İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Muhiddin-i Arabî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

KUR'AN'DA ÂŞIKLARIN VASIFLARIResim

ALLAH RESULÜ'NE BAĞLANMA :

Allah Resulü’ne, — selât ve selâm üzerine olsun— , bağlanma konusu İlâhî yasayla belirlenmiştir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “De ki: eğer Allah’ı seviyorsanız bana bağlanın ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..." (Kur’an, 3/31)

Bil ki, Allah için, kullarına duyduğu sevgide, iki sevgi ya da iki ilgi vardır. Bu sevgi, iradeye bağlı bir özelliktir. Birincisi, başlangıçtan beri Allah’ın onlara, kullara duyduğu sevgidir, işte bu sevgiyle Allah onlara, Kendine bağlanmalarını sağlamıştır. Örneğin, bütün peygamberlerin (hepsine selâm olsun) O’na kendiliklerinden bağlanmaları gibi. Öyle ki bu bağlanma, onlar için sonuçta iki çeşit sevgi ilgisi doğurmuştur, çünkü bağlanma iki biçimde olmuştur: Birincisi, farzları yerine getirmekle ve O’nu sevmekle; İkincisi, nafile ibadetler yapmakla, Hz. Peygamber, selât ve selâm üzerine olsun, Aziz ve Celil Rabb’inden naklettiği bir hadisi kudside şöyle buyurmaktadır: “Kendisine farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle kulumun Bana yaklaşmasından daha çok sevdiğim bir şey yoktur. Kulum Bana, Ben kendisini sevinceye kadar nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Ben onu sevince onun kulağı, gözü, eli ve tüm organları olurum.” Kul nafile ibadetler yapmakla, ALLAH o kulun kulağı ve diğer organları oluyorsa, peki kul farzları yerine getirmekle, ALLAH’nın kula duyduğu sevgi ne olur? Buna verilecek cevap şudur: Hakk bu seçkin kulun iradesiyle murad eder; bu sevgiye, bu bağlanmaya özgü olan ilk ve asıl iradeyle, yani Allah’ın dilemesiyle (meşie) tam bir mutabakat içerisinde, o kula bu âlemde hükmetme imkânını verir. Böylece Allah, o kulu, o sevgiyle muvaffak kılar. Dolayısıyla bu sevgi, yukarıda belirtilen birinci çeşitte yer almış olur, ki bu anlam ALLAH’nın şu sözünde ifadesini bulmaktadır: “Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz." (Kur’an, 76/30), “Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz." (Kur’an, 81/29). Hakk Teâlâ Kur’an’da zikrettiği sıfatlar nedeniyle, o sıfatları üzerinde uygulayan kullarını sever. Bu sıfatlar ise, ancak Hz. Peygambere bağlanmakla elde edilir.

Demek ki Allah’ın Resulü, selât ve selâm onun üzerine olsun, bu yolu sünnetleştirmiştir. Bunu da Allah’a bağlanmakla yapmıştır, çünkü “O hevadan konuşmaz; onun konuştuğu kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir." (Kur’an, 53/3-4). Allah Resulü, hem Allah’a hem de bize bağlı olarak hareket eder, fakat Allah, kimilerinin sandığı gibi, fiilin, hem Kendisi için hem de bizim için olmasını kabul etmez. Bu bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: ''Allah sadece bana ve size ne yapacak, nasıl davranacak bilmiyorum. Ben bana vahyolunana bağlanıyorum. Ben sadece açık bir uyarıcıyım." Bununla ilgili olarak, Allah da şöyle buyuruyor: “Resulün üzerine sadece duyurmak, bildirmek düşer.(Kur’an, 5/99).

Allah Resulü’ne bağlanmak demek, onun bize söylediği şeyleri yerine getirmek demektir. Bu nedenle, eğer Allah Resulü “yaptığım şeylerde bana uyunuz” demişse madem, biz ona uyduk; öyle dememiş olsaydı bile bize düşen onun söylediği şeylere uymaktır. Dolayısıyla, buradan bizim için çıkarılacak sonuç, bize emrettiği ve yasakladığı şeylerde ona uymamız gerektiğidir. Onun bize çizdiği sınırlarda durmak demek, fiillerinde ve ahlâkında ona uymak demektir. Bu tutum , “keramet" ve “ayet" diye isimlendirilir, yani bu tutum, bağlanmanın hakikiliğine ve doğruluğuna dair gerçek bir kanıttır.

Peygamberler de aynı şekilde İlâhî emirlere bağlıdırlar. Hz. Peygamber, selât ve selâm üzerine olsun, bu konuda şöyle buyuruyor: “Ben ancak bana vahyedilene tabi oluyorum." Böylece, İlâhî em irlere tabi olması sonucu ortaya çıkan ve onun üzerinde gözüken, Allah'ın işine, fiiline baglanma olayı bir “ayet”, bir mucize, bir işaret, bir örnek olmaktadır. Eğer biz de onun gibi onlara tabi olursak, onlara bağlanırsak, bizim için de bir “keramet” olmaktadır. Fakat bu fiil, bu eylem himmet ve teveccühle olmalıdır; insan kendi nefsini sevme, ona tabi olma durumuna düşmemelidir... O zaman Allah’ın iradesi dışında başka bir sebebi olmayan ve ancak o şekilde olması gereken olağanüstü haller kulda görülür. Bu fiil zahiri bir sebebten dolayı zuhur edecek olursa, kul bu mucizevi hal içine giremez. Örneğin, zahiri bir sebeble kuşların uçması misali. Hakikatte kuşları havada tutan Allah'tan başkası değildir62.* Bu şu anlama geliyor: Kuşların havada durabilmeleri ve uçabilmeleri için gerekli sebebleri Allah yaratmaktadır. Buna karşılık, eğer insan, olağan durum dışında havaya çıkar ve alışılagelen zahiri sebeble değil de yalnızca kendi iradesiyle havada yürürse, bu fiili, Allah’ın Kendi İradesiyle eşyayı yaratmasındaki fiiline benzer. İşte ALLAH’nın yaratma fiiliyle, eşyanın sebeblere bağlı olarak vuku bulması arasındaki bütün fark burada yatmaktadır.

Bunun özelliği ALLAH’ya ittiba etmekle, O’na bağlanmakla gerçekleşmesindedir. Bu çerçevede Kendisine ittiba edilecek varlık yalnızca Allah’tır. Kendi İradesiyle yarattığı fiilinde ittiba edilecek varlık da gene Allah’tır. Her şey Allah’ın yardımıyla ve dilemesiyledir.
. “O'ndan başka ALLAH yoktur; O Azizdir; O hikmet sahibidir.(Kur’an, 3/6”).

DiPNoT;

62*"Kanatlarını açarak kapatarak üstlerinde uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları havada tutan Rahman'dan başkası değildir.(Kur’an, 67/19)..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

TÖVBE EDENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:Resim

Sübhan ALLAH’nın tövbe edenlere duyduğu sevgi de, onların Allah’a ve Resulüne bağlanmalarıyla ilgilidir. “Tevvab” Allah’ın bir sıfatıdır. Aynı zamanda Allah’ın “Esma’ül-Hüsna”sından, yani güzel isimlerinden biridir. Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır; “Gerçeklen de Allah, o “tevvab"tır.” (Kur’an, 9/104) yani tövbeleri en çok kabul edendir. “Allah tövbe edenleri sever.” (Kur’an, 2/222). Demek ki, Allah sadece Kendi ismini ve sıfatını sevmekledir. Kul bu isim ve bu sıfatla isimlenir ve sıfatlanırsa kulunu da sevmektedir. Fakat kul, ancak Hakk’ın kendisine bu sıfatı verdiği ölçüde bu sıfatla sıfatlanır. Bunun nedeni de şudur: Kul, kendisini Allah’tan uzaklaştıran günah, isyan, itaatsizlik ve başkaldırı gibi kınanacak her tıırlü hal içindeyken bile Yüce ALLAH kuluna doğru döner. Kul, kendi hemcinslerinden biri kendisine bir kötülük, bir haksızlık yaptığında, bu kötülüğe karşı iyilikle karşılık verir ve ona kötülükle mukabelede bulunmaya kalkışmazsa, yani işte bu şekilde Allah’a dönerse, bu kul “tevvab” diye adlandırılır. Her an ve her durumda Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu bilmeyen kişinin, yalnızca Allah’a dönmesi doğru olacaktır. Bu nedenle O, “Allah’a bu şekilde dönerseniz” derken, tıpkı Kuranda: “Nerede olursanız olunuz, Allah sizinle beraberdir.'’ (Kur’an, 57/), “And olsun ki insanı biz yarattık, dolayısıyla nefsinin ona ne vesvese verdiğini biliriz, çünkü biz ona onun şahdamarından daha yakınız." (Kur’an, 50/6) dediği gibi, her an ve her durumda Allah’ın kendileriyle beraber olduğundan gâfil olan kişilere hitap etmiştir sadece.

Eğer sen Allah’a, hesap sorulacağı idrakiyle dönersen, gerçekte, bu dönüş senin içinde bulunduğun durumdan, içinde bulunmadığın başka bir duruma dönüştür. Bütün durumlar Allah’ın Elinde olduğu için, dönüş de bu şekilde Allah’a izafe edilir. Demek ki, gerçekten Allah’a dönen kişi, muhalefetten muvafakata, ma’siyetten itaata dönmüş olmaktadır. İşte, Allah’ın tövbe edenlere duyduğu sevginin anlamı budur.

Sana karşı kötü davranışta bulunanları affedersen, Allah da, Kendisine karşı yaptığın kötü davranışlardan dolayı seni affeder. Böylece sana doğru ihsanla, iyilikle döner. İşte, bu şekilde, işlerin hakikatini bilirsen... Allah'ın kullarına yaptığı hitabın anlamını anlarsan..., derecelerin ve mertebelerin arasındaki farkı görürsen..., o zaman Allah’ı hakkıyla tanıyan ve O’nun Kelamını anlayan bilginlerden biri olursun.

Tövbe edenlere Allah’ın duyduğu sevgi, kadınların adet gördükleri sırada çektikleri eziyet ve sıkıntının söz konusu edildiği ayetin sonunda dile getirilmektedir: "Sana adet görme hakkında soruyorlar, De ki: O bir eziyettir. Adet halinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar temas kurmayın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın emrettiği yerden varabilirsiniz. Allah tövbe edenleri ve tenıizlenenleri sever” (Kur’an, 2/22).

Hz. Peygamber’de, selât ve selâm üzerine olsun, bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Hiç kuşkusuz Allah, insanları baştan çıkarmış ve fakat sonra çok pişman olmuş ve tövbe etmiş olanları sever", yani kötü işleri deneyen ve kendisine kötülük yaptığı kimselerle Allah’ın kendisini denemesini isteyen kişi söz konusu edilmektedir burada. Onların kötülükleri karşısında, onlara iyilik ve güzellikle davranacaktır, çünkü artık “tövbe etmiş” birisidir. Ancak, Allah kullarını böyle itaatsizliklerle denemez. Yaratma açısından fiil olarak (bütün fiiller Allah’ın yaratması olsa da) Allah’a böyle bir şey izafe etmekten sakınalım! O fiiller, Allah’ın fiillere o şekilde hükmetmesinden dolayı itaatsizliktir. Yoksa Allah’ın bütün fiilleri, O’nun fiili olması açısından güzeldir. Öyleyse bunu iyi anla!63.*

DiPNoT;

63*Nerede olursanız olunuz, sağlam kayalar içinde bile olsanız, ölüm size ulaşır. Onlara bir iyilik erişirse, “Bu Allah'tandır." derler. Onlara bir kötülük erişirse “Bu senin tarafmdandır." derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır. ’ Bu insanlara ne oluyor ki, nerdeyse hiç bir söz anlamıyorlar." (Kuran, 4/78), “Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her kötülük de kendi (işlediğin günah yüzü)ndendir." (Kur’an, 4/79) ayetlerine göndermeler var.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

TEMİZLENENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ: Resim


Allah'ın temizlenenlere duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve Resulü’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah temizleyenleri sever.'' (Kur’an, 2/222). Temizlik (tathir), bir “takdis" ve “tenzih” sıfatıdır. Bu sıfat Allah’ın sıfatıdır.

Kulun temizliğine gelince; bu, kulun, içinde bulunması kendisine layık olmayan her türlü kusurdan kendisini çekip kurtarmasıdır, çünkü bir başkasına bu durum övülecek bir durum gibi gözükse bile, kendisi için, şer’an, bu durum kınanılacak bir durumdur. Kibir, zorbalık, övünme, kendini beğenme ve gurur gibi olumsuz sıfatlardan kul kendini arındırırsa, Allahu Teâlâ onu sever. Bu temizleyişlerden bazıları kaibler üzerindeki İlâhî damga nedeniyle kalbe bir anda giremez. Allah şöyle buyuruyor: “... işte Allah her kibirlinin, her zorbanın kalbini böyle mühürler.” (Kur’an, 40/35). Demek ki Allah, insanlardan müstehak olanlara, zahiren, büyüklük ve zorbalığı gösteriyor ki, ister büyüklük iddiasında bulunması ve ister kendisini öyle sanması, ya da kalbinde bu büyüklük ve bu zorbalıktan ma’sum olmasına rağmen kibir içinde bulunması nedeniyle bunlara müstehak olsun. Çünkü yaratıkların bütünü karşısında kendi acizliğini, zilletini ve yoksulluğunu bilir bu kul. Örneğin, kendisine acı veren, pire ısırması, büyük ya da küçük abdestini yaparken çektiği sıkıntıdan kurtulmak istemesi, açlık duygusunun doğurduğu acıyı gidermek için bir ekmek parçasına muhtaç olması gibi... Peki, her gün ve her gece bu durumda olan birinin, kalbinde büyüklük ve zorbalık fikri olması nasıl olur da doğru olur? işte, onun kalbi üzerine Allah’ın koyduğu mühür bu şekildedir. Bu nedenle onun kalbine hiçbir şey giremez.

Bu iki eğilimin onun dış varlığında tezahür etmesi konusuna gelince, o bundan pek zarar görmez, fakat Allah onun için bazı durumlar yaratır ki o, bu durumlarda o sıfatlarla gözükür ve bu yüzden kınanmaz. Bununla birlikte bazı durumlarda da onun kınanabileceği durumlar yaratır Allah. İşte kim kendi zatını, üzerinde böyle uygunsuz sıfatlar gözükmeyecek şekilde arındırırsa o kişi temizlenmiş demektir. Allah o kulu sever. Nitekim, tam tersine Allah, sevgisini, her gururlu ve kibirli kişiden uzaklaştırır. Tıpkı Allah’ın buyurduğu gibi: “inananlara karşı dudağını bükme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez" (Kur'an, 31/18). Ancak cahil olan kişi kendini bu sıfatla gösterir, cahillik ise, kınanılacak bir durumdur. Bu nedenle Allah, selût ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamberi cahil olmaktan sakın- dırmıştır. Hz. Nuh’a hitaben Allah şöyle buyurmuştur: ‘’Sana cahillerden olmamanı öğütlerim." (Kur’an, 11/46).

Cahil olan kimse, emsalleri önünde, kendisini onlardan üstün olduğunu iddia etmekten geri durmaz. Hatta Rabb’inden ve Yaratıcısı’ndan üstün olduğu sanısına bile yakalanır. Fakat bu şekilde, emsalleri önünde üstünlük taslamak demek herşeyden önce, kendi nefsine karşı üstünlük taslaması demektir. Oysa ki bir şey kendi nefsi üzerine üstünlük taslayamaz. Bu kibirlilik ve kendini beğenmişlik ancak bir cahilliktir. Hele hele bir insanın Rabb’ine karşı büyüklük taslaması tümden saçmalıktır. Çünkü ya Yaratıcısını tanıması gerekir ya da kendisinin bir yaratıcısı olduğunu bilmemesi gerekir. Eğer O’nu tanır ve O’na karşı büyüklenirse, işte o adam tam cahildir; Yaratıcısının kemal sıfatlarla sıfatlanmış olması gerektiği gerçeğini bilmiyordun Eğer bu gerçeği bilmiyorsa tam anlamıyla o bir cahildir. Dolayısıyla Allah ona karşı buğz eder. Sırf cahilliği yüzünden onu sevmez, çünkü bu gurura sırf kendi cahilliği yüzünden kapılmaktadır. Cahillik bir ölümdür; ilim ise bir diriliştir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz, yani ilimle dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olurmıı?"(Kur’an, 6/122). İşte bu iman ve keşf nurudur ki Allah onu ona ilham/vahiy yoluyla bağışlamış ya da o durum üzerinde onu sağlamlaştırmıştır.

İşte bu tür kusurlardan ve benzeri sıfatlardan kendini temizleyen kişi Allah’ın sevgilisi olur. Bunu böyle bil! Allah’ın temizlenenlere duyduğu sevgi buradan ileri gelir. Allah şöyle buyuruyor: “Allah temizlenenleri sever." (Kur’an, 2/222). Bu temizlenmiş insanlar, kendilerini temizledikleri gibi, kendileriyle birlikte başkalarını da temizlerler, yani onların temizliği başkalarına da sirayet eder. Bu bakımdan onlar, Hakk’ın naibi olarak, Hakk’ın yerine geçerler. Gerçi hakikatte temizleyen Allah’tır. Hakk koruyandır, gözetendir, sakıııdırandır, bağışlayandır, hem kendini hem de başkalarını bu tür hatalardan koruyan kişi Allah katm da kınanan biri durumuna düşmez. Allah o kişiyi bunlardan korur, sakındırır. Bu lür durumlara düşmekten onu alıkoyar. Allah’ın kendisine verdiği ilimle, o hatalardan başkalarını da temizlemeye çalışır.

Cahilliğin ve ölümün karanlığından, ilmin ve hayatın ışığıyla kurtulmak için kendisine gerekli olanları bilen ve ona göre davranan kişi, Kıyamet Günü’nde, mizanda, çevresini çepeçevre kuşatacak nurlarla tartılacak. İşte o kişi Allah’ın sevgilisidir. İlâhi velayetin yardımına özel olarak mazhar olur ve ALLAH’nın yeryüzünde halifesi olur. “Mukarrebun"dan, yani Allah’a yakın olanlar arasından velayet ve halifelik makamına yükselmiş olanlar, Allah'ın kendilerine naiplik verdiği kişilerdir, çünkü onlar öteki insanlar dışında bu İlâhî işlevi yerine getirmekle görevlidirler. Bununla birlikte her insan kendi uzuvlarını, ayrıca duygularını ve yeteneklerini yerinde kullanmakla yükümlüdür. İşte Allah, temizliğin ne olduğunu böylece insana bildiriyor ve kullarını bu şekilde temizliyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

SABREDENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ: Resim

Allah’ın sabredenlere duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve O’nun Elçisi’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah sabredenleri sever." (Kur’an, 3/146). Onlar bu şekilde Allah’ın kendilerini sınadığı kişilerdir. Bu nedenle, kendilerine bu belayı, bu imtihanı gönderen Allah’tan başkasına yalvarmak gibi bir hataya düşmediler. Sadece O’na yalvarıp yakardılar.

Allah yolunda savaşırken başlarına bir bela, bir felaket geldiğinde asla gevşemezler. Savaşırken zayıflık, cesaretsizlik göstermezler, çünkü onlar savaşı O’nunla birlikte sürdürürler, bu durum kendilerine zor gelse bile, böyle olması gerekir, aksi takdirde, kendilerine zorluk olmasaydı, o zaman sınav diye bir şey olmazdı. O belanın ortadan kaldırılması için Allah’tan başkasına güvenmezler, bel bağlamazlar. O belanın sona ermesi için sadece Allah’a sığınırlar. Tıpkı Salih peygamberin dediği gibi: “Bu dert bana dokundu. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin." (Kur’an, 21/83) Böylece felaket anında başkasına değil, sadece Allah'a açtı derdini ve bu imtihan karşısında Allah’a hamd ve sena etti. Bu nedenle, “Allah onu sabreden biri olarak buldu. O ne güzel bir kuldur. O devamlı ve çokça tövbe eden biridir” (Kur'an, 38/44). Şikayet etmesine rağmen durum böyledir.

Öyleyse bu şu demek oluyor, sabreden kişi sadece Allah’a açar derdini, şikayetini başkasına değil, sadece O’na bildirir. Kuşkusuz böyle davranması gerekir. Sabreden kişi, “ilâh! kahr”ın mukavemeti, dayanıklığı karşısında derdini Allah’a söylemezse, Allah’a karşı edepsizlik etmiş olur. Oysa ki peygamberler, hepsine selâm olsun, edep ehlidir ve Allah’tan gelen özel bir ilimle donanmışlardır.
Biliyorsun ki senin sabrın ancak Allah’tan gelmektedir, senin zatından ya da kendi çevrenden ya da kendi gücünden değil. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: “Sabret; sabrın ancak Allah’tandır." (Kur’an, 16/127). Öyleyse, o sana ait olmadığına göre, hangi şeyle övüneceksin? O belaların kaldırılması için yalnızca Kendine sığınsınlar ve O’ndan başkasına sığınmasınlar diye Allah kullarına, bu şekilde belalar verir. Kullar bu şekilde davranırlarsa, o zaman sabredenlerden olurlar ve Allah’ın sevdiği kullan arasına girerler.

Allah’ın isimlerinden biri de “es- Sabûr”dur. Bunun anlamı “çok sabreden”dir. Allah, sadece Kendi süslü giysisini üzerinde gördüğü kimseleri sever. Burada bir sır, bir incelik var, yani: Allah burada kendi makamını sana vermiş oluyor.
Kuşkusuz sabır, ancak eza ve cefa çeken birinde görülür. Biliyoruz ki, Allah’ın kulları arasında Allah’a ve Resulü’ne eza ve cefa çektirenler olmuştur. Onları tanıyalım ve dolayısıyla onlarla savaşarak ya da ilim öğrenmek isterlerse (çünkü onlar cahillerdir) onlara ilim öğreterek Allah’a karşı yapacakları bu eza ve cefayı ortadan kaldıralım diye Allah bize onların niteliklerini bildirmiştir. Bu nedenle Allah Kendini “es-Sabûr” diye adlandırarak, yapılan eziyeti bize atfetmiştir. “Sabûr” sıfatıyla sıfatlanarak Kendisine yapılacak eziyeti O’ndan uzaklaştırmamız için onları bize tanıtmıştır. Ayrıca bize gönderdiği bela, eza ve cefa karşısında sadece Kendisine yakarmamız ve o belayı başımızdan kaldırması için sadece O’na dua etmemiz gerekliğini bilmemiz için, onları bize tanıtmıştır. O’na bu şekilde dua etmemiz, isteğimizi O’na bildirmemiz, sabırlı olmamızı engellemez. Allah’ın bize duyduğu sevgi devam eder. Aynı şekilde O’nun “Sabûr” ismi de devam eder gider. Bu ezayı ortadan biz kaldıralım diye, kendisine eza verenleri bize bildiriyor. Nitekim sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Bir eza, cefa ya da zulüm karşısında Allah’tan başka sabırlı biri yoktur.” Öyleyse gönlünü, sana bu konuda yaptığımız uyarılar üzerinde tut, daima!
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ŞÜKREDENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:Resim

Allah’ın şükredenlere duyduğu sevgi de gene onların O’na ve O’nun Elçisi’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Allah Kitabında Kendini “şûkredenleri seven biri" olarak vasfetmiştir. Şükür, O’nun bir nimetidir, bir sıfatıdır, çünkü “Allah şükredenlerin ecrini verir ve her şeyi bilendir." (Kur’an, 2/158). Bu nedenle Allah Kendisinin sahip olduğu sıfatları kulunun üzerinde de görmeyi sever.

Şükür, ancak nimet üzerindeyken olur, yoksa bu konudaki gerçekleri bilmeyen bazı insanların ileri sürdükleri gibi bela üzerindeyken değil. Çünkü Allahu Teâlâ nimetini eza içine, cezasını da nimeti içine gizlemiştir. Dolayısıyla bu hakikatleri, yani bu durumları bilmeyen biri için, bu konular biraz karmaşık konulardır. Bu nedenle, o tür insanlar bela üzerindeyken şükrettiğini sanır, oysa bu doğru değildir. Bu durum tıpkı tiksinti veren bir ilacı içmek gibi bir şeydir, ki kuşkusuz bela cümlesindendir bu. Fakat aslında bu, bundan dolayı ölen, helâk olan biri için tam anlamıyla bir beladır. Aynı zamanda bu bir hastalıktır da. Hastalık nedeniyle o ilacı kullanmıştır. Bundan doğan elem, acı ise kendisinin istediği ilacın düşmanıdır. Böyle olmakla birlikte, vücut böyle bir belaya maruz kalırsa, vücuttaki bu acıyı giderecek olan şeyi içmek gerekir. İşte o zaman o ilaçtır. Vücud o ilacı içerken tiksinecektir, fakat hasta olan insan, bu tiksintinin, bu acılığın içinde, ondan doğacak bir nimetin gizli olduğunu, yani hastalığını giderecek şeyin, şifanın onun içinde bulunduğunu bilir. Böylece, o acının, o tiksinti veren şeyin içine bir nimet yerleştirdiği için Allah’a şükreder. Tiksinti verse de o ilacı kullanmaya sabırla devam eder. Çünkü hastalığın sona ermesi için, ilacın içinde o acının olması gerektiğini bilir. Dolayısıyla vücudunu rahata erdirmek için, o acı ilacı bir an önce almaya bakar. Bu hakikati iyi düşün!

İşte bu nedenle, o durumda bulunan kişi bundan dolayı şükreder yoksa belaya maruz kaldığı için değil. Tiksinilecek bir şeyin içine gizli bir nimeti yerleştirdiği için ALLAHya şükrederse, ALLAH ona bir başka nimet daha verir ki o da sağlık ve afiyettir, hastalığının sona ermesidir, tiksinti veren ilacı içme konusunda onu sabırlı ve kararlı kılmasıdır. Bu nedenle, Allah şöyle buyuruyor: “And olsun ki eğer şükrederseniz, size nimetimi artırırım; (yani sağlık ve afiyet nimetini verir) yok eğer nankörlük ederseniz hiç kuşkusuz azabım çetindir." (Kur’an, 14/7).

Aynı şekilde bir insan Hakk Teâlâ’ya eza vermeye kalkışırsa, biz de bu eza verenin, o eziyetini ortadan kaldırmak için ona eza vermeye uğraşırız. Hakka bu şekilde eza verme işinden vazgeçirinceye kadar onu engelleriz. Eğer biz, Hakk’a eziyet veren bu kişiye, onu öldürerek ya da benzeri bir yolla eza veriyorsak, bunu Hakk Teâlâ için yapmış oluruz, tıpkı tiksinti veren ilacı içmek istemeyen hastaya derhal o ilacı içirmek gibidir bu. İlacın acısı geçer geçmez, hasta ondaki nimeti görecektir.

Bütün bunları şunun için söylüyoruz: Yani her şey O'nun Fiili’nden, O’nun Kazası’ndan ve Kaderi'nden ileri gelmektedir.

Allah, Davud aleyhisselâm’dan Kendisi için bir ev, yani kutsal bir tapınak yapmasını istemişti. Fakat Davud tapınağı yaptığı her defasında tapınak yıkılıyordu. Bunun üzerine Rabb’i ona bir vahiy göndererek şöyle dedi: “Bu tapınak senin elinle yükselmeyecek, çünkü sen kan akıttın." Bunun üzerine Davud şöyle dedi: “Ey Rabb'im, bu işi sadece Senin için yaptım." Allah da ona “Doğru söyledin. Bu işi Benim yolumda. Benim için yaptın. Evet, ama onlar da benim kullarım değiller mi? Bu tapınak ancak kan akıtmakclan uzak ve temiz olan birinin eliyle yükselecektir." O zaman Davud şöyle dedi: “Ey Rabb’im, öyleyse benim çocuklarımdan biri olsun!" Allah da ona şöyle vahyetti: “Evet bu tapmak senin oğlun Süleyman’ın eliyle yükselecektir." Nitekim daha sonra, Süleyman aleyhisselâm, yükseltmiştir o tapınağı.
İşte eğer anladıysan, sana anlattığım konunun özü budur. Böylece sen artık bu işin nasıl olduğunu bütünüyle biliyorsun, İlâhi Emr, yani ALLAH’nın işi böyledir: Yapan o değildir, fakat O’dur. Eğer O’nu böyle tanımazsan, tam anlamıyla O’nu tanımamışsın demektir. “Attın amma sen atmadın, fakat Allah attı" (Kur’an, 8/17) 64.* İşte yapan o değildir, fakat O’dur derken, demek istediğimiz budur. Hakikatleri olduğu gibi görmeyenlerin akılları bu noktada çıkmaza girer.

Cenabı Hakk’a yapılan bu ezayı kul ortadan kaldırırsa, Allah bunun için o kula teşekkür eder. Bu ezayı ortadan kaldırma işinde, yukarıda sözü edilen, ilacı kullanmadaki etkinin aynısı vardır. Şükür, şükredilen şeyin artırılmasını gerektirir. Dolayısıyla Subhan ALLAH kullarına gösterdiği bu teşekkür tutumuyla kullarından Kendine daha çok şükretmelerini ve şükürlerini amellerinde de yansıtmalarını ister. Bu bağlamda, Hz. Peygamber aleyhisselâm Hz. Ayşe’ye hitaben “Rabb'ime şükreden bir kul olmayayım mı?" demişti. Dolayısıyla, Allah’ın kendisine gösterdiği bu teşekkür tutumuna karşı O’na şükretmek için, ibadetini daha da artırdı. Böylece Allah da, onun, hidayette ve yaptığı bütün işlerde muvaffak olmasını sağladı, öyle ki bu başarısı öte dünyaya dek uzandı. Öte dünyada mutlular için herhangi bir amel herhangi bir elem, bir üzüntü söz konusu olmayacaktır.

Allah’a yapılan ezayı ortadan kaldırma konusunda, tiksinti veren ilacı kullanmayla alakalı olarak yapılan uyarıya gelince; Bu uyarı, O’nun hayat belirtisi olan nefesini kulundan geri aldığı, yani ruhunu kabzettigi anda kuluna yaptığı uyarıdır. Gerçekten de, Allahu Teâlâ Kendini, ölümden tiksinen kulun bu kötü tutumundan tiksinen biri olarak nitelemektedir. Allah, Kendini bu şekilde, bu tutumundan hoşlanmayan biri olarak nitelemesine rağmen, ona öyle davranması gerekmektedir 65.*

Bu tiksinti, hastanın ilacı içerken duyduğu tiksintinin aynısıdır, çünkü bir konuda sahip olunan ilmin derecesi, sonuçta ona uygun davranmayı gerektirir, dolayısıyla insanın gerçekleşeceğini bildiği hakikatlerin hilafına (o hakikatlere aykırı) hareket etmesi saçma olur. Buna göre, İlâhî hakikatlerin bildirdiği âlemin varlığı (vûcûd) zorunlu (vacib) olmaktadır. Fakat, bu zorunluluk (vaciblik) yanında imkân’ın (mümkünlük) yeri neresidir?66.* Öyleyse gönlünü inceltmeye bak! Bil ki, “Allah şükredenlerin ecrini verir ve yaptıklarını bilir." (Kur’an, 2/158). Dikkat edilecek olursa, Allah’ın şükürle ilgili vasfı ilimle ilgili vasfından önce gelmektedir. Öyleyse sen de amellerinde şükrünü arttır ki, onun için yaptığın ibadetlerden ve amellerden ötürü O’nun sana karşı duyduğu teşekkür ve memnunluğa karşılık vermiş olasın.

Bu amel oruç ibadetidir, çünkü oruç ibadeti sadece O’nun içindir. Nitekim kudsi bir hadiste: “Ademoğlunun oruç dışında her ameli kendisi içindir; Oruç ise Benim içindir, bu yüzden onun ecrini Ben veririm.” buyurulmaktadır. Öyleyse sen de, şu kudsi hadiste ifade edildiği gibi, Allah’a yapılacak bir ezayı O’ndan uzaklaştır: “Biriyle dostluk kurarken Benim için mi dostluk kurdun, ya da birine düşman olurken Benim için mi düşman oldun?", "Benim için birbirini sevenlere, Batim için birbirini ziyaret edenlere, Benim için birbiriyle oturup sohbet edenlere, Benim için birbirlerine yardım edenlere Benim muhabbetim, sevgim vacip olur."

Allah bizi, kendilerine nimet verdiği ve nimetini her an ve her durumda üzerlerinde gördüğü, ayrıca Kendine şükreden kullarından etsin!


DiPNoT;

64*Kureyş, müşlümaıılarla savaşmak için ilerleyince, Allah’ın Resulü: “Allah’ım Kureyş Resulünü yalanlayan kibirli liderleriyle geldi. Allah'ım bana verdiğin sögil gerçekleştirmeni diliyorum." dedi ve iki topluluk karşılaşınca yerden bir avuç toprak alıp onların yüzlerine doğru serpti. O anda Kureyş ordusunun gözleri görmez oldu. Sonunda bozguna uğradılar. İşte bu ayet onu atanın hakikatte Allah olduğunu bildirmektedir. çünkü Resul, onu atarken kendi varlığıyla değil, Allah ile atmıştı.
65*“Âşıkların Bazı Sıfatları" bölümünde, “Âşık, sevgilisi hakkında saygılı davranmalı, kendini ise eleştirmeli ve kınamalıdır" ve “Âşık sevgilinin sebeb olduğu şaşkınlıktan lezzet almalıdır" kısımlarına bakınız.
66*Tabii Sevgi bölümünde aynı konu ele alınmıştır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

İYİLİK EDENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ: Resim

İyilik yapanlara Allah’ın duyduğu sevgi de gene O’na ve Elçisine bağlanmakla ilgilidir. Bu konuda Allah şöyle buyuruyor: “Allah iyilik yapanları sever.(Kur’an, 2/195). İhsan, Allah’ın bir sıfatıdır. Allah muhsin’dir, yani iyilik ve güzellik ihsan edendir. Ayrıca mücmil'dir, yani iyilik ve ihsanını ayrım gözetmeksizin herkese verir. Demek ki Allah Kendi sıfatını sevmekledir. Bu sıfatı kulun nefsinde tezahür etmektedir. Ihsan'la nitelenen kula muhsitı denir. Muhsin olan kul Allah’a, sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet eder67*. Yani Allah’a müşahede içerisinde ibadet eder. Allah’ın ihsanı; hareketleri ve tasavvurları içinde kulları Allah’ın görmesi makamıdır. Nitekim, Allah şöyle buyuruyor: “Allah her şeye şahittir." (Kur’an, 85/9) "Nerede olursanız olunuz. O sizinle beraberdir." (Kur’an, 57/4). O’nun her şeye şahit olması, O’nun ihsanıdır, dolayısıyla Allah şühuduyla kulunu helâk olmaktan korur. O kulun bulunduğu her durum Allah’ın ihsanından dolayıdır, çünkü kulu o duruma koyan, yerleştiren Allah’tır. Bu nedenle Allah nimetlerine ihsan adını vermiştir. Gerçekten de, ancak seni tanıyan ve seni bilen biri, sana bilerek, nimetler verir. Seni hem tanıyan hem de aynı zamanda gören birinin ihsanı sürekli bir ihsandır, çünkü O seni sürekli görmekledir. Ve gene çünkü O seni sürekli tanımaktadır. 'İlâhi Yasa’ya göre ihsan budur.
Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ihsan, Allah'a sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni her an gönmektedir." Bu şu anlama geliyor: Her ne kadar sen muhsin değilsen de, yani iyilik ve güzellikle davranmazsan da, hiç kuşkusuz Allah her an Muhsin’dir, selât ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamber, ashabının huzurunda, Cebrail’e ihsanı bu şekilde ta’lim etmiştir. Onların dilinden ben de sana anlatıyorum. Öyleyse, bu ta’limin doğrudan tanığı olan sen, beni iyi dinle! Hz. Peygamber, bilgiyle, bu ta’lim tarzıyla, muhatabına yani Cebrail’e bir şeyler öğretmeyi anlatmamıştı, çünkü o bu bilgiyi zaten biliyordu. Bu tarz ile maksud olan amaç, bunu orada hazır bulunan ashaba öğretmekti. O sebepten Allah’ın Resulü o konuyu Cebrail’e tefsir etmişti. Nitekim bu hadisin sonunda Hz. Peygamber: “Bu Cebrail’di, insanlara dinini öğretmek için gelmişti" buyurmuştur.

DiPNoT;

67*Bkz; not 43.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ALLAH YOLUNDA SAVAŞANLARA ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ: Resim

Allah yolunda savaşanlara Allah’ın duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve Resulü’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Hususi bir vasıfla belirterek Allah şöyle buyuruyor: “Kuşkusuz Allah Kendi yolunda, kurşunla kaynamış binalar gibi, saf bağlayarak savaşanları sever.(Kur’an, 61/4) yani o saflar arasında hiçbir gedik açılmaz, çünkü saflar arasında açılacak bir gedik şeytanlara yol açmak demek olur, oysaki yol tekdir; o da Allah’ın yoludur68.*

Bu görünen hat çeşitli noktalardan kesilirse, o zaman tam bir hattın gerçek varlığının olmasıdır. İşte Allah’ın yolu için ayette geçen “rassu- mersûs" sözcüğünün anlamı budur. Kim Allah’ın bu görünen (zâhiıi) yolunda bu şekilde saf bağlayarak çalışmazsa, çarpışmazsa, Allah ehli olamaz. Aynı şekilde, cemaat halinde toplu namaz kılanların safları da (ancak bitişik olması ve insanların birbirine sıkı sıkıya yapışmaları koşuluyla), Allah yolunda bağlanmış bir saftır69.* İşte, ancak o zaman, gerçek anlamda Allah’ın yolu açıkça gözükmüş olur. Kim bu şekilde yapmazsa ve saflarda boşluklar bırakırsa, Allah’ın yolunu kesmek için uğraşmış ve de Allah yolunun gerçek varlığını ortadan kaldırmış ve onu kesintiye uğratmış olur. Dolayısıyla Allah, kullarından belirtildiği şekilde davranmalarını istemektedir. Bunu da, onları yaratanlar, yapanlar zümresine katmak için ister. Bu bağlamda Allah şöyle buyuruyor: "...Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir." (Kur’an, 23/14). Allah’ın yolu ancak bu şekilde olur, tıpkı noktalardan meydana gelen bir çizgi gibi. Öyle ki o noktalar arasında o çizgiyi kesintili hale getirecek hiçbir boşluk yoktur. İşte o zaman çizginin şekli tam olarak gözükür. Namazda tutulan saf da böyledir. Orada Allah’ın yolunun gözükmesi için, cemaat halinde namaz kılanların birbirine sıkı sıkıya tutunması, tek bir çizgi haline gelmesi gerekir. Hiç kuşkusuz böyle bir durum çokluk olmasını gerektirir. Bu da Cenabı Allah’da, mübarek ve yüce “esmaü’l-hüsna”sının, güzel isimlerinin birbirine sıkı sıkıya tutunması (taraşs) demektir. İsimlerin bu şekilde sürekli birbirine tutunmasından yaratma yolu zuhur eder. Böylece, “Hayy" (Diri) sıfatı, “Alîm” (herşeyi bilen) sıfatıyla içiçe bulunur. İkisi arasında başka isim için yer kalmaz, arada bir boşluk olmaz. “Alîm” sıfatının yanında “Mürîd" (isteyen) sıfatı; onun yanında “Kâil” (söyleyen) sıfatı; onun yanında “Kâdir” (Kudret sahibi) sıfatı; onun yanında “Hakem" sıfatı; onun yanında “Mukît" (besleyen) sıfatı; onun yanında “Muksit" (adaletle dağılan) sıfatı; onun yanında “Müdebbir” (Yönelen) sıfatı; onun yanında “Mufassıl" (Ayıran) sıfatı; onun yanında “Razık" (Rızık Veren) sıfatı; onun yanında “Muhyi" (Dirilten) sıfatı vardır. Bu şekilde sıfatların yanyana dizilişiyle oluşan “yaratma yolu”nun vücuda gelmesi için, İlâhî isimlerin saf bağlaması bu şekilde olur. Bir kez bu Yol ortaya çıkınca, bu isimlerin yanyana dizilmesine ilave edilecek başka bir şeye gerek kalmaz. Böylece yaratma işi bu ilâhî isimlerle, daha doğrusu o isimlerin yanyana dizilip varolmasıyla belirlenmiş olur. Yaratmanın gerçekleşmesi için, onların durumu budur. İlâhi isimler yaratına işinde devamlı olarak devrededirler; dolayısıyla ancak bu şekilde kavranılabilirler.

Buna göre, âlem de “hayy”dir (diridir), “alim”dir (bilendir); “mürid’’dir (isteyendir); “kail”dir (söyleyendir); “kadir”dir, (güç ve kudret sahibidir); “makem’’dir; “mukit”tir, (besleyendir); “muksit”tir (adaletle dağıtandır); “müdebbir"dir (yönetendir); “mufassıl”dır (ayırandır); geriye kalan öteki İlâhî isimler de bu şekilde devam eder gider.

Tarikatta bu iş, bu süreç, “Allah'ın isimleriyle ahlâklanma" diye adlandırılır. Öyle ki bu ilâhî isimler kulda zuhur eder, aşikar olur70*, tıpkı o isimlerin sürekli yanyana gelmesiyle Doğru Yol’un ortaya çıkmasında da zuhur edişleri gibi. Eğer onların arasına yaratılışta bir boşluk girse, Allah’ın Yolu kaybolur; hadiste belirtildiği gibi, saflarda açılacak boşluklardan sızan şeytanların yollan açığa çıkar. Öyleyse sana yaptığım bu uyarılara iyi kulak ver, onları kalbine iyice yerleştir!

Demek ki kul, Hakk’ın isimleriyle mahlukatın var olmasında ilâhî isimler makamına yükselir; ve bu sıfatlarla, saflar arasındaki boşluklardan sızarak içeri giren şeytanlar tabiatına sahip düşmanlarla savaşır. Bu nitelikleri elde eden kullara mutlaka yardım edilir ve onlar düşmanı mutlaka yenerler, çünkü onların arasında düşmanın sızabileceği bir boşluk yoktur. Öyleyse Allah bu nitelikleri taşıyanları sever.

Tek başına ele alındığında insan da, kendisini hareket ettiren her şeyde bir saf oluşturur. Dolayısıyla bütün hareketlerini Allah için yapar; hareketlerinde Allah'tan başkasına yer vermez, böylece hiç kimse onu bu hareketinden vazgeçiremez, onu yolundan geri çeviremez. Bu nedenle, düşmanların gözü daima onun üstüne çevrilir. Sürekli onun hareketlerini ve fiillerini, yaptığı her şeyi gözetlerler. Böylece girebilecekleri bir boşluk bulmayı umarlar; Allah’ın yolunu kesmek suretiyle, onunla Allah’ın arasını açmaya çalışırlar.
Demek ki, yapılan her fiil, her eylem bir “hat”tır, çünkü o fiil, o eylem ilâhı isimlerin, övülmüş sıfatların ve pek çok fiillerin bir toplamıdır. Dolayısıyla iş yoğunlaşır, büyür ve âlemde karmâşık (mürekkeb) suretler gözükür. Bunun nedeni basittir, çünkü iki çizgi bir yüzey oluşturur; iki yüzey de bir cisim oluşturur. Her cisim de, bir zattan ve yedi sıfattan meydana gelen mükemmel bir sureti temsil etmek için sekiz öğeden ibarettir71*.

Demek oluyor ki, bu terkibin, bu oluşumun sonucu cisim ortaya çıkar. Bunun ötesinde bir başka oluşum şekli yoktur. Hiç kuşkusuz, bütünü içinde bu öğeler arasında bir uyumsuzluk, bir karşıtlık olmaksızın, cisim sekiz öğeden oluşmaktadır. Bu öğelere daha başka öğeler ilave edilirse, o zaman daha büyük daha hacimli, yani daha çok boyutlu bir cisim oluşur. Yüzeyler çoğalınca, çizgiler de çoğalır. Çizgiler çoğalınca, noktalar da çoğalır. Cisimlerin ilkini oluşturan cismin, meydana geldiği asıl öğeler üzerine aslında yeni bir şey ilave olmaz, eklenmez, çünkü bu ilk cisim ne bir maddi ilkeye dayanır ne de ondan önceki bir cisme dayanır.

Öyleyse kim bir süreklilik içinde kendi “saf’ını, kendi çizgisini oluşturursa, yaratanlar arasına girecektir, tıpkı şu ayette Allah’ın buyurduğu gibi; “...yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!"(Kur’an, 23/14). Demek ki Allah o kullar için de bu yaratma vasfını onaylamıştır. Yaratma konusunda kendisinin önceliği olduğu için, kendisini de "En Güzel Yaratıcı" olarak nitelemiştir. Eğer Kendini böyle nitelemeseydi, o “yaratanlar”ın varlıkları zuhur etmezdi.

Öyleyse Allah’ın ileri sürdüğü şey kendiliğinden isbat edilmiştir. Ayrıca Allah, bu hakikati indirmemiş olsaydı, o zaman bu hakikate uygun düşen bilgiden de mahrum olurdun; dolayısıyla bu hakikate karşı çıkan biri, yani bizzat cahillerden biri olurdun.

İşte kim bu sıfatla sıfatlanırsa, Allah’ın sevdiği biri olur. Kim Allah’ın sevdiği olursa, kendisini seven Allah’ın ona vereceği şeyi hiç kimse bilemez, çünkü seven, sevdiğine kendini verir bütünüyle.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir ve itirazda bulunulabilir, yani; “Allah veli kullarım sever. Seven sevdiğine de acı çektirmez. Oysa ki bu dünyada velilerden, resullerden ve nebilerden ve onlara tabi olanlardan ve ancak onlara tabi olarak imanlarını koruyanlardan daha fazla kitnse acı çekmemiş, hiç kimse onlardan daha fazla belalara maruz kalmamıştır. Peki, onların Allah’ın sevgili kulları olmalarına karşılık, bu acıları, çileleri hak etmelerinin gerçek nedeni nedir?” Bu soruyu biz şöyle cevaplıyoruz: Allah şöyle buyuruyor: “Allah onları sever, onlar da O’nu severler.(Kur’an, 5/54). Bela, ancak belayı istememekle birlikte olur. Herhangi bir işi istemeyen kişi, o isteğinin doğru olduğuna dair delil bulmaya da kalkışmaz. Öyleyse, istek olmasaydı, bela da olmazdı. Ancak şunu belirtelim ki, resul delil istemez, dolayısıyla o belayı istemişir72*. Bu nedenle, delil getirmek inkâr edenin işi değildir, denir. Oysa ki gerçekte durum hiç de öyle değildir. Aksine, inkâr etliğini ileri sürdüğü konuda delil getirmek inkarcının işidir. 73* Çünkü herhangi bir şeyi inkâr ettiğini ileri sürmek demek o şeyin, o davanın bizzat var olduğunu kabul etmek demektir. Öyleyse, iddiasından dolayı, inkâr edenden delil getirmesi istenir, çünkü davasını isbat etmek ona düşer.

Allah kullarını sevince, kulların bilemeyeceği bir biçimde onları sevgisiyle rızıklandırır. O zaman kullar, kendilerinde Allah için bir sevgi duyarlar. Bunun üzerine, kendilerinin, Allah’ı seven inşalardan olduklarını ileri sürerler. Bu nedenle onları, sevenler olarak imtihan eder ve gene onları, Allah’ın sevdiği kulları oldukları için, nimetlere boğar. Onlara nimet vermesi, Allah’ın onları sevdiğine dair bir delildir. “En üstün delil Allah'ındır." (Kur’an, 6/149). O halde kiıllar O’nu sevdiklerini ileri sürdükleri, iddia ettikleri zaman, Allah onları bu konuda imtihan eder. Gene aynı sebeple, Allah yaratıkları arasından sevdiklerini imtihan eder. “Allah doğruyu, hakikati söyler; doğru yola iletir" (Kur’an, 33/4).

DiPNoT;


68*“0 yedi göğü birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı. Rahman’ın yaratmasında bir aykırılık, bir uygunsuzluk göremezsin. Çözünü döndür de bak! Her hangi bir çatlak, bir boşluk görüyor musun?” (Kur’an, 67/3).
69*Enes bin Malik’in naklettiği: “Namaz başlıyordu. Hz. Peygamber önümüze geçti, bize doğru döndü ve üç kez şu sözü tekrar etti: Safları sıklaştırın ve düzgün tutun. Hiç kuşkusuz ben sizi, arkam dönükken de görürüm.” hadisi şerifine değini var.
70*Bkz; not 61.
71*Burada Allah’ın Zat ismiyle, hayat, ilim, semi’, basar, kelâm, kudret ve irade sıfatları söz konusu edilmektedir.
72*“Allah'a itaat edin, Resule de itaat edin ve kötü şeylerden sakının. Eğer bu yoldan dönerseniz, biliniz ki resulümüze düşen sadece bu bildiriyi söylemektir " (Kur’an. 5/92) yani ona delil getirmek düşmez, o sadece açıklamakla yükümlüdür.
73* “Allah’ın varlığı, inanan için, isbata gerek duyulmayan bir konudur. Resim varsa. Ressam resimden önce vardır; sanat varsa, sanatçı sanattan önce vardır; varlık varsa, Vareden varlıktan önce vardır. Allah’ın varlığını isbat etme konusunda gü¬nümüzde de birtakım determinist delillere başvuruluyor. Oysaki buna hiç gerek yok. İnanmak bir tezdir. İnkâr eden ALLAHnın yokluğunu ileri sürerse, delil getirmek ona düşer, iddiasını isbat için, evrendeki herşeyi incelemesi gerekir!".
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ALLAH'IN GÜZELLİĞE DUYDUĞU SEVGİResim

Güzellik sevgisi de yine O’na ve Elçisine bağlanmakla ilgilidir. Güzellik Allah'ın sıfatıdır. Sahih bir hadisde Allah’ın Elçisi, selât ve selâm üzerine olsun, şöyle buyurmaktadır: “Allah güzeldir; güzelliği sever.” O halde Allah’ın Elçisi, Allah’ı “güzel” sıfatıyla sevmemiz konusunda bizi uyarmaktadır.

Bizler bu konuda ikiye ayrılmış durumdayız. Bizden bazıları “hikmet güzelliği” olan mükemmel güzelliğe tutkundurlar. Her şeyde Allah’ı severler, çünkü her şey bir hikmetle örülüdür; her şey bir hikmet sahibinin sanatı ve eseridir. Bazıları da bu sevgiye ulaşamazlar, bu düzeye erişemezler. Onların güzellikle ilgili ilmi bir istek üzerine kurulmuş ve bir kayıt altına alınmış güzelliğin ilmidir. Bu da Hz. Peygamber'in şu sözünün konusunu teşkil etmektedir; “Allah’a sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet et. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni her an görmektedir." Buradaki “kaf" harfi (sanki, gibi anlamına olan harf, çev.) sıfat niteliğindedir; dolayısıyla bu kayıtlı güzellikten daha ilerisini daha ötesini algılamaya erişemeyen insan, bunun böyle olduğunu hayal eder. Böylece O’nu bu güzellik anlayışıyla kayıt altına alır, tıpkı namazda O’nu, Kıble’ye yönelmekle kayıt altına alışı gibi.

Demek ki böyle biri Allah’ı Güzelliği için sever. Bu konuda o kişi üzerine bir günah, bir kusur yoktur, çünkü o kendi gücü ölçüsünde meşru bir iş yapmaktadır. “Allah her insanı ancak gücü ölçüsünde yükümlü tutar." (Kur’an, 2/223). Öyleyse Allah’ı, Güzelliği için sevmek düşer üzerimize.

Öyleyse şunu bil ki, hiç kuşkusuz Allah âlemi son derece muhkem ve son derece güzel bir konumda yaratmıştır, tıpkı, İmam Ebu Hamid el-Gazali’nin dediği gibi: “İmkan dahilindeki bütün gerçeklikler içinde, bu âlemden daha güzel, daha eşsiz bir şey yoktur.”

Öte yandan Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; “Allah, Adem’i Kendi surelinde yaratmıştır.” İnsan bu âlemin bir mecmuudur, toplamıdır74*. Allah’ın bu âlemle ilgili ilmi, Kendisiyle ilgili ilimden başka bir şey değildir, çünkü mevcudat içinde sadece O vardır. Buna göre, insanın da O’nun surelinde olması gerekir. Allah, insanı, kendi bireysel varlığı içinde izhar edince, insan Allah’ın bizzat tecelligâhı olur. Bu nedenle, insan âlemde O’nun Güzelliğini görür ve o Güzelliği sever. Âlem ise, Allah’ın Güzelliğidir; dolayısıyla Güzel olan da Allah’tır. Güzelliği seven de O’dur. İşte Allah’ı kim bu nazarla severse, âlemi Allah sevgisiyle sevmiş olur. Daha doğrusu, ancak Allah’ın Güzelliğini sevmiş olur. Buradan şu sonuca varıyoruz: Sanatın güzelliği, sanata mal edilemez; aksine o sanatı ortaya koyan sanatçıya mal edilir. Buna göre, bu âlemin güzelliği Allah’ın güzelliğidir.

Bu âlemin güzelliğinin sureli, yani eşyanın güzelliği çok ince, dakik bir güzelliktir. Bu da şu demek oluyor: Bu âlemde iki güzellik vardır. Bu iki güzellik de tabiî bir aşkla sevilen iki kişiye benzer. Bu iki kişi, insanlığın hakikatini paylaşan iki genç kız ya da iki delikanlı olabilir. Dolayısıyla o iki kişi bir ilk ve asıl örnektir (prototiptir). O iki kişi, aynı zamanda vücut ve ruh mükemmelliğinin aslı ve temel ilkesi olan suret mükemmelliğidir, ki bu suret, hem terkibi gerçekliği için ve hem de kendini meydana getiren öğeler için bir bütünlük sağlar. Sakatlıklardan ve biçimsizliklerden kurtulmak birlik olmaktır.

Bu iki kişiden biri güzellikle vasıflanır ve her gören onu mutlaka sever; öteki çirkinlikle vasıflanır ve her gören ondan iğrenir.
Peki öyleyse bu güzellik nedir ki kendine Güzellik ismi verilen varlığı gören herkes onu sevmektedir?75*. İşte biz bu bilgileri sana, yani senin görüşüne aktarmış oluyoruz.

Bu durum, belli bir sohbet ya da dostluk ve ilişki kurduktan sonra değil de, sadece bir kez gördükten sonra bir kişiye sevgi duyulursa olur. Öyleyse, iyi düşün ve Allah’ın izniyle, bu işin bizzat aslım, esasını, özünü kavramaya bak! Allah Kendini Güzel olarak nitelemektedir. Zararlı ve çirkin gözüken mahlukatında bile, tabiatlarına ve gayelerine uygun davranmayan korkunç şeylerde bile, Allah’ın güzelliğini görmek mümkündür.

Allah’ın insanda görmeyi sevdiği sıfatlardan bazılarım kısaca anlatmış olduk. Aslında bu sıfatlar pek çoktur. Otorite olan kaynaklara göre anlattığımız hususlarda seni uyardık; bu konularda insanın nasıl davrandığını anlatmış olduk.

Şimdi de, kısaca, inşaallah, sevginin öteki sıfatlarından söz edeceğiz. Bunlar, sevenin sahip olduğu ve bu nedenle de “seven” diye adlandırıldığı sıfatlardır. Bunlar, sevgi için çizilmiş gerçek sınırlardır. Bunların bazılarını son bölümde ayrıntılı olarak ele alıp inceleyeceğiz. Şimdi onları burada sayalım:

DiPNoT;
74*Bkz; not 17.
75*Allah güzel olduğu için, O’nun zuhuru da güzel olacaktır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Âşık, “maktul” sıfatıyla sıfatlanmalıdır.

— Âşık, “telef’ olmalıdır.

Âşık, Allah’a doğru Allah’ın isimleriyle yürümelidir.

— Âşık, kuş gibi uçar olmalıdır.

Âşık, daima uyanık kalmalıdır.

— Âşık, gamını ve kederini gizlemelidir.

Aşık, Sevgiliye kavuşmak için bu dünyadan çıkmayı arzulamalı
dır.


— Kendisi ve Sevgilisiyle kavuşması arasına giren ve bir türlü ayrılmayan dostlan (perdeden) dolayı âşık bezginlik duymalıdır.

/Işık, Sevgili için çok ah çekmelidir.

— Âşık, Sevgilisinin sözünü duyarak, O’nun zikrini tilavet ederek, O’ııu hatırlayarak dinlenmelidir.

Âşık, Sevgilisinin sevdiği şeylere uygun davranmalıdır.

— Âşık, Sevgilisine karşı yapmaya mecbur olduğu hizmette, hürmeti (yani ilâhı emirleri) terketmekten korkmalıdır.

Âşık, Rabb’inin hakikati karşısında kendine verdiği fazla önemi azaltmalı, Sevgilisine verdiği az önemi çoğaltmalıdır.

— Âşık, Sevgilisine itaaı etmeli ve O’na karşı gelmekten kaçınmalıdır.

Âşık, kendi nefsinden bütünüyle çıkıp kurtulmalıdır.

— Âşık, kendi ölümü karşılığında diyet (kan bedeli) istememelidir.

Âşık, Sevgilisinin kendisine önerdiği tedbirden dolayı, insan tabiatının kaçmak istediği, sıkıntılara sabretmelidir.

— Âşığın kalbi, aşktan çılgına dönmelidir.

Âşık, her türlü dosta Sevgilisini tercih etmelidir.

— Âşık, Sevgilisini isbat etme uğrunda kendini mahv etmelidir.

Sevgilisi öyle istediği için, âşık, nefsini ayaklar altına alıp çiğnemelidir.

— Âşık, Sevgilinin sıfatlarını üzerinde taşımalıdır.

Âşık, Sevgiliyle birlikteyken nefes bile almamalıdır.

— Âşığın her şeyi. Sevgilisi için olmalıdır.

Âşık, Sevgilisi hakkında saygılı davranmalı, kendini ise eleştirmelidir, kınamalıdır.

— Âşık, Sevgilinin neden olduğu şaşkınlıktan, dehşetten lezzet almalıdır.

Âşık, belirlenmiş genel kuralları önce korumalı, sonra o kuralları aşmalıdır.

— Âşık, Sevgilisini kendinden bile kıskanmalıdır.

Âşık, aklı ölçüsünde aşkının hükmü altında olmalıdır.

— Âşık, akıldan yoksun bir hayvan gibi (dâbbetün) olmalıdır ki açtığı yaralar, yaptığı hatalar kendisini suçlu göstermesin.

Âşığın sevgisi, Sevgilinin ihsanıyla, iyilikleriyle artmamak; Sevgilinin cefalarıyla da azalmamalıdır.

— Âşık, Sevgilisi karşısında adaba uymak zorunda bırakılmamalıdır.

Âşık, hem kendi durumunu hem de Sevgilisinin durumunu unutmalıdır.

— Âşık, bütün sıfatlardan arınmış olmalıdır.

Âşıgm isimleri meçhul olmalı, bilinmemelidir.

— Âşık, gerçekte dalgın olmadığı halde adeta dalgınmış gibi olmalıdır.

Âşık, kavuşmayla ayrılık arasında bir fark görmemelidir.

— Âşık, kendisini köleleştirenin içtenlikle kölesi olmalıdır.

Âşık, devamlı bir karışıklık içinde olmalıdır.

— Âşık, davranışlarında ölçünün dışına taşmalıdır,

Âşık, Sevgilinin aynısı olduğunu söylemelidir.

— Âşık, kendinden geçmeli, bitkin olmalıdır.

Âşık, utangaç bir şekilde sırrını açığa vurmalıdır.

— Âşık, kendisinin âşık olduğunu bilmemelidir. Ayrıca;

Âşık, çok şevkli, çok arzuludur, bununla birlikte kime doğru yöneldiğini bilmez.

— Âşık, büyük heyecan duyar fakat kimde heyecanlandığını bilmez.

Sevgili, âşığa açık seçik gözükmez.

— Âşık, hem sevinçlidir hem üzüntülüdür; zıt sıfatlarla sıfatlanır.

Âşığın makamı, hırstır, hali makamına tercümandır.

— Aşık, sevgiliyle boy ölçüşmeyi sevmez.

Âşık, ayıkamayacak derecede aşk sarhoşluğu içindedir.

— Âşık, sevgilisini razı ve hoşnut etmek için sürekli O’nunla ilgilenir.

Âşık, sevgilisi üzerinde etkilidir.

— Âşık, sevgilisinin kedisine verdiği şeylerden dolayı O’na karşı acıma duygusu ve şefkat besler.

Âşık, kendi durumunun tanığıdır.

— Âşık, devamlı acı çeker.

Yapacak bir şeyi olmadığında âşık, yorgunluk ve bitkinlik duyar.

— Âşık, bıkkınlık diye bir şey bilmez; ruhu dinç, bedeni zindedir.

Âşık, Sevgilisi dışında başka bir şey bilmez.

— Âşıgm gözü, sevgilinin varlığıyla görür.

Âşık, ancak sevgilisinin sözüyle konuşur.

işte bütün bunlar, Kur’an’ın hamili (taşıyıcısı) diye adlandırılırlar. Bu âşıklar bütün bu sıfatları kendilerinde topladıkları zaman Kur’an’m aynısı ve özü olurlar, tıpkı Hz. Ayşe’nin, kendisine “Allah Resulü’nün, selât ve selâm üzerine olsun, ahlâkı nasıldı?” diye sorulduğunda; “Onun ahlâkı Kur’an’dı.” demesi gibi. Buna başkaca bir şey eklememiştir Hz. Ayşe.

Zünnun’a Kur’an hamilleri’nin kim olduğu soruldu. O da şöyle dedi: “Onlar, üzerlerine hüzün bulutlarından yağmur yağanlardır. Bineklerini ve bedenlerini yoranlardır. Üzerlerinde korku ve hüzün belirtisi taşıyanlardır. Hakikat (ölüm, yakin) kadehlerinden su içenlerdir. Yürekten ve samimi olarak inananların razı oluşları gibi, nefislerini razı edip hem bollukta hem darlıkta, hem açlıkla hem doygunlukta, hem bollukta hem yeterlikte, hem gizlilikte daima uyanık tutarak, Allah’tan başka bir şeye nazar etmeyenlerdir. Tefekküre yönelerek eşyanın hakikatini kavrayıp onlardan ibret alanlardır. Gecenin bir bölümünü uyanık geçirip gözlerinden yaşlar akıtanlardır.

Zayıf, nahif bedenleriyle, çatlamış dudaklarıyla, kurumuş gözyaşlarıyla, öldürücü derin iç çekişleriyle Kur’an’ın gerçek dostlarıdır onlar. İşte Kur’an, onların ve nimetlere gark olmuş bu kimselerin arasına girer. Hakk’ın özlemini duyanlar için gayelerin gayesidir Kur’an. ALLAH’nın vaadini dinledikçe, gözyaşları sel gibi akar onların.

ALLAH’nın uyarısı önünde saçları beyazlar; dolayısıyla Cehennem’in korkunç azabı, onların ayaklarının altında ve ALLAH’nın vaid, korkutması da kalblerinin içinde kalır”76*.

DiPNoT;

76*Bu tanımlamaların herbiri büyük sufilerin sözleridir. Bunların çoğu tasavvuf kitaplarında, örneğin Kuşeyri Risalesi'nde ve Keşfü’l Mahcub'da anlatılmaktadır. Bu kitapların Türkçeleri için bkz; Abdulkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, Hazırlayan Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1978, Hucviri, Hakikat Bilgisi, (Keşfül-Mahcab), Hazırlayan Süleyman Uludağ, Dergah Yayınlan İstanbul 1982.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ÖyküResim

— Âşıklardan birinin başına gelen şu çok ince ve çok manidar hal, bize şu şekilde anlatıldı: Bir gün bir âşık bir şeyhin evine gider. Şeyh ona sevgiden bahsetmeye başlar. Bunun üzerine âşık erimeye ve incelmeye, hatla ipince bir su gibi akmaya başlar. Öyle olur ki bütün cismi şeyhin önünde çözülür, erir ve küçük bir su damlası haline gelir. O sırada şeyhin bir arkadaşı oraya gelir ve şeyhin yanında hiç kimseyi göremeyince, “Buraya gelen adam.nerede?” diye sorar. Şeyh de suyu göstererek, “O adam işte şu su!” der ve âşığın başına gelen olayı arkadaşına anlatır.

Bu çok garip, çok tuhaf bir erimedir, insanı hayrete düşürücü, şaşkına çevirici olağanüstü bir hal değiştirmedir. O adanı “kesafet”ini öylesine kaybetmiş ki sonunda bir su damlası olmuş, yani aslına, ilk şekline dönmüş. İlk önce o su ile diri bir varlık olmuştu. Şimdi de o, tıpkı Allah’ın: “Biz her canlı şeyi sudan yarattık.” (Kur’an, 21/30) buyurması gibi her şeyi dirilten su şekline, yani asıl ve ilk şekline dönmüş oluyordu. Öyleyse buradan şu sonuç çıkıııatadır: âşık, her şeyin kendisiyle dirildiği canlandığı bir varlıktır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Öykü Resim

— Allah rahmet etsin babam mıydı, amcam mıydı? hangisiydi, tam bilemiyorum, ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda bir avcı görür. Avcı dişi bir kumru güvercini takip etmektedir. O anda aniden kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru çaresizliğinden kendi etrafında fır dönerek havada yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur. “Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık” diye devam etli babam; “sonra, o kuş o yüksekliğe varınca kanatlarım kapattı, başını yere çevirdi ve çığlıklar atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ bakakalmıştık” diye anlatmıştı.

Ey âşık, bu bir kuşun yaptığı harekettir. Peki Allah aşkı uğrunda senin tavrın nicedir?
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Öykü Resim

— Bize Muhamıned ibn Muhammed anlattı. Ona da Hıbbetü’r- Rahman, ona da Ebu'l-Kasım bin Hevazin anlatmış. O, Muhammed ibnü’l-Hüseyinden işittim diyor. O da Ahmed bin Ali’den işittim demiş. O da İbrahim ibn Fatik’den işittim demiş; o da şöyle diyor: “Camide oturmuş, aşk hakkında konuşurken Sumnun’u dinliyordum 77*. Yanma küçük bir kuş sokuldu. Çok yakınına kadar geldi. İyice yaklaştı. Geldi eline kondu. Sonra bütün gücüyle gagasıyla yere vurdu, öyle ki ağzından kan geldi ve öldü.”
Allah o kuşa bu şeyhin sözünü anlama gücünü vermişti, işte aşka dair sözlerin etkisi o kuşta böyle oldu. Aşk hali ona galebe çaldı ve aşk sultanı ona hakim oldu. Bu durum orada hazır bulunanlara bir vaaz niteliğinde oldu. Aşk iddiasında bulunanlara da kesin bir kamı ve iyi bir ibret oldu.

Allah bize sevgiden büyük bir pay vermiştir. Aynı zamanda bize o sevgiyi tutabilecek gücü de vermiştir. Vallahi, ben sevgide öyle bir şey buluyorum ki, hayalimdeki o sevgi gökyüzünde olsaydı hiç kuşkusuz gökyüzü çatır çatır çatlardı. Eğer bu aşk yıldızlarda olsaydı yıldızlar parçalanır, parça parça düşerdi. Eğer bu aşk dağlarda olsaydı dağlar yerinden kalkar yürürdü78*.

İşte, ben böyle bir sevgiyi yaşadım. Allah, o sevgiyi miras alanlardan bana öyle bir güç, öyle bir kuvvet verdi ki, o âşıkların özüdür. Ben o güç içinde, kendimde öyle şaşırtıcı haller gördüm ki hiç bir sözcük onu tasvir edemez, onu anlatamaz.

Sevgi, tecelli ölçüsündedir. Tecelli ise ma’rifet ölçüsündedir. Sevgi ve ma’rifet içinde eriyen ve kendilerinde sevginin hükümleri, erdemleri zuhur eden âşıklar, sevginin tabiî görünümlerine bağlı kalırlar. Ariflerin aşkına gelince, görünüşte o aşkın bir izi, bir eseri yoktur, çünkü ma’rifet, sadece arif âşıklara verilen ve sadece onların bildiği sır gereğince, tabii sevginin izlerini siler süpürür. Arif olan âşık diri kalır ve ölmez. Mücerred bir ruhtur o. Arifin taşıdığı aşktan tabiatın bir haberi yoktur. Aşkı, İlâhî aşktır, rabbani şevktir. Allah’ın “Kuddus” ismiyle güçlenmiştir. Duyulur (duyularla kavrandır) sözlerin (el-kelamu'l-mahsûs) tesirlerinden güvencededir.

Aşkından eriyip su olan âşık hakkında ileri sürülebilecek burhan (katî delil) şudur: Eğer o âşıkta böyle bir aşk olmasaydı, durumu öyle olmazdı. O zaten önceden âşıktı ve şeyhin aşka dair sözlerini duyar duymaz erimeye başladı. Şeyhin sözleri kendisindeki aşkın gizli gücünü harekete geçirmiş oldu. Neticede olan oldu. Bu şeyhten, kendisinde daha önceden bulunan imkânların gerçekleşmesini elde etmiş oldu. Bir üçüncü kişinin, aşkla ilgili sözleri, âşık üzerinde hiç bir etki uyandırmıyorsa, o aşk tabiî bir aşktır. Çünkü insanın sadece tabii yönü, değişimi ve etkilenmeyi tepki göstermeden kabul eder. Öyleyse, o şeyhin sözlerinden önce de o âşık, aşkla zaten sıfatlanmıştı. O olaydan önce et ve kemikken, onu bir suya çeviren bu erime işi onun vücudu üzerinde oldu. Eğer onun sevgisi İlâhî sevgi olsaydı, şeyhin harflerden oluşan kelimeleri onun üzerinde böyle bir etki yapmazdı. O sözlerin bu ince anlamları onun ruhaniyetini coşturmazdı. Dolayısıyla o âşık, aşk konusundaki davasından haya etti ve kalbinde haya ateşi yandı ve öyküde anlatıldığı gibi, su oluncaya kadar bu, onu eritmeye devam etli.

Bu değişim ancak varlıklarda (bireylerde) gerçekleşir. Onlardan yalnızca bazıları, tabiî sevgi sahibidirler. Bu ise, ruhani sevgi, ilâhî sevgi ve tabiî sevgi arasındaki farkı oluşturur. Ruhani sevgi, ilâhî sevgiyle tabiî sevgi arasında bir ara noktadır. İlâhi sevgi, varlıkta değişmez olarak kalır, fakat âşıktaki tabiî sevgiden dolayı, bu durum onun üzerinde değişikliğe neden olabilir; böyle olmakla birlikte onu “fena” haline ulaştıramaz. çünkü “fena” hali daima tabiî sevgi yönünden gelir. Varlığın “beka” hali ise ilâhî sevgi yönünden gelir.

Örneğin yukarıda değindiğimiz hadisi şerife tekrar dönecek olursam, orada Cebrail aleyhi’s-selâm bir ruh olduğu için, aşkı da ruhani aşktı. Bununla birlikte, bir cisme büründüğü için, aşkının tabii bir yönü de vardı, çünkü temel unsurlara bağlı olmayan tabii cisimler, temel unsurlara bağlı olan tabiî cisimlerin tersine, durum değişikliğine maruz kalmazlar. Yalnızca temel unsurlara bağlı olanlar durum değişikliğine uğrarlar, çünkü onlar temel olarak değişen özlerden meydana gelmişlerdir. Tabiata gelince, tabiatın kendi içinde, kendiliğinden bir değişikliğe uğrama gücü yokıur, çünkü hakikatlerden çıkan somut özler, varlıklar değişikliğe uğramazlar.

Buna göre, Cebrail aleyhi’s-selâm aşka tutuldu, fakat yukarıdaki öyküde anlatılan âşığın eridiği gibi, cisnıî varlığının özü erimedi. Bu nedenle, kendisinde bulunan tabiî aşkın etkisi altına girdi. Fakat kendisindeki ilâhî aşk nedeniyle varlığı bâkî kalmaya devam etti.

Öyleyse buradan şu sonuca varabiliriz: İlâhi sevgiye tutulan âşık cisimsiz bir ruhtur; Tabii sevgiye tutulan âşık ruhsuz bir cisimdir. Ruhani sevgiye tutulan âşık ise hem cismi hem de ruhu olan bir varlıktır. Öyleyse, tabii, unsuri aşka tutulan âşık, kendisini değişikliğe uğramaktan koruyacak bir ruha sahip değildir. Bu nedenle; sevgiye dair sözler, tabii aşka tutulan birini etkileyecektir, fakat ilâhî aşka tutulan âşığı etkilemeyecektir; ruhani aşka tutulan âşığı ise, biraz etkileyecektir

DiPNoT;

77*Sumnun Muhibb hakkında daha geniş bilgi için bkz.. Feridüddin Attar, Tezkiratü’l-Evliya; hazırlayan, Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür Yayınları, İstanbul 1985.
78*“Güneş dürûldügü zaman; yıldızlar kararıp döküldüğü zaman; dağlar yürütüldüğü zaman; on aylık gebe develer başıboş bırakıldığı zaman; vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman; denizler kaynatıldığı zaman;... gökyüzü sıyrılıp açıldığı zaman." (Kur'an, 88/1-11).
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Öykü Resim

— Bize bu öyküyü, Muhammed ibn İsmail el-Yemeni Mekke’de anlattı. O'na da Abdurrahman ibn Ali, ona da Ebu Bekir ibn Habib el-Amiri, ona da Ali ibn Ebi Sadık, ona da Ebu Abdullah ibn Baku- ya eş-Sirazi, ona da Bükran ibn Ahmed, ona da Yusuf ibn el-Hüseyin anlatmış; Şöyle dedi: “Zünnun’un yanında oturmaktaydım. Etrafında insanlar vardı, o insanlara birşeyler anlatıyordu. Orada bulunanların hepsi ağlıyordu. Yalnızca bir genç delikanlı ise gülüyordu. Bunu üzerine, Zünnun o gence, “Ey delikanlı, sana ne oluyor ki bütün herkes ağlarken sen gülüyorsun?” diye sordu. O genç de ona şu şiirle karşılık verdi:

“Bu insanların hepsi Cehennem korkusuyla ibadet ediyorlar
Ateşten kurtuluşu büyük mutluluk sayıyorlar,
Oysa bende ne Cennet ne de Cehennem düşüncesi var,
Çünkü istemiyorum ben aşkıma olsun bir karşılık."


Bunun üzerine, o gence “Peki Allah seni kovarsa, ne yapacaksın?” diye sordular. Bu kez de şu şiiri okuyarak cevap verdi onlara:

“Eğer bu aşkta bir vuslat bulmasaydım
Evimi barkımı atardım ateşe
Acının hüküm sürdüğü bu cehennemi yerde
Sabah akşam uyandırırdım ev halkımda, ailemde
Büyük bir heyecan, gözyaşlarımla
Ey müşrikler gelin öyleyse, ağlayın bana
Ben aciz bir kulum ama sevdim
Yüce Mevla’yı iddiamda sadık olmasaydım
Çetin bir azaba çarpılırdım”


Bizzat ben, lşbiliye’de (Seville) âşık ve arif yaşlı bir kadının hizmetinde bulundum. Kadıncağızın adı Fatıma binti ibn Müsenna el-Kurtu- bî idi79*. Senelerce hizmet ettim ona. Ona hizmet ettiğim dönemde doksanbeş yaşını geçmişti, fakat ben güzelliği ve yüzünün tazeliği karşısında onun yüzüne bakmaktan haya ederdim, sakınırdım. İlerlemiş yaşına rağmen, yanakları hâlâ kıpkırmızıydı. Yüzündeki güzellik, letafet ve tazelik onu ondört yaşındaki bir genç kız gibi gösteriyordu.

Allah ile kendine özgü bir manevi bir hal içindeydi. Kendisine, benim gibi, hizmet eden başkaları da vardı. Fakat nedense o, onların arasında beni tercih eder ve şöyle derdi: “Onun gibi birisini görmedim. O benim evime girince, bütün varlığıyla giriyor; dışarıda kendine ait hiçbir şey bırakmıyor. Evimden giderken de bütün varlığıyla gidiyor; evimde kendinden hiçbir şey bırakmıyor.”

Gene onun bir gün şöyle dediğini işittim: “ALLAH’ı sevdiğini söyleyen fakat O’nunla ferahlamayan kimseye şaşıyorum. Oysa ki, ALLAH o kulun müşahede ettiği Varlıktır; o kulun gözü her gözde O’nu müşahede etmektedir. Bir an bile onun gözünde kaybolmaz ALLAH. Bu gibi insanlar hep ağlarlar. Fakat nasıl oluyor da ağlarken O’nu sevdiklerini iddia ediyorlar? Hiç haya etmiyorlar mı, utanmıyorlar mı? Çünkü bir âşığın ALLAH’ya yakınlığı “mütekarrabun"un (yani ALLAH’ya yakın olanların) yakınlığından kat kat fazladır. Âşık, insanların ALLAH’ya en yakın olanıdır, çünkü o her an ALLAH'yı müşahede eder. O halde kime ağlasın ki? Bu harika bir şeydir!” Sonra bana dönüp “Ey oğul, bu söylediklerim hakkımda sen ne dersin?” dedi. Ben de ona “Ey anneciğim, söz senindir” dedim. O da “Vallahi! Ben de şaştım kaldım. Sevgilim bana “Fatiha- tû’l-Kitab'ı, Fatiha Suresini verdi80*, o sure benim hizmetimde bulunuyor ve yeminle söylüyorum, beni O’ndan bir an bile ayırmıyor” dedi.

İşte o gün, Fatiha Suresinin kendisine hizmet ettiğini bana söyleyince, o kadının ulaştığı makamı öğrenmiş oldum. Gene bir gün, birlikte oturuyorduk. Bir kadın geldi ve bana “Ey kardeş, kocam şu anda Şariş eyaletinin Şüzûne kentinde bulunuyor. Orada biriyle evleneceğini haber aldım. Bu işi sen nasıl halledersin?” dedi. Ben de “Onun buraya gelmesini ister misin?” dedim ona. O da “Evet!” dedi. Bunun üzerine yüzümü hizmetinde bulunduğum yaşlı kadına çevirdim ve “Ey anacığım, şu kadıncağızın ne söylediğini duymadın mı?” dedim. O da “O kadın ne istiyor, evladım?” dedi. “İhtiyacının, isteğinin şu anda hemen yerine getirilmesini istiyor; benim dileğim de, onun kocasının hemen buraya gelmesidir” dedim. Yaşlı kadın “Tamam, tamam, Fatiha Suresini oraya gönderirim ve bu kadının kocasını getirmesini söylerim” dedi. Sonra Fatiha’yı okudu, ben de onunla birlikte okudum. Biz okurken Fatiha bir şekil, bir vücut kazandı. Fatihayı okurken o kadının ulaştığı makamın derecesini öğrenmiş oldum. O okurken, Fatiha basbayağı bir suret, esîrimsi bir suret, bir şekil kazanıyordu. Yaşlı kadın ona bu görevi yükleyerek o adama doğru gönderdi, Fatiha’ya bir suret giydirdikten sonra, şöyle dediğini duydum: “Ey Fatiha, Şarîş eyaletine git ve şu kadının kocasını buraya getir. Onu buraya getirinceye kadar, onu sakın bırakma, sadece yol mesafesinin uzaklığı kadar uzak kalsın ve bir an önce ailesine kavuşsun.”

Yaşlı kadın bazen, kendi kendine def çalar ve bundan hoşlanırdı. O def çalarken bir taraftan ben kendisine bu konuda bazı sorular yöneltirdim. O da bana “Ben bundan zevk alıyorum. Allah da bana ilgi gösteriyor, beni veliler arasına alıyor ve beni Kendine sıkıca bağlıyor. Ben kimim ki, Rabb’im benim gibi kulları arasından beni seçiyor? Sahibimin Dostumun büyüklüğüne izzetine ve Kudretine yemin olsun ki, bazen beni öyle kıskanıyorlar ki anlatamam. Ne zaman herhangi bir şeye, itimat ederek yönelsem, Rabb’imden gafil olduğum için yöneldiğim şeyde başıma bir bela geliyor." dedi. Sonra bütün bunlarla ilgili bir sürü olağanüstü şeyler anlattı. Ben ona hizmet etmeye hep devanı ettim ve kendi elimle onun için, sazdan onun boyunca bir kulübe yaptım. Ölünceye kadar o evde yaşadı.

Bana hep “Ben senin manevi annenim ve dünyevi annenin nuruyum” derdi. Annem onu ziyarete geldiğinde, ona şöyle dedi: “Ey Nur, bu çocuk benim oğlumdur, senin de baban. Bu nedenle ona iyi davran ve ona sakın itaatsizlik etme!”

DiPNoT;

79*Bu sufi kadın hakkında Ibn Arabi’nin Ruhû'l-Kuds adlı eserinde bilgi verilmiştir. Fransızca tercümesi için bkz. not 26.
80*Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha suresi söz konusu edilmekledir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ÖyküResim

— Hicri 599’ da Mekke'de Yunus Bin Yahya anlatmıştı. Ona da Ebu Bekir bin el-Gazal, ona da Ebu’l-Fadl bin Alımed, ona da Ahmed bin Abdullah, ona da Muhammed ibn İbrahim, ona da Muhammed bin Yezid anlatmış. O şöyle dedi: Zünnun’un şöyle dediğini işittim: “Allah’ın Kutsal Evi olan Ka’be’ye haccetmek üzere yola çıktım. Ka’be’nin etrafında tavaf ediyordum. Birden, Ka’be’nin örtüsüne asılmış ve hıçkıra hıçkıra ağlayan bir adam gördüm. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da şöyle diyordu: “Senden başka herkesden derdimi sakladım. Sırrımı yalnızca Sana açtım. Senin dışındakileri bıraktım. Yalnızca Seninle meşgul oldum. Seni tanıyıp da nasıl Senden uzak kalabiliyorlar, Senin aşkını tadıp da nasıl Senden uzak kalmaya dayanabiliyorlar, şaşıyorum, aklım almıyor.” Sonra şu mısraları okudu:


“Kavuşmanın tadını bana bir kez tattırdın
Sana tâ derinlerden duyduğum aşkımı kat kat artırdın."


- Sonra kendi kendine konuşmaya başladı ve şunları söyledi: “Rabbin sana mühlet verdi, sen günahlarından vazgeçmedin. Günahlarını örttü, sen haya etmedin. Kendisine münacatta bulunmanın tadını senden aldı, sen buna hiç üzülmedin.” Daha sonra şöyle devam etti: “Aziz dostum, sevgili canım! Ne olacak benim halim? Senin huzuruna çıkınca ve beni uyku basınca ve Sen’in münacatının helavetinden, tadından beni mahrum bırakınca? Niçin? Peki niçin, gözümün içi, a canım?” Daha sona da şu şiiri söyledi:

“Ayrılık acısıyla dağladın kalbimi
Görmedim bir şey ayrılıktan daha acı daha yakıcı
Ayrılık yetti bizi birbirimizden ayırmaya
Nice zamandır korkuyordum başımıza gelmesinden.”


Zünnun şöyle devam etti sözüne: “O şahsın yanına gittim. Bir de ne göreyim, O bir kadınmış.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Öykü.Resim

— Bize Muhamıned ibn İsmail bin Ebi’s-Seyf anlam. Ona da Abdurrahınan bin Ali, ona da Muhammed bin Nasır ve Muhamıned bin Abdulbaki, onlara da Yunus bin Yahya, ona da Hamdi ibn Ahmed, ona da Ahmed bin Abdullah, ona da Ahmed bin Muhammed el-Mütevekke- lî, ona da Ahmed bin Ali bin Sabit, ona da Ali bin el-Kasım eş-Şahid, ona da Ahmed bin Muhammed bin İsa el-Razi, ona da Yusuf bin el-Hüseyin anlatmış. O şöyle dedi: “Bir genç vardı. Zünun el-Mısri’nin sohbetlerine bir süre devam etti. Sonra bir süre ara verdi. Sonra tekrar sohbete devam etmeye başladı. Yüzünün rengi solmuş, beti benzi sararmış, vücudu iyice zayıflamıştı. Üstünde ibadet ve çalışma izleri gözüküyordu. Zünnun ona şöyle dedi: “Ey delikanlı! Allah sana neler bağışladı, neler vehbetti ki, o mevhibelerden dolayı, sen Mevla’na bunca ibadet ettin ve bu kadar çok çalıştın?” Delikanlı da “Üstadım, Allah’ın kulları arasından alıp seçtiği ve kendisine Hâzinelerinin anahtarlarını verdiği; ve daha sonra yine Allah’ın ona bir sır verdiği bir kul gördün mü? O kulun bu sırrı ifşa etmesi doğru olur mu?” dedi ve şu şiiri söylemeye başladı:


“Bir sır söylediler ona, o da bilerek açığa vurdu o sırrı
Yaşadığı müddetçe artık vermediler ona hiçbir sır
Ve uzaklaştılar ondan. O ise, mutlu olamadı yanlarında
Kıyıda köşede bıraktılar onu, dost olmak şöyle dursun,
Sırlarını yayarı birini dost bilmezler zira
Sevgileri ne denli uzak, ne denli uzak böyle davranışlardan."


O genç adam şöyle devam etti: “Âşığın, sevgilisinin sırrını ifşa etmeye çalışması hiç doğru değildir. Aksine, sevgilisinin emirlerini beklemesi gerekir. Eğer sevgilisi, kendisine sırrım ifşa etmesini emrederse, ancak o zaman ifşa eder, yoksa ilke olarak, sevgilisinin sırrım saklaması gerekir.”

Hicri 594' de Fez şehrinde bulunduğum bir sırada Allah bana bir sır verdi. Ben de o sırrı herkese yaydım, çünkü o sırrın yayılmayacak sırlardan bir sır olduğunu bilmiyordum. Bu yüzden Sevgiliden azar işittim, bir iyice paylandım. Cevabım sadece sükut oldu, fakat gene de, “Eğer bu sır konusunda bir kıskançlık duyuyorsan, o sırrı kendilerine söylediğim kişiler üzerine yükle bu sırrı” dedim, çünkü Sen buna kadirsin, fakat ben kadir değilim. Ben o sırrı aşağı yukarı onsekiz kişiye söylemiştim. Bunun üzerine Allah bana “Tamam, o işi ben üzerine alıyorum.”dedi. Sonra da sadırlarından, kalplerinden o sırrı çekip çıkardığını bana rüyamda bildirdi. Bunun üzerine, arkadaşım, dostum hizmetçi olan Abdullah’a “Allah bana şöyle şöyle yaptığını bildirdi, haydi kalk, birlikte Fez şehrine gidelim de Allah’ın bana bildirdiği şeyleri bir görelim.” dedi. Böylece birlikte kalktık oraya gittik. Kendilerine o sırrı söylediğim insanlar gelip beni buldular. Gördüm ki Allah onlardan o sırrı çekip almış, göğüslerinden o sırrı çekip çıkarmış. Bunun üzerine onlar bana o konuda bazı sorular sordular. Bu kez ben sustum, onlara hiçbir şey söylemedim.

Bu olay benim için bu konuda meydana gelen, yaşadığım en şaşırtıcı, olağanüstü durumlardan biridir. O gencin Zünnun’a söylediği korkunç vahşetle, ürküntü verici yalnızlıkla beni cezalandırmadığı için Allah’a sonsuz hamd ediyorum.

Allah’ın Yolu bir zevk, kişisel bir deneyim olduğu için o genç, Allah’ın bütün yaratıklara, kendisine muamele ettiği gibi muamele ettiğini düşündü. Onun tattığı zevk, edindiği deneyim doğrudur, fakat bu konuda Allah’a verdiği hüküm doğru değildir. Bununla birlikte, bu tür şeyler tarikatta çokça görülür. Ancak “muhakkikin”, yani hakikat bilgisine-erişmişler için böyle şeyler vaki olmaz, çünkü onlar eşyanın hakikatlerini ve derecelerini bilirler. Gerçekten de, bu ilim erişilmesi çok zor bir ilimdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ÖyküResim

— Bu öykü bize Zünnun’dan rivayet edilmiştir. Muhammed ibn Yezid, Zünnun’dan aktarmıştır. Dedi ki: “Bir kadına; Âşığın kalbine aşk ne zaman tam anlamıyla girer? diye sordum, o da “Sürekli sevgilisini zikrettiği, sürekli onun aşkıyla yanıp tutuştuğu zaman” dedi.
“Ey Zünnun, bilmiyor musun ki aşk, şevk insanda dert bırakır. Sürekli sevgiliyi anma ise, insanda hüzün doğurur” diye ekledi. Sonra şu şiiri söyledi:

“Tadamadım Sana kavuşmanın verdiği zevki,
Gitmedikçe benden insanlara duyduğum sevgi."


Bunun üzerine ben de o kadına şöyle cevap verdim:

“Ne mutlu o âşığa, artınca sevgisi kavuşması,
Kavuşmanın hemen ardından coşunca sevgisi!"


Bunun üzerine “Beni acılara boğdun! Beni acılara boğdun! Bilmiyor musun ki O’na kavuşmak ancak O’nun dışındakileri terk etmekle mümkün olur.” dedi.
Eğer o kadın bana bu tür şeyler söyleseydi ben de “O orada; O orada! derdim”, dedim, kendi kendime.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ÖyküResim

Bu öyküyü bize lbn Ebi’s-Seyf, Abdurrahman bin Ali’den nakletti. Ona da İbrahim bin Dinar, ona da İsmail bin Muhammed bin Abdulaziz bin Ahmed, ona da Ebu’ş-Şeyh Abdullah bin Muhammed anlattı. O dedi ki, Ebu Said es-Sakafi’yi işittim. Zünnun’dan bu öyküyü naklediyordu. Şöyle dedi: “Bir gün Ka’be’nin etrafında tavaf ediyordum. Bir an hüzünlü hüzünlü yalvarıp yakarmakta olan bir ses duydum. Baktım ki bu sesin sahibi, Ka’be’nin örtüsüne asılmış genç bir kız. Şöyle diyordu:

"Biliyorsun Sen ey Sevgilim Ey Sevgilim,
Sen biliyorsun Vücudumun ve ruhumun yorgunluğu
Açığa vurmaktadır sırrımı
Ey Sevgilim öyle sakladım ki içimde sevgimi.
Göğsüm daraldı, nerdeyse göğsüm çatlayacaktı."


Zünnun şöyle devam etti: "Bu sözleri işitince, bir üzüldüm, bir sevindim; öylesine duygulandım ki oracıkta ağladım.” O genç kız sözlerine devamla: “Ey Allah’ım! Ey Rabb’im! Ey Yüce Mevlam! Eğer beni bağışlayacaksan, bana duyduğun sevginle bağışla beni.” dedi. Zünnun bunun üzerine şöyle dedi: “Bu şekildeki bir yalvarış bana çok çarpıcı geldi. Bu nedenle o kıza “Ey kızım, “Senin bana duyduğun sevgiyle” diyeceğine “Sana duyduğum sevgiyle” desen, öyle yalvarsan senin için yeterli olmaz mı?” dedim. O kız da bana şunları söyledi: “Ey Zünnun! Çekil git yoluna! Bilmiyor musun, Allah’ın sevdiği öyle kullar var ki. onlar Allah’ı sevmeden önce Allah onları sever. Duymadın mı Allah ne buyuruyor? “Allah öyle insanlar getirecek ki O onları sever, onlar da O’nu severler." (Kur’an, 5/54). Görülüyor ki, Allah’ın onlara duyduğu sevgi, onların Allah’a duyduğu sevgiden önce gelmektedir”. “Peki benim Zünnun olduğumu nereden bildin?" diye sordum ona. O da şöyle cevap verdi” “Ey yiğit kişi! Kalbler, sırlar meydanında dolaştı, ben seni oradan tanıdım.” Sonra, “Dön, arkana bak!” dedi bana. Ben de yüzümü çevirdim, baktım, Gökyüzü mü onu kendisine yükseltmişti yoksa yeryüzü mü onu içine çekmiş almıştı, bilemedim. Bu genç kızın sözlerinden ortaya çıkan durum, Allah’ın Hz. Musa’ya “Dağa bak!(Kur’an, 7/143) dediği anda, Hz. Musa aleyhisselâm’ın Rabb’iyle olan durumuna yakın bir durum dedim kendi kendime”81.*

Allahu Teâlâ’nın meydanları vardır. Onların hepsine “sevgi meydanları” adı verilir. Sonra o meydanlardan her birini sevginin özelliklerine verilen adlarla adlandırır. Örneğin: “Vecd meydanı”, “Şevk meydanı” gibi. Orada her durum, bir “cevelan”, yani dairevi bir dolaşma ve bir düz çizgi halindeki bir hareket olur. Dolayısıyla her durum için bir meydan vardır. Bu, külli bir hakikattir, bütünsel ve evrensel bir iştir82.*

Aynı şekilde, bilgi ve ma’rifetler için de tecelli dereceleri ve yerleri vardır. Sübhan ALLAH, mevcudatın özlerindeki farklılıkların ma’rifetini sana müşahede ettirirse, ancak o zaman bunlar birer meydan olurlar. Dolayısıyla, eğer sen, O’nun o meydanın isimleriyle orada zuhur etmiş Varlık olduğunu müşahede edersen, işte o zaman bunlar “sır meydanları” olurlar, Eğer sen O’nun varlıklarla maiyyetini, yani birlikteliğini isimleriyle müşahede edersen, o zaman bunlar “nur meydanları” olur. Eğer bu iş senin kafanı karıştınyorsa, o zaman öyle bir şey görürsün ki sonunda “o, O’dur!” dersin. Sonra daha başka bir şey görürsün “o O mudur yoksa O değil midir, bilemiyorum?” dersin. İşte o zaman bunlara “hayret meydanları” (ya da “hazret meydanları”) denir. Her varlığın özü için bir işaret bir gösterge vardır. Bu meydanları dolaşan varlıklar onu o alâmetle tanırlar; gene o alâmet sayesinde, bu dünyada, bu şehadet âleminde, tabiatında karartılmış, fakat bilgiyle (ma’rifetle) aydınlatılmış bu vücutlar (heyakil) içinde zuhur eden varlığı, o meydanları dolaşan varlıklar tanırlar, bilirler. Dolayısıyla, o meydanları dolaşanlar varlıkları isimleriyle tek tek tanırlar, tıpkı yukarıdaki öyküde geçen o genç kızın Zünnun’u adıyla tanıyışı gibi.

DiPNoT;

81*Ayetin tamamı şöyledir: “Musa belirlediğimiz vakitte Bizimle buluşmaya gelip de Rabb’i onunla konuşunca, Musa “Rabb’im bana Kendini göster ki Sana bakayım!" dedi, bunun üzerine Allah, “sen Beni göremezsin; fakat dağa bak; eğer dağ yerinde durursa, sen Beni göreceksin!" dedi. Rabb’i dağa tecelli edince, dağı durmadığın etti. Musa da baygın vaziyette yere düştü. Ayılınca, Sen ne yücesin ey Rabb’im! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim!" dedi." (Kur'an, 7/143).
82*Bu iki terim Sevginin, ufki (yatay) ve şakuli (dikey) boyutlarını göstermektedir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ÖyküResim

Musa bin Ali el-Ahmîmi’nin hadisinden bize rivayet edildi. O da Zünnun’dan rivayet etmişti: Zünnun o kimseye şöyle dedi: “Allah sana rahmetini esirgemesin! Allah için seven insanın belirgin özelliği nedir sence?” O adam “Ah sevgili dostum! Sevginin derecesi çok yüksek bir derecedir.” dedi. Zünnun da “Bana onu anlatmanı isterim.” dedi. O da “Allah için sevenlerin kalbini Allah öyle yarmıştır ki kalblerinin nuruyla onlar bedenleri dünyada kalır, ruhları ise perdeyle örtülür; akılları ise göğe çıkar. Onlar melekler arasında dolaşırlar ve bu hakikatleri yakin olarak müşahede ederler. Sadece Allah’a sevgi duyarak, Cenneti arzulama ve Cehennemden korkmadan uzak kalarak, ellerinden geldiğince Allah’a ibadet ederler.” dedi. Bunları söylerken o genç adam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, öyle ki ruhu ta derinlerden müteessir oldu. Ben de bu sözleri söyleyen biri hiç kuşkusuz ariflerdendir dedim, kendi kendime. Çünkü o arif olduğunu kanıtlayacak üç tane delil sıralamıştı ki evrende sadece bunlar mevcuddur: İlk olarak, “bedenleri dünyada kalır.” demişti. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Yalnız O’dur ki, gökte de ALLAH’dıı; yerde de ALLAH’dır.” (Kur’an, 43/84). Öyleyse, O’nunla beraber olan kişi varoluşunu belirleyen hakikatleri, O’nun için bu dünyada bırakmalıdır, çünkü insan âlemin bir mecmu’udur, bir toplamıdır. Bir bakıma âlem, insanın bedenidir yalnızca, çünkü “Allah, insana şah damarlarından daha yakındır" (Kur’an, 50/16). Şahdamarı insanın bedeniyle ilgilidir. Eğer şahdamarı, insanın tabii ve ruhi bütünlüğüne tatbik edilseydi, o zaman durumu eksik olurdu... İkinci olarak,, o adam, “akılları göğe çıkar." demişti. Gerçekten de akıllar kayıtlı, şartlı ve sınırlı sıfatlardır, dolayısıyla akıl, bir sınır içinde, bir kayıt altındadır, çünkü “ikal" yani “akalâ" kökünden gelmektedir. (Bunun anlamı ise, bağlamak, bukağı tutmak, köstek vurmaktır.) Göklere gelince, makamlarıyla mukayyed meleklerin bulunduğu yerlerdir gökler. Kur’an’da meleklerin ağzından şöyle denilmektedir: “Bizim içimizden herkesin bir makamı vardır." (Kur'an, 37/164). Akıllar o makamları aşamaz, o makamların ötesine ulaşamaz, çünkü aklı var eden Yüce Varlık aklı oraya (o makamların sınırı içerisine) hapsetmiştir. Bu nedenle o genç adam bile bile kasten, “meleklerin salları arasında dolaşırlar.” ifadesini kullanmıştı. Dolayısıyla onlar akıllarıyla göklerdedir. Buna göre, mürekkeb bileşik cisimler âleminde sadece gök ve yer vardır... Üçüncü olarak, “ruhları perdeyle örtülüdür" demişti. Gerçekten de Subhan ALLAH, insan vücudunu düzenleyip ona bir suret verince, o suret içinde ruh görünmez oldu, daha doğrusu o surelin içinde zuhur edecek ruhu vücudun içinde perdeledi. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Ben onu düzenleyip insan suretine soktuğum zaman ve Kendi Ruhumdan ona üflediğim zaman..." (Kur’an, 15/29). İşte insanların ruhları, O’nun bu perdelenmiş ruhundan zuhur etmiştir. Bu nedenle ruhlar sürekli olarak ilk asıllarmı müşahede etmektedirler; ve ruhun örtülü, perdeli olduğunu ve de kendi somut vücutlarında zuhur edenin, filan ya da falan diye isimlendirilenin, kim olduğunu ve niçin öyle isimlendirildiğini bilirler. Burada çok ince sırlar yatmaktadır!
Arif âşıkların öyküleri daha pek çoktur.

Yüzondördüncü cüz burada bitti.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ÂŞIKLARIN BAZI SIFATLARIResim


Bu kitabı bu son bölümle bitiriyoruz. Bu bölümde, sevginin sıfatlarını âşıklara vermek için, arif âşıklara gerdek odalarında Hakk’ın tecellileri diye isimlendirebileceğimiz halleri ele alıp inceleyeceğiz.

ResimAşık, “maktul" (öldürülmüş) sıfatıyla sıfatlanmalıdır:

Âşığın, "maktul" sıfatıyla sıfatlanması bu tecelli yerinden, bu gerdek odasından dolayıdır, çünkü âşık bir tabiattan ve ruhtan meydana gelmiştir.

“Ruhu bir nurdur âşığın, tabiatı bir karanlık,
Evet, ikisi de insan varlığında iki zıt özellik."


Bu iki zıt özellik birbirine ters düşer. Birbirine ters düşenler ise birbiriyle çatışırlar. Her biri diğerine hakim olmak ister, onun üzerinde mülkiyet kurmak ister. Âşık da bu duygudan hali olmaz. Eğer tabiatı kendine galebe çalarsa, üstün gelirse, âşığın vücut evi (heykeli) karanlık olur. O zaman Hakk’ı halkda sever. Böylece, aslına uygun olarak yavaş yavaş karanlığın içine nüfuz eder, tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi: “Gece de onlar için bir ayettir. Biz gûndüzü geceden çekip çıkarırız, bir de bakarsın ki onlar karanlık içinde kalmışlar.” (Kur’an, 36/37). Gündüz ise bir nurdur. Buna göre, âşık bilir ki, karşıt da olsalar, her ikisi de, gece de gündüz de, karanlık da nur da birbirine bitişiktir. Âşık gene bilir ki, birinin diğerinin içine girmiş olması mümkündür. Öyleyse, iki zıt şeyin (arasını) ucunu birleştirmem için Hakk’ı halkda sevmiş olmam da bana hiçbir zarar vermez.83*

Eğer âşığa, ruhu galebe çalarsa, üstün gelirse, hakim olursa, bu kez vücut evi (heykeli) aydınlık olur. O zaman Hakk’da halkı sever, tıpkı “Allah’ı, size verdiği nimetlerinden ötürü seviniz” sözünde olduğu gibi. Buna göre, âşık Hakk’ın kendisine verdiği nimetlerden dolayı O’nun emrine uygun olarak sever Hakk’ı. O nimetler içinde Hakk’ı müşahede eder.

Öte yandan iki zıt arasındaki rekabet, yarış, kıskançlık, her ne olursa olsun, iki zıttan her biri isteğine ulaştığını, hatta öteki zıttan kurtulduğunu ileri sürer. Kendi kendine “onu iyice öldüreyim ki bir daha zıddım olarak karşıma çıkmasın!” der. Eğer bu savaşta, tabiatı, ona galebe çalarsa, onu öldürürse, o (ruh) ölür. O zaman yaratıkları seven bir âşık olur. Eğer ruhu ona galebe çalarsa, onu öldürürse, o zaman Rabb’ın katında şehid olur, diri kalır ve bol bol nzıklanır.84* Görülüyor ki âşık her iki durumda da “maktul", öldürülmüş, durumdadır. Âşık bunun bilincinde olsun olmasın bu dünyada her âşığın durumu budur.

DiPNoT
;

83*Allah Tek olduğu için, bütün zıtlar O’nda birleşir ve tek olur.
84*“Allahı yolunda öldürülenleri ölü sanma. Hayır! onlar diridirler, Rabb'leri katında rıziklanmaktadırlar." (Kur’an, 3/169).
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ResimAşık, kendini "telef' etmelidir.

Bu şudur: Allah bu âşığı, “zahir” ve “bâtın” isminden yaratmıştır.85* Âşığı, hem “gayb âlemi” hem de “şehadet âlemi” yapmıştır. O, âşık için bir akıl yaratmıştır. Âşık, bu iki âlem arasındaki dengeyi sağlamak için, kendi zatında Allah’ın bu iki isminden her birine uygun düşen durumu aklı sayesinde fark eder. Sonra, Allah âşığa “Leyse kemislihi şey’ün” (O’na benzer hiçbir şey yoktur.) (Kur’an, 42/11) ismiyle tecelli eder. Bu isim âşığı şaşırtır, aklını başından alır. Dolayısıyla bu tecelli, âşığa, özellikle âlemler arasında bir denge kurma imkânı vermez. Ayetin devamında Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah her şeyi işitendir ve her şeyi görendir.” (Kur’an, 52/11). Böylece âşık, adaleti gerektiren ve dengeyi sağlayan durumu göremeyince, telef olur gider: dolayısıyla yükümlülük sınırından dışarı çıkar, çünkü ancak akıllı kişi aklıyla mukayyed olduğu sürece dinin emir ve yasaklarıyla yükümlüdür. İşte âşığın “telef’ olması böyle olur.

DiPNoT;

85*"Allah hem ilktir hem sondur; hem zahirdir kem batındır, O her şeyi bilendir." (Kur’an, 57/3) ayetine değinilmektedir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ResimÂşık, Allah'ın isimleriyle Allah’a doğru gitmelidir.

Âşığın Allah’ın isimleriyle Allah’a doğru gitmesi sıfatı şöyle olur: Allah âşığa hem mahlukatın isimleriyle hem de Kendi “esmaü’l-hüsna’sıyla, Güzel isimleriyle tecelli eder. Âşık, mahlukatın isimleriyle Allah’ın tecelli etmesini, kendisine Hakk’ın bir inişi olarak tahayyül eder oysaki bu tecelli işi kendi ufkundan (perspektifinden) olmaz. Âşık, Allah’ın Güzel İsimleriyle, “esmaü’l-hüsna”sıyla ahlâklanınca, Allah ehlinin ahlâk yolunda, olup biten şeyler âşığa galebe çalar, hakim olur. Dolayısıyla âşık yaratıkların isimlerinin, Allah için değil de kendisi için yaratılmış olduğunu, ayrıca Allah’ın Güzel İsimleri içinde kulun yeri ne ise, bu isimler içinde de Allah’ın yerinin o olduğunu düşünür. O zaman kendi kendine şöyle der: “Hakk’ın huzuruna ancak kendi isimlerimle gireceğim; halkın huzuruna çıkarken de Hakk’ın Güzel İsimleriyle çıkacağım, çünkü o isimlerle ahlâklanmış olacağım.”


Âşık, Hakk’ın huzuruna Allah’ın esmaü’l-hüsna"sı sandığı isimlerle girince, (gerçekte ise o isimler çevresindeki mahlukatın isimleridir) bizzat peygamberlerin, afakta ve enfüste (yüce ufuklarda ve ruhlarda) geceleyin yaptıkları yolculuklarında ve miraçlarında gördükleri şeyleri görür86*. Ayrıca her şeyin O’nun isimlerinden ibaret olduğunu, kulun ise, hiç bir ismi, adı sanı olmadığını, “kul” isminin bile kula ait olmadığını, fakat öteki Güzel isimler gibi bir isim olduğunu görür. Böylece âşık, O’na doğru “seyr halinde” olmanın, gitmenin, O’nun huzurunda. O’nun katında hazır durmanın ancak O’nun isimleriyle mümkün olacağını; yaratıkların isimlerinin gerçekte O’nun isimleri olduğunu bilir. Böylece, bütün bunlardan sonra, kendi yanılgısını anlar. Ayrıca, “abid" ile “Ma’bud”, kul ile Allah arasındaki farkı anlayınca, bu müşahede âşığa yaptığı bu hatayı düzeltme imkânı verir.

Bu müşahede ebedi bir gerdek odasında meydana gelen, çok değerli ve ender bir tecelli şeklidir. Ebu Yezid el-Bistami’nin bulunduğu nokta bunun bir altı idi. Onun ulaştığı noktayı ve sınırı kendisi şöyle ifade etmektedir: “O bana, bana ait olmayan bir şeyle yaklaştı.” Onun, Rabb’inden aldığı haz buydu. O bunu, bir gaye (maksud), bir sonuç olarak gördü. Âşığın durumu da böyledir. Bu onun gayesidir; gayenin bizatihi kendisi değildir. Bu “gaye"nin gerçekleşimi başka bir yoldur. Velilerin hiçbirinde bu zevki görmedim, sadece nebilerde, özellikle de resullerde gördüm böyle bir tecelliyi. Onlar Sübhan ALLAH’yı “ilm-i rüsum”da teşbih sıfatları diye adlandırılan şeyle nitelemişlerdir. Dolayısıyla onlar Hakk’ın, Kendisini halkın sıfatlarıyla nitelediğini düşünmüşler ve bunu le’vil etmişlerdir. Demek ki, bu müşahede şekli insana, mahlukata ait olan her ismin, aslında Hakk’ın bir ismi olduğu izlenimini vennektedir. O isimler lafız olarak halkın isimleri iseler de, mana olarak değillerdir. İşte halk, mahlukat, o isimlerle bu şekilde ahlâklanmaktadır.

Öyleyse bunu iyi anla!

DiPNoT;

86*Konuyla ilgili olarak Kur'an’daki şu ayeti belirtmemiz gerekiyor: “Biz onlara afaktaki ve enfüsteki, (yani ufuklardaki ve ruhlardaki) ayetlerimizi göstereceğiz, ta ki O'nun Hakk olduğu onlar için belli olsun.." (Kur’an, 41/53).
En son nur-ye tarafından 12 Kas 2019, 08:44 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ResimÂşık, kuş gibi uçar olmalıdır.

“Âşığın bir sıfatıdır uçar olması kus gibi,
Bu sahih bir ilimdir, üzerinde yoktur hiçbir kuşku.”


Bu dizeler birden döküldü ağzımdan; mahlukatın isimleri dediğimiz şeylerle ilgilidir bunlar. Âşık, bütün bu isimlerin kendisi için birer yuva olduğunu düşünür. Fakat durumun hiç de böyle olmadığı âşığa belli olunca, kendi yuvası olarak gördüğü yerden tıpkı bir kuş gibi havalanır ve uçar. Kendi hakkı gibi gördüğü ve öyle değerlendirdiği ismin semasında fır fır döner. Dolayısıyla her nefeste, o nefesten bir başka nefese uçar, çünkü “her gün bir iş üzere olan Varlık(Kur’an, 55/29) için temelde bütün isimler aynıdır. Öyleyse, hiçbir gün yok ki, âşık bir işten bir başka işe uçmasın. İşte bu durum âşığa âlemi müşahede etme imkânı verir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim— Aşık, daima uyanık kalmalıdır.

Âşık, Sevgili’yi “ne uyuklamanın ne de uykunun tutmadığını(Kur'an, 2/255) görünce, anlar ki âlemin korunması için bu durum, O’nun sevgisinin bir makamıdır. Dolayısıyla onu; “Hakk’ın Varlığı suretlerde tecelli eder” cümlesini düşünmeye davet eder. Suretler için bize bazı hükümler, bazı durumlar vardır. Bu durumlardan biri “uyku” halidir. Aşık, Sevgiliyi böyle benzeri bir surette görür fakat bu suretten dolayı “O’nu ne uyuklama ne de uyku tutar”. O zaman âşık, bu durumun, âlemin korunması için, onun sevgisinin bir makamı olduğunu anlar. Sevgilisi bu durumdayken, yani devamlı uyanıkken, sevgilisiyle birlikte bulunduğu zaman, âşığa uyku haram olur. Bu nedenle, âşık, kendi kendine “Sevgiliden ayrıyken uyku bana haramsa, O’nunla birlikteyken, müşahede halindeyken nasıl olur da uyanık kalmam?” diye sorar.

Ayrılıktan dolayı uyanık kalma haliyle ilgili olarak kimileri şöyle demiştir:
“Senden uzaktayken bana uyku haram olur,
Peki, sevgiliden ayrılanlar nasıl olur da uyur?”


O halde, müşahede halindeyken uyumak imkânsızdır, kesinlikle imkânsızdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim— Âşık, gamını ve kederini gizlemelidir.

Âşığın bir sıfatı da gamını ve kederini gizlemesidir. Âşığın üzüntülü olduğu açıktan gözükmez; kederi gizlidir onun. Bunun nedeni de şu ayetteki anlamda saklıdır: “Allah’ı, O’nun şanına yaraşır bir şekilde tanıyamadılar.(Kuran, 6/91). Sonra, âşık, müşahede halindeyken her şeyin, en küçük zerrenin bile, Allah’ın izniyle hareket ettiğini görür, çünkü onları hareket ettiren O’dur. Gene âşık, müşahede halindeyken, yaratıkların edepsizlik yaparak Yaratıcılarına nasıl karşı geldiklerini müşahede eder. Onları adem - yokluk sıfatıyla nitelemenin gerekmeyeceğini de müşahede eder. Bu nedenle, âşık konuşmak ister. Ayrıca içinde sakladığı ve aşkının gerektirdiği kıskançlığı açığa vurur. Sonra, bütün bunların ancak Allah’ın izniyle olduğunu görür, çünkü âşık bu makamda eşyadan önce Allah’ı, sanattan önce Sanatçıyı görme makamındadır. Bu makam Hz. Ebu Bekir’in makamıdır87*. İşte bunun için, âşık sessiz, sakin kalır. Üzüntüsünü, gamını, kederini açığa vurmaz, çünkü âşık, sevgiliye gerektiği gibi, O’na layık olduğu gibi davranmadığı için aşk, âşığın aleyhinde bir hükûm vermiştir. Ayrıca âşık, kendisine yaratıkları, Allah’ın musallat ettiğini görür, çünkü Sevgiliyle ilgili şeyleri, sırları onlara anlatmış ve onları mazur görmüştür. Allah onların üzerine bir perde indirmiştir. Böylece bu dünyada bu âşığın gamını gizlemiştir, çünkü öte dünyada onun için bir gam, keder, üzüntü olmayacaktır. Bunu bildiği için, âşık bir an önce bu dünyadan çıkıp gitmek isteyecektir.

DiPNoT;


87*Aynı konu , "Sevgilisi öyle istediği için, âşık kendini ayaklar altına alıp çiğnemelidir" bölümünde anlatılmıştır: "Ne görmüşsem mutlaka ondan önce Allah'ı görmüşümdür.” Hz. Ebubekir
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık Sevgiliye kavuşmak için bu dünyadan çıkmayı arzulamalıdır.

Âşığın bu tutumunu az yukarıda belirtmiştik. Nefis kendi öz hakikati içinde dinlenmek ister, oysa ki üzüntü bir yorgunluk belirtisidir. Bu yorgunluğu gizlemeye çalışmak ise, katmerli bir yorgunluktur.

Dünya bir meşakkat, bir üzüntü yeridir. Kendisine bu dünya evi (gerdek odası) verilen âşığa gelince, burada sevgilisiyle kavuşmak isteyecektir, fakat bu kavuşma, özel bir kavuşmadır ki Özü Hakk’tır, çünkü her durumda müşahede edilen yalnızca O’dur. Fakat Allah âlemleri (mevatın) kendi dilediği şekilde yaratıp, kavuşma için özel bir yer tayin ettiği için, biz o yeri arzu ederiz ve o yere ancak bu dünyadan çıkmakla erişiriz, çünkü bu dünyadayken ona kavuşmak imkânsızdır. Hz. Peygamber, selat ve selâm üzerine olsun, bu dünyada kalmak ve ötedünyaya gitmek arasında bir seçim yaptı ve “En Yüce Dostu seçiyorum!” dedi, çünkü o, bu dünyadaki konumunda en aşağı düzeyde bir dostluk içerisinde bulunuyordu.

Gene bir hadiste şöyle buyuruluyor: “Kim ölümle Allah'a kavuşmayı isterse, Allah da onunla kavuşmayı ister. Kim Allah’a kavuşmaktan nefret ederse, Allah da onunla kavuşmaktan nefret eder." Fakat gene de o kimse ölünce nefret ettiği şeylerle O’na kavuşacaktır. O’nunla kavuşmayı istemese de. Onlarla, yani onun nefret ettiği şeylerle Allah kendisini bu dünyada ondan gizlemiştir, fakat kendisiyle kavuşmayı isteyen kullarına da tecelli eder. Hakk’a ölümle kavuşmak, kendisi için öyle bir tattır ki, bu dünya hayatında O’na kavuşmada o Lat olmaz. Allah’a ölümle kavuşmamızın ölçüsü, nisbeti şu ayette ifade edilen ölçüdür: “Ey ağırlıkla donatılmış iki tür varlıklar, yani insanlar ve cinler, sizin de hesabınızı görmek için boş vaktimiz olacak." (Kur’an, 55/31). Bizdeki ölüm, ruhlarımızın bedenlerimizin yönetiminden kurtulmasını sağlar, ruhlarımızı bedenlerimize bağlı olmaktan kurtarır.

Böyle bir âşık, zevkle, bunun hasıl olmasını hem ister hem de bunu sever. Bu da ancak bu dünyadan çıkmakla mümkün olur, yoksa sadece “hal” ile olmaz. Öyleyse bu vücuttan (heykelden) ayrılması âşık için gerekli olmaktadır. Vücudun ruhla kaynaşması ve vücud içinde zuhur etmesi doğum anında olur, belki de bu, zuhurundaki sebebtir. Hakk Teâlâ, ruhla vücut arasındaki ilişkiyi belirterek ikisi arasına bir fark koymuştur. Bu birleşme, Allah’ın kullarına duyduğu sevgiden dolayı, onlara karşı gösterdiği kıskançlık halinden ileri gelmektedir. Bu nedenle Allah, onlar arasında ve de kendisi dışında bir ilgi olmasını istemez. Bunun bir sonucu olarak Allah ölümü yaratmıştır. O’na duydukları sevgi konusunda, davalarında samimi olup olmadıkları anlaşılsın diye, ölümle kullarını imtihan etti88.*

İlâhi Hüküm günü gelince, Yahya aleyhisselâm89* cennetle cehennem arasında, ölümü kurban edecek ve artık bu iki yerin ehlinden hiç kimse ölmeyecek. İşte bu durum, âşıkların Sevgiliye kavuşmak arzusuyla bu dünyadan çıkmak istemelerinin nedeni olmaktadır, çünkü İlâhî kıskançlık dikili bir taş gibidir.

Allah, ölümü böylece kurban ettikten sonra özel bir hayat için onu yeniden diriltir, tıpkı ölümden sonra bizim uğrayacağımız hüküm gibi. Nitekim, Hz. Peygamber: “insanlar uykudadır, ancak öldükleri zaman uyanırlar." buyurmaktadır.

DiPNoT;

88*0 hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O Azizdir, O bağışlayandır.(Kur’an, 67/2) ayetine gönderi var.
89*Bkz; Kur’an, Meryem suresi, 19/12-15’de Yahya aleyhisselâm söz konusu edilmektedir.
Resim
Cevapla

“►Muhiddin-i Arabi◄” sayfasına dön