ALLAH Dostu Der ki - I

Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4965
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: ALLAH Dostu Der ki - I (KAZÂ VE KADER)

Mesaj gönderen Hakan »

Su azizdir. Canlılara Hayy bu azizlikten çıkmıştır. MÜNİR DERMAN K.S.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (RIZA VE HUZUR)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

RIZA VE HUZUR

Resim

Bu yazı büyük bir edeb ve ta’zimle, tevazu’’ hududlarını aşarak, bir kul olan bana, mektup yazan bir profesöre cevaptır.

Sayın Profesör!
İnci taneleri gibi güzel kelimelerle süslü mektubunuzu dikkatle okudum. Naçiz şahsıma gösterilen her türlü ulvî his ve nezakete aynı ağırlıkla mukabelemi kabul ediniz.

Muhterem efendim!
Benden sorduğunuz süalin cevabını akıl ve zevkinizin doyacağı kadar bildiğinize hiç şüphem yoktur. Bilginizin sizi ve bir çok insanları doyuracak ve irşad edecek meretebede olduğunu anlıyorum…
“Rıza ve Huzur, Edeb ve Hayâ, Günah, Sevâb ve Ecir nedir?”
Süalinize ben:, Rıza ve Huzur hasretiyle değil de Rıza ve Huzur deryası içinden cevab vereceğim…
Denizdeki balığın anaotomisini, her türlü hususatını, biz insanlar dışardan tetkik edip anlıyoruz.
Bu tetkik ve anlama, çok geniş ve vâsi’dir. Bu analamanın bir de balık tarafından târif ve izâhı vardır.
İşte ben de size balık vaziyetinde bulunarak, Rıza ve Huzuru kısaca anlatmaya çalışaağım.
Zannedersem, bu süalin benden sorulmasındaki gaye de budur…

Cenâb-ı ALLAH, Celâl sıfatını tecellîsini arzu etmez.
Bundan dolay “Zü’l-İntikam” Kur’ân’da kanunî umdeler halinde kullarına hediye etmiştir.
Cemiyet içindeki ahlâk, adalet ve doğruluk hasletlerinden ayrılan kulların cezalarını tâyin ederek, yine kulları vasıtasıyla ve bir cemiyet nizamı halinde suçlulara tatbik ettirir.
Bu kanunları harfiyen tatbik eden kullar, her türlü belâdan masun olarak imrar-ı hayat ederler.
O zaman Cemâl sıfatının mahzarı olarak, kâmil kul mertebesinde güzel, helal rızklarla merzuk olurlar.

“Ahlâk, adalet, doğruluk ve şefkat prensipleri haricindeki hareketler benim gayretime dokunur. O zaman Celâl sıfatımla tecellî etmek isterim!..” der… İşte “RIZA” demek, Celâl sıfatını harekete geçirmeden, Cemâl sıfatına şükürüle bağlanıp, sabır kanatlarıyla Resûl’ün Ravzası’nı süsleyen temiz semâlarda salât ü selâm cıvıltıları getirerek İlliyyin’e doğru uçup gitmek… İşte Rıza… İşte Huzur buna derler…

Sayın Profesör! Size bu kadar kâfidir…
Merak hududundan çıkan hasretiniz bir müjdedir.
Bazıları bir şey öğrenmek için merak saikasıyla bir hasret duyarlar, bunda hulûs ve teslimiyet yoktur.
Sizin hasretiniz hakikî yolunda bulunandandır. Bundan dolayı manevî bakımdan gıbtaya lâyıksınız.
Bu husustaki düşünce ve gidişiniz, bizim gözümüzle doğru dur. Yolunuz nûrlu olsun!..

Emr-i ilâhiyi bihakkın yerine getirmeden ALLAH’tan bir şey istememek, Hayâdır. Hayâ makamında kul ancak, Saray-ı İlâhi’ye girebilir. Saray-ı İlâhiyye’nin adab-ı muaşeretini bilmeden, burda yürünemez…
Sîret-i Resûl, Ahlâk-ı Resûl buranın adabıdır. Bundan dolayı Rahmet-i Subhâniyye kalb-i pâk-i Resûl’e inmeden,onun parçaları olan kullara yetişemez. Onun için her münâcâtın başında Resûl’e salâvat getirmek icâbeder…

Bu usülü kendi kudret-i derecesine göre insanlar ya takib ederler yahut takib etmezler. Bu takibde hata daima insana raci’ bulunur. İnsan bu yol üstünde şeytan ile birliktedir. Hata bazan doğru, bazen hata şeklinde görülür.. Bunların kul farkında değildir. İnsan sevdiklerinin hatalarından dolayı üzüntü duyar. Bu duygu, RAHÎM esmâsı’nın kula göre tecellî miktarıdır…

Bu tecellînin altında acımak gizlidir. Fakat Esmâ-ı İlâhiyyenin “RAHÎM”in altında acımak gizli değildir; gizli olsa o sıfattan çıkar… Soğuk su ateşi giderir. Bu gidermek ağzı kuruyan veya içi yanan adama suyun acıdığından değildir. Suyun ferahlık verici hassası olmasındandır. İşte “Rahmetenli’l-âlemîn” olarak gönderilen Resûl, ALLAH’ın RAHÎM esmâsının pınarının hazinesinin musluğu gibidir… Bu sıfatın Resûl’de tecellîsi Murad-ı İlâhidir… Bu tecellîye çarpmak, “Şefâat” denilen, Resûlün, kulun hatasına karşı duyduğu kalb-i mübârekelerindeki üzüntüyü kaldırmak için Cenâb-ı Hakk tarafından hediye edilen desturu ortaya çıkarır…

Şefâat dilemek, istemek aslında RAHÎM esmâsı’nın Resûl’de tecellî eden acımak lifinden yardım taleb etmektir. Şefâat etmek demek, RAHÎM esmâsı’nın kulun kaldırabileceği miktarda olanını RAHÎM sıfatına çarptırmak demektir… Onun için: “ALLAH’ın izni olmadan Resûl şefâat edemez!” sözünün mânâsı böyle fehmedilir…

“Tevessül” ise dilemek, istemek lifinden çıkan rahmeti istemektir. Tevessülde kulun tahammülünün fevkinde RAHÎM esmâsı tecellî eder. Kul kurtulur; fakat “an-ı vahit”te erir… Tevessülün altında acımak yoktur. İnsan evvelden hazırlıksız ise yuvarlanır… Tevessülde bir hususiyet, şefâatte umumiyet gizlidir.
Rahmet Çeşmesi’nin pınarının fışkırdığı yer Resûl olduğu için şefâat herkese yapılacaktır. Arzu etse de etmese de… Zirâ, “Rahmetenli’l-âlemîn” dir, O Resûl-ü Kibriyâ… Şefâat etmem dediklerine bile Şefâat edecektir, o Mahbub-u Hüdâ… Tevessül tehlikelidir. Hak etmeyene tevessül etmek edeb harici bir iştir.
RAHÎM esmâsı’nın altında kalb-i pâk-i Resûl gizlidir… Fakat RAHÎM esmâsı’nın altınd acımak yoktur.
Acımak olsa “Kahhar, Zü’l- İntikam” esmâlarının mânâsı kalmaz… Zirâ, Sıfat-ı İlâhiyye yekdiğerinin tamamıdır.
Ancak tecellî şekillerine göre başka başka görünürler…
RAHÎM esmâsı, kalb-i Resûl’de “Acımak” şeklinde tecellî ederek “Şefâat” halinde ortaya çıkar…
RAHÎM esmâsı’nın yoğurduğu ve yıkadığı kalb-i mübârek-i Resûl’de parlayan “RAHÎM” ismi, acımak sûretinde tecellî eder, kul analasın diye…

Esmâlar, kuldaki tecellîlerine göre tezâhür eder. hanği esmâ daha ziyâde tecellî edrse o kul o şekilde bir insan olur… Can almağa mahsus Azrail, “Mümît” esmâsının tecellîlerini yerine getirir.
Esmâ, doğrudan doğruya sudûr ederse canlı bir mahluk kalmaz.
Kelâm-ı İlâhi, Resûl’e “Cebrail” ile nâzil olmuştur.
Doğrudan doğruya nâzil olsa kâinât buna tahammül edemez.
“Kur’ân’ı Biz dağa indirseydik paramparça olurdu!..”
Diğer büyük melekler de böyledir…

Cenâb-ı ALLAH’ın her şeyle temsı vasıtalı murad etmesi, canlı cansız bütün kâinât ve mevcudatın tahammülsüzlüğündendir. “Biz insana tahammülünün fevkinde yük yüklemeyiz!..” âyeti budur…
Esmâların birleştiği “Zâtullah”ın küçük bir tecellîsine tahammül hududu giremez…
“Li’l- cebeli ceâlehu dekken!” bunun beyânıdır. İşte Şefâat, bu tahammülsüzlüğü tahammüledilir hâle getirmek için Resûl-i Ekrem’e verilmiştir…
“Yâ RAHÎM” esmâsı’nın mazhariyetine nâil olabilmek için kulun RAHÎM ve ŞEFÎK olması lâzımdır.
Hayvanlara, nebatalara Rahîm ve Şefîk olmayan kimseye bu esmânın yardım ve iltifâtı yoktur. Rahîm ve Şefîk olan kimse, bunlardaki sırrın farkında olandır… ALLAH kapısına ancak bu sıfatla yanaşılır… Aksi, ne mergub ne de mümkündür…
Çiçeği vazoya koyup güzelliğinin seyr ve kokusunun alınacagına, dalında iken, ALLAH’ı zikir hâlinde bulunurken seyr ve duymak rasında büyük fark vardır…
Devranı dışardan setretmek ile halkaya girip devretmek arasında binlerce fersah, binlerce yıl arası kadar fark vardır…
Dalından ayrılan, toprakatan sökülen halkadan koparılmıştır. Halkadan koparılmış nesne artık zincir değildir.. Basit bir parçadır. Parçada iş yoktur. “Küll”de iş vardır.
Ben, sen, o, biz, siz, onlar yok, hepsinin mecmu’u ayrılmaz, “O” vardır!... “O” ile iş yapan, ibâdet eden için artık düzme, çatma, mekan, mevki, yer, cihet mefhumları yoktur…
Bunlar, “Ben sen, o, biz, siz, onlar” formülünden ayrılmayanlarda, akıl erdiremeyenlerde mevcuddur…
“HAYY”ı, “Mümît” yapmak isteyen “O”nun ismiyle bunu yapmalıdır…
Aksi hâlde haram, küfür, şirktir. Cezâsının affı da yoktur…

Ateş her şeyin hakikatını ortaya koyan bir nimettir.
Amber ateşe atılmazsa güzel kokusu çıkmaz… Ateş “HAYY”ın hakikatını izhar eder.
Binlerce yüzbinlerce kimse bunun farkında değildir….
Ateşin içinde Nûr,
Ateşin içinde gül bahçesi,
Ateşin içinde yeşil çimen,
Ateşin içinde nimet,
Ateşin içinde rahmet,
Ateşin içinde “Söylenemez” vardır!...
“Söylenemez” dedik ya aranırsa bulunur…
Bunları anlamak ve bulmak için hastalanmak lâzımdır.
Hasta olmayanın yanına doktor gelmez, hasta olmayan da doktora gitmez.
RAHÎM ve ŞEFÎK esmâsını hastalanacak derecede kendine mal etmek lâzımdır. O zaman doktor ayağa gelecektir…
Her perde RAHÎM ve ŞEFÎK esmâsı ile açılır. Her makama bu haslet ile çıkılır.
Huzurdan maksat divân değildir. Cemâlde erimek demektir.
Huzur, rahatlık değildir. Bu yanlış anlayıştır; bir büyüğün önü de değildir.
Huzurun ruhanî mânâsı erimek, o şeyle karışıp ortadan kaybolmaktır.

Meselâ, Sütte şeker erirse huzur teessüs eder. Fakat huzur sütün müdür? Şekerin midir? Kim kimin içinde eririse, eriyen huzura kavuşmuştur. Eridiğin muhit huzurun kendisidir. Çabuk erimek için RAHÎM ve ŞEFÎK isimli şeker olmalıdır…

Hakiki RAHÎM ve ŞEFÎK olan insan için mertebe, makam yoktur. O kendisi bir makamdır. Suyun içinde eriyenin makamı olur mu? O hep “SU”dur… “SU” azîzdir… Eriyeni de azîz eder… Cemâlde eriyen, Cemâlli olur..
Hâlli kimselerden niçin zevk duyuyorsu, onlar konuştukları zaman her şeyi unutuyorsun…Zirâ bu kimse erimek için sırada bulunanlardandır… Sırada bulunanlar böyle olursa, sıradan çıkmışlar nasıl olur?.. Hele bir düşün bakalım!.. Bütün kabiliyet ve hünerlerinizi gösterseniz târif edemezsiniz; bu mıntıkada âyetten, hadisten helâlden, rızıktan bahsetmek geri geriye gitmek demektir.. Aman i’tiraz veya fikir beyânı için dilini oynatma!..
“Lâ tuharrik bihi lisâneke lita’cele bihi!”

Zâhiri âlimler daima gönüllerin bâtınî hâllerine bağlıdır.
Şek ve şüpheye düşmek, kalbibn basîretine sataşmak ve içindeki sırrın nûrunu söndürmektir.
İnsan tatmin mertebesine gelinceye kadar akıl ile ihtilaf ve kavga hâlindedir. İnsanı mutmainne mertebesine çıkaran temiz ahlâkıdır. Bu mertebeye çıkmak için insan yıpranır.
Vucûdunun yıpranmasından tasa etme, ağaçta çiçek dökülünce meyve baş gösterir bilir misin?…

Şimdi de Günah, Sevâb ve Ecîr kelimelerinin altında gizli ve herkesin vehleten anlayıp da izahını güçlükle yaptığı bu tâbirleri biraz eşeleyelim;
Kulun ALLAH’a karşı olan şükrünü ifâ etmemesi ve bunda devam atmesi edeb dışı bir iş olur ki buna Günah derler… Hakikat ortaya çıktığı gün, kul kendi cezasını kendi verecektir…
Büyük bir utanma içinde yoğrulacaktır. Buna ister insanoğlu inansın, ister inanmasın bu hakikat bir gün muhakkak olacaktır… Günahın cezasını Cenâb-ı Hakk kulun kendine bırakmıştır.
Günahı inkar ve red hududuna girerse neûzubillah küfürdedir. Gazab-ı İlâhi, Azab-ı İlâhi deryasına düştü demektir…
Günahı tevbe ile temizlemek, yok etmek lâzımdır. Küfrü ise ancak tecdid-i iman temizleyebilir.
ALLAH’a karşı şükür ifâsında lüzumlu işlri yaparken hasbe’l-beşer, bazı gaflet ve arızalardan dolayı şükrün zamanını, icrasını sektyey uğratırsa o günah değildir… Bu durum gaflet içinde ihmâldir.
Bu hâl istiğfar ile yok edilebilir. Günah ve küfür ise istiğfar ile giderilemez…

Sevâb, Sokakta elbise ile gezmek bir edebdir. Bu, cemiyet kaidesidir.
Ceketi düğmeli gezmek ise iyi bir hassadır. İşte bu hâl sevâbtır.
Daima bu hâl içinde bulunmak ecre kavuşmak demektir.
Sevâb, ALLAH’ı her yerde görür gibi hareket eden bir adamın ahlâk ve karekteridir.
“Cenâb-ı ALLAH tarafından kendisine verilen bu hâl ve edeb…” İşte, Sevâb budur… Ecîr ise bu hâlin hüccet vesikasıdır. Yâni: “Bu hâl senin olsun daima öyle ol!” demektir.

ALLAH’ın aff ve mağfireti diğer nimetler gibi fazl ve keremindedir. Rıza-yı İlâhi amelin kendisine değil de ruhî muhasebedeki olan hulûs-u kalbe karşı tecellî eder… Rıza-yı İlâhi baha ile değil, bahâne iledir…
Nâdim olmuş bir günahkârın tevbesi Bârigâh-ı İzzet’te meleklerin avaze-yi tesbihinden ziyâde mahzar-ı hüsn-ü kabul olur. Günahı hiç işlememek mümkün değildir.
ALLAH’ın GAFÛR ve RAHÎM isimlerinin tecellîsi ancak yeryüzünde günahı işlemekle olur.
“Sizler eğer günah işlemeseydiniz Cenâb-ı Hakk günah işler bir başka kavmi halk ederdi!” hadis-i şerîf…

Tevbe ve İstiğfar;
İstiğfar, günahı olmayanaların temiz bir elbise üzerine konan tozları silkmesi gibi salihlerin fırçasıdır…
Tevbe ise, günah işleyenlerin lekeleri yıkaması için bir rahmet yoludur…
İnsanların işledikleri bazı günahlar vardır ki görünmez, adeta bir koku çıkarır, onlar o muhitte bulunanlara siner…
İstiğfar, bu günah kokusunu günah işlemeyenlerden giderir.
İstiğfar, bir mertebede bulunanlara aittir.
Tevbe ve istiğfar ise birlikte avam içindir.
İnsanın yaptığını bilmesi lâzımdır. Kuru tevbe veya istiğfar bir şey ifâde etmez.
Resûl-ü Ekrem’in buyurduğu yolda tam yürümeyen, arasıra dizi haricine çıkanlar için bir şey ifâde etmez.
Dizide doğru gidiyorum diye bir çok uğraşanlar mevcuddur. Gaflettedirler… Haberleri yoktur…
İnsan dinî ayarını arasıra kontrol ettirmelidir. Bu işi çabuk anlayabilmek, bu işin kıymetini bilmeyenlere nasib olmaz!..

Cenâb-ı ALLAH kitabında: “Ve’t-Tûr. Kitabin mestûr. Fî rakkin menşûr. Ve’l- Beyti’l- Ma’mûr. Ve’s- sakfi’l- merfu’. Ve’l- bahri’l- mescûr!” dan bahsediyor… Bunlardan murad İNSANdır…
Tûr’dan murad nefistir… “Biz Musa’ya Tûr’un sağ cânibinden nidâ ettik!..” buyuruluyor…
Sağ cânib nefis cânibinden demektir. Kendi hüviyyetinden demektir.
Bir de dağ mânâsına olan “Tûr” vardır. Musa’ya Tûr’da hasıl olan tecellî nefis cânibindendir. Dağ, mekan-ı ibâdettir. Dağın erimesi, Musa’nın kendisinde fâni oluşudur.
Bayılması, nefsin izmihlâli demektir. Musa’dan artık eser kalmadı.
Musa, ALLAH’ı görmedi. ALLAH, ALLAH’ı gördü…
“Lenteranî : Yâ Musa! Beni elbette göremezsin!..” “Sen mevcûd oldukça Ben, sende gizliyim.
Eğer Beni bulursan sen yok olursun!” demektir…Zirâ kadîmin zuhuru hâdisi yok eder.

“Ben kaybolunca, O âşikâr oldu. O âşikâr olunca, beni kaybetti!..”
diye duyup söyleyen Hazreti Ali bunu anlatmak istemiştir.

Musa’ya: “Nefsi bırak da öyle gel!..” buyurulmuştur..
İşte insanda Hakikat-ı İlâhiyye tâbir olunan mes’ele budur. Ondan dolayı şek ve şüpheye düşmek, kalbin basîretine sataşmak ve içindeki sırrın nûrunu söndürmektir!..

Azîz dostum!
Binlerce senedir bu hususu akıl, ruh ve mânevî basîret kazmalarıyla eşip, bulduklarını güzel sözlerele, nesilden nesile intikal ettiren, ALLAH rızasına kavuşmuş büyüklerin sözlerine i’tikad ve iman, her mes’eleyi hâlleder mahiyettedir.
Bir çok münevverler kendi ilim ve fen müktesabatıyla (ki bu müktesabat bâtının zâhirî hakikat ve tefsiridir.)
Müteâl Zü’l- Celâl hakkında akıl doyuracak mesned ve delil ararlar.
Dimağ çerçevesine ve akıl hududuna sığdıramadıkları şeyleri, garib bir mantık ve düşünce ile redd ederler!.. Hâlbuki bu mes’ele öyle değildir.
Bu gibilere bizim de kendi çapımızda tevâzu’ ile bir cevabımız vardır. Çok kısadır. Buyurun dinleyin;

Ey insanoğlu!
Doğruluktan ayrılma!
Unutma ki suyun bir karış altında veya denizin binlerce metre derinliğinde boğulmak arasında fark yoktur!...
Fazilet hastalık da olsa ona daima razı olun!.. Zirâ, faziletli insanın fazileti, ölümünden sonra bile devam eder!..
Bilerek kimseye, hiçbir hayvana, hatta hiçbir nebata fenalık etmeyen insan, gerçekten büyük insandır!..
Terbiye ve iyi ahlâk sahibi olan adam, ne hâlde bulunursa bulunsun gene insandır.
Fakat bu iki nimetten mahrum olan adam, dünyada her şey olabilir, yalnız insan olamaz!...
Mânevî ve ahlâkî bilgi, dış âlem hakkındaki cehâleti daima teselli edecektir. Ve bu, daima böyle kalacaktır!..

İman ise beş duygumuzun duyuşuna aykırı olarak bir şey göstermez. Onların sezemediği şeyleri öğretir.
İman, aklınıza, duygunuza zıd bir şey değildir. Onların üstünde bir inanıştır.
Aklın kontroluna her şeyi vurmak istersek o zaman iman saçma, gülünç gelir size…
ALLAH’ı hisseden akıl değil, kalbdir. İşte imanın insana öğrettiği şey budur!..
Akıl olmasaydı, insanlar hiss ile hayatlarını sürdürürlerdi.
Fakat başlarını bir türlü secdeden kaldıramıyacaklardı…

İbâdet, insanı kâmilleştiren ve yükselten en kuvvetli âmildir. İbâdetle güzel huylar kazanılır, insan kıymetlenir. Bunu ne kadar çetin ve başarılması güç olduğunu kendini islaha çalışan insan idrak edebilir. ALLAH’ın sevdiği kulları arasına katılmak elbetteki kolay olamaz. Kuvvetli irade, geniş tahammül lâzımdır.
Hakiki ibâdet eden, şefkat ve merhamet hislerinin daima esiri olmuştur. Kendini bu esaretten kurtaramaz. Fakat yalnız ibâdet de bir şey ifâde etmez. İbâdet, bir küll, bir bütündür..
İhsan ve keremi, İbâdete arkadaş etmek lâzımdır. İbâdetten maksat, İhsan ve kereme kavuşmaktır…
Kur’ân okumak dilin ucundan çıkar.
İhsan ve kerem için düşmüşe yardım, canın ortasından gelir.
İhsan ve kereme kavuşan insan ise, bir âyet olur!...
İhsan ve kereme kavuşmayan insan, ALLAH’ın güzel kulları arasına giremez!..

Toprak altında bir kış sabırla tahammül eden buğday tanesi insanoğlunun en Azîz bir nimeti olmak için nerelerden geçiyor biliyor musunuz?..

Harman… Çırılçıplak olmak için…
Kalbur… İçine karışandan kurtulmak için…
Değirmen… Beyazlanmak için…
Hamur… Yumuşamak için…
Ateş… Azîz nimet olmak için…

Azîz olmak için bu kadar çileden ve ateşten geçen buğday, tane olmak için de; Sa’y, mevsim, toprak, su, güneş, sabır, hem de kar altında sabır, tekrar sa’y… Harman, Kalbur, Değirmen, Hamur, Ateş!..
Bu kadar çileden sonra azîz oluyor…Bu sessiz, sözsüz, intizamlı çile, onu nasibi, fakat bu çileden azîz olarak çıkıyor!.. Yâni, “Buğday velâyet mertebesine erişiyor!” demektir. Velâyet mertebesine erişen bir kimsenin sırrını HÂLİK bir perde ile örter… Bu perde, bir takım geri beşeriyet vasıflarıdır… HÂLİK, bu vasıflarla o velîsinin ya bir ayıbını meydana vurur, yahut bir hünerini ayıp şeklinde gösterir…

Bâtını, üstün anlayışla nûrlandırılmış olanlardan başka hiç kimse, bu gizli velîlerini teşhis edemez.
Buğdayı bu hâlinden, bu çilesinden hiç kimse döndürmeğe kâdir değildir. HÂLİK’ın kendisiyle meşgul ettiği insanları, hâllerinden döndürmeğe kimse kâdir değildir.

Kendisine koşarak gelip müjdelediler…“Büyük düşmanın öldü!”
Yüzünde hiç sevinç alâimi görülmedi. Bilâkis kederlendi… Müjdeci haberi anlamadığını zannederek tekrarladı…
Gayet sâkin biir sesle müjdeciye: “Benim ölmeyeceğimi, dünyaya temel atacağımı kim söyledi!..”

Şu muhakkaktır ki bu kâinâtın bir menşe’i, bir yaratıcısı, bir HÂLİK’ı vardır…
O’nun üç büyük vasfı vardır: Halk eder… İdâme eder… Yok eder!..
O’nun mahiyetini tâyin ve teşhis edecek hücre insan dimağında yoktur!..

Resim

Naçiz : (Nâ-çiz) f. Çok küçük, ehemmiyetsiz şey, değersiz, hükümsüz.
Nezaket : Naziklik, incelik, zâriflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.
Mukabele : Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak.
Vâsi’ : (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı. * Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (celle celâlihu)
İfâ : Yerine getirme.
Hasbe’l kader : Kader icâbı, Kader için.
Hüccet : Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika. * Şâhid.
Mahzar-ı hüsn-ü kabul : Güzel bir kabüle sahib oluş.
Müktesabat : Elde edilmiş olanlar. Kazanılmış olanlar. Çalışmak suretiyle kazanılmış olanlar.
Münevver : (Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı. * Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş. * Parlatılmış.
Müteâl : Âlî, büyük.
Menşe’ : (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.
İdâme : Devam ettirmek. Dâim ve bâki kılmak.
Tâyin : Yerini belli etmek. * Vazifeye göndermek, vazifelendirmek. * Ayırmak. * Tayın, erzak.
Teşhis : Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma. * Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek. * Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek. * Eşyaya şahsiyet vermek.
Şefik: Şefkatli, esirgeyen. Rikkat sahibi. Merhametli.


Er RahîM:
Resim

El Gâfuru:
Resim

El Hâliku :
Resim

El Kahhâru :
Resim

Resim

Sizler eğer günah işlemeseydiniz Cenâb-ı Hakk günah işler bir başka kavmi halk ederdi!:

Resim---Ebu Eyyub radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." (Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizî, Da'avât 105, (3533)

Resim

Biz Musa’ya Tûr’un sağ cânibinden nidâ ettik!.. Lenteranî:

وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
Resim---Ve lemmâ câe mûsâ li mîkâtinâ ve kellemehu rabbuhu kâle rabbi erinî enzur ileyk(ileyke), kâle len terânî ve lakininzur ilel cebeli fe inistekarre mekânehu fe sevfe terânî fe lemmâ tecellâ rabbuhu lil cebeli cealehu dekkan ve harra mûsâ saıkan, fe lemmâ efaka kâle subhâneke tubtu ileyke ve ene evvelul mu’minîn: Musa tayin edilen sürede gelince ve Rabbi O'nunla konuşunca: "Rabbim, bana göster, Seni göreyim" dedi. (Allah:) "Beni asla göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni göreceksin." Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti. Musa bayılarak yere düştü. Kendine geldiğinde: "Sen ne yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim" dedi. (A’raf 7/143)

لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ
Resim---Lâ tuharrik bihî lisâneke li ta’cele bihî: Onu (Kur'an'ı, kavrayıp belletmek için) aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip durma.” (Kıyâmet 75/16)

وَنَادَيْنَاهُ مِن جَانِبِ الطُّورِ الْأَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِيًّا
Resim---Ve nâdeynâhu min cânibit tûril eymeni ve karrebnâhu neciyyâ: Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık.” (Meryem 19/52)

وَالطُّورِ
Resim---Vet tûri: Andolsun Tûr'a.” (Tûr 52/1)

وَكِتَابٍ مَّسْطُورٍ
Resim---Ve kitâbin mestûrin: Satır satır yazılmış Kitab'a,” (Tûr 52/2)

فِي رَقٍّ مَّنشُورٍ
Resim---Fî rakkın menşûrin: Yayılmış ince deri üzerine;” (Tûr 52/3)

وَالْبَيْتِ الْمَعْمُورِ
Resim---Vel beytil ma’mûri: Beyt-i Ma'mûr'a,(Tûr 52/4)

وَالسَّقْفِ الْمَرْفُوعِ
Resim---Ves sakfil merfûi: Yükseltilmiş tavana (göğe),(Tûr 52/5)

وَالْبَحْرِ الْمَسْجُورِ
Resim---Vel bahril mescûri: Kaynatılmış denize (bunlara andolsun ki),” (Tûr 52/6)

إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌ
Resim---İnne azâbe rabbike le vâkı’un: Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır.” (Tûr 52/7)

مَا لَهُ مِن دَافِعٍ
Resim---Mâ lehu min dâfiin: Onu uzaklaştırıp engel olacak yoktur.(Tûr 52/8)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (GENÇ BİR FRANSIZ PAPAZIN)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim GENÇ BİR FRANSIZ PAPAZININ iSLÂMİYET HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERi,
BUNA iTiRAZ EDEN HRİSTİYAN ÂLEMİNE BiRLiKTE CEVABIMIZ


1961 Nisan ayında, genç bir Fransız Papazının yazdığı “Kur'ân ve Din” ismindeki kitabı okumuştum. Kendisiyle mektuplaştık.

Bu genç din adamı Hıristiyan âleminin elde bulunan kitab-ı mukaddes bağlığı altında bir külliyât teşkil eden Davud, Musâ, İsâ Peygamberin Hazeratının kitaplarından, âyetlerle vesaik göstererek Resûl-i Ekrem'in son Peygamber olduğunu ve getirdiği dinin en mükemmel bir din olduğunu haykırmaktadır.
İslâmiyeti, genç olmasına rağmen, büyük bir sa'y ile tetkik etmiş ve düşüncelerini kitabında açıklamıştır.
Kendisine bir çok garib itirazlar olmuş, birlikte bu itirazlara cevap vermiştik.
Şimdi bu hususu, aslından tercümesini yaparak, aşağıya arzediyorum.
Dindaşlarımızın, bu muhterem Papazın düşüncelerini, zevk ve iftiharla okuyacaklarını ümit ederim.

TEVRAT;
Bir şeriat kitabıdır. Ahlak ve mevazini muhtevi değildir. Asıl lisanı ibranîdir.

İNCİL;
Ahlâk ve mevâizle doludur. Fakat içinde şeriattan eser yoktur. Hangi lisanla vahyolunduğu ve ilk evvel hangi lisanla yazıldığı kat'i olarak malûm değildir. Hz. İsâ (aleyhi's-selâm) ibranî lisânı konuşuyordu.
Fakat incil'in Süryâni lisanı üzerine nazil olduğu rivâyet edilmektedir. Hz. Mesih'in incili, güzel hutbeleri muhtevi olmakla beraber, insanları derin derin düşündürecek, fikir ve nazarını açacak ufuklardan mahrumdur.

ZEBUR;
Kalbi müracaatlardan, ilâhîlerden, dualardan müteşekkildir.

(*) KUR’ÂN-I KERÎM;
Arapça değildir, Allahçadır. Yani ifâde lisanı Arapçadır.
Ve daha evvelki mukaddes kitaplardan bu noktada ayrılmaktadır.
Lisan kelimesiyle burada lügat mânâsı buyurulmuştur. “Lisanen Arabiyyen” Yani Kur’ân-ı Kerim gerek mevzu’, gerek teşri’ usul bakımından daha önceki mukaddes kitaplardan farklı olmasa dahi lügat itibariyle onlardan ayrılmaktadır. Bu mânâda Tevrat'tan iktibas edildiği yahut kitap ehlinden öğrenildiği yolunda tevcih edilecek bir hatadan sakınmak için işaret vardır, ifâde lisanı bakımından Kur’ân Arapçadır.

Beni israil'in kitapları bir çok ihbarat ile doludur. Fakat bunlarda hikmetin dekayıkı, îmanın esrarı görülmez.
“Cabalistique” bir takım sırların menba’ını teşkil ederek bundan “Occultiste” lerin mezhep ve doktrininin esasları ortaya çıkar...
Hâlbuki Mukaddes Kur’ân bunların hiç birine benzemez.
İslâmiyet : “Peygamberler arasında ve kitaplarında fark gözetmeyiniz!”emrini esas kabul eder.
Tapacak bir ilâha insanoğlu muhtaçtır. Bu, “Tek” dir. Ve o ilâhın ismi de “ALLAH”dır. “ALLAH” lâfzı mübâreki GOD, DİEU, DEUS, GOTT, YEHOVA ve diğer lisanlarda kullanılan yaratıcı'ya verilen isimlerin mukabili değildir. Müteal varlığın bizzat ism-i hasıdır.
“Lâ ilâhe illallah” lâfz-ı celili: “ALLAH’tan başka ALLAH yoktur” demek değildir. “Tapacak ilâh yoktur, ancak tapacak ilâh “ALLAH” ismi verilen ilâhdır!” demektir...
İslâm dininde ALLAH “Ehad” dır. Ehad kelimesi “UN”, “UNA”, “ONE”, “EİN”, “YEK”, “BiR”, “VAHÎD” kelimelerinin hududu içindeki “Bir,, değildir. O “Ehad”dır.

İslâmiyette bütün semâvî kitaplara, bütün Peygamberlere inanmak şarttır, farzdır, Peygamberler;
ALLAH’ın Resûlüdür, Ve kuludur. Bunlara başka bir sıfat verilemez... Peygamberler Ümmîdirler. Buna itiraz, Peygamberleri bilmemek demektir. Peygamber zamanında, kendisine hücum eden müşrikler bile, Hazreti Resûlün Kur’ân’ı yazdığını, kat'iyyen söylememişlerdir. Kureyşin hepsi Peygamberin “Ümmî” olduğuna kat'iyetle kanidirler.. Bir kaç saat zarfında “BAHİRA”dan öğrenmiş olduğunu iddia ve ileri sürenlere: “Bir kaç saat içinde bu kadar büyük mefhumları anlıyacak küçük bir çocuğun, bunu öğrenme mu’cizesini kabul ediyorlar!” demektir.

Kitab-ı Mukaddes'in hâlihazır elde bulunan nüshası Yunancadır. Yunanca incil'de, Paraklitos kelimesi ingilizce Comforter teselli verici mânâsınadır. Paraklitos, teselli edici mânâsına paraklitis telaffuz edildiği zaman, arapçada “Ahmed”in tam mukabilidir,Yohanna incilinde: “Peder tarafından gönderilecek paraklit yani ruh-u hakikiyye geldiği zaman benim hakkımda şehâdet edecektir.”
“Ben size doğruyu söylüyorum. Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Zira ben gitmezsem “Paraklit” gelmez”.
“Benden sonra gelecek Ahmed nâmında bir Peygamberin müjdecisiyim.”... Yohanna incili 16 ncı bab, 7 net söz.
Bu incil tebligatı, İsâdan sonra bir Peygamber geleceğine ve son Peygamber olacağına delâlet eder.
“O hakikat ruha geldiği zaman sizi irşad edecektir. O kendiliğinden söylemiyecek, her şeyi haber verecektir. O beni tazîz edecek”.
Tevrat'ta tesniye: 18 inci bab, 18 inci söz: “Onlara birâderleri içinden, senin gibi bir Peygamber zuhura getireceğim ve kelâmımı onun ağzına koyacağım ve dahi kendine emredeceğim şeylerin cümlesini onlara söyliyecektir.”
Hz. Musâ'nın bu müjdesi Benî israil için tahakkuk etmedi.Tevrat tesniye 30 uncu babdâ: “Rab, Sina'dan geldi ve onlara sa'irden zuhur eyledi. Paran Dağı’ndan tecellî etti. Onbinlerce mukaddesler ile geldi, onlara, onun sağ elinden şeriatın ateşi çıktı...”
Sînadan gelmek; Hz. Musânın zuhuruna,
Sa'irden kıyam: Hazreti İsâ'ya işarettir,
Paran: Hicaz'dır. Hazreti Resûl-i Ekrem de orada zuhur etti. Bütün cihan kahramanlarının içinde “Mekke'ye onbin güzide mücahid ile giren yegâne tarihi şahsiyet Hazreti Resûldür.” Şeriatı, şeriat-ı câmi’dir.
Arabistanda zuhur edeceğine dair bir haberde Eş'ıya 21. bab: “Arabistan ormanlarında geceliyeceksiniz! Ey Tihâ Diyarı’nın sekenesi! Susamış olanları su ile karşılayınız! Firarinin önüne ekmekle çıkınız! Zira onlar çekilmiş kılıç önünden ve kıvrılmış yay önünden ve şiddetli muharebe önünden kaçtılar!..”
Bu cümledeki Arabistan kelimesi... Sonra da burda muhacirlerden bahsolunması, müjdenin hedefini tâyin etmektedir.
Dünya tarihi muazzam bir hadise olarak yalnız bir HİCRET kaydediyor ki o da Hazreti Resûlün hicretidir. “Harpten, kılıçtan kaçtı”. Hicret gecesi kanına susamış kılıçlardan hayatını kurtaran Hazreti Resûldür. Bunlar, son Peygambergeleceğini ve hak Peygamber olacağını, son emirleri getireceğini, semâvi kitaplarla isbattır...
Şimdi Kur’ân âyetlerinde:
Tur-i Tîna = İsâ Aleyhisselâm
Tur-i Zîta = Musâ Aleyhisselâm
Belde-i Emin = Resûlullahların ba's olunduklan yerlerdir.
Bu yerlerin, mübârek ve emin belde olduğu işaret edilmektedir.
Turların ruhanî kalacağı, ruhanîlerin birleşerek madde şeklinde Belde-i Emin’de toplanacağına işarettir.
Gelmiş geçmiş, dinlerin islâmiyette toplanacağına delâlet eder.
Bu yerlerin hepsinin şimal nısıf küresinde bulunması ulvî olduklarına, islâm câmialarının hepsinin şimal nısıf küresinde bulunacağına, ince bir işaret vardır. Cenub nısıf küresinde müstakbel islâm câmiası yoktur.
Bütün Peygamberler şimal yarım küresinde ba's olunmuşlardır.
Sûrenin “Vav” ile başlaması büyük, ruhanî bir mânânın ifâdesini taşır.
“Zeytun, tîn, belde-i emin” den daha evvel sizin bilemiyeceğiniz mübârek yerler vardır. Oradan gelmişlerdir.
Dünyanın sonu geleceğine işaret gizlidir. “V” de insan aklının muayyen bir hudud içinde bulunacağı, bir disiplin altında yaşayacağı, mükellef olduğu vazifeleri yapacağı emri gizlidir.
Yedi “V” ye inanmasiyle kurtulabileceği bildirilmektedir.
Arapçada, bilhassa Kur’ân dilinde “V” harfi diğer lisanlarda olan “UND”, “ET”, “AND” kelimelerinin müteradifi değildir.
“V”; inanınız, bunda kuvvet var demektir.
TîN = İsâ, Zeytun = Musâ, Belde-i Emin = Resûlullah.
Resûlullah ilk ve sondur. Son ve ilk olduğuna göre;
İkinci Zeytun - Musâ, Üçüncü Tîn =: İsâ, Dikkat buyurunuz!..
Musâdan sonra İsâ ba's olunmuştur. Sonra Resûlullah.. Resûlullah ilktir.
Ondan evvel Musâ zikredilmiştir. İlkden sonra ikinci demektir.. Musâdan sonra İsâ.. Sûrede İsâdan sonra Musâ zikrolunması tekrar ilk ve son olana geliyor, ilkin sonuna, sonunun ilke rücu’u Resûlullahın son Peygamber olduğuna işarettir.

