eLek.: tahta ya da metal bir kasnak ve bu kasnağın tek tarafına gerilmiş gözenekli tel, bez vb.den oluşan, taneli ya da un gibi toz durumunda olan şeyleri yabancı maddelerden ayıklamak ya da incesini irisinden, kabasından ayırmak için kullanıl an araç.. feLek.: Tâlih, baht.. şeLek.: Sırtta taşınan yük.. İnsanın doğuştan kamburu.. keLek.: olgunlaşmamış kavun..
HÂLiM CÂNım=>NEdir ki BUu, AŞKk ATEŞin=>KÜLü DUYGUu,
=>DUMANı=>YAZAR GÖKLERe,
BU da GEÇeR=>GEÇeR Yâ HUu!.
ZEVK 10.410
GEÇmiş<=>GELecek=>Şu ÂN’da=->İĞNE UCU’nda=>ŞEHÂDEt, HAKk ÂŞIKk GÖZ YAŞı=>ÂB-DESt==->USTURA AĞZI’nda ELBEt, NÂR’dan=>NÛRumuzHÂLiM CÂN,
=>TÛR’da=>SÛRumuzHÂLiM CÂN,
HeR YeR HeR ÂN HeR HÂLde BİZ=>HeR NEFEs YAŞArız CeNNEt!.
Hocamın bahsettiği “MuhaMMed (SAV)'in Hür Askeri” gibi hissediyorum kendimi çoğu zaman.
Gerçi o kimseyi görmüş, tanımış değilim ama görmeye de gerek yok sanırım. Zirâ takılan isminden belli nasıl biri olduğu…
Niye bunu deme gereği duydum sözün başında;
Çünkü söze başladığım şu anda neler diyeceğimi/yazacağımı inanın ki hiç bilmiyorum.
Sâdece şunu biliyorum ki.: “MuhaMMed (SAV)'in Hasbi Hizmetçisi/Kıtmiri” =>“Âşık insan içinde olanı yazmazsa, söylemezse, çatlar-ölür” diyor… Ben da hakikaten bu kanaatteyim.
Lâkin insan yazmaya karar vermekle yazamıyor ki…
Saatlerce iki kelimeyi bir araya getirememişimdir ne yazayım diye düşünürken.
Ne yazacağını düşünmeden yazan kimse.: "yazılana kim ne der?" diye düşünür mü?
Düşünmez elbette..
Ne düşünür?
"Allah ve Resûlü (SAV) ne der?" Düşünür. Öyle düşünmezse MuhaMMed (SAV)'in askeri olamaz zirâ.
O’nu gözeten insan da;
Allah ve Resûlünü samimîyetle gözeten insanların da ne diyeceğini ne düşüneceğini bilir o vakit.
Onlar da HâLimce’dir ZâT-en…
Gönül isterdi ki tüm toplum "MuhaMMed (SAV) 'in Ordusu" olsun…
Ama ortalık “KOMUTAN” dan geçilmiyor ki…
"MuhaMMed (SAV) öldü!. Ben de O’nun vârisiyim!." edâsıyla/iddiâsıyla ortalıkta cirit atanların etrafında toplanıyor insanlar… Sonra da.: "Kandırıldım, aldatıldım!. vb." yakınmalardan geçilmiyor…
At izi it izine karışmış…
Başka bir konuda olsa hâdi bir dereceye kadar neyse… Ama Ebedî Âlem söz konusu olan…
Samîmi Müslüman Allah’a tevekkül ederek vicdânıyla hükmederek yolunu bulur elbette.
Ama ayağı kayacak olanlara nisbetle oldukça azdır bu sayı.
Tutunacak bir dal arayıp ta bulamayan niceleri var… Özellikle yeni nesil savruluyor rüzgarda…
Onlara önderlik edecek olanlardan doğru olanlar bir kenara çekilmiş.
Çekilmeyip te bir şeyler söylemeye çalışanları da alaşağı ediyor piyasa simsarları…
Herkes benim gibi namsız nişânsız değil ki… Herkes MuhaMMed (SAV) 'in hür askeri değil ki…
Biri çıkıyor "Emevilerin zulmünden, bu dine yaptıkları kötülüklerden" bahsediyor,
Bir diğeri ise.: “Hazreti Muavîye… Hazreti Yezîd…” diye söze başlıyor
Millet te bakıp bakıp hangisi doğru hangisi yanlış diye kalakalıyor.
Dinden, kitaptan soğuyan, uzaklaşan… Deizme kayan… vb. de savruluyor işte rüzgardaki yaprak misali…
"Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş" diye bir söz var ya;
Bırakın yoğurdu her türlü süt ürününden uzak duruyor bu kimseler.
Ama ilkokuldan beri biliyoruz ki;
ET-SÜT-YUMURTA..
Temel gıda ürünleridir.
Sağlıklı bir büyüme için olmazsa olmazdırlar…
Sütten ağzın yandı diye içme…
Hayvansever (İnsansevmez) lerden dolayı kurban kesme…
Yumurtayı da gezen tavuktu gezmeyen tavuktu diyerek sorgula… Eeee?
Süt; İlim gibidir…
Et; Amel..
Yumurta ise Kemâlât gibidir… İçten kırılmalı, Dıştan değil…
Ama insanlar hep dıştan kırılıyor, içten değil…
Geçenlerde evimizde kalabalık bir misâfir topluluğu vardı…
Sözün ilerlediği saatlerde genç kızlardan biri ağlayarak çıktı diğer kadınların yanından…
Hanıma sordum.: "Pınar neden ağlıyor?" diye…
"Teyzesi paylamış; Sen nasıl olur da İnstegram’ da beni, teyzeni engellersin diye…
Onun da gücüne gitmiş, balkonda hıçkıra hıçkıra ağlıyor…"
İnanın şaşıyorum insanlara… Üzülüyorum daha doğrusu…
Neleri bırakmışlar, nelerle uğraşıyorlar…
Nasıl bu hâle geldik biz…
Eskiden bakışım çok farklıydı…
Saçı sakalı ağarmış insanlar mübârek kimselerdi bizim için. Ninelerimiz de öyleydi…
Hüküm-Hikmet Sâhibi elleri öpülesi insanlardı… Ya da biz câhildik te ondan mı öyle zannediyorduk bilmiyorum ki…
Ama yine öyle görmek istiyor gönül.
Lâkin biraz yaklaşınca yanına o halin zerresini dahi göremiyorsun ne yazık ki…
Ben.: "Herkes öyle!." demiyorum, diyemem de zâten…
Muhakkak vardır ve asla eksik olmaz o türlü mübârek kimseler ama benim nasibsizliğimdendir göremeyişim.
Hem sonra insan öğreniyor ki eskiler/eski zamanlarda da benzer hayal kırıklıkları varmış insanlarda.
Masal tadında yaşanmış değilmiş geçmiş asırlar… Birâz okuyunca, araştırınca görüyor insan.
Bu okuma/araştırmalarım esnâsında İmam-ı Azam’la kesişti yolum kendimden utanarak.
Doğru dürüst hiç bakmamışım kim bu İmam-ı Azam diye!
Ne bedeller ödemiş inandığı doğrular uğruna… Allah'ın Dini İslam uğruna…
Onca baskı altında tam bir HÜR ASKERİ imiş MuHaMMeD (SAV)’ in…
Hangi mezhebdensin? diye… "Hanefi Mezhebindeniz!" diyoruz.
Gerçi ben Mezheblere karşı oluşum nedeniyle de biraz uzak durdum mezheblerin kurucusu sayılan imamlara lâkin; Bu bir mâzeret olamaz. Ne Hanefi Mezhebini doğru dürüst biliyorum ne de kurucusu kabul ettiğimiz Ebu Hanife/İmam-ı Azam’ı doğru dürüst tanıyorum. Şimdi ilk iş olarak O’nunla ilgili ayıbımı örtmek için büyük bir gayretin içine girdim. İşte o sırada gördüm ki bizim bugün yakınmaya hiç hakkımız yok.
Bir elimiz yağda bir elimiz balda İslam’ı yaşıyoruz yaşayabiliyoruz çok şükür.
Çok şükür diyorum ama bu madalyonun bir yüzü… Diğer yüzünde bu rahatlığın sebebine bakınca şükretmek yerine kahroluyor insan. Çünkü İslâm adına kimse bedel ödemeyi göze alamıyor demek ki günümüzde…
İmam-ı Azam bu gerçekleri haykırmak uğruna canını fedâ eden bir insan.
O'nun hakkında birkaç kitap okumadan ve iyice anlamadan hakkında söz etmem doğru olmaz.
Fakat bu vesileyle başka bir hususa takıldım.
Hristiyanlık ile Müslümanlık arasındaki temel çatışma konularından biri olan;
- Kur'ÂN Mahluk mudur (Sonradan mı yaratılmıştır) yoksa değil midir!
- Diğer yönüyle Hz. İsâ bizim inandığımız şekilde Peygamber midir yoksa Hristiyanların inandığı şekilde "Allah’ın oğlu (Ruhul Kudüs)" mudur?
Biz Hz.İsa’nın Peygamberliğini kabul etmekle Kur'ÂN’ın Hükmüne uyuyoruz lâkin bu yetmiyor Hristiyanlara…
Şöyle ki;
Hristiyanlar Hz. İsâ’yı diğer peygamberler gibi görmüyor. Onlar yaratılmış insanlar oysa ki Hz. İsa Allah’ın Kelâmı diyorlar…
Kur'ÂN'da üç yerde Hz. İsâ'nın "Allah'tan bir kelime" olduğu ifâde edilmiştir. (Âl-i İmrân 3/39,45; Nisâ4/171)
Bu âyetleri de delil olarak sunuyorlar bize karşı.
Çok enteresan!
Bu işin içinden çıkılamamış bu güne kadar.
Bu nedenle de zorla fetvâlar verdirilmek istenmiş "Kur'ÂN mahluktur" diye…
Kur'ÂNı (Allah’ın Kelâmı’nı) mahluk/yaratılmış olarak görüyor isek o vakit Hz. İsâ’yı da diğer peygamberler gibi kabul etme hakkımız olacak Hristiyanların bizi çekmek istediği noktada.
Allah’ın Kelâmını yaratık olmaktan tenzih edersek o vakit Hz. İsâ’nın diğer peygamberlerden ayrıcalığı ve üstünlüğünü kabul ediyor olmamız gerekecek.
Oysa denebilirdi ki;
Hz. İsâ’nın Elimizde tuttuğumuz şu MUSHAF’tan farkı yoktur. Mushaf elde/matbada yazılan bir kitaptır. Ama içindeki Kelimetullah olabilir. Bu nedenle de Hz. İsâ’nın Ruhu Allah’ın Kelâmıdır dışı mahluktur.
Âlemin en akıllısı ben olduğum için hemen çözüverdim asırlardır çözülemeyen bu problemi…
İşte MuhaMMed’in (SAV) HüR ASKeRi olmak böyle bir rahatlık…
YâR âLLâMe’dir âLeM’de,
TuTaN eL YaZ-aN KâLeM’de,
KuR-âN Okuduğu DeM’de,
KuR-LÂ'nı-YoR (*) DeLi GöNLüM..
SîNeR Mî YâR SîNeSîNe,
BeN-zi-YoR mu KeNDi-SîNe,
KıRıYoR DüMeNi YiNe,
KıR-LÂ'nı-YoR (**) DeLi GöNLüM..
Henüz üFF’lemeden SûR’u,
aN-La-Sa BiR, aRı-DuRu,
ÇoK-TaNDıR aTeŞ-SiZ TûR’u
TuR-LÂ'nı-YoR DeLi GöNLüM.
CâNâN iNCi CâN SeDeF’se
HeLÂL midir KeYFi NeFS'e,
SıRR SîN-ede TeK HeDeF’se,
SıR-LÂ'nı-YoR DeLi GöNLüM..
HâLimce CâN HâLden HâLe,
GüL-GüLmeden GüLmez LâLe,
HaYYatı BiR ZoR RiSâLe,
ZoR-LÂ'nı-YoR DeLi GöNLüM..
HâLimce… 29.01.2024 - 12.41
(*) Kundak sarılmak TDH Türk Birliği - Türk Lehçeleri Sözlüğü.
(**) Yakın yoldan gitmeyip, uzak yoldan gitmek, dolaşmak. Çok konuşmak, gevezelik etmek.
Zaman;
Sığındığımız bir mekân…
Bazen imkân, bazen imkânsızlık…
Bazen yol, bazen yolcu… Bazen yoldaş…
Bazen Hâl… Bazen Hâldaş.
Bazen Hakikat-Bazen düş gibi…
Anlatıyoruz da böyle,
Sanki, zamanı görmüş gibi.
Zaman da BiZi aN’latıyor,
BiZe aN’ latıyor!
O öğretmen… Biz talebe,
Ve Her aN,
Yeni bir Şe’ene gebe.
Zamanın sureti Saat; Tıpkı vücudumuz gibi ha-bire işliyor kendi kendine.
O nedenle olsa gerek, kurmuş olmama rağmen çoğu zaman alarm çalmadan
uyanıyorum ayn-ı vakitte.
Uyandığım vakit gönlüme bakıyorum bir, bir de balkona çıkıp havaya bakıyorum nasıldır bugün diye.
İkisi aynı kıvamda olduğunda iyi!
Lâkin çoğu zaman uyumsuzluk halinde buluyorum.
Günlük güneşlikken hava, fırtınalar içinde gönlüm.
Nedeni ne bilmiyorum;
Belki biliyorum ama niye şimdi onu bilmiyorum.
Kara bulutlar kaplamış oluyor gönül semâmı, güneşi göremediğim oluyor günlerce.
Özümden geliyor yağmurlar. Çâresizlik ve kimsesizlik duygusuyla doluyor içim.
Sonra başka bir gün bir bahar neşesiyle uyanıyor gönlüm.
Açan çiçeklerde, uçuşan kelebeklerde El-Vedûd Esmâsı raks ediyor.
Sevmek ne güzel Allahım, sevilmek ne güzel.
Beni de sev, sevdiklerimi de sev.
Ve ben seni seveyim, sevdiklerini seveyim.
Onlara da sevdir beni ve sevdiklerimi.
Gülüyor gönlüm.
وَاَنَّهُ هُوَ اَضْحَكَ وَاَبْكٰى Ve ennehû huve adhake ve ebkâ. Şüphesiz O’ dur güldüren ve ağlatan (53/43)
Ben öyle çıkamıyorum da gökyüzüne, gönlüm öyle sanki.
Bazen süzülüyor sema ediyor Semâda, bazen de yeryüzünde yüzüstü sürünüyor.
Lâkin, ne yaşasam düş gibi görünüyor.
Düş görüyorum demiyorum ama “Düş” ü görüyorum.
Neye dayanarak kurduğumu bilmediğim, kırılan-yıkılan düşlerimi görüyorum.
Artık yeni bir düş kurmak gelmiyor içimden.
Gerçekleşmesini isteyebileceğim düşlerim yok artık.
Gerçeği istiyorum sâdece.
Gördüğümde tanır mıyım gerçeği nasıl tanırım bilmiyorum.
Şunu biliyorum ki lâkin; Bilinmezlik karanlıktır.
Aydınlığı nasıl bilirim diye düşünmemin bir mânâsı yok!
Bilmenin kendisidir aydınlık.
