KIYAS-I FUKAHA

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

KIYAS-I FUKAHA

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

KIYAS-I FUKAHA
SELİM GÜRBÜZER
Kıyas; bir şeyi dayanak yaparaktan mukayese yapıp görüş (rey) belirtmek demektir. Bakınız Allah Resulünün “Buğdayı buğday ile misli misliyle satınız, fazlasını satarsanız fazlası faiz olur” diye beyan buyurduğu hadis-i şerifte geçen “buğdayı buğday ile misli misliyle satınız” ifadesi tamamen kıyas bir hükümdür. Tabii kıyasında kendi içinde celi (açık veya anlaşılabilir) olanı olduğu gibi hafi (gizli-istihsan) olanı da vardır. Örnek mi? İşte kirli havuz ve kuyuların taşlarında pislik izi kalabileceğinden hareketle kuyu suyunun temiz olmayacağı hükmüne varılır ki, işte bu hüküm fıkıhta gizli bir kıyas olarak karşılık bulur. Yine örnek misal olarak görünürde yırtıcı kuş artıklarının necis olduğunu düşünürken oysa kazın ayağı hiçte öyle değilmiş bir bakıyorsun ulemamız gagalarının kemik olduğundan hareketle gizli kıyas gereği temiz olarak hükmetmişler meğer. Ancak bu hüküm yırtıcı hayvanlar söz konusu olduğunda ağızlarından salya akmaları hasebiyle temiz olmadıklarına hükmedilir. Yani yırtıcı kuşların hilafına hükümdür bu.
Adından da anlaşıldığı üzere kıyas zannı bir delil olarak addedilir hep. Ve bu hususta Kur’an’da beyan buyrulan “Göklerin ve yerin hükümranlığına bakmıyorlar mı?” (A’raf,185) ve “Düşünmüyorlar mı ki arkadaşları olan Peygamberde bir delilik yoktur” (A’raf,184) ayetleri aslında tefekkür yoluyla kıyasa delil ayetlerdir. İşte bu ayeti esas alan ulemamız zihnini zonklayaraktan ve beyin fırtınası yaparaktan kıyas yapılabileceğini, böylece bu sayede pek çok hadisenin açığa kavuşup hakikate ulaşılabileceğini savunurlar. Bu görüşün tam aksini savunanlar ise Allah Teâlâ’nın beyan buyurduğu; ‘Sana kitabı her şeyi açıklayıcı olarak indirdik’ (Nahl, 89) ve ‘Yaş kuru hiçbir şey yoktur ki açık olan kitapta zikredilmesin’ (En’am,59) ayeti kerimeleri esas alaraktan akli kıyası asla kabul etmezler. Ancak itirazlarına gerekçe olarak baz aldıkları ayette gözden kaçırdıkları bir husus vardır ki, o da malum kıyasın ispatlayıcı bir delil değil açıklayıcı bir delil olduğu gerçeğidir. Hem üstelik ayette geçen ‘..her şeyi açıklayıcı olarak indirdik’ ifadesi anlam bakımdan hem noksan hem de izaha muhtaç bir ifadedir. Öyle ya, Kur’an ayetleri anlam bakımdan tam tamına açıklayıcı olarak nüzul olmuş olsaydı o zaman Peygamberimiz (s.a.v)’in sünnet ve hadis-i şeriflerinin ehemmiyeti yok farz edilip hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktı. Yani bu demektir ki, ikinci kaynak sünnet delilimize lüzum kalmayacaktı. Oysa müfessirlerimizin önemli bir kısmı; En’am süresinde zikredilen ‘kitap’ ibaresinden maksadın levh-i mahfuz olduğunu belirtmişlerdir.
Malumunuz Resul-i Ekrem (s.a.v) Muaz b. Cebel’i Yemen’e kadı tayin ettiğinde:
- Ya Muaz! Oraya vardığında neyle hükmedeceksin?
Muaz bin Cebel cevaben:
- Allah’ın kitabı ve Sünnet-i nebeviyle hükmederim demiştir.
Allah Resulü:
- Peki ya kitap ve sünnette hüküm bulamazsan?
Muaz bin Cebel bu kez:
- O zaman kendi ictihadımla hüküm veririm cevabını vermiştir.
Tabii Resul-i Ekrem (s.a.v) Muaz b. Cebel’in bu akıl dolusu sözlerine karşılık:
- Allah’a şükürler olsun ki; seni Resulünün razı olacağı hükme başarılı kıldı diyerekten onu taltif eylemiştir.
İşte bu karşılıklı soru ve cevap ilişkisinde; Resulullah (s.a.v)’in sorduğu ‘Kitap ve sünnette bulamazsın’ ifadesinden maksat her hükmün kitap ve sünnette açıkça ifade edilmeyeceğine işaret bir delil olurken, Muaz b. Cebel’in cevaben verdiği ‘Kendi içtihadımla amel ederim’ ifadesi ise kıyasın tâ kendisi bir delildir zaten. Madem soru ve cevap ilişkisinden çıkarılan kıyasın varlığını gösteren böylesi işaret delil mihenk taşlarımız var, o halde ilmi yönden Peygamberimiz (s.a.v)’in varisi hükmünde ulemamızın da Kur’an’da geçen zina ayetlerinden hareketle tıpkı zina benzeri kötü fiiller içinde kıyaslama yapraktan hüküm çıkarması son derece gayet tabiidir. Bu demektir ki, kıyas ederekten hüküm vermekle kitabın hilafına bir durum oluşmaz. Yine âlimlerimizin Kur’an’da ilk önceleri içki tedrici olarak yasaklanıp sonrasında tedriciliğin nesh olmasıyla birlikte haram olduğu kesinlik kazanan en son ki ayete dayanarak sarhoş edici içki türlerinin tamamının az ya da çok hiç fark etmez, aynı kapsamda haram olduğuna hükmetmesi de bir kıyas delil olarak karşılık bulur. Hem nasıl karşılık bulmasın ki, bikere Allah-u Teâlâ Kur’an’da helal ya da haram kıldığı her ne hüküm varsa her bir hüküm gerek içerik, gerek nitelik ve gerekse nicelik bakımdan ayrıntısız bir şekilde kullarına bildirmiştir, elbette ki bu durumda ayrıntılara teferruatlı bir şekilde dalmak ulemanın işi olacaktır. Ve ulemamız ne kadar ayrıntılara dalıp ne kadar çalışma ve gayret göstererekten detaylandırırsa ister istemez o ölçüde de kıyas delil olarak karşılık bulacaktır. Böylece edille-i şer’iyye’nin dördüncü basamağındaki kıyas delilimiz sayesinde fikir ve düşünce hayatımızda iri ve diri tutulmuş olur.
Bakınız Enes b. Malik’in naklettiği bir hadiste kıyasın delil olduğuna işaret teşkil eden bir başka çarpıcı örnekte var önümüzde. Şöyle ki bir adam Resulullah (s.a.v)’e gelerek:
-Ya Resulallah! Babam haccetmeden vefat etti, şimdi ben babamın yerine hac farizasını yerine getirmiş olsam faydası olur mu?
Bu suale karşılık Habib-i Ekrem (s.a.v) şöyle bir kıyas soru yöneltir:
-Babanın borcu olsa onun borcunu sen ödemez miydin?
Adam cevaben:
-Ya Rasulallah! Elbette ki öderdim der.
Bu durumda Rasulullah (s.a.v):
- O halde Hac’da onun üzerine borçtur, onu yerine getir diye beyan buyuraraktan sorulan sorudan maksat hâsıl olur da. (Bkz. Heysemì, Keşfu’l-Estâr an Zevâidi’l-Bezzâr, H.No:1145, II.26, hadisin ravisi Sabit, Bezzâr güvenilir, kendisinden hadis rivayet edilebilen bir kimse olarak bahsetmektedir)
Yine bir başka çarpıcı örnek olarak Hz. Ömer (r.a)'ın Allah Resulünün izlediği yöntemden hareketle bu ve buna benzer kıyas örneklerini şûra heyetiyle birlikte birçok meseleyi karara bağlamasında görürüz. Hatta halifelik döneminde; Kadı Şureyh ve Ebu Musa el Eş’arı gibi kadılara gönderdiği mektuplarla edille-i şer’iyye hükümlerinin yerine getirilmesi hususunda telkinlerde de bulunmuştur. Her ne kadar kıyasın edille-i şer'iyye çatısı altında sıralamada ki yeri dördüncü basamak olsa da beyin fırtınası ve tefekkür yönüyle bakıldığında aslında ilk basamak delil kaynakmış gibi durmakta. Yani bu demektir ki, delile başvurma noktasında sıralamanın en son basamağında yer alması kıyasın etkin gücünden bir şey kaybettirmez, bilakis etkin gücünü daha da artırır. Nasıl etki gücü artmasın ki, bir kere birinci kaynaktan dördüncü kaynak olarak kendisine gelen tüm kaynakları taramak için bile ayrıca bir çaba ve ufuk turu gerektirir. Dolayısıyla edille-i şer’iyye çatısı altında kitap ve sünnet arasında gel git yaşandığında kaynak sıralaması gereği öncelikle kitap esas alınır. Keza iki sünnet arasında gel git yaşandığında da ister istemez meşhur sünnet ile meşhur olmayan arasında tercihen meşhur sünnet delil olarak tasdik görür. Şayet bu tercih kifayet etmezse bu kez diğer alt ve üst tali kaynaklara başvurulur. Kelimenin tam anlamıyla böyle durumlarda nass-zahire, müfesser- nassa, muhkem-müfessere, hakikat-mecaza, sarih-kinayeye, ravisi fakih olan hadis-ravisi fakih olmayan hadis vs. ikili kaynaklar arasında birinciler tercih edilip kabul görür
Peki, ya tüm basamaklar bir bir aşıldıktan sonra oldu ya bir baktık, iki delil arasında denklik söz konusu oldu, bu durumda hangi delil tercih edilir acaba? Elbette ki bu noktadan sonra her iki denk delilde delil olmaktan çıkıp kıyas delil devreye girecektir. Tabii bu arada şu önemli ayrıntıyı da atlamamak gerekir; bikere her şeyden önce delil taramasında ilk evvela ayetlerin nüzul ve hadislerin söyleniş tarihleri esas alınmalı ki en son nüzul olan ayet ve hadislerin öncekini nesh edip etmediği gözden kaçırılmış olmasın. Keza bir başka dikkat edilmesi gereken husussa iki sünnet arasında karar verememe veya çelişki hâsıl olduğunda ne yapılacağı hususudur. Hiç kuşkusuz böyle bir durumlarda sahabe içtihadı dikkate alınır. Şayet sahabe arasında da ihtilafa şayan bir mevzu tespit edilmişse bu kez kıyas-ı fukaha’nın görüşü esas alınır. Nitekim Numan b. Beşir; Resul-i Ekrem (s.a.v)’in güneş tutulduğunda bir rükû ve iki secde rükünle namazı eda ettiğini rivayet ederken, Hz. Aişe (r.anh) ise iki rekât kıldığını ancak her rekâtında iki rükû ve iki secde ile eda edildiğini rivayet etmiştir. İşte görüyorsunuz ortada birbirinden farklı iki rivayet var, dolayısıyla iki rivayet arasında tercih imkânı kalmadığından, ister istemez diğer vakit ve nafile namazlara kıyasla bir rükû ve iki secde rükünlü olacak şekilde iki rekât namaz eda edilmesi gerektiği içtihadında karar kılınır.
Malumunuz Edille-i şer'iyye kapsamı dışında bir takım delillerde söz konusu, ama ortada hükmü sabit bir delil varken zannı delile pek itibar edilmez. Ancak yine de edille-i şer’iyye kapsamı dışında İslam öncesi şeriatlar, istishab, taklid, istidlal, örf ve maslahat gibi delillerin varlığından bilgi maksatlı haberdar olmakta fayda var. Hatta bu delillerin büyük ölçüde hükmü kalkmış olsa da mukayese açısından ya da ihtiyaç hâsıl olduğunda başvurulacak kaynak olabiliyor. Yeter ki, bunlar İslam'ın belirlediği ölçülere aykırılık teşkil eden cinsten isrâiliyyât türü haber olmasın. Bir kere İslam’ın insanlığa inmiş en son kâmil bir din olması bir önceki şeriatları nesh ettiği icma ile sabitse de sahih olan bir görüşe göre Allah Teâlâ ve Resulünün hakikatlerini inkâr etmemek kaydıyla önceki şeriat kaynaklardan da istifade edilir denilmektedir. Dikkat edin sadece istifade edilir denmekte, yani tabii olunuz denmiyor, çünkü bu kaynakların mutlak anlamda bağlayıcılığı yoktur.
İstishab; bir şeyin aksi ortaya çıkmadıkça varlığı kabul sayılabilecek bir delildir. Hanefilere göre kayıp bir insanın malına varis olunmayacağı gibi ihtiyaten mal paylaşımı durdurulur da. Mesela bir başka istishab örnek teşkil eden hadise ise Hz. İsa (a.s)’ın şeriatının İslamiyet’in zuhuruna kadar geçerli olduğu hükmüdür.
Taklid: delil olarak algılansa da, aslında özünde birçok kusuru barındırması muhtemel dâhilinde bir delil niteliğe sahiptir.
Örf; İslam kaidelerine, akla ve mantığa ters düşmemek kaydıyla delil olarak kabul görebiliyor. Bu yüzden örf deyip geçmemek gerekir. Hele örf toplum içinde teamül hale gelmeye bir görsün yerleşik alışıla gelen hüküm niteliği kazanır da. Örf; sözlü olduğu gibi fiili de olabilir. Mesela fıkıh kitaplarında şöyle örnekler getirilir; bir kimse düşünün ki; ‘falan eve ayağımı basmam’ tarzında yemin ettiğinde örf gereği o eve girilmeyeceği anlaşılır, dolayısıyla o eve binek üzeri girildiğinde yemin bozulmuş olur. İşte fıkıh kitaplarında verilen bu misalden de anlaşılan o ki; nass geneli kapsayan bir delil niteliği taşırken, örf ise belirli bir alanla sınırlı, lokal (yerel) bir delildir. Ancak ister genel alanı kapsayan örf, ister yerel alanı kapsayan örf olsun hiç fark etmez şer’i delille söz konusu örfler arasında ihtilaf söz konusu olduğunda delil olarak nass tercih edilir elbet. Zaten şer'i hükmün varlığında bir başka hükmün varlığı hükümsüzdür. Şer’i hükmün üstünlüğü o kadar gayet açık ve net ki, yerleşik bir örfün doğruluğunu tespit etmek ya da yanlışlığını bildirmek içinde vahy nüzul olmuştur. Şayet ortada yerleşik örfle alakalı lehte veya aleyhte herhangi bir ilahi bir hüküm yoksa bu durumda o söz konusu örf delil olarak kabul görebiliyor. Oldu ya, mevcut örf değişikliğe uğrayıp eskisini aratmayacak daha iyi bir örf oluştuğunda bu kez yenisi delil olarak esas alınır. Nitekim Mecellede geçen bir ifadede; ‘zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr edilemez’ hükmü bunu teyit eden bir durumdur.
Hüküm; ilhamını Kur'an’dan alan kurallar manzumesi demektir. Bir kere Allah Teâlâ'nın haram bildirdiği haram, helal bildirdiği helal türünden her ne varsa hepsi birer şer’i hükümdür. Hakeza Şâri’ (bilge âlimler) tarafından dile getirilen “şu fiili yapmayınız” tarzında ifadeler de bağlayıcı hüküm kapsamındadır. Değim yerindeyse şari’nin şer’i hükümler hususunda yap dediğini yapmak farz olurken, yapma dediğini yapmak ise haram olarak karşılık bulur. Ancak Rabbül Âlemi’nin “şu işi ister yapınız isterse yapmayınız” hükmü söz konusu olduğunda artık o işi yapıp yapmamak mubah olarak karşılık bulur.
Alamet; ismiyle müsemma nişân (işaret) manasına bir kavram. Şöyle ki; namaz içerisinde getirilen her bir tekbir diğer rükünlere geçişin birrer alameti olarak addedilir. Ki, bu geçişler mutlak alamet diye tanımlanır Hele bilhassa başlangıç tekbirleri namaz vakitlerini belirleyen parola niteliğinde işaret olması hasebiyle ‘illet alamet’ olarak tanımlanır. Yine bir başka misalde güneşin doğuşu ve batışı da bir başka alamet örneği olarak karşılık bulur. Nitekim güneşin doğması gündüzün varlığına bir alamet teşkil ettiğinden bu işaret ‘mecazen alamet’ olarak addedilir.
Mahkûmen bih; Hüküm altına alınan, hüküm verilen sorumluluk yaşına erişmiş her kulun müsbet ya da menfi fiillerini kapsayan bir kavramdır. Zira Allah hakkı (Namaz, oruç, iman vs.), kul hakkı (kendi dışındaki kişiye verilen zarar vs.) ve her ikisi birlikte tüm haklar (iftira gibi) bu kapsamda değerlendirilir.
Mahkûmun leh; lehinde hükmolunan, yani davayı kazanmış manasına bir ibaredir.
Mahkûmunun aleyh; aleyhine hükmolunun, yani davayı kaybeden manasına bir ibaredir. Madem öyle, davayı kaybetmemek gerekir. Hem madem İlahi buyruğa muhatab kalıp sorumluluk yüklendik o halde ruhlar âlemindeyken “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” fermanı karşısında; verdiğimiz “Evet” (Zümer,71) sözünün gereğini yerine getirmemiz lazım gelir. Nitekim Allah Teâlâ kalu bela’da vermiş olduğumuz o sözü inkâr etmeyelim diye her kavme peygamber göndermiş bile. Yetmemiş âlimler ve diğer delillerle desteklenmişiz. Böylece bezm-i elestte verilen o söz her devirde kıyamete kadar canlı tutulup bu arada sözünün eri olanlarla eri olmayanlar ruz-i mahşerde ortaya çıkar da.
Ehliyet; dini anlama ve idrak edebilme bakımdan tam ehliyet ve eksik ehliyet diye tasnif edilir. Mesela çocuk ve bunaklar için eksik ehliyet tabiri kullanılırken, akıl ve buluğa ermiş olanlar içinse tam ehliyet tabiri kullanılır.
Aklı kıt deli birisinin velisi ve ebeveynine bağlı olarak imanı sahih olur, keza dinden döndüğünde de aksi cihetten öyledir. Hatta devam eden delilik süresince ibadetler bu kişiden düşer de. Ki; bu süreçte söz konusu ibadet namazsa İmam Muhammed'e göre altıncı namaz vaktinin girmesiyle, söz konusu oruçsa bir ay, söz konusu zekâtsa bir seneyle sınırlı tutulur. Şu bir gerçek; aklı yitik deliler ağızlarından çıkan sözlerinden dolayı değil, bilakis fiillerinden dolayı cezalandırılırlar.
Baygınlık hali bir insanın ibadet etmesine engel teşkil ettiğinden vaktin namazı o an düşebiliyor. Ancak oruç ve zekât bundan istisnadır. Zira baygınlık uzun zaman dilimi devam eden bir özür hali değildir. Uyku hali de keza öyledir. Mesela bir insan uyku halindeyken gerek alışveriş akdi, gerek boşama, gerek azad etme, gerekse dinden döndüğüne dair nahoş sözler sarf ettiğinde bu durumda asla ciddiye alınmaz.
Sarhoşlukta baygınlık gibidir. Bilindiği üzere sarhoşluk ölçüsü yer ile gök arasını ayırt edememekle belirlenmiştir. Bu yüzden Hanefiler yer ile gök arasını ayırt edebilecek bir insan için had uygulanmaz şeklinde hüküm vermişlerdir. Hatta zorla içki içirtilmiş bir insan içinde içki haddi uygulanmaz. Dahası alkol alan bir insan tüm ibadetlerden sorumlu olmakla birlikte ibadet edecekse de sarhoşluk hali geçtiğinde ya da bir daha içmemek üzere değim yerindeyse şişeyi taşa çalacak bir samimiyet içerisinde ibadete koyulması uygundur.
Şu da var ki zorla adam yaralama, öldürme ve zina yapan bir insandan haram fiil düşmese de zorlayan için kısas gerekir. Bir kimse açlık, susuzluk ve herhangi bir zorluk gibi mecburiyet durumlarda şarap içmesine, domuz eti veya ölü eti yemesine ruhsat vardır. Aksi halde bu ruhsatı kullanmaktan kaçınmakla nefse zulmedilmiş olur. Bakınız müşrikler Ammar bin Yasir'e zorla ‘Allah yoktur’ dedirtmişlerdir. Ama bu ağzından çıkan sözle imanından olmadı. Çünkü o bu sözü söylerken kalbi ‘Allah’ diyordu. Nitekim bu hususta hakkında ayet nazil olup kalben imanına zeval gelmediği tasdik edilmiş olması bunun bariz teyididir. Bu olaydan anlaşılan o ki; bir insan dayanılmayacak baskı altında kalben farz olduğuna inandığı namazı inkâr etse de imanından olmaz. Ancak şu da var ki, bir mümin kendisinden istenen tavize boğun eğmeksizin işkenceye dayanıp öldürüldüğünde ise bu sabrına karşılık şehitlik mertebesine erişebiliyor. Hatta bu hüküm mal namus gibi kutsal değerler içinde geçerlidir. Ki, böyle yapmakla İslam’ın şanı yüceltilmiş olunur.
Unutkanlık şer'i hükmün uygulanmasına mani değildir. Şöyle ki; namaz içinde unutmak gaflet sebebi sayıldığından telafisi ancak sehiv secdesiyle giderilebiliyor. Tabii telafi edilemeyen durumlarda var elbet. Mesela bir insan namaz kılarken su içmiş olsa namaz bozulur. Yine bir insan namaz vaktini unutup vakit geçtiğinde o namazı kaza etmesi lazım gelir. Fakat oruç böyle değildir. Mesela yine bir insan oruçluyken unutarak su içse orucu bozulmaz. Hatta Ebu Hureyre (r.a)’dan rivayet edilen bir hadisten hareketle İmam-ı Azam “Eğer bu rivayet olmasaydı kıyasa binaen orucun bozulacağını söylerdim” demiştir. Zaten İmam-ı Azam’a da bu duruş yakışırdı. Nitekim o aynı zamanda, “Allah ve Resulünden gelen her şey başımın gözümün üstüne” diyen müctehid âlimimiz bir zattır.
Mümeyyiz; iyi ile kötüyü ayırt edebilen (temyiz sahibi) çocuk demektir. Böyle bir çocuk mirasa, vasiyete, kendi adına alınmış mülkiyete yetkilidir. Ancak köle, cariye ve gayrimüslim çocukları herhangi bir Müslüman yakınına varis olamaz. Çocuklar namaz, zekât gibi ibadetlerle ilgili yaptırımların yanı sıra kısas ve mirastan men edilmek gibi hususlarda da sorumlu tutulmazlar. Bir kere ibadetlerde eksiklik akıl baliğ olmuş hür insanı bağlar, çocukların sadece eğitilmesi tavsiye edilir, bu yüzden çocuklar fiilleri sebebiyle cezayı işlem görmezler ve sorumluluk yönünden yok farz edilir. Zaten çocuklardan akıl baliğ olmuş hür bir irade beklemek abesle iştigal olur. İşte bu yüzden onlardan sadır olacak herhangi bir nahoş fiili davranışlar hukuken geçersiz sayılıp hükme esas teşkil etmez. Öyle ki; mümeyyiz mirasçı bir çocuk miras bırakanı öldürmüş olsa mirastan mahrum edilmez, kısasta uygulanmaz. Anlaşılan o ki çocukluk hali bir noktada özür hali sayılabiliyor. Hatta mümeyyiz bir çocuğun veliliği de kabul görmez, ama kendisine bir veli edindiğinde bu kabul görür bir durum olarak karşılık görür.
Bunak; mümeyyiz çocuk gibidir. Bu yüzden mümeyyiz çocuk için geçerli olan kural bunak içinde geçerlidir.
Ölüm; yaşadığımız hayattan başka bir hayata geçiş hali demektir. Ölen ölür, geriye ise bıraktığı mirası kalır. Ancak ölenin mirası mirasçılara pay edilmeden önce defin masrafları karşılanması icab eder, sonra borçlarına geçilir, akabinde vasiyetleri yerine getirilir. Ölümcül hastalığa tutulmuş bir şahıs mirasının hepsini vasiyet edemez, ederse de ancak 1/3’ü esas alınır, geriye kalan 2/3’üne ise itibar edilmez.
Malumunuz ölümle birlikte insan üzerindeki birçok mükellefiyetler düşmüş olur. Fakat vasiyet yoluyla yapmış olduğu yükümlülükler devam eder. Bilhassa bu konuda yakınlarının iaşelerinin teminine yönelik sorumluluklar (nafakalar) devamına işaret göstergelerdir. Zira ölen şahsın vaktiyle başkasına ait gasb ettiği malı varsa bu durumda mirasından karşılanarak sorumluluğu giderilir.
İbra; vazgeçme ve aklama anlamına gelen bir kavramdır. Elbette aklama ve vazgeçmenin de kendince bir dizi kural ve kaideleri söz konusudur. Mesela bir kimse borçlusunu şaka yoluyla ibra etmiş olsa bu hüküm geçerlilik kazanmaz.
Sefer: Bu konu başlı başına pek çok ayrıntıları bağrında taşıyan bir konu olmakla birlikte genel itibariyle bir seferin sefer hükmü kazanabilmesi için doksan kilometrelik mesafenin kat edilmesi esas alınır. Böylece bu hüküm gereği seferde dört rekâtlı farz namazlar iki rekât olarak kılınmış olur.
Müftü: Mensubu olduğu mezhebinin içtihadı üzerine hüküm aktaran görevli demektir. Müftüye bir mesele sorulduğunda sırasıyla şu silsileyi takip eder; önce İmam-ı Azam'ın görüşünü esas alır, onda aradığı hükmü bulamazsa İmam Ebu Yusuf'a bakar, onda da yoksa İmam Muhammed’in görüşlerini baz alır. Derken kendisine sorulan birçok mesele bu sayede vuzuha kavuşmuş olur. Bir müftü düşünün ki birbiriyle uyumlu olmayan görüşlerle karşılaştığında şayet muhatabı Hanefi mezhebine tabi biriyse sırasıyla Bidâye, Nihâye, Vikâye, Kenz, Muhtasar-ı Kudûri ve Mültekâ gibi kabul gören kaynaklara başvuraraktan meseleyi halletmelidir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; İmam-ı Azamın talebelerinden İmam Ebu Yusuf’a Şeyheyn, İmam Muhammed’e Tarafeyn, her iki isim birlikte zikredildiğinde ise ya İmameyn ya da Sahibeyn olarak addedilirler.
Fetva; tebliğ, haber verme, rivayet yolu içerdiğinden bağlayıcı değildir. Fetvayı ancak dini konularda ehil olan âlim zatlar verebilir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’in rahle-i tedrisatından geçmiş Ebu Bekir Sıddık (r.a), Ömeru’l Faruk (r.a), Ali (k.v), Abdurrahman b. Avf (r.a), Aişe (r.a), Muaz b. Cebel (r.a), Ammar b. Yasir (r.a), Huzeyfe b. El Yeman (r.a), Zeyd b. Sabit (r.a), Ebu Derda (r.a), Ebu Musa El Eşari (r.a), Ubade b. Samit (r.a), Abdullah b. Mesud (r.a) gibi yıldız sahabelerin yanı sıra daha nice görüş belirten yüz otuzu aşkın sahabe daha vardır. İyi ki de varlar, bu sayede gökteki yıldızlar olmanın gereği kendilerinden sonraki nesillere ışık olmuşlardır. Nitekim Hz. Ömer (r.a) İslam dünyasının her köşesine müftüler tayin edip İslam hukukunun gelişmesine katkıda bulunmuştur. Mesela Musa El Eş’ariye yazdığı şu mektupta ki ifadeler meramımızı anlatmaya yeter artar da. Bakınız mektupta tüm Ümmet-i Muhammed’in ders çıkarması gereken şu çarpıcı ifadeler geçmekte:
“Yargı davaların halli ve çözümü değiştirilmesi caiz olmayan bir farizadır ve uyulması gereken bir sünnettir. Sana bir mesele geldiğinde her iki tarafı da dinlemeden hüküm verme, itiraf edilince hükme bağla.
Adalet önünde insanları eşit tut ki; mevki sahipleri senden tarafgirlik ümidine düşmesin, zayıf olanlarda adaletinden ümit kesip kalpleri kırılmasın.
Şahit getirmek davacıya, yemin etmek inkâr edene aittir. Yani davacı şahit bulamazsa isteği üzerine davalıya yemin yöneltebilir.
Müslümanlar arasında barış yapılması caizdir. Ancak harama helal, helali haram kılacak bir ara bulma (sulh) caiz değildir.
Davacıya delilini ikame edebilecek kadar bir süre ver. Şayet bu süre içerisinde delilini ortaya koyduğunda hakkını alır, koyamazsa aleyhine hüküm verilmesi gerekir.
İnsanların sırlarına göre hüküm vermeyin, delillere göre hüküm vermek esastır. Dünyevi hükümler zahire göredir.
Her kim niyetini Allah arasında halis kılarsa hak uğrunda ve kendi aleyhine olsa bile Allah onun kendisiyle insanlar arasındaki işlerine yeter. Yani onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye maruz kalmaz.
Hükmünde haktan ayrılma, ödülünü Allah'tan bekle..” (Bkz. El-Bedayi C-7, Sah-9)
İşte bu müthiş sözler karşısında bilmem daha ne söylenebilir ki. Her ne kadar insanlık bu hukuki kaideleri daha yeni keşfedip kendi uhdesine geçirmiş gibi görünse de yine de o dönemin adalet anlayışının günümüz adalet anlayışının çok üstünde olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Ki, bu gerçeği bizatihi Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurdukları hadis-i şeriflerden hareketle yaşanılan asırlar içerisinde en hayırlısının sırasıyla birinci asır, ikinci asır ve üçüncü asırlar olduğunu görebiliyoruz. Nitekim birinci asırda sahabe nesli, ikinci asırda tabiûn nesli, üçüncü asırda ise tebe-i tabiûn nesli vardır. Gerçekten bu üç asırda doğruluk en üst seviyelerde olduğu içindir İslam hukuku iki koldan neşvünema bulabilmiştir. Derken fıkıh ekollerimiz müessesleşerekten Hicaz üniversitesi (hadis ekolü) ve Irak üniversitesi (rey ve kıyas ekolü) şeklinde iki koldan günümüze ışık feneri olmuşlardır. Zira birinci ekolün temsilci konumda olan fıkıh âlimimiz İmam Malik, ikinci ekolün temsilcisi konumda fıkhı ekber âlimimiz ise İmam-ı Azam’dır. Malumunuz İmam Şafii’de her ikisinin terkibini gerçekleştiren fıkıh âlimimizdir.
Şu da bir gerçek her bir müctehid derecesinde fukaha âlimimiz tarafından herhangi bir mesele hakkında hüküm verme durumu söz konusu olduğunda ortada bu hususta açık ve sarih bir şekilde vahy ve sünnet delili varken kendi hükmünü asla delil olarak sunmazlar. Nitekim meşayihten Muhammed Bâkır (k.s), günlerden bir gün İmam-ı A’zam Ebu Hanife Hz.leri gibi büyük fıkıh âlimle karşılaştığında:
-Sen benim ceddimin dininden kendi rey’inle hareket ediyormuşsun deyince, İmam-ı A’zam cevaben:
- Efendim o da ne söz, sana hürmet ceddine hürmet gibidir der.
Bunun üzerine Muhammed Bâkır (k.s), hoş beş sohbetin ardından şu peşi sıra sualleri de sormadan edememiş. Ve birinci sualinde:
-Kadın mı zayıftır erkek mi diye sorar.
İmam-ı Azam şöyle cevap vermiş:
-Kadın zayıftır. Zira kadının hissesi mirasta yarım, erkeğin ki ise tamdır. Eğer kıyas ile hareket etseydim zayıfı korur, onun mirastaki sehmini artırırdım (Yani eğer aklımla hareket etseydim mirastan kadına iki, erkeğe bir verirdim manasına bir sözdür bu.).
İkinci sualinde:
-Namaz mı efdaldir, yoksa oruç mu diye sormuş.
İmam-ı Azam cevaben şöyle der:
-Namaz daha efdal ibadettir elbet. Eğer kıyas ile konuşsaydım, bu söz konusu efdaliyete binaen kadının hayızlı zamanlarında kılamadıkları namazları içinde kaza edilmesini söyler, orucu kaza etmelerini söylemezdim.
Muhammed Bâkır (k.s) en nihai olarak üçüncü sualinde şunu sormuş:
-Bevl mi daha pistir yoksa meni mi?
İmam-ı Azam bu kez cevaben şöyle der:
-Elbette ki bevl daha pistir. Ancak eğer kıyasla (aklımla) hareket etmiş olsaydım her bevl (idrar) için gusledilmesine, meni içinde abdest alınmasına hükmederdim. Hâsıl-ı kelam hadis-i şerifin hilafına hüküm vermekten Allah’a sığınırım. (Bkz. Mekki, el-Menakib, c,1,s.168-169)
İşte bu müthiş kıyası akıl dolusu cevaplar karşısında Muhammed Bâkır (k.s), İmam-ı A’zam’ın alnından öpüp tebrik etmekten kendini alamaz da. Madem öyle, bu karşılıklı soru cevap ilişkisine bakaraktan bizlere kıyas-ı fukaha’nın hangi noktalarda kıyas yaptığını ve edille-i şer’iyye kapsamı içerisinde kıyasın da çok mühim başvurulacak bir delil kaynağı olduğunu idrak etmek düşer.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4 ... s-i-fukaha
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön