein sentezi için bile hücre içerisinde bir dizi aşamalardan geçmesi gerektiği artık bilinen bir gerçekliktir. Nitekim bir bakıyorsun değil kırmızı kan hücrelerin tamamı, bu hücrelerin içerisinde ki tek bir hemoglobin molekülünün yapımında bile bir dizi aşamaların kayd edilmesi gerekir. İşte bu nedenledir ki, basit sanılan canlının vücut yapısını oluşturmaya yönelik protein sentezinin yapay denemesine kalkışıldığında, bunun için değil bir insan ömrü, bir dünya ömrü de yetmeyecektir. Canlı âlemde olan biten her ne varsa anlaşılan o ki, hemen her oluşum biyolojik bir nizam çerçevesinde işlerlik kazanmaktadır. Şayet Biyolojik Nizam-ı âlem de neymiş hafife alınıyorsa, şu iyi bilinsin ki tabiatın kendi kendine ne protein üretme iradesi var ne de böyle bir kabiliyeti. Hiç şüphe yoktur ki, tabiatın doğurganlığı, Yüce Allah’ın yarattıklarının üzerinde yaratma iradesinin tecellisinin ve tezahürü bir doğurganlıktır. Bundan dolayıdır ki, inananlar olarak Allah’ın iradesi dışında yaprağın bile kıpırdayamayacağına inancımız tamdır.
Evet, yaratılan her şey O’nun iradesiyle hayat bulmakta, ‘Ol’ derse ancak mahlûkat oluverir. Zira hüküm O’nunur, her bir yaratılan perdelerden ibarettir. Ki, perdeler gaye değil vesiledir. Şayet vesileler kendini yaratıcı görüp güç denemesine kalkışırsa akıbetlerinin ne olacağı malum. Nitekim Miller tarzı deneyler bariz tel tel döküldüklerinin bize en yakın görünen senaryo örneklerini teşkil etmekte. Madem öyle, bakalım bu uğurda üretilen bir dizi senaryolar neymiş bir kaçını izleyip bir görelim:
Miller-Urey Deneyi Senaryosu
Amerikalı araştırmacı Stanley Lloyd Miller tarafından yapılan deneyler bir takım çevrelerde heyecan uyandırmış olsa gerek ki “Biyolojik hayat tesadüfen meydana geldi” düşüncesini savunanlar için adeta yere göğe sığdırılamaz bir şekilde ismiyle müsemma Miller-Urey deneyi olarak yankı bulmuştur. Malum, S. Miller’de başlangıçta amino asitlerin tesadüfen meydana gelebileceği kanaatini taşıyan bir araştırmacıydı. Hatta bu kanaatini doğrulamak amacıyla ilk dünya atmosferinde var olabileceğini düşündüğü metan, hidrojen ve su buharı eşliğinde hazırladığı vasat ortama dışardan suni enerji diyebileceğimiz elektrik şoklama yapıp, 100 santigrat derecelik ortamda bir hafta beklettikten sonra elde edeceği sonuçla canlı oluşumunu ispatlayacağını düşünüyordu. Ne var ki yaptığı bir takım deneysel denemeler neticesinde beklediği 20 çeşit amino asitten sadece üçünün ancak sentezlenebilmekte olduğunu görünce kazın ayağı hiçte öyle değilmiş kanaati oluşur kendisinde. Diğer taraftan tüm ümitlerini bu deneysel denemelere bağlayanlar ise daha neyin nesi neyin fesi olduğunu anlamadan Miller sanki canlılığın oluşumuyla yeni bir şeyler bulmuş gibisinden hemen bilim dünyasının gündemine oturturmuşlardır. Oysa ki ortada canlı oluşumu denen bir hadise yoktu, ortada topu topuna toplasan birkaç cansız molekül türünden partikül kırıntılar vardı. Ne diyelim, birileri bir bakıyorsun birkaç cansız oluşum partiküllerinden bile kendine vazife çıkarıp “Gerekirse hücreyi de sil baştan yeniden yaratırız” dercesine işi bilim kurgu şovuna da dönüştürebiliyorlar. Onlar işi bilim kurgu şova dönüştüre dursunlar, bikere tüm ümitlerini bağladıkları Miller-Urey deneylerinin yapıldığı ortam şartlarının dünyanın yaratılışındaki ortam şartlarıyla birebir örtüşmeyeceği çok açık. Hakeza deney düzeneği açısından da meseleye baktığımızda dünyayı da ilk yaratılışında bir laboratuvar olarak düşünürsek Millerin oluşturduğu yapay laboratuvarla da taban tabana zıt bir durum söz konusudur. Ki, bu iki laboratuvardan dünya laboratuvarı yaratılış düzeneğini içerirken, diğer oluşturulan suni laboratuvar ise kul yapımı düzenek içermekte. Madem öyle, bakalım bu kul yapımı düzeneğinin bilim kurgu filmlerini aratmayacak derecede belli başlı açmazları nelermiş maddeler halinde şöyle sıralayaraktan bir görelim:
-Miller birinci açmazı; adına soğuk tuzak (cold trap) dediği bir düzenekle amino asitleri izole etmeye girişmesidir. Böylece ilk girişiminde dünya izolasyon ortam şartlarıyla kendisinin oluşturduğu izolasyon ortam şartları arasında derin bir uyuşmazlıkla kendini ele vermektedir. Kaldı ki kimyasal yollarla protein sentezi oluşturulabileceğini varsaysak bile dünyanın ilk oluşumunda ki tabii yollarla oluşan protein senteziyle birebir aynısının olabileceğini imkânsız kılmaktadır.
-Miller’in ikinci açmazı öne sürdüğü ilkel atmosfer ortamında metan, amonyak gazı yerine düşündüğü metan, hidrojen ve su buharı karışımı bir vasat ortamının olabileceği düşüncesinin tam aksine birçok bilim adamı azot ve karbondioksit karışımı bir vasat ortamının olabileceği yönünde hem fikir görüş serdetmişlerdir. Böylece Miller-Urey deneyleri bu noktada yaratılışın ilk doğal atmosfer bileşenleriyle taban tabana zıt suni denek türünden bileşenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki Miller, kendi deneyinde kullandığı atmosferik ortamın yapay bileşenlerden oluşmuş denek bir ortam olduğunu itiraf etmişte. Öyle ya, şayet ilk yaratılış hadiselerinde kimi bilim adamlarının ileri sürdükleri Bing-bang (büyük patlama) hadisesini doğru kabul edilebilir tez olarak varsaydığımız da ortaya çıkan tabloda dünyamızın adeta kaynar kazan bir halden git gide soğuyaraktan ergimiş halde nikel ve demir karışımı ağırlıklı bir vasat ortamın doğuvereceği muhakkak. Dahası o ilk patlayışın ardından daha yeni şekillenmeye başlayan atmosferin azot, karbondioksit ve su buharı karışımı bir vasat ortamın olmasını kaçınılmaz kılacaktır. Baksanıza J.P.Ferris ve C:T Chen, zaten yukarı da bahsettiğimiz Miller’in kendi deneyinde kullandığı yapay atmosferik ortama benzer düzeneklerle yaptıkları deneyleri tekrarladıklarında canlı oluşumuna temel teşkil edecek herhangi bir işe yarar amino asit oluşumu ortaya koyamamışlardır. Hatta ilk oluşumda yer alan kimyasal gaz bileşenlerinin organik moleküllerin meydana gelmesinde bir amonyak veya metan gazı kadar da etkili olup olmayacağı noktasında da ortaya net bir şey konulamamıştır
-Miller’in üçüncü açmazı; deneyini ilk atmosferin oluşumunda yoğun oksijen bombardımanının dikkate almadan yürütmüş olmasıdır. Dolayısıyla ilk atmosferin oluşumunda oksijeni dikkate almadan kendi oluşturduğu suni atmosferik düzeneği geçersiz kılmakta. Hem nasıl geçersiz kılmasın ki, bikere oksijenden kaynaklanan ultraviyolenin bulunacağı ortamda tek bir amino asidin yaşamasını bile imkânsız kılmaktadır, bu yüzden oksijeni devre dışı bırakmıştır. Zaten bilim adamlarının pek çoğu dünyanın oluşumunda ilk bing-bang patlaması denen hadiseyle daha normal atmosfer şartlarının oluşmadığı bir hengâmede ultraviyole ışınlarının filtrelenmeden doğrudan yeryüzüne inmesiyle birlikte ortada amino asit oluşumu varsa da yoğun bombardıman altında hepsinin parçalanmasını kaçınılmaz kılacağında hem fikirdirler. Bu demektir ki Miller oluşturduğu deney düzeneğinde şayet oksijeni de işin içine kataraktan oluştursaydı bu durumda metan gazı karbondioksit ve suya çevrilip, amonyak ise ister istemez azot ve suya dönüşecekti. Kaldı ki ilkel atmosferde oksijenin olmadığını varsaysak bile bu seferde ozon tabakası oluşamayacağından yine amino asitler doğrudan ultraviyole ışınlarının bombardımana uğrayıp böylece paramparça olmuş olacaklardı. Anlaşılan, ilkel atmosfer şartlarında oksijenin yokluğu bir dert, varsa da o da ayrı bir dert olabiliyor. Sonuçta her iki durumda aminoasitler için yok edici bir ortamdır.
-Miller-Urey deneyinin dördüncü açmazı; sağ-elli amino asit türünden bir takım partiküllerin nüksetmesi yaptığı suni deneylerin daha da bir anlamsız kılmakta. Zira canlılık sol-elli amino asitlerin varlığıyla işler hale gelip anlam kazanmakta.
İşte yukarda maddeler halinde sıraladığımız açmazları bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, Miller-Urey deneyi ve türevlerinin canlılığın yaradılışın ilk dünya şartları ortamında tesadüfen sahne aldığını ispatlamaktan aciz olduğunu göstermektedir. O halde şimdi sormak gerekir:
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin ilk dünya oluşumunun hangi laboratuvar ortamıyla örtüşecek şartlara haizdir?
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin düzenek uygunluğu ilk dünya oluşumunun hangi düzenek ölçüleriyle uyumluluk arz etmekte?
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin yapay ölçümlemeleri ilk dünya oluşumunun hangi terazi ölçümlemesiyle örtüşmekte?
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin oluşturduğu yapay ortama şokladığınız enerji ilk dünya oluşumunun hangi enerji şoklamasıyla uyumluluk arz etmekte?
-Miller-Urey deneyleri adı altında oluşturulan o yapay düzeneklerinin malzemeleri ilk dünya oluşumunun şartlarının hangi düzeneğin malzemeleriyle örtüşmekte?
Hiç kuşkusuz bu soruların cevabı havada kalacaktır, olsun biz yine de sormuş olalım ki, zihinler de bilgi kirliliği oluşturmaya kalkışmasınlar. Aksi halde ne de olsa bizi sorgulayanlar yok düşüncesiyle meydanı boş bulup bildiklerini okuyacaklardır. Baksanıza adamlar yaratılış mucizesini gözlerden uzak tutmak adına ilk dünya oluşumunda var olan birçok elementleri kendi oluşturdukları yapay analiz çalışmalarına çözelti karışımı olarak almamışlar bile. Dedik ya, onlar meydanı boş bulduklarında bildiklerini okuyup kafalarında planladıkları her ne senaryo varsa, planlarının bozulmaması adına işine gelen elementler ya da işine gelen bileşiklerden hazırladıkları çözeltilerle çalışmaktalar. İşte böyle işine gelen yapay laboratuvar ortam şartları oluşturarak yapılan çalışmalarla güya Darwin teorisini çürümüşlükten kurtaracaklarını sanmaktalar. Oysaki yaratılış mucizesini gözlerden uzak tutmaya hiçbir yapay laboratuvar ortam şartları ve hiçbir yapay düzenek ve malzemeleri hiçbir güç yetiremeyecektir. Hatta bu iş (yapay denemeler) öyle de sarpa sarmış durumda ki, tamda Nasrettin Hoca hikâyesini tersinden okuyacak hale dönmüştür. Yani ortada un var, şeker var, yağ var, ama helva yoktur esprisini tersinden okuduğumuzda ne var ne yok her türlü yapay laboratuvar alet ve adavetleri var, yapay çözeltiler var, yapay düzenekler var, ama ortada fol yok yumurta da yoktur diyebileceğimiz trajikomik senaryonun girdabına düşmüşlerdir.
Sdney Fox Senaryosu
Hakeza Nasrettin Hoca hikâyesinde olduğu gibi trajikomik duruma düştüklerinin bir diğer örneği ise Sydney Fox’un; “İlk amino asitler ilkel okyanus şartlarında oluşup, akabinde bir volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenerek yüksek ısının etkisi altında bünyesindeki suyun buharlaşmasıyla birlikte kuruyan amino asitler şeklinde proteini oluşturmuşlardır” diye ileri sürdüğü senaryoya bel bağlamalarıdır. Nitekim Fox, Miller’i takliden yaptığı bir takım deneyler neticesinde yüksek ısıda amino asitlerin bozulduğunu gözlemlemiştir. Fox, bu kez bir başka yöntemle suni laboratuvar ortamı şartları altında damıtılmış aminoasitleri kurumaya bırakıp böylece amino asitleri ısıtaraktan birleştirme yoluna gitmiştir. Tüm bu yapboz işlemler iyi hoşta, elde ne var denildiğinde yine birbirlerine rasgele bağlanmış sıradan birkaç amino asitlerden inorganik olarak oluşan protein türevi oluşumlarından başka bir şeyin ortaya çıkmadığı gözlemlenmiştir. Üstüne üstük yapılan bu yapboz denemeler Millerin suni denekler üzerinden değil, canlı organizmaların amino asit molekülleri üzerinden yapılmıştır. Düşünsenize hem Miller’in izinden gittiklerinden dem vurulacak, hem de izinden gittiği adamın ürettiği yapay amino asit benzeri parçacıkları denek olarak kullanılmayacak. Peki, bu durumda birileri çıkıp sormaz mı “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye.
Şu bir gerçek, gerek Fox ve gerekse diğer bilim adamlarının elde ettiği hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan suni birkaç amino asitlerden inorganik olarak elde edilen protein benzeri (proteinoidler) oluşumlarından medet umarak normal tabii şartlarda gerçek anlamda protein oluşumunun meydana gelmesini beklemek boşa kürek sallamaktan öte bir anlam ifade etmez. Tabii bizim burada karşıt çıkışımız dünyanın ilk oluşumunda olmayan pek alışık olmadığımız şartlar altında özel laboratuvar teknik yöntemlerle amino asitleri bir şekilde birbirine bağlama denemelerine değil elbet, tam aksine karşı çıktığımız husus, yapılan suni denemelerle ortaya çıkan bir takım düzensiz protein benzeri partikül oluşumlardan hareketle “işte canlı böyle oluşturulur” dercesine ‘yaratıcılık’ havasına girmelerinedir. Bikere her şeyden önce öne sürdükleri protenoidlerin gerçek proteinlerle yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan işe yaramaz cinsten diyebileceğimiz birtakım inorganik termal lekelerden ibaret yapılardan başkası değildir. Hem kaldı ki, cansız maddelerden canlılık oluşturma adına devasa boyutlarda yapay bio-havuzlara ne kadar kimyasal madde atarsalar atsınlar, ne kadar dışardan her türden gaz pompalarsa pompalasınlar, hatta ne kadar envaı türden radyasyon takviye ederseler etsinler, sonrasında da havuza attıkları maddeleri devasa mikserlerle (karıştırıcılarla) karıştırıp istedikleri termal sıcaklıkta ısı ayarlamalarını yapmış olsalar da sonuçta hayat için gerekli olan en iyimser tahminle 2000 enzimden ancak belki birkaç amino asitlerden inorganik türden oluşan protein benzeri (protenoidler) moleküller ya da birkaç suni kimyasal madde üretmek olur ki bundan bir adım ötesine geçemeyecekleri muhakkak. Zira hayat biyokimyasının her basamağının arka planında yaratılış mucizesi ve yaratılış gerçeği vardır. Ancak gel gör ki, içi boş senaryolar peşinden koşanlara ne amino asitlerin arka planında işleyen mucizevi oluşum aşamalarını anlatabilirsiniz, ne de proteinlerin arka planında ki mucizevi oluşum aşamalarını. Üstüne üstük hayat biyokimyası sadece protein sentezi oluşumuyla da sınırlı değildir, hayat biyokimyası bütünüyle öyle mükemmel donatılmış bir yapıdır ki, hücresinden dokusuna, dokusundan organına, organından vücut yapısına kadar uzanan bir dizi çok karmaşık bir yapıdır. Dahası “Şimdi gel de çık çıkabilirsen işin içinden” türünden çok karmaşık bir yapıdır bu. Hatta tamda bu noktada evrimcilere sormak gerek; şimdiye kadar amino asit ve protein oluşumuna yönelik yapılan denemelerle ortaya net bir veri koyamadığınıza göre elde ettiğiniz bu yarım yamalak oluşumların daha da üstünde karmaşık yapıda olan doku, organ ve vücut oluşumlarının altından nasıl kalkarsınız doğrusu merakımıza mucip bir konudur. Onlar bu işlerin altından nasıl kalkacakların düşüne dursunlar, her şeyden önce bikere şu bir gerçek; hayat biyokimyası sırf basit bir protein yığınından ibaret olmayıp, bünyesinde birçok sistemin barındığı biyolojik canlı bir âlem olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakeza James Watson ve Francis Crick’in gün yüzüne çıkardığı kompleks yapıdaki nükleik asitler (DNA ve RNA) gerçeği de öyledir.
RNA Senaryosu
İlk dünya atmosferinin oluşumunda bağrında taşıdığı atmosferik gazların amino asit sentezini imkân vermediği anlaşılması üzerine, bu kez RNA molekülü üzerinde protein sentezine yönelik bilgi kodu taşıma özelliğinden olsa gerek, RNA senaryosu sahne almaya başlar. Walter Gilbert tarafından ileri sürülen bu senaryoya göre nasıl olmuşsa milyarlarca yıl önce RNA kendi kendine ortaya çıkmış, akabinde çevre şartlarının tesiriyle proteinler imal etmeye başlamış, derken en nihayetinde DNA molekülü doğmuş güya. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya, zırva tevil götürmez misali ileri sürülen bu tip tezlere gülesin mi ağlayasan mı, doğrusu şaşmamak elde değil. İnsan ister istemez bu tip zırva söylemler karşısında; nasıl oluyor da hayal mahsulü nükleotidler nizami bir dizilimle bir araya gelip RNA’yı oluşturmuş doğrusu sormadan edemiyoruz. Kaldı ki RNA senaryosunun geçerlilik arz etmesi için ortada mutlaka, ya kalıp görevi ifa edecek DNA molekülünün varlığına ihtiyaç vardır, ya da başka bir RNA molekülünün varlığına ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan işi tersinden okuyup kendi kendine RNA’nın sahne aldığını söylemek abesle iştigal bir tutumdur. Nitekim bu tutum ve davranış reflekslerini ‘hem nasıl’ cümlesiyle başlayan sorularla birileri de çıkıp bizim gibi şöyle de sorgulayabilir pekâlâ:
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da RNA en mükemmel laboratuvar şartlarında bile kopyalanması zor bir molekül iken birden bire ilk dünyanın yaratılış şartlarında kendi kendine nasıl meydana gelmiş iddiasında bulunabiliyorsunuz diye adama sormazlar mı?
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da, şayet RNA kendi kendine tesadüfen meydana gelmişse o zaman birileri çıkıp “Madem öyle, RNA hangi tesadüfî bilgiyle kendi kendini kopyalamayı akıl edebilmiş” diye adama sormazlar mı?
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da, şayet RNA kendi kendini tesadüfen kopyalamışsa, o zaman birileri çıkıp adama” Madem öyle, kopyalanmak için kullanacağı nükleotid elemanlarını nereden temin etmiştir” diye adama sormazlar mı?
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da RNA, daha canlının ilk oluşumunda bilgi kodu aracılığının dışına çıkıp da üstüne vazife olmayan bir işe girişerekten bilginin başkomutanı olarak protein üretecek duruma gelmişte bizim bundan haberimiz olmamış? Hem kaldı ki adı üzerinde bilgi kodu. Bu yüzden evrimci senarist görüşlerin tam aksine bilgi koduna hammadde gözüyle bakmayız. Hammadde olarak bakmamız gereken varsa, o da malum amino asitlerdir. Nitekim amino asitler proteinlerin oluşumunda temel taşı olmaları hasebiyle, her daim hammadde yönünde hep misyon yüklenmişlerdir. Dolayısıyla, şayet bizlerde evrimciler gibi bir an kendimizi RNA senaryosuna kaptırmış olsak, maazallah Nasreddin Hocanın hikâyesini tersinden alıp ortada un yok, şeker yok, yağ yok ama helva var demek durumunda kalırdık. Böylece olaylara hep ters yönden bakmış olurduk. Oysaki protein sentezi denen hadise hücre içerisinde birtakım karmaşık işlemler sonucunda yoğrulup birçok enzimin katalizörlüğünde ribozomlar üzerinden gerçekleşen mucizevi bir hadisesidir. Hakeza ribozomun bizatihi kendisi de karmaşık yapıda bir donanım olup adeta bir üretim fabrikası olarak işlev görmektedir. O halde, siz siz olun sakın ola ki birçok karmaşık yapının aynı anda bir araya gelerek büyük organizasyonlara mühürlerini vurma gibi harikulade mucizevi oluşumları tesadüfen oluşmuş yapılar olarak yorumlamaya kalkışmayın, aksi halde kendi kendinizi komik duruma düşürmüş olursunuz.
İşte yukarıda maddeler halinde e sıraladığımız sorulardan da anlaşıldığı üzere şayet evrimci senarist tezleri ciddiye almış olsak karman çorman bir karışımdan ansızın hayali bir RNA molekülü doğuverdiğine kanıvermiş olacaktık. Dahası canlı oluşumunda ilk temel harcın gen dünyasının babası konumunda Başbuğ Başkan DNA molekülü değil de, Vezir-i azam ve elçi konumunda RNA molekülünü ilk temel harç olarak addedip, böylece bu uydurulmuş senaryodan hareketle tıpkı evrimciler gibi bizlerde evladın babadan önce doğuverdiğine kanmış olacaktık. Oysaki kazın ayağı hiçte öyle değil, bilakis insanın ilk yaratılış kodlarında toprak DNA vardır, toprak DNA olmadan RNA’nın kopyalanması asla mümkün değildir, dolayısıyla RNA’nın insanın ilk toprak mayası kodunda olmayıp tam aksine DNA’ca kopyalanan protein senteziyle vazifeli elçi konumunda bir bilgi kodu taşıyıcısı olduğu anlaşılmakta.
İyi ki de evrimci tezleri bu tür sorularla sorgulamış olduk. Nitekim sorguladıkça da birbirinden ilginç, bir o kadarda trajikomik hayal mahsulü senaryolarla kuşatıldığımızın farkına varmış olduk. Belli ki etrafımızı saran bu tür senaryo oyunlarından kurtulmanın tek yolu yaratılış mucizesine şevksiz şüphesiz iman etmekten geçer.
Proteinler nerede yapılır?
Protein sentezi hadisesi hemen her hücrede cereyan edip dışardan bir takım deneme yanılma metotlarıyla kendiliğinden oluşmaz, malum bir dizi aşamalar eşliğinde gerçekleşir. Tabii bu söz konusu bir dizi aşamalar protein sentezinin oluşumuna da kâfi gelmeyebilir, bu arada 20 aminoasidin sol-elli amino asitli olması gerekir ki protein sentezinden maksat hâsıl olsun. Hiç kuşkusuz bir dizi kural ve kaideler sadece protein sentezine has bir durum değil, buna DNA ve RNA’da dâhil elbet. Nitekim hücre içi karar kuralları gereği DNA ve RNA’yı oluşturan nükleotidlerin de sağ-elli olmaları icap eder.
Tabii protein yapımı konusunda hücre içi karar kuralı ve kaideleri burada bitmiyor, dahası var; amino asitlerin bir araya gelip dizilmeleri gerektiği kuralının yanı sıra bunların uygun bir şekilde nasıl bağlanmaları gerektiği kuralı da yaratılış kanunları kapsamında karar kuralı zorunluluktur. Öyle ki külli iradeyle tecelli eden bu söz konusu bir dizi karar kural ve kaidelerin hücre içerisinde yerine getirilebilmesi için de ayrıca amino asitlerin peptid bağlarıyla bağlanıp doğrusal olarak dizinim göstermeleri gerekir. Hiç kuşkusuz amino asitler sadece peptid bağlarıyla kimyasal bağ oluşturmaz, daha birçok değişik türden moleküllerle de kimyasal bağ oluşturmakta. Hele ki birde işin içinde protein sentezine yönelik faaliyet olursa bu durumda akan sular durur misali protein yapımına yönelik peptid bağlarıyla kimyasal bağların oluşturulma işlemleri bekletilmeksizin hızla karar kuralları ve kaideleri olarak yürürlüğe girer bile. Belli ki protein oluşumunda:
-Gerek sol-ellilik karar kural ve kaideleri,
-Gerek amino asitlerin linear dizinler şeklinde peptid bağlarıyla birbirine bağlanmalarıyla oluşacak olan protein sentezine yönelik karar kural ve kaideleri,
-Gerekse bir amino asidin amino grubuyla diğerinin karboksil grubunun bir su çekilme tepkimesiyle birbirine bağlanmaları şeklinde tecelli edecek olan bir dizi karar kural ve kaideleri, hiç kuşkusuz Yüce Allah’ın yarattığı biyolojik programın işleyişinde en temel öğeler olarak ‘dirlik’ göstermeleri için vardır. İyi ki de yaratılış kodlarımız en mükemmelinden bir dizi karar kural ve kaidelere bağlanmışta bu sayede hidrofobi denen bir hadiseyle yaratılış moleküllerimiz sudan kaçıp ıslanmaksızın kuru molekül olarak dirliğimiz mayalanmış olmakta. Zaten iri ve diri olarak da mayalanmak durumundayız. Zira emir büyük yerden gelmekte. Kaldı ki, ilahi emre amade DNA’nın metil gurubu içerikli donanımlı yapıda olması hasebiyle bizatihi başlı başına kendisi kuru bir moleküldür. Hatta Yüce Allah (c.c) bu hususta “Andolsun, Biz insanı karmış, kokuşmuş, kuru, şekillenmiş bir çamurdan yarattık” (Hicr, 26) diye zikrettiği ayet-i kerimeyle DNA’nın kuru oluşuna işaret buyurmakta. Böylece Yüce Allah’ın bu ayet mealinde işaret buyurduğu çamurla özdeş DNA’nın kurutulmuş olarak kalın ve kısa çubuklar şeklinde kromozom hale dönüştürüldüğü anlamını çıkarabiliriz pekâlâ. Hatta Yüce Allah’ın (c.c) “Şüphesiz Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık” (Saffat, 11) diye beyan buyurduğu ayet mealinden de anlaşılan o ki, çamurun oda sıcaklığında yüksek derecede viskozitede ki metilasyon içerikli yapışkan özelliği sayesinde kalın ve kısa çubuklu kromozomların ete kemiğe bürünecek şekilde vücut bulmasına vesile olduğu anlaşılmakta. Öyle ya, hem madem çamurdan maksat DNA molekülünün kalın ve kısa çubuklar şeklinde kromozomlu hale bürünmesidir, o halde bu aşamadan sonra yukarıda zikredilen ayet-i kerimelerin mana ve ruhundan hareketle çamurun sadece kısa ve kalın çubuklu hale getirilme şekline değil, yapışkanlığını da pür dikkat kesilmemiz icab eder. Nitekim ayette geçen ‘yapışkanlık’ vurgusu belli ki bir molekülün yüksek derecede viskozite içerikli (yüksek derecede yapışkan içerikli) olmasına istinaden bir vurgulamadır. Ki, yüksek derecede yapışkanlığın da olması gerekir ki şekillenme hadisesi ya da vücut bulma hadisesi vuku bulsun. Nasıl mı? Elbette ki DNA zincir halkasının belirli noktasında bir fermuar şeklinde açılmasıyla birlikte dışardan herhangi bir enzim marifetiyle teşekkül ettirilecek yeni bir DNA uçlarının, açılan fermuarın bir diğer yakasında birleştirileceği diğer DNA halkasının yapışkan parça uçlarına yapışmak suretiyle olacak iştir bu. Gerçekten de zikredilen ayet-i kerimenin içerdiği mana ve ruhuna dalındığında doğrudan insanın yaratılış çamur mayasının yapışkan uçlarla mayalanıp vücut bulduğuna olan inancımız, kalp göğüs kafesimizin hemen altındaki iman tahtamızda ipeğe sarılmış çelik zırh misali daha da kavileşip, böylece “Allah” demekten kendimizi alamayız da.
Her neyse sonuçta geldiğimiz noktada, evrimcilerin yukarıda yazılan çizilen senaryolardan ilham alaraktan suni metotlarla inorganik olarak elde edilen protein benzeri (protenoidler) moleküller üretme çabalarına pek sıcak bakmıyoruz. Zira tüm bu laboratuvar çalışmalarının hiçbiri ilk yaratılışta ki tabiat şartlarında gerçekleşmiş olaylar değildirler.
Velhasıl-i kelam; ilk yaratılışın tekrarlanması ve tecrübe edilmesi imkânsız bir mucizevî bir hadisedir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön