VARLIK

Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

MEVSUF!.

Dâim HAYy olan ALLAH’tır ancak,
Can bulan fâni bâkiyim sanır..

ALLAH’ın ilmi sınırsız deniz,
Bir katre bilen ȃlimim sanır..

Yapan çatan O, irade O’nun,
Şaşırır insân ben yaptım sanır..

HAKk’ındır kudret, Kadîr olan O,
Câhil olanlar güç benim sanır..

Senin gözünden seyreden O’dur,
Görüp gözleyen, göz benim sanır..

Türlü ses veren hem dinleyen O,
Kulağı olan ben duydum sanır..

Kalem O’nundur, her kelâm O’nun,
Konuşan yazan kendinden sanır..

Dost Eminim der, Hȃlık’tır ALLAH,
Gerçeği bilen Mevsuf’u tanır…


Resim

HAKk’ı SEVERSEN..

Zikreyle HAKk’ı, HAKk’ı SEVersen,
ALLAH de dâim HAKk’ı SEVersen..

Her tür fiilde Fâili HAKk bil,
Nisbetin terk et HAKk’ı SEVersen..

Sıfatlar O’nun mevsufu HAKk bil,
Benliği terk et HAKk’ı SEVersen..

Tüm varlık HAKk’ın mevcûdu HAKk bil,
Varlığın terk et HAKk’ı SEVersen..

Vahdette kesret, kesrette vahdet,
TEVHİDi farket, HAKk’ı SEVersen..

Dost Emin der ki ALLAH de dâim,
Zikreyle HAKk’ı HAKk’ı SEVersen..


Resim

7 – ZȂHİR - BȂTIN..

"Huve’l- Evvelu ve’l- Âhiru ve’z- Zâhiru ve’l- Bâtın (bâtınu), ve huve bi kulli şey’in Âlîm (alîmun).: O, Evveldir ve Âhirdir, Zâhirdir ve Bâtındır. Ve O, herşeyi en iyi BİLENdir." (Hadîd 57/3)

Resim

Aşağıda sözcük anlam ve özelliklerini Prof. Ethem Cebecioğlu’nun Tasavvuf Sözlüğü (EC)’nden aktarıyorum.:

“ZȂHİR: Dış, dışa ait, zühûr eden, ortaya çıkan, görünen gibi anlamları olan Arapça bir kelime. ez-Zâhir,
ALLAH'ın güzel isimlerinden biridir. ALLAH bu isim gereği, Hikmeti, Kudreti, Sıfatlarıyla görünür, zühûr eder.
Zȃhir, görünen âleme de denir. Mukabili Bâtın'dır.

BÂTIN: Arapça. İç, öz, gizli gibi anlamları vardır. Dış anlamına gelen zâhir kelimesinin zıddıdır.
el-Bâtın, ALLAH'ın güzel isimlerinden biridir. Ȃlemîn tümü Hak'tır. Zühûru da âlemden ibârettir.
ALLAH, bu âleme göre Zâtı itibâriyle el-Bâtın'dır. Kur’ÂN-ın, Zȃhirî ve Bȃtınî mânâsının olduğu hususunda ittifak vardır. Sadece Bȃtınını kabul edip, Zȃhirini te'vîl edenlere Batınî denir. Aynı şekilde islam'ın namaz, oruç gibi emirlerinin vaz'ında da bir takım hikmetler bulunduğunu kabul eden Tasavvuf Ehli, şeriatın içyüzünü bilme yolunda oldukları için kendilerini "Bâtın Ehli" sayarlar.”


Resim

Aşağıda Ahmet Hulusi Efendinin bu konudaki görüşünü internetten alıntıladım.:

"Zâhir" dediğimiz şey nedir?.
Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, "zâhir" kelimesi kapsamına girer..

“Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey...
“Bâtın”, gördüğünün, algılayamadığın yanıdır!.
Yâni, görüş alanın içinde olmasına-görmene rağmen, görmekte olduğunun “algılayamadığın yanı”dır “bâtın”!.
Nasıl oluyor, görüş alanı içinde olup da, bakmaya rağmen, algılayamamak?
Beyin veri tabanının, dışardan veya içerden beyne ulaşan verileri, onları deşifre edecek kadar yeterli verisi olmaması yüzünden, gelen veya gelmekte olan verileri değerlendirememesi, tanımlayamaması sûretiyle!
Dışarıdanı anladık da, peki “içeriden” ne demek oluyor?.
“İçeriden” demek, beş duyu ile beynine ulaşmayan verilerin tüm türleri demektir.
Bilelim ki, “Bâtın”ı, bir mekân olarak düşünmek, son derece yanlıştır!
“Bâtın”, mekân olarak, “zâhir”in ötesinde veya ardında; ya da bir başka boyutta değildir!
İnsanın, “algılayamadığının” adının “bâtın” olmasında!
*
İki ayrı dünyâ/boyut var sanıyoruz, Zâhir ve Bâtın!
Oysa iki ayrı dünyâ değil, yalnızca ALGILAYABİLDİKLERİMİZ ve ALGILAYAMADIKLARIMIZ var..
Ve bu da herkese G Ö R E değişiyor!
Zâhir, bâtındır; bâtın, zâhir!. İkisi arasında fark var sanış, gözün kapasitesinden oluşur!
Aynı tek şeyin, gözün görebildiği kısmına “zâhir” derler, göremediğine ise “bâtın”!
Oysa ikisi, aynı “Tek”tir!.
*
Esasen, “Bâtın”, tamamiyle “Zâhir” olanın ta kendisidir!.
Esasen, “Zâhir”, tamamiyle “Bâtın” olanın ta kendisidir!.
“Bâtın”, algılayabildiğin anda, “Zâhir” olur…
“Zâhir”, algılayamadığın süreçte “Bâtın”dır!.
Yâni değişen, “Zâhir” ve “Bâtın” değil; senin algılamandır!.
*
Bunların, sana göre tümü, "O"dur! Yâni, bunların hepsi de, -ki bu çokluk kavramı sana göredir-, "O" dediğin varlıktır!. Yâni, "HÛ"!
"HÛ" kelimesinin mânâsı bir anlamıyla "O" demektir! Bir diğer anlamıyla da "Zât’ın hüviyetine" işâret eder ki, o mânânın tafsiline bu kitapta girmeyeceğiz.. Ancak "GAVSİYE AÇIKLAMASI" isimli kitabımızda buna değinmiştik.
*
“ZÂHİR” ismiyle işâret edilen “HÛ”dur; derken, ötelerde aramak niye?
Mükemmeli fark ettirmek için, kâmil olmayanı en mükemmel hâliyle ortaya koyunca, “HÛ”yu inkâr niye?
Algılama kapasitesine göre zâhir iken; zâhirle kayıtlamak niye?
*
Hangi isimle hangi hâli veya ortamı anarsan an, o ortamda zâhir olan, BÂKİDİR!
Sen, bu beş duyu aracın dolayısıyla, o bütünün arasına giriyorsun; araya girişin itibâriyle de, senin önün ve arkan, ön yüzün ve arka yüzün diye bir olay ortaya çıkıyor!.
Gerçekte, TEK bir sonsuz sınırsız mutlak var ki, O’nun için, “O”na GÖRE, “Zâhir”, “Bâtın”, “Evvel”, “Âhir” gibi kavramlar sözkonusu değil! Bunlar bize GÖRE târifler, tanımlamalar! Anlayış sınırlarımızı genişletmek için verilmiş izahlar..
Sen, algılama kapasitendeki sınırlılığın getirdiği varsayımınla, TEK’i bölüyorsun! Zâhir ve Bâtın çıkıyor ortaya!.
Artık sen oradan, o aradan çık, sıyrıl!
O zaman Tek bir Bütün’ün var olduğunu fark edersin!.
Yâni, ikilik “sen”den, senin kendi varlık zannından doğuyor!. Aslında ikilik yok, dış yapı böylesine bir bütün.
*
Zâhir ve Bâtın denir… Tekrar ediyorum.. Bil ki, bu iki isimle işâret edilen şey birbirinden ayrı değildir; ikisi, aynı tek şeydir! Fark, gözden dolayıdır! Hepsinde, her an, tecellîler zühûr etmektedir. Sakın, bu ikisini birbirinden ayrı sanma!
Bütün tecellîlerde hüküm, fenâya er olduğunda; şuur aslına rücu’ ettiği vakit, sadece “ALLAH” kalmıştır! Ki bu da her an geçerlidir!.
Mevcûdatın “vücûdu” sâhibine aittir. Bütün görülenlerin var sanılan vücûdları gözden doğan hayâllerdir!
Beynindeki veri tabanında bulunan ve gerçekte “zâhir” olan, o şeye verdiğin isim veya o şey Hakkındaki şartlanmaya dayanan zannın-tasavvurun, seni, o şeyin hakikatinden perdeleyip; o şeyin, sana, “bâtın” olarak kalmasına yol açar!

Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

ESMÂ!.

Sayısız ESMÂdan biri CÂN bulur,
Ellerin işgörür, ayağın yürür,
Kulağın işitir, gözlerin görür,
c senden konuşur, akıl düşünür..

Senden işleyen O, Fâildir Mutlak,
Mevsuftur, Mevcûddur, Evvel, Âhir HAKk,
ESMÂsı zâhirde görünüyor bak,
Şaşırma görünce müsemmâdır HAKk..

Halkı görüp sanma gayrıdır HAKk’tan,
Bȃtın HAKk’tan hem de Zȃhir de HAKk’tan,
Mevcûd olan tek O, ayrı yok HAKk’tan,
Kendine iyi bak gelmişsin HAKk’tan..

Bȃtın Zȃhir olur senden görünür,
Evvel Âhir olur senden görünür,
Fâil, Mevsuf, O’dur, senden görünür,
ESMÂnın biri de senden görünür..

Dost Emin diyor ki düşünün kimiz,
Ruhumuz olmasa cansız bedeniz,
Ruh kimin can kimin bizler de kimiz,
HAKk gelir HAKk gider devran ederiz..


Resim


ALLAH!.” DERİM!.

Zikir eder ALLAH! derim,
Fikir eder ALLAH! derim,
TEVHİD eder ALLAH! derim,
ALLAH! ALLAH! ALLAH! derim..

Gördüğüm hep Cemâlullah,
Duyduklarım Sedâullah,
Sözün hepsi Kelâmullah
ALLAH! ALLAH! ALLAH! derim..

Fiillerde Fâil ALLAH,
Sıfatlarda Mevsuf ALLAH,
Enfüs, Afak Mevcûd ALLAH,
ALLAH! ALLAH! ALLAH! derim..

Makro evren galakside,
Görünmeyen atom içre,
Fâil O’dur her bir Şe’ÂNde,
ALLAH! ALLAH! ALLAH! derim....

Hayat veren ilmi ile,
İrade ve kudretiyle,
Gören, duyan ses veren de,
ALLAH! ALLAH! ALLAH! derim..

Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın,
Enfüs, afak tüm Mevcûdun,
Özü O’dur her Vücûdun,
ALLAH! ALLAH! ALLAH! derim..

Dost Emin'im zikrederim,
Dâim O’nu fikrederim,
Şühûd eder ALLAH! derim,
ALLAH! ALLAH! ALLAH! derim...

Resim

... HAKk VARDIR!.

Beni benden benim gibi işleyen,
Hem Zȃhirde hem Bȃtında HAKk vardır..
Seni senden senin gibi işleyen,
Hem Zȃhirde hem Bȃtında HAKk vardır..

Beden verip RÛHu ona üfleyen
Türlü ESMÂsıyla bizi bezeyen
Perde yapıp şu Cihânı süsleyen
Hem Zȃhirde hem Bȃtında HAKkvardır..

Akıllı ol perdeleri kaldır sen,
Bizi bizden işleyen kim düşün sen,
Neden, niçin, nasıl diye sorma sen,
Hem Zȃhirde hem Bȃtında HAKk vardır..

Ayrı yoktur, gayrı yoktur HAKk vardır,
Ef’aliyle Sıfatıyla HAKk vardır,
Mutlak Hakîm, Bâki olan HAKk vardır,
Hem Zȃhirde hem Bȃtında HAKk vardır..

Dost Emin der işleyen O ÂN’dadır
Her an işler çeşit çeşit Şe’ÂN’dadır
CeLȃLiyle CeMȃLiyle CÂN’dadır
Hem Zȃhirde hem Bȃtında HAKk vardır..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

8-.) =>İNSÂN..

Zȃhir, Bȃtın Âlemlerde görünen, görünmeyen nice mahlȗk yaratan “Hȃlık”, birbirine benzemez sonsuz zühûrunu var etmiş seyrediyor… Hem bu var oluş her ÂN değişip dönüşüyor yeni yeni nitelikler kazanıyor… Gören görüyor, bilen biliyor şaşıp kalıyor ve aşka düşüyor, ȃşık oluyor…

Yaratılanlar gelişkinliklerine göre cemâd, nebat, hayvan ve İNSÂN mertebelerinde sınıflanıyor. Yâni İNSÂN en üstün, en gelişkin, en şerefli mahlȗk, eşref-i mahlȗkat…

ALLAH celle celâlihu İNSÂNı Sübutî Sıfatlarıyla (Hayat, İlim, İrade, Kudret, Sem’i, Basar, Kelâm ) donatarak yeryüzünde var etti. İNSÂN kendi ölçeğinde de mertebe mertebe farklı görüntüdedir. Şöyle ki, bedensel olarak İNSÂN olan fakat üstün özellikleri henüz ortaya çıkmamış olan varlığa “Beşer” diyoruz. Sonra geliştikçe Aklî ve Ruhî Özellikleriyle ne olduğunu bilen kişiliği oluşmuş varlığa ise “İNSÂN” diyebiliriz. Nefsini terbiye ile yükselen ve ALLAH’ın istediği mükemmmel kıvama gelen ve “HALİFE” olan “İNSÂN”a ise “İNSÂN-ı KâMiL” denilir…

İNSÂN-ı KâMiL KİMdir?. OKuYaLıM.:

İNSÂN-ı KâMiL: Arapça olgun İNSÂN demektir. Gerçek İNSÂN-ı KâMiL, vücûb ile imkȃn arasında berzâhtır;
hadis sıfatlarla, kıdem sıfatlarını ve hükümlerin arasını toplayan aynadır. O HAKk ile halk arasında vasıtadır.
HAKk'ın feyzi, imdadı onun vasıtasıyla yayılır. HAKk'tan gayri herşey, ulvî veya süflîdir. Her ikisi arasında, ikisinden de ayrı olmayan bir berzâhîyyet olmasaydı, irtibâtsızlık sebebiyle İlâhî Yardım Âlemî’nden hiçbirşey ulaşmazdı.
Cürcanî'ye göre O; Kevnî, Küllî, Cüz'î, İlâhî Âlemlerin tümünü toplar. O, İlâhî, Kevnî Kitabların tümünü toplayan bir kitabtır. O, ruhu ve aklı bakımından "Ümmü'l-Kitâb" adı verilen aklî bir kitabtır. O, kalbi bakımından Levh-i Mahfuz Kitabıdır. Yine o, nefsi açısından mahv (yok olma) ve isbat (var olma) kitabıdır. O,
temizlerden başkasınca idrak edilemeyen temiz, yüce, şerefli bir suhuftur. Akl-ı Evvel'in ->Âleme nisbeti, İNSÂNî Ruhun ->Beden’e nisbeti gibidir, İNSÂN-ı KâMiL, HAKk'ın tam olarak zühûr ettiği yerdir. İNSÂN-ı KâMiL'e ulaşan HAKk'a vâsıl olmuştur, İNSÂN-ı KâMiL’i gören HAKk'ı görmüş gibidir. İNSÂN-ı KâMiLi seven HAKk'ı sever. "Eğer ALLAH'ı seviyorsanız, Bana uyunuz ki ALLAH da sizi sevsin" (Âl-i İmrân 3/31) âyetinin de gösterdiği gibi, ona itaat, HAKk'a itaat, ona isyan HAKk'a isyan gibidir. O'nun makbulü, HAKk'ın makbulüdür. İNSÂN-ı KâMiL’den murad,
Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) ve O'nun manevî mirasına sâhib olanlardır. İNSÂN-ı KâMiL, ALLAH'a gerçek mânâda halife olmuştur, İNSÂN-ı KâMiL'e güneş, bulut, simurg (otuz kuş), bahr-ı muhit gibi çeşitli isimler verilmiştir. (E. C. )”


قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Resim---“Kul in kuntum tuhibbûnALLÂHe fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir lekum zunûbekum, vALLÂHu GAFÛRun RAHÎM (rahîmun).: (Rasûlüm) De ki: “Eğer siz ALLAH'ı SEViyorsanız, o taktirde BANA tâbi olunuz ki, ALLAH da sizi SEVsin ve sizin günahlarınızı mağfiret etsin (sevâba çevirsin). Ve ALLAH "GAFÛR"dur, "RAHÎM"dir.” (Âl-i İmrân 3/31)

Resim

Ayrıca İNSÂNların derecelerini dört mertebe ile ifâde etmek mümkündür, bunlar =>Tabiat, Din Ve Nefs Mertebeleri ile Rûh Makamıdır.:
İNSÂN, tabiat mertebesinde doğar, büyür. Tabiat dört ana unsurdan oluşur =>Hava, Su, Toprak, Ateş.
Bunların tamamı sende mevcûddur. Fazlan vardır ki, o da uzay ve bilinç sâhibisin. Sonsuzluk içinde yaşayan idrȃk sâhibi bir varlık, bu sensin. Bu idrȃkinle şimdi hiç durmadan yükselmen lâzımdır. Tabiat Mertebesinden ->Din Mertebesine yüksel. ALLAH, Resûl, Kitab, Âlim, bunları tanı, bil, öğren. Ama sakın durma, din yükselmene engel olmasın. Buraya kadar olanı, şimdi düşün… Ȃlemler sende mevcûddur. Senin vücûdun başlı başına bir ȃlemdir. Dinden ->Nefis Mertebesine, Nefisten de ->Ruh Makamına yükseldin mi, Vücûdun ->Mescid, Uzuvların ->Cemâat, Ruhun ->İmam, Kıblen ->Semme Vechullah Olur. Ruh Makamını tahsil eden Mutlak’ta olur ki oradan haber yoktur!.." (Efdal Emre –YUNUS-)

TüVeLLi VECHuLLAH.:


وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim---“Ve lillâhi’l- meşriku ve’l- magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh (vechullâhi) innALLÂHe VÂSİun ALÎM (alîmun).: Ve doğu da ALLAH'ındır batı da. Artık hangi tarafa dönerseniz dönün, ALLAH'ın VECHi (Zât'ı- yüzü-kıblesi) işte oradadır. Muhakkak ki ALLAH VÂSİ'dir (rahmeti ve lutfu geniştir, herşeyi ilmi ile kuşatandır)." (Bakara 2/115)



Resim Kur'ÂN-ı Kerîm’de İNSÂN’a dâir bazı Ȃyet-i Celîleler.:

=>ALLAH İNSÂNı, pişmiş bir çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.. (Rahmân 55/14)
=>Biz İNSÂNı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.. (Tîn 95/4-5)
=>ALLAH sizi önce zayıf olarak yarattı, zayıflığın ardından size kuvvet verdi, kuvvetin ardından da tekrar bir zayıflık ve ihtiyarlık verdi… (Rûm 30/54)
=>Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar, bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu İNSÂN yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim (ve) çok câhildir.. (Ahzâb 33/72)
=>Hâni RABB’in, meleklere.: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti.
Melekler.: “Ya RABB’i sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz” dediler. ALLAH meleklere.: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi." (Bakara 2/30)
=>Ey Davud, biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde adâletle hükmet.. (Sâd 38/26)
=>Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur. İnkâr edenin zararı kendinedir.. (Fâtır 35/39 )
=>Andolsun İNSÂNı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.. (Kâf 50/16)
=>“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiret azâbından sakınan ve RABB’inin Rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki.: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak selîm akıl sâhibleri ibret ve öğüt alır.” (Zümer 39/9)
=>İNSÂNlardan kimi ALLAH’a (şüphe ve tereddüt içinde) yalnız bir yönden kulluk eder: Kendisine bir iyilik dokunursa, buna pek memnun olur; bir de musîbete uğrarsa, çehresi değişir (dînden yüz çevirir). O, dünyâsını da, âhiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyânın ta kendisidir.” (Hacc 22/11)
=> Fakat İNSÂN, RABB’i kendisini imtihan edip ikramda bulunduğu ve nîmet verdiği zaman.: “RABB’im bana ikram etti.” der. Onu imtihân edip rızkını daralttığında ise.: “RABB’im beni tahkir etti, önemsemedi.” der.” (Fecr 89/15-16)
=> …Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerin ta kendileridir.” (Haşr 59/8)
=>İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları RABBleri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler. (Bakara 2/277)


Resim

Kur’ÂN-ı Kerîm’de => İNSÂN.:

RABB’imiz, İNSÂNoğlunun yaratılmışlar içindeki üstünlüğünü Kur'ÂN-ı Kerîm'de birçok âyet-i celilede beyan buyumuştur. Bu üstünlük hem İNSÂNın beden yapısı hem de mânevî şeref ve itibârı bakımındandır
Eşref-i mahlȗk olan İNSÂN, nimetlerin de en büyüğüne lâyık görülmüş, aklı, hisleri, yetenekleri ve iradesi ile diğer bütün varlıklardan ayrı tutulmuştur
Bu şekilde sayısız ihsan ve nimetler bahşedilerek bu ȃleme gönderilen İNSÂNın düşünmesi gerekir: Acaba neden böyledir, kendisinden ne istenmekte, nasıl olması ve ne yapması gerekmektedir. Bunca nimetlere karşılık RABB’inin ondan beklediği nedir?
Bu sorular, akl-ı selim olan her İNSÂNın, özellikle müslümânın düşünmesi, cevâp araması, bulduğu cevâba göre hayatını şekillendirmesi gereken sorulardır.
RABB’imiz, İNSÂNoğlunu boşuna yaratmadığını, başı boş bırakmadığını beyan etmekte, bir mükellefiyet taşıdığını açık seçik belirtmektedir
İNSÂNoğlu kendisi dışındaki her şeye kolaylıkla sâhib olabilmektedir Gücünün yetmediği, sâhib olmakta güçlük çektiği hemen hemen tek şey kendi nefsidir. Uzayın derinliklerini avucunun içi gibi bilse de, bilgisinin kavrayamadığı şey de yine kendi hayat cevheri, kendi ruhudur. O halde İNSÂN bir yönü ile âciz, eksik ve yarımdır.

Kur’ÂN-ı Kerîmde Örnek İNSÂNın Özellikleri Aşağıdaki Gibi Sıralanabilir.:

ÖRNEK MÜSLÜMÂNLAR =>ÖRNEK İNSÂNLAR.:

=>Yalnızca ALLAH'tan korkup sakınırlar.
=>Yalnızca ALLAH'a ibâdet ederler.
=>ALLAH'ı her şeyin üzerinde tutarlar.
=>ALLAH'tan başka ilâh aramazlar.
=>ALLAH'a hiçbir şeyi ortak koşmazlar.
=>Atalarına körü körüne uymazlar.
=>Hiçbir kuşkuya kapılmadan imân ederler.
=>Gayba imân ederler.
=>Her şeyin ALLAH'tan olduğunu bilirler.
=>Asıl hedefleri ALLAH'ın Rızası’dır
=>Hayatlarının tamamını ALLAH'ın Rızası için yaşarlar.
=>ALLAH'ın Sınırları’nı korurlar.
=>ALLAH karşısında âcizliklerini bilirler.
=>ALLAH'ın Âyetlerine gönülden boyun eğerler.
=>ALLAH'a güvenip-dayanırlar.
=>Yardımın ancak ALLAH'tan olduğunu bilirler.
=>Dâima ALLAH'ı anarlar.
=>Güç ve imkȃnlarına değil sâdece ALLAH'a güvenirler.
=>Kur’ÂN'a kuvvetle bağlanmışlardır
=>Kur’ÂN Âyetleri ALLAH korkularını ve imânlarını arttırır
=>ALLAH'a asla nankörlük etmezler.
=>Kıyamet Günü’ne kesin olarak inanırlar.
=>Kıyamet gününden korkarlar.
=>Âhiretin varlığına kesin olarak inanırlar.
=>Dünyâ Hayatı’na bağlanmazlar.
=>Âhirete yönelmişlerdir
=>Gelecek endişesi taşımazlar.
=>Kadere tam imân ederler.
=>Tüm özelliklerini ALLAH’a borçlu olduklarını bilirler.
=>Başlarına gelen her şeyi hayır gözüyle değerlendirirler.
=>ALLAH'a, Hükümlerine ve Elçilerine gönülden itaat ederler.
=>Peygamberlerin ve Elçilerin yolundadırlar.
=>Peygamberin Sünnetine uyarlar.
=>Şeytânın etkisine girmezler.
=>Şeytânı ve yandaşlarını düşman edinirler.
=>Sâdece ALLAH'ı ve inananları dost edinirler.
=>Diğer mü’minlerle bir aradadırlar.
=>Namaza titizlik gösterirler.
=>Geceleri de ibâdet ederler.
=>ALLAH'tan bağışlanma dilerler.
=>Hem kendi günahları, hem de diğer mü’minlerin günahları için bağışlanma dilerler.
=>ALLAH'a yakınlaşmak için gayret ederler.
=>ALLAH'a şükrederler.
=>Tüm güçleriyle ALLAH YoLu’nda mücâdele ederler.
=>Zorluklar, imânlarından döndüremez
=>ALLAH'ın Dini’ni tebliğ ederler.
=>ALLAH YoLu’nda mücâdelede gevşeklik göstermezler.
=>ALLAH YoLu’nda mücâdele için hazırlık yaparlar.
=>Birbirlerini mücâdele için desteklerler.
=>Mücâdeleyi zamanında yaparlar.
=>Gerekirse mücâdelede imânlarını gizleyebilirler.
=>İnkȃr edenlerin ileri gelenleriyle mücâdele ederler.
=>İnkȃr edenlere karşı zorlu ve onurludurlar.
=>İnkȃrcılardan yüz çevirirler.
=>İnkȃrcıların zorbalıklarına engel olurlar.
=>Münâfıklarla mücâdele ederler
=>Münâfık karakterlileri aralarında barındırmazlar.
=>Münâfıkları cezâlandırırlar.
=>Gizli ya da açık infâk ederler.
=>Zekȃtı gereği gibi verirler.
=>Gerekirse toplu olarak yer değiştirirler.
=>Emânete riâyet ederler.
=>Güvenilir İNSÂNlardır.
=>Güçlü kişilikleri olur.
=>Cesur ve kararlıdırlar.
=>Kötülüğe en güzel şekilde karşılık verirler.
=>İyiliği emreder, kötülükten men’ederler.
=>Dâima iyi ve güzel davranışlarda bulunurlar.
=>Hayırlarda yarışırlar.
=>Hoşgörülü ve bağışlayıcıdırlar.
=>Adâletlidirler.
=>Alçak Gönüllüdürler.
=>Merhametli ve yumuşak huyludurlar.
=>Müslümân olması için kimseye baskı yapmazlar, zor kullanmazlar.
=>Öfkelerine kapılmazlar.
=>HAKkı söylemekten çekinmezler.
=>Tebliğ karşılığında menfaat gözetmezler.
=>Birbirlerine danışarak hareket ederler.
=>Bilenlere danışırlar.
=>Nefislerine göre hareket etmezler.
=>İ’tidallidirler.
=>Sabırlıdırlar.
=>Duygularıyla değil AkıL ile hareket ederler.
=>Hatalarında direnmezler.
=>Kibirli değildirler.
=>Alay etmezler.
=>Çoğunluğa değil HAKk’a uyarlar.
=>ALLAH'ın desteği dâima yanlarındadır
=>Yapmayacakları şeyleri söylemezler.
=>Diğer mü’minlerin hoşnutluklarını kendi nefislerinden önde tutarlar.
=>Sözlerine sâdıktırlar.
=>Birbirlerine düşkündürler.
=>Birbirlerine karşı ölçülü ve saygılıdırlar.
=>Ayrılığa ve anlaşmazlığa düşmekten titizlikle kaçınırlar.
=>İsraf etmezler.
=>Yoksulları korurlar.
=>Evlilikleri Kur'ÂN-ı Kerîm'e göredir.
=>Şâhidliklerini dosdoğru yaparlar.
=>Boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.
=>Dinde aşırılığa kaçmazlar.
=>İffetlidirler.
=>Kimsenin HAKkını yemezler.
=>Fedakȃrdırlar.
=>Kıskançlık ve bencillikten kaçınırlar.
=>Asla ümitsizliğe kapılmazlar.
=>Suçlulara arka çıkmazlar.
=>Barıştırıcı ve uzlaştırıcıdırlar.
=>Estetik ve sanata önem verirler.
=>Arkadan konuşmaz ve kusur araştırmazlar.
=>Sağlıklarını korur, bedenlerine eziyet etmezler.
=>Anne-babaya iyi davranırlar.
=>Zorluklardan yılmazlar.
=>Ölmekten veya öldürülmekten kesinlikle korkmazlar.
=>Zenginlik ve mevkiden etkilenmezler.
=>Kadınları koruyup-gözetirler.
=>Temizliğe büyük önem verirler.
=>Mü’min oldukları yüzlerinden belli olur
=>ALLAH'ın Koruması altındadırlar.
=>Sözün en güzelini söylerler.”


(İNTERNET’den alındı. Yazar belirsiz.)
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

ŞÜKÜR YÂRABBÎ!.
celle celâlihu..

Bizi İnsÂN eden SENsin,
Şükür yâ RABBîRABBî!.
Kemâl ihsân eden SENsin
Şükür yâ RABBîRABBî!.

Cihânı eyleyüp peydâ,
Bize kıldın vücûd i'tâ,
Hem ettin aşk ile ihyâ,
Şükür yâ RABBîRABBî!.

Bu zâtı kande bulurduk,
Sıfâtı kande bulurduk,
Hayatı kande bulurduk,
Şükür yâ RABBîRABBî!.

SENindir kudret ü kuvvet,
Arada gayrılar âlet,
Bulunmaz lûtfuna gayet,
Şükür yâ RABBîRABBî!.

Hüdâyî'ye HüDâ geldi,
CeNâBından atâ geldi,
Muhabbetten safâ geldi,
Şükür yâ RABBîRABBî!.


Resim AŞağıda İLgiLi Bazı ŞiiRLerim.:

Resim KÂMİL..

Gördüğün her kişiyi İnsÂN mı sanıyorsun,
İnsÂN diyerek ona belki aldanıyorsun..

Aldanma sen şekline gördüklerin beşerdir,
İnsÂNı sorar isen mahlȗkata şereftir..

İnsÂNı bulursan sen Kȃmil İnsÂNı ara,
Bendesi ol sen onun erersin hakikata..

Dost Emin im İnşaALLAH sen de KȃMiL olursun,
YARADANı içinde tâa kalbinde bulursun..

Resim İNSÂN OLARAK..

Gelmedin dünyâya hayvan olarak,
İnsÂN ol, İnsÂN kal, İnsÂN olarak,
Neden, niçin geldin, kafa yorarak,
YARATAN’ı tanı İnsÂN olarak..

Canlıyı, cansızı, seni ve beni,
MeVLâmız yarattı bütün evreni,
Aklını kullan da bil sen kendini,
ALLAH’ın kulusun İnsÂN olarak,,

Gördüğün hayalîn gerçeği de var,
Zȃhir’in dışında Bȃtın Âlem var,
Hem orda hem burda bir tek Tanrı var,
Gerçeği bilmeli İnsÂN olarak..

Gerçeği bilirsen HAKk’ı görürsün,
Her işte, oluşta, O’nu bulursun,
O’nunla BİR olur O’nla olursun,
Hem O’sun, hem O’ndan, İnsÂN olarak..

Dost Emin diyor ki, inan bilerek,
“Vücȗd”da “Şühûd”da “Vahdet” görerek,
Gerçeğe erersin HAKk’ı bularak,
Sen hiçsin HAKk vardır, İnsÂN olarak..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

İNSÂN..

Toprağa su eklenmiş çamurdandır heykeli,
Ateşte pişmiş çamur hava canın nefesi,
Anȃsır-ı erbaa şu İnsÂNın bedeni,
İçinde rûh olmasa olur muydu önemi..

Lütuf Kerem O’ndandır ALLAH verir KeMȃLi,
İnsÂN olarak hiçsin bekliyorsun ZeVȃLi…


Hamd-ü senâ O’nadır RÛHu’ndan rûh üfledi,
O’ndan geldiği için İnsÂN oldu değerli,
O verdi emâneti hem halife eyledi,
Kendini bil ey İnsÂN O’ndan iste kemȃli..

Lütuf Kerem O’ndandır ALLAH verir KeMȃLi,
İnsÂN olarak hiçsin bekliyorsun ZeVȃLi…


Şu hayatı incele kim işliyor fiili,
Bende bir şey var sanma düşünme sakın şirki,
Sıfatlanmış burada idrȃk eyle TEVHİDi,
Varlık birdir efendim kesrette gör vahdeti..

Lütuf Kerem O’ndandır ALLAH verir KeMȃLi,
İnsÂN olarak hiçsin bekliyorsun ZeVȃLi…


İnsÂN denilen mahlȗk hem ȃlȃdır hem deni,
Kȃh hayvandan aşağı kȃh melekten ileri,
ALLAHa kul olursan lütuf eder kemȃli,
Kȃmil İnsÂN olanlar olur HAKk’ın zȃhiri..

Lütuf Kerem O’ndandır ALLAH verir KeMȃLi,
İnsÂN olarak hiçsin bekliyorsun ZeVȃLi…


Dost Emin'im diyor ki düşün de bil kendini,
Ömür gelip geçmeden tanı yüce RABB’ini,
Hiç olduğun unutma zikir KuLun görevi,
Zikrullahla aşka gir yaşa gerçek TEVHİDi..

Lütuf Kerem O’ndandır ALLAH verir KeMȃLi,
İnsÂN olarak hiçsin bekliyorsun ZeVȃLi…
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

ŞAŞIRMA!.

Dünyâya geldik de şaşırdık kaldık,
Şaşkın ördek gibi dolaşıp durduk,
Bir sağa bir sola yalpalar vurduk,
Sonunda anladık gerçeği bulduk..

Dünyâ yalan derler gerçekten yalan,
Bir varmış bir yokmuş gidiyor gelen,
Uyanır uykudan rüyâyı gören,
Değişir dönüşür, yok aynı kalan..

Niye, neden, niçin geldin buraya,
Sen kimsin acaba, nedir bu Dünyâ,
Gördüğün hayal mi gerçek mi eşyâ,
Aklını kullanıp düşün ve anla..

Zorunlu olarak bir YARATAN var,
Vȃcibü’l- Vücȗd” olan “Zât-ı Mutlak” var,
Vahdet’den Kesret’e zühûratı var,
Evvelde O vardı el ÂN da O var..

Demek ki gayrı yok varlık hep O’ndan,
OL!” derse oluşan fiil hep O’ndan,
Fiilin Fâili esmâ hep O’ndan,
Mevsufta sıfatlar yine hep O’ndan..

Burada şaşırma sen bir Esmâsın,
Esmâ O’na ait sen de O’ndansın,
O bir DENİZ ise sen de Dalgasın,
Menşe’i HAKk olan nisbet yapmasın..

OL!” demiş TEKk İLÂH, hayat oluşmuş,
Rûhundan can vermiş eşyâ var olmuş,
İlmiyle var etmiş Muradı olmuş,
Kudretiyle yapmış, görmüş ve duymuş..

Denizler mürekkep ağaçlar kalem,
Ne kadar yazsan da bitmez bu Âlem,
ALLAH’tır yaratan bilsin her Ȃdem,
Varlığı HAKk bilen hamd etsin her dem..

Anladık mı şimdi Dünyâ ne imiş,
Tüm her şey Bir şeymiş, Bir şey O imiş,
Görünür görünmez varlık O imiş,
Kesrette Vahdette mevcȗd O imiş..

Vahdet-i Vücûdu anladı isen,
Kim olduğunu bilip kulluğa er sen,
Dünyâda şerefli Halifesin sen,
Aşkla bak Mâşuk’a CeNNettesin sen..

