Kur'ÂN-ı Kerîm'de Nefs Ve Ruh KavramLarı

Cevapla
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Kur'ÂN-ı Kerîm'de Nefs Ve Ruh KavramLarı

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim


Kur'ÂN-ı Kerîm'de Nefs Ve Ruh KavramLarı:

Doç. Dr. İdris Şengül

İNSAN, eskiden beri, bedende kendini gösteren maddî unsuru ile, ruhta kendini gösteren manevî unsuru üzerinde durmuştur. Ona hayat veren bu ruhla, hayat ve ölüm arasında irtibat kurmuştur. Binaenaleyh, rûh, nefs olarak anlaşılmıştır. Zira, rûh olmadan hiçbir nefsin varlığı mümkün değildir.

Filozoflar ve mütefekkirler eskiden beri ruhun mahiyeti ile meşgul olmuşlardır. Onların yazılarında, rûh ile nefsi birbirinden ayırdıkları pek görülmez. Onlar, ruhu zikredip, onunla nefsi kasdettikleri gibi, nefsi zikredip onunla ruhu kasdederler. Ruhun tezahürlerinden, onun hayatın sırrı olduğunu, bedenden ayrılınca cesedin bozulduğunu bilmelerine rağmen onun künhüne vakıf olamamışlardır.

Lâkin, ruhun hayatın sırrı olması çoğu filozofu, onun ölmesinin ve yok olmasının mümkün olmadığını söylemeye sevk etmiştir; çünkü kendisiyle hayat meydana gelen şeyin yok olmaması ve ölmemesi gerekir.

Arapçada "rûh, nefislerin hayatının dayandığı unsuru ifade eder. Nefs ise, madde ve mânâsı ile insanın zâtına denir. Ayrıca insanın manevî unsuruna da bu ad verilir. Bazen de nefs, rûh anlamına gelir."

Günlük konuşmalarda, nefs ile rûh kelimeleri birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Meselâ şöyle denir: "Filanın ruhu şunu istiyor", "ruhu sıkıldı", "ruhu vesvese veriyor", "ruhu mutmâin oldu" "kötü rûh", "ruhu usandı" vb. Aslında bütün bunlar, ruhla değil, nefisle alâkalı hususlardır.

Kur'ân-ı Kerîm, rûh ile nefsi ayırt eder. Kur'ân’da bu ikisi müteradif/yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime. olarak geçmez.
(Bintu'ş-Şâtî, el-Kur'ân ve Kadaya'l-İnsân, s. 180.)
Ölüm anında cesedden çıkan onun nefsi (canı)'dır, ruhu değil. Melekler, ölüm anında, günahkârlara şöyle derler;

"(...) Haydi, canlarınızı çıkartın, Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız."

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ قَالَ أُوْحِيَ إِلَيَّ وَلَمْ يُوحَ إِلَيْهِ شَيْءٌ وَمَن قَالَ سَأُنزِلُ مِثْلَ مَا أَنَزلَ اللّهُ وَلَوْ تَرَى إِذِ الظَّالِمُونَ فِي غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلآئِكَةُ بَاسِطُواْ أَيْدِيهِمْ أَخْرِجُواْ أَنفُسَكُمُ الْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنتُمْ عَنْ آيَاتِهِ تَسْتَكْبِرُونَ
Resim---Ve men azlemu mimmenifterâ alâllâhi keziben ev kâle ûhıye ileyye ve lem yûha ileyhi şey’un ve men kâle se unzilu misle mâ enzelallâh (enzelallâhu), ve lev terâ iziz zâlimûne fî gamerâti’l- mevti ve’l- melâiketu bâsitû eydîhim, ahricû enfusekum, el yevme tuczevne azâbel hûni bimâ kuntum tekûlûne alâllâhi gayral hakkı ve kuntum an âyâtihi testekbirûn (testekbirûne).: Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiç bir şey vahyolunmamışken "Bana da vahy geldi" diyen ve "Allah'ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim" diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün 'şiddetli sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: "Nefslerinizi/Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz" (dediklerinde) bir görsen...” (En'âm, 6/93).

Keza, ölümü tadacak olan da nefisdir, rûh değil.
"Her nefis ölümü tadacaktır...":

كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَن زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَما الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ
Resim---Kullu nefsin zâikatu’l- mevt (mevti), ve innemâ tuveffevne ucûrekum yevme’l- kıyâmeh (kıyâmeti), fe men zuhziha anin nâri ve udhıle’l- cennete fe kad fâz (fâze), ve mâ’l- hâyâtud dunyâ illâ metâu’l- gurur (gurûri).: Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185).

Nefis, ölümü tadar, fakat ölmez. Nefsin ölümü tatması, onun bedenden çıkma yolculuğudur. Nefis, hayat boyunca var olduğu gibi, doğumdan önce de vardır ve ölümü tattıktan sonra da var olmaya devam edecektir. Nefislerin, sahiplerinin varlığından önce mevcut oldukları hakkında Allah Teâlâ, doğumdan önce zürriyetleri babaların bellerinden aldıklarını ve onları Rubûbiyyetine şâhid tuttuğunu bildiriyor ki, hiç kimse, küfrüne, babasının küfrünü sebep olarak göstermesin.

"Rabb'in, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' diye onları kendilerine şâhid tutmuştu. 'Evet, buna şahidiz!' dediler. Kıyamet gününde 'biz bundan habersizdik!' demeyesiniz":

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
Resim---"Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, E LESTU birabbikum, kâlû BELÂ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).: Hem Rabbin Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp onları nefislerine karşı şahid tutarak: «Rabbiniz değil miyim?» diye şahit gösterdiği zaman «Evet Rabbimizsin, şahidiz!.» dediler. Kıyamet günü «Bizim bundan haberimiz yoktu!» demeyesiniz,’’
(A'râf 7/172)

Bu misâk, nefisler, doğumla cesedlerine henüz büründürülmeden yapılmıştır. Binaenaleyh, hiç kimse, babasının küfrü sebebiyle inkârını mazur gösteremez. Her nefsin, Rubûbiyyeti müşahede ettiği müstakil bir yeri vardır. Bununla, Rubûbiyyetin hakikati hepimizin fıtratında karar kılmıştır.

Diğer tarafta, rûh, vesvese vermez, iştahı kabarmaz, hevası olmaz, sıkılmaz, usanmaz, azab görmez; düşüklüğe ve değişikliğe mâruz kalmaz. Bütün bunlar ruhun değil nefsin hususiyetleridir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu durum açıkça gösterilmiştir.

"Nefsi, onu kardeşini öldürmeye teşvik etti, o da onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu":

فَطَوَّعَتْ لَهُ نَفْسُهُ قَتْلَ أَخِيهِ فَقَتَلَهُ فَأَصْبَحَ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Resim---Fe tavveat lehu nefsuhu katle ahîhi fe katelehu fe asbaha mine’l- hâsirîn (hâsirîne).: Bunun üzerine nefsi, onu, kardeşini öldürmeye kandırdı (kolay ve zevkli gösterdi). Böylece onu öldürdü, sonra hüsrana uğrayanlardan oldu.” (Mâide 5/30).

"Yemin olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız":

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
Resim---Ve lekad halakne’l- insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh (nefsuhu), ve nahnu AKREBu ileyhi min habli’l- verîdi.: Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından-cÂN Damarından daha YAKINız.” (Kaf 50/16)

"Nefse ve onu biçimlendirene, ona isyanını ve takvasını ilham edene kasem olsun.":

وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا
Resim---Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.: Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).” (Şems, 91/7)

فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا
Resim---Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.: Sonra ona (nefse) fücurunu ve takvasını ilham etti.(Şems, 91/8)

"Gömleğinin üstünde yalan kan getirdiler. (Yakub): 'Herhalde, dedi, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürükledi. Artık tek çarem güzelce sabretmektir.":

وَجَآؤُوا عَلَى قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ
Resim---Ve câû alâ kamîsıhî bi demin kezib (kezibin), kâle bel sevvelet lekum enfusukum emrâ (emren), fe sabrun cemîl (cemîlun), vallâhu’l- musteânu alâ mâ tasıfûn (tasıfûne).: Ve üzerinde yalancı kan bulunan gömleğini getirdiler. (Babası şöyle) dedi: “Hayır. Sizi, nefsiniz bir işe sevketti. Artık bundan sonrası (benim yapmam gereken şey) güzel (bir) sabırdır. Sizin anlattığınız şeye karşı istiane (yardım) istenecek olan (sadece) Allah’tır.” (Yûsuf, 12/18).

".. Bütün genişliği ile beraber dünya başlarına dar gelmiş ve nefisleri sıkıldıkça sıkılmış ve Allah'tan, yine kendisine sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı.":

وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُواْ حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنفُسُهُمْ وَظَنُّواْ أَن لاَّ مَلْجَأَ مِنَ اللّهِ إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Resim---Ve alâ’s- selâsetillezîne hullifû, hattâ izâ dâkat aleyhimul ardu bimâ rahubet ve dâkat aleyhim enfusuhum ve zannû en lâ melcee minallâhi illâ ileyhi, summe tâbe aleyhim li yetûbû, innallâhe huve’t- tevvâbu’r- rahîm (rahîmu).: (Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O'nun dışında (yine) Allah'tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.(Tevbe, 9/118).

"Nefsini sefih/aşağılık yapandan başka, kim İbrahim dinînden yüz çevirir?":

وَمَن يَرْغَبُ عَن مِّلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلاَّ مَن سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ
Resim---Ve men yergabu an milleti ibrâhîme illâ men sefihe nefseh (nefsehu), ve lekadistafeynâhufîd dunyâ, ve innehu fîlâhireti le mine’s- sâlihîn (sâlihîne).: Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de O salihlerdendir.” (Bakara, 2/130)

"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir":

وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Resim---Vellezîne tebevveû’d- dâre ve’l- îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yû’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah (hasâsatun), ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.(Haşr, 59/9).

"Nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir":

وَإِنِ امْرَأَةٌ خَافَتْ مِن بَعْلِهَا نُشُوزًا أَوْ إِعْرَاضًا فَلاَ جُنَاْحَ عَلَيْهِمَا أَن يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًا وَالصُّلْحُ خَيْرٌ وَأُحْضِرَتِ الأَنفُسُ الشُّحَّ وَإِن تُحْسِنُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
Resim---Ve in imraetun hâfet min ba’lihâ nuşûzen ev ı’râdan fe lâ cunâha aleyhimâ en yuslıhâ beynehumâ sulhâ (sulhan). Ve’s- sulhu hayr (hayrun). Ve uhdırati’l- enfusu’ş- şuhh (şuhha). Ve in tuhsinû ve tettekû fe innallâhe kâne bi mâ ta’melûne habîrâ (habîran).: Eğer bir kadın, kocasının nüşuzundan veya ondan yüz çevirip uzaklaşmasından korkarsa, barış ile aralarını bulup düzeltmekte ikisi için sakınca yoktur. Barış daha hayırlıdır. Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Nisâ 4/128).

Nefislerin mayasında cimrilik vardır. "Nefis daima kötülüğü emredicidir":

وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Resim---Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).: Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).” (Yûsuf, 12/53).

Görüldüğü gibi Kur'ân'da nefis, cimrilik, vesvese, fücur, emmâre gibi nahoş sıfatlarla ittihâm olunmakladır. Yine, Kur'ân'da nefse, terakki edip, yücelme payeleri de verilmektedir. Nefsin tezkiye ve temizlenme imkânı da vardır. Nitekim levvâme, mülheme, mutmâinne, râdiye ve mardiyye diye de tavsif olunmakta bizzat ilâhî hitaba mülâki olmaktadır:
"Ey huzura eren nefis, razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb'ine dön! İyi kullarım arasına gir! Cennetime gir":

يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
Resim---Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu: Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis,” (Fecr 89/27)

ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً
Resim---İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten: Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş bir halde Rabbine dön.” (Fecr 89/28)

فَادْخُلِي فِي عِبَادِي
Resim---Fedhulî fî ibâdî: Gir kullarımın içine!” (Fecr 89/29)

وَادْخُلِي جَنَّتِي
Resim---Vedhulî cennetî: Ve cennetime gir!” (Fecr 89/30)

Rûh ise, Kur'ân-ı Kerîm'de daima, yüksek derecede takdis, tenzih ve teşrif ile zikrolunmaktadır. Ona, azab, hevâ, şehvet, ihtiras veya kirlenme ve temizlenme yahut düşme ve yükselme, usanma ve sıkılma isnad edilmez. Keza, ruhun cesedden çıkacağı veya ölümü tadacağı da zikrolunmaz. Hatta rûh, insana da nisbet olunmaz, daima Allah'a nisbet edilir.

Hz. Meryem aleyhasselâm'den bahsolunmaktadır: "Biz de ruhumuzu ona gönderdik. Ona düzgün bir insan suretinde göründü":

فَاتَّخَذَتْ مِن دُونِهِمْ حِجَابًا فَأَرْسَلْنَا إِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا
Resim---“Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ (seviyyen).: Sonra da onlardan (ayıran) bir perde çekti. O zaman ona Ruhumuz’u (Ruh’ûl Kudüs) gönderdik. Ona normal bir beşer suretinde (hüviyetinde) temessül etti (göründü).(Meryem, 19/17).

Hz. Âdem aleyhisselâm’den bahsolunmaktadır: "Bir zaman Rabb'in meleklere demişti ki: “Ben kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir insan yaratacağım! Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın":

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِّن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ
Resim---Ve iz kâle rabbuke li’l- melâiketi innî hâlikun beşeren min salsâlin min hamein mesnûn (mesnûnin).: Rabbin meleklere şöyle demişti: “Ben mutlaka, "hamein mesnûn olan salsalin"den (standart insan şekli verilmiş ve organik dönüşüme uğramış salsalinden) bir beşer (insan) halkedeceğim.” (Hicr, 15/28)
Salsâl: toprak (inorganik maddeler) ve su karışımından meydana gelmiş, zamanla sıcakta suyu uçup kurumuş ve içinde havanın dolaşabileceği, sese dönüşebileceği boşluk olan cisim (Al-i İmran-59, Rahmân-14)

فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينَ
Resim---Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fe kaû lehu sâcidîn (sâcidîne).: Artık onu dizayn edip, içine ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secde ederek yere kapanın!(Hicr, 15/29)

Görüldüğü gibi burada, "rûh" Allah'a nisbet olunmakta, Âdem'e değil. Cenâb-ı Hak, ruhu daima kendi zâtına nisbet eder. "(...) Allah onların kalblerine îmân yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir":

لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءهُمْ أَوْ أَبْنَاءهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ أُوْلَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُم بِرُوحٍ مِّنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ أُوْلَئِكَ حِزْبُ اللَّهِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Resim---Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi ve’l- yevmi’l- âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh (hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humu’l- muflihûn (muflihûne).: Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.(Mücadele, 58/22).

Kur'ân'ın Hz. Peygamber (aleyhisselâm)'a nazil oluşundan bahs olunmaktadır:

"O dereceleri yükselten; Arş'ın Sahibi, buluşma gününe karşı uyarmak için, emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir":

رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ ذُو الْعَرْشِ يُلْقِي الرُّوحَ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ لِيُنذِرَ يَوْمَ التَّلَاقِ
Resim---Rafîu’d- deracâti zu’l- arş (arşi), yulkı’r- rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevme’t- telâk (telâkı).: Dereceleri yükselten Arş'ın sahibi (Allah), 'toplanma ve buluşma' günü ile uyarıp korkutmak için, kendi emrinden olan ruhu kullarından dilediğine indirir.” (Mü'min, 40/15)

"İşte sana da böyle emrimizden bir rûh vahyettik":

وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِّنْ أَمْرِنَا مَا كُنتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلَكِن جَعَلْنَاهُ نُورًا نَّهْدِي بِهِ مَنْ نَّشَاء مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Resim---Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ, mâ kunte tedrî mâl kitâbu ve lâl îmânu ve lâkin cealnâhu nûran nehdî bihî men neşâu min ibâdinâ, ve inneke le tehdî ilâ sırâtın mustekîm (mustekîmin).: Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip iletiyorsun.” (Şûrâ, 42/52).

Buradaki rûhdan maksat, ilâhî kelime, vahy yani Kur'ân'dır.
(İbn Kesir, Tefsir. Şûra (42), 52 tefsirinde IV. s. 109.)

Rûh, daima Allah'a nisbet edilir ve daima Allah'tan yine Allah'a harekettedir; insanî ahvâl ve beşerî sıfatlar ona arız olmaz. Binaenaleyh, şehvet, hevâ, şevk ve azab mahalli de olmaz. Onun için rûh, sadece âlî sıfatlarla tavsif olunur.

Kur'ân, Cibril için, “O, Rûhu'1-Kuds ve Rûhu'l-Emîn'dir” buyurur.:

قُلْ نَزَّلَهُ رُوحُ الْقُدُسِ مِن رَّبِّكَ بِالْحَقِّ لِيُثَبِّتَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ
Resim---Kul nezzelehu rûhu’l- kudusi min rabbike bi’l- hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ li’l- muslimîn (muslimîne).: De ki: "İman edenleri sağlamlaştırmak, müslümanlara bir müjde ve hidayet olmak üzere, onu (Kur'an'ı) hak olarak Rabbinden Ruhu'l-Kudüs indirmiştir." (Nahl, 16/102)

İsâ (aleyhisselâm) için: "Allah'ın Resulü, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir rûhdur" buyurur. Allah'tan bir rûh'dur.:

يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِي دِينِكُمْ وَلاَ تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ إِلاَّ الْحَقِّ إِنَّمَا الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّهِ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِّنْهُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَلاَ تَقُولُواْ ثَلاَثَةٌ انتَهُواْ خَيْرًا لَّكُمْ إِنَّمَا اللّهُ إِلَهٌ وَاحِدٌ سُبْحَانَهُ أَن يَكُونَ لَهُ وَلَدٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَات وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَفَى بِاللّهِ وَكِيلاً
Resim---Yâ ehle’l- kitâbi lâ taglû fî dînikum ve lâ tekûlû alâllâhi illâ’l- hakk (hakka). İnnemâ’l- mesîhu îsâbnu meryeme resûlullâhi ve kelimetuhu. Elkâhâ ilâ meryeme ve rûhun minhu, fe âminû billâhi ve rusulihî, ve lâ tekûlû selâseh (selâsetun). İntehû hayran lekum. İnnemâllâhu ilâhun vâhid (vâhidun). Subhânehû en yekûne lehu veled (veledun), lehu mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ard (ardı). Ve kefâ billâhi vekîlâ (vekîlen).: Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah'ın elçisi ve kelimesidir. Onu ('OL' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve elçisine inanınız; "üçtür" demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/171).

Nefs ise, daima sahibine nisbet edilir:
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: Kur'ÂN-ı Kerîm'de Nefs Ve Ruh KavramLarı

Mesaj gönderen nur_umim »

"Sana gelen her iyilik Allah' tandır, sana gelen her kötülük nefsindendir.":

مَّا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَّفْسِكَ وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاً وَكَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا
“Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh (minallâhi), ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike. Ve erselnâke lin nâsi resûlâ (resûlen). Ve kefâ billâhi şehîdâ (şehîden).: Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şahid olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/79)

"Hidâyete eren kendi nefsi için hidayete erer.":

مَّنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً
“Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ (resûlen).: Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiç bir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiç bir topluma) azab edecek değiliz.” (İsrâ, 17/15).

".. nefisleri sıkıldıkça sıkılmış":

وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُواْ حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنفُسُهُمْ وَظَنُّواْ أَن لاَّ مَلْجَأَ مِنَ اللّهِ إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
“Ve alâ’s- selâsetillezîne hullifû, hattâ izâ dâkat aleyhimul ardu bimâ rahubet ve dâkat aleyhim enfusuhum ve zannû en lâ melcee minallâhi illâ ileyhi, summe tâbe aleyhim li yetûbû, innallâhe huve’t- tevvâbu’r- rahîm (rahîmu).: (Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O'nun dışında (yine) Allah'tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (Tevbe, 9/118).

"Ben nefsimi temize çıkartmam".:

وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).: Ve ben, nefsimi ibrâ edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).” (Yûsuf, 12/53).

İbrâ: (Ber'. den) Temize çıkarmak. Borçtan kurtarmak. Sağlamlaştırmak.

"Nefsim bana böyle yapmayı hoş gösterdi".:

قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِهِ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِّنْ أَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذَلِكَ سَوَّلَتْ لِي نَفْسِي
“Kâle basurtu bi mâ lem yabsurû bihî fe kabadtu kabdaten min eseri’r- resûli fe nebeztuhâ ve kezâlike sevvelet lî nefsî.: (Samiri): “Ben, onların görmediği şeyi gördüm. Resûl’ün (Cebrail A.S’ın) izinden (ayağının bastığı yerdeki topraktan) bir avuç aldım. Sonra da onu (erimiş madenin içine) attım. Ve böylece (bu), nefsime (bana) güzel göründü.” dedi.” (TâHâ, 20/ 96)

"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir":

وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Vellezîne tebevveû’d- dâre ve’l- îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yû’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah (hasâsatun), ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Haşr, 59/9).

Ancak nefs, Allah Teâlâ'ya nisbet olunduğu takdirde bu, Zât-ı İlâhiyedir.:

"Allah sizi kendi zâtından (nefs) sakındırır":

لاَّ يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُوْنِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّهِ فِي شَيْءٍ إِلاَّ أَن تَتَّقُواْ مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَإِلَى اللّهِ الْمَصِيرُ
“Lâ yettehizi’l- mu’minûnel kâfirîne evliyâe min dûni’l- mu’minîn (mu’minîne), ve men yef’al zâlike fe leyse minallâhi fî şey’in illâ en tettekû minhum tukâta (tukâten), ve yuhazzirukumullâhu nefseh (nefsehu), ve ilallâhi’l- masîr (masîru).: Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'tan hiç bir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Varış Allah'adır.” (Âl-i İmrân. 3/28).

Bu, hiçbir benzeri olmayan Allah Teâlâ'dır; insan O'nun için hiçbir benzer tasavvur edemez. Onun için İlâhî Nefsi, kendi nefislerimizle mukayese etmemiz mümkün değildir. İlâhî Nefis tamamen gaybî bir husustur.
Hz İsâ aleyhisselâm, kıyamet gününde Rabbı'na şöyle diyecek:
"...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız Sensin, Sen!":

وَإِذْ قَالَ اللّهُ يَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنتَ قُلتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ إِلَهَيْنِ مِن دُونِ اللّهِ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ إِن كُنتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلاَ أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ إِنَّكَ أَنتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ
“Ve iz kâlellâhu yâ îsâbne meryeme e ente kulte lin nâsittehizûnî ve ummiye ilâheyni min dûnillâh (dûnillâhi) kâle subhâneke mâ yekûnu lî en ekûle mâ leyse lî bi hakk (hakkın) in kuntu kultuhu fe kad alimtehu, ta’lemû mâ fî nefsî ve lâ a’lemu mâ fî nefsike inneke ente allemu’l- guyûb (guyûbi).: Ve Allah (cc.): “Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara; "Beni ve annemi, Allâh'tan başka iki ilâh edinin." diye söyledin?” dediğinde , Hz. İsâ; “Sen "Subhansın (seni tesbih ve tenzih ederim, Sen yücesin)", benim için hak (gerçek) olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer ben onu söylemiş olsaydım o taktirde, muhakkak Sen onu bilirdin, nefsimde olanları da Sen bilirsin, ben ise Sen'in Zat'ında olanları bilemem. Muhakkak ki Sen, gayb'tekileri (görünmeyenleri,bilinmeyenleri) en iyi bilen Sen'sin.” (Mâide 5/116).

İlâhî Nefs, beşerî nefse sadece lafız olarak benzer, yoksa o tamamen farklıdır.

"O'na benzer hiçbir şey yoktur":

فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
“Fâtıru’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), ceale lekum min enfusikum ezvâcen ve mine’l- en’âmi ezvâcâ (ezvâcen), yezreukum fîh (fîhi), leyse ke mislihî şey’un, ve huve’s- semîu’l- basîr (basîru).: Gökleri ve yeri yaratan, sizin nefslerinizden eşler kıldı ve hayvanlardan da eşler kıldı. Orada sizi çoğaltır, yayar. Hiçbir şey, O’nun gibi değildir. Ve O, en iyi işiten, en iyi görendir.” (Şûra, 42/11)

"Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır" :

وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ
“Ve lem yekun lehu kufuven ehad (ehadun).: Ve O’nun bir dengi olmadı (olamaz).” (İhlâs, 112/4).

O halde, burada bir dizi sual akla gelmektedir:

Bizim ruhtan nasibimiz nedir?
Bizim ruhumuz ve cesedimiz vardır, dediğimizde neyi kasdediyoruz?
Her birimizin nefsi ve ruhu arasındaki alâka nedir?

Bizim ruhtan nasibimiz, Âdem'in yaratılması kıssasında Kur'ân'ın zikrettiği nefhadan ibarettir:
"Rabb'in meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın":

إِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِن طِينٍ
“İz kâle rabbuke li’l- melâiketi innî hâlikun beşeren min tîn (tînin).: Rabbin meleklere: "Muhakkak ki Ben, tînden (nemli topraktan, balçıktan) bir insan yaratacağım." demişti.”(Sâd, 38/71)

فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُوا لَهُ سَاجِدِينَ
“Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fe kaû lehu sâcidîn( sâcidîne).: "Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın." (Sâd, 38/72)

Tesviye, tasvir ve Âdem sûretinde nefha, her insan rahimde cenin haldeyken dönüp tekrarlanır. Her insan için önce tesviye ve tasvir olur, sonra da Rabbânî nefha. Bu, cenin hayatının üçüncü ayında gerçekleşir.
(Mustafa Mahmûd, el-Kur'ân Kâinun Hayy. 4. tab', el-Kâhire, Dâru'l-Ma'ârif, s. 25-26.)

Bu nefha ile yaratılış, halden hale intikal eder. "Sonra nutfeyi alakaya çevirdik, alakayı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah ne güzeldir":

ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
“Summe halaknen nutfete alakaten fe halakne’l- alakate mudgaten fe halakne’l- mudgate ızâmen fe kesevne’l- izâme lahmen summe enşe'nâhu halkan âhar (âhara), fe tebârekallâhu ahsenu’l- hâlikîn (hâlikîne).: Sonra da nutfeden (bir noktadan rahim duvarına bağlı) bir alaka yarattık. Sonra alakadan bir çiğnem et (görünümünde) bir mudga yarattık. Bundan sonra mudgadan kemikleri yarattık. Daha sonra kemiklere et giydirdik (üzerini et ile kapladık). Daha sonra da onu, başka bir yaratışla inşa ettik (şekillendirdik). İşte böyle Allah, Mübarek’tir, En Güzel Yaratıcı’dır.” (Mu'minun, 23/14)

"Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık" ibaresi, ilâhî nefhaya işaret etmektedir.
(Mustafa Mahmûd, el-Kur'ân Kâinun Hayy. 4. tab', el-Kâhire, Dâru'l-Ma'ârif, s. 25-26)

Bu ilâhî nefhaya, Secde sûresi 8 ve 9 âyetlerinde de işâret olunmaktadır:

ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِن سُلَالَةٍ مِّن مَّاء مَّهِينٍ
“Summe ceale neslehu min sulâletin min mâin mehîn (mehînin).: Sonra onun neslini, basit bir suyun özünden (nutfeden) kıldı (yarattı).” (Secde 32/8)

ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِن رُّوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ
“Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumu’s- sem’a ve’l- ebsâre ve’l- efidete, kalîlen mâ teşkurûn (teşkurûne).: Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” (Secde 32/9)

ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
“Summe halaknen nutfete alakaten fe halakne’l- alakate mudgaten fe halakne’l- mudgate ızâmen fe kesevnel izâme lahmen summe enşe'nâhu halkan âhar (âhara), fe tebârekallâhu ahsenu’l- hâlikîn (hâlikîne).: Sonra da nutfeden (bir noktadan rahim duvarına bağlı) bir alaka yarattık. Sonra alakadan bir çiğnem et (görünümünde) bir mudga yarattık. Bundan sonra mudgadan kemikleri yarattık. Daha sonra kemiklere et giydirdik (üzerini et ile kapladık). Daha sonra da onu, başka bir yaratışla inşa ettik (şekillendirdik). İşte böyle Allah, Mübarek’tir, En Güzel Yaratıcı’dır.” (Mu'minun, 23/14).

İfâdesinin anlamı budur. O halde, bizim rûhdan nasibimiz, bu nefhadan olan nasibimizin bir neticesidir. Her insan, bu nefhadan istidadı nisbetinde istifâde etmektedir.

Bu nefhanın faziletinden ötürü, her bir insanın hayali, vicdanı, değerleri ve örnek dünyası olmaktadır. İnsanın sahip olduğu ceset ve rûh maddî ve ruhî âleme benzemektedir.

Nefis için dâima cereyan eden şey, iki kutuplu mıknatısın durumuna benzer; ya uzanıp cesede düşer ve şehevî arzuların pençesine takılır. Bu, çamurun şekillenmesi ve toprağın kesafetiyle aynı cins halini almasına istinad eden nefsin canlı (hayvanî) yönü için meydana gelen durumdur. Ya da, rûh ve manevî âleme, kıymetler ve Rabbani ahlâka doğru çekilmesi ve yükselmesidir. Bu, ruhun nefis için şekillenmesi ve letafeti ve şeffafiyetiyle onunla mütecanis olmasıdır. Nefis, hayat boyunca ruhî kutup ile cesedî kutup arasında bir hareket, git-gel ve çekme-itme yaşamaktadır. Bazen, onun ateş ve toprak yönü ağır basar, bazen de onun şeffaflığı ve tahareti galip gelir.

Cesed ve rûh, imtihan sınanma mahalleridir. Nefis, gizlisini açığa çıkartmak, hakikatini ve mertebesini ortaya koymak ve iyiliğini ve kötülüğünü izhâr etmek için bu iki aşağıya ve yukarıya doğru çekim kuvvetleriyle denenip sınanır. Bundan anlıyoruz kî, insanın hakikati nefsidir. Doğan, dirilen, hesaba çekilecek olan onun nefsidir. Denenip, sınanan, çeşit çeşit durumlarla karşılaşan, hüzünlere maruz kalan, istek ve arzu duyan odur. Lâkin, onun cesedi ve ruhu tamamen mücerred birer alandır. Tıpkı, yeryüzü ve gökyüzünün, insana nisbetle mevhibelerini ve melekelerini dışarı vurmak için hareket alanları olması gibi. Nitekim, Allah Teâlâ, bu nefse, adaleler (cesed olarak) verdiği gibi, dirilmesi, gizliliğini keşfetmesi ve hayra ve şerre girebilmesi için rûh da vermiştir.

Cesed rûh ile kâimdir, rûh cesedle kâim değildir. Belki rûh kendi zâtı ile kâim ve hâkim olduğundan, cesedin istediği gibi dağılıp toplanması, ruhun istiklâliyetine halel veremez. Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değildir. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip latif bir ğilafı ve beden-i misâlisi vardır. Öyle ise ölüm hengâmında tamamen çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlisini giyer.
(B. Said Nursî, Sözler, s. 485.)

Bu durumda, "rûh çağırma" tabiri yanlıştır. Ruhlar çağırılamaz. Hiçbir ruhun çağrıya cevap vermesi mümkün değildir. Zirâ, rûh sadece Allah Teâlâ'ya mensup bir nurdur. O. tenvir olmamız için bize bu nuru üflemiştir. Bu nûr Allah'tan gelip, O'na döner; onun çağırılması mümkün değildir. Haşr olan ve çağırılacak olan nefislerdir, ruhlar değil. O halde -eğer doğruysa- nefis çağıranlara cevap verenler, kuvvetle muhtemeldir ki, bu nefislere hayattayken arkadaşlık yapan cinlerdir. Her insanın bu cinlerden ona arkadaşlık eden yakınları vardır. İnsan, bu uzun arkadaşlık döneminin tesiriyle onun gizliliklerini öğrenir, onun sesini taklit edebilir. Bu cin, karanlık çağrı odasındakilerin aralarına giriyor ve orada hazır olanları, ha-rikulade şeyler sunmakla dehşete düşürüyor.
(Mustafa Mahmûd, el-Kur'ân Kâinun Hayy. 4. tab', el-Kâhire, Dâru'l-Ma'ârif, s. 28.)

Ruhların ise çağırılması mümkün değildir.
Nefisleri de, ancak ve ancak onların Rabbi haşredebilir, bir araya toplayabilir.
Nefsin ruha tahavvül etmesine imkân yoktur. O, sadece en güzel hallerinde yükselir ve ancak, Rabbânî ahlâka büründüğü ve nûrânî nefhaya yani "Allah'ın insana üflediği rûh"a yaklaştığı Ölçüde ruha benzeyip onunla aynileşir.
Aynı şekilde, bu nefsin, tedenni edip düşmesi ve şeytanlara benzeyip, İblis'e, onun ateşinde aynileşmesi de mümkündür.
Ruhun letafetinde aynileşip onunla birleşecek derecede maddî ve manevî olarak temizlenen nefsi Allah, kıyamet gününde Arş'ına yaklaştıracak ve yine bu nefis, "Güçlü bir Melîk"'in katında, özü sözü bir olanlara has oturma yerlerinde"

فِي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِندَ مَلِيكٍ مُّقْتَدِرٍ
“Fî mak’adi sıdkın inde melîkin muktedir (muktedirin).: Kudret Sahibi Melik’in huzurunda, sadıklar makamındadır.” (Kamer, 54/55) olacakları bildirilenlerden olacaktır. Zira, o, bu temizliği ve terakkisiyle, yeri Allah'ın yanı olan Rabbânî bir nefis konumuna gelmiştir.

Ancak, günahları ve katılıkları sebebiyle şeytanî çukura yuvarlanan kararmış nefisler hakkında şöyle buyurulmuştur: "Hayır, doğrusu onlar, o gün Rab'lerinden perdelenmişlerdir"
كَلَّا إِنَّهُمْ عَن رَّبِّهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّمَحْجُوبُونَ
“Kellâ innehum an rabbihim yevmeizin le mahcubun (mahcûbûne).: Hayır, muhakkak ki onlar izin günü Rab’lerinden elbette perdelenmiş olanlardır (Rab’lerini göremezler).” (Mutaffifîn. 83/15).

Bunların yeri, süfli nefislerle birlikte cehennem olacaktır. Lâkin, ruhun cennet veya cehennemde yeri yoktur; o Allah'ın nurundan bir nûr olup O'na nisbet olunur. Rûh, sınanmaz, denenmez, hesaba çekilmez, ceza ve mükâfat görmez. O, âyet-i kerîmede bildirilen "en yüce mesel’dir.

لِلَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ مَثَلُ السَّوْءِ وَلِلّهِ الْمَثَلُ الأَعْلَىَ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Lillezîne lâ yu’minûne bi’l- âhırati meselu’s- sev’i, ve lillâhi’l- meselu’l- â’lâ, ve huve’l- azîzu’l- hakîm (hakîmu).: Ahirete inanmayanların kötü örnekleri vardır, en yüce örnekler ise Allah'a aittir. O, güç sahibi olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nahl 16/60)

وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْأَعْلَى فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Ve huvellezî yebdeu’l- halka summe yuîduhu, ve huve ehvenu aleyh (aleyhi), ve lehu’l- meselu’l- a’lâ fî’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), ve huve’l- azîzu’l- hakîm (hakîmu).: Ve O, O’dur ki ilk yaratışı başlatır ve sonra onu iade eder (eski haline döndürür). Bu, O’nun için çok kolaydır. Göklerde ve yerde yücelik sıfatı, O’nundur (O’na aittir). Ve O; Azîz’dir (çok yüce), Hakîm’dir (hikmet ve hüküm sahibi).” (Rûm 30/27)

Bu, nûrânî-mânevî âlemdir, onun kudsiyeti ve nûrâniyeti Allah'tan olduğundandır.

Kur'ân-ı Kerîm, ruhun âlem-i emirden gelen bir kanun olduğunu, mahiyetini ancak Allah'ın bilebileceğini ve bu konuda insana pek az şey bırakıldığını ifade etmektedir. Rûh hakkında görüş açıklayan düşünürlerin hareket noktası budur. Bu hususta ne kadar ince ve derin araştırma yapılırsa yapılsın, ruhun hakikatine vakıf olunamayacaktır:
"Sana ruhtan sorarlar. De ki: “Rûh, Rabb'imin ermindendir. Size ilimden de pek az bir şey verilmiştir":

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً
“Ve yes’elûneke ani’r- rûhı, kuli’r- rûhu min emri rabbî ve mâ ûtîtum mine’l- ilmi illâ kalîlâ (kalîlen).: Sana ruh'tan sorarlar; de ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir." (İsrâ, 17/85)
Ruhun mahiyeti bizce meçhuldür. O, kendini eserleri ve faaliyetleriyle gösterir..
Resim
Cevapla

“Kur'an-ı Kerim” sayfasına dön