VARLIK

Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 582
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim 9.34.. =>VUSLÂT.:

“Arapça, ulaşmak, varmak" demektir. Bir şeyin bir şeye ulaşması, bir şeye irtibât kurmak, sonra onda yoğunlaşmak anlamında ele alınabilir. "ALLAH'ın birleştirmesini emrettiğini birleştirenler..." (Râd/21) âyetindeki vuslât, bir İnsÂNın bir İnsÂNa ihsânda bulunarak, onunla irtibât sağlaması anlamındadır. ALLAH, bir kuluna RABBanî fetihte bulununca, kulun arzu ettiği şeylere ulaşması hâlinde, ona “vuslâta erdi” denir.
Muhyiddin Arabî vuslâtı; “kaybolanı, bulunmayanı elde etmek.” diye tanımlar. Vuslât, ontolojik mânâda değildir.
Hz. Peygamber aleyhisselâm bile, Mi’rac Gecesinde ALLAH'la ontolojik mânâda vuslâta erememiş, ALLAH ile arasında "Kȃbe
kavseyn" mesafesi kalmıştır. Peki, ALLAH ile birleşseydi ne olurdu? Hâşâ ALLAH olurdu... Bu da mümkün değil muhaldir. Tasavvuftaki vuslâtı, bu çizilen sınırlar içinde değerlendirmekte yarar görüyoruz.” (EC)

Resim
VUSLÂT!.

Bu AŞk ne güzel şeymiş,
İnsÂN neşe doluyor..
Ne yana dönüp baksa,
Mâşukunu görüyor..

Şükür edip hamd edip,
Kalkıp namaz kılıyor..
Sevgiliyi ararken.
O'nu kalbde buluyor..

Dost Emin’im ȃşık ol,
İçin zevkle doluyor..
Sen vuslâtı arama,
Vuslât her ÂN OLuyor..


Resim

BU NE ZEVK..

Mâşuk ȃşık vuslât etti oldu tek,
Bu ne zevktir, bu ne hazdır, bu ne şevk,
Dünyâ gitmiş ukbâ bitmiş kalan tek,
Bu ne zevktir, bu ne hazdır, bu ne şevk..

Naz nerede Niyâz nerde bu ne zevk,
Kimden kime naz niyâzın, eyle terk,
Terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i terk,
Bu ne zevktir, bu ne hazdır, bu ne şevk..

Dost Emin’de gözler yaşlı gönül hoş,
Mâşukuyla bir olmuşken dünyâ boş,
AŞka düşüp vuslâta gir sen de coş,
Bu ne zevktir, bu ne hazdır, bu ne şevk..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 582
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

Resim 9.35.. =>VÜCÛD.:

“Arapça, var olmak varlık ve bulmayı ifâde eden bir kelime. Sâlik beşerî vasıtalardan fâni olunca HAKk'ı bulur.
Kȃşâni vücudu.: “HAKk'ın, Zâtıyla Zâtı’nı bulmasıdır ki, bu yüzden Hazret-i Cem'e, Hazret-i Vücûd denir" şeklinde tanımlanmıştır. Varlığı, bulmayı, ifâde eden üç tasavvuf terimi, aralarındaki nüanslarla şu şekilde birbirlerinden ayrılırlar.:
a-) Vecd.: AŞkla cezbeye düşmek ki, kendiliğinden olur.
b-) Tevâcüd.: Kendiliğinden olmaksızın, sâlik'in zorlamasıyla elde edilen bir hâldir.
c-) Vücûd.: Vecd ve tevâcüdün ötesindedir. HAKk'la Hak olmak. Vücûd Makamındaki sâlikin vecd ve tevâcüde iltifatı yoktur, zirâ vücûd, vecd ve tevâcüdden üstündür. Kısaca, hakikat sultânı ortaya çıkınca, beşerî vasıfların yok olmasına vücûd denir.
Vücûdla ilgili bir takım terimler daha vardır ki onlar da şunlardır.:
Vücûd-ı Küllî.: Küllî varlık. Vahdet-i Vücûd: Bkz. Vahdet. Varlığı vücûd-ı mutlak: Mutlak varlık.
Vücûd-ı Baht.: Sırf varlık.
Vücûd-ı Mukayyed.: Varlığı vücûd-ı Mutlaka bağlı varlık, ki bu varlıklara vücûd-ı müfaz (feyze
mazhar olmuş varlık), vücûd-ı zıllî (gölge varlık), zâhir-i Hak (HAKk'ın ortaya çıkan yönü, dışı) vs. gibi isimler
de verilir.
Meratib-i Vücûd.: Varlık mertebeleri,
Ehl-i vücûd.: Vûcûdçular, eşyânın dış yüzünü ve mâhiyeti dediğimiz iç yüzünü keşfen bilenler.
Mevcûd-ı Hakikî.: ALLAH. Mevcûd, mevcûdat: Mahlûkât.”)EC.)



VÜCȖD!.

Bir “Zȃhir” var, bir de “Bȃtın” , ikisi de “HAKk” olur,
Bir ef’al var, bir de sıfat, fâil, mevsuf “Zȃt” olur..

Sen kendini ayrı sanma zȃhirdeki “HAKk” sensin.
HAKk zȃhirse ayrı sanma bȃtındaki “Halk” sensin..

Zȃhirinde sıfatıyla ef’aliyle görülür,
Basîretle bakan için “Zȃt” burada görülür..

Eksi artı birleşirse nötür diye bilinir,
Zȃhir, bȃtın ayrı olmaz tek vücȗddur bilinir..

Ef’al sende, sıfat sende sen burada zȃhirde,
Bȃtındaki “HAKk” burada görünüyor zȃhirde..

Dost Emin der dikkatle bak ayrı olan yok HAKk’tan,
Ha burada ha orada her şey yansıyor HAKk’tan..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 582
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim 9.36.. =>YAKÎN.:

“Arapça kesin, açık bilgiyi ifâde eden bir kelime. Kuşeyrî üç türlü yakînden bahseder.:
1-) İlme'l-Yâkin.: Bir şey hakkında habere dayanan bilgi.
2-) Ayne'l-Yakîn.: Bir şey hakkında, görmek sûretiyle elde edilen bilgi,
3-) HAKka'l-Yâkin.: Bir şeyi bizzât yaşamak sûretiyle elde edilen bilgi. Yakîn'de şüpheye yer yoktur, kalb bir şeyin hakikati konusunda, tatmin durumundadır. Yine yakîn, delil ile değil inanç kuvveti ile apaçık görmeyi ifâde eder. Tehânevî kişinin yakîn ile, su ve ateş üzerinde yürüyebileceğini, onlar katında belânın ni’mete, ni’metin de belâya dönüşebileceğini, ilmin, sufîyi kullanırken, yakînin onu taşıdığını kaydeder.” (EC)

Resim
Oku, dinle, öğren sen, önce ilme’l- yakîn ol,
İbâdet et HAKkı an, belki ayne’l- yakîn ol,
MEVLÂ nâsib ederse yüksel HAKke’l- yakîn ol,
Dost Emin'im dilerim sen Dost’una yakîn ol!.
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 582
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim 9.37.. =>ZİKR.:

Arapça, unutmanın zıddı olan hatırlamayı ifâde eden bir kelime. Korku (havf) veya sevginin çokluğu sebebiyle, gaflet meydanından müşâhede alanına çıkış. ZİKİR, âriflerin yaygısı, muhiblerin sağlamca bastığı yer, âşıkların şarâbıdır. ZİKRin hakikati, ZİKRedilen (ALLAH) den başkasını unutmaktır.
Kısımları.:
a-) Lisanın ZİKRi: Bu, kalbden yardım görür, muhib sürekli tekrarla bundan tad alır, onun adını işitmekten hoşlanır,
b-) Kalbin ZİKRi: Havassın ZİKRidir. Sevilenin hakikatinin kalbde tasavvuru ve bu tasavvurda yoğunlaşmaktır, diye tanımlanır. Bu münacattır. Her ne kadar, nefs-deki mânânın tercümanı olsa da, böyle münacaatlara "tefrika (ayrılık, ayrı bulunma) münacâtı" denir,
c-) Sırrın ZİKRi: Havâssû'l-havasdan olan vuslât erbabının makamı budur. Bu, ZİKRedenin topyekûn mezkûrda yâni ZİKRedilende erimesi ve sonunda da, izinin kaybolması şeklinde tecellî eder. Bu durumda ZİKRedilen ZİKReden olur. ZİKRin belirli bir vakti yoktur. "Ekimi's-salâte li-ZİKRî"
(Beni ZİKRetmek üzere namaz kıl) (Taha/14) âyet-i kerimesine göre namaz bir ZİKİR olduğu gibi, "ALLAH'ı ZİKRetmek çok büyüktür" (Ankebut/45) âyetiyle de ilâhî bir değerlendirme ile yeri tesbit edilmiştir. Kur’ÂN-ı Kerim'de cihad, namaz, oruç, zekȃt, hac vs. gibi dinin temelini teşkil eden i-badetler için, "ekber" ifâdesi kullanılmamışken, sâdece "ZİKR" için bu durumun söz konusu olması, üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir husustur. Ancak, bu arada şu hüküm cümlesini kullanmaktan geri duramayacağız: ZİKİR, her ibâdette öz olarak bulunmaktadır. ZİKİR bütün ibâdetlerin ortak paydasıdır. İbâdetler, sanki ALLAHZİKRetmenin farklı şekilleri gibidir. ZİKR mastarı, Kur’ÂN'da çeşitli kalıplarda 291 kere kullanılmıştır."Beni ZİKRediniz ki, Ben de sizi ZİKRedeyim..." (Bakara/152). Bu tür muKâbele olayı, sâdece ZİKİRdedir ve âyet (Bakara/152) ile sâbittir. Her ibâdette bir şekil sayı söz konusu olmadığı gibi (Ahzab/41), ALLAHZİKİR, günlük hayatın hemen her safhasında, ayakta, otururken, yatakta, yan yatarken (Al-i İmran/ 191) mümkündür. Yâni ZİKRin icrâsında diğer ibâdetlerde olduğu gibi, bir şeklîlik ve belirli şartlar söz konusu değildir. Kalb ehli bir zât şöyle der: "Üç şeyde nefsinizin tatlılık duyup duymadığını araştırınız. Bunlar namaz, ZİKİR ve Kur’ÂN okumaktır. Eğer bunlardan tatlılık duyar, lezzet alırsanız ne âlâ! Lezzet alamazsanız, hakikat kapısı size kapanmış demektir". ZİKRin İnsÂNın varoluşa katılmasındaki incelik kısaca şu şekilde gerçekleşir:
Kişi çok ZİKRettiğini sever, sevdiğini tanır, tanıdığına teslim olur, teslim olduğuna da dost olur, kul olur.” (EC)


Resim

CAN YİNE BÜLBÜL OLDU!.

Can yine bülbül oldu hâr açılıp gül oldu,
Göz kulak oldu hep bir her ne ki vâr ol oldu.

Uyandı çün Nâr-ı AŞk kaynadı Ebhâr-ı AŞk,
Her yanaya çağlayup aktı gözüm sel oldu.

Gönül ol bahre daldı dilim tutuldu kaldı,
Girdim anın ZİKRine azâlarım dil oldu.

Ferhad bugün ben oldum varlık dağını deldim,
Şirin’ime varmaya her cânibim yol oldu.

Geç ak ile karadan halkı bırak aradan,
Niyâzî dön buradan durma sana gel oldu..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 582
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

TENDE->CÂNIM.. CÂNDA =>CÂNÂNIMDIR!.

Tende cânım canda CÂNÂNımdır ALLAH Hû diyen,
Dilde sırrım sırda sÜBHÂNımdır ALLAH Hû diyen..

Dest-i kudretle yazılmış yüzüne Ayât-ı HAKk,
Gönlümün tahtında SULTÂNımdır ALLAH Hû diyen..

Cümle â’zâdan gelir zikr-i “Ene’l- HAKk” nârası,
Cism içinde zâr u EFGÂNımdır ALLAH Hû diyen..

Geceler tâ subh olunca inledir bu dert beni,
Derdimin içinde DERMÂNımdır ALLAH Hû diyen..

Yere göğe sığmayan bir mü’minin kalbindedir,
Katremîn içinde UMMÂNımdır ALLAH Hû diyen..

Kisve-i tenden muarrâ seyreder bu gökleri,
Çark uran abdâl-ı URYÂNımdır ALLAH Hû diyen..

Her kişiye kendiden akreb olan DOST ZÂTIdır,
Ey NİYÂZî dilde MİHMÂNımdır ALLAH Hû diyen..



Resim

SEVGİLİ..

Sen gerilme güzelim,
Sevgilin hep seninle..
Sen üzülme meleğim,
Sevgilin hep seninle..

ALLAH dâim fikrinde,
ALLAH adı zikrinde,
ALLAH senin kalbinde,
Sevgilin hep seninle..

Fikrinde olan O’dur,
Zikrullah çeken O’dur,
Senden işleyen O’dur,
Sevgilin hep seninle..

Çağırır seni niçin,
Vuslâta girmek için,
Temizle dışın, için,
Sevgilin hep seninle..

Namaz vuslât demektir,
Birliği zevk etmektir,
Hakikate ermektir,
Sevgilin hep seninle..

Dâim namaz kılalım,
Vuslâttan çıkmayalım,
Benlikten kurtulalım,
Sevgilin hep seninle..

Namaz oruç hac ile,
İbâdet et zevk ile,
TEVHİD eyle hȃl ile,
Sevgilin hep seninle..

Bak kȃinat zikirde,
Canlı cansız dönmede,
Her bir zerre teşbihte,
Sevgilin hep seninle..

Sen ALLAH’ın kulusun,
En şerefli mahluksun,
Halifesin İnsÂNsın,
Sevgilin hep seninle..

Kulluğunu unutma,
Zikirde ol dâima,
HAKk Cemȃli her yanda,
Sevgilin hep seninle..

Hiç Gayrullah görme sen,
Senden benden herkesten,
O işliyor her şeyden,
Sevgilin hep seninle..

Dost Emin'im HAKk’a koş,
Ȃşık mâşuk olsun hoş,
Zikir ile yaşa coş,
Sevgilin hep seninle..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 582
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

9. 38-) DİĞER BAZI TERİMLER.:

(Aşağıdaki kavramlar Prof. Ethem Cebecioğlu’nun ‘Tasavvuf Sözlüğü’ kitabından özetle alınmıştır.)

ABDAL.: Tasavvufta Velîler arasında, İnsÂNların işlerinde tasarruf için mânevî müsaade verilmiş kişilerdir. Derviş adam şeklinde târif edilir, abdal, ricâl-i gaybtendir.

ABDULLAH.: ALLAH, ism-i celâl, zât ismi. HAKk'ın kendisine, bütün isimleriyle tecellî ettiği kuldur. Kullar arasında bundan daha yüce bir makam yoktur. Çünkü bu kul, O'nun en büyük ismini gerçekleştirip, onunla sıfatlanmıştır.

AB-I HAYAT.: Farsça, hayat suyu mânâsınadır. Bu suyu içenin ölümsüz olacağına inanılır.

ÂDÂB.: Edeb kelimesinin çoğulu olan bu kelime, izlenmesi gereken esaslar, görgü kuralları gibi mânâları ihtiva eder. sufîlerin uymak zorunda olduğu bu görgü kurallarına "adab-ı sufîyye", "adab-ı tarikat". “adab ve erkȃn" gibi isimler verilir.

ADEM .: Arapça, Vücûd'un zıddı olup yokluk mânâsına gelir. Tasavvufta Hak'tan gayrisi. Vahdet-i Vücûd düşüncesinde yokluğa (adem) bir tür varlık affolunur.

AGÂH KİŞİ.: Farsça, ârif uyanık, bilen sezen, anlayışlı kişi demektir. Hakikat yolunu bilen kimsede bu özellikler bulunur ve bu durumda olan kişilere de, agȃh kişi denir.

ÂLEM.: Arapça, kȃinat, güneş sistemi ve çevresindeki dönen gezegenler topluluğu, Cihân, dünyâ, bütün varlıklar, mahlukat, İnsÂNlar, halk, cemâat, cemiyet çevre vs. gibi kelime anlamlan vardır. Tasavvufta ise, ALLAH'tan gayri herşeye âlem denir. Âleme, âlem denmesinin sebebi onunla ALLAH'ın isimler ve sıfatlar bakımından bilinmesidir. Zirâ âlem kelimesi bilmek masdarından türemiştir.

ÂLEM-İ EMR.: Arapça, emr âlemi demektir. Sebebe bağlı olmaksızın Hak tarafından vücûd bulan âlem. Melekȗt âlemi bu âlemdendir. Halk âlemi ile arasındaki fark, emr âlemînin bir anda var olmasıdır.

ÂLEM-İ HALK.: Arapça, yaratılan âlem demektir. Sebebe bağlı olarak vücûda gelen âlem. Şehâdet âlemi bu gruba girer.

ÂLEM-İ DÜNYÂ.: Arapça, dünyâ âlemi demektir. Hak buna İnsÂN vasıtası ile nazar eder. Buna vücûdi
şehâdet de denir. İnsÂN vasıtasıyla bakılmayan her âlem, gayb âlemidir.

ÂLEM-İ KUDS.: Arapça, kudsal âlem anlamındadır. Yaratılişâ ait hükümlerden ve kevni noksanlıklardan yüce ve mukaddes olan İlâhî mânâlar âlemi.

ÂLEM-İ KÜBRA.: Arapça, büyük âlem demektir. Zâhiren büyük âlem, kȃinattır. Küçük âlem de İnsÂN. Gerçekte kȃinat, İnsÂNda dürülmüştür. Ağacın çekirdekte dürülü halde bulunuşu gibi. İnsÂN, bütün âlemlerin aslıdır. Bu âlem, Kȃmil İnsÂN için yaratılmıştır. O halde İnsÂN "illeti gâîyye" olduğu için asıldır, mevcûdat ise fer'dir. İnsÂN zâhiren küçük, fakat hakikatta büyük bir âlemdir.

ÂLEM-İ SUĞRA.: Arapça, küçük âlem anlamındadır. Küçük âlem, İnsÂNdır.

ÂLEM-İ ERVAH.: Rûhlar âlemi anlamında Arapça bir ifâde. Vücûd, "taayyün-i sâni" ve "Vâhidîyyet" mertebesinden sonra, "suver-i ilmîyye" bakımından "rûhlar" mertebesine iner. Bu mertebede suver-i alîyye, cevher-i basit olarak ortaya çıkar. Bunların rengi ve şekli yoktur. Zaman ve mekȃnla alâkalan yoktur. Çünkü bunlar cisim değildirler. Bu mertebede her rûh, kendisini ve kendi mebdei olan HAKk'ı idrak eder. "Elestü
biRABB’iküm kâlû belâ" (Ben sizin RABB’iniz değil miyim? Evet dediler) A'raf/172 âyet-i kerimesi ile bu mertebeye işâret edilir.

ÂLEM-İ MİSAL.: Arapça, misâl âlemi demektir. Bu mertebe, sufîler tarafından kabul edilen bir mertebedîr. Bu mertebe; zâtın, parçalanma ve bölünme kabul etmeyen şekiller ile hariçte zühûrudur. Bu mertebeye misâl denmesinden maksad; rûhlar âlemînde bulunan her bir ferdin, cisimler âlemînde bürüneceği bir şeklin benzerinin bu âlemde zâhir olmasından ötürüdür. Âlem-i berzâh da derler. Bu mertebe, gayb ve
şehâdet arasını ayıran bir sınırdır.

ÂLEM-İ ŞEHÂDET.: Arapça, görünen âlem demektir. Zât-ı Mutlak'ın parçalanma ve bölünme kabul eden cisimlerin şekilleri ile hariçte zühûrudur. Onun için bu âleme "âlem-i kevn ü fesad" derler. Çünkü, cisimlerin şekilleri bir yandan oluşum halinde, diğer yandan da bozulma durumundadır. Bu âleme, şu isimler de verilir .: Âlem-i mülk, âlem-i nasut, âlem-i hiss, âlem-i anasır, âlem-i eflak ü encam, âlem-i mevâlid.

ALLAH.: Kȃinatın yegane yaratıcısının zât ismi. ism-i celâl. Lafza-i celâl. İsm-i a'zam. Varlığına, ilk İnsÂN Hz. Âdem ile inanılan ve bağlanılan en yüce varlık. ALLAH'ın varlığının alametleri her yerde bulunmaktadır. Maddî bir varlık olmadığı için, maddeye bulanmış varlıklar, ALLAH'ı doğrudan doğruya göremezler, görmeye tahammül edemezler. Hz. Mûsâ'nın Tur-ı Sina'da ALLAH'ı görme isteğine karşılık meydana gelen durum, bunun en güzel misâlidir. Güneşin ışığına bile dayanamıyan bir göz, nasıl olur da kȃinatın yaratıcısı ve ilk sebebini görebilir? O'nun varlığı, kalblerde daha iyi hissedilir. Medeni veya vahşi her milletin, her kavmin dilinde O'na tekâbül eden bir kelime mutlaka vardır.

ÂL-İ ABA.: Arapça. Aba (kaftan, cübbe) âilesi demektir. Rivâyete göre, bir gün Hz. Peygamber aleyhisselâm üzerinde aba bulunurken, yanına gelen Hz. Ali'yi, kızı Hz. Fatıma'yı, torunları Hasan ve Hüseyin'i bu abanın altında toplar. Bu şekilde, Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın yakînlarını belirleyen bir ifâde olmak üzere, adı zikredilen kişiler "âl-i aba" terimiyle anılmışlardır.

ANKA.: Halk arasında, ismi olup, cismi bulunmayan mitolojik bir kuşa verilen isimdir. Misli az bulunan şeyler Hakkında da kullanılır. Mutasavvıflar bunu, vücûdda taayyünü olmayan, yalnız zihinde sûret bulan heyula diye târif ederler.

ARİF.: Arapça, irfân sâhibi anlamındadır. ALLAH'ı gerçek yönüyle bilen kişi. Âlim gibi bilen mânâsına gelirse de ondan farklıdır. Âlim, ilmi bir tahsil ve çalışma sonucu elde eder. Ârif ise, irfâna, ilham ve hal ile ulaşır. Cenâb-ı HAKk'ı keşf ve müşâhade yoluyla bilen kişi. Bu bakımdan ümmi bir İnsÂNa da ârif denilir, ancak âlim denemez. Ârifler için, ehl-i yakîn, ehl-i din, Velî, kutb ve genel olarak "ârif-i billah" tâbiri kullanılır.

AŞURA.: Arabî aylardan Muharrem'in onuncu günü. Bu günde, Hz. Hüseyin hicri 61/680'de Kerbelâ'da şehid edilmiştir. Ayrıca rivâyete göre, Hz. Nuh'un gemisi bu gün karaya oturmuş bunun üzerine Hz. Nuh da şükür olarak gemide bulunan hububatı karıştırarak bir tatlı yapmıştır. Bunların dışında da on Muharrem'de gerçekleştiği kaydedilen daha bir çok olay anlatılmaktadır. Muharrem'in 9-10. veya 10-11. günleri oruç
tutmak sünnettir.
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 582
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »



BASAR.: Arapça, görmeyi ifâde eder.
O, Zâtını Zâtıyla görür. Mahlûkâtını da Zâtı ile görür.

BASİRET.: Arapça. İdrak, firâset, kalb gözü ile görüş demektir. Tasavvufta, kudsîyyet nuru ile nurlanmış kalbin kuvveti olan basiret, HAKk'ın doğruya erdirmesi ile perdeyi açar, bu şekilde eşyânın hakikatleri ve içleri görülür. Buna, kudsî kuvvet denir. Bu, nefse nisbetle göz mesabesindedir. Nefis, o göz ile eşyânın zâhirini ve dış şekillerini görür. Göze nisbetle basar ne ise, kalbe nisbetle basîret de odur. Gözlerin görmesine sebeb olan ve görme kuvveti denilen rü'yet nuruna basar denildiği gibi, kalbin görmesine sebeb olan ve lisanımızda kalb gözü de denilen idrak edici kuvvete, özellikle bunun zekâ, fetânet ve firâset adı verilen ve bir emr-i zâhir ve bâtına dikkat ve nüfuz ile gereği gibi idrâk eder bir derecede açık ve parlak olması haline de basiret denir.

BAŞ GÖZÜ-GÖNÜL GÖZÜ.: Bu ifâdedeki baş gözü ile kasetedilen, İnsÂNda fizikî ve biyolojik olarak bulunan, bildiğimiz gözdür. Ancak bu göz, sâdece eşyânın şeklini görmeyi sağlar, görülen şey üzerinde, anlama, yorumlama, istidlal yapma vs. gibi değerlendirmelerde bulunamaz. Buna kalb gözü, can gözü de denir. "Bu sözü can kulağıyla dinle", "sen ona can gözüyle bak da gör" gibi sözlerde kasdedilen budur.

BÂTIL.: Arapça, hakikat olmayan şey mânâsına gelir. Yâni esassız, boş şey demektir. Tasavvuf ıstilâhında Hak'dan gayrı, adem olan mâsivâ demektir. Sûfîler bâtılı inkâr etmezler. Yâni batıl vakıa olarak dâima vardır ve olagelmiştir, şeklinde kabul etmişlerdir. Bu sebeble yok sayılmaz, varlığı olan fakat değerlendirmeye tabi tutulduğunda olumsuz görülen bir şeydir.

BERZÂH.: Arapça, iki şey arasındaki engel; iki denizin biribirine kavuşmasına engel olan kara parçası.
Kur’ÂN'da ise mevt(ölüm) ile haşr (tekrar dirilme) arasında geçen zaman.

BEYTULLAH.: Arapça, ALLAH'ın evi. Ârifin, kâmil İnsÂNın kalbi, veya Ka'be. Kâmil İnsÂN bütün isimleri toplayan "ALLAH" isminin mazharı (ortaya çıkış yeri) olduğundan, bu hey'et-i mecmua ancak ona sığabilir. Bunun için gönüle "mir'ât-ı Hûda" derler. Sûfilere göre, gönül o kadar geniştir ki bütün kâinatı içine alabilir.

DEM.: Farsça, soluk veya zaman mânâsınadır. Tasavvufta, sûfinin geçmiş ve gelecek endişesinden kurtularak içinde bulunduğu ânı yaşaması esastır. Bu hâli elde etmiş kişi, ibnu'l-Vakt adıyla anılır ve sürekli
ALLAH'la beraberdir yâni "ihsân" derecesine ulaşmıştır. Yine sûfilerde zaman, iki olay arasındaki zihnî mukayeseden ortaya çıkan mücerred ve zihnî bir mefhumdur. Nitekim mekân da, kevn (oluş)'e uyar. Bir şey varlıkta ortaya çıkmadıkça, en, boy, yükseklik gibi mekanı belirleyen alanda bulunmaz. Zamanın gerçeği, sürekli yaşamakta olduğumuz "an" dır. Ân'larm sürekliliği ile, zaman mefhumu meydana gelir. Bu bakımdan
akıp giden bu ân'a, "ân-ı dâim" denir. Bütün varlıklar, kâinat, her an gayben ayn'a, ayn'dan gaybe gitmektedir. Yaratılış bu yüzden dâimidir. Ve bir an önceki âlem, bir sonraki âlemîn aynısı değildir. Sûfi, her ân ne âlemde ise, ona göre, o anda tahakkuk eden âlem odur. Sûretler geçer, hakikatler bakî kalır. Bu inançsufîlerce, "dem bu dem, saat bu saat" atasözüyle belirtilir.

EBRAR.: Arapça, iyiler demektir. ALLAH'ın sevgili, iyi kullan için kullanılan bir tâbirdir. Ahyâr kelimesi ile aynı
mânâya gelir.

EHL-İ HÂL.: Arapça. Hakikat ehli, bildiğini, inandığını tatbik eden, kendinden geçme sırrına eren kimseler. Bunlarjlâhî tecellîlere mazhariyet şerefine ermişlerdir.

FİRÂSET.: Arapça, görüş, tahmin ve anlamada dikkatli düşünüp isabetli olma anlamında bir kelime.
Yakînin açılması, gaybın görünmesi. Firâset, imân makamlarından birisidir. Hz. Resûllullah (s) "mü'minin
firâsetinden korkunuz; zirâ o, ALLAH'ın nuru ile bakar" buyurur.

HARABAT.: Arapça, sıkıntı, harabelik yerler mânâsına gelen bir kelime. Sûfinin, maddî ve nefsî dediğimiz yönünü yıkmasından, kendisinde dünyâlık bir şey kalmamasından hareketle bu tâbir kullanılır olmuştur.
Meyhane kelimesi de aynı mânâda kullanılmıştır. Tasavvuf edebiyatında; içki, dudak, yanak, şarap, kâse, sâkî gibi mecâzlı kullanımlar, tamamen sûfinin geçirdiği, yaşadığı bir takım hâlleri veya bazı tâbirlerin sembol olarak ifâdelendirilişini belirler. Sâkî.: Mürşid; Sevgili.: ALLAH; Kâse.: Kalb; vb. gibi örnekler, bu hususu daha iyi açıklar. Sûfilerin dünyâlarını harap etmeleri, âhireti imâr içindir. Zirâ âyetlerde, dünyânın bir oyun yeri olduğu, âhiretin dünyâdan daha hayırlı bulunduğu anlatılmaktadır. Çeşitli âyetlerin, bu şekilde bir yorum kazanması sonucu, rindler, ehl-i harabat denilen ve özgürce bir hayat yaşamaya temâyüllü bazı gruplar ortaya çıkmıştır. Harabelik, yıkık yer, kimseye mal olmayan, ne kadar onarılırsa onarılsın, bir türlü mamur hâle gelmeyen, bir çeşit sarhoş olup sonunda yıkılıp giden, yok olan şu dünyâdır. Zirâ ALLAH'ın veçhinin haricinde olan her şey fânidir, yok olucudur, helâk olucudur. (Rahmân/26-27).

HAVF.: Arapça, korku mânâsınadır. ALLAH'ın kahrından korkarak dinde sâbit olmak. Bunun zıddı recâ
(umma, ümidli olma)'dır. Diğer bir târife göre havf, yasaklanan şeylerden ve günahlardan utanmak ve bu hususta üzüntü duymak demektir.

HAVAS.: Arapça, seçkinler özel kişiler demektir. Tasavvuf yoluna girmiş, ALLAH'a vâsıl olmaya yönelmiş kişi.
Gerçeğe vuslâta erene de, Ahassu'l-Havas, Hâssü'l-Hâs denir. Bunun mukabili avamdır.

HEYULA.: Arapça, ham madde, ilk madde, pamuk gibi anlamları olan bir kelime. Kâşânî sûretlerin, kendinde ortaya çıktığı şeye heyula denir, demektedir.

HİKMET.: Arapça, hikmet; felsefe, adâlet, ilim, hilim, Peygamberlik, Kur’ÂN-ı Kerim, incil, veciz söz anlamlarında kullanılan bir kelime. Amel ve bilgi bütünleşmesinden meydana gelen ilim. İnsÂN'ın, gücü oranında, dış âlemdeki (afâktaki) nesnelerin hakikatim olduğu gibi bilip, ona göre hareket etmesinden bahseden ilme, hikmet denir. Bu ilim, tabiî, riyazî ve ilâhî olmak üzere üçe ayrılır. Söz ve davranıştaki isabet, olanı olduğu gibi bilmek de, hikmet olarak değerlendirilir. Hikmet, ALLAH'ın bir ordusu olup, onunla, Velî kullarının kalblerini güçlendirir. Türk tasavvuf geleneğinde, tasavvufî şiirlere hikmet denir. Ahmed Yesevî'nin
"Divân-ı Hikmef'i gibi. "Kime hikmet verildi ise, ona çok hayır bahşedilmiştir" (Bakara/269).

İHLÂS.: Gösterişi bırakmak, taatta, ibâdette samimî olmak mânâlarını ihtiva eden Arapça bir ifâde. Kalbi, safasına keder veren şeyden kurtarmak. Tam bir doğrulukla kullukta bulunmak. Amellerinde, ALLAH'tan başkasından karşılık beklememek.

İKRAR VERMEK.: Tasavvuf yoluna girenin, ALLAH'a yaklaşmak niyetiyle boynunu şeyhe teslim etmesi, bir şeyhe, derviş olduğunu ve verdiği sözden dönmeyeceğini ifâde etmek demektir.

İLÂHÎ.: Genellikle sûfî Şâirler tarafından dîni ve ilâhî fikirleri taşımak üzere yazılmış olan şiirlere, ilâhî denir.
İlâhî Arapça bir kelime olarak, ALLAH'a ait mânâsına gelir.

İLKÂ.: Arapça, atmak demektir. Kalbe inen vârid ve hitâb. Bunların bazısı sahih, bazısı fasiddir. Sahih olana ilkâ-i RABBanî, fasid olana da ilkâ-i Şeytânî veya ilkâ-i nefsâni denir. İlkine, ilkâ-ı İlâhî, ilkâ-i melekî veya ilkâ-i rûhanî de denir.

İLLİYYÎN.: Göğün ve CeNNetin en yüksek yeri. İyi amelli kişilerin rûhu bu yerde bulunacaktır.

İNÂYET.: Arapça, lütuf demektir. Cenâb-ı HAKk'ın kulunu yardım ederek koruması.

İRFÂN.: Arapça, bilmek demektir. Sezgi tecrübe ve manevî yolla elde edilen bilgi.

İRŞAD.: Arapça, irşad etme, rehberlik etme anlamındadır. Manen aydınlatma, gafletten uyandırma. Hak yolu gösteren kişiye, mürşid denir. Mürşide, sâhib-i irşad da denir. Bu mânâsıyla irşad, doğru yolu göstermek olarak değerlendirilir.

İSM-İ A'ZAM.: Arapça, en büyük isim demektir. ism-i Azam, "ALLAH" lafzı olup, bütün İlâhî isimleri içinde
bulundurduğu için "ism-i azam" denmiştir.

KÂF DAĞI.: Kâf, Kur’ÂN-ı Kerim'de ellinci surenin adıdır. Kur’ÂN-ı Kerim'in mukattââtındandır.
Tasavvuf erbabına göre, "Kâf", Kur’ÂN'a işârettir. Ki bu da, ALLAH'ın bütün isimlerinin zühûr yeri olan ve bu mazhariyeti bilen ve bildiren İnsÂN-ı Kâmil'dir. Zamanın kutbu ve imamı budur.

KENZ-İ MAHFİ.: Arapça'da gizli hazine demektir. Mutlak gaybda gizlenmiş bulunan hüvîyyet-i ehadîyye yerinde kullanılır. Bu, bilinmesi muhal olan gizlilerin gizlisidir. "Gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim..." kudsî hadisi ile, bu hususa işâret vardır.

KERAMET.: Azizlik, şeref, küp veya desti kapağı, itibâr, kerim, cömertlik, gibi anlamları içeren Arapça bir kelime. Peygamberlerden ortaya çıkan olağanüstü olaylara mucize denirken, benzeri, durum Velîler için söz konusu olunca, buna da keramet denir. Keramet, kevnî (surî) ve manevî (hakikî) olmak üzere ikiye ayrılır, ilki, hayz-ı ricâl olarak değerlendirilir, zirâ bunda, tabiat olaylarındaki deterministik sebeb-sonuç ilişkilerini, yâni adetullahı aşan bir durum söz konusudur. Manevî keramet, hakikî keramet olup istikametten ibârettir.

KEVSER.: Arapça, çokluk, çok şey demektir. CeNNette ALLAH'ın ni’metlerinden olan bir ırmak. Bu ırmağın
suyu baldan tatlı, kardan soğuk, bir içen bir daha susamaz.

KÜN.: Arapça, "ol" demektir. Ferganî şöyle der. "Hiçbir hatra ve hareket yoktur ki, emirle meydana gelmiş olmasın. Bu da "kün" (ol!) emridir. Emr ile halk O'nundur, halk ile emr de O'nundur. "Bir şeyi murad ettiğinde, O'nun işi, ol (kün) demektir, (o da) hemen oluverir" (Yâsîn/86).

LEVLAK.: Arapça "Sen olmasaydın" anlamında, şart içeren bir ifâde. "Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım" hadis-i kudsîsine dayanır. Arapçası şu şekilde tesbit edilmiştir .: "Levlâke levlâke lemâ halaktü'l-eflâk". Hz. Peygamber aleyhisselâm’ı öven na'atların çoğunda bu ifâdeler bulunur.

MÜNÂCÂT.: Arapça, fısıldaşmak, gizlice söyleşmek demektir. ALLAH'a hafîf sesle fısıltı halinde yalvaran, duâ eden kulun, RABB’isine olan bu davranışına, münâcât denir. Sûfi, sâdık kul, nefs, kalb, akıl ve rûhunun birlikteliğiyle ALLAH'la beraberliğini yaşar ve dâima O'na olan ihtiyacını hisseder. O'na gerçek anlamda kulluk yapamadığının farkına varır. Böylece O'na münâcâtta bulunur. O'na taât, nâfile, zikir ve ibâdetlerle yaklaşmaktan daha lezzetli birşey bulamaz. Şükreden, razı, âbid bir kul tavrıyla, ibâdet eder. Kalbinde
RABB’isinin nurunu görür. Nefsinde ALLAH'ın heybetini hisseder. ALLAH'ın yarattıklarındaki incelikleri düşünür.
O'nun cemâl ve celâlinden başkasını görmez. Birlik ummanında tesbihatta bulunur. Sevgiyle, kalbinin
derinliklerinden gelen bir duygu ile, münacatlarda bulunur.

NAZ-NİYAZ.: Naz ȃşıklara, niyâz âriflere mahsustur. Niyâz Farsça, yalvarmak, dilemek, gönül alçaklığında, bulunmak, duâ etmek, selâm etmek, hürmet etmek anlamlarına gelen bir kelimedir. Naz ehlinin ALLAH'a nâzı geçer. Bunlardan sık sık şatah ifâdeler (dikişsiz sözler, sümüklü mânâlar) zühûr eder. Naz ehlinde, alışılagelen edeb tavrına rastlanmaz. Niyâz ehli olanlar da ise; edeb, islam'ın kurallarına uyma, esastır. AŞk u niyâz etmek ve niyâz etmek, selâm karşılığında kullanılır.
Resim
Cevapla

“Dost Emin” sayfasına dön