Velhâsılı böyle “Gel-Git” ler içinde geçen ömrüm geçiyor çoğu zaman gönül perdemde çoğu zaman akıl perdemde. Film, aynı ise perdenin ne önemi var denmesin.
Aynı film her perdede başka renklere hâllere bürünüyor.
Ya da bakan öyle görüyor.
Belki hepsinden başka bir bakış daha vardır. “Belki” diyorum ama şâhid olmadığımdan öyle diyorum.
Yoksa illâ ki vardır inanıyorum.
İşte bu filmde… Bu ömür filmi içinde yaşadığım hâller-roller nedeniyle aklımın karanlık dehlizleri yordu beni bugüne dek.
Bu günden sonra bu yorgunluğu nasıl taşırım, ne kadar taşıyabilirim bilmiyorum.
Taşımak zorunda olduğumu biliyorum sadece.
Çünkü; Kimseye taşıyabileceğinden fazla bir yük yüklemeyeceğini biliyorum Rabbimin.
Yoksa “Paydos” seçeneğini de verirdi kuluna.
Vermiş olsaydı çoktan seçmiştim o seçeneği.
Ama öyle bir seçenek yok.
Hani buyurmuş ya yeryüzüne ve semâya;
ثُمَّ اسْتَوٰى اِلَى السَّمَاءِ وَهِىَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِیَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعٖينَ Summestevâ iles semâi ve hiye duhânun fegâle lehâ ve lil ardıé'tiyâ tav'an ev kerhâ, gâletâ eteynâ tâiîn. Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin." dedi. Her ikisi de:
"İsteyerek geldik" dediler. (41/11)
Bana da dese öyle; İsteyerek geliyorum derim.
Kalıp ta ne yapacağım ki zaten. Zararın neresinden dönersen kârdır.
Ama bu “İsteyerek veyâ istemeyerek gelin” emri dönüşe ilişkin değil belli ki.
Başlangıca yani bu imtihan meydanına gelişe ilişkin.
Bu emir; Bu meydanda isteyerek veya istemeyerek kalmayı gerektiriyor.
“Ta ki Bilelim…” (47/38)
O vakit aydınlanır karanlıklar, bilinmezlik bilinmez olur. Başka bir deyişle bilinen olur bilmeyle.
“Ben Güneş çıktı diyorum, siz karanlık nere gitti diyorsunuz!” buyurmuş ya Rasûlallah (Sav) Efendimiz.
“Var” lığını Güneş’ in yok (Gâyb) oluşuna borçlu olan GeCe,
Güneş’ in VaR’ lığına nasıl şâhid olabilir ki! Nasıl bilebilir ki!
“Lâ İlâhe…” İNKâR’ dır onun hâli.
GüNDüZ ise var oluşuyla iKRâR eder;
İLLâ ALLaH der hâliyle…
Böylece BiR GüN geçer MaSaL tadında; BiR VaR’mış BiR YoK’muş…
Öyle geçiyor işte ömrümüz düş gibi masal gibi…
Ve;
“Biz MiSâLLeR’ le aN’ lattık” buyuruyor Allah cc.
Gece ve Gündüzden oluşan bir günlük bir masaldır ömrümüz.
Her bir günü her bir aN’ı YeNi yazılan…
الَرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ Elif lâm râ, kitâbun enzelnâhu ileyke lituhricen nâse minez zulumâti ilen nûri biizni rabbihim ilâ sırâtıl azîzil hamîd. Elif Lâm Râ. Bir kitab ki sana indirdik, insanları Rabblarının iznile zulmetlerden nûra çıkarasın diye: doğru o azîz hamîdin yoluna ki bütün izzet-ü hamd onun (14/1)
O NûR’a, aydınlığa kavuşamadığımdan gece-gündüz arasında alaca-karanlık masalı ömrüm.
O karanlığın koyulaştığı ve beni yutmak üzere olduğu bir demde;
Emir gibi-Hatırlatma gibi-Öğüt gibi-Doğru yolu göstermek gibi
Gönlüme düşen bir âyet vardı;
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اسْتَعٖينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ Yâ eyyuhellezîne âmenusteînû bis sabri ves salâh, innallâhe meas sâbirîn. Ey o bütün iman edenler sabr-ü salât ile yardım isteyin, şüphe yok ki Allah sabr edenlerle beraberdir. (2/153)
Öyle yapıyorum. Öyle yapmaya gayret ediyorum elimden geldiğince.
Sarılacak başka bir ip, gidilecek başka bir yol, çalınacak başka bir kapı yok.
“Allahümme yâ mukallibel kulûb, Sebbit kalbî alâ dînike.”
Gönlümüzce bu böyle…
Lâkin gönlümüze göre oL’muyor ki Akıl-Nefs
Kolay olmuyor iknâ etmek.
O seni kendine iknâ etmeye çalıyor.
Neler fısıldıyor neler…
Hiç durmaksızın!
Hiç durmaz sızın!
Baksan, sorsan; Ne vaad ediyor?
Hiçbir vaadi yok!
Sadece döndürmeye çalışıyor seni. Yanlış yaptın diyor, Hiçbir şey elde edemedin diyor.
Boşuna geçti ömrün diyor… Diyor da diyor.
Âleme bakıyorum herkes mi benim gibi?
Âlem dediğimiz de ev ile iş arası.
Yoksa bî-haberiz âlemden-âlemlerden.
Mâlum!
Her sabah aynı yerden binip aynı yerde iniyoruz.
Aynı yerden aynı şeyleri alıyoruz mide derdine…
Simit-poğaça-boyoz…
“Aynı olmasın!” dedi içim bugün. “Neden?” diye sormadım.
Vakit vardı çünkü iş saatine… Değişiklik iyi gelir diye düşündüm.
İndiğim durağı geçtim sonraki durakta indim.
Kahvaltımızı işyerinde yapıyoruz çay hazır olduğunda. “E mâdem vakit var; Gidip işyerinde çay saatini bekleyeceğine otur şurada içi çayını. Beş dakika keyif yap, (Kafanı dinleme!)
Hem bak boyoz-poğaça satan bir yer var indiğin durakta” dedi içim.
O vakit; Bir çay, bir poğaça söyleyeyim. Çok fazla oyalanamam.
İşyerinde ayrıca yaparım kahvaltımı.
En fazla beş dakika hadi bilemedin on dakika ayırabilirim anca.
Zâten hep böyle nedense, hep bir şeylere yetişme telaşı gibi ucu ucuna.
Öyle bakınca…
Şimdi böyle geldim işyerine bu düşündüklerimi anlatıyor yazıyorum ama öyle ilginç ki.
Nasıl zaman bulabiliyorsun bunları yazmaya diye kendi kendime sormuyor değilim fakat;
Ben yazmıyorum da yazı bana kendini yazdırıyor ve bunun için de herşeyi ayarlamış oluyor.
Sihirli bir el değiyor sanki ve hergün kafa kaşımaya fırsat bulamayan ben âdeta bir fanusun içine alınmışım da kimse ilişemiyormuşcasına bir ortam doğuyor etrafımda. Ben orada değilmişim gibi.
Kimse seslenmiyor, dikkatimi dağıtmıyor. Âcilen halledilecek bir iş çıkmıyor.
Sen yaz diyor!
Çok şaşırıyorum bu duruma çok hayret ediyorum.
Hep alışık olduğum o telaşlı halim aklımın bir ucunda durmuyor değil ama diğer yandan alışık olmadığım bu korunmuşluk duygusu içinde kendimi verebiliyorum yazdıklarıma.
Ve istiyorum ki silinmeden gönlümden yazayım ve anlatabileyim HâLimce…
Çayım geldi-poğaçam geldi. Çocuk gibi mutlu oldu gönlüm.
Mutlu olmak ne kolay aslında.
Ama ne kadar zor!
Bir sigara yaktım hemen ardından yarıya inen çayımla içmek için.
Bütün çaba bunun içindi sanki dedim kendime.
Önümdeki yoldan arabalar geçiyor, otobüsler geçiyor…
Yolun karşısında motosikletini itekleyerek karşıya geçmeye çalışan bir adam gördüm.
Geçen arabalara kızıyordu belli ki… Beklemekten sıkılmış bir an önce geçmek istiyor.
Başardı sonunda. Motorunu itekleye itekleye geldi bulunduğumuz yere doğru.
O gelince işyeri sâhibi de müşteri gibi karşıladı… Belki de tanıyorlardı birbirlerini bilmiyorum.
Bir şeyler konuştular. Sonra kulak verdiğim kısmında motosikletli adam sordu;
“Motorun lastiği patladı. Yaptırabileceğim bir yer var mı?” diye.
Adam da hemen aşağıda bir yeri târif etti; Lastikçiymiş orası.
“Yaparlar mı yapmazlar mı bilemem” dedi.
Umutsuz ve yorgun bir yüzle o yana doğru bakındı motorlu adam.
Hâline baktım o vakit… Hayat hırpalamış belli ki.
Saç sakal… Üstündeki kıyafetler… Hani doğru kelime ne olur bilmiyorum;
Pejmürde mi demeli… Derbeder mi? Serseri mi… Meczub mu?
Kızgın-kırılgan-yorgun lâkin güçlü görünmeye, ayakta durmaya çalışan.
“Tam yerini buldu aksi şey!” dedi… “Ee! Tam yeri işte…” dedim. “Lastikçi hemen şuradaymış”
Lastikçiye gitmek yerine oturdu yanımdaki masaya. O da çay ve yiyecek bir şeyler söyledi.
“Yaaa… Sabah sabah… İşim gücüm vardı… Aksilik…” falan söyleniyor bir şeyler. “Söylenme” dedim. "Belki bu daha hayırlıdır. Belki dönmen gerekiyordu.
Gittiğin yere gitsen bilemezdin ki ne gelecekti başına.” Dedim.
“Doğru aslında ama keşke öyle bakabilsem” dedi. “Öyle bakmak lâzım… Güvenmek lâzım Yaradan’a” dedim.
Öyle söyleyince bir tuhaf oldu içim;
Adama mı diyorsun bunları kendine mi diye bir yerde bir kıpırtılar oldu.
“Yaaa… Kurban olayım ben Yaradan’a… Ama bırakmıyorlar ki kardeşim…” dedi adam.
Belli ki bam teline dokunmuşum. “Evet, insanlar bir acayip… Ama yapacak bir şey yok…imtihan dünyası” dedim
“Bir hafta öncesinde ben tam yüz seksen bin lira para ödedim… İsteğe bağlı sigorta parası; Emekli ettim hanımı…” “Hayırlı olsun” dedim… “Ben emekli ettikten bir hafta sonra bıraktı gitti beni…” dedi. “ ????”
“Kim? Hanımın mı?” “Hanımım ya! Kırk yıllık hanımım!” “Gitsin… Sen iyilik etmişsin. İyiliğin gitmedi ya! O biliyor” dedim Semâ’yı işâret ederek.
Söyleniyor kendi kendine… “Nasıl yapar bunu bana” diyerek. “İnsanoğlu işte… Kırk yıllık karısını tanıyamıyor ama en çok kendisini tanıyamıyor” dedim.
… “Telefon açtım arkasına… Eğer sen beni böyle bırakıp gidersen, boşanırsan benden…
… Ben de seni ve iki kızını vururum, öldürürüm dedim ona” dedi. “Sakın ha!”
…
“Öfkeye kapılma. Öfkenin kimden geldiğini biliyorsan onun senin hayrına hizmet etmediğini bilirsin.
Şeytandır o.” “Gelmiş bir hafta sonra… Toplamış eşyaları… Buzdolabı, çamaşır makinası, bulaşık makinası…
Baktım televizyonu da kucaklamış götürüyor. Aldım elinden yere çaldım…” “Yapma öyle… Herkes kendine yakışanı yapar. Bırak götürsün. Onun istediği o mâdem” dedim.
“Bak” dedi… “Bak evin hâline… “
Telefonu aldı bana evinin fotoğraflarını göstermek istiyor. Elleri titriyor, gözleri doldu… “Niye açılmıyor bu telefon” diye söylene söylene buldu fotoğrafları gösterdi…
Terk edilmişliğin kokusu sinmiş (fotoğraflara ve) eve… Dağınık her taraf…
Bir çek yat, sağda solda saçılmış eşyalar… “Bak” dedi… “Bu çekyatta yatıyorum ben. Beni düşürdüğü hâle bak!” “Ne güzel” dedim
Hayretle baktı. “Onu bulamayanlar da var. Açıkta, sokakta kalanlar var. Bir çadır bulamayanlar var.
Bak dedim Gazze’ ye… Bak Lübnan’a…” “Orası öyle… Çok şükür Rabbime” dedi… “Bıraktı gitti beni… Kırk yıllık karım!. Tekirdağ’a torun bakmaya gitti.” “Gitsin!” dedim. Sen onunla mı geldin dünyaya?... O seninle gelir mi mezara?
O bir emânetti yanında, bir yoldaştı. Bitti demek ki yoldaşlığı. Benim ki de beni bıraktı”
Gözleri dolan adam ağlamaya başladı… “Sen bu kadar âciz misin?” dedim. “Allah onun için mi yarattı seni?
Ona güven, seni Yaradan’dır senin sahibin. Vardır bir bildiği…”
Artık hıçkıra hıçkıra ağlıyordu…
“Ben bu hâle düşecek adam mıydım… Nelerim vardı benim” “Hz. Süleymân da öyleydi… Firavun’un da neleri vardı.
Hangisi ne götürdü kardeşim? Yaptığın iyilikler veya kötülükler gelir seninle”
... “Ben de ayrıldım hanımdan… Bak şimdi Rabbim başka bir yol çizdi…”
Adam çocuk gibi ağlıyor karşımda. “Ağlamak rahmettir” dedim. “ Allah başka güzellikler yazmıştır da ondan giden gitmiştir.”
“Benim akrabalarım çok zengin.” Dedi. Saydı işte amca, dayı teyze… Neler neler var… “Evlendirelim seni diyorlar zâten” “Onların demesiyle evlenme. Gönlün der sana kiminle evleneceğini. Aramana gerek yok.
Allah çıkarır karşına. Sen onu bilirsin o seni bilir…”
Adam boynuma sarılacak neredeyse. Artık benim de kalkmam lâzım.
Masaya çökmüş ağlıyor adam. Omuzunu sıvazladım. “Allah işini rast getirsin” dedim… “Yaaa…. Sen ne güzel bir insansın kardeşim… Keşke senin gibi olsam, senin gibi bakabilsem…”
Dedi adam bana!
"Benim gibi mi?" dedim içimden… Utandım çok…
Allah’ tan utandım… Kaçar gibi uzaklaştım oradan. Ben de ağlayacaktım yoksa. "Kendine bir hayrın yok bâri başkasına bir hayrın olsun" der gibi Allah!
Kendisi için yapamadığını başkası için yapabiliyormuş insan.
Ben teselli ararken, başkasına teselli olabileceğim gelmezdi aklıma.
Bir işe yaramış olmanın huzurunu hissettim içimde.
Ve sordum içimden;
Kim kime teselli oldu?
HâLimce…
03.10.2024 – 07: 50 – 16:42
Sofuyum halk içinde,
Tesbih elimden gitmez.
Dilim mârifet söyler,
Gönlüm hiç kabul etmez.
Boynumda icâzetim,
Riya ile taatim.
Endişem ayrık yerde,
Gözüm yolum gözetmez.