Şimdi bu tercüme malûmatı üzerine, Amerikadan gelen (23) suale cevap mes’elelerinin cereyan ettiği 1956 yılında Diyanet işleri Makamına 2.1.1956 tarihli bir yazıyla sorulan suallere teker teker cevap verilmesi yerine toplu bir cevap verilmesi hususunda eski Müşavere Hey'eti azasından muhterem dostum M. Asım Beyin ricası üzerine, yazdığım yazıda:
“İnanmıyan garib sualler soran bir şahsa, Kur’ân âyetleriyle cevap vermek garib olur. Zira: “Kur’âna inanan bu gibi sualleri sormaz” kaydiyle verdiğim cevabî düşüncelerimi hulâsa ederek bu genç Fransız Papazı ile birlikte, hıristiyan âlemi mûterizlerine haykıracağım..
Bunlardan önce îslâm Dini lügatinden bazı târifler vermek lüzumu vudır:

1) Kur’ân-ı Kerim mesaj olarak kabul edilemez. Bu kelime ağıza alınmaz. Bu, dinde saygı hududu dışındadır. Manevî ölçü ve terazide küfürdür.

2) Peygamberlerin vasıfları vardır. Bu vasıflar olmazsa Peygamber olamazlar. Bu vasıfları saymak bir nev'i inanma yokluğu ifâde eder.

3) Dinde tenkid yoktur. Her insanın ruhunda meknuz olan insiyakı kamçılayıp kendiliğinden harekete getirmek lâzımdır. Tenkitçi değil, mürşid olarak hareket etmek icâbeder.

4) Kur’ân vehleten gaybe itiraz etmeden inananların kitabıdır ki o inananlara hakiki cepheyi ve hakikatlerin hakkını öğretir. Kitabımıza inanmıyanlara bu kitabın malzemesiyle cevap vermek o mübârek ve mukaddes malzemeye hürmetsizlik olur.

Şimdi bu hürmetsizliği yapmamak için bu gibi sual soranlara, söylüyorum:
Namütenahi kâinatın menşei ve yaratıcısı hakkında benî beşer tahmin kabiliyetlerinin söndüğü geçmişlerden beri bir izah ve târif bulamamış ve bulamıyacaktır da.. Zira, onun mahiyetini tâyin ve teşhis edecek hücre insan dimağında yoktur. ALLAH, her şeyin üstünde müteal bir varlıktır. ALLAH, her şeyin üstünde müteal bir varlıktır.
Onun üç büyük tezahür eden vasfı vardır: Yaratır, İdame ettirir, Ve yokeder.. Bu vasfın akıl yoran bir nizam içinde işlemesinde bir takım fizikî, kimyevî, cevvi, ruhî kaideler, değişmeyen kanunlar görülür.
Bunlar ALLAH’ın sıfatlarının tezahürleridir ki işte bu muazzam işlemdeki bütün şuun ve hâdİsâtın kanunlarındaki azamet ve intizamın heybet ve devâmı insan dimağı için mevzu’ ve bunların intizamım keşf, bir nev'i ibadettir ki yaratana karşı şükrün sıfat şeklinde ifâdesidir.
O hâlde ALLAH’ı kesret ve namütenahi kâinat hadİsâtı içinde idrak, insanda fıtrî bir hassa olarak tecellî eder.
Bu hadisâtın heybeti karşısında, insan dimağının son kabiliyeti, mebhut ve hayret içinde duraklar. Bu bir nev'i ALLAH’ı tasdik ve îmândır...
Beşer nesline bu idraki tattıranlar, Bir anda Sidretü’l- Münteha’da yani beşer aklının söndüğü yerde bu hâli idrak ettirilmiş olan mümtaz, necib ve mübârek insanlar, ALLAH’ın Peygamberleridir.
Peygamberler bunu beşere en doğru, en hakiki olarak idrak ettirmek için gönderilmiş elçilerdir. Ellerindeki kitap kendilerine tebliğ edilmiş küllün, tekliğin kesret hâlinde izahlarıdır. Bütün Peygamberler hep aynı şeyi söylemişlerdir.

Hazreti Resûl-i Ekrem son olarak;
İnsan dimağlarındaki yanlış idrakleri düzeltmek, Hurafe ve bâtılları kaldırmak, Beşerin yaratıcısı hakkındaki düşünceleri temizlemek, Ve onları ıslah ve salâha kavuşturmak için son nebi olarak gönderilmiştir.

Bu târif ve bu büyük kudret karşısında, Peygamberlerin mümtaz kul ve insan olduklarına aykırı olan bir düşünceye sürüklenmek insan düşünce ve dimağına en büyük hakaret olur. Dinler, muhtelif emirler ve kaidelerle dimağı, intizama ve temiz düşünceye sevk etmek için nehiyler, temiz emirler ve şükrün ifâsı için, değişmeyen ibadet usulleri vazetmişlerdir... Temiz bir düşünce, hakiki insana itiraz değil, inkiyad, itaat ve bînnetice sükûn içinde şükrün ifâsını telkin eder.
Amerikalılardan gelen 23 sual içinde: “Ateşe elimi soktum niçin yandı? Soğuk beni niçin üşütür? Sıcaktan niçin terliyorum? Güneş niçin ışık veriyor? Ağaç niçin çiçek açtı? Balık sudan çıkınca niçin öldü?..”
Gibi suallerin sorulmasındaki faidesizliği görüyorum...
Herşey izah edilmez. Hissedilir… Bu his, dimağı okşar geçer.
İşte, bu okşamayı idrak edip, onunla inşirah duymadadır iş...
Hazreti İsâ babasız doğmuştur. Nasıl olur?!
Aklın, düşüncen almıyorsa, bu düşünce ve aklının bazı tabiî şuuna saplanarak kendi kendini kandırmasıdır. Bunun farkında olmayarak, düşüncenin yanlışlığını değil de onun doğru olacağını hissettiğinde, bu hissine hürmet için baba, anne, oğul hikâyelerini izah çâresi bulmuşsun ve dalâlete düşmüşsün. Bu dalâletten kurtulmak için düşüncene artık itiraz etme!..
Düşüncelerin sözüne bir müddet itaat ve inkiyad etme ki idrak kendi kendine bir gün gelecektir. Dinimizde zorlamak yoktur.
Bu, düşünceden hisse, hisden idrake giden, insanların fıtrî hassasıdır da ondan böyledir. Bu böyle olmazsa, Peygamberlere lüzum yoktur. İnsanlar toplu olarak yaşarlar. Aralarında en müdebbir ve zeki olan dâhilerini seçerek kendilerini idare etmek için başlarına getirirler. Onun uzağı görme neticesi o topluluk bir çok itiraz mrıltıları ile nihâyet terakkiye, refaha kavuşur... Bu hususlarda insanların ruhanî cihetlerini idare edip, onları hâlâs ve refaha götürenler de Peygamberlerdir. Onlar hakkında da itirazlar, boş mırıltılar olmuştur. Bunlar hiç bir şey ifâde etmezler.
“Şu karşıki dağı bana getir, onu tetkik edip anlayacağım!” diyenlere benziyor bu sualleri soranlar..
“Sen dağın yanına git ve tetkik et ve dağı gör!” diye biz de onlara söyleriz.
Hakikat daima hakikattir. Beşer düşüncesi ile hakikat tamamen anlaşılmaz. Bu düşünce ve idrak bulanıklığı hakikati perdelediğinden bu sualler ortaya çıkmıştır.
Soğuk, kar, yağmur, sıcak, rutubet olmazsa nebatat da olmaz.
Hastalık olmazsa insanlar sıhhat mefhumunu bilmezler.
Bu perdelemeler olmazsa düşünce olmaz, idrak dumura uğrar.
Bu gizli kapaklı bazen akıldan uzak, bazen akla yakın gibi görünen hadİsât ve şuun olmazsa dünyanın yaradılışındaki hikmet ve muradı ilâhinin mânâsı kalmaz.
Fenalık olmazsa iyilik olmaz. Çirkin olmazsa güzel olmaz, gece olmazsa gündüz olmaz, insan olmazsa kâinat yaratılmazdı.
ALLAH Cemâlini seyr için kâinatı kendisine ayna yapmıştır.
Bir gün bu ayna kırılacaktır. Ve bütün kâinat ALLAH’a dönecektir!..

Hulâsa, bütün Peygamberler haktır..
Yekdiğerini takip etmeleri, insan aklı ve düşüncesi böyle olduğu içindir.
En son Peygamberle insanların artık derece-i tenevvüre geldikleri ind-i ilâhide kabul buyrulduğundan Cenâb-ı ALLAH insanlarla vasıtalı tebligatı artık kaldırmıştır. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem son Peygamber ve kitabı da ekmel olmuştur. Atom devrinde ALLAH’ın varlığını deli bile inkâra yeltenemez... Zira maddenin ve mânevîyatın hududları çizilmiştir.

Beşer, aklını zorlar, hadisât ve şuunu tetkik ederse, son Peygamberin emirlerini yerine getirirse CEMÂLE kavuşur.. Sükûn ve huzur içinde mânâ âlemine kollarını sallayarak metin ve vakur yüzü gülerek dalıp gider...
Menşeiniz hakkında dalâlet ve hurafeden kendinizi kurtarırsanız âhiret âleminin perdeleri kendiliğinden açılır. Evinin penceresinden sokağı seyrettiğin gibi deryayı vahdetin dalgalarını hem görür ve hem duyarsın. Böylelikle ölmezler diyarına en güzel namzet olarak hazırlanmış olursun.
“Şuna inanıyor musunuz? Bunun hakkında fikriniz nedir? Bu olur mu olmaz mı? Âhiret var mıdır yok mudur? Bir üç, üç bir olur mu? Kader şu mudur bu mudur?” Gibi suallere, hakikatlerin izahları olan İslâmiyet; cevabını, ancak dalâletten kurtulmuş akıl ve düşüncelere fısıldar.
Dinimizde icbar ve iknaa çalışma yoktur.. Her şey ortada, değinmeyen KUR’ÂN-I AZİMÜŞŞÂN'ın içinde izah edilmiştir. Yalnız, O’na temiz olanlar yanaşır. Ve suallerine cevap bulabilirler..
Bizde her şey peşin alınıp peşin satılır!..
İslama gelin, felah bulursunuz Misyoner efendiler!...


Resim
Mevazin : (Mizan. C.) Mizânlar. ölçüler. Terâziler.
İhbarat : Bildirilen haberler. İhbarlar. Bildirilen hadis-i şerifler.
Dekayık : incelikler.
Müteal : Âlî, büyük.
İsm-i has : Özel isim.
Sair : Seyreden, harekette olan. * Bir şeyden geri kalan. * Maadâ. Geçen, dolaşan. * Yolcu. Seyyar. * Başkası, diğeri.
Sekene : Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar.
Teşri’ : Yolu açık ve vâzıh kılma. * Şeriata isnad ve nisbet eylemek. * Kanun vaz' ve tenfiz eylemek. * Peygamberimizin (A.S.M.) şeriata dair emretmesi. * Havuza su getirmek.
Tur : Dağ. * Had ve mikdar.
Şimal nısıf : Kuzey yarım küresi.
Cenub nısıf : Güney yarım küresi.
Müteradif : Birbirine bağlı, tâbi olan. Birbirinin ardınca giden. * Gr: Yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime.
Mu’teriz : İtiraz eden. Kabul etmeyen. Bir şeyi beğenmeyip bozulmasını isteyen, aksini iddia eden.
Menşe’ : (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.
İnsiyak : Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek.
Vehleten : Birdenbire. İlkin. Ansızın.
Benî beşer : İnsanoğlu.
Mebhut : Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem.
Sidretü’l-Münteha : Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihâyet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.
Mümtaz : Diğerlerinden ayrılmış, üstün, seçkin, seçilmiş. * Ayrı tutulan.
Müdebbir : Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören. * İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (celle celâlihu).
Hülâsa : Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.
Cevvi : Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ. * Ev veya odanın içi.
Şuun : (Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis.
İnkiyad : Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtİsâl.
İnşirah : Ferahlanmak, mesrur olmak.


Resim

Lİsânen Arabiyyen:

وَمِن قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَى إِمَامًا وَرَحْمَةً وَهَذَا كِتَابٌ مُّصَدِّقٌ لِّسَانًا عَرَبِيًّا لِّيُنذِرَ الَّذِينَ ظَلَمُوا وَبُشْرَى لِلْمُحْسِنِينَ
Resim---Ve min kablihî kitâbu mûsâ imâmen ve rahmeh(rahmeten) ve hâzâ kitabun Musâddikun lisânen arabiyyen li yunzirellezîne zalemû ve buşrâ lil muhsinîn: Ondan önce de bir rahmet ve rehber olarak Musâ'nın kitabı vardır. Bu (Kur'an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lİsânıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır.(Ahkâf 46/12)

Peygamberler arasında ve kitaplarında fark gözetmeyiniz:

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
Resim---Âmener resûlu bimâ unzile ileyhi min rabbihî vel mu’minûn(mu’minûne), kullun âmene billâhi ve melâiketihî ve kutubihî ve rusulih(rusulihî), lâ nuferriku beyne ehadin min rusulih(rusulihî), ve kâlû semi’nâ ve ata’nâ gufrâneke rabbenâ ve ileykel masîr: Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler.(Bakara 2/285)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (BAY ENVER ÇALIŞ)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimBAY ENVER ÇALIŞ
SÜLEYMANİYE KÖYÜ BAKKALI
SALİHLİ


Mektubunuzu aldım.
Hakkımdaki iyi niyet ve necib hislerinize teşekkür.. ALLAH feyzinizi artırsın.
Dualarınızda bize de arasıra yer vermenizi dilerim.
Suallerinize, bana müsaade edildiği nisbette cevap veriyorum...

Buyurun dinleyin:
Göz; Ayn, bir âlet, bir uzuvdur.
Basar, bu âletle yani göz ile görme fiilidir, işidir.
Nazar, Görmeğe yeltenme. Göz âletiyle görme arzusunu göstermektir.
Dikkat edilirse bir şey'e bakan göz o şeyi nerede ise orada görür. Kendi içinde değil... Görülecek şey dışarıda olduğu hâlde, görme de dışarıdadır. Sizin içinizde değil..
Bulunduğunuz dükkanın kapısı önüne çıkınız, hemen şimdi...
Sağda biraz ilerideki duvarın arka tarafındaki kuru ağaca bakınız. Görüyorsunuz... Ağaç yanınızda değil, uzaktadır. Siz ağacı yerinde görüyorsunuz... İçinizde değil...
O hâlde - görme - aynaya baktığınız zaman siz kendinizi aynanın içinde görüyorsunuz... Sizin içinizde değil. Baktığınız şeyin hayali sizin gözünüze bir fotoğraf makinası gibi aksetmiş ve içinize intikal etmiştir. Fakat görüşünüz dışarıdadır. Hatta baktığınız şeyin ne kadar uzakta olduğunu bile söyleyebilirsiniz...
İçinizde bir ayna var... Dışarıdaki şey, sizin aynaya baktığınız gibi size bakıyor, kendisini aynada görüyor. Fakat siz onu sizin aynanızda değil de onun aynasında görüyorsunuz.. Ve gördüğünüz şey, su karşıdaki ağaçtır, diyorsunuz..
Karanlık olunca o ağaç yine oradadır amma... Siz onu göremiyorsunuz, hâlbuki o kendini göstermiyor size... Çünkü onun görünme şartları karanlıkta ortadan kalkıyor...

Bir şeye baktığınız zaman onu, sizi görmeye sürükleyen, zorlayan nedir... acaba...
Görmek, anlamak ve görünmek arzularıdır... Bunlar acaba kimden geliyor...
Şiddetle zâhir olup görünmek istemeyen ve fakat görmek arzusunu taşıyan bir mânâdan geliyor bunların hepsi... Bu mânâ şiddetle zâhirdir. Bu şiddetten dolayı “SETTÂR”dır.
Her yerde hazır, nazır olmak ve başka şekilde görünmek muradını halkeden bir mânâdır...
O varlık senin içinde “HAYY” esmâsıyle ve onu süsleyen diğer esmâlarla tecellî etti...
Bunu söyle ifâde ediyor Kelâmında: “Ben insanın sırrıyım!”
“Yani insan beni bilemez, göremez, anlayamaz, ben bir bilmeceyim”... “İnsan da benim sırrım”
“İnsanı yarattım yani bir bilmece yaptım, bu da benim hünerim, sırrımdır.” Bunu anlayamazsınız...
”Ben kulumla görürüm, kulumla işitirim, kulumla konuşurum!” diyor... Başka bir kelâmında: “Ben namütenahi yarattığım âlemlere, sığmam, bana inanan mü'min kulumun kalbine sığarım”.
Diğer bir sözünde: “Sessiz gözyaşı dökeni, benden korkup ağlayanı severim”..
“İçine sığdığım kalb bu gözyaşı ile yıkanır, benim evimi bununla yıkayana mağfiret ederim...
Bana sevgi ve havf'dan dökülen göz yaşını yere düşürmem, izzetim hakkı için yeri mahvederim!”
İşte, insan gözü bir şey'e insanın haberi olmadan alışıktır...
“Ben bir gizli hazine idim, Kendimi görmek, seyr etmek için, âlemleri, insanları yarattım” diyor... Gözlerle Cenâb-ı ALLAH kendi kendini seyrediyor... Ondan dolayı göze sövmek en büyük günahlardandır...
Sizin bir adamla konuşurken gözlerine bakmanız sizin arzunuz değildir. Kendi kendine âşık, kendi kendini görmek arzu ve muradını taşıyan yaratıcının arzusudûr...
Sizin basit bir görüş fiilinizin içine gizlenerek sizi meşgul ederek SETTÂR ile örtülerek kendini seyrediyor, Hazreti ALLAH...
Bu küçük anlatışı anlayan insanda da basîret başlar. Basîret, gördüğünü dışarıdaki hâli ile değil de kalbte görme işine verilen isimdir. O zaman gözler yekdiğerine artık bakamaz...
O hâlde göz göze bakmak, basîrete varıncaya kadar, bir nev'i habersiz zikirdir... Bu zikirle, Cenâb-ı ALLAH, insanın haberi olmadan, kendi kendini tesbih ettirmektedir.
Onun için göze sövmek herkesin bildiği büyük günahlardan daha büyük bir günahtır. Bu günahı işleyenler dünyada her türlü görme hassasından mahrum olurlar...

Muhterem efendim! Bu satırlara geldiğiniz zaman gözünüzü kapayınız!.
“Beni ne şekilde bir adam olarak tasavvur edeceksiniz bakalım. Yüzü söyle, gözü su renkte, saçları söyle” kafanızda beni hayali olarak canlandıracaksınız...
“Yazılarını okudum, mektup yazdım cevap verdi şöyle bir adammış!” diye hakkımda bir hüküm vereceksiniz...Bu bilgi ile beni hayalinizde görmüş olacaksınız.
Bir gün nasip olup benî gözlerinizle gördüğünüz zaman, haaa bu adam şöyle bir adammış diyeceksiniz... Nihâyet benimle konuştuğunuz zaman, bu adam gördüğüm hayal ile tasavvur ettiğim değilmiş diyeceksiniz.. O zaman hakiki olarak benî anlamış olacaksınız...

Daha başka bir izahla:
1 - Gözü kapalı bir âdem ateşi ancak sıcaklığı ile hisseder, anlar
2 - Gözünü açınca onu olduğu gibi görür.
3 - Ateşe düşüp yanınca ateşin ne olduğunu anlar.

Birinci görüş îlme’l- yakîn...
İkinci görüş Ayne’l- Yakîn...
Üçüncü görüş Hakke’l- yakîn...

Diye târif ve isim alır mânevîyat lûgatında...
Göz, insanlara bunları öğretmek, anlatmak için verilen ALLAH'ın küçük bir hediye ve ni'metidir...
Elli şu kadar senelik hayatınızın bütün dakikalarını, saatlarını önünüze serseniz:
Bu ALLAH’ındır.
Bu da benimdir.
Bu da ruhum içindir.
Bu da gövdem içindir diyebilir misiniz?..
HÂLİK’ı tanımak için hissettiğiniz, duyduğunuz, aklınızın saplandığı muammaları çözmeğe katiyen kalkışmayınız... Daha ziyâde etrafınıza bakınız.
Zira gözler bunu anlamak için ALLAH tarafından hediye edilmiştir, insanoğluna..
Çünkü o, bütün güzel esmâlarıyla sizin çocuklarınızla beraber oynuyor, semânın derinliklerine bakınız.
Onun bulutlar içinde yürüdüğünü, şimşeklerle kotlarını size uzattığını ve yağmurlarla size indiğini, onun çiçeklerle gözlerinize gülümsediğini sonra yükselerek ağaçlarda ellerini size salladığını görürsünüz.
Bu görüş, duyuş ve ümitlerinizin, arzularınızın derinliğinde, öteye ait bir bilgi var demektir.
İşte bu bilgiye varmağa çalışmak, iman aşılar insanoğluna...
Her ses, kendini kanatlandıran dil ve dudağı alıp götürmez, yapayalnız uçar esîr âlemine...
Kartal yuvasını taşıyarak uçmaz. Güneşe doğru hamle eder, tek başına...
Siz kendi kendinize ruha eza verebilir misiniz?..
Bülbül, gecenin sessizliğini, sükûtunu bozabilir mi?..
Ateş böcekleri yıldızların pırıltısını rahatsız edemez.
Duman rüzgâra katiyyen yük olmaz...
Siz Allanın emrinden olan ruhu, bir taş atmakla huzuru bozulacak bir dere mi sanıyorsunuz?...
Dikkat ederseniz, derin şefkatten ızdırab çıkar..
Izdırab derinleştikçe, şefkatin de o nisbette ve daha fazla derinleştiğini hissedersiniz.
Anlayışınız yükseldikçe daha geri anlayış ve duyuşun açığını hissedersiniz... Buna isteye isteye cefa çekmek derler.
Çalışıyorsunuz, bakkallık yapıyorsunuz, gayret ediyorsunuz.
Bu göze görünebilen bir sevgidir. Sevinciniz örtüsünü atmış kederinizdir.. Kötülük kendi açlığı ve susuzluğu yüzünden işkence çeken iyiden başka nedir...
İçiniz ile dışınız bir olunca muhakkaktır ki iyisiniz. Fakat bu birlik kalkınca katiyyen kötü değilsiniz.
Çünkü içinde birlik ve beraberlik bulunmayan ev, haremgâh değildir, yalnız, yalnız düzenini kaybetmiş bir evdir.
Siz bu satırları okurken köy imamı yanınıza gelecek... İmam gelirken saatına bakmıştır, imama sorunuz saat kaçtır diye imam saatim çıkarıp bakacak ve size söyliyecek. Hâlbuki biraz evvel saatına bakmıştır. Fakat akıl gözü ile değil, hafızasında, kalmadı. Zira kafası başka şeylerle meşguldü.
(Bunu nerden bildiğimi sormayınız, artık o kadar da manevî bir hünerimiz olsun)...
Göz göze gelen insan, - kalb başkasıyla meşgul olduğu için - konuşamaz, saati bilemediği gibi imam efendinin.
İnsan hâleti nez'ide iken göz bebekleri büyümeğe başlar.
Bu bir fotoğraf makinasının ayarlanması gibi öteki âleme bakmak için göz adesesini ayarlamak olduğunu milyonda bir kişi bilir, bu hâlin.“Dost göze, düşman ayağa bakar.” Dede sözü kıymet taşır.
Fena şeylere bakmak haramdır... Sebebini düşünebilirsiniz artık.
Kimi şekle bağlanır, kalbi unutur... Kimi kalb içinde kaybolur erir... Şekli kendine bağlar...
İnsan kalbi ile insan olur. Kalıbı ile değil..
Size, mektupla sorularınıza, cevabı ancak bu kadar verebilirim, inşallahurrahmân bir gün size, sizi gösteren bir ayna tutarlar da kendinizi bütün açıklığı ile görürsünüz...
Bu târifât, aklı başında, edebli, îmânlı, hayâlı olgun imanlara aittir.

Bir de diğer bakışlar vardır:
1 - Tecessüs, merak neticesi..
2 - Şehvanî...
3 - Aptal, salak, budala, insanların bakışları...

Bunların hepsi hayâsızlık ve bilgisizliktir...Ma'nen olgun, hayal mekanında bulunan büyük insanlar daima konuşurken kendi içlerine bakarlar. (Gözleri karşıya baksa bile).
Bunun en büyük mertebesi Resûl-i Ekremde idi: Gözü kapalı uykuda bile olsa, kalb gözü uyumazdı..
Bu gibi insanlar kimsenin gözüne bakmazlar, başkalarının gözlerine bu gibi büyük insanlar bakarken utanırlar, hayâ her taraflarını kaplamıştır zira.
Her iki gözü âmâ bir sahabe, Hz, Ayşe Validemizin huzuruna girmiş... Hz. Ayşe Validemizin ayakları açıkmış. Hemen kapamıştır..Âmâ bunun farkına vararak: ”Ya Ayşe, ben sizi görmüyorum, niçin telaşla örtünüyorsunuz?” demiş. Hz. Ayşe: “Ben sizi görüyorum ya!..” buyurmuştur.

Bu kadar anlaşmamız bir târif ve izahtan ibarettir. Asıl hakikati ancak o makamlara ruhen yükselenler anlayabilirler...Feyzinizin artmasını niyaz ederim, efendim!..”


Resim

Necib: Cömert, kerim kişi.
Feyz: (C.: Füyuz) Bolluk, bereket. * İlim, irfan. Mübareklik. * Şan, şöhret. * İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak. * Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su.
İntikal: Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
SETTÂR: Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten ALLAH celle celâluhu .
Şefkat: Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek
.

El Hayy :
Resim

El Hâliku :
Resim

Resim

Ben insanın sırrıyım:

Resim--- ALLAH celle celâluhu: “Ve’l- insânü sirrî ve ene sirruhû: İnsan Benim sırrım, Ben de insanın sırrıyım.” Buyurdu.
(İsmail Bursevî, Ruhu'l_Beyan tefsiri c.3.s.8. (Beyrut)

Resim--- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Batın ilmi bir sırdır. ALLAH'ın sırlarından ve hikmetlerinden bir hikmettir. Onu dilediği kullarının kalbine koyar” Buyurdu.
(Râmûzu'l-Ehâdis, Hadîs No: 3925)

mü'min kulumun kalbine sığarım:

Resim--- [ALLAH celle celâluhu: “Lâ yese'unî erdî ve lâ semâî ve lâkin yese'unî kalbü abdil mü’mini: Yere ve göğe sığmam. Fakat, mü’min kulumun kalbine sığarım” buyumuştur.”
(Aclûnî, Keşfu’l- Hafâ, II, 195)

gözyaşı dökenler:

Resim--- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “ALLAH korkusu ile ağlayan göze, Cehennem ateşinin dokunması haramdır" buyurdu.
(Nesaî)

Resim--- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "ALLAH korkusu ile, gözünden yaş akan mümini, Hak teâlâ ateşten koruduğu gibi, ateşi de onun nurundan korur." buyurdu.
(İbni Mâce)

Resim--- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Allah (c.c) korkusuyla gözyaşı döken kimse, süt memeye geri dönmedikçe ateşe girmez." buyurdu.
(Tirmizî)

Resim--- Resûlullah SallALLAHu aleyhi vesellemin : “ALLAH korkusu ile gözden akan bir damla gözyaşından veya ALLAH yolunda akıtılan bir damla kan damlasından daha kıymetli ALLAH indinde bir damla yoktur.”
(Tirmizî)

Resim--- Resûlullah SallALLAHu aleyhi vesellemin : “ALLAH’u Teâlâ’nın himayesinden başka hiçbir himayenin bulunmadığı kıyamette himayesine aldığı yedi kimseden biri de yalnız iken ALLAH’ı anıp gözünden yaş akan kimsedir.”
(Buharî)

Resim--- İbni Ömer radıyallahu anhümâ: “Sa’d İbni Ubâde radıyallahu anh hastalanmıştı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Abdurrahman İbni Avf, Sa’d İbni Ebû Vakkâs ve Abdullah İbni Mes’ûd ile birlikte Sa’d'ı ziyârete geldi. Yanına girdiğinde onu elem ve ıstırap içinde, ailesi tarafından etrafı kuşatılmış bir halde buldu. Bunun üzerine: “Öldü mü?” buyurdu. “Hayır, Yâ Resûlullah (ölmedi), dediler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (Sa’d'ın bu ağır durumuna üzülerek) ağladı. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ‘in ağladığını görünce oradakiler de ağladılar. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: “Bilmez misiniz, gerçekten Allah, gözyaşı ve kalbin hüznü sebebiyle insana azâb etmez. Fakat -eliyle diline işâret ederek- işte bunun yüzünden azâb eder veya bağışlar” buyurdu.
(Buhârî, Cenâiz 45, Talâk 24; Müslim, Cenâiz 12)

“Ben kulumla görürüm, Kulumla işitirim.”:

Resim--- ALLAH celle celâluhu: “Kulum, bana nafile ibâdetlerle yaklaşmaya devâm eder ta ki ben, onu severim. onu sevdim mi işiten kulağı, gören gözü, tutan eli yürüyen ayağı olurum. Şayet ben den bir istekte buluncak olursa onu mutlaka veririm. Şayet bana sığınacak olursa onu mutlaka sığınmam altına alırım.” Buyurdu.
(Buharî, rikak kitabının otuz sekizincinumaralı tevazu babın da rivayet etmiştir. hadis no:6502 ebu hureyre rh. rivayetli hadis)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (BiR SUALE CEVAP)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimBiR SUÂLE CEVAB

Münevver ve olgun bir zât bana mektup yazdı.
Mektubunda güzel bir üslûp ile mühim, vehleten garib görünen bir sual soruyor.
Fakat muhterem zâtın, bu mektubu, İslâm Mecmuasına yazıp, o vasıta ile sormasını çok arzu ederdim. Doğrudan doğruya bana yazmış.
Bu hususu açıklayarak, mecmuaya olan hürmetim dolayısiyle o kanaldan cevap vermeğe çalışacağım, isminin açıklanmasını istemeyen bu zâtın ve beni İslâm Mecmuasının gayesi çerçevesi dahilinde, büyük islâm edeb ve nezaketinin, ma’zur göreceğini ümit ederek, sualinin cevabına geçiyorum...

Muhterem efendim!
“ALLAH’tan korkulur mu?” sualinize:
“Herkesin evet cevabını verdiğini” buyuruyorsunuz. Bu suali sormanıza sebep nedir? Acaba başka bir şey mi düşünüyorsunuz da bu sual ortaya çıktı?
Cenâb-ı ALLAH bir çok şeyleri men buyurmuştur.
Bu menhiyatı yapanlara da azab vereceğim, cehenneme atacağım, belâ vereceğim diye tehdit ediyor. O hâlde bir korku vermek muradındadır.
Korku vermek muradı niçindir? Bunu hiç düşündünüz mü?
Size bir sual sorayım: “Bir doktor hastayı muayene ediyor, ilâcını veriyor. Bir avukat suçluyu müdafaa etmek için bu işi üzerine alıyor.. Acaba Doktor hastayı iyi etmek için mi ilâç veriyor? Yoksa buna mukabil para almak için mi? Avukat bu suçluyu müdafaa ediyor. Onu kurtarmak için mi? Yoksa para almak için mi?. Siz ibadet ediyorsunuz. Cennete girmek için mi? Yoksa cehennemden, azabtan korktuğunuz için mi?”

Bu suallere hemen cevap vermeyiniz. Uzun saatler, günler, aylar belki senelerce düşünmek icâbeder.. Her iki taraftan da evet veya hayır cevabını verirseniz doğrudur, hilaf yoktur.. Fakat bir mertebede bunların evet'i de hayır'ı da hepsi, külliyen doğru değildir.

Sizi yormak istemiyorum; beni dinleyin!
Her şeyi şefkat, merhamet, mağfiret ve kudretiyle muhit olan ALLAH'tan korkulmaz...
Bu muazzam, müteal kudret ve varlık karşısında duyulan sevgi ve şükürden büyük bir edeb duyulur..
Korku bu edebin dışına çıkmak endişesinin insan sözüne ismidir. Bu edeb duygusu çok ince bir noktadır..
Bunu anlamak çok hem de çok güçtür. Bu nokta üzerinde bir müddet tefekkür ediniz!
Kuvvetle zannediyorum ki, manevî olgunluk noktasına yanaştığınızda derhâl fehm edeceksiniz.
Bu nokta Velî ile nası yekdiğerinden ayırt eden hududdur. Bu işte acele yok.
Tasavvur ediniz; bir genç moda diye saçlarının beyazlanmasını arzu ediyor. Kemâl yaşını beklemesi lâzımdır. Yok acele ederse boyaması icâbeder.
Boya ile tabiî renk arasındaki fark nedir? Bunu idrak etmek lâzımdır.
Esmâların muhtelif varlıklarda tecellî miktarına göre tecellîyat muhtelif mertebeler arzeder.
Meselâ HAYY esmâsının tecellî şiddetine göre küçük bir şey anlatayım. Fakat çok derinden değil ve sual de sormayınız. Çünkü çok nazik mıntıkalarda dolaşıyoruz.
HAYY’ın tezgâhı olan bir çok mahlûkâtı göz önüne alalım, insan, senede ancak bir, inek senede ancak bir, koyun senede bir belki iki defa doğurur. Bunlarda aynı zamanda Er REZZAK esmâsı da mevcuddur.
Köpek, domuz senede bir, iki üç defa hem de beşten 10'a kadar yavru yapar.
HAYY esmâsı Er REZZAK esmâsına daima galibdir. Er REZZAK, HAYY’ın emrindedir.
Bunların böyle oluğu, bir hikmet için, insanlara bazı hakikatten öğretmek içindir.
Bunların anlaşılması, kapalı ve güç bir nev'i âyat ve kısas gibidirler..
Bu hayvanların etleri yenmez..
ALLAH namütenahi kudret tezahürlerini, gizli hazinesini göstermek için ilk defa HAYY ile tecellî etti. HAYY’ın birinciliğine hürmet Muradı İlâhidir.
Er REZZAK onun emrinde olduğu için, Er REZZAK esmâsının HAYY’a takaddümü arzuyu ilâhi dışında kalır...
Dikkat ediniz bütün haram hikâyeleri, bu noktadan menşeini alır. Dönüp dolaşıp emri nehiy hâlinde kullara intikâl eder
Domuz da ALLAH’ın bir mahlûkudur. Zira ALLAH'ın esmâlarının tecellî mahâlleri bize hem mübârektir, hem de edeble ta’zime kulu mecbur eder. Bu ince noktaya göre haram yiyecekler tefrik edilmiştir. Hay’ın devâmı için Er REZZAK esmâsını Cenâb-ı ALLAH, HAYY’ın emrine verdi.
Vücud topraktan halk edildiği için, Errez-zak esmâsının tezahür yeri olan toprağın terkibi aynen vücudda da mevcuddur...
Riyâzat, Vücuddaki Er REZZAK’ın, HAYY’a hürmetinin son haddinin tezahürüdür... Vücud bir nev'i aslına dönmek gâyetinde demektir. Bu, ind-i ilâhîde makbuliyet kesbeder.

Çok yemek, bu hürmetten uzaklaşmak demektir.
Nesil idame ettirmek, HAYY’ın tezahürüne karşı bir nevi zikir ve hürmettir,. Bu zikre hürmeten ALLAH cimayı mubah kılmıştır.
Zina emirin hilafında şehvanî hislerin esiri olarak bu zikri başka bir düşünce altında yapmaktır. Hürmetsizliktir de, ondan haramdır. Haramiyeti kulun İyiliği düşüncesiyle değildir.
ALLAH’ın kendi esmâlarına kendisinin hürmet ye ta'zîmi içindir. Bu bir nev'i kendi kendilerini tenzihtir..
Hay’ın mevkii ve kıymetinin tenzil edilmemesi için, daima HAYY esmâsını ikinci dereceye bırakan bir mahluk halk etmiş, bu mahlukla bu ince noktayı kullara anlatmak arzu buyurmuştur.
O hayvan da domuzdur. Bununla rızıklanmayınız emrini çıkartmıştır.
Domuzu ince bir mes’eleyi izah için vesile yapmıştır. Bu kadar ince, gizli olmasının sebebi nedir?
Gayba inanmak derecesinin kulda, ölçüsünü bilmek içindir. Bunun böyle olması kullara mağfiret için yer hazırlamaktır.
Domuz dişisini kıskanmaz. Etinden hastalık geçer hikayeleri ince mânâlara varmak kabiliyeti olmayan düşüncelerin yanlış izahlarından doğmuştur..
Her sırrın bahânesiz ve bahasız kullara verilmesine izn-i ilâhî yoktur... Onun için Cenâb-ı Resûl (aleyhi's-selâm): “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz,” buyurmuştur. Bu ilim, doğrudan doğruya bu ince manâlar ilmidir. Dünyaya gelen, zâten, diğer ilimleri öğrenmek say-i fıtrîsine mâliktir. Zâten bu ilimleri yapmadan, diğer ilimleri öğrenmek güçtür.
Manevî ilimleri anlamak için, zâhiri ilimleri bilmek, hem de çok kuvvetli bilmek lâzımdır.
Zâten zâhiri ilimler, bâtınî ilimlerin, tezahür etmiş kısımlarıdır.
Bâtını çevirseniz zâhir olur, zâhiri çevirirseniz batın olur..
Bir çınar tohumunu düşününüz.. Tohuma bakarsanız, çınar içinde gizlidir. Çınara bakarsanız, içinde tohum gizlidir.
Esmâlar zikredilirken, bir sıraya tabi’dirler. Bu sıra, kul tarafından tertip edilmiş değildir.
Lâmekandan, kullara, bu sıra ile bildirilmiştir. Bunlarda büyük hikmetler gizlidir.
Bir çok insanlar, esmâları tesbihat yaparlar. Bir çokları esmâları tefsir ederler.
Bunlar zâhirî bir takım güzel adet ve izahlardır, iç tarafı, hakikat tarafı bambaşka; her insanın normal düşünce ve itikadını, vehleten inhiraf ettirecek mahiyette görülür.
Çünkü bu mıntıkada insan ruhu tamamen şeytanla birliktedir.
Şeytan bir nev'i tel'in edilmesine rağmen ilâhi bir emirle, gizli hududlara kulları sokmamak için, bir bekçi vazifesi görür. O hâlde şeytanın da insanlara bir çok faydaları vardır.
Şeytan ne kadar tel'in edilmiş olursa olsun, Saray-I İlâhînin edebini kaybetmemiştir. Şaka değil, Meleklerin hocasıdır...
Şeytan, aynı zamanda kulların mağfiret ve şefaate erişmeleri için, çok ince bir iş görür.
Lâmekânın tel'ini bile bir iltifât, bir nev'i rahmettir.
Şeytan rahmet-i llâhiyenin kullara dağılmasına yardım edenlerin başında gelir.
Şeytan ile manevî nezaket dahilinde arkadaş olmak lâzımdır.
Şeytan, Resûlullâhtan kaçarmış, sebeb, Rahmetenlilâlemîn olan Resûl-i Ekremin rahmet pınarı olduğunu kıskandığındandır. Bu kıskanma da yine bir sebebe bağlıdır.
Günahkâr olmazsa, şefkat bir mânâ ifâde etmez...

Velhasıl muhterem dostum işler karmakarışıktır.
Fakat bu karışıklık, Hindistan Cevizi sütünü saklamak için etrafını berbat bir bağ ile sarmaş dolaş ettiği gibi bir karışıklıktır.
Perde perde üstüne, perdenin altında tekrar bir çok perdeler mevcuddur. Perdeler bittiği yerde gayb hududu başlar.
Gayb hududunu aşarsanız, lâmekân, gelir. Lâmekânda akıl, söz hep duraklar. O zaman hep O ve yine O görünür.
Bu mıntıka da sözle ifâde edilmek istenirse, fenafillah hudududur.
Velhasıl iş karışıktır. Fakat bu karışıklığı ben yapmadım.
Bunu çözmek için bir çâre vardır. O da: Nas ve Velîlik arasında dolaşmamak...
İnsanlar bâzan nas tarafına, bâzan Velîlik tarafına meylederler, bu iş değildir. Buna bocalama derler. Ya bu taraf ya o taraf...
Şüphesiz, şeksiz olarak; Ya “Rızake matlubî” veya “Rızake maksudî” başka türlü bu işin içinden çıkmağa imkân yoktur.
Birincide büyük bir sabır ve edeb içinde acele etmeden kulluk yapmak lâzımdır, ikincide bahâne aramak lâzımdır.
Bunda da bir mürşide kendini söz söylemeden beğendirmek ile bahânenin yollarını öğrenmek icâb eder.
Bazı bahâneleri insanlar haberi olmadan yaparlar.
Bunlar o kulun bir kısım günahlarının haberi olmadan silinmesine sebeb olur.
O bahâneleri aramanız, gaflet ile uyanıklık arasında, içten gelme bir hissî emirle zevk duyarak yapmanız icâbeder.
İnsan herhangi bir şefkat hissi gösterirken mukâbelesiz olarak yaparsa ALLAH’a daha çok yanaşır. O işi ALLAH hesabına yapmış olur.
O anda tehlike olsa bile yâ Hafız esmâsı yanındadır... İbrahim’i ateş bundan dolayı yakmadı.
Hakiki şehid olanlar bu gibi ahvalde mertebe kazanmaları için ecelleri tacil edilmişlerdir...
Öyle ruhî, ilâhî bir arzu içinde bulunurken, Cenâb-ı Rabbülâlemin büyük bir memnuniyet duyar, derhâl kendisinde erimesi muradı tezahür eder.
Bütün esmâlar derhâl çekilirler. O kül derhâl aslına rücu’ eder. Ve ismine şehid denir.
Fakat bu hakiki şehidliğin târifidir, insanların uydurduğu teselli edebiyatı ile süslenmiş mânâlardaki değil... Târifimiz ALLAH'ın târif ettiği şehidliktir.
Bu mertebelerin öyleleri vardır ki, Ruh yed'-i ilâhî ile kabzedilir, araya El KABIZ esmâsının memuru Azrail bile giremez.
Bu hâl ân-ı vahidde fenafillâh olup, eriyip derya-yı vahdete dalmak demektir. Hem de giderek değil çekilerek...
“Bunlar ölmemişlerdir. Daima diridirler..” “Âyeti Kerimeyle sabittir...”
Diri olmaları, bütün esmâların silinip yed'-i ilâhî ile kabz edilen ruhlarının ya HAYY olan Cenâb-ı ALLAH’ta erimeleri ve HAYY esmâsına bürünmeleridir. HAYY'da eriyen daima HAYY'dır, diridir.
Ölüp dirildikten sonra hesap vardır, ölmeyene daima diri olana hesap yoktur, fânilere aittir.
Böyle bizim ölüm dediğimiz hududa diri gidenlerin bazılarının inanabilirseniz cesedlerine toprak dokunmaz. Zira toprağa HAYY girince toprak topraklıktan çıkmıştır.
Ancak hatıra olarak cesedin terkibinde, kimya bakımından terkib olarak kalmıştır.
Gıda diye alınan bütün şeyler bu terkibi Er REZZAK ile takviye ve yıkamaktır. Cesedin hastalıklarında şifâ için verilen edviye, HAYY’ın emrine verilen Er REZZAK’ın cilâsıdır.
“Tedavi olunuz” emri “bu edebi bırakmayınız demektir.
“Hastanın iniltisi bir nevi ibadettir” demek de bu edebe verilen ind-i îlâhîyedeki kıymetin derecesidir.
“Hastaları ziyâret ediniz” emr-i Peygamberisi de bu edebin daima görünmeyen tecellîsini anlayamazsınız, fakat bilmeden göre göre belki bunu anlamak lütfuna uğrarsınız, demektir.
Hasta, hastalık, ilâç, inlemek, sabır ve isyan etmeden tahammül, kadrosu içinde ne kadar büyük ilâhî bir tecellî ve cilve olduğunu anlayan kimse büyük bir lutf-u ilâhîye mazhar olmuştur ki, ârif, velîlerden olur.
Bu hâlleri bilenler bayram yerine gider gibi temizlik, güzellik ve sevinç içinde ölüme giderler.
“Herkes ölümün zaikasnıı tadacaktır” demek bu demektir. Zaika, tatmak hassası demektir.
Tatmakta, daima hoşluk, güzellik gizlidir. Acı, ızdırap, fenalık yoktur.
Bu sonuncular tadılmaz, tadılamaz, duyulur hissedilir.
O hâlde ölümü bilenler dünyada çok azdır, ölüm, bilgisizlik, körlük, cehâlet diyarından bilgi, hakiki görme diyarına gitmek demektir, ölümden korku da, bu işi sezmek fakat şüphe içinde olmak demektir.
“Ölmeden evvel ölün” sözü bu işi anlamağa çalışın demektir. Bunları anlamak, şek, şüpheden ârî, gayba inanmak hasletinin insanda husulünden sonra başlar.
Bu perdeler, açık ve kapalı lâkırdılar - insan, havasıyla anladığı hakikatlara nasıl itiraz etmeyip inkıyat ediyorsa - onların gayba şüphesiz inanmak hasletlerini de yoğurup kemâle ulaşmaları için söylenmiştir.
Zindana atılmış bir mahpusun sessiz ve sabırla, bir çivi parçasiyle koskocaman zindan duvarını senelerce uğraşıp delmesi, onu hürriyete kavuşturur. Acele edip şamata eden mahpus ise daha kuvvetli hücrelere, zincirlere bağlanır. Böylelikle küçük kurtulma imkânları da elinden gider... Zamanla artık ümit ve hürriyete kavuşmak hisleri bir hayal olur. Gayba sudan inanan, şüpheli inanan zâhire saplanır kalır. Hırs, para, dünya ve madde peşinde koşar durur.
Huzur bunlarda yoktur. Olamaz da.. Bu gibiler daima küfre, zulme giderler.
En keskin ateş bile sonunda küle inkılâb eder. Kül toprak değildir. Dikkat et!..
Ateşte, toprakta, suda, havada yaşıyan mahluk vardır.
Külde mikrop bile yaşamaz, kül olma bir şey ifâde etmez bir şey değildir. Bu olayda da bir şey gizlidir.
Bir hikmet olmasa, bir şey gizli olmasa bu olmazdı. Biraz bu külü eşeleyiniz bakalım.
Fakat tavuğun bitlerini dökmek gayretiyle eşeler gibi değil.
Kül bir çok ateşleri gizler. Bir çok şeylerin çürümesine mani olur.
O hâlde külde bir temizlik gizlidir. Mikrop yoktur. Ama bu lâkırdılar çıplaktır.
Bir şey söylemek arzusundayız fakat söyleyemiyoruz..
Külde ümitler söner. Kül bir bakımdan, bir çabalamanın, bir işin sonunda, teşekkül eder. insanların konuştuğu bir çok dil ve lİsânlar vardır. Bu niçin böyledir?.
Bir sır bir dildeki izahlarla tamamiyle perdelenir. Diğer bir dilde o sır açığa çıkar. Başka birinde kaybolur.
Gül (gülmekten), gül (çiçek), kül (ateşin sonu), kül (bütün) kelimelerinde neler vardır. Bu isimler uydurma değildir. Tesadüfi de değildir.
Hele hele dostum, sen biraz bu külü eşeleyiver bakalım, belki sonu boş veya dolu çıkar..
Yangın yerlerinde, kül arayan, eşeleyen bir çok kimseler vardır, orada bir çok şeyler bulurlar. Yangın yerlerinde, küllerde, bir çok hazineler gizlidir. Bu hazineleri arayanlar her zaman, her diyarda bulunur.
Yangın yerlerindeki küllerde altın bile rengini değiştirerek senelerce saklı kalır. Her türlü hazine kül altındadır.
Sözlerimiz biraz kapalı söylendi gibi... Size hayal değil, geçmişte olmuş bir ALLAH dostunun kahramanı olduğu bir hikâye anlatayım:
Bu hikâyedeki ana fikrin yokluğu, bu günkü beşer neslini, şuûrlu bir mesaiden ziyâde zamanın hikmetine tabi’ otomat bir hâle sokmuştur.
Buyurun dinleyin:Tüyleri dökülmüş, vücudu yara içinde, zayıflamış, güçlükle yürüyen bir köpek..
Açlık ve susuzluktan dili dışarda, bütün kasaba halkı hayvana nefretle bakıyor, taş atıp uzaklaştırmak istiyorlar... Hayvan acı acı bağırıyordu..
Bir lokma ekmek, bir yudum su esirgeniyor bu hayvandan..
Zorla, sürüne sürüne, korkarak çeşme yalağına yanaştı.
Orada su dolduranlar hayvana taş atıp uzaklaştırdılar.
Yan tarafta ellerinde ekmek yiyen çocuklara baktı. Bir parça ekmek atan bile yok. Çocuklar da taş atmağa başladı.
Tüyleri dökük, yaralı, çıplak vücudunu süsleyen yalnız iki adet koyu kahverengi sadakat timsali gözlerini şefkatle çocuklara çevirdi.
Çeşmeye baktı sonra güçlükle döndü, sürüne sürüne uzaklaşmağa bağladı, bu insan sürüsünden.
Yine taş attılar, yine nefret nidaları yükseldi.
Açlık, susuzluk, hastalık ve insan merhametsizliğinin yenemediği sadakat timsali koyu kahverengi gözlerini ayırdı, ümit beklemeden ve sürüne sürüne uzaklaşmağa başladı...
Oradan geçiyordu, köpeğe yaklaştı. Hayvanı kucağına aldı. Elleri yaralardan akan cerahatli sularla ıslandı. Hayvan bu sırada dili ile o zâtın mübârek ellerini yalıyordu.
Beraber kıra, gölgelik bir yere gittiler, kırk gün hayvana baktı; ilaçladı, yıkadı, doyurdu, içirdi, hem de elleri ile..Hayvan iyileşti. Tüyleri geldi, güzelleşti.
ALLAH’ın her mahlukta tecellî eden bütün güzel esmâları gülmeğe başladı bu hayvan vücudunda..

Bir gün beraber şehre indiler. Bütün kasaba halkı hayretle etrafını sardılar:
İleri gelen yaşlılar mübârek zâta ve hayvana bakıyorlardı..
İçlerinden biri: “Efendim bu köpeğe bu kadar niçin itina ettiniz?” diye sordu.
Mübârek gözlerini onlara doğru çevirdi. Ağır ağır, lâhuti bir ahenkle: “Evet itina ettim. Zira Cenâb-ı Hakkın yarın yevm-ü kıyamette, huzurunda, bu köpeğe niçin merhamet etmedin.. Onu giriftar ettiğim belâya seni de uğratmaklığım ihtimalini düşünmedin mi? İtab-ı ilâhisinden korktum da ondan böyle yaptım!” dedi.. Ortalığı derin bir sükût kapladı.. Kalabalığı yararak ağır ağır yürümeğe başladı.
Arkasından koyu kahverengi gözleriyle etrafa bakıp kuyruğunu sallayarak köpek geliyordu.
Bu sahne âdeta bir âyetin dile gelmiş ve şekillenmiş hâli idi.
“İyi işler işleyip kendilerini ALLAH'a teslim edenler ALLAH indinde mükafata kavuşur, onlar için hiç korku yoktur, onlarar mahzun da olmazlar.”
Halk, hayran, mahcub, yaşlı gözlerle onları bir müddet takip ederek; epeyce gittiler..
Gözden kaybolacakları bir köşe başında mübârek zâtın tekrar köpeği kucağına aldığını gördüler.
Onla, da böylece yollarına devâm ettiler.
Sadakat, merhamet, şefkat ve Velîlik uzaklaşıyordu insan kitlelerinden...
Dedemin Dedesinin devrinde her kasabada iyi insanlar, her mahâllede merhamet, şefkat timsali, nûrlu bir ihtiyar, her bölgede bir ALLAH dostu bulunurdu.
İnsan kitlelerine deniz feneri gibi fasılalarla şefkat, merhamet, doğruluk ışıklarını akıtan bu mübârek simalar, gün geçtikçe gizlendiler.
Beşer kitleleri bugün maddeye tapan ağaçsız, susuz, medenî diye vasıflandırılan, mâmure çölde kaldılar... Dış mâmureler kuruldu güya... İç mâmureler yok oldu beşer neslinden.
Yıldızlara seyahat, semâların derinliklerine nüfuz merakı, sür'atle ilerliyor. Uzak mesafeler yakınlaştı.
Asıl ruhun, kalbin ince derinlikleri bırakıldı. insan kitleleri, bugün, yekdiğerini korkutmak ve birbirini yok etmek için, bütün kabiliyet ve hünerlerini, korkunç yok etme çârelerine sarfediyorlar.
Eskiden bâtını geniş, zengin, dışı gösterişsiz, iyi insanlar vardı.
Bugün gösterişli, maddesi zengin, bâtını bomboş insanlar var.
Bu garib ve münakaşayı davet edecek bir mevzu’dur. Fakat müsaade buyurun bir sualim var:
Suçlu bir insan öldürülür.. Suçsuz bir insan öldürülür. Burada ölüm var, fakat iki türlü. Hangi ölüm iyi?
Muhakkak suçsuz ölmek, daha iyidir.
Bundan binlerce sene evvel, Sokrat, baldıran zehirini içerken çocukları etrafında ağlıyordu. Karısı hıçkırıklarını tutamadı.
Sokrat : “Be kadın ne ağlıyorsun?” dedikte,
Kadın : “Suçsuz öldürülüyorsun!” diye mırıldandı.
Sokrat: “Suçlu ölmek daha mı iyi be kadın?” dedi...
“İyi ve tatlı bir söz, iyi bir dilek, minnet ve eza ile verilen sadakadan hayırlıdır.” buyuran Hazreti ALLAH su müjdeyi veriyor:
“Şu hakikati unutmayınız ki, ne bu dünyada ne de öldükten sonra, iyi insana, hiç bir fenalık gelmez ve ALLAH, o adamı ihmal etmez.”


Resim

Edviye : (Devâ. C.) İlâçlar, devâlar.
Ma’zur: Özürlü. Özrü olan.
Muhit: İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. * Etraf. Çevre. * Büyük deniz. Okyanus. * Mc: Büyük âlim.
Kısas: Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.
Tezahür: Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş. * Birbirini korumak, birbirine arka olmak. * Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek. * Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.
Hilaf: Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek.
Tel'in: Lânetlemek. Lânet etmek.
Kabz-ı Ruh: Ruhun alınması. Ölmek.
Terkib: Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. * Birbirine karıştırılmış maddeler.


Rızake matlubî: Talebim SENsin!
Rızake maksudî: Maksadım SENsin!


El Hayy :
Resim

Er Rezzâku :
Resim

El Hafîzu :
Resim

El Kâbizu :
Resim

Resim

Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz:

Resim---Resûlullah SallALLAHu aleyhi vesellemin : “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin!” buyurdu.
(Aclûnî, keşfü’l-Hafa, 1/137, 148, 363)

Hastaları ziyâret ediniz:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Hasta ziyaretinde bulunan kimse, ziyaretten dönünceye kadar cennet meyveleri arasındadır."
(Sevban radiyallahu anhu’dan; Müslim, Birr 40, (2568); Tirmizi, Cenaiz 2, (967)

Ölmeden evvel ölün!:

Resim---Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Mûtû kable en temûtû: Ölmeden önce ölünüz!...” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfu’l-Hâfâ II-291-2669)

Tedavi olunuz:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "İnnallâhe enzele'd-dâe ve'd-devâe ve ceale likülli dâin devâen fetedâvû velâ tedâvû bi haramin: Allah derdi de devâyı da indirmiştir; her derdin bir devâsı vardır. Öyle ise, tedavi olun ve haramla tedavi olmayın!" buyurmuştur.
(Ebu Dâvûd, Tıb, 11)

Resim

şehidler ölmemişlerdir. Daima diridirler..:

وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبيلِ اللّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاء وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ
Resim---''Ve lâ tekûlû li men yuktelu fî sebîlillâhi emvât(emvâtun), bel ahyâun ve lâkin lâ teş’urûn: Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.” (Bakara 2/154)

Herkes ölümün zaikasnıı tadacaktır:

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ثُمَّ إِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
Resim---''Kullu nefsin zâikatul mevti summe ileynâ turceûn: Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz.(Ankebût 29/57)

“İyi işler işleyip kendilerini ALLAH'a teslim edenler ALLAH indinde mükafata kavuşur, onlar için hiç korku yoktur, onlarar mahzun da olmazlar.”:

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim---''İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve ekâmûs salâte ve âtevûz zekâte lehum ecruhum inde rabbihim, ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn: İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.” (Bakara 2/177)
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4965
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: ALLAH Dostu Der ki - I (BAY ENVER ÇALIŞ)

Mesaj gönderen Hakan »

Duman rüzgara katiyyen yük olmaz...

Derin şefkatten ızdırap çıkar...

Kötülük,kendi a çlığı ve susuzluğu yüzünden işkence çeken iyiden başka nedir...

İNSAN kalbi ile insan olur. Kalıbı ile değil...

MÜNİR DERMAN (K.S.)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (ALLAH DOSTLARINDAN HATIRALAR)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimALLAH DOSTLARINDAN HATIRALAR

Öyle hâtıralar var ki bende, insanı yerinden sarsar...
Geçenlerde bir mektup aldım, levha hâlinde.. 80 lik bir ihtiyar muhteremden..
Hâlimi merak etmiş. görmeden.. Dua ediyor bana, lalam dilinden...
Bana hocam söylemişti, yıllarca evvel.. Seni ancak ben görebilirim... Başkası göremez...
“Niçin?” der gibi mübârek gözlerine baktım..
Gülerek bana: “Görünmezsin de ondan...” demişti..
“Hocam, görünmek istiyorum!..”
“Sırası gelince görün!” dedi..
Yıllar geçti, dünya değişti, Hocam göç etti...
Ne var, ne yok ufukta kaybolup perdelendi..
Ben öğüt tutarım.. Hocamı kırmak da hatırımdan geçmez...
Onun için hocamın bir vecd hâlini anlatacağım, siz okuyucularıma..
Asrımız âhir zaman asrıdır. Bu gün beşerîyet dünyaya nisbetle çok akıllı, âhirete nisbetle câhil, deli olanlarla doludur.
Hakikî mü'minîn sevinci olsa da hüznü kalbde yaşar.
Kalbin en büyük ölümü, ALLAH'dan ve O'nu anmaktan gafil yaşamasıdır.

Bildiği hâlde bilmemezlikten gelmek, bilmediği hâlde bilir görünmek asrımızın mümeyyiz vasfıdır...
Hakikî bilgi Hak erlerinin ağzından alınır... Defter köşelerinden değil...
Her çeşit bilginin esası, bilgi sahibinin hâlinden alınır, sözünden değil.
Tam bilgi halktan geçen, HAKK varlığı ile var olandan alınır...
İnsanın bilmediği şey önünde ses çıkarmaması ilimdir.
Ve ilmin yetmediği şeyde o bilgin kişiye teslim olmak islâmiyet sayılır.
İnsanlar yalnız ekmekle değil, iyi söz ve nasihatlerle de beslenir.
“Serseri” diye bir tâbir vardır, şimdiye kadar serseriyi ne bir filozof, ne bir romancı, ne bir edebiyatcı, ne de bir gazeteci târif edememiştir.
Serseri kelimesi kendi mânâsını bilmeden, her milletin ülkesinde dolaşır durur...
Bazı âmiyane tâbirler vardır ki kaba olmakla beraber, bir sahifede ifâde olunamıyacak bir şeyi, bir kelime ile ihsas ve itmam ederler.
Şehirli, köylü gibi... Serseri de bunun gibi bir tâbirdir...
Ben size heybemde bulunan üç beş kelimeyi makaslayarak bu târif edilmeyen şeyi târif edeceğim..
Hoşunuza giderse defterinize yazarsınız, beğenmezseniz güler geçersiniz.
Serseri, câhil bırakılmış dinsiz çocuğun büyümüşüdür.. Yalan, gürültü eder. Hakikat sakindir.
Yıldırım, gök gürültüsü duyulmadan evvel çoktan düşmüştür.
Güneşe arkasını dönen, gölgesinin peşinden yürür.
Gayb, görülmeyen değil... görülemiyendir.
(Lütfen bu cümleyi bir kaç defa okuyup düşünmenizi rica ederim.)
Bu âlemde, kimin başı yere konmamış ve konmıyacaktır.
Dünyanın yarısından fazlasına sahib olan İskender de bu gün bir harabede yatıyor...
Günün adamı değil, hakikatin adamı ol!..
Günün adamı isimsizdir. Günün adamı, gün geçtikçe değişir.
Hakikatin adamı ne ise öyle durur.
Dinsiz için, vicdan ve mânevî mes'uliyet yoktur, günah yoktur.
Anlaşılmayan sözü söyleyen de anlamamıştır.
Çocuğun anlayamadığı dersi hocası da anlamamış ve anlatamamıştır. Anlaşılan, anlatılandır. Anlatılamıyan anlaşılmamıştır...

Hocamın evine gitmiştim... Yıllarca evvel,..
Dört gündür çıkmıyormuş, odasından.. Muhterem refikaları söyledi.
Mübârek İnsan oturmuş seccadesinin üstüne...
Lâmekânâ bakan, Lâmekânın mekânı Beytullah'a çevrilmiş.
Yüzü solgun, beyaz huzurun tel daneleri, alnında incileşmış..
Hareketsiz, diz çökmüş Rabbinin önüne...
Etrafı görünmeyen bir safiyet çemberi ile çevrili.
Çember görünmüyor, hissediliyor, madde gibi...
Yavaş yavaş ayakta olduğum hâlde başım ruhumla secdede edeble yanına yanaştım. “Yaklaştım değil”...
Ötelerin kokusundan koku içinde... Bütün cesedi, sessiz bir ihtizaz içinde...
Sessiz, sözsüz dile gelmiş bütün vücudu zikrullah içinde...
ALLAH sesi kulaksız duyulur.. Bu üç “içinde” nin içinde..
Gözleri kapalı, edeb yaşları akıyordu mübârek yanaklarına. Vecd hâlinde idi hocam...
Ruhu kendinden geçmiş ve kendi kendisinin ötesinde bir yüceliğe erişmiş idi. (Bu hâl maddî ve bedenî bir hâl değildir)...
Pencereden gece yarısının ılık havası ile ayın nûr damlaları giriyor hücresine...Ruhu bir çeşit yalnızlık içinde... Akıl hayretten vurulmuş gibi..
Safiyet çemberine çok yanaşmış olmalıyım ki ben de bir şeyler olmağa başladım...
Bu hücreden Hocam kâinatı seyrediyordu. Gördüklerini cihan seyyahları göremez...
İrâdem, akıl almayacak kadar sevgi içine daldı..
Ruhum sevip sevmediğini ve ne yaptığını ifâdeden âciz bir hâlde...
Hafıza yok gibi.. Duyular işlemez... İnsan şekilsiz bir şey görür gibi oluyor, o anda...
Hocam görüyor, ben de kapı aralığından aynı hâli seyrediyordum... Seyrine doyum olmayacak kadar güzel, rengi yok... Fakat bütün renkler kadar cazibesi var...
Görülen ışık, güneşe benzemez, fakat çok lâtif bir aydınlıktır.
Ve bütün ruhî ve bedenî ışıklar ondan gelir..
Görülen şey bir yer işgal etmiyor, fakat her yerde, her şeyde vardır. Her tarafı doldurur.
Görülen şey kımıldamıyor fakat her şeye tesir ediyor. Ve onu idare ediyor...
Ruh gördüğü ışığın fazlalığından kamaşır...
Güneşe baktıktan sonra eşyayı görmekte zahmet çekenler gibi, yalnız güneşin büyük bir ışık olduğunu anlar..
Onun gibi bu karanlıkta ALLAH ruha büyük bir aydınlık neşreder. Ve onunla ruh hususî bir hakikat değil, fakat ALLAH'ın mahiyeti bilinmeyen iyiliği hakkında umumî, belirsiz bir bilgi edinir...
İnsan bütün bencil menfaattardan sıyrılır, fakat bu ilâhî bir dolgunluğa yer vermek içindir.
Düşünceler ve arzular devâm eder, fakat hepsi ALLAH'a yönelir...
Hocam birden bire başını döndürdü, arkasından bana baktı.. “Seni hırsız, ne seyrediyorsun?” dedi.
Ses çıkarmadım, O: “Bu temaşada ruh bütün kabiliyetlerinin üstüne çıkar ve engin bir yalnızlığa dalar, bu hududsuz hayrın saklandığı esrarlı karanlıktır, insan tek ve sâde olan bir şeyin, ilâhî ve sonsuz huzuruna varır..” dedi...
“Halk dağın eteğine kadar gelir; oraya yalnız Musâ çıkabilir oğlum!..
ALLAH, hatıra gelen her şeyden başkadır. Gönülde ona şekil verilemez.
Biz ancak bu âlemde ef'âl-i ilâhîye, âyât-ı ilâhîye ve hikmet-i ilâhîyeleri bir nizam hâlinde, müşahade eder, görürüz.
İnsan, ALLAH'ı idrâkten âciz olduğunu hissettiği dakikada onu idrak etmiştir...
ALLAH'ı bulamıyacağını anladığı dakikada insan ALLAH’ını bulmuştur!..”
dedi..
Bugünkü dünyanın mülevves çamuru içinde kıymet bilenler kendilerini, gurup eder gibi gayb edip gizlendiler.
Vaktiyle manen dağlarda gezerken bir zenci görmüştüm.
ALLAH diye haykırdığı zaman simsiyah yüzü bembeyaz oluyordu. Tekrar kendi rengini alıyordu...
ALLAH'ı ananlar böyle olursa, ALLAH ile olanlar gayr-ı mer’î olurlar... Gizlenme budur...
Mansur'un:
“HAKK benim!” diyen başı, kadrini bilen için vurulmuştu...
Akan kan yerde şu nakşı yapıyordu: “Vurun başım kanı aksın, kadir bilene doğru!..”


Resim

Âmiyane : f. Âdice. Bayağıca. Cahillere yakışır surette.
Ta’bir : (Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.
Heybe : Eşya koymaya mahsus iki taraflı küçük torba.
Refika : Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş
Say-i fıtrîsine : Yaratılıtan gelen çalıma yeteneği.
Gayr-ı mer’î : Görünür olmayan, görünmeyen.
Vecd: Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. * Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.
Lâmekân: Mekansız âlem.
Safiyet: Saflık, hâlislik, temizlik.
İhtizaz: titreşim.
Müşahade: Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.
Ef'âl-i ilâhîye: İlahî Fiiller, işler.
Âyât-ı ilâhîye: İlahî âyetler.
Hikmet-i ilâhîye: İlahî Hikmetler
.

El Hakku :
Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (KENDİNİ ÖRSELEME YAZIKTIR!”)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


Resim KENDİNİ ÖRSELEME YAZIKTIR!”


Yurdun aydın kişilerinin çok bulunduğu bir yerinden, bir aydın kimseden mektup aldım...
Doktor, avukat, muharrir, mütefekkir arkadaşlar var. Onlarla sohbet ederlermiş. Her ayın bilinen günlerinde... Büyük haz ve huzur duyarlarmış, bu toplantılardan..
Bir gün toplantılarına bir diğerinin arkadaşı gelmiş.. Tatlı konuşmalarına girmiş.
Bir aralık peygamberlerin mu’cizeleri konuşuluyormuş.
Bu yeni aydın misafir tepeden inme, beklenmedik bir söz sarf etmiş.... “İşte bu saçma, bu olamaz!” demiş..
Diğerleri buna çok üzülmüşler, bilgilerini seferber etmişler, ne söyledi iseler ötekini inadından çevirememişler, onu ikna edememişler.. Sonra kendi kendilerine bir karar vermişler...
Bunun izahı vardır; insanı ikna edecek kelimeler, mütalâalar, isbatlar vardır; islâm dininin kitaplarında...
“Böyle bir kitap var mı?” diye akıllarına gelmiş, ara sıra islam Mecmuası'na yazı yazdığımdan, beni okurlarmış. Biz de mektup yazıp soralım demişler. Mektubun hülâsası bu, fakat aslı çok uzun...
Münakaşada ileri sürülenleri hep anlatıyorlar, cevap vermemek olmıyacak. Bize kıymet vermişler.
Heybemde bulunan kelimelerden, kulağıma fısıldanan eski sözlerden, hocalarımdan kalan malûmat hatıralarından, elini küçüklüğümde öpmek nasibine kavuştuğum nûrlu insanların esrarlı hazinelerinden - Resûl-i Ekrem'den yardım dileyerek - sarp dağ yamaçlarından, kimsenin görmediği çiçeklerden ve kokulardan bir çoban demeti yaptım...
Mu’cizeye inanmıyanlar koklasınlar, nezleleri varsa açılır. Kokuyu duyarlar ümidindeyim…
Kalb gözü açık olana, peygamberlerin göstereceği mu’cizeye lüzum yoktur.
İnsanlar, rayiha, sözle teshir edilir. Kalbleri bunlar fetheder.
Kuvvetle düşman yok edilebilir, fakat dost yapılmaz. Buna ise, Peygamberin yüzü, sözü kâfidir.

Onun için henüz görülmeyen bir rüyayı, tâbire benzeyecek bu çoban demetim...
Buyrun dinleyin:

Mu'ciz : Acze düşüren, âciz kılan.
İ’caz : Aciz kılmak.
Mu’cize : Yükleme mânâlarına gelir, Arap dilinde..
Mu’cize kelimesi âyet ve hadîslerde geçmemiştir...
Aslı ise: “âyet, burhan, alâmet, delil” kelimeleridir.

Dünyada her şeyin kendisine mahsus bir takım hassaları vardır ki, bunların yeterliliği haricinde bir şey yapamazlar.
Ateş yakar. Nehir akar.. Ağaç büyür.. Taş durur... Güneş parlar.. Çakıllar konuşmaz... Zehir Öldürür... insan ölür, fakat dirilmez...
Gece, gündüz, ilkbahar, kış, çiçeklerin açması, ağaçların yemiş vermesi, yıldızların muayyen zamanlarda hareketleri tabiî kanunlara tabi’dir. Dünyada tabiî kanunlar değişmez.
Kaideler değişmez. Sebepsiz bir şey vuku’ bulmaz. Bu doğrudur...
Buna karşı biri kalkar da: "Ateş filânı yakmadı, filân nehrin akışı durdu, filân ağaç yürüdü, filân taş kendiliğinden yuvarlandı. Yahut; güneş karardı, zehiri içti tesir etmedi... Veyahut filân adam öldükten sonra dirildi!" diyecek olursa bu, tabiî kanunların, kâinatın nizâmı haricindedir.
Eşyanın hâiz olduğu sıfatı altüst edeceğini söyleriz.
Bu gibi hâdiselerin nizamın haricinde olduğunu, tabiî kanunları ihlâl ettiğini söylemek de doğru değildir... Bu gibi olaylar, mu’cizeler: Henüz idrakimizin üstünde olan kanun-ı tabiî'lerin eseridir.
Belki bir gün aklımız, mu’cizenin vuku’unu temin eden kanunları keşfe muktedir olacaktır.
Bütün hâdiseler, zâhir, müessir bir sebeple, yahut zâhir olmayan bir sebeple vuku’bulur.
Elektrikte kuvvet, enerji bulunduğunu, zehirin öldürücü bir tesiri hâiz olduğunu, mıknatısın demir parçasını cezbettiğini söylüyorsunuz, fakat bunun niçin böyle olduğunu bilmiyorsunuz.
Gece gündüz kalbimiz vuruyor, ciğerlerimiz soluk alıyorlar, bunları işleten kuvvet nedir?
Dört ayaklı hayvanlar nutfeden, kuşlar yumurtadan, nebatlar tohumdan tevellüd ediyor:
Başka bir sûretle tevellüdlerini imkânsız addediyorsunuz.
Acaba ilk dört ayaklı hayvanlar, ilk kuş ve ilk nebat da nutfeden, yumurtadan, tohumdan mı vücud bulmuş...
Yoksa, böyle bir vasıtaya ihtiyaç göstermeden mi husule gelmiş., ne dersiniz?
Bunların aşikâr bir sebebe mebni vücud bulmadıklarını itiraf edelim...
O hâlde bu itiraf: buna ait ilmî bilgileri ve felsefî düşünceleri imha eder... yok eder..
Aksini iddia ederseniz:
Nutfe, yumurta, tohum hikâyesini inkâr etmiş olursunuz.
Bu muammayı kimse bu tarzda hâlledemez, netice budur...
Yağmur bulutlardan, bulutlar buhardan, buhar sudan güneşin yardımiyle olur.
Bu nihâyetsiz silsile böylece devânı eder mes’ele hâl-lolunmaz.
İnsanın ihsasları, müşahade ve ihsasların tevalisi ile anlaşılır.
Evham ve hurufat mütevali müşahedelerden doğmuştur..
Bir kuş üç defa görülmüş, bir hadise olmuş. O kuş uçarsa, şu hâdise olur demişler...
Katırın bulunmadığı yerde kendi tecrübelerine göre:
Kısrak ile merkebin birleşmesinden katır doğar derlerse inanmazlar.
Fakat katırın bulunduğu yerde ise bu iş aksinedir.
Diğer işler bizim tecrübelerimize dahil olmadığından inkâr ederiz... Mu’cizeler karşısında hissettiğimiz budur.. Evet, işte bu!..
Onların, bizim evvelki, tecrübe ve mülâhezalarımıza uymamalarındandır... Tohum ekeriz, bu tohum bir kaç gün sonra filizlenir, sonra büyür bir nebat olur.
Daha sonra fidan, daha sonra da dallı budaklı büyük bir ağaç olur. Bir nütfeden bir çocuk hâsıl olduğunu biliyoruz.
Biz bu gibi hadiselere o kadar alışmış bulunuyoruz ki, onların vuku’u bizi hiç hayrete düşürmüyor...
Cansız tohumdan koca ağacın nasıl yetiştiğini, hissiz bir katreden hisli bir insanın nasıl vücud bulduğunu düşünmüyoruz bile...
Fakat bize bir asanın yılan olduğu, bir çocuğun babasız doğduğu söylendiği zaman, mahdut aklımız derhâl şüphe ediyor. Niçin?
Çünkü bu, bizim tecrübelerimize dahil değildir.
Güneşin şarktan doğup garpten battığını görüyoruz. Bu hâdiselere alışmışız...
Fakat Kıyamet gününde bize güneşin garpten doğacağını söyledikleri zaman, biz derhâl bunun imkânsız olduğunu söylüyoruz.
Bunların bir kısmı sizin tarafınızdan mütevâliyen görülmüştür. İkincisi görülmemiştir.
Fakat bir şeyi tecrübe etmemiz veya tecrübe etmememiz, bir şeyin lehinde veya aleyhinde delil olarak serdolunamaz.
Bir anne yavrusuna: "Yavrum ben senin annenim, gel bana!”" dese;
Çocuk: "“Anne olduğunu isbat et gelirim!”" mi der?
Mahâllenizde, çocukluğunuzdan beri gördüğünüz yetmiş yaşında bir dilenci var.
Siz onun eski püskü elbiseler içinde yaşadığını, sefaletten perişan bir hâlde olduğunu biliyorsunuz.
Bir gün bu adamın öldüğünü söyleseler hemen inanırsınız.
Fakat biri gelse, dilencinin servet sahibi olduğunu otomobili, apartmanı bulunduğunu söylese hayret edersiniz. Hattâ inanmak istemezsiniz...
Başka biri gelse, bu yetmiş yaşındaki dilencinin yirmi yaşında genç olduğunu söylese haberi getirenin çıldırdığına hükmedersiniz... Mu’cize de böyledir…
Genç ve sıhhatli bir adamın füc'eten ölümü bir mu’cize değil dir. Ölüyü diriltmek bir mu’cizedir.
Ateş için, Hz. ibrahim ile Nemrud arasında fark yoktur...
Musa'nın asasının yılan olması, İsa'nın babasız doğması, Resul'ün mir'acı, Kamer'in ayrılması; bunları idrâk edemeyiz...
Güneşe, arza, kamere, yıldızlara, dünya üzerinde vuku’bulan hâdiselere hâkim olan kanunlar nasıl değişmezse; azâb, sıhhat, risâlet, nübüvvet gibi hâdisat da muayyen kanunlara tabi’dir.
Bu kanunlar da değişmezler. Peygamberler de muayyen zamanlarda gelmişlerdir.
Günahlar, ihtiraslar arzın ufuklarını kararttığı zaman, semâvî bir nûr doğar, günahların, fenalıkların sonbaharında sarardığı solduğu sıralarda; nübüvvetin baharı onu yeniden canlandırır ve geldikleri zaman muvaffak olurlar.
Ruhumuz, nefsimiz, içimizdeki gizli kuvvet nasıl bizim maddî vücudumuza hâkimse, Peygamberlerin “ruh-i âzam”ı de ALLAH'ın emriyle cihana hâkimdir.
Ruhanî cihanın kanunları, maddî cihanın kanunlarını teshir ettiğinden “ruh-ı âzam” arzdan semâya bir lâhzada yükselir...
Bir darbe ile denizleri ayırır, bir işaretle kameri ikiye böler, büyük cemaatleri bir kaç lokma ile doyurur, parmaklarından sular akıtır...
Bir nefesle hastaları kurtarır, ölüleri diriltir, bir avuç toprakla orduları tarumar eder..
Elhasıl dağlara, taşlara, sulara, karalara, dirilere, ölülere sözünü dinletir.
Muayyen zamanda çiçeklerin niçin açıldığını, ağaçların niçin yemiş verdiğim, bir takım yıldızların niçin fasılalarla göründüğünü, balın niçin tatlı olduğunu, arz ve kamerin hattâ güneşin nişin hareket ettiğini, bir tohumun nasıl bir ağaç olduğunu, aldığımız gıdaların nasıl ete ve kana tahavvül ettiğini bilmezsek; peygamberlerin de niçin muayyen zamanlarda zuhur ettiklerini, niçin harikulade hareketler yaptıklarını bilemeyiz...
Bütün bildiğimiz, peygamberlerin gelip bunları yaptıklarıdır.
Her milletin kendine mahsus mürşidleri, büyükleri vardır.
Onların gördüklerini, duyduklarını, bildiklerini başkaları görmemiş, duymamış, bilmemiştir.
Buda'nın, Musa'nın, İsa'nın tarihte müseccel öyle hareketleri vardır ki: İskenderin fütuhatını, Napolyon'un harekâtını inkâr etmek nasıl mümkün değilse, onlan da inkâr imkân haricindedir.
Onların gelişleri bir mu’cizedir...
Hazret-i Resûl'e inanan ilk insan, Hz. Hatice; inanmak için, kamer'in bölünmesini beklemedi...
Fukaraya yardım, zavallılara, borçlulara muavenet, yurtsuzları, yolda kalanları himaye ettiği için îmân etti...
Ebubekir, Ömer, Osman, Ali hiç biri bir mu’cize istemeden îmân ettiler. Ebubekir, Resûl'e:
“Peygamberlik geldiğini söylüyorsun, şahidin nedir?”
dedi.
Resûl'de: "Senin, 18 yaşında iken gördüğün rüya kâfi gelmez mi?”" demişti.
Hazret-i Resûl-i Ekrem, Nuh tufanına uğrayanların, Şap Denizinin derinliklerinde boğulanların, İsa'nın nefesi ile dirilenlerin evlâtlarına, bütün beşerîyete hitap ediyordu..
Nuh Tufanını, denizin yarılmasını, ölülerin dirilmesini inkâr edip tenkit edenlere de hitap ediyordu.
Cihanşümul her canlıyı çağırıyordu..

Bu hâdiseler, bilmediğin maddî kanunların elinde bulunanlara izah edilemez.
Maddî kanunlar ruhanî âlemde carî olmadığından onlarla izah edilemez. Eldeki maddî âlem kanunlanyle ruhanî âlemin hakikatlerini bulmak imkânsızdır.
Cenab-ı ALLAH inanmış gönüllerden fışkıracak feyiz ve nûrları îmânın rükûnlarında gizlemiştir.
Bu bakımdan farz olan ibadetlerin her biri, ilâhî feyiz hazinelerinin anahtarıdır, insan usulü dairesinde ibadet ve tâate devâm ettikçe kalbi, ruhu, fikri, başka sûretle anlaşılması malûm olan bir takım hâllere yaklaşır. Birtakım tecellîlere mazhar olur.
Bir gün evvel siyah gördüğünü bir gün sonra beyaz görür.
Her ibadetin bir dışı, bir de içyüzü vardır...
“Bir sal üzerinde oturuyordu, dalgındı. Eteğine dokundum.."Beni bırak oğlum! HAKK gayyurdur. Seni başkasıyla görürse gözden düşersin...”" dedi.
Gözden düşen, mu’cizeyi anlayamaz.
“Hiç kimse, bu dünyevî hikmetle bu muammayı ne hâlletti, ne de hâlledebüecek.”
Kalb penceresine Resûl'ün kanalından nûr huzmesi gelmeyene mu’cizeyi anlatmak, idrâk ettirmek; görülmeyen bir rüyayı tâbire kalkmak gibidir…..


Resim

Tevellüd ediyor : doğuyor.
İhsas : Hissetmek. Hissettirmek. Açık anlatmadan kapalıca bahsetmek. * Bulmak. Görmek. Bilmek. Zannetmek. İdrak etmek. Duyurmak.
Evham : Olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma. Üzüntü. Vehimler. Kuruntular. Zarar ihtimâli çok az olan bir şeyden meraklanma ve üzülme.
Hurufat : (Harf. C.) Harfler. Matbaada kullanılan dökme harfler.
Mütevali : (Velâ. dan) Aralık vermeden devam eden, tevâli eden. Birbiri ardınca sıra ile olan.
Müşahade : (Müşahede. C.) Gözle görülen şeyler. * Görüşler. * Keşifle seyredilenler. * Man: Mücerret his ile kat'iyyetle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.
Füc'eten : Apansızın. Birdenbire. Ansızın. Hiç beklenmedik anda.
Nemrud : Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm zamanında yaşamış ve onu ateşe atarak yakmak istemiş, mu'cize ile İbrahim Aleyhisselâm ateşten kurtulmuştur. Bâbil'in müessisi ve hükümdarı olup, en evvel hükümranlık ve tecebbür eden bu olduğu mervidir. (Bak: Enaniyet)
Elhasıl : Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle.
Müseccel : (Secl. den) Kayda geçmiş, sicilli. * Mahkeme defterine geçirilmiş. * Kimseden men'olunmayan mübah nesne.
Muamma : (Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (MUHTEREMLER!.. )

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

MUHTEREMLER!..

Resim

Dindârların ekseriyetinin marazı bir arzu ve bilgisizlikle sarıldığı, bilgin diye geçinen bir çok aydınların (!) esâsını bilmediği hâlde basit bir mantık ve insiyakla dudak büktüğü, filozofun modası geçmiş bir gelenek diye mırıldandığı, sipritüalistin hissedip üzerinde fikir yürütmeyip, bocaladığı; materyalistin ALLAH'sızlık bayrağı altında beşer kütlelerine saldırdığı bir mevzu’ olan ve insanoğlu ile doğan fıtrî hasletlerin anası, din hakkında konuşacağım.

Bilgim hududu içinde, heybemdeki hakîkî temiz malzeme ile söyleyeceğim.
Yalnız ricam şudur: Beni dikkatle dinleyiniz!..
Sözlerimde bilgisiz din müdâfîlerinin saldırgan ve insanı hor görme tarzına, tesâdüf edemiyeceğiniz gibi dine hücûm eden zavallı materyalist zihniyetin de izlerini bulamıyacaksınız..
Bu iz bulmama onlara tenezzül etmeme keyfiyetinden ileri gelir. Yoksa aczden değil..
Böylece, bâkir bir ormanda tertemiz kelime ve fikirlerin toplanışı temiz ruhlarınıza sunulacak, mantıklarınıza akacak, sözlerim bittikten sonra hükmü siz vereceksiniz muhteremler!..

Âdem kıssası beşerin dününü, bu gününü, yarınını temsil eden ve Kur’ân-ı Kerimde bildirilen muazzam bir hakîkatin ifâdesidir. Âdem, beşerin akıl ve idrak sahibi bir varlık olarak doğuşunun timsâlidir, İnsanın yer yüzünde peydâ olması ile
ALLAH 'ı tanıması ve ALLAH 'ın hidâyetine ermesi bir olmuştur, insan maddî ve ruhî cevherlerin yekdiğerine ünsiyet peydâ etmesiyle yeryüzünde görülmüştür.
İnsanın menşe’i hakkında bir çok aklî nazariyeler ve tahminler vardır.
Bu tahmin ve nazariyelerin eriştiği, aklı ile uğraşanları doyuran nazariye, insan aslının maymundan geldiği iddiasındadır. Biliyorsunuz ki buna Darvin nazariyesi derler. Bu nazariye gûya ilmî araştırmaların muhassalasıdır. Hakîkatte maymunca bir iddia, süslü ve mutantan bir iftirâdan başka bir şey değildir.

Darvin'cilere göre Gorillerin yakın akrabası sayılıyormuşuz...
Acaba, gorille beşerin ceddi olduğunu gerçekten kabul ediyorlar mı? Onlar da bu iddia edenleri torunluğa kabul ediyorlar mı?
Hâlâ ormanlarda goriller vardır. Bugün mesâfeler çok kısalmıştır. Bir teyyâre bir mektup kâfidir…

İnsan zekâ ve aklının durakladığı, adım atamaz hâle geldiği nokta vardır. Bütün dünyâ sâkinleri içinde.. Bu nokta ruhânî âlemdir. Bu âlemin usul ve kânunları vardır. Bu usuller ancak insan aklına en doğru mebde’i bu malzeme ile verir.

İnsan topraktan,
Kudret-i Subhâniyye ile yaratıldı ve bu muazzam hamurun içine ruh nefholundu deyip, düşünmeden kabul etmek ve ecsad âleminde görülmüş insan neslini bundan sonra tetkîk ve mütealâya almak iktizâ eder.
İnsan, bu iki taraflı, madde ve ruhtan teşekkül ettiğine göre, maddesini devâm ettirmesi için gıda, su alması, te’sîrât-ı hariciyeden korunması, hava gibi esaslı unsurları alması, hayat denilen canlılığını temin eder.
Bu arada hayâtı tehdid eden bir çok hastalıklardan ve mikroplardan korunması da lâzımdır.
Ruhî tarafı için de devamlı olarak ahlâk, doğruluk, adâlet, temizlik gibi mânevî ve ictimâî hayâtın idâmesi için luzûmî unsurlara riâyet etmesi gerekir.

Bu hasletleri muhafaza için de, canlılığını nasıl haricî te’sirlerden korumak için telebbüs, ısınmak, dinlenmek gibi mefhumların şumûlü dâhilinde bir usûle riâyet etmesi elzemse, ruh için de bir telebbüs ve bu kıymetli ruhî hamûleyi muhafaza için bâzı inanmaların vehleten akla garib gelen usullerini yapmak lâzımdır.

Maddî ve ruhî malzeme tesisi için hayat ve canlılığı bu muhafaza eder. Bu hakîkatler ile din denilen ruhî kopleksimizi terbiye eden ve ona kuvvet veren müesselerin mevcûdiyeti bilbedâhe ortaya çıkar.

Maddeye lâzım olan unsurları almadan canlılığın devamını düşünmek ne kadar saçma ise dinsiz yaşamanın olabileceğini tahmin ve münâkaşa etmek de o kadar saçma ve düşünce noksanlığının ifâdesi olur.
Bu bakımdan din dünya insanlarına muhakkak lâzımdır.
Bunu inkar veya luzûmiyetini reddeden insana insanlığın haricinde isim verilmesi iktiza eder ki buna ad bulunamaz…

Nabızları din düşmanlığı ile atan bir çok bedbahtlar vardır bu yeryüzünde. Bu gibi mahlûkların derecelerini kelimelerle belirtmek ve bu hâllerine bir kıymet ölçüsü takdir etmek mümkün değildir.

Dini dünyâdan atmak isteyenler, niçin dünyâdan dini ayıramıyorlar?
İnanmayan adamda hiçbir devlet, hiçbir ululuk yoktur.
Her inanmışda günah kelimesi altında toplanan ve bütün beşeriyet dinlerinde bulunan bir mefhum vardır.

Günah, cisimler arsında mevcud nizâma karşı gelmektir.
Beşerde hayat tezâhürlerini bozmaya parçalamaya yahut azaltmaya meyleden her düşünce, her hakîkat din mihenginde bir günahtır.

Kin, hırsızlık, haksızlık, adam öldürme, eziyet yapmak, yalan söylemek.. Hep günahtır. Zira bu fiil ve hareketler hem vücûdu, hem rûhu yıpratır. Asıl kusur günâha alışmaktır, günah yapmak değil…

Fazîlet yalnız iyilik demek değildir. İrâde ile meydana gelen fiil, hayâtın kıymetini artıran bir alışkanlıktır. Şahsiyetini meydana getirir, kuvvet ve canlılık verir.

Ümit, îman ve heyecanla kuvvetlenme arzusu doğurur. Tıpkı su buharının türbini harekete getirdiği gibi kötü huylar şahsiyeti parçalar.

Benlik, şüphe, keder, zihnî gelişmeyi sekteye uğratır. Cinsî ifrat, alkol, fizyolojik teşevvüşler husûle getirir, ruhî gelişmeyi durdurur.

Cem’i fazîletler, nezâket, temizlik,ataların yaptıklarına hürmet, dinî hisleri kuvvetlendirir. Aksi ise mahveder…

İnsan hayatına mânâ veren dededen kalma an’aneler, modern hayatın irâdeyi gevşeten sakatlığı içinde, bir nehrin güneşte çözülen buzları gibi parçalandı; bu parçalanma ferdde olduğu gibi aile ve cemiyette de görüldü.

Fen, günlük hayat mücâdelesinin şiddetini, mu’cize denilecek kadar azaltmıştır.
Buna mukâbil; itidal, şeref, doğru sözlülük, mes’ûliyet, sâfiyet, komşu sevgisi… gençlerimizin tebessümle karşıladıkları bir takım mânâsız ta’birler hâline gelmiştir. Bu ise göz yaşartıcı bir hadisedir…
Herkes yengeç gibi hodbinlik kabuğuna çekilerek komşusunu mahvetmeğe çalışıyor.
Bu gün hak; felsefî bir prensip, ihtiyaç ise ilmî bir mefhum hâlinde kütüphâne köşelerindedir…

İnsan, akıl sahibi olarak yaşamağa başladığı günden beri vicdânında ve şuûrunda din duygusunun çalkalandığını hissetmiştir.
Çünkü,
ALLAH’a tapmak beşer fıtratının îcâbıdır.
İnsan bu hissin hidâyetiyle,
ALLAH ’ın vahiy ve ilhâmıyla tapmış sonra bu dünya yaşayışı sırasında, onun içindeki bu şuûr soysuzlaşmış ve insan ALLAH’ı bırakarak başka şeylere tapmış ve türlü türlü sapıklıklar içinde yaşamıştır..

“Biz insanı en güzel kıvam üzere yarattık, sonra Esfele yuvarladık!””

İnsan tâa başlangıçta en doğru din üzere iken yeryüzündeki yaşayışının icablarına kapılmış, mâneviyatını takviye edeceğine, ulvî hislerden tecerrüd ile uzaklaşarak alçaldıkça alçalmış ve alçalışı putperestliğin çeşit çeşit şekillerine sapmakla tezâhür eylemiştir.
Beşerin ilk dîni en doğru Tevhid Dîni idi.
Medeniyet insanın korkuya galebe çalmasının ifâdesidir.
Bu galebe çalmanın ilk safhâları din sayesinde olmuştur.
Din sayesinde vahşîlikten kurtulmuştur beşer oğlu..
Din, iptidâi insanların çıplaklığını yığın yığın güzelliklerle süslemiştir.
Heykeltraşlık ve resmin esâsı put yapmaktır.
Mîmarlığın temeli mâbed kurmaktır.
Şiirin temeli dua okumaktır.
Mûsikinin menşe’i ilâhîler, nefesler terennüm etmektir.
Raksın esâsı ilâhların şerefine âyin yapmaktır...

İbtidaî diye dudak bükülen bu kaba saba şeyler, korkular, ümitler, atışmalar, kakışmalar, dövüşmeler ve savaşlar bu gün bize cidden tuhaf görünürler. Fakat bütün bunlarda da hakîkat vardır. Çünkü insanlık bu sayede kurtuldu..


ALLAH ve ahlâk fikri insanda fıtrîdir, dedik. Bunun aleyhinde bulunmak, bunu bilememektir. Cehlin tâ kendisidir.
İnsanlar dinsiz yaşayamazlar: İlâhî vahyi tanımayan din de, din değildir.
Fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, nihâyet İslâm'a yanaşacaktır.
İbâdet,
ALLAH’ın mâbud olduğunu, insanın kul olduğunu fiilen itiraf demektir.

Şimdi bir an için bundan 5000 sene evvelki Yunanistan'a gidelim.
O zamanın mütefekkirleri; Aristo'lar, Sokrat'lar...
Hepsi
ALLAH’ın vahdâniyetine inanmış insanlardır.
Eski Delfes Mâbed'inin önüne gidelim. Bugün O harâbeyi 5000 sene evvelki haşmetiyle temâşa edelim, kapısında altın yazılarla şu sözler yazılıydı:


”Âdet kâinatın, tekâmül hayatın, birlik ALLAH’ın kanunudur.”
Beş bin sene evvel yazılmıştı bu...
İşte bu an'aneler asırlarca, yuvarlana yuvarlana zamanımıza kadar gelmiştir.
Bilirsiniz, Türk diyârında atasözü diğer milletlere nazaran çoktur. Cemiyetler fazîlet içinde yaşadığı sıralarda kâideler beşer tarafında itikâle uğraya uğraya küçülmüş, artık, gayri kâbil-i tecezzi bir hâle gelmiş misket tânesi hâlindedir, atasözü bu demektir.
Atasözünü deşerseniz bir cemiyeti kurtaracak fazîlet kâideleri ortaya çıkar.
İnsanlık hayatında görülmeyen fakat el ile tutulur maddî delillerle hissedilen faziletler, güzellikler, iyilikler ırmağı velîlerin adesesinden aksederek kalb perdesinde seyredilir.

Bu perdede seyredilen filimler, bize dilden dile, kulaktan kulağa, gönülden gönüle nakledilerek atalardan gelmiş, inanmayanlar lügatında bu gün ismine
”menkîbe” ismi verilmiştir.
Bu menkîbeler üzerinde restorasyon yapılamaz. Bozulur, kelebek kanadı gibidir, dokunulamaz. Onları olduğu gibi kabul edersin, yahut etmezsin, örseleme yok.. Halk zihniyeti onları örselemeden muhafaza etmiştir. Onların güzellikleri kendilerindedir. Sun'i kalıba dökmeye çalışmamalıdır.
Artık asırlardır, onlar klasikleşmiş bir inanış tomarı hâlindedir, halka bir zararı yok... İyiliği, güzelliği, fazîleti temsil ederler.

“Filân muhterem zât su üzerinde yürürmüş..”
Demek ki insanda ne kadar güzel ve kuvvetli hasletler var ki, onların kıymetini son haddine çıkarmıştır.
Su üzerinde yürünür mü, yürünmez mi? onu münâkaşa etme!
Güzelliği zâten oradadır. Kabul et geç veyahut da sus...
Kabulü ile bir zarar vermez sana, bir çok şâheser romanlar, kitaplar var, hakîkatle hiç bir ilgisi yok. Fakat insanlar okuyor, zevk alıyorlar. Onların güzellikleri, kokuları, olduğu gibidir.

Manolya örselenirse sararır, kurur ve kokusunu kaybeder.
Niçin solar, kurur ve kokusunu kaybeder? Acaba senin elin mi onu kuruttu?
Hayır.. Kıymet bilmeyenlere karşı
HÂLIK ’ı tarafından Manolyaya: “Onunla küs, darıl!” emri çıkar da ondan:

“Yazıklar olsun, o senin kıymetini bilmiyor, kahrından öl, gel bana!..” emridir bu..

Bunlar cemiyetlerin bunalan ruhlarını, ızdırablarını teskin eden ve firenleyen olgunluk tezâhürleridir.
Manolya hikâyesi nasılsa, işte beşer cinsi de kendi an'anelerine, güzel fazîlet çiçeklerine dokunmuş ve
ALLAH tarafından:

“Gel, onlar kadir bilmiyorlar, geri gel!” emri çıkmıştır.
Dinde bir şeytan vardır, bilirsiniz... Şeytan
ALLAH ’tan uzak kalmışların ismidir.
ALLAH kendine isyan edilmesini istemeseydi şeytanı yaratmazdı. Bu çok ince bir noktadır.
O hâlde bu iki noktanın arasındaki hatt-ı fasıl fazîlet; ahlâk ve adâlet köprüsünden ayrılmamaktadır.

Bu menkîbelerin sahibleri velîler,
ALLAH dostları hep iyi hislerle insanlara sabır, fazîlet, iyilik, doğruluk aşılamışlardır; kabahat bu mu?...
Hayır kabahat yok!..

Akıl ile hâlledilemeyecek şeyleri akılla hâlletmeğe yeltenmekten ileri geliyor bu bocalama!.. Dokunmayın bu inanışlara..

Eski bir sandukanın altında yatan, dünyâya gözlerini yummuş göçmüş bir insan çok şeyler fısıldar insana. Bu fısıltıyı duymaya çalışmalıdır. Mezarlığa madde ile gitmemelidir.
İnsan aynı zamanda bir duygu jeneratörüdür, duygularla, hislerle
görünmeyen güzel hasletler ile gizlidir.

Ölülere tâzîm, ergeç insanın gideceği ülkeye karşı, tâzîm ve hürmetidir. Ölülere tâzîm etmesini bilen milletler daima yükselmişler, içlerinde büyük insanlar yetişmiştir:
Ölülerine tâzîm etmeyen milletler ise perişan olmuşlardır.

Görünmeyen bir diyara hürmetsizliğin, bilinen bir perîşanlık ortaya getirmesi, çok büyük bir ibret verici olay, hakikatin bağırışıdır; bunu anlamak gerek...

Öyle mezarlar gördüm ki, gül kokuyor, öyle mezarlar gördüm ki dikenle dolu...
Öyle mezar'ar gördüm ki yerle bir olmuş..
Öyle milletler gördüm ki, fazilet, doğruluk, iyilik diyârı:
Öyle milletler gördüm ki, rezâlet, pis kokularla dolu.
Öyle milletler biliyorum ki, can çekişiyor.
Öyle milletler biliyorum ki, hâk ile yeksân olmuşlardır.
Öyle milletler görüyorum ki, mahvolacaklardır:
Öyle bir mezar biliyorum ki, Cennetten bir bahçe..

Bu söylediklerimi anlamak, akla koymak, gönüle sindirmek için bir şart vardır.
Gönülden kibri söküp çıkarmak. Bunu yapmak ise dağları iğne ile kazıp silmekten daha zor!..
Bâzıları itiraz ederler, bu sözler ne biçim sözler, bu adam bir şey mi olmak istiyor?
Ben mürâi bir insan değilim.
Mütevâzi bir hayatım vardır.
Alâyiş ve gösterişi sevmem.
Bir şey oldum iddiasında da değilim!..

Bâzan inanmanın ehemmiyet ve kıymetini anlatırken mübalâğa, inanmaya ehemmiyet vermenin bir târifi sûretinde tecellî eder.

Ben evliyâ veya ermiş bir insan da değilim.
Basit bir mü’min olmağa çalışan bir insanım!.
Ben dünya nimetlerinin şükrünü edâ için çalışıyorum:
Vakit bulursam istiğfar ile uğraşacağım.
Hayât-ı husûsiyemi bilmeyenler hırpalayıcı sözler söyleyebilirler; bunlara bir mânâ veremedim..
Her şeyden el çektikten sonra, meşgûl olanlardan değilim ben!.
Meşgûl iken her şeyden el çekmeğe çalışanlardanım!..…

Biz, bunları anlatmakla da muhteremlere giyim kuşam ve zâhir alâyişi öğretmiyoruz.
Yalnız, iç ve bâtın mâmurluğunu dilimize müsâade edildiği derecede öğretiyoruz.

Bir iki sual soracağım muhteremlerden:
İnsan yaşlandıkça saçları sakalları beyazlaşır, niçin, hiç düşündünüz mü?
Bunu hâlletmeye savaşın.

İkinci bir sual:
Deliden niçin şeriat hükümleri sakıt olmuştur?
Bu muammânın denizinde kulaç atmak, ıslanmış damlayan suları ile abdest almak lâzımdır.

İnsanın önünde tevfîk-i Rabbânî lâmbası yanarsa
ALLAH korkusu başlar. Bu lâmba yanmazsa, böyle kimsenin önüne ciltler dolusu kitaplar, haberler ve hâdiseler koysalar faydasızdır.
Bu hâlde yalnız
HAKK ’tan uzaklığı artar ve doğrulara nefreti çoğalır.
Onun önüne yığılan kitaplarla binek hayvanına yüklenen kitapların hiç farkı yoktur.
Câhil, ilimsiz demek değildir. Doğru histen mahrum demektir, öyle olan âlim de câhildir.

Yalan gürültü eder. Hakîkat dâima sâkindir.
Yıldırım gök gürültüsünden evvel düşmüştür.
Kudret âlemine cehâlet ayağı ile vurmak, edeb dışı bir iştir.

İnsanın rûhu; gülün yaprağı içindeki suya, şebneme değil, elmastaki lem'aya benzer.

Güneşli çiçekli yollar vardır ki mühlik çöllere çıkar.
Dikenli, ormanlı sarp yollar vardır ki, nihâyetleri bir cennet bahçesidir.

Eski bir velî kadının sözü geldi hatırıma: Ümmü Hasan; Hasan'ın anası...
Çok fakirdi, akrabaları zengindi. Aç yatar bir şey istemezmiş.
Kendisine:
“”Akrabalarına söyle sana yardım ederler!” demişler.
Bu mübârek Hatun:
“”Ben Kâinata mâlik olan Kâdiri Mutlak'tan bir şey istemiye utanıyorum. Zayıf ve âciz kullardan mı isteyeceğim!”” demiştir.

Herkes:
“ “Midem ağrıyor, başım ağrıyor, karnım ağrıyor, şuram ağrıyor, buram ağrıyor!..” deyip, hastanelere doluyorlar..
Hiç biri şimdiye kadar bana gelip de:
“”Gönlüm ağrıyor dermÂNı nedir?” diye sormadı.

Ney kendinden çıkan sesleri ne bilsin!..
İnsanın inanma hissini akla kalbetmek, çevirmek; inanma mevzu’unu aklın hakimiyeti altına, almaya çalışmak her şeyden evvel insana kasdetmektir. İnsan, muhakkak düşünecektir, inanacaktır, sevecektir, korkacaktır... Düşünmek kadar inanması, gülmek kadar korkması da olacaktır.

Gayb görünmeyen değil görülemeyendir, ölümden sonrasını şimdi göremeyiz.

Bunu görebilmek için ölmek lâzımdır. İstikbâli bu gün göremeyiz, yarın görürüz.
Gayba inanmada bir acaiblik yoktur. Bir şey ya vardır, ya da yoktur. Yahut da bir şey ya kendisidir veya başka bir şeydir. Bu iki ihtimal arasında üçüncü bir ihtimal olamaz.

Mantık prensiplerine uygun olan her düşünme hakîkat değildir.
Dünya fikir târihi birbirine zıt, biri birine dirsek çevirmiş doktrinlerle doludur. Bu çeşit doktrinler nedir?
O hâlde, her mantıkî olan gerçek değildir.

Bilgi zihnin fiilidir. İnanç fiili, bir zihin fiilinden başka şeydir.
İnanmayan insan yoktur. Muhakkak bir sahada inanması vardır.
Aklın bittiği yerde kalb faaliyete geçecek ve îmân bu sınırları devâm ettirecektir, îmân düşünceden sonra gelir.

Akıl insana
ALLAH tarafından doğru yanlış terazisi ve hayru şer ölçüsü olarak verilmiştir. ALLAH korkusu, îmân sâhibinin ilim derecesine göredir.
Hangi iş
ALLAH için yapılmazsa o mutlaka yoktur.

At yükünü hafifletirse, daha çok menzil alır.
Vücûdun her an eriyip gidiyor, farkında değilsin.
O hâlde, sen neden, nasıl beden olabilirsin?.

Derinlik kelimesi aklın bâtınî kısmının remzidir.
Beden zayıfladıkça, rûhun cevheri rûhanî fazîletlerle dolar ve ara sıra kudsî âleme yol bulabilir.

Kalbini kıskançlıktan, dilini yalandan, gidişini riyâdan, karnını haram lokmadan kurtaran şerefli insan, ancak inanan insandır.
Lütfun gösterince İbrahime, âteşi gül bahçesi yaptı.
Kendine ok atan Nemrud'u bir küçük sinek ile helâk etti.
Davud'un elinde demiri mum gibi yumuşattı.
Sultanlık O'na aittir...

Birine 20 kese altun ihsan eder, berikine ekmek hasreti ile can verdirir. Birine samur kürk giydirir, öteki tandırda çıplak yatar.
Öyle işlerde söz söylemeye kimsenin gücü yetmez, iyiliğe gücün yetmezse kötülük yapma bari.


ALLAH azâbından korkusuz yaşayanlar mutlak kâfirlerdir.
Yarın yatacağın karanlık toprağa şimdiden bir kandil yak, uyuma..


“”Kimin mayasında üç haslet varsa o cennetliktir” buyurmuş,
Resûl-i Ekrem:
“”Ni'met zamânında şükür, belâ vaktinde sabır, dâima günâha tövbe eden mü'mini ALLAH Cehennem azabından korur.””

Hayatta iken verdiğin bir hurma, senden sonra ruhun için verilecek 100 miskal altından daha makbuldür.

Mihnet ve gama alış! Merd ol!
Günleri yemek ve uyku ile geçirme!
Sabah akşam
ALLAH ’ı an!
Sabah aydınlığında katiyyen uyuma, sebebini de sorma!
Nefsini oburluğa alıştırma!
Gün batarken uyuma; akşam olmadan yatma haramdır.
Elini yüzüne koyma! uğursuzluktur.
Elini çenenin altına koyma!
Gece AYNaya bakma, lüzum olursa gündüz bak!.
Bunlar çok ince mes’elelerdir, itiraz etme! Saçmalığa saparsın!…
Gizli gizli iyilik yap!
Rızık yalancılık yüzünden eksilir.
Çok uyku yoksulluk getirir
Geceleri çıplak yatanların kısmeti kesilir.
Ayakta su dökmek fakirlik, keder ve ihtiyarlık getirir.
Gusletmeden bir şey yemek çirkin düşer.
Ekmek kırıntılarını ayak altına dökme, gece evini süpürme, süprüntüleri kapı önüne bırakma!.
Babanı ananı adları ile çağırma,
ALLAH ni’meti sana haram olur.
Elini dâima temiz su ile yıka!
Bu sözlere çok dikkat et; çok mühimdir, sebebini sorma, çok uzundur!
Ayak yolunda yıkanma!
Elbisen üzerinde iken dikiş dikme!
Yüzünü eteğinle temizleme rızkın kesilir!
Başkasına ait tarakla saçını tarama!
Evdeki örümcek ağlarını temizle! Bu ağlar evdeki bereketi kaçırır.
Kömür ocağı civarında dolaşanın üstüne kara bulaşır.
Dala yapışan kökü ile buluşur. Dine sarıl!
Misafir rızkını beraber getirir, sonra ev sahibinin günâhını da götürür. Misafir kâfir bile olsa kapını aç, kapama!..


ALLAH ’tan korkmayanda din yoktur, inanmayanda insaf, ihsan olamaz.

Dört şey
ALLAH vergisidir:
Doğru sözlülük,
Cömertlik,
Güler Yüzlülük,
Emâneti korumak..

Böylelikle takvâ ehli olur insan.
Bunlar para ile tahsil ile alınmaz. Kendini beğendirmek lâzımdır
ALLAH ’a.
İşte bunlar dînin yapılabilen en basit şeyleridir..
Basit deyip geçme, yapması güçtür!.…

Ney kendinden çıkan sesleri ne bilsin.. Ney kuru bir kamıştır.
Boş bir boru; üflemekte hüner var.
Ben ney çalamam, fakat hünerli üfleyene hürmet ederim.
Dikkat buyurun çalgıcıdan bahsetmiyorum!.…

Görünmede hüner yok, görünmeyi görmede hüner var..
Kamış görülür, çıkan ses görünmez, duyulur. Kulak gözden efdaldir.

Onun için
“Es SEMİ’ü’l-BASÎR” buyurulmuştur.

Resûller içinde gözden mahrum olanları vardı, fakat sağır olanı yoktu. Görmede ışığa ihtiyaç vardır, duymada ihtiyaç yoktur. Görme tek taraflıdır.

Gönlün konuşması her yerde itilir geriye, kabul edilmez.
Onun için insan kendi sesini kat'iyyen tanıyamaz; utanmasın diye..

Gönülden konuşan dünyanın neresinde konuşursa konuşsun hep aynıdır. Gönlün konuşmasını anlamıyanlar doğruluk, fazilet nedir bilmeyenlerdir. Onlar hakkında âyeti kerime vardır.


“Biz onların kalblerini, gönüllerini kapadık.”

Nabızları islâmiyet düşmanlığı ile atan bir çok bedbahtlar vardır dünya yüzünde.
Bu gibi mahlûkların derecelerini kelimelerle belirtmek ve bu gibilerine bir kıymet ölçüsü bulmak mümkün değildir.
Dini dünyâdan atmak isteyenler niçin dünyâyı dinden ayıramıyorlar?
Dini siyasete âlet etmek suçtur cemiyetlerde.
Evet doğrudur. Siyâseti dinsizliğe âlet etmek acaba nedir?

İnanmayanda hiç bir devlet, hiç bir ululuk yoktur.
Ölümden kurtulmak çâresiz, kimse senin için ölmeyecek. O hâlde ölümüne hazırlan!

Gafletle kılınan namaza karşılık bir yufka ekmeği bile elde edemezsin. Gelip geçici yüzlerce iş yaparsın hepsi de ancak namaz kılarken akla gelir. Namazın böyle mecâzi olduktan sonra ha kıl ha kılma!..

“Sırr” denilen bir kelime vardır lügat kitabında, cem'i, esrar..
Gönlün iç yüzü demektir.
ALLAH kulundan iki şey ister:
Zâhirde
HAKK ’ın emrini yerine getirmek, bâtında kalbini ALLAH ’a bağlamaktır.
ALLAH bu iki şeyi ihsan ederse, zâhir ve bâtın nimetlerini o kulun üzerine yaymış demektir.

O hâlde
ALLAH 'ın istediği ubûdiyet yolunda istikâmet üzere ol!
Göreceğin bir iş olursa, bu işten nefsin hoşlanacağı bir hâl olmamak şartıyla işini doğrudan doğruya
ALLAH ’a bırak; şeytan ortadan kaybolur. Amelsiz Cennet istemek günahtır.

Sebepsiz şefaat dileği gururun bir nev'idir.
Bu işlerde Besmele her işin
ALLAH adıyla fethedilmesi için elimize verilmiş bir anahtardır.
O anahtarı kullanabilmek için evvelâ
ALLAH adını kalbinde tut.
ALLAH kuluna tam bir hürriyet vermiştir, ama izni olmaksızın bir toz zerresinin yerinden kalkmasını imkânsız kılmıştır.

Her türlü fenâlıkların kökü nefsinden râzı olmaktır.
Kendi varlığını görmesi ve nefsin isteklerine uymuş olması insanı vücud zindanına sokar...

Fâni olmayacak bir izzetle şeref ister isen; fâni olacak bir izzet ile azîz olmak isteme!.
ALLAH ile bâki olacak bir izzeti ihtiyâr edersen, hiç bir kimse, seni zelil edemez.
Harûnu Reşid devrinde bir sâlih zât Harûnu Reşîde adâletle hareket etmesini söylemiş.
Âdil hükümdar fenâ hâlde hiddetlenip, gazâba gelerek o zâtı azgın bir katıra bağlatmış. Fakat katır hiç bir azgınlık göstermemiş. Bunun üzerine kilitli bir odaya hapsettirmiş.
Adamı hariçte, bahçede gezerken görüyor ve hükümdara haber veriyorlar. Harûnu Reşîd huzuruna tekrar çağırtarak o zâta soruyor:

“ “Seni odadan kim çıkardı?”
“”Beni bahçeye koyan çıkardı!”
“Bahçeye kim koydu?”
“ “Odadan çıkaran koydu!..””
Bunun üzerine Harûnu Reşîd bu zâtı bir ata bindiriyor bütün memleketi gezdiriyor.
Yanındaki tellâllara da şöyle bağırıp ilân etmelerini emrediyor:
“ ALLAH ’ın azîz eylediği bir kulunu Harûnu Reşîd zelil etmek istedi fakat gücü yetmedi ! ”

Muhteremler!

ALLAH ‘ın meşgul olduğu kimseyi ne cin taifesi, ne yırtıcı hayvan, ne kimse korkutamaz.
Toprağa verildiği zaman ne yer haşeresi, ne çıyan cesedine yanaşamaz. Korkudan değil, edebten...
Toprak bile hürmeten, kendine temiz geldiği için o cesede dokunamaz.
Topraktan, temiz yaratılan insan aynı temizlikle toprağa giderse, toprak ona kıyam eder ve kabrine nûr inmeye başlar.
Böyle kimselerden ne denizdeki balık, ne gökteki kuş kaçar..
Sokulurlar yanına kırk yıllık dostmuş gibi...
“Böylesi de bulunur mu?” diye sorma.
Dünyâda herkes gaflette değildir.

Gönlü, kalbi feyz-i ilâhî ve Nûr-u Resûl ile dolmuşlar vardır, dünyâ yüzünde onların bir tânesinin hürmetine binlerce kişi her türlü belâ ve âfetten korunmuş olur.
İş ki, biz, böyle insanların her devirde, her zaman bulunduğuna îmânımızı sarsmayalım.
Altın, dirhem, miskal ile, Elmas kırat, Öküz kilo ile, İslâmın ölçüsü gözle görülemeyecek kadar hassas bir ölçü ile ölçülür. Vesveseyi defet, ne kadar işin varsa kazâ-kadere teslim et!

Sıkıntıda olanı
ALLAH’ın lutfu, felâha ulaştırır. ALLAH’ın kahrı, fezâyı bile daraltır.
Ne dilerse öyle iş gören
ALLAH ’a kendini teslim et!
O ANda rıza yoluna girersin.

Câhilin kalbi diline tâbi’dir, dili kalbine mürâcaat etmeden rastgele konuşur.
Arifin dili kalbini tâkip eder, bir şey söylemek istediği zaman kalbine dalar, söyleyeceği şey lehine ise konuşur, yoksa susar.

Dünya binek taşıdır, binebilirsen seni taşır, o sana yüklenecek olursa öldürür.
ALLAH’a itaat eden kimseyi sevmek zorundasın, iyi kimseyi seven ALLAH’ı sevmiş olur!.…


Resim

Maraz : Hastalık, illet, dert. Belâ.
Filozof : Felsefe ile uğraşan, felsefeci. (İlm-i hikmetle meşgul olan mütefennin. Dinle münâsebeti olmayan gayr-ı müslim. L.R.) (Bak: Hükemâ)
Hükemâ : (Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler
Materyalist : Fr. Maddeci. Her şeyi madde ile kıymetlendiren. (Bak: Maddîyyun)
Nefh : Rüzgâr esmek. * Güzel kokunun yayılması. Kokmak. * Vurmak. * Def'etmek, kovmak. * Vuruşmak, kat'etmek.
İktiza : Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama.
Te’sirat-ı hâriciye : dış te’sirler, dış etkenler.
Telebbüs : Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak.
Kompleks : Fr. Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. * Basit olmayan. Mürekkep. * İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü.
Bilbedâhe : Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.
Hodbin : f. Başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve menfaatını tâkib eden. Bencil. Enâniyetli. Kibirli.
Prensip : Fr. Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi * Man: Her çeşit mün3akaşanın dışında olan.
Fıtrî haslet :Yaratılıştan gelen; Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.
Müdâfî : Müdâfaa eden. Koruyan. Def eden.
Tenezzülen : Alçak gönüllülükle, tevâzu ve mahviyet içinde, kibirsizlikle.
Bâkir : Tâze. El sürülmemiş. Bozulmamış. * Erken
Esfele : En sefil, çok sefil, en alçak, en aşağı, çok fenâ.
Galebe : Üstün gelmek. Yenmek. Bozmak. Çokluk. * Bastırmak. * Yeğin olmak.
İbtidâi : İlkel,pejmürde olan.
Âdet : Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kâideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle bozulmamasına gayret gösterir.
An'ane : Âdet, örf. * Ağızdan nakledilen söz, haber. * Ist: Bir haberin veya bir hadis-i şerifin "an filân, an filan" diye râvileri bildirilmek suretiyle olan nakil. * Silsile. * Müezzin ezân okurken "teganni" ederse; ona da "An'ane" denir.
İtikâl : (Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme. * Dalgaların, deniz kenarlarındaki karaları döverek aşındırması. * Tıb: Yaranın, vücûdu yemesi. Yaranın büyümesi.
Gayri kâbil-i tecezzi : Parçalara ayrılma ve bölünme, Ufalanması imkansız olma.
Restorasyon : Fr. Tarihî eserlerin aslına uygun tarzda tâmiri.
Sun'î : İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan.
Klasik : Fr. Çok eskiden yazıldığı hâlde değerini kaybetmeyen eser veya san'at eseri. * Âdet hâline gelmiş usul.
Sanduka : Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan yapılır, baş ve ayak uçlarına taş dikilerek baştakinin üzerine kitâbe yazılırdı. (O.T.D.S.) Mürai :
Mütevâzı’ : Gururlu olmayan, alçak gönüllü, kendi fakrını bilen. * Gösterişsiz.
Alâyiş : f. Bulaşıklık, bulaşma. * Debdebe, tantana, gösteriş.
Hayât-ı husûsiye : Özel hayat.
Mühlik : Helâk eden. Öldüren. Öldürücü. İfs3ad eden. Bozan. Kıtal.
Kalbetmek : Değişirmek.
Doktrin : yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y. * Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü.
Efdal : (Fazl. C.) Ziyâdeler, fazlalar, çoklar. * İhsanlar, ikramlar, iyilikler, meziyetler, hünerler.


Resim

وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ وَطُورِ سِينِينَ وَهَذَا الْبَلَدِ الْأَمِينِلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ “
Resim---''Vettîni vezzeytûni. Ve tûri sînîne. Ve hâzelbeledil'emîni. Lekad halaknel'insâne fî ahseni takvîm. Sümme redednâhu esfele safilîne : İncire, zeytine, Sîna dağına ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.''” (Tîn 95/1-5)

أُولَـئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ وَأُولَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Resim---''“Ulâikellezîne tabeallahü 'ala kulûbihim ve sem'ihim ve ebsârihim ve ulâike humul ğafilûn : İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin kendileridir.''” (Nahl 16/108)


Allah Dostu Der ki I Kitabı Tamamlanmıştır..
Resim
Kilitli

“► Münir Derman(k.s) Eserleri” sayfasına dön