Benliği yok edip atabilirsen,
Kesrette Vahdeti görebilirsen,
TEVHİDin Sırrı’na ERebilirsen,
ALLAH’ın İndi’nde Velî Kulsun sen..

Dost Emin diyor ki şaşırma sakın,
Gayrı yok burada unutma sakın,
Her yönde O’nu gör kör olma sakın,
HAKk YoL’dan ayrılma yanlıştan sakın..


Resim

HALİFE..

Hiçbir mahlȗk yanaşmadı teklife,
Kabul dedi İnsÂN oldu Halife,
Bu sır nedir a’yân olur Ârife,
Halifesin, Halifesin, Halife..

Teklif etti emâneti göklere,
Dağlar, yerler, gökler kaldı geride,
İnsÂN aldı emâneti kendine,
Halifesin, Halifesin, Halife..

ALLAH sana Halifelik bahşetti,
Aklın ile iradeni lütfetti,
“Kulluğun bil ibâdetin yap!.” dedi,
Halifesin, Halifesin, Halife..

Bu Dünyâya niye geldin bilsene,
Etrafında Yüce HAKkı görsene,
İraden var uyma kötü nefsine,
Halifesin, Halifesin, Halife..

ALLAHı bil mȃsivadan câhil ol,
Kötü nefse zulüm eyle zâlim ol,
Zü’l- Celȃli Cemȃl bilip Hâlim ol,
Halifesin, Halifesin, Halife..

HAKk dilerse İnsÂN olur Halife,
HAKkın, eli, kolu, olur Halife,
Dost Emin’im sana derler Halife,
Halifesin, Halifesin, Halife..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

9 – BAZI TASAVVUFİ TERİMLER.:

9.1. AHSEN-i TAKVİM.:

İnsÂNa ALLAH tarafından verilen en güzel ve en mükemmel biçim.
AHSEN-i TAKVİM ifâdesi, “Andolsun ki biz İnsÂNı en güzel şekilde yarattık”


لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
Resim---“Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm (takvîmin).: Andolsun ki Biz, insanı (nefsini), ahseni takvim içinde (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparak en güzele ulaşabilecek özellikte) yarattık.” (Tîn 95/4)

Meâlindeki âyette geçmektedir. Yaratıkların en mükemmeli olan İnsÂNdaki güzelliğin kaynağı, bazı âyet ve hadislerde dile getirildiği üzere, ALLAH’ın onu “tesviye etmesi”, “kendi eliyle” yaratıp ruhundan üflemesi.:


فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُوا لَهُ سَاجِدِينَ
Resim---“Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fe kaû lehu sâcidîn(sâcidîne).: Böylece onu sevva ettiğim ve onun içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secde ederek yere kapanın!” (Sâd 38/72)

Kendi sûreti üzere yaratması (bk. Buhârî, “Eźân”, 11; Müslim, “Birr”, 32)
Ve onu yeryüzünde kendine halife kılmasıdır.:


وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Resim---“Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh (halîfeten), kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâ (dimâe), ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek (leke), kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn (tâ’lemûne).: Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.” dediler. (Rabbin de): “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu.” (Bakara 2/30)

İnsÂN, bazılarına göre hem ruh hem beden, bazılarına göre ise sâdece ruh yönünden yaratılmışların en güzelidir. Birincilere göre ruh güzelliği daha önemli olmakla beraber, o vücûd ve şekil itibâriyle de yaratılmışların en güzelidir; tam mânasıyla mükemmel bir varlıktır. İkinci görüşü savunanlara göre illiyyîn*de rûh olarak en güzel şekilde yaratılan İnsÂN daha sonra beden kafesine konularak “esfeli sâfilîn” denilen madde âlemîne indirilmiştir.:


ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ
Resim---“Summe redednâhu esfele sâfilîn(sâfilîne).: Sonra onu, esfeli safiline (en sefil hale, nefsinin karanlıklarına) iade ettik (çevirdik).” (Tîn 95/5)

Tekrar ilk ve en güzel şeklini elde etmek için çabalamaktadır.
Abdülkerîm el-Cîlî’ye göre İnsÂNın kâmil ve en güzel oluşunun sebebi, “HAKk’ın nüshası” olmasıdır. İnsÂNın sâhib olduğu fevkâlade güzelliği hem İlâhî, hem Beşerî Aşkın kaynağı olarak gören sûfîler bu güzelliğe duyulan mecâzi aşkı hakikî aşkın vasıtası saymışlardır. (Bk: TDV İslam Ans..)

Resim
Sen “Ahsen-i Takvîm”sin, ALLAH güzel yaratmış,
Melekten ilerisin melekler secde yapmış,
Şeytân uzağa gitsin ALLAH seni kutsamış,
Bir katresin ummanda umman içinde gizli..


Resim

9.2. ANÂSIR-ı ERBAA.:

İlkçağ Yunan, Ortaçağ İslâm ve Hıristiyan Felsefesinde tabii varlıkların ilkesi sayılan dört madde..
Anâsır kelimesi sözlükte.: “asıl, kök, soy; şeref ve asâlet” gibi mânalara gelen “unsur” kelimesinin çoğuludur. ANÂSIR-I ERBAA “dört unsur” demek olup klasik felsefede TOPRAK, SU, HAVA ve ATEŞ’ten ibârettir.
İslâm Felsefesindeki anâsır-ı erbaa anlayışı antik Yunan düşüncesinden gelmektedir. “Arkhe” diye ifâde edilen bu ilk madde Thales’e göre su, Anaximenes’e göre hava, Herakleitos’a göre ateştir. Empedokles ise bunlardan her birini arkhe olarak kabul etmek yerine, toprakla birlikte dördünün kâinatın ana maddesini teşkil ettiğini söylemiştir. Eflâtun’un da dört unsur fikrini savunduğu bilinmektedir. Dört unsur teorisini sistemleştirerek tabiat bilimlerinde hâkim görüş haline getiren ise Aristo olmuştur. Ona göre kâinat, ay üstü ve ay altı olmak üzere ikiye ayrılır. Ay üstü âlem Ebedîyyet Diyârı olduğu için burada oluş (kevn-géneration) ve bozulma (fesad-corruption) yoktur ve bu sebeble ay üstü âlemde bir tek unsur vardır. Aristo buna “esîr” adını verir. Ay altı âlem ise oluş ve bozulma evreni olduğu için burada birden fazla unsurun bulunması gerekir. Aksi takdirde etkileme (fiil) ve etkilenme (infiâl) olamaz. Her ne kadar bazı İlkçağ filozofları ay altı âlemde madde olarak değişik şeylerden söz etmişlerse de klasik düşünceye hâkim olan Empedokles’in zikrettiği dört unsur (ateş, hava, su, toprak) görüşüdür. Zirâ bütün varlıkların yapısında bu dört madde değişik şekillerde bulunmaktadır.
Aristo Fiziğinin temel konusu olan dört unsur teorisi Helenistik Dönemde daha çok benimsenmiş, sonradan Süryânîler aracılığıyla Arapça’ya aktarılmış ve “tabâi‘-i erbaa, keyfiyyât-ı erbaa, ahlât-ı erbaa ve ilel-i erbaa” terimleriyle fizikten tıbba, tıptan ahlâka kadar geniş bir alana uygulanmıştır..

Konuyu ana hatlarıyla ilk defa ele alan İslâm filozofu Kindî olmuştur. Unsurlar Teorisine son şeklini veren İslâm filozofu İbn Sînâ olmuştur.
Tasavvufî Düşünceyi felsefî boyutlara kavuşturarak İslâm Düşüncesinde büyük değişiklikler meydana getiren İbnü’l-Arabî, unsurların feleklerin hareketi sonunda ortaya çıktığını belirterek Tanrı’nın dört unsuru dört günde yarattığını, bunların içerisinde ATEŞin en üst mertebede bulunduğunu, fakat Hz. Âdem’in çamurunda yer alan SU’yun hepsinden daha etkili olduğunu söyler ve unsurlara kendi özelliklerini verenin ALLAH olduğunu belirtir.” (TDV Ank..)

Resim

VAR OLAN!.

Ateş, Hava, Su iken Toprak olup serildik,
ALLAH türlü CÂN verdi kıyam ettik dirildik,
Bir RÛH iken sılada çeşit elbise giydik,
Mü’min kulları olduk HAKk’a ibâdet ettik..

Aslını unutma sen nerden geldin bunu bil,
İbâdettir maksadın neden geldin bunu bil,
BEDENine aldanma RÛHtur ÖZün bunu bil,
Çokluk görüp şaşırma birdir her şey bunu bil..

Ummanda bir katresin HAKk dilemiş böylesin,
RABB’ini bil Âbid ol hakikati bilesin,
HAKk senden razı olsun sırlarına eresin,
Sen kendini bilirsen gizli bir hazinesin..

Herkeste ayrı esmâ müsemmâdan geliyor,
Kendini bilen mü’min sırlarına eriyor,
Mȃsivayı terk edip ölmeden de ölüyor,
HAKk’la birlik oluyor zevk içinde yaşıyor..

Dost Emin’im tapıyor HAKk’a kulluk ediyor,
Görünen görünmeyen her zerre hu çekiyor,
Gönül gözünü açan işitiyor duyuyor,
Her ÂN her Şe‘ÂN’dadır. O, bir tek ALLAH var diyor..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

EMÂNET!.

Hava, ateş, su ve toprak,
Beden bundan ibârettir,
Rûhu veren Cenâb-ı HAKk,
Rûhun sana emânettir..

Beden ölür kalır burda,
Rûhun döner anayurda,
Bekleyen var seni orda,
Rûhun sana emânettir..

Rûh yükselir arşa çıkar,
Belki yürür HAKka çıkar,
MEVLÂ bize hesap sorar,
Rûhun sana emânettir..

Rûhtur anlam veren size,
Perde olur beden bize,
Rûhu kapar içimize,
Rûhun sana emânettir..

Dost Emin der perdeyi aç,
Rûhun ile temâsa geç,
HAKka kul ol CeNNeti seç,
Rûhun sana emânettir..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim


9.3. AŞKk!.

AŞKk, yâni İlâhî AŞk, tasavvufta çok önemli bir kavram olup bu konuda nice ȃşıklar nice güzellikler yazdılar. Burada önceliğimiz kavramları tanımlayıcı açıklamalar yapmak olduğundan aşağıda bazı alıntılar ile yetindim..


Resim

AŞKk..
İlhan KUTLUER..

Aristo.: “Kendisi hareket etmeyen ilk hareket ettirici”nin felekleri harekete geçirişini, sevilenin seveni harekete geçirmesine benzetir. Metafizika’nın “Lambda” bölümünün yedinci faslında yer alan bu küçük benzetme, Müslümân Filozofların kalemînde esaslı bir kozmolojik doktrin haline getirilmiştir. İhvân-ı Safâ’dan önce FÂRÂBÎ, ALLAH’ın tıpkı AKIL-ÂKIL-MA‘KŪL oluşu gibi AŞK-ÂŞIK-MA‘ŞÛK olduğunu yazmış ve AŞk kavramını Sudûr Nazarîyesinin temeline yerleştirmişti.. (el-Medînetü’l-fâzıla, s. 54, 68).
Fârâbî’nin bu görüşünü aynen benimseyen İbn Sînâ ise bundan fazla olarak “Risâle fî mâhîyyeti’l-ışk” adlı eserini bu konuya ayırmıştır. Bu eserinde AŞkı kemâl fikriyle irtibâtlandırmış ve bu kavramı gerek tabii gerekse İnsÂNî seviyede bir kemâle erme iştiyakı olarak tanımlamıştır. Filozofa göre kemâlin ilkesi “Mutlak Hayr” olan zorunlu varlık, noksanlığın ilkesi ise madde yâni kemâlden yoksun olmaktır. Söz konusu kemâl-noksanlık yahut varlık-yokluk kutuplaşması bütün varlık tabakalarında tabii bir temâyül uyandırır; AŞk adını alan bu temâyül, varlığın kendi sınırlarına ulaşmasını veya kendini gerçekleştirmesini sağlayan bir tekâmül fikrine işâret eder. AŞkın İnsÂNı yükselteceği en üst kemâl noktası “İlâhîleşmiş İnsÂN” mertebesidir.

AŞKk ve muhabbetin işlendiği hemen bütün dinî ve bazı lâ-dinî eserlerde “AŞk-ı Hakîkî, Mutlak AŞk, AŞk-ı İlâhî” adlarıyla hep ALLAH AŞkı kasdedilmiştir. Âşığın bütün merhalelerden geçerek sonunda ulaşacağı gerçek AŞKk budur. Manzum ve mensur müstakil tasavvufî eserlerle Tasavvufî TEVHİDlerde yer alan AŞk anlayışı bu olmuştur. Gerçek AŞka ulaşmak için Hz. Peygamber’in de bu mânâda sevilmesi gerekir, buna “AŞk-ı resûl” adı verilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in isimlerinden biri de “HABÎBULLAH”tır (ALLAH’ın sevgilisi). Süleymân Çelebi Mevlid’inde.:
“Ey habîbim sana âşık olmuşam,
Cümle halkı sana bende kılmişâm”
Derken ALLAH’ın ve bütün yaratılmışların Hz. Peygamber’e karşı bu mânâdaki sevgisini ve duygularını dile getirir. Yûnus Emre’nin.:
“AŞkın ile âşıklar yansın yâ Resûlellah,
İçip AŞkın şarâbın kansın yâ Resûlellah”
Matla‘lı gazel-ilâhisi de bu konuyu işleyen ve asırlarca çok tanınıp sevilmiş, pek çok kere de bestelenmiş bir şiirdir. Bu konu divân Şâirlerinin na‘tlarında da işlenmiştir. Bir de tasavvuf ulularına ve tarikat kurmuş büyük mutasavvıflara karşı bağlılarının duyduğu sevgi ve muhabbeti dile getiren şiirler vardır ki bunları da AŞk konusunun ele alındığı ikinci grup eserler arasında saymak gerekir.. (TDV An..)

Resim

AŞKk.: Arapça, aşırı derecedeki sevgi. Bu da maddî ve mânevî şekillerde olur. Bir kadın gözününde bulundurularak zevki ve cinsi cazibe ön planda tutulmak sûretiyle oluşan AŞk maddîdir. Bunun platonik, hayalî olanı da vardır (Platonik). Şâirlerin AŞkı böyledir. Bu AŞk genelde mecâzîdir. Hakikî AŞk ise, ALLAH AŞkıdır.
Cenâb-ı HAKk bir kudsî hadiste.: "Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi arzu ettim, âlemi yarattım" buyurmaktadır ki İlâhî AŞkın kaynağı budur. Çünkü ALLAH'ı bilmek, tanımak ancak AŞk ile olur. ALLAH'ı gerçekten seven kişi O'nun yarattıklarını da aynı şekilde sever. Yaratandan ötürü yaratılanı sever. Bu AŞk =>güzele değil =>Güzelliğedir.
Herkesi, herşeyi sevmektir. Varlıklarda tezâhür eden ALLAH'ın Sanatını, Kudretini, Rahmetini, Lutfunu ibretle temâşa etmektir. Bu AŞka bâzen "Mecâzî AŞk"la da ulaşılır. Bundan dolayı "Mecâzî AŞk, gerçek AŞkın köprüsüdür" denilmiştir. Gerçek AŞka ulaşmak da ilimle olmaz. Nitekim Fuzulî bunu şu beytiyle çok güzel anlatmaktadır.:
AŞk imiş her ne var âlemde
İlim bir kil u kal imiş ancak..

Bazı yazarlar AŞkı şiddetine göre şu şekilde sıralarlar.:
1. İrade 2. Muhabbet 3. Hevâ 4. Sakabe 5. Tebettül 6. Alâka 7. Vüluğ 8. Kelef 9. Şağaf 10. AŞk 11. Ülfet 12. Garava 13. Hullet 14. Teyemmüm 15. Valeh 16. Tedellüh 17. Velâ (EC)

FENÂ Fİ'L-AŞKk.: Arapça, AŞkta fânî olmak mânâsındadır. Vücûd-ı Mutlak, aynı zamanda Kemâl-i Mutlak, Cemâl-i Mutlak ve Hayr-ı Mutlaktır. Cemâl =>AŞkı doğurur ve cemâl AŞksız olamaz. Dünyâ üzerinde gördüğümüz her güzel, mutlak güzelden bir parçadır. Bu sebeble güzel olanı sevmek, Cemâl-i Mutlak'ı sevmek demektir. Mutasavvıflar, bundan hareketle, Fenâ fi'l-AŞk Nazarîyesini geliştirmişlerdir. Bu, Fenâ fillah mertebesinin ilham ettiği bir fikir, bir akîde ve bir menzildir. Her şey, sonunda dönüp dolaşıp Vücûd-ı Mutlak'a varacağı gibi, AŞk da sonunda aynı yere varacaktır. Âşık gerçekte Cemâl-i Mutlak'a =>Âşık olmuştur.
Çünkü Güzellik =>Cemâl-i Mutlak'tan İnsÂN yüzüne düşen bir NÛR Zerresidir. AŞk da, o NÛR’un doğurduğu bir duygudur. Mâşukun güzelliğinde, Cemâl-i Mutlak sezildiği için, Âşık, Rûhunu derece derece saflaştırarak, heyecândan buhrana, buhrandan vecde, vecdden istiğraka geçerek, tıpkı Kemâl-i Mutlak'a ve Hayr-ı Mutlak'a karşı duyulan hayranlık yüzünden, Fenâ fillah mertebesine erenler gibi, fenâ fi'l-AŞk merhalesine ulaşır. Artık o menzilde, AŞk, Âşık ve Mâşuk birleşir, Cemâl-i Mutlak da mahvolup gider. Fenâ fi'l-AŞk Sırrına erenler, bütün Beşerî Duygulardan sıyrılarak ilâhîleşirler, RABBânîleşirler. (EC)


Resim


AŞKk!.

Ey gönül gel gayriden geç AŞka eyle iktida,
Zümre-yi Ehl-i Hakikat anı kılmış mukteda..

Cümle mevdudat u ma'lumat'a AŞk akdem dürür,
Ziyra AŞkın evveline bulmadılar ibtida..

Hem dahi cümle fenâ buldukta AŞk bâki kalır,
Bu sebebden didiler kim AŞka yoktur intiha..

Dilerem senden Hüda'ya eyle tevfikın refik,
Bir nefes gönlüm senin AŞkından etme-gel cüda..

Mâsivâ-yı AŞkının sevdâsını gönlümden al,
AŞkını eyle iki alemde bana âşina..

AŞkile tamu'da olmak CeNNetidir Âşıkın,
Liyk CeNNetde olursa tamu'dur AŞksız ana..

Ey Niyazî mürşid istersen bu yolda AŞka uy.
Enbiya vü evliya'ya AŞk oluptur rehnüma..


Resim
İktida.: Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek.
Mukteda.: Kendisine uyulan. Önde giden. * Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ. * Namazda kendine uyulan imam..
Mevdud.: Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş.
Ma'lumat.: Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler.
Akdem.: Daha önce. Daha ileri. Daha mühim.
İbtida.: Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.
Bâki.: Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez. * Sonsuz. * Cenab-ı Hak.
Fâni.: Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir.
İntiha.: Son, nihayet, uç.İNTİHA' : Eğilme. Dayanma, yaslanma.
Tevfik.: Uygun düşürme. * Uydurma. Muvafık kılma. * Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.
Refik.: Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş.
Cüda.: f. Ayrılık. Ayrılmış.
Mâsivâ.: Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler.
Sevdâ.: f. Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk..
Tamu.: (Aslı: Tamuğdur) Cehennem.
Liyk.: Lîk.: f. Lâkin, amma, ancak, fakat.
Rehnüma.: f. Yol gösteren. Kılavuz.
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

AYNA..

AŞk aynaya düşer mi? Düşer elbet görene,
Aynaya bakar mâşuk ȃşık olur kendine,

“OL!” dedi olan OLdu, aynalar sûret buldu,
Parlayan her aynada kendinden sıfat gördü..

Ayna olmuş yeryüzü kendini seyrediyor
Tesbihtedir her zerre kendini zikrediyor

Bȃtın’ken Zȃhir oldu Evvel’ken Âhir oldu,
Kendini seyreyledi kendine ȃşık oldu..

Kenz-i mahfi açıldı mücevherler saçıldı,
Temâşa etti zevkle AŞk şerbeti içildi..

Bu oluş AŞk masalı “Kȃmil” ayna emsâli,
Her yan HAKk’ın cemȃli gören O’nun timsâli..

Dost Emîn der temiz ol içinde pas kalmasın,
Seyredene hürmeten aynan her an parlasın..



Resim

AŞKA DÜŞTÜK..

Akıl baliğ olunca şaşırdık bu olguya,
Baktık sonsuz uzaya dedik nedir bu dünyâ..
Gördük çok şey etrafta inceledik merakla,
Sığmıyordu akıla kapıldık bir korkuya..

Hayretle hayran olduk yaratan Yüce HAKk’a,
Şükür olsun MevLâya AŞka düştük sonunda..

Tek o vardı Ezelde, yine O var şu ÂNda,
Evvel Âhir her ÂNda mevcûddur her zamanda,
Hem Zȃhir hem Bȃtında bulunur her mekȃnda,
Fâil O’dur her işte mevsuftur her sıfatta..

Ayrı gayrı arama her şey ait ALLAH’a,
Lütuf etti kuluna AŞka düştük sonunda..

Bu AŞk nelere kadir, Bȃtını eder Zȃhir,
Kendinden kendinedir Âşık Mâşuk aslı bir,
Gizli bir hazinedir saçılanlar incidir,
Mâşuk kendine +Aşık görünen ziynetidir..

Nasıl Âşık olunmaz şu muhteşem olguya,
AŞk uyandı rûhumda AŞka düştük sonunda..

Anladık en sonunda yer kalmadı korkuya,
O’ndan geldik O’yuz biz Zȃhiriz bu zamanda,
ÂNı yaşa dâima yükselirsin kullukla,
Razı olursa MeVLâ verir AŞkını sana..

Mü’min erer huzura HAKk’ı bulunca cÂNda,
Ȃşık girer vuslata AŞka düştük sonunda..

İstersen düşmek AŞka işin özü sevgidir,
Yaratılana bakıp Yaratan’ı görmektir..
Sevgiyle gördüğüne varlığını vermektir..
İhlȃsla kulluk edip özveriyi bilmektir..

Duâ edin ALLAH’a, AŞkı verendir MeVLâ,
Çıkarır seni arşa, AŞka düştük sonunda..

Dost Emîn ȃşık oldu HAKk’ı buldu canında,
Fâil, mevsuf, mevcûd O, Gayrullah yok burada,
İzleyen O kendini Enfüste ve Afâkta,
Ȃşık olmuş kendine yarattığı aynada..

Her zerre ȃşık O’na, dȃhil olmuş AŞkına
Sonsuz şükür ALLAH’a AŞka düştük sonunda..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

9.4. A'YAN-ı SÂBİTE.:

Arapça, değişmez aynlar, özler demektir. Varlıkların ALLAH (celle celâlihu)'ın ilminde sâbit olan ezelî hakikatları. Varlık âlemîne çıkmadan önce, bunlar Hakkındaki ilmi. (EC)

Evvelinde indinde bir ayan-ı sâbittim,
OL!. Emrinle âhirde bir can olarak geldim,
Vücûd SENin bilmedim kendime varlık verdim,
Her işi yapan SENken Fâil’i kendim bildim,
Ne olur yüce RABB’im beni SENden ayırma,
Ârif Kullardan eyle cehâlette bırakma!.


Resim

9.5. BENLİK.:

Tasavvufta “ene” olarak bilinen egonun, kibir ve gurur içinde kendine varlık vermenin bir ifâdesidir.
Kendi Nefsi’ni beğenen ve seven adam başkasını sevmez.
Bu tip İnsÂNlar, Kur’ÂN’da şöyle anılmıştır.: “O kimse ki hevâsını ilâh edinmiştir.”


أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلً
“E raeyte menittehaze ilâhehu hevâh (hevâhu), e fe ente tekûnu aleyhi vekîlâ (vekîlen).: Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilâh edineni gördün mü? Şimdi o’na karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 25/43)

"BEN" DİYENİ İRŞAD MÜMKÜN DEĞİLDİR..
“Tasavvufta kişinin kendine değer vermesi, malını,
mülkünü, makam ve mevki'ini ön plâna çıkararak Cenâb-ı HAKk'ı unutması matlûb/istenilen şey değildir. Bunun için benlikten geçmeyen, nefsini terbiye etmeyen, hep "ben" diyen, bu yolda manevî mesafe alamaz. Bu bakımdan böyle kişiler Hakkında, "ene (ben) tahtına oturanı, irşad mümkün değildir" veya "ben diyeni irşad mümkün değildir" denilmiştir..” (EC)


ŞEHîD..

Şehîddir kendini ALLAH’a veren,
Benliği yok eden ölmeden ölen,
Şehîddir ebedî CeNNete giren,
Benliği öldüren, ölmeden ölen..
ÖLmeden ÖLürsen Şehîd olursun,
“Ben”liğin giderse HAKk’ı bulursun..

Bir cihad düşün ki düşmanın sensin,
Kötülük emreden emmâre nefsin,
İradenle savaş nefsin yenilsin,
Benliğin gitsin de şehâdet gelsin..
Ölmeden ölürsen şehîd olursun
Benliğin giderse HAKk’ı bulursun

Büyük cihad nefsle cihad etmektir,
ÖLmeden ÖLerek “ben”lik vermektir
Şehâdet Şerbetin zevkle içmektir,
Kesretten kurtulup BiR’e geçmektir..
Ölmeden ölürsen şehîd olursun
Benliğin giderse HAKk’ı bulursun

Dost Emîn’im der ki sen de şehîd ol,
Şehâdet Şerbeti içenlerden ol,
“Ben”liğini ÖLdür sonsuz hayat bul,
CeNNetin Zevkine burda dȃhil ol..
Ölmeden ölürsen şehîd olursun
Benliğin giderse HAKk’ı bulursun

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “Mutü kable en temutu.: ÖLmeden ÖNce ÖLünüz!” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II-291-2669)


Resim

9.6. BİLMEK =>BULMAK =>OLMAK!.

Tasavvufta, YAKÎN (Hakikat Bilgisi) Mertebelerinin (İlme’l-Yakîn, Ayne’l-Yakîn, Hakka’l-Yakîn) önemli yeri vardır. Kısaca, bu mertebeler bilmek, bulmak ve olmak şeklinde ifâde edilebilmektedir..

“Olgunlaşmanın üç merhalesi, "Kendini BİLen, RABB’ini BİLir" fefvâsınca, bir İnsÂNın OLaBİLmesi için, kendini BİLerek, tanıyarak, RABB’isini BULması gerekir.” (EC)


Resim

9.7. BEZM-i ELEST.:

“Farsça ve Arapça iki kelimeden oluşmuş "Elest Toplantısı" anlamında bir tâbir. A'râf Sûresi'nin 172 nolu âyetinde ALLAH celle celâlihu, rûhlara "Elestü bi-RABB’iküm.: Ben sizin RABB’iniz değil miyim?” sorusunu yöneltince ruhlar.: "Belâ.: BiLâkis evet!.” dediler, işte bu toplantı, rûhlar bedene girmeden yapılmış, ALLAH ile rûhlar
arasında "misak" (sözleşme) vukubulmuştu. Orada verilen sözün doğruluğunun sınanması için, ALLAH celle celâlihu, ruhları bu imtihan Dünyâsına gönderdi. Şu ÂN’da bu sınavdayız. ALLAH celle celâlihu ile rûhlar arasındaki sözleşmenin meydana geldiği toplantıya =>"Bezm-i Elest" yâni "Elest Toplantısı" denir. Bezm-i ev Edna.: Yahut daha yakın olma toplantısı, anlamında bir ifâde. Mi’rac'da Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in ALLAH'a yaklaştığı son nokta ve orada meydana gelen toplantı. Hiçlik Makamı.” (EC)


وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
“Ve iz ehaze RABBuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevme’l- kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn (gâfilîne).: Hani RABBin, Âdem Oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhidler kılmıştı.: "BEN sizin RABBiniz değil miyim?" (demişti de) onlar.: "Evet (RABBimizsin), şâhid olduk" demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü.: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir.” (A'râf 7/172)

ELEST!.

Sanma EzeLde, “Elest” ÂNdadır,
Senle birlikte, RABB’in CÂNdadır,
Uzakta bilme, yakınındadır,
“Beli!” de hemen RABB’in CÂNdadır

“Elest Bezmi” de şimdi burdadır,
Bunu bilmeyen aldanmadadır,
“Beli!” demeyen yanar, NÂRdadır,
“Beli” de hemen RABB’in CÂNdadır..

RABB’ini BİL sen, O CÂNındadır,
Zikret ve Fikret, O yanındadır,
Dost Emîn’im der “Elest” burdadır,
“Beli!” de hemen RABB’in CÂNdadır..


celle celâlihu...

Resim
ResimResim
...M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

ResimDost EminResim
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

9.8. CELȂL - CEMȂL

CELÂL: Arapça. Ululuk, büyüklük, azamet. Bir şeyin celîl olması, onun büyümesidir. ALLAH'ın Celȃli ise, O'nun ululuğudur. Kuşeyrî'ye göre, Celîl, yücelik ve ululukla ilgili sıfatlara hak kazanan demektir. Celȃl, kahr sıfatıdır. Selbî sıfatlara da ıtlak olunur. Meselâ, ALLAH'ın cism, cismânî, cevher ve araz olmaması gibi. İşte ALLAH'ın, bunlar ve benzerleri noksan sıfatlardan yüce olması, Celȃl'in mânâları içinde yer alır.
Tafsil üzere olan Celȃl ise, şeref, azamet, övme ve kibriya sıfatından ibârettir. Cenâb-ı ALLAH'ın lütuf ile tecellîsine "Cemȃll" dendiği gibi, bunun mukabili olarak kahr ile tecellîsine de "Celȃl" denir. Celȃl kelimesi bir İnsÂN için kullanıldığında, bir tür öfke mânâsı taşı.:
Celȃl, ALLAH'ın mânevî kahrına da denir.
Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî, Celâl Sâhibinin Ceberut Sıfatlarından biriyle muttasıf olduğu ve ALLAH'ın da bu sıfat ile sıfatlandığı kanaatindedir. Celâl Sâhibi, yine ona göre, kahr ve galebe sâhibidir..” (EC)

CEMÂL.: Arapça. Güzel, güzellik, iç ve dış güzelliğini ifâde eder. İki türlü Cemȃl olduğu söylenir, birisi halkın bildiği güzellik, ikincisi hakikî güzellik. Bu da her uzvun, olması gerektiği karakter ve hey'etin en faziletlisi üzere bulunmasıdır. Cemȃl, ALLAH'ın Müşâhede-i İlmîyye olarak, kendi Zâtında ilk müşâhede ettiği ezelî bir sıfatıdır. O, müşâhede-i Aynîyye olarak yarattıklarında bu sıfatı görmek diledi, bunun üzerine ayna gibi kendi Cemȃlinin aynını görmek üzere âlemi yarattı. Cürcânî'ye göre Cemȃl, rıza ve lütfa taalluk eden sıfatlardandır. Kâşânî'ye göre de, el-Cemȃl, ALLAH'ın Lütf ve Rahmetinin vasıflarıdır.
Cemȃl için bir Celȃll vardır. Bu da, kȃinatın taayyünleri ile Cemȃlin perdelenmesidir. Her Celâlin ardında da, bir Cemȃl vardır. ALLAH Celȃl ve Kahriyle bütün mevhum varlıkları ortadan kaldırır, böylece Cemȃlini ortaya çıkarır. Bu sebeble, Celȃl Cemȃlin aynıdır. Erzurumlu İbrahîm HAKkı'nın.: "Kahrın da hoş, Lütfün da hoş" diye terennüm etmesi, hakikatte Cemȃl ve Celȃlin aynılığına işâret etmek içindir. Bu konudaki bazı atasözleri şu şekildedir: "Celȃli de hak, Cemȃli de hak", "Celȃlinden Cemâline sığın", "Cemȃlin HAKkı için". (EC)

Resim

KAHRIN da HOŞ, LUTFUN da HOŞ!.

Cana cefâ kıl ya vefâ,
Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..
Ya derd gönder ya devâ,
Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..

Hoştur bana senden gelen:
Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül, yahut diken..
Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..

Gelse Celȃlinden cefâ
Yahut Cemȃlinden vefâ,
İkiside cana safa:
Kahrın da hoş,Lutfun da hoş..

Ger bağ-u ger bostan ola.
Ger bendü ger zindan ola,
Ger vasl-ü ger hicrân ola,
Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..

Ey Padişâh-ı Lemyezel!
Zât-ı ebed, hayy-ı ezel!

Ey lutfu bol, kahrı güzel!
Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..

Ağlatırsın zâri zâri,
Verirsen CeNNet-ü Huri,
Lâyık görür isen nâri,
Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..

Gerek ağlat, gerek güldür,
Gerek yaşat gerek öldür,
Ȃşık Yûnus SANA kuldur,
Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..

Resim

Her işte şekilde O’nu görürsün,
Cemȃlini görür hayran olursun,
Celȃlinden korkar dona kalırsın,
Gördüğün rüyâdır aldanma sakın,
Aynıdır görünen dikkatli bakın..

Ezel, ebed, devrânda, gâye rûhun kemȃli,
Bir bütünün içinde rûhun olmaz zevâli,
Kemȃle eren rûhlar her ÂN görür Cemȃli,
Celâl, Cemȃlcemâl işler O =>“Lȃ mevcȗde illâ Hȗ”..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

9.9. CEZBE.:


CEZB.: Arapça kendine çekmek anlamına gelir. ALLAH'ın Kulunu kendi hazretine çekmesi. Cezbu'l-Ervâh.: Rûhların çekilişi demektir. Münacat, muhataba, sırların müşâhedesi ve kalblerin yücelmesi vs. gibi inâyet ve tevfikten ibârettir..

Harraz, bu konuda şöyle der: "ALLAH, Velî kullarının rûhlarını kendine çeker, kurbünü ve zikrini taddırır, bedenlerine herşeyden lezzet almayı hızlandırır. Velîlerin bedenlerinin yaşantısı hayvanlarınki gibi, rûhlarının yaşantısı da RABBanîlerinki gibidir.
Sufîler CEZBEye dâir şu tanımı da getirirler.:
Kulun Beşeri Özelliklerden çekilip İlâhî Özellikleri kazanarak, Vahdet Tecellîlerini müşâhede etmesi.
CEZBE ile ilgili şu açıklamalar da ilgi çekicidir.:
1-) CEZBE =>Riyazet ve ibâdete devâmla hislerin yok olmasıdır.
2-) CEZBE =>HAKka vusuldür.
3-) CEZBEde Şart =>Kabiliyete bağlıdır. Bu kabiliyet sonradan kulun çabasıyla oluşmaz, ALLAH tarafından bahşedilmiş (vehbî) dir..

İki türlü CEZBE vardır.:
1-) Gizli (Hafi) CEZBE =>Kulun HAKk'ı sevmesi.
2-) Açık (celî) CEZBE =>HAKk'ın kulu sevmesi.
CEZBE noktasında Sâlikler iki durumdadır.” (EC)

CEZBELENMEK.: Zikir veya Sohbet sırasında, ansızın yerinden sıçrayarak "Hayy!." diye bağıran için kullanılan tâbir. Dervişin kendisini tutması, bağırmaması doğru bir davranıştır. Sürekli CEZBE halinde kalanlarla düşüp kalkmak, doğru değildir. Zirâ hallerini karşılarındakilere giydirirler. Bu da, kabı dar (rûhanî kabiliyeti gelişmemiş) kişiler için taşınması zor bir yüktür. Bu gibi kişilerin gönüllerine dokunmamak, kendi hallerinde bırakmak, eğer varsa, ihtiyaçlarını, hemen gidermek uygundur.”
(EC)


Resim

CEZBE!.

Düştüm CEZBEye çıktım gezmeye,
Akıl yok oldu bu haz bitmeye,
Bu zevk rûhumdan sakın gitmeye,
Mâşuk kalbimde çıktım gezmeye..

Bu ne duygudur eşyâ yok oldