İLAHÎ ARMAĞAN

Abdulkadir Geylani (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12910
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Nur-u Meryem canımız;
Bembeyaz papatya çiçekli eline NUR-u MİM dolsun ve bahtın YÂR olsun!

Geylâni ŞAHımız Himmetçimiz olsun!
Sevgi Sırrımız, Hasbi Hizmette var olsun!

Muhamedi Muhabbetle..
Resim
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

kulihvani yazdı:Nur-u Meryem canımız;
Bembeyaz papatya çiçekli eline NUR-u MİM dolsun ve bahtın YÂR olsun!

Geylâni ŞAHımız Himmetçimiz olsun!
Sevgi Sırrımız, Hasbi Hizmette var olsun!

Muhamedi Muhabbetle..


Amin değerli büyüğüm, ağbim. Ne güzel dua buyurdunuz.
Rabbim Siz Dostlarının gönlünden, duasından ayırmasın, Aşkıyla sarsın özlem dolu gönüllerimizi ve Zaatı için sevmeyi, sevilmeyi, yaşamayı ve ölmeyi nasip eylesin..


Sevgi Sırrımız Hasbi Hizmette var olsun INŞALLAH..

Muhammedi sevgilerimle..



Resim
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

Resim


Daha ne kadar ilme çalışacak ve ameli unutacaksın? İlim defterini biraz dür; amel defterini açmaya başla. Yaptığın işler ihlâslı olsun; olmazsa, felah bulamazsın. Bilgi toplamanın yeterliğine inandın; onu yeter bildin.

Sen Hakk’a kafa tutar oldun; yaptığın işler bunu gösteriyor. Gözlerinden hayâ duygusunu attı. Hak daima seni görmekte iken, uzaktan bakıp göremeyen eyledin; zannın böyle oldu.

Boş arzularını ele aldın. Bir şeye mâni olmak için, kötü arzularına kapıldın. Ve o arzunun emriyle hareket eder oldun. Bu hâle göre o boş arzular seni yıkacak; bunda şüphen olmasın. Bütün hâllerinde Allah’tan utan, O’nun hükmüne göre amel et. Zahir hükümlere göre işlerini yürütecek olursan o amel, seni Allah’a yakın kılar.

Allah’ım, bizi gafiller gibi unutma; koru. Âmin!





İlahi Armağan / Hz.Abdulkadir Geylani




Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

Resim


Bir kişiyi sevmek, öbürüne de kızmakla karşılaşırsan, nefsine göre sevme ve onun arzusu ile kızma. Bunları yaparken tabiî arzunla yapma. Her iki hâli de kitaba -Kur’ân’a- ve Sünnet’e arz et. Sevgi işine uyarlarsa sev; uymazlarsa dön. Yine kızmak için uyarlık gösterirlerse, uy; aksi hâlde hemen dön. Şayet Kitap ve Sünnet’te bir hüküm bulamazsan, doğru zâtların kalbine yönel, onlara sor, hâlini öğren. Onların kalbine müracaat et; o kalpler doğrudur. Kalp iyi olursa, Allah’a en yakın olan olur. Kalp, Kitap ve Sünnet’le amel ederse Hakk’a yakın olur. Yakın olunca, iyiliğine ve kötülüğüne olan şeyleri öğrenir. Hak için ve Onun zâtından gayri şeyler için olanı öğrenir. Hakk’ı bâtılı beller.

İmanlı olmanın ilk derecesinde bulunan kimsenin dahi bir nuru olunca, imanda derece alan ve sıddîk mertebesini bulan kimse için nasıl nur olmaz ve o nurla iyiyi kötüyü nasıl seçemez? Peygamber (s.a.v) Efendimiz, iman sahibi için şöyle buyurur:
“İman sahibinin ferasetinden (bir şeyin özünü kavramasın dan) sakınınız; çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar.”
Bu nur, Hak yakınlığını bulan irfan sahibinde bulunur. O nurla, Hakk’a yakınlık mertebesine bakar, görür. Ve kalbi cihetiyle Hakk’a nice yakınlığı olduğunu anlar. O irfan sahibi, meleklerin, nebilerin ruhlarını görür. Doğru kimselerin kalbi ona ayan olur. Onların ruhî durumlarını sezer. Ve onların hâllerini, makamlarını bilir. Bunların hepsi, kalbin safiyeti ve Hak tarafından verilen, süveyda -siyahçık- tâbir edilen bir noktadan ibaret kanla olur. O irfan sahibi Yaratan’ı ile sonsuz bir ferah içindedir. O irfan sahibi, bir vasıta olur, Hak’tan alır, halka dağıtır.

İman ve irfan sahiplerinden bir kısım vardır, kalpleri hikmet deryasıdır; dilleri onu halka aktarır. Onlardan bir zümre vardır, kalpleri ilim hazinesidir, dilleri peltek olur, halka laf edemez.

Münafığın bütün bilgisi dilindedir; kalbi peltek olur, bir şey diyemez. İşte bu yüzdendir ki, Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle bu yurur:
“Ümmetim için en korktuğum şey, dili bilgin, içi bozuk (münafık) olmaktır.”
Hiçbir şey seni aldatmasın. Allah, dilediği işi yapar. O’nun yapacağı işe bak ve hâline ağla. Bazı sâlih kimselerden naklolunduğuna göre; bir sâlih kişi arkadaşını ziyarete gitmiş ve şöyle demiş: “Kardeş, yaklaş da hâlimize ağlayalım. Hak bizim için neler düşünüyor ve neler biliyoruz?”
Bu, irfan sahibi bir zât tarafından anlatılmıştır.

İrfan sahibi bir zâtın hâlini anlatırken bir arif de, şöyle der: Biri vardı. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şu hadîs-i şerifini okur, ağlardı:
“Sizden biriniz cennet ehlinin yaptığı işi yapar. Cennetle arasında yarım kol kalır, şekavet hâli yetişir; onu cehennem ehli eder. Ve sizden biriniz, cehennem ehli işini yapar, saadet hâli yetişir, bulunduğu hâlden onu kurtarır, cennet ehli eyler.”Bazı sâlih kullara şöyle bir soru vaki oldu:

“Rabb’ini görebiliyor musun?” Buna karşılık o da şu cevabı verdi:

“Görmesem yerimde duramam.” Sonra biri:

“Onu nasıl görüyorsun?” diye sordu.
Cevap olarak şunu dedi:



“Kul halkı kalbinden atar, Hakk’ın zâtından gayri şey kalmazsa dilediği gibi O’na yakın olur. Başkaları zahir gözü ile nasıl görüyorsa, o da bâtın gözün ile öylesine görür. Peygamber (s.a.v) Efendimiz Mi’rac gecesi onu nasıl gördüyse o da öyle görür. Bir kul uykuda kendini nasıl görüp konuşuyorsa o kul da Yaratan’ını öyle görebilir. O kulun kalbi ayık olarak. Kelâm sıfatı tecellisine erer ve konuşur. O kul varlık gözünü kapatınca aynen O’nu görür. Bu görüş şüpheden beridir, zahirde nasıl görülürse kalp âlemi ile de aynı görülür”

“Kul O’nu görür”
sözüne bir başka mâna da verilebilir. Şöyle ki: “O’nun yakınlığına erer; sıfat tecellisine mazhar olur; kera metini, fazlını, ihsanını, lütfunu görür. O’nun iyiliğini ve varlıkta çok
olduğunu görür.”
mânaları da verilebilir.

Bir kul, marifet âleminde hakikati bulunca, Hakk’a itham yollu görür veya göremez babından laflar sarf edemez. Bana ver, şuna verme, gibi laflar söyleyemez. O kul, varlığından fâni ve Hakk’ın zâtında müstağrak olur. Bu sebeple, anlatılan makama eren biri şöyle demiş:
“İstek benim neme? Ben, O’nun kölesiyim. Bir köle için efen disine arzusu ne olabilir ki?”
Biri, köle aldı. O köle din ehli ve sâlih bir kişi idi. Eve götürünce efendi ile kölesi arasında şu konuşma geçti:

“Hangi yemekleri istersin?”

“Hangisini yedirmek istersen!”

“Hangi elbiseleri giymek dilersin?”

“Hangisini giydirmeyi arzu edersen!”

“Evimin neresinde kalmayı arzularsın?”

“Nerede oturmamı uygun bulursan!”

“Ne gibi işleri görmeyi arzu edersin?”


“Neyi yapmamı dilersen?” Efendi ağlamaya başlayarak: “Ben de efendime, Rabb’ime karşı senin gibi olsaydım, saadeti bulurdum" dedi.

Bunun üzerine köle dedi ki:


“Efendim, bir kula, sahibinin emri dışında bir istek ve talepte bulunmak yakışır mı?”


Efendi düşündü ve:

“Seni Allah için azat ediyorum.” deyip onu azat etti.

Her kimin ki, kalbi irfan duygusuyla dolar, onun için irade, istek ve dilek kalmaz. Ve o şöyle der:
“İstek sahibi olmak neme gerek?”




İlahi Armağan / Hz. Abdulkadir Geylani



Kullanıcı avatarı
feyz
Üye
Üye
Mesajlar: 40
Kayıt: 01 Eyl 2009, 02:00

Mesaj gönderen feyz »

SEVGİLİ MERYEM NUR,
ALLAH TEALA razı olsun,
Yıllar önce ki hatıralarımdan bir kesit yaşattın bana.
SEVGİLİ FARUK DİLAVER ağabeyim,ABDÜLKADİR GEYLANİ HZ LERİNİNsohbetleri'ni, yollamıştı. Bende sıksık rast gele açar okurdum . Nedense öyle okumak ilgimi çekiyordu. Hep nefsimi azarlayan yeren ,yerden yere çalan bölümler çıkar çok üzülürdüm .Bu böyle epeyce bir zaman sürdü. Sonra bir gün kitabın başında oturup ağladım. 'Bana hiçmi iltifatın övgün yok ya pirim. Yetmedi yerden yere vurduğun ,beni aşağılayıp yerdiğin' diye, göz yaşlarım kitabı suladı. Sunra açtığım bir sayfadan öyle güzel bir cevap geldi ki onu size anlatamam. ömrümde duyduğum en güzel iltifatlar sıralanmıştı. O GÜNDEN SONRA SEVGİLİ PİR'İM BENİ HİÇ AĞLATMADI.
ALLAH CC SIRR'LARINI KUTSASIN VE BİZLERİ DE ŞEFAATLERİNE NAİL EYLESİN. İNŞALLAH. ALLAH TEALA CÜMLESİNDEN RAZI OLSUN....ÂMİNN!
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/mzaaajf5.gif[/img]
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »



SEVGİLİ FEYZ KARDEŞİM

Mesajınız beni çok mutlu etti, zira bahsettiğiniz her iki zaat, FARUK DİLAVER ağbim ve HZ. ABDULKADİR GEYLANİ, benimde gönlüme sevgilidir, tıpkı diğer HAK Dostlarının olduğu gibi. RABBİM mübarek gönüllerinden ayırmasın ve bizleride kendileri gibi Aşk ehli kılsın İNŞAALLAH.

Biliyormusunuz benimde ABDULKADİR GEYLANİ HZ.leriyle olan ünsiyetim sizinkine benzer. RABBİME her susadığımda kitabına heyecanla sarılır, açar fakat okuduklarıma çok üzülür, ağlardım ve uzun bir müddet kitaba yaklaşamazdım. Sonra bir gün öyle bir hâle geldim ki, ağlamaktan gözlerim şişti ve öyle bir hasret ateşi düştü ki gönlüme, dedim ki; SEVGİLİ PİRİM, ben söylediklerindende fazlasını hakkediyorum. SEN söyle, yeter ki söyle, bîçare gönlümü RABBİME götür, hepsi kabulüm, her BİR kelimen.. ve o günden sonra okuduklarım kalbime işlemeye başladı. Alınganlığım gitti, tebessümle, zevkle okur oldum. Hitap tarzı hoşuma gider oldu. Hatta azarı öyle güzel, öyle hoş geliyor ki gönlüme;" teslimim Sana Ey PİRİM, dilediğin gibi çevir kalbimi, her bir dokunuşun ne hoş.. " diyorum.

Burada Sevgili FARUK DİLAVER ağbimin sözü geldi gönlüme, "Alıngan olmayın, alınan alınır!"

RABBİM alınmaktan muhafaza buyursun hepimizi, O GÜZELLERİN mübarek gönül ve dualarından ayırmasın ve kalbimizi arındırıp Kendisine açsın ki söylenenleri gerçek işitenler ve yaşayanlardan olalım İNŞAALLLAH..

RABBİM Sizi mükafatlandırsın sevgili Feyz kardeşim,

sevgilerimle..



Resim
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

Resim


Hakk’ın yaptığı işlerde kadere sığınma. Kader içinde cereyan eden işlere de elini, dilini karıştırma.

Tek başına oturup, Kur’ân ve hadîsle meşgul olan azdır. Halkı bırakıp Hak’la ünsiyet eden Allah’ın kulları, sayı ile gösterilecek kadar azdır.

Şüphesiz o kulların halka yönelen bir tarafı da vardır, ama onlar, daha ziyade Hakk’a yakındır. Onlar paktır. Halka dönmelerinin bir sebebi de, gerek kendilerine, gerekse başkalarına Allah için iyiliği anlatmaktır. Onlar büyük zâtlardır. Yaptığınız her işi bilirler. Onlardan saklı hiçbir şey yapmanız kabil değildir. Onlar bazen hatırınızdan geçeni söylerler. Evinizde, onlardan saklı cereyan eden hâdiseleri anlatırlar.

Akıllı ol; sonra sana yazık olur. Cahil hâlinle Allah yolcularına zahmet verme. Şahsına göre ahkâm çıkarır, sonra halka karşı konuşursun. Bu o kadar kolay iş değil. Zahir ve bâtın hükümlerini özüne kaplamış olman lâzım. Sonra herşeye karşı bir gına duyacaksın. Daha sonra halka hitap etme yetkisi için iki zaruretten biri olmalı.

O iki zaruretin biri: Bulunduğun ülkede halka öğüt vermeye senden daha layık kimsenin bulunmayışı.

Diğer zaruret ise, kalp yönünden emir almış olmak… Bu zaruretlerin mevcut olduğu zaman makamın yükselir, halkı Hâlık’a götü rürsün.

Helak içindesin, saf ve temiz olduğunu söylersin. Halbuki kir içindesin.



Saf odur ki, içini temiz tuta. Dışı da Allah’ın Kitabı’na ve Peygamber’in sünnetine uya. Bu yolda olan kimsenin safiyeti arttıkça, vücut denizinden çıkar. İdaresini O’nun ihtiyarına bırakır. Yersiz dileği ve isteği bırakmak, iç temizliğinden gelir.

Kulun kalbi temiz olursa, Peygamber’i (s.a.v) rüyasında görür; Peygamber ona yasakları söyler ve yapılacak işleri de emreder. O kul öyle bir hâl alır ki, her yanı kalp olur. Bünyesinden tüm olarak ayrılır; kalp âlemine geçer. Dışı bırakır, iç âleminden işlerini yürütür. Saf ve temiz olur, kötülüğü kalmaz. Zahirdeki kabuk ortadan kalkar, iç ve öz olur. Mâna yönünde Peygamber (s.a.v) ile olur. Kalbi onun önünde durur ve ondan terbiye alır. Eli Peygamber’in elinde olur. Peygamber, ondan hitap eder. O kul Peygamber’in önünde durur. Onun nuruna perdedar olur.

Kulun kalbinde olagelen hâdiseleri söküp atmak, koca dağları yerinden oynatmak kadar zordur. Bu birçok mücahedeye dayanır. Birçok darlıklara sabretmek, inen âfetlere metanetle karşı koymak icap eder.

Elinize geçmesi kabil olmayanı arama yolunu tutmayınız. Bu söylenen şeylerle amel ederseniz, size ne mutlu, işleriniz düzelir. Beyaz üzerindeki siyah noktalar gibi işleriniz açık görülür, Müslüman olursunuz. Bu söylenenleri yaparsanız, kıyamet günü kâfirler arasın da değil, Müslümanlar arasında haşrolursunuz. Bu hâl ne kadar iyidir.

Cennetin içinde, hatta kapısında olmak ne iyidir. Felâket içine düşme tehlikelerini atlatmış olmanız ne iyi
…


Tevazu sahibi olunuz. Gönlünüz engin olsun. Tevazu yükseltir. Böbürlenmek düşürür. Peygamber Efendimiz bu manada şöyle buyurdu: “Bir kimse Allah için tevazu sahibi olursa, Allah onu yükseltir.”


Kalp, Hakk’ı anmaya devam ederse ona marifet, ilim, tevhid hâli, tevekkül duygusu ve Hakk’ın zâtından uzak olmama hâli verilir.

Daimî zikir, dünya ve âhiretin iyiliğini getirir. Zikrin devamı için kalbin sahih olması gerek. Kalp sıhhatli olunca Hakk’ı daima anar. Ve kalbin sahibi için her yanı ve cümle âzası zikre devam eder. Gözleri uyur, fakat kalbi, Hakk’ı zikre devam eder. Bu hâl, Peygamber ’den miras alan kula gelir. Bu hâli Peygamberimiz sadık ümmetine bıraktı.

Bazı büyükler, geceleri zorla uyku uyumak isterlerdi. Sebebi sorulunca derlerdi ki:
“Kalbim Rabb’imle olacak.” Bazı büyükler de şöyle der: “İyi uykudan alınan feyiz ve ilham, Hak tarafından bir nevi peygamberlere gelen vahye benzer.”

Bu mevzuda bir hadîs-i şerif de vardır.
Kulun göz kuvveti, uyku âleminde daha iyi olur, çünkü kalp ile birleşir.



İlahi Armağan / Hz. Abdulkadir Geylani



Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »



Dua edenin, 'Rabbim' demesi,
Allah'in
'efendim' demesinin ta kendisidir...
Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganimet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz.”

***

Ey evlat! Eline gelen nasibi hırsla alma, sakin olarak al. Yemeğini mahzun olarak yiyen iyidir. Şen ve şatır olarak sofrasına kurulan pek iyi değildir; Mevlâ’sını unutmuşa benzer. Eline lokma aldığın zaman, kalbini Hakk’a ver. Bu hâlle yediğin sana nur olur. Şer varsa sana dokunmaz. Bir ilaç, hekimin tavsiyesi ile alınırsa zararı yoktur. Kendi keyfine göre alırsan sonu bilinmez. Zararı birden gelir, seni tutar.


Hz. Abdulkadir-i Geylani (K.S) / İlahi Armağan


Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Sevgi ışığını,her bir yana salan
en az papatyalar kadar güzel
olduğuna inandığım MERYEM NUR,
harika GÖNLÜNE hayran oldum desem
yeridir. İnsan sevdiklerini seveni
bulunca nasılda mutlu ve bahtiyar oluyor..
MUHAMMEDİNUR daki birlikteliğimizde daim
ve İLAHİ muhabbetle dolu olsun inşallah.
Gönül çeşmelerinden, ALLAH TEALA nın ,
feyzi bereketi,izzet ve ikramı hiç eksik olmasın.
ALLAH razı olsun.A.E.O.

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

Resim


Sevgili Hayy-Dost ablam, bahsettiğin güzellik ve sevgi ancak siz dupduru sevgiyle dolu gönüllerden gönlüme yansıyandır. Gönlüm bir hoş ve hayran, kana kana içmek istiyor bu sevgiden. Dilerim Rabbimden Sevgisi sarsın tüm gönülleri.. Onu bilen, bilmeyen, iman eden ve henüz imanı tatmamış gönüller Sevgisiyle dolup taşsın. Tek bir gönül kalmasın geride.. Kalan tek Sevgi olsun, Aşk olsun..

ALLAH razı olsun
sevgiyle..

Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »




Ey evlat! Kalbinle Allah’a dön. Allah’a tevbe ile dönülür. Tevbe eden ona dönmüş sayılır. Allah Teâlâ’nın; “Rabb’inize inabe ediniz.” (ez-Zümer, 39/54) buyurması, Rabbinize dönünüz demektir.

Her ne varsa Allah’a bırakınız. Nefsinizi de O’na teslim ediniz. Nefsinizi, O’nun kaza ve kaderi önüne seriniz. O’nun yasakları ve emri karşısında nefse pay vermeyiniz. Hakk’ın değiştirmesi önünde nefse pay çıkarmayınız.


Kalbinizi Hakk’a veriniz. Elsiz olsun, ayaksız olsun, gözsüz ve şekilsiz olsun. Bu âlem böyledir. Şekil yoktur. Şemail yoktur. Niçin ve neden gibi sözler olmaz. Muhalefet ve niza yapılmaz. Uymak ve tasdik etmek vardır.
“Emir âlemi, tamamdır” deyiniz. “Kaderde hatâ yoktur” deyiniz.


Ve geçmişteki ezelî bilginin yanlış olmadığını her yerde ilân ediniz. Böyle olursanız, Hakk’a dönüşünüzde şüphe kalmaz. Haliniz Hakk’a ermiş olduğunuzu tasdik eder. Hiç bir şeyle ünsiyet etme. Hak’tan gayri her şeyden kaç. Arştan zemine kadar bütün yaratılmışları bırak; bıraktığın an, bütün hadiselerin tesirinden kurtulmuş olursun.


Büyük insanların hâllerini bilmeyen, onlara saygı duyamaz. Onların iç âlemlerini ve Hak’la olan bâzı hâllerini sezemeyen, onlara hürmet edemez.


Allah’ın sevgili kulları övülmeyi ve kötülenmeyi eşit görürler. Onlar için övülmekle kötülenmek aynıdır. Yazla kış arasında onlar için ayırt edici bir şey yoktur. Hepsinde, Hakk’ın varlığını sezerler. Değiştirmek ellerinden gelmez.


Bu hâl kimde tahakkuk ederse büyüklerden olur. Övenlere mükâfat vermeye kalkmaz. Kötüleyenlere harp açmaz. Onlarla uğraşmanın abes olduğunu bilir. Halk sevgisini kalbinden çıkarır; Hak sevgisini koyar.


Büyükler, Hakk’a öfke duymazlar. Hakk’ın fermanı olmadan sevgi duygusunu taşımazlar. Allah’ın emri ile şefkat duyarlar, acırlar.


Doğruluk olmadan bilginin sana ne yararı dokunur? Doğruluğun olmadığı için bilgi sana belâ oldu. Öğrendin, namaz kıldın, oruç tuttun; sebebi, sana mal versinler, iyiliğini söylesinler, evlerine gittikleri zaman seni övsünler, oldu. Sana yakışır mı bu düşünce?


Farzet, halkın teveccühü sana geldi; ölüm ve o andaki sıkıntı başladığı zaman neye yarar? Ölüm anında aranızda uçurumlar olur. Seni kurtaramazlar. Halktan topladığın malı bir başkası yer, hesabı ve cezası sana kalır. Ey tedbirci ve bununla beraber mahrum yaşayan, sen çalışan ve yorulan kimselerdensin; dünyadaki hâlin budur. Asıl yorulmak yarın cehennemde başlar.


İbadet bir sanattır; onu yapanlar, Allah’ın sevgili kullarıdır. Varlığını Hak varlığına katanlar ve ihlâs sahibi olanlar ibadet edebilir. Asıl kulluğu Aziz ve Celil olan Hakk’a yakın olanlar yapabilir.


İlmi ile iş gören bilgi sahipleri, yeryüzünde Allah’ın vekilleridir. Onlar peygamberlere vâris olmuşlardır. Ey heves peşinde koşanlar, dil gürültüsü ile uğraşanlar ve iç bilgisini bırakıp dış şeylerle meşgul olanlar, siz onlardan olamazsınız.


Ey evlat! İslâm dininin hiçbir şeyi ile değilsin. İslâm dini sende sıhhat bulmadı. İslâm dini bir temeldir; şehadet onun özünü sağlar. Şehadeti tam getirmeyen, hem temelden, hem binadan mahrum olur. Yalnız dille şahadet getirmen sana fayda vermez; çünkü kalbinde bir çok ilâh vardır. Şahından ve dış idarecilerden korkun kalbine ilâhtır. Çalışmana, ticaretine, kuvvetine, gözüne, kulağına ve bunlarla yaptığın ticarete güvenmen sana birer ilâhtır. İyiliği, kötülüğü halktan görmen; vermeyi, almayı onlardan bilmen kalbine yine bir ilâh olur. Allah’tan başka güvendiğin ve dayandığın her şey sana bir ilâhtır. Onları kalbinden çıkarmadıkça
“Allah’tan başka Allah yoktur” demen faydasızdır.


Halkın çoğu, yukarıda anlatılan şeylere dayanır, kalplerini onlara verir; ama kendilerini Hakk’a bağlı sanırlar. Hakk’ı anmak onlar için bir âdettir; bunu sadece dilleriyle yaparlar. Kalpleri habersizdir. Onların hali böyle devam eder, sonra meydana çıkar. Halleri yüzlerine vurulur.
“Biz Müslüman değil miydik?” diye feryat ederler; ama faydasız…


Yazık sana! Sözünle
“İlâh yoktur” derken her şeyi yok görüyorsun; “Ancak Allah vardır” derken de bütün varlığı O’na veriyorsun; başkasına varlık tanımıyorsun. Her ne zaman kalbin Hak’tan başkasına dayanırsa yukarıdaki sözlerin yalan çıkar. Neye itimat ediyorsan ve kime dayanıyorsan sana ilâh odur. Dışa itibar yoktur. Kalp varya; inanan, ihlâs yolunu tutan işte odur; muttaki odur, sana tehlikeli olan şeyi o bıraktırır. Allah’a tam inanan odur. Arta kalan duygular onun askerleri ve onun tebaasıdır. Buna göre “Allah’tan başka ilâh yoktur” dediğin zaman evvelâ kalbinle de; sonra dilinle söyle! Tevhidin hakikatine dayan ve ona itaat et. Allah’tan başkasına güvenme.


Dışını zahir hükme ver; iç âlemini Hakk’a bağla. Hayrı, şerri dışında bırak; sonra iç âlemine yönel, onları yaratanla ol.


O’nu bilen önünde eğilir. O’nu anlayan konuşamaz, dili tutulur, Allah’a ve iyi kullarına tevazu gösterir. Hüznü ve gamı artar. Allah’ tan çok korkar ve utanır. Geçmiş zamanlarda yaptığı aşırı işleri dolayısıyla pişmanlık duyar. Yanında bilgi ve marifet sırları vardır; bunların kaybolmasından korku duyar. Çünkü
“Hak Teâlâ, dilediğini yapar. Yaptığından O’na soru sormak olmaz! Onun gayri, hep yap tıklarından sorumludurlar.” (el-Enbiyâ, 21/23)


İman sahibi iki hâl arasındadır. Bir defa geçmişte yaptığı hataları, yanlış işleri, bilgisizliğini hatırlar, utanır, utancından erir. Hesaba çekilmekten korkar. Bir defa da, bulunduğu hâle bakar. Yaptığı kulluk makbul mü, yoksa değil mi? Verilmiş nimetler kalacak mı, yoksa alınacak mı? Yoksa haliyle bırakılacak mı? Acaba kıya­met günü hâli nice olur? Arkadaşı inananlar mı olur, yoksa imansızlar mı? Bunları hep o iman sahibi düşünür. İşte bundandır ki, Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur:
“Allah’a en çok arif benim, bununla beraber en ziyade korkan yine benim.”



Hz. Abdulkadir Geylani / İlahi Armağan


Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

Resim

İrfan sahibinin bütün hâli dağınıktır. Hiç bir zaman kendini derleyip toparlayamaz. Ancak, geçmiş ilmin gereği kendilerine okunan kimseler hariç. Onlar olanı ve olacağı bilirler. Kalpleri saklı kitabı -Levh-i Mahfuz’u- okumuştur. Oradaki hâllerini anlamışlardır. Bunu yalnız kendileri bilir. Çünkü saklanması için emir almışlardır. Hele nefisleri katiyen bunu bilmez.

Anlattığımız hâle ermenin evveli, İslâm dinine girmekle başlar. Emri tutmak, yasaklardan kaçmak, âfetlere sabırla karşı koymak da yetiştirir. Sonu ise, zühdle biter. Hakk’ın gayri her şeyi bırakmakla da olgunlaşır. Bu âlemin kapısına varan için altınla toprak bir olur. Övülmekle sövülmek eşitlik kazanır. Vermekle almak arasında ayrılık kalmaz. Keyif sürmekle cefa içinde kıvranmak aynıdır. Zengin-olmakla fakir kalmak bir mâna taşımaz. Halk, onca olsa da olur, olmasa da. Bunların bitiminde Hak tecelli eder. O’nun tecellisi külli olur, sonra anlatılan hâlin sahibine şahlık verilir. Halka velî olarak gönderilir, O’nu her gören ondan fayda alır. Çünkü onda Allah’ın heybeti vardır. O’nun nuruna belenmiştir.

“Rabb’imiz, bize dünyada iyilik ver. Âhirette de iyilik ihsan eyle. Bizleri ateşten sakla.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!


Hz. Abdulkadir Geylani / İlahi Armağan



Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

Resim



Ey evlat! Kur’ân’la amel etmek, seni Kur’ân’ın bulunduğu makama erdirir. Sünnet’le iş yapmak ise, Peygamberimiz’in makamına çıkarır (s.a.v).


Peygamberimiz’in ruhaniyeti, Allah yolcularının kalbi çevresinde durur. Orayı süsleyen o ruhtur. Onların sır âlemleri onun ruhuyla parlar. Yakınlık kapısını o açar. Allah yolcularının perişan saçlarını o ruh düzeltir, tarar. Kalp, sır ve Yaratan arasında elçiliği o ruh yapar. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in ruhaniyetine bir adım yanaşan, şükür yolunu tutmalıdır. Yaklaştıkça kulluğu artmalıdır. Bundan ayrı şeylerle ferah bulmak isteyen, boş hevese kapılmış olur.


Cahil kimse, dünya ile ferahyâb olur. Bilgi sahibi, dünya ile hüzünlü olur. Cahil kişi, kaderle niza çıkarır, ona karşı durmak ister. Bilgi sahibi, ona uyar ve razı olur.

Zavallı! Kaderle çekişme! Onu kırmaya uğraşma. Azap sana iner, razı oluncaya kadar başından kalkmaz. Kadere razı olmalısın ve kalbinden halkı bir yana atmalısın. Halkın Yaratan’ına böyle varmalısın. O’na kalbinle varsan gerek. Sırrınla O’na yol bulmak icap eder.


Hakk’a uymaya güçlü isen yap. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in yoluna koyulmaya niyetli isen durma. Sâlih kullarına hizmet diliyorsan bekleme. Dünya ve âhirette sana bunlardan daha yararlı şey yoktur. Dünyanın bütün varlığına sahip olsan, kalbine birşey koyma. Diğer dünyalık kişilerin kalbine benzetme. Kendiliğinden bir toza bile sahip olamayacağına inan. Asıl hazine, yalnız Hak Teâlâ’nın birlik nurunu kalbe koyabilmektir. Bunu yapabilen her halinde O’nunla olduğunu bilir. Vereceği her hükmü O’nun emri ile verir. Bütün insanlar, O’nun vereceği hüküm önünde eşittir.


****

Allah’ı anan daima diridir, ölmez. Bir hayattan öbür âleme geçer. Bir andan fazla ölüm acısı ona gelmez. Allah’ı anmak kalbe yerleşince, kul dâima Allah’ı anar. Dilinden bir şey demese bile o, Allah’ı anmış olur. Kul Allah’ı andıkça Hakk’a uyar ve O’nun işlerine muvafakat eder. O’nun yaptığı işlere ses çıkarmaz.

Hakk’a uymamız ve O’nun emirlerine boyun eğmemiz gerekir. Biz yazın geldiğine hakikaten inanmayacak olursak, ensemiz yandığı zaman inanırız. Kışa-yaza inanmak, onları olduğu gibi kabul etmek, onların eziyetini hafifletir. Onlara inanmış olan gereğini yapar, kurtulur. Yazın serinlik bulur, kışın sıcak edecek şeyleri hazırlar.

İşte belâlara da inanmak, bunun gibi bir şeydir. Sıkıntı ve darlığı giderir. Belâ ve âfetlerin, gelişine inanan onların gelişine hazırlık yapar; yapınca cümle sıkıntıdan emin olur. Belâ ve âfet için asıl ha zırlık, onların Hak tarafından gönderilmiş olduğuna inanmaktır. Sabırlı olmaktır.


Allah yolcularının hâli ne kadar hoştur. Onların hâli ne kadar iyidir. Hak katından onlara ne gelse, hoşluk olur. Onlar, marifet şarabını içmişlerdir. Hakk’ın lütuf kucağında yatarlar. O’nun ünsiyeti ile ülfet ederler. Şüphesiz bu halleri için onlara güzel makam verilmiştir. Hak Teâlâ’dan başkasını görmemek zevkini tatmışlardır. Onlar, Mevlâ’nın eli altında birer ölüdür. Heybet nuru, onları bu hale getirmiştir. Allah dilerse onları diriltir. Hak önünde onlar Ashâb-ı Kehf’dir. Allah Teâlâ, Ashab-ı Kehf hakkında şöyle buyurur:
“Onları bir sağa, bir de sola çeviririz.” (el-Kehf, 18/18)
O büyükler, insanların en akıllısıydı. Bütün hâlde Yaratıcılarından marifet ve kurtuluş dilediler. Bütün gayeleri buydu.



Yazık sana, cehennemlik işleri yaparken cenneti umuyorsun! Bir şey beklenmemesi gereken yerde, çok şeyler umuyorsun! Geçici şeylere kanma. Onu senin sanıyorsun; ama yakında elinden alacaklar. Aziz ve Celil olan Hak, hayatı sana emanet verdi. Bu hayat sana ibadet için verildi. Onu senin sandın, istediğini yapmaya kalktın. Zenginlik bir emanettir. Emniyet, şöhret, mansıp birer emanettir. Yanında ne kadar iyilik varsa hepsi birer emanettir. Onları yerinde kullan. Onları kullanışında ifrata varma. Tefrit de etme. Ne ileri git, ne de geri kal. Sana verilen her şeyden sorumlusun ve hepsi geri istenecek. Elinizde bulunan bütün nimetlerle, Allah’a kulluk yapmaya bakınız. Her sevdiğinizi Hak yolunda harcayınız. Allah dostları katında siz, bir didinme hevesindesiniz. Siz de onlar gibi olunuz. Onlar selâmet istiyorlar. Bu selâmet, dünyada ve âhirette Hak’la olmaktır...




Hz. Abdulkadir Geylani/ İlahi Armağan




Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

Resim



Ey evlat! Fasih konuşmanla, dilden gelen güzel sözlerle, yüzün sararması ile olmaz. Ve bu hâl, yamalı libâsın başa çekilmesi, omuzların birleştirilmesi ve bel bükmekle elde edilmez. Bu gibi şeylerle, anlattığımızı alacağını sanıyorsan aldanıyorsun. Böyle bir zanla yaptığın işlerin nefisten, şeytandan, halkı Hakk’a ortak koşmandan ve onlardan dünyalık beklemenden, geldiğini bilesin.

Nefsini tahkir et. İç âlemine dair oları işleri gizli tut.


“Rabb’inin nimetini anlat!” deninceye kadar gizlilik hâline devam et.

İbn-i Şem’un, elinden manevî bir keramet zuhur ettiği zaman:

“Bu şeytanî bir duygudur.” derdi. Tâ ki, ona Hak tarafından: “Sen kimsin, baban kim? Hepsi bizim, üzerindeki nimetleri
anlat.”
deninceye kadar o manevî hâline sahip çıkmaz, gizlemeye çalışırdı.

Musa (a.s) bazı münacatında Hak Teâlâ’dan talep etti:
“Yâ Rabbi, bana bir tavsiyede bulun.” Buna karşılık şu cevabı aldı: “Sana, Beni ve Beni talep etmeyi tavsiye ederim.” Musa (a.s) Peygamber talebini dört defa tekrarladı, hepsinde aynı cevabı aldı. Ona, ne dünyayı arama emredildi, ne de âhiret tavsiye edildi. Bunun mânası şuydu: “Sana tâatimi tavsiye ederim. Bana isyan etmemeni isterim. Yakınlığımı aramanı arzu ederim. Beni tevhid etmeyi, gereği ile ameli dilerim; bilhassa Zât’ımdan gayri her şeyden uzak durman gerektiğini bildiririm.”
Bir kalp ki, sıhhat bulur ve irfan sahibi olur, o, Hakk’ın Zât’ından başka her şeyi bırakır. O’nunla ünsiyet eder… İstirahatını ancak Hak’la bulur.

Allah’ım, şahit ol, kulların ıslâhı için vaazlarıma aralıksız devam ederim.



***



Ey mabetlerde ve gizli yerlerde ibadete dalanlar, geliniz, bir harf dahi olsa sözlerimden tadınız. Benimle bir gün veya bir hafta arkadaş olursanız yıllarca faydasını bulacağınız şeyi öğreneceğinizden eminim.

Sizlere yazık oluyor; çoğunuz heves içinde… Hevesle dolusunuz. Bulunduğunuz ibadethanenizde halka kulluk edersiniz. Bu yüce hâller, gizli yerlerde cehaletle kalmakla elde edilemez ki…

Yazık oluyor sana, bu hâlden kurtulmak için yürü. Bu yürüyü şünde, ilmi, ilim sahiplerini ve ilmi ile âmil olanları ara. O kadar ara ki, aranmadık yer kalmasın. Yorulasın ve oturasın… Dizlerinde ta kat kalmasın. Yorulduğun o dem otur, sırrınla yürü, sonra kalbinle, mâna âleminle yürü. Bu yürüyüşle yine önceki gibi güçten düştüğün dem, Hak yakınlığı seni bulur.

Bu yolda kalp adımlarının kuvveti kesildiği, tümden kuvvetin gittiği an, yakınlık bulunmuş demektir. Zaten yakınlığın alâmeti, gücün, kuvvetin gitmesidir. Bu hâlinde, sana gereken teslimdir. Tes lim ol; onun önünde seril. Düşünme öteyi. O dilerse yeryüzünde sana bina inşa eder ve dilerse bir harabe yerde oturursun. Dilerse mamur bölgelerde sana yer ayırtır; dünya, âhiret, insan, cin, melek ve bütün ruhlar âlemi de hizmetine koşar.

Bir kul için Hak yakınlığı doğru olursa ona velayet hâli gelir ve şaha nâib olma hâli nasip olur. Hazinelerde saklı cümle eşya ona gösterilir. Yer, semâ ve onlarda yaşayan cümle halk ona şefaatçi olur. Çünkü o, mülkün sahibidir ve iç âlemi paktır. Sırrı temiz, kalbi nurludur.

Çalış. Çalış ki, İslâm ve iman yanında emanet durmaya. Emanet iman taşımadığın belli olursa, namazından hâsıl olacak nur artar. Orucun bereketini bulursun ve Hak’tan çekinme duygun arttığı için uyanık olursun, hatalı işlere kolay yakın olmazsın.

İşte bundandır ki, Allah yolcuları, yüzlerini çevirmeden yırtıcı ve zehirli yaratıklara karıştı, vahşi hayvanlar arasına çekinmeden daldı, yer bitkilerine büründü ve onlara katıldı. Onlar, gün ışığını geceye alâmet saydı. Ay ve yıldızlar, onlara lâmba, gece karanlığı gün oldu.

Boş lafları bırakınız. Dedikodu ile uğraşmayınız. Malınızı boş yere harcamayınız.

Ortada mücbir sebep olmadan konuşmayınız. Yakınlarınız, dostunuz ve tanıştığınız kimselerle fazla oturmayınız. Sebepsiz yere onlarla olmak bir hevesten ibarettir. Lüzum hâsıl olmadan onlarla olmak yalan söyletir ve gıybet ettirir size. İki kişi birleşince hatanın ve gıybetin şartı tamam olur ve iş başlar. Ama yalnız hâlinde bu olmaz. İnsan, yalnız başına kimseyi çekiştiremez, gıybet edemez.

Zaruret olmadan evinizden çıkmayınız. Her biriniz, kendinin ve evinin zarurî ihtiyacını gidermek için çarşıya, pazara çıksın.

Çalış, çalış ki, söze ilk başlayan sen olmayasın. Sözün cevaptan ibaret olsun. Herhangi bir şey sorulduğu zaman sana ve sorana faydası varsa cevap ver, aksi hâlde verme.

Allah yolcuları, Yaratan’dan korkarlar. Bütün hâllerde çekindikleri şey yapacakları bir hata yüzünden, Hak Teâlâ’nın dargınlığına uğramaktır. Onlar, ellerine geçen herşeyi dağıtırlar, kalpleri uçar. İmanlarının bir emanet gibi durması, onları çok korkutur; bu yüzden bütün gayretlerini onun yerleşmesi için harcarlar. O yolcuların hepsi Hak Teâlâ’nın tam yakınlığını bulmuş sanmayınız; onların da içi de ayırmalar olur. Hakk’ın nimetini tam olarak belki binde biri ancak alabilir. Ve Hak yakınlığına kalplerini dâhil edenler bazı fertlerdir. Pek az kısmı, ilâhî yakınlığa geçmek izni alabilir. O makama giren için artık korku yok sayılır. Onlara Hak sahip olur, ülkelere şahkılar. Onlar velî kul olur. Onların her biri peygamberlere bedel ve halkın gözbebeği sayılır.

Hak Teâlâ, o büyük insanları kulların büyüğü, sultanı eyler. Yer yüzünde bir nâib olarak bırakır. Ve Zât’ına halife kılar. Bu büyüklük, önce seçilen sevgili kullar arasından birkaçına nasip olur. O nasibi alınca, seçmenin seçmesi olurlar. Hak Teâlâ bilgi hazinesinden onlara ilim ihsan eder, hikmetiyle konuşturur. Keremi, kerameti ve verdiği kuvvetle onları konuşturur. Leh ve aleyhlerine olan cümle şeyi onlara öğretir. İman ayağını onların kalbine yerleştirir. İman başlarına marifet tacını kondurur. Kader onlara hizmet eder. İns, cin ve melekler, onlara kıyam durur. Bütün vukuat önlerine serilir. Her hâdise, sırlarına ve kalplerine geçer.

Onların her biri, nefsine hâkimdir. Ve nefsi ülkesine şahtır. Onların her biri özel tahtına oturur, memleketin idaresine el atar, askerlerini yeryüzüne yayar. Bu sayede halkın ıslâhını temin etmeye çalışır. Ve iblisin işlerini bozmaya bakar.



Hz. Abdulkadir Geylani / İlahi Armağan



Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

Resim

Ey evlat! Allah’ı kula kesme. Kul hata işlerse elinden tut, Hakk’a götür. Allah’ın kula gücü yeter. Ama kul Allah’a bir şey edemez.

Saklanması gereken birçok şeyler vardır. Saklanması gereken şeyi saklamak insanı hazine sahibi kılar. Sır saklamak büyük iştir. Herkesin kârı değildir. Musibet anını sabırla gizlemek, hastalık anında Allah’a yalvarmak en büyük iştir. Bunlar saklı ve gizli yapılmalıdır. Saklı tutulması gerekenler arasında sadaka da vardır. En önemli şey de budur. Birine yapacağın iyilik olursa sağ elinle ver; fakat sol eli ne duyurma. Mümkün olduğu kadar bunu yapmaya çalış. Sonra, şeytanın ve dünyanın tuzaklarına kapılırsın.

Baştan sona kadar kötülüklerle dolu olan dünya denizine dalma. Ona her dalmak isteyen, az sonra boğuldu ve kayboldu. Buna çokları düştü. Ancak tekler kurtuldu. Bu kurtulan tekler, halk arasında özellikle seçilmiş olanlardır. Dünya denizi derindir. Herkesin ona yanaşması mukadderdir. Allah’ın kurtarmak istediği kimseler kendini saklar. Allah, kulları arasından dilediğini kurtarır. Dünyada pisliklere dalanların öbür âlemdeki yeri cehennemdir. Onların pisliklerini ancak ateş temizler. O ateşin üstünde bir köprü vardır. Cümle kullar onun üstünden geçerler. Pisler aşağı yuvarlanır, temizler de kurtulur. Kurtulanlar Allah’ın sevdiği ve seçtiği kimselerdir. Bunu haber veren şu âyetin mânasını iyi düşün:


“Sizden herkes cehenneme uğrayacak.” (Meryem, 19/71) Yine dinle:

“Ey ateş, serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 21/69)

İkinci hitap, dünyada İbrahim (a.s) Peygamber’e oldu. Öbür âlemde ise, cümle îman sahiplerine olacaktır. Şöyle rivayet edilir:

Kıyamet koptukta cehennem üzerine köprü kurulur. Herkesin geçmesi için ferman çıkar. O anda ateşe de şu ferman verilir:

“Ey ateş, serin ve selâmet ol. Bu hâli îman sahipleri için göster. Bana ibadet edenler geçsin. Beni arzulayanlar rahat yürüsün. Öbür âlemde benim için arzularını atanlar buradan gitsinler.”

Nemrud’un ateşine de bu hitap vaki idi. Alevler saçılırken gül-gülistan oldu. Keza, cehennem ateşine erişen bu hitap da onu îman sahiplerine dokunmaz kılar.

Kendini bataklığa kaptırma. Allah’a güven ve O’nun yoluna gir. O’nun yolunda devam ettikçe, seni dünya yutamaz. Kötülük selleri seni sürükleyemez. Çünkü ona, şu hitap gelir:

“Ey dünya denizi ve seli, şu adamı boğma. O sevgili kuldur. O tarafımdan istenen zattır. Onu zatıma bırak.”

Bu hitabın eriştiği zat boğulmaz. Musa’yı (a.s) deniz yuttu mu? Kavmi denizde boğuldu mu? Allah fazlını dilediğine verir.
“Sevdiklerini hesapsız rızıklandırır.” (el-Bakara, 2/212) Bütün hayır onun elindedir. Hâl böyle olunca nasıl başkasına gidersin? O’nun yolunu nasıl bırakırsın?

Sana verilen, O’nun eli ile gelir; alan yine O’nun kuvvet elidir. Kendinde bir kuvvet mi biliyorsun? O dilerse zengin eder; dilerse fakra düşürür. Öyle mi biliyorsun ki, izzet başkasından gelir, zillete başkası düşürür! O’nunla boy ölçüşmek kimin haddine? O’nunla kim cenge hazırlanır? Meğerki aklını yitirmiş ola. Akıllı adam, O’nun kapısına koşar. Başka kapıları aklının köşesinden bile geçirmez.

Ey tedbir eden kişi, yolun yanlışa çıkıyor. Yaptığın iş halkı sevindirmekten ibaret mi olmalı idi? Hâlık’ı darıltıp halkı sevindirmek ha! Öyle mi? Dünyayı yapmak için âhireti yıkmak! Bu iş sana yakışmıyor. Yakında her şeyin elinden çıkacak.

Yakalayışı çetin olan biri, her varını senden alacak. O alıcı, bizzat Allah’tır. O, tuttuğunu bırakmaz. O’nun tutuşu başka şeye benzemez. O’nun tutuşu bir yönden gelmez; birçok şekli vardır. Senin tek renk ve düzensiz işlerine benzemez.

İlk defa bulunduğun makamdan atılmanla olur. Uslanırsan pek âlâ! Uslanmazsan hasta eder. Sonra fakir eder. Zelil eder; kimsenin yanında yüzün kalmaz. Perişan ve derbeder olursun.

Bunlar da seni yola getirmezse, artık dert ve belânın çeşitleri üzerine yıkılmaya başlar. Hepsinden büyüğü, iç sıkıntısı gelir. Öyle zaman olur ki, içinden kopup gelen sıkıntı, seni bir yana bile oynatmaz. Bunların dışında, bir de halkın diline düşmek var. Sokağa dökülen bir sürü reziller seni dillerine dolarlar. Şerefini bir paraya indirirler. Allah, herkesin eli ve dili ile seni yıkıp viran etmeye muktedirdir. Yeryüzünde gezen ufak bir karınca, seni ve yuvanı dağıtmaya kâfidir. Allah’ın, en ufak bir mahlûkunda en büyük kuvveti gizlidir. Uyan, ey gafil! Uykuyu bırak, ey zavallı!

Allah’ım, bizi sen uyandır; uyanıklığımız seninle ve senin için olsun.

Âmin!..



Hz. Abdulkadir Geylani / İlahi Armağan


Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

Allah’ım, bizi sen uyandır; uyanıklığımız seninle ve senin için olsun.

Âmin!..
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
sdemir
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 487
Kayıt: 24 Mar 2008, 02:00

Mesaj gönderen sdemir »

Resim

Allah razı olsun meryemnur kardeşim Eren babamızın Himmeti daim üzerimizde olsun...
Ellerinize sağlık, Yüreğinize kutlu günde bereket dilerim...

[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/sdemirimza.gif[/img]
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »


Muhammedinur bağımızın aşk bülbülü, neşesi, sevgili kardeşim Mina, selamın gönlümüze sürur getirdi. Rabbimiz seni hayırlısıyla en kısa zamanda yine aramzında görmeyi nasip eylesin..
Cuman mübarek olsun Nur gönüllü kardeşim..

Âmin!..

Sevgi, özlem ve dua ile..


Resim



Hak şerleri hayreyler,

Zannetme ki gayreyler,

Arif onu seyreyler;

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler...



İbrahim Hakkı Erzurumî


Resim



Ve sevgili sdemir kardeşim, mübarek cumamızın sabahında ne hoş esti, selamınız, duanız. Rabbim gönlünüze Rıza ile Aşkını içirsin ve yüreğinize feyzini bereketini ihsan eylesin. Cumanız mübarek olsun..

sevgi ve dua ile..




Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »






Ey evlat! Dünyalık işlerden iç âlemini almaya güçlü isen durma, yap. Gücün yetmiyorsa kalbini Hakk’a bağla. O’nun rahmet eteklerine yapış. Belki böylece iç âlemine huzur girer, dış varlığın da rahata erer. Dünya elemleri seni bırakır gider.

Her şeye gücü yeten O’dur. Senin neyin var ki? Her şeyi bilen, yine O’dur. Senin ne kıymetin var? O’nun kapısına koş, O’ndan iste. Temizlenmeyi O’ndan dile. O dilerse, Zat’ından gayri her cins varlık vehminden seni temizler. Kalbini imanla doldurur. Marifet verir, ilim verir. Sana yakîn hâli nasip eder. Kalbine kendi ülfetini yağdırır. Bu kez, cümle duyguların O’nunla olur.

Her şeyi O’ndan bekle. Başkasını bırak. Mahlûk önünde zelil olma. Senin gibilere bu yakışmaz.
O’nun ol. O’na ol! Sana bu yakışır. O’na dönmekten başka kurtuluş yolu yoktur. Bunu böylece bilesin!

* * *

Ey evlat! Kalbin karışmadığı dilin bilgisi hiçtir. Kalbin yaya kaldığı bilgi ile bir adım bile atman kabil olmaz. Yol dediğimiz kalp yolculuğudur. Yakınlık, sırların birleşmesidir. Amel, İslâm esaslarına uyarak yapılan mânâ amelidir. Bu yolda bütün duyguların yek düzen hareket etmesi gerektir. Allah için amel budur. Allah için kullara kolaylık ve uysallık etmelisin. Yolumuzun önü de, sonu da budur.

Bir kimse ki, nefsini her zaman hesaba çeker, ona hesap yoktur. O kimse ki, kullara göstermelik için iş eder, onun kazancı sıfırdır
işler gizli ve riyadan salim olmalıdır. Farz olan ibadet dışında kalan her şey, kapalı ve halkın görmeyeceği yerde yapılmalıdır. Farzlar bilâkis herkesin gözü önünde yapılmalıdır.

Esas yapılması gerekenden geri kalıyorsun. Temeli, şüpheli ve düzensiz şeylerle çıkardıktan sonra üst katı yükseltmişsin ne çıkar? Temeli çürük olan binanın üstü, kısa zamanda yıkılır. Temeli kuvvetli olursa öbür yanı yeniden de kurulabilir.

Yapılacak işlerin aslı tevhiddir, ihlâstır, doğruluktur. Tevhid sırrına eremeyen, ihlâsı kendine hâl edinemeyen, yaptığından bir şey beklemesin.

Bütün işlerini tevhid ve ihlâsa daya! Sonra binanı yükseltmeye bak. Allah’ın kuvvetine sığın. Kendi kuvvetini görme. Yapıcı el, tevhid elidir. Şirk ve nifak eli iş tutamaz.

Muvahhid odur ki, kadri ameliyle her an yükselir. Münafık böyle değildir.

* * *

Allah’ım, bizleri münafıklardan uzak kıl. Bütün hâlimizde onları bizden ırak eyle. “Dünyada iyiyi bize ver. Âhiretin de iyiliğini ihsan eyle! Ve bizi ateşten sakla.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!



Hz. Abdulkadir Geylani / İlahi Armağan
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »





Sevgili derunilale kardeşim, bugün ONK.Dr.Haluk NURBÂKİ'nin (ALLAH ondan razı olsun) Veliler Deryasından Katreler isimli kitabından Hz. Abdulkadir Geylani hz.lerini anlatan bölümünü okuyunca bu MÜTHİŞ ANLATIMı siz değerli kardeşlerimle paylaşmak istedim ancak gördüm ki senin güzel gönlün önce buyurmuş. Gönlüne, ellerine sağlık sevgili kardeşim.
Abdulkadir Geylani hz.lerinin mübarek himmet eli senin ve tüm kardeşlerimin gönüllerinin üzerine olsun. ALLAH razı olsun..

sevgi ve dua ile..



Resim

derunilale yazdı:Hz Geylânî’nin sırrından ötede böyle bir yol bulmaya imkân yoktur. Fevkalâde mânevî ceryanıyla evrenlerin mânâ boyutlarını kaplamış çok büyük bir sultandır. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri İslâm tasavvuf tarihinde olsun, mânâ bilimleri sohbetlerinde olsun çok mümtaz, çok özel bir yere sahiptir. Bir takım tanımlar vardır, bu tanımları Abdülkâdir Geylânî Hazretleri vesilesiyle anlatmak isterim.

Meselâ: “GAVS”
Tasavvufta: Bir insanın varabileceği en üstün mânevî nokta demektir.
(Sahibi zaman kelimesi içerisinde toplanabilir) Bütün dünyada yaşayan insanlarının gönüllerine hükmetme, gönülleriyle ceryanlaşma anlamına gelir.)


Hz Geylânî’nin ismi GAVS-I ÂZAM’dır.. Yani o gavs’lık sistemi içersinde, zaman diliminde ayrı bir saltanatı vardır. (Haddimizi aşmış bir düşünce olarak kabul etsin sayın okuyucularım beni) Velilerin; her zaman dilimi içersinde, özellikle yaşadıkları zaman dilimi içersinde hükümleri, vazifeleri ve ceryanları vardır. Aslında bir velinin kıyamete kadar olan zaman dilimi içersinde de mutlaka rüzgarı devam eder durur. Sıradan bir mü’minin bile ölmeyeceğini Kur’an hükmü olarak biliyoruz. Kaldı ki, BİR VELÎNİN HAKKINDA ÖLDÜ, BİTTİ CÜMLESİ KULLANILAMAYACAK BİR SÖZDÜR. Zaman dilimlerinde çok şiddetli ceryan atlamaları yapan velîler vardır. Her zaman diliminde zuhur etmek, o zaman dilimine ışık tutmak gibi bir takım özel ışımaları vardır.

Meselâ, Cenâb-ı Hakk, bir takım mâdenlere radyoaktivite verdiği gibi, velîlerin bir kısmına da böyle radyoaktivite vermiştir. Öyle ki, zaman dilimleri üzerinde devamlı sûrette ışır durur. Bu özellikle Abdülkâdir Geylâni hz. için çok geçerlidir, zamanının her diliminde, her saatinde yaşayabilen bir sırra sahiptir.

Hz Abdülkâdir-i Geylânî’nin milletimiz için çok önemli bir hususiyeti de, hazar denizi yakınındaki Geylân kasabasında doğmuş olmasıdır. Gerçi 13′üncü asır veyahutta bizim hicri tanımımızla 7′nci asrın velîlerinin genellikle çok sayısal bir biimde o bölgeyle yakînlikleri olmuştur. Yani Cenâb-ı Hakk, bu bölgeye, o yüce zatları fazlaca ışınlamıştır. Bunlar arasında Bahaeddin Nakşibend Hazretleri, Mevlâna Hazretleri, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri hep o mıntıkadan ışınlarını bütün âlem-i İslâma yaymışlardır. Bunlardan çok önemli, çok üst seviyede bir velî de Hz Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleridir.

Hz Geylânî’nin özelliğini anlayabilmek için çok genç yaşta, talebeyken velâyetini izhâr ettiğini, yahutta, âlem-i İslâma seyrettirdiğini bilmek lâzım gelir. Cenâb-ı Hakk tarafından, bir velîlik makamının bir kula verilmesi çok küçük yaşlarda da, büyük yaşlarda da olur. Gerçi Hz Geylânî doğuştan müstakbel bir yüce velî olduğunu göstermiştir.
Çünkü annesinin hâtıratında, Ramazan’ın başlayıp başlamadığını Hz Geylânî’nin annesine sorduklarını okuyoruz. (Eskiden biliyorsunuz takvim yoktu, ay üzerinden seyredilerek Ramazan’a yaklaşım olurdu.) Ramazan’ın başlayacağı günlerde hava bulutlu idi. Hz geylânî annesini emmiyorsa ramazan girmişti… Bu kadar erken yaşta bir hikmete sahipti, ama velâyetin intişârı ayrı sebepler ve hikmetler çercevesinde meydana gelir ve bu meydana gelişte vazife tahakkuk eder. Yani Hz Geylânî’nin çok genç yaşta vazifeliliğe geçmesi ve “GAVS” makâmına kavuşmasını biliyoruz. Bu çok önemli bir hadisedir.


Böyle bir yüce şahsı tasavvur ederken, biz genellikle onların kerâmetlerinin ve menkîbelerinin hayranı oluruz. Ama, ben bu işe biraz muhalifim. Asıl onların özündeki sırra hayran olmamız lâzım gelir. ONLAR KERÂMET DEPOSU DEĞİLDİR. Hakkında en çok menkîbesi olan velîlerinden bir tanesi Hz. Geylânî’dir. Hamdolsun ben bunların hepsini küçük yaşımdan beri ezbere bilirim. Ancak ben özümde Hz Geylânî’yi çok sonralar anlayabildim. Ahlâk-ı Muhammedî üzerindeki çizgileri çalışmaya başladığım zaman ve bunu kitap haline getirme gayretlerini gösterdikten sonra anladım, niçin bu kadar üstün Hz Geylânî (ks)…

Eğer biz ahlâk-ı Geylânî’yi anlamazsak, menkîbeler bizi hz geylânî’den uzaklaştırır, yaklaştırmaz… Çünkü, biz insanoğlu deriz ki, bunları nasıl olsa yapamayız, bizden çok uzak şeyler, o halde bir hâtıra gibi gönlümüzde saklayalım. Halbuki Hz Geylânî bize bir yol göstermiş ve bu yolda müthiş bir adım atmıştır. BENİ TAKLİT EDİN demiştir.

Bizler konuşurken bir hâdiseyi, bir velîyi, bir menkibesiyle yorumlarız. Bir velînin bir meseleye ışık tutmasını me’haz telâkki eder ona göre hareket ederiz. Ancak Hz Gelyânî’deki hususiyet, Ahlâk-ı Muhammedî’nin özündeki bir sırrı yakalayıp bize intişar ettirmesidir. Bu çok önemlidir. Eğer biz bu sırrı anlayamazsak, İslâmiyeti anlamamız güçleşir. Efendimizi (sav) anlamamız büsbütün güçleşir.

Fahr-i Kâinat Efendimizin ne kadar merhamet sahibi olduğunu; nasıl bir infak zevki içinde olduğunu, hatta kendisinden 1500 yıl sonra gelecek mü’minlerin bile gönlüne infaklar yaparak, onları infaka yönelterek bir büyük tasarrufta bulunduğunu, merhameti muhammedi’siyle bizleri yaşattığını biliriz. Ama, bunu bilfiil yaşatmasının hikmetini anlamamız mümkün değildir. Çünkü efendimizi anlayamayız…

Biliyorsunuz, Efendimizin (sav) CÖMERTLİĞİNİ SEHÂSINI her zaman dile getirip konuşmak isteriz. Ama bunun bir tanımı var. Bu tanımı bir türlü bulamıyoruz. İnşallah, Allah’ın izniyle bu tanımı bir özel sırda, Hz Geylânî’nin velâyeti kazanması olayındaki, jestinde buluyoruz. Bu sırrı çok iyi yakalamak lazım. Ben bu menkîbenin ayrıntılarını çok iyi anlatmak istiyorum. Çünkü çok önemli bir hâdisedir.

Hz Geylânî’yi Gavs-ı Âzam yapan, “velîlerin boynu benim ayağımın altında” dedirten bir hikmet. Bu hikmeti yakalamak lâzım. Bir nev’i mânâ patlamasıdır. Bu mânâ patlamasının hikmeti nasıl zuhur etmiştir?… bunu gözlememiz lâzım.

Hz Geylânî’nin asıl can alıcı özelliği, Bağdat’da talebeyken ortaya çıkan bir hâdisedir. Hz Geylânî Bağdat’ta talebeyken bir kıtlık çıktı. Hz Geylânî’nin annesi, ticaret zevkiyle Bağdat’a giden bir adamcağızla, yaptığı birkaç tepsi böreği oğluna gönderdi. Hiç olmazsa belli bir süre yavrum açlıktan kurtulur diye. İslâm anneleri tahsile giden yavruları için pek özel bir tavır takınırlar. Sabahtan başlayarak duâlarıyla onu yıkarlar, o çocuk ders çalışıyor diye etrafında pervâne gibi dolaşırlar. İslâm annelerinin, daha doğrusu İslâmiyetin hususiyeti, Allah ilmini öğreniyor diye, ona duyduğu gönül muhabbeti tasavvur edilir bir şey değildir. Ne bugünkü insanlar, ne batılı, ne de münevverim diyen insanlar anlayabilir bunları, bu çok özel bir durumdur. Gönlünü parçalarcasına ona hizmet etmek, işte bu zevk içersinde, Hz Geylânî’ye koca bir bohça börek gönderiyor. Tüccar gelir, sorar soruşturur, Geylânî’yi bulur. Hz Geylânî genç bir talebedir. Yaşı üzerinde çeşitli ihtilaflar vardır. 16 veya 17-18 yaşlarında olabilir. Çünkü tahsilini ikmâl etmek üzereydi. Kıtlık vardı bu nedenle oradaki bütün talebelerin beti benzi soluk, yaşlılar daha perişandı. Ekmek kırıntılarını suya batırıp karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. İşte böyle bir tablo…
Eski çağların kıtlıkları bazen çok şiddetli olurdu, yani sabahtan akşama kadar kimse bir lokma yiyecek bulamazdı. Şimdiki insanlar tasavvur edemiyor, kıtlığı bir parça maaşının azalması gibi bir şey zannediyor. Kıtlık mutlak açlıktı o çağda…
Tüccar kendisini tanıtır. Hz Geylânî elini öper, saygısını gösterir. Annesini sorar. Annen sana hediye gönderdi, burdaki kıtlığı duydu da der…
Hz Geylânî’nin bohçayı açıştaki zevki seyrederken adam:

- Börek ne de güzel kokuyor, der. Hz Geylânî de,

- Ama bana daha güzel bir koku geldi, annemin kokusu var bunda, o koku beni daha çok mestetti, diyerek cevap verir… Adam:

- Hadi buyur, baksana betin benzinde renk kalmamış deyince Hz Geylânî:

- Ama ben bunu hemen yiyemem… Benden daha çok aç ve güçsüz olanlar var, yaşlılar açlığa hiç tahammül edemez. Ben yine gencim biraz tahammül ediyorum…Ben evvelâ onların kısmetlerini vereyim, der…

En yaşlı, en takatsız olanlardan başlayarak böreği dağıtmaya başlar. Börek azalır, yarısına gelir, nihayet üçte biri kalır. Adam:

- Artık yavrum onu da sen ye, dediğinde,

- Benden güçsüzleri tayin ediyorum, diye cevap verir.

Netice itibariyle, bu sistemi uygulayarak en son dilim böreğe geldiği zaman, hâlâ benden güçsüzler var, bunu da taksim edeceğim, diyerek bir dilim börek yemeden hepsini dağıtır.

O böreği getiren adamda çok enteresan bir bulgu çıkar ortaya. Aç bir insanın yiyeceğe karşı duyduğu arzu yerine, onlara bunu verebildiği için bir sevinç vardı Hz Geylânî’de. İşte bu ahlâk-ı muhmmedî’nin en önemli noktalarından birtanesidir… Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz, SÛRE-İ MAUN’UN yorumunda olsun, genel anlamda olsun “bir mü’minin aç birini doyurmaktan aldığı zevkin tümü bana aittir “diyor… yani bir mü’min bu zevki alacak diyor, bu zevk gönülden gelen bir şey. Nasıl gönülden gelen bir şey?… doğrudan doğruya fahr-i kâinat efendimize karşı duyduğu meftuniyetten, sevdâdan oluşan bir muhammed (sav) ceryanıdır…

O anda hz geylânî’nin gönlünde ansızın muhammed (sav) ceryanı yanıyor. İşte o zaman gavs-ı âzam oluyor… Zaten rütbeler, velâyetler, herşey Efendimizin cıngısını çakmasına bağlıdır. Bu kadar yakın bir çıngıyı yakalamak çok zor bir şeydir. AHLÂK-I MUHAMMEDΒnin başkasını doyurarak evvab denilen sırrı içersinde bu zevki alabilmek ancak Muhammed (sav)’e mahsustur bir sırken, bunu onun sevdasıyla gönlü yanan bir mü’minin kazanması demek, o kazana, ceryan-ı muhammedî’ye, nûr-u muhammemdî’ye (sav) düşmesi demektir. Onun için fekalâde önemlidir.

Hz Geylânî’nin bize bıraktığı en önemli örnek, en büyük âhlâk dersi budur. Bu âhlâkı, bu dersi ne nisbette kavrarsa insan, o nisbette kadiri tarikatından olur… Yoksa, yalnız kayıt olmak, tescil olmak, bir takım zikirlerini yaptırmak Hz Geylânî’yi memnun etmek için yetmez. Asıl onu memnun edecek, kendisine benzeme adımını atabilmektir. Buradaki bu adımı attıran sır nedir?….

Gönlünde bir Muhammedî sevda var. Bu sevdayı Muhammedî nasıl bir özelliktir ki; bu böreği kendisine yedirmemiş, onların yemesinden zevk almıştır?…

-devam edeceğiz inşallah-
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

derunilale yazdı:

-2-

Hz Geylânî’nin mânâdaki sırrını anlayabilmek için, BU SEVDASI NASIL GELİYOR, dediğimiz zaman, bunu mânâ ilimlerinde aynen şöyle tarif ediyorlar.

Yüce Kitabımızda hem emrediliş şekliyle, hem hâdiselerle, hem de çeşitli velîlerin tanımlarıyla bir MİRAÇ HÂDİSESİ vardır. Efendimizin hiç tartışmasız bir tâbiri olarak ALLAH’A MÜLÂKİ OLDUĞU AN diye tanımlanan bir Miraç hâdisesi vardır ki, evrenin en büyük hâdisesidir.

Allah’ın yarattığı ile KÂBE KAVSEYN Sırrı içerisinde bihâl olması, yani içiçe iki yay gibi yansıyacak hâle gelmesi, evrenin en büyük hâdisesidir. şüphesiz ki, Allah bunu, Fahr-i Kâinat Efendimize, onun çok özel İlâhî sevdası ve Allah’ında ona karşı olan muhabbeti dolayısıyla lütfetmiştir. Yoksa Miraç hâdisesini tasavvur bile etmek mümkün değildir.Yaratılanların hepsi Cenâb-ı Hakk’tan belli bir mesafede, sıfat yansımalarının komposizyonuyla hâsıl olmuş, çokluk âlemi unsurlarıdır. Hepsinin vasıfları, özellikleri vardır. Bunların hepsi Cenâb-ı Hakk’ın takdiriyle tâyin olmuştur. Ama hiç birisi bu Kâbe Kavseyn sırrına gelemez. Bu Allah’ın kendi sevdasıdır. İşte bu Miraç günü mânâ âleminde fêvkalâde önemli bir gündür.

Mânâ âleminin saati, zaman birimi yoktur ama, kendi kafamızdan şöyle bir şey tâyin edelim. Miraç hâdisesi tahakkuk etmeden, beş dakika evvel, (bu bizim dünyamızda olan hâdise) hiç kimse bir şeyden haberdar değildi. Efendimiz en hüzünlü günlerindeydi ve o hüzünlü günlerinde en çok ibadet ettiği günlerden birindeydi. Miraç hâdisesinin takdir saatide yavaş, yavaş, yavaş… yaklaşıyordu. Mânâ âleminde sonradan gelecek varlıklarla, daha evvel yaşamış varlıkların hepsi bunu belli ölçülerde algıladılar. Miracın olacağını ve bunun nasıl olabileceğini, böyle müthiş bir hâdisenin evrende nasıl ceryan edebileceğini hepsi büyük bir zevkle, iştiyakla tasavvur etmeye başladılar.İşte BURADA ÇOK BÜYÜK BİR İNCELİK, HZ GEYLÂNÎ, ÂLEM-İ ERVÂH’TA (Yani Ruhlar Âlemi’nde) an be an, âdeta Efendimizin yeryüzüne teşrif ettiği andan itibaren, Kur’an’ın inzâli hâdiseleri de olmak üzere bir gönül frekansıyla bunları hissediyordu. Bu hissiyat içerisinde ani olarak kalktı geldi Mescid-i Aksa’ya. (Ruhlar âlemindeki motivasyonla) Efendimizin ayağını basacağı ve Mirac’a hareket edeceği noktaya başını koydu. (Şimdi onun başı olur mu?… Olmaz, ama bu bir tanıtım, bir şeyi tarif edeceğiz, nasıl edeceğiz?… ) Ve Efendimiz o boyuna basarak BURAK’A BİNDİ. Bu hâdise basit bir hadise değildir. BU SEVDÂYI MUHAMMEDΒNİN, HZ GEYLÂNΒNİN GÖNLÜNE VE RUHUNA TECELLİ EDEN MÜTHİŞ BİR MÜJDESİ, YANSIMASIYDI O ANDA EFENDİMİZ DEDİ Kİ; “VELÎLERİN BOYNU DA SENİN AYAĞININ ALTINDA OLSUN”… Ama bunu o anda söyledi, ondört asır önce…

Hz Geylânî, yeryüzüne teşrif edip kendi kader çizgisi işlemeye başladığı zaman, repertuarda böyle birşey yoktu. Bunlar tamamen mânâdaki olaylardı. Nitekim yıllardan sonra Hz Geylânî velîliği haketmiş, vaazlarında insanlar birbirlerine kıran kırana giriyor, camiler, avlular almıyor. Böyle bir zamanda, vaazında ani olarak Efendimizin sedasını duydu…

- BENİM SANA MİRAC’A GİDERKEN SÖYLEDİĞİM CÜMLEYİ HALKA TEKRAR ET… dedi.

Bir an hatırlamak için gayret sarfetti, mânâdan geldiği için, ancak oradan gelirse hatırlayabilecekti. Çünkü, o motif kendisine bildirildi. “BÜTÜN VELÎLERİN BOYNU AYAĞIMIN ALTINDADIR.” Bu dışardaki bir adamın anlayamayacağı bir sözdür. Ama bir velînin bunu söylemesi çok zordur. Böyle bir cümleyi nasıl söyleyecek, hepsi dostları, kardeşleri… Ama Efendimizin hoşuna gitmiş.

Bazıları şöyle düşünebilir: Bir velîye niye bu söylensin ki?… Zaten velî demek mahviyetten geçmiş demektir. Efendimizin münasip gördüğü bir şeyde velî tereddüt etmez. Bu emir geldiği zaman velîlerin hepsi boynunu koymuştur aslında…

TİLLO’da Memduh Sultanın velî olan talebeleri, şeyhinin kapısından girerken boynuma bassınlar diye kapının dibine yatmıştır. Örnekleri vardır. bir velî için bu, mertebe eksikliği, mertebe çokluğu değildir. Bu mânânın bir zevki Muhammedî görünümüdür. Onun için böyle bir hâdiseyi meydana getiren hikmet Hz Geylânî’nin bu sırrında yatar. O sevdası var ya koşup başını koyabilmek, yani bu ayrı bir şey, tarif edilecek bir şey değil. Efendimize bu kadar âşık olduğu için, bu kadar büyük mertebeye gelmiştir Hz Geylânî. Onun içindir ki, tasarrufu çok uzun zaman dilimleri içerisinde yansımıştır ve yansıyacaktır da.

Bu hâdiselerde biz menkîbeleri anlatsakta olur, anlatmasakta olur dedik. Latîf bir menkîbe var bu hadiseyle ilgili onu da anlatayım.
O zamanda Abdürrezzak isminde bir velî daha vardı. O da Kuzey Anadolu’da, belkide İran ile Anadolu arasında bir yerde vazifeli bayağı ciddi bir şeyhdi. Onun da çok talebesi vardı.
Hz Geylânî’nin vaazını mânevî telefondan alır. Gönlünde;
“Niye benim boynum senin ayağının altında olsun ki, ben de Rabbımın bir velîsiyim” diye bir cümle geçer.

Abdürezzak vaazından çıktıktan sonra evine doğru giderken, yolda o zamana kadar görmediği, ya da görüp de farkına varmadığı güzel bir kız görür. Kızcağıza bakar, hayret eder. İçine bir şey saplanmıştır, kurtulması mümkün değildir. Çobanlık yapan bir kıza âşık olur. Çünkü velînin gönlünde ceryan dozu yüksek olduğu için böyle bir parazit başka bir insanın aşkına benzemez.
Abdürrezzak, kızı sorar soruşturur. Madem ki âşık oldum, kolayı var der. Hamdüsenâlar olsun Müslümanız, istersin, nikâhlarsın, meseleyi halledersin diye düşünür. Kendisine derler ki, bu kız muhitin en kuvvetli papazının kızıdır… Abdürrezzak da ne olursa olsun onu bana isteyin der. Kızı isteme müdahalesi başladığından itibaren, kendi müridleri arasında fiskoslar başlar ve büyük bir kısmı dağılır. Papazın kızını istiyor bu nasıl şeyh, âşık olmuş, şeyhe bu yakışır mı?… derler.
Netice itibariyle kız istenir. Papaz “vermem, hele Müslüman şeyhine hiç vermem” der. Verirdin, vermezdin derken, sonunda “Hristiyan olursa veririm”der papaz. O andan itibaren gönlüne gelen baskıya dayanamaz, ne yapacağım çare yok, takdir gelmiş ağını papazın kızına atmış. Gider Hristiyan olur.


O zaman talebelerinin hepsi ayrılır. Yalnız rivayete göre 70-80 kişi kalır. Bir hikmet, bir kader tecellisidir, “arkasında olalım” derler ama, iki üç gün içerisinde bu kalanlar da:

- Hayır, biz gidelim Bağdat’da büyük bir şeyh varmış onun tarikatına girelim. Şeyhimize de dua isteyelim, derler…

15-20 kişilik bir gurup Hz Geylânî’ye giderler. Hz Geylânî, “ne istiyorsunuz?…” buyurur.

“Biz Abdürrezzak’ın talebeleriyiz, bizim şeyhimiz bir Rum kızına vuruldu, bu uğurda da dinini değiştirdi” derler.

- Evet, ne istiyorsunuz?…

- Bizi kabul et, talebe al…

- Mümkün değil, herkesi alırım sizi almam. Çünkü siz döneksiniz, ben dönekleri almam, kıpkızı kâfir olsun talebeliğe kabul ederim ama sizi almam. Yazık oldu size… Onun etrafında kalacaktınız, hatta hristiyan olacaktınız… diyor Hz Geylânî… İyice şaşırıyor onlar.

Abdürrezzak’ın çilesi bitmiyor bir türlü. Aşığı kız diyor ki:

- Sen hristiyan oldun ama, herkes bu yalandan Hristiyan oldu, üç gün sonra tekrar Müslüman olur diyorlar… Abdürrezzak:

- Peki ne yapayım?… diye sorar.

Abdürrezzak’a İslâmların hoşlanmadığı domuzlarını gütmesini söyler kız.
Domuzları güderken bir gün ayağı kayıyor ve düşüyor. Domuzların hepsi boynunun üzerinden geçiyor. İşte o zaman anlıyor yaptığı hatayı…
Sen Hz Geylânî’nin ayağı altından şikayet edersen, bak biz seni domuzların ayağı altında bırakırız. Çünkü bu emri İlâhî, buna karşı gelemezsin… O domuz sürüsü geçtikten sonra içerisi doluyor, Abdürrezzak’ın.

Ondan sonra tekrar papazın yanına gidiyor, papaz “tamam kızımı veriyorum” diyor. Kız da Velîye âşık oluyor.
Hristiyanlar mâdem Hristiyan oldu bize bir vaaz etsin, çok üstün niteliklere sahip diyorlar. Abdürrezzak, dinini değiştirince adı Şahsenem oluyor. (Şahsenem “put” demektir) Şahsenem sıfatıyla vaaza çıkıyor. Bütün Hristiyanların önünde vaaz ederken Sûre-i Meryem’i okuyor ve başlıyor yorumlamaya… Halk isyan ediyor, bu Müslümanların tarifini yapıyor diye. Hani Hristiyan olduydu diye isyan ediyorlar.

Bu hâdiseler olurken, ayrılmayan 15-20 talebesi de kilisede bulunuyorlardı.

- Siz ne istiyorsunuz?… diyorlar halka.

Halk:

- Sen doğruyu söyle, diyorlar. O sırada Hz Meryem’in heykeli:

- Doğruyu, Abdürrezzak söylüyor, diyor, Hz İsa’nın Resmi de:

- Doğruyu, Abdürrezzak söylüyor, deyince, hepsi birden tövbe istiğfar edip Müslüman oluyorlar.

Ve böylece çile dolmuş oluyor.
Bu hikâyeyi anlatmaktaki kastım, Hz Geylânî’nin mânâ âlemindeki saltanatına bir nebze olsun yaklaştırabilmekti sizleri…

Şimdi, Hz Geylânî’nin bu sevdayı Muhammedî’ye tutulmuş gönlünde, ondan taşıdığı bu EVVAB SIRRI’yla başkalarının doymasından zevk alan hikmetiyle bütün ömrünü yaşamıştır. Hatta Hz Geylânî’nin bu böreği dağıtması dolayısıyla Cenâb-ı Hakk kendisine mânâda o büyük saltanatı vermekle beraber, madde de büyük bir saltanat verdi. Hz Geylânî çok zengindi. Gelen giden tarlasını, bahçesini hediye ederdi. Öyle bir sistem kurmuştu ki, kendisine müracaat eden kimseleri talebeliğe kabul eder, dersi tamamlayıp gideceği zaman bir kesenin içerisine üç altın veya 18 altın gibi bir para kor verirdi. Bu helâldir, bunu al ömrünce bunu ye derdi. Hatta bu keselerdeki altınlar müridler arasında tartışmaya sebeb olurdu. Çok olursa ömrü çok olacak, demek ki ancak bitirecek gibi… Hz Geylânî bunu duyunca, böyle yapıyormuşsunuz, yapmayın, o nüfusun kesretine göre dağılmışır. Benim tayinim değil, Cenâb-ı Hakk’ın tayinidir derdi…

Hz Geylânî’ye Fahr-i Kâinat Efendimiz tarafından verilmiş olan bu sır devam etmiştir. (Sehavet Sırrı) Yani ben değil, başkaları mutlu olsun, başkaları yesin, içsin…. Bütün ömrü boyunca bu sırla yaşamıştır. Ondan dolayıdır ki, Hz Geylânî, Fahr-i Kâinat Efendimizden, çok özel bir ricasıyla bütün mü’minlerin yardımına koşma izni almıştır, hangi zaman diliminde olursa olsun. Yine Hz Geylânî’nin cümlelerindendir:

- EĞER BİR MܒMİN DARA DÜŞER VE DARDAN ÇIKAMAZSA, BENİ DE ÇAĞIRMAZSA KIYÂMETTE DAVACI OLACAĞIM. NİÇİN BENİ ÇAĞIRMADIN DİYE…

Bu kadar mü’minlerin zaman dilimleri ötesindeki dertleriyle meşgul olan, TAM BİR MUHAMMEDÎ AHLÂKA SAHİP, CİDDİ BİR YÜCEMİZDİR…

(2)



Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »

derunilale yazdı:
-3-

“Kim ne duruma düşerse düşsün, Allah’ın izniyle benden istesin,” der mü’minler için. “Ben size mutlaka yetişirim.” İşte bu Muhammedî’liğin bir sırrıdır. ŞİMDİ BİR MܒMİN DARA DÜŞÜNCE NE OLUR?…EFENDİMİZ ÜZÜLÜR. Onun dardan kurtulmasına vesile olmak, Hz Geylânî’nin vazifesidir. Hz Geylânî’nin mânâda öyle bir saltanatı var ki, demin söylediğin çocuğun cevizi kaybolmuş, hatta canı tehlikeye düşmüş diye mânâ’nın sırrı içerisinde, bu dünyaya dönülür bakılır mı?…Ama bu tarifi imkânsız bir Muhammedî aşktır. Tahammül edemiyor. Efendimizi memnun etmek için o mânânın büyük zevk sofrasını biran için terk edip, gelip o sırra yakîn olmak istiyor. Bu çok acayip birşeydir.

****************

Hz Geylânî’nin devrinde Ahmet Rufaî Hazretleri de Basra’da yaşıyordu. İkisi pek yakın mânâ kardeşleri. Mânâ’nın çift ikizleri gibi… Hz Geylânî hem Hz Hasan kanalıyla, hem Hz Hüseyin kanalıyla seyyiddir. HASANEYN SEYYİDİDİR. onun için süper bir genetik şifreyle gelmiştir. AHMET RUFAÎ HAZRETLERİ SEYYİDDİR… Bu mânâdaki kardeşlikleri hep böyle sürer ve bir çok mânâ çizgilerine bakışta senkrondurlar. Yani birbirlerini o kadar sever, kardeş ve yakındırlar ki tarikatlarının heyecanları ve zikirleri bile birbirinin üzerlerine yansır. Onun için sonradan gelen bir çok Kâdirî Şeyhleri aynı zamanda AHMET RUFAÎ HAZRETLERİNİN tarikînin mümessillerinden de izin alarak iki tariki birden yürütmüşlerdir. Bilhassa Arap Yarımadasının kuzeyinde İran ve Hazar’ın bir kısmında iki tarikatı birden temsil eden mânevi eğitimler yapılmıştır. Bu çok sıcak kardeşliğin etkisidir.

Hz Bahaeddîn Nakşibend de zaman itibariyle, daha sonraki dilime gelir ama heyecan dozlarını ayarlamak için bazı bileşimler olmuştur. Çünkü Kâdirîlik çok heyecanlı bir yoldur ve Kâdirîliğin bu heyecanlı yapısı Hz Geylânîye has, özel bir ceryandır. Buna ait bir misal vereyim:

İstanbul’un fethi sırasında biliyorsunuz, Akşemseddin Hazretleri vazifelidir. Mânâ âleminde bu düzenleme, bu plân hazırlanırken, Akşemseddin Hazretleri Fatih’in yetişmesi konusunda tahsis edilmiştir. İstanbul’un zapt edillesinde çok kuvvetli bir mânâ ceryanına ihtiyaç vardır. Bu şiddetli heyecan ceryanını birinin alıp gelip Akşemseddin’e Akşemseddin’inde Fatih’e vermesi lâzım. Bu vazifeyi Eşref Rûmi Hazretleri yüklenmiştir. Bursa’daki Emir Sultan, Eşref Rûmi’yle konuştuğu zaman, senin vazifen Akşemsein’le gönül ceryanlarınızı birleştirerek heyecan aktarmaktır,coşku aktarmaktır şeklinde emretmiştir. Eşref Rûmi Hazretleri aynı zamanda Hacı Bayram Velî Hazretlerinin damadıdır. Dersten sonra, Eşref Rûmi Hazretleri tekrar Bursa yöresine gitmiştir. Akşemssedin de biliyorsunuz Edirne’ye, Fatih’e vazifeli olarak gitmiştir. Bakın bu ceryan aktarma olayı ayrı bir şeydir. Bu ceryanı ne satın alabilirsiniz, ne tanımlayabilirsiniz, bunu bilemezsiniz. Bu tamamen mânânın sırrı, Efendimize ait bir hususiyettir…

Onun için Nakşî tarikatındaki bir çok şeyh efendilerde kendi talebelerine heyecan aktarıcı doz olarak Hz Geylânî’nin derslerini de beraber vermiştir. Halen Doğu Anadolu’da oldukça talebeleri olan HAFIZ OSMAN BEDREDDİN HAZRETLERİ ile ondan daha üst seviyedeki SAMİ HAZRETLERİ, Hz Geylânî ceryanıyla beraber yoğurmuşlardır Nakşîlik Tarikatını. Nakşîlikle böyle bir kaynaşım vardır, bu bir heyecan ceryanıdır. Yeni bir ceryan bir şok lâzımsa, mutlâka Hz Geylânî şoku lâzım. Anlatmamız çok güç bir şey. Allah inşallah himâyesini, üzerimizden eksin etmesin.



Biliyorsunuz, mânâ ceryanlarının çoğu talebelere aktarımında uygulanmış sistemler vardır. Bu sistemlerin içersinde genellikle “ALLAH HAYY” sırrıyla aktarılması lâzımdır. Çünkü böyle büyük ceryanların aktarılmasında en kolay formül “ALLAH HAYY” zikrinden ibaret değildir koca tarikat. Ama o anahtarı sorduğunuz zaman “ALLAH HAY” sırrıdır ve bu “ALLAH HAY” zikri içerisinde dervişlerinin ve şeyhlerinin çalışmalarıyla, “ALLAH HAYY, ALLAH HAYY, ALLAH HAYY” derken, öyle biran gelir ki bu ceryan aktırımıdır. Bir de ayrıca HZ Geylânî’nin zaman ötesi tasarrufu bu “ALLAH HAYY” sırrıyladır.

Yani bir takım insanlar düşünebilir, 800 sene evvel yaşamış bir zât gelipte biri “şurda sıkıntıdayım, nasıl mecal bulurum” derken nasıl yardım?… O öyle değil, “ALLAH HAYY” kelimesini tutturabildiği zaman bir insan, ALLAH’IN DİRİLİK SIRRINI KAPMIŞ OLUR Kİ; YAPAMAYACAĞI BİR OLAY, ÇÖZEMEYECEĞİ BİRSIKINTIDAN UZAKLAŞTIRMAMASI SÖZ KONUSU DEĞİLDİR. HZ Geylânî’nin zaten “BEN ANINDA ZUHUR EDERİM” diye emretmesinin sebebi de işte bu “ALLAH HAYY” sırrında bulduğu motiftir. Ama bu motifi sun’i olarak oluşturamazsınız. Gönlünde hiç îman tereddütü kalmamış, Sevdayı Muhammedî’ye yönelmiş bir gönülle olur. Kâdirî Tarikatından olanlar Hz Geylânî’den izin alarak, “ALLAH HAYY” dediği zaman o heyecanın ceryanını mutlaka alırlar…

Bakınız hâdise aynen şudur: Eğer diriliği getiremiyorsa imânla, AMELİN BİR YERİNDE HASTALIK VARDIR. Diriliğin gelmesi lâzım. Zaten İslâm Yücelerinin mânâ âleminde sahneye çıkıpta biz insanları kurtaracağız diye göreve talip olmaları, öyle zannedildiği gibi kendi kendini tayin değildir. Ne Hz Geylânî, ne Hacı Bektâş-ı Velî, ne de Hz Bahaeddin Nakşibend Hazretleri kendi kendilerini tayin etmiş değillerdir. İnsanları kurtarmak için daha ince motiflerle onları eğitmek için metod götüreceğiz diye gelmemişlerdir.
İşte bu getirdikleri metodun sırrı içerisinde de imânın ve âmelin hastalanmış hallerini temizleme vazifesiyle yükümlüdürler, bu büyük tarikat kurucusu sultanlar. Eğer gönlünde bir hastalık, imânında bir rahatsızlIk, cılızlık, âmelinde bir pislik varsa bunları temizleyerek ancak diriliğe kavuşmak mümkündür. Çünkü bu dirilik bulunmadan hİç bir şey olmaz. Bu dirilik bulunacak ki, insanın Muhammedî olduğu tescili olsun ve pasaportuna mühürün basıldığını görsün,. Bir mü’min pasaportuna mühürün basıldığını görecek, nasıl olacak?…

Dirilikle olur, gözü kapalıyken elbette göremez. Ama diriltirseniz, bazen de tokatlarla iki tarafından da kendine gel, uyan diye… Böyle bir diriliğin zuhuru da işte ancak Yüce Sultanlar tarafından temin edilmektedirler…

İslâm büyüklerinin, yücelerinin, heyecanlarını, sevdalarını, mânevî değerlerini anlatmak çok güç bir şey. Çok basit bir misâl vermek istiyorum: Bir demir tozu zerresinin, bir mıknatıs karşısanda fırlayarak ona yapışması olayını dışardan seyrettiğiniz zaman, bunu anlatırım sanırsınız, ama aslında anlatamazsınız. O demir zerresinin hangi gücü nereden alarak, fırlayıp o mıknatısa yapışmasını… anlatmak mümkün değildir.

Bu açıdan baktığınız, seyrettiğiniz zaman: Hz Geylânî’nin asıl temsil ettiği, çok özel İlâhî ceryanı anlatabilmek ididasına kalkmak (benim gibi) çok zor bir iş aslında. Ama yine himmet kendisinden olsun, dilimizin döndüğünce anlatmaya çalışalım…

Bütün insanlar Allah’a inandıktan sonra, Allah’a yakîn olmak, yahutta tanıyabilmek, acaba nasıl bir şey, nasıl bir sıcaklık olur diye bir gayrete düşerler. Ama, büyük bir gerçek vardır ki; Allah’ı tanıyabilmek, kavrayabilmek, O’nun yüceliğini, kudretini sezebilmek, öyle kolay bir iş değildir. Çok zor bir iştir bu. Bu zor işi ustaca bize tanıtacak, bizi bu zor işe alıştıracak İslâm kahramanları, büyük islâm düşünürleri ve velîleridir. Onların her birisinin, insanların kabiliyetlerine göre ayrı bir tarz metodları ve seçtiği, çarpıcı hikmetler vardır.

Bir defa bütün velîleri tanırken, “FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ’DEN BİR YORUM GETİREN İNSAN” DİYE TANIMAK LÂZIM…

Fahr-i Kâinat Efendimiz’in, böyle kısa cümlelerle bir takım kelâmî sözlerle anlatmak, tanıtmak mümkün değildir. Ahlâk-ı Muhammedî’yi tanımak, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in evrendeki esrarını anlatmak elbette mümkün değildir.

Hepimizin çok iyi bildiği, fakat hiç üzerinde durmadığı bir misâlden yola çıkarsak; Allah, “Seni âlemlere Rahmet olarak gönderdim” buyurdu. âlemler dediğiniz zaman; bizim dünya, yahut bizim memleketimiz, güneş , galaksi filân değil, bütün âlemlere rahlmet olarak gelen, bir yüce zâtın (sav) metodlarını, sırlarını anlatabilmek çok büyük yürek ister, ilim ister, hikmet ister…
İşte, büyük İslâm Yüceleri, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e ait bir özel niteliği yakalayıp, O’nu insanlara aktarmak hikmetlerine sahiptirler.
HZ GEYLÂNÎ, ALLAH (CC) GİDİŞ YOLUNDA, EFENDİMİZ’İN (SAV) GETİRDİĞİ BÜYÜK ŞEFKÂT CERYANINI TEMSİL EDER.

Bu ceryan büyük bir heyecandır. Bu heyecanı insanlara anlatıp, bu heyecanla insanın, toprağa bağımlılığından kurtararak gönlünün uçmasını sağlar. Bu o kadar zor bir şeydir ki, gel bu metodu anlat bakalım gücün varsa… Bu heyecan nasıl verilir… Durup dururken, evinde oturan, günlük hayatına dalmış, dünyanın telaşları içerisinde toz toprak olmuş bir insanı uçuracaksınız. Bir İlâhî heyecan vereceksiniz ve bu heyecanla O insan Allah’ına yakîn olacak…

İşte, Hz Geylânî’yi tanımaya başlarken, en azından böyle olması çok zor bir hâdiseyi bina eden ve bunu metodlaştırarak, zaman dilimleri içerisinde yayarak, milyonlarca insanı, bu kuşattığı heyecan çemberi içerisinde Allah’a Resûlullah’n huzuruna götüren müthiş bir müderris olarak görmek lâzım… BÜYÜK BİR ÖĞRETİCİ… Ama nasıl büyük bir öğretici?… Bu kitaptaki satırları, yazıları değil sadece heyecanı öğreticidir. Gönle ait, aşka ait şeylerin hepsinin de öğretilmesi çok zordur.

Çünkü, bilimsel metotların içerisine bunları desteleyemezsiniz. Bunu bu kadar yap, onu bu kadar yap, diyemezsiniz. Bu heyecanı vereceksiniz, yaşatacaksınız tattıracaksınız. İşte, Hz Geylânî’nin büyük ustalığı burdadır. VERİR, YAŞATTIRIR VE YAŞADIĞINIZI HİSSETTİRİR…

Bakınız, ilim ve âmel açısından, bütün İslâm Büyüklerinin himmetleri Efendimiz’in, Ahlâk-i Muhammedî metodlarının yorumlarından ibarettir. Bir Velînin, bir İslâm Mütefekkirinin görevi, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in ahlâkını yorumlamaktan ibârettir. Bir yönünden tutup yorumlayacak. Bunun içinde ilim de, aşk da, heyecan da vardır, Merhamet de, savaş da vardır.

Bunların hepsi bir bütün olan Ahlâk-i Muhammedî manyetik süzgecinden insanlara aktarmak, o büyük İlâhî ceryanın şiddetine tek başına tâlip olsalar, gitmeye kalksalar, daha ilk adımını attıkları zaman yanarlar. İşte himmeti bu sıcaklığın içersine götürürken Hz Geylânî’nin esrarengiz bir sırrı vardır…

Hazreti Geylânî, hem Hz Hasan Efendimiz’e, hem de Hz Hüseyin Efendimiz’e, nesep itibariyle “SEYYİDLİK” sırrıyla bağlıdır. Demek ki; Hz Hasan ve Hüseyin Efendilerimizden bize bir takım esrarlı mânâ ceryanları taşımaktadır. Biliyorsunuz, Hz Hasan Efendimiz; İlmin temsilcisi, Hz Hüseyin Efendimiz de cesâretin, heyecanın temsilcisidir. Onun için, Hz Geylânî’nin, gerek metodunda, gerek eserlerinde, gerekse tarzında iki şey iç içedir. İLİM VE HEYECAN… Yani bir satır ilim verdiği zaman, bomba gibi bir heyecan patlatmıştır, onun üzerine, ve o heyecan barutu ilmi alıp sizin gönlünüze çakmıştır…

Pek çok müntesibi olmasına rağmen Hazreti Geylânî çağımızda lâyık şekilde idrak edilmiyor. Hz Geylânî Sultanın geçmiş çağlar içerisinde akıl almaz heyecanı savaşlarda muvaffakiyetin büyük bir sırrıdır. Yani pek çok savaşın içeriside kumandana, Hz Geylânî stratejiyle beraber cesaret vermiştir. Bu çok önemli bir şeydir. Yalnız heyecan vermemiş, birlikte strateji de vermiştir.

Türk İslâm insanı için, Hz Geylânî’ye pek çok yaklaşım vardır. Gerek menkîbeler kanalıyla, gerekse tarikatının anlatımlarıyla hatta zakirleriyle münasebet dolayısıyla büyük bir sempati, sevgi çemberi oluşmuştur. Bu çemberin içerisinde tarikatta vardı, yoktu, girdiydi, girmediydi… gibi sözler hiç önemli değildir. Gönlünde bir halkanın teşekkül etmesi, o heyecanın bulunması lâzım gelir. Eğer insan Hz Geylânî’yle mânevî irtibat kuramazsa, gönlündeki heyecan soluk geçer. Mutlaka onunla bir mânevî irtibat kurulması lâzımdır ki, bu bir takım duyguların birleştirilmesiyle sağlanabilir.

Büyük İslâm Velîlerinin, özellikle tarikat kurucularının, âlimlerinin, her birisinin bir tarzı vardır. Hz Geylânî’nin tarzı, heyecanı ile ilmî harman etmektir. Bir gram ilmî bir heyecan şarapneli içerisinde insanın gönlüne yerleştirip ve onun gönlünü Hakk’a doğru uçurmaktır. Yüce Sultanın metodu budur…


Güzel Rabbimiz(cc) mübarek AbdulKadir GEYLANİ hz. nin himmetini üzerimizden eksik eylemesin inşallah..Rabbim ONLARDAN razı olsun
ONK.Dr.Haluk NURBÂKİ(Allah ondan razı olsun)

Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »




Ey evlat! Helâl yeyip içerek kalbini temizle. Rabb’ini bilirsin. Giydiğini, yediğini ve kalbini temiz tut. Bu yoldan iç âlemi temiz olanlar zümresine dâhil olabilirsin. Tasavvuf, safâdan gelir. Suf -kalın yün elbise- giymekten gelmez. Tam mânası ile sofi olan, kalbini Allah sevgisi ile doldurur. Başka sevgilere yer vermez. Bu hâl bir başka hâldir. Kolay elde edilecek cinsten değildir. Elbise değiştirmekle ve renk sarartmakla olmaz. Omuz eğmek, bu hâli veremez. Geçmiş büyüklerin hikâyesini dil gürültüsü ile anlatmak bu hâle vardıramaz. Parmak aralarına tespih almak insanı o yola götüremez. O yola ile ten şey, ancak sadık kalple Allah’ı aramak olur.

Bazı büyüklerin dilinden şöyle hikâye ederler: “Bazı gecelerimde mâna âlemine geçerdim ve şöyle münacat ederdim: ‘İlâhî, bana yararı dokunacak şeyi esirgeme. Bana yapacağın iyilik sana zarar vermez.’ Bu cümleyi tekrar ettim ve uyudum. Rüyamda şunları duydum:?
‘Keza sen de benim zatım için sevimli işleri yapmaktan geri kalma. Zatıma yaramaz işleri yapmaktan kendini beri al.”

Allah’ın size gönderdiği Peygamber’e iyi bağlanınız. Ona bağlılığınız doğru olsun. O’na bağlılık, getirdiklerine uymakla olur. Peygamber’in emirlerini ne kadar iyi yaparsanız uymanız o kadar iyi olur. Dünyada Peygamber’in sözlerini tutup yaptığı işleri yaparsanız öbür âleme göçtüğünüzde ona arkadaş olursunuz. Allah Teâlâ’nın şu yüce kelâmını duymadınız mı
“Peygamber’in size yapmanız için getirdiği şeyi alınız, yasak
ettiği şeylerden kendinizi çekiniz.” (el-Haşr, 59/7)


Peygamber’in emirlerini tutunuz. Yasak ettiği şeylerden beri durunuz. Bunu yaptığınız takdirde, Rabb’inize yakınlık kazanmış olursunuz. Dünyada kalbinizle yakın olursunuz, öbür âlemde ise, varlığınız ve cesedinizle yakınlık duyarsınız.

Ey zâhidler, yaptığınız iyi şeyler nelerdir? Zâhidlik yapmaktasınız. Ama nasıl? Neyinizle yapıyorsunuz? O’nun yasak ettiği şeyleri yapmaktasınız.

İndî, dar görüşünüzle istiklâlinizi ilân etmektesiniz.

İrfan sahiplerine uyunuz. Onlarla arkadaş olunuz. Onların hâli başkadır; sizinkine benzemez. Bilirler, iş tutarlar. Halka dilencilik için değil, nasihat için koşarlar. Sizin kalbiniz onlara meyletsin diye de yapmazlar. Kalbinizi Hakk’a çevirmekten başka gayeleri yoktur. Onlar, kalp yüzlerini Hakk’a çevirmişlerdir. O’ndan gayri şeylere arka çevirirler.


* * *

Ey evlat! Kalbinle Allah’a dön. Bulunduğun makama başkası yerleşmeden bunu yap. Sâlih kişilerin hâlini anlatmak seni kurtaramaz. Onların güzel hâllerini anlatıp mest olmak sana ne getirebilir? Hâlin şuna benzer: Su almak kastı ile elini göle açık sokup çeken adamın elinde su kalır mı?

Yazık sana. Temenni kimi kurtardı ki, seni de kurtarsın? Temenni ahmaklar çukurudur; onlar çukurda boğuldular. Sen onlar gibi olma. Peygamber (s.a.v) Efendimiz buyurur ki:
“Bilhassa kuru temenniden sakınınız; o ahmaklar batağıdır.”
Sen, ehli olmadığın işleri görmektesin, sonra da hayır sahiplerinin derecesini dilemektesin.

Ümitlere kapılıp çekinme duygusunu azaltan, manevî yoldan sapar, sebebini sezmeden manevî duyguları sönmeye başlar. Çekinme duygusu çoğalan ve ümitsizliğe düşen, pişman olur. Kurtuluş yolu, ümit ve korkunun eşit yürümesidir. Peygamber (s.a.v) Efendimiz:
“İman sahibinin ümit ve korkusu teraziye konsa, eşit olmalıdır.” buyurmakla, bize gerekeni en güzel bir şekilde anlatmıştır.

Süfyan-ı Sevrî (Allah ona rahmet eylesin) dünyada görüldü. Gören sordu: “Rabb’in sana ne gibi işler yaptı?” O cevap verdi:
“Haberim yok. Bir ayağımı sırat köprüsüne koyduğum zaman, öbürünü cennette gördüm.”

Ona selâm olsun. Hayrını, şerrini iyi bilirdi. Bilgisi tamdı. Öğrendiklerinin hakkını verirdi. Bilgi edinirken amel etti, bilginin hakkını verdi. Amellerinde ihlâs sahibi oldu, onun da hakkını verdi. Daima Hak Teâlâ’yı istediği için rızasını buldu. Peygamber’e uymakla onun da hakkını verdi ve rızasını kazandı. Allah ona rahmet eylesin. Bu rahmet diğer sâlih kullara da olsun. Bizi de Mevlâ’mız onlarla birlikte rahmet deryasına gark eylesin.

Peygamber’e uyan herkes bir eline Kitab’ı, öbür eline Sünnet’i almalı. Aksi halde batar; hak yoldan sapar. Yolu Allah’a varmaz. Helak olur. Kendi şaştığı gibi, diğer kulları da şaşırtır. Kitap ve Sünnet, hak yola ileten delillerdir. Kur’an Allah’a, Sünnet Peygamber’in arkadaşlığına götürür; ona salât ve selâm olsun.


* * *

Allah’ım, nefsimizle aramızı uzak kıl. “Dünyada bize iyilik ver, Âhirette yine iyilik ver. Bizi ateş azabından koru.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!

Hz. Abdulkadir Geylani / İlahi Armağan



Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen HAYY-DOST »


ÇOK değerli CANlar,Meryemnur ve Derunilale,
Bu güzel ve çok manalı hizmetinize çok teşekkür ederim ,.
Kalbimi ruhumu ve tüm azalarımı mutlu ve hüşyar ettiniz.
ALLAH cc Resulu Muhammed Mustafası ve tüm dostları
sizden razı olsunlar.
Muhammedinur un tüm mensubları ve diğer hasbi
hismetkarları da keza...
Bizi sevdiklerimizle buluşturanları ALLAH CC sevdikleri
arsına katsınl
Mutlu bahtiyar ve huzur içinde kalın İNŞALLAH...
Resim
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »





Sevgili Hayy-Dost ablam, kalbin, ruhun ne kadar güzel, ne kadar latif..
Gönlüm gönlünü Sevgilisine ait diye sevdi..

Buraya her yazı yazdığımda mübarek kitabı elime alır ve 'Sevgili Rabbim okuyan kardeşlerimin ihtiyaçlarına binaen lütfet' diye dua eder kitaptan bir sayfa açarım. Bu sabah kitabı dua ile sineme aldığımda sen geldin sevgiyle gönlüme, dedim ki 'Rabbim bu yazı, gönlü Seni arzulayan ve Sana ait güzel kuluna hitaben olsun İNŞALLAH...'



Resim


Ey evlat! Sana lazım olan varsa, onu bulmaya çalış. Bir şey eline gelmiyorsa bulmaya gayret et. Çalışana Allah yardımcıdır. Bu denizde gayret et. Dalgalar sağa çarpa, sola vura, bir gün selâmet sahiline atar. Senden dua etmek; O, icabet eder. Senden çalışmak; başarıyı O verir. Sen nasibini unutup kaçsan bile O sana acır, yanına koşarak gelir.

Araman candan olsun; O yakınlık kapısını gösterir. O’na koşmaya bak; düşecek olursan rahmet eli seni tutar. Mevlâ’nın rahmet, lütuf, kerem ve sevgi eli sana iştiyakla uzanır. Bu, büyük mertebelerden sayılır. Allah yolcuları buna ermek için çalışırlar.

İman sahibi dinin emriyle yer; velî kul, buna ilâhî ve mânevi emri de ekler. Kalbinden gelen yasağı da dinler. Varlığına Hak varlığı katar. Bir iş için gayret sarf etmez. Hak fiiller onda tecellisini gösterir. O, bu hâlinde Rabb’i ile olur. İlâhî emir, velî kulun her yanını kaplar. Ayakta duruşu onunla olur. Varlığından soyunan, bir şeyi seçme kudretine sahip değildir. Hâllerin hangisi kula gelse, İslâm dininin esaslarını yapmak zorundadır.

Fena hâline eren Mevlâ tarafından esirgenir. Sonra kudret denizine atılır. Kudret denizinin dalgası insanı, bazen gizler, bazen de açığa çıkarır. Bazen sahile atar, bazen de dalgaların ortasında kor. Onların bazısı Ashâb-ı Kehf’e benzer. Hak Teâlâ, Ashâb-ı Kehf için şöyle buyurdu:
“Biz onları bazen sağa, bazen de sola çeviririz.” (el-Kehf, 18/18)

Fena hâline eren kimsede akıl hüküm süremez. Onların tedbir ve duygu ile ilgileri yoktur, lütuf evinde otururlar. Ve yakınlık yuvasına sığınırlar. Hakkatına çıkınca iç ve dış gözlerini yumarlar.

Bunları Hak yapar. Onların gözünü dalgalardan saklayan Mevlâ’dır. Bu sebeple onlar, yalnız Mevlâ’ya bakar, O’ndan işitirler.


Allah’ım, bizi zatınla gayrından yok eyle. Her şeyi seninle buldur.
“Dünyada iyilik ver. Âhirette iyilik ver. Bizi ateş azabından koru.”
(el-Bakara, 2/201)

Âmin!..




Hz. Abdulkadir Geylani / İlahi Armağan



Cevapla

“►Abdulkadir Geylani◄” sayfasına dön