Mehâbet :
(ﻣﻬﺎﺑﺖ) i. (Ar. heybet “korkmak, sakınmak”tan mehābet)
1. Büyük ve heybetli kimseler veya şeyler karşısında duyulan çekinme ve korku hissiyle karışık saygı:
Dağlar ufkunda mehâbet / Ova ufkunda huzur / Deniz ufkunda tesellî duyulur (Yahyâ Kemal).
Canlı bir yüz bana yaklaştı, mehâbetle dolu / Kim bu? Nerden bu geliş? Hangi yolun yolcusu bu? (Fâruk N. Çamlıbel).
2. Ululuk, yücelik, azamet, heybet:
Vahy-i ilâhînin mehâbeti fahr-i âleme havf u dehşet verdi (Cevdet Paşa).
Otağın mehâbetinden ürkerek sapsarı kesilmiş (Ömer Seyfeddin).
Zîra bütün mehâbetini, kahramanlığını o kopmayacak sandığı zincire borçlu idi (Refik H. Karay).
Dağarcığıma bir kelime
- tamersah tarik
- Moderatör
- Mesajlar: 800
- Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00
- tamersah tarik
- Moderatör
- Mesajlar: 800
- Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00
Re: Dağarcığıma bir kelime
Âsûde
(ﺁﺳﻮﺩﻩ) sıf. (Fars. āsūden “dinlenmek”ten āsūde)
1. Sıkıntı ve üzüntülerden uzak, dağdağasız, gāilesiz, rahat, huzurlu:
Kanâat mülkün ancak fitneden âsûde gördüm ben (Fıtnat Hanım).
Hased o rinde ki âsûdedir mezârında (Muallim Nâci).
İnsanları şen, bacaları âsûde tüter/Ne güzel bir dünyam vardır (Câhit S. Tarancı).
2. Sâkin, sessiz:
Melâl-i rûhumu âsûde dalgalar avutur (Hüseyin Sîret).
Ben uyurken yatakta âsûde / Dumanlı camları örtmüş birer beyaz perde (Orhan S. Orhon).
ѻ Âsûde olmak: Rahat olmak, müsterih olmak:
Olur âsûde diller rûzigârın germ ü serdinden (Fıtnat Hanım).
Âsûde olam dersen eğer gelme cihâna / Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan (Ziyâ Paşa).
■ Başına geldiği kelimelere “rahat, gāilesiz, sâkin” anlamı katarak Farsça usûlüyle birleşik sıfatlar yapar:
Âsûde-dil: Gönlü rahat.
Âsûde-hal: Rahat, sâkin, dinlenmiş:
Firdevs-i a’lâda mekân tutup rahmet-i rahman ile âsûde-hal olduklarında… (Sehî Bey Tezkiresi).
Âsûde-hâtır: Gönlü ve zihni rahat:
Bu tedbîr ile vüs’at buldu Yûsuf / Biraz âsûde-hâtır oldu Yûsuf (Yahyâ Bey).
Âsûde-hâtır olmak ise murâdın eğer / Rencîde etme kimseyi herkesle hoş geçin (Ferit Kam’dan).
ÂSÛDEGÎ
(ﺁﺳﻮﺩﮔﻰ) i. (Fars. āsūde’nin mastariyet eki -і almış şekli āsūdegі) Huzurlu olma, sükûnet, rahatlık:
Piyano (…) bu âsûdegîye alışan yalının henüz uykuda kalmış perilerini uyandırıyordu (Hâlit Z. Uşaklıgil).
Boş bırakılan öküzler kemâl-i âsûdegî ile piyasa ediyorlar (Hüseyin C. Yalçın).
Âlem-i huzur ve âsûdegîye kavuşmuş (Hüseyin C. Yalçın).
ÂSÛDELİK
i. Endîşelerden uzak, rahat, huzur ve sükûn içinde olma durumu.
(ﺁﺳﻮﺩﻩ) sıf. (Fars. āsūden “dinlenmek”ten āsūde)
1. Sıkıntı ve üzüntülerden uzak, dağdağasız, gāilesiz, rahat, huzurlu:
Kanâat mülkün ancak fitneden âsûde gördüm ben (Fıtnat Hanım).
Hased o rinde ki âsûdedir mezârında (Muallim Nâci).
İnsanları şen, bacaları âsûde tüter/Ne güzel bir dünyam vardır (Câhit S. Tarancı).
2. Sâkin, sessiz:
Melâl-i rûhumu âsûde dalgalar avutur (Hüseyin Sîret).
Ben uyurken yatakta âsûde / Dumanlı camları örtmüş birer beyaz perde (Orhan S. Orhon).
ѻ Âsûde olmak: Rahat olmak, müsterih olmak:
Olur âsûde diller rûzigârın germ ü serdinden (Fıtnat Hanım).
Âsûde olam dersen eğer gelme cihâna / Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan (Ziyâ Paşa).
■ Başına geldiği kelimelere “rahat, gāilesiz, sâkin” anlamı katarak Farsça usûlüyle birleşik sıfatlar yapar:
Âsûde-dil: Gönlü rahat.
Âsûde-hal: Rahat, sâkin, dinlenmiş:
Firdevs-i a’lâda mekân tutup rahmet-i rahman ile âsûde-hal olduklarında… (Sehî Bey Tezkiresi).
Âsûde-hâtır: Gönlü ve zihni rahat:
Bu tedbîr ile vüs’at buldu Yûsuf / Biraz âsûde-hâtır oldu Yûsuf (Yahyâ Bey).
Âsûde-hâtır olmak ise murâdın eğer / Rencîde etme kimseyi herkesle hoş geçin (Ferit Kam’dan).
ÂSÛDEGÎ
(ﺁﺳﻮﺩﮔﻰ) i. (Fars. āsūde’nin mastariyet eki -і almış şekli āsūdegі) Huzurlu olma, sükûnet, rahatlık:
Piyano (…) bu âsûdegîye alışan yalının henüz uykuda kalmış perilerini uyandırıyordu (Hâlit Z. Uşaklıgil).
Boş bırakılan öküzler kemâl-i âsûdegî ile piyasa ediyorlar (Hüseyin C. Yalçın).
Âlem-i huzur ve âsûdegîye kavuşmuş (Hüseyin C. Yalçın).
ÂSÛDELİK
i. Endîşelerden uzak, rahat, huzur ve sükûn içinde olma durumu.
- tamersah tarik
- Moderatör
- Mesajlar: 800
- Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00
Re: Dağarcığıma bir kelime
LÂYEZAL
[l ince] (ﻻ ﻳﺰﺍﻝ) sıf. (Ar. olumsuzluk eki lā ve zevāl’den muzâri fiil yezālu ile lā-yezālu > lā-yezāl) Zeval bulmaz, bitmez, ebedî:
Ey lâyezâl ü lemyezel / Hani sana lâyık amel (Aziz Mahmud Hüdâyî).
Mefhar-ı Osmâniyân etmiş Hudâ-yı lâyezal / Şâh-ı İskender-haşem kim dergeh-i vâlâsına (Fıtnat Hanım).
Kâinatta lâyezal olarak seni görüyoruz, ey dâimî varlık ve dâimî yokluk (Refik H. Karay).
[l ince] (ﻻ ﻳﺰﺍﻝ) sıf. (Ar. olumsuzluk eki lā ve zevāl’den muzâri fiil yezālu ile lā-yezālu > lā-yezāl) Zeval bulmaz, bitmez, ebedî:
Ey lâyezâl ü lemyezel / Hani sana lâyık amel (Aziz Mahmud Hüdâyî).
Mefhar-ı Osmâniyân etmiş Hudâ-yı lâyezal / Şâh-ı İskender-haşem kim dergeh-i vâlâsına (Fıtnat Hanım).
Kâinatta lâyezal olarak seni görüyoruz, ey dâimî varlık ve dâimî yokluk (Refik H. Karay).
- tamersah tarik
- Moderatör
- Mesajlar: 800
- Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00
Re: Dağarcığıma bir kelime
TETÂBUK
(ﺗﻄﺎﺑﻖ) i. (Ar. ṭabaḳ “uygun gelmek”ten teṭābuḳ) Uyma, uygun düşme, uygun gelme:
Hakîkatte eser ile müessir beyninde tetâbuk ve muvâfakat gösterdiklerinden… (Ziyâ Paşa).
Hemen hikâyelerinden birinin bir sahîfesiyle tetâbuk edemeyen vak’alar ehemmiyet verilmeyecek bir yalan derecesine inerdi (Hâlit Z. Uşaklıgil).
İslâmiyet’in ciddiyet, vakar, yardım ve saygı şiarları eski Türk ahlâkına tamâmen tetâbuk ediyordu (İbrâhim Kafesoğlu – Ö.T.S.).
(ﺗﻄﺎﺑﻖ) i. (Ar. ṭabaḳ “uygun gelmek”ten teṭābuḳ) Uyma, uygun düşme, uygun gelme:
Hakîkatte eser ile müessir beyninde tetâbuk ve muvâfakat gösterdiklerinden… (Ziyâ Paşa).
Hemen hikâyelerinden birinin bir sahîfesiyle tetâbuk edemeyen vak’alar ehemmiyet verilmeyecek bir yalan derecesine inerdi (Hâlit Z. Uşaklıgil).
İslâmiyet’in ciddiyet, vakar, yardım ve saygı şiarları eski Türk ahlâkına tamâmen tetâbuk ediyordu (İbrâhim Kafesoğlu – Ö.T.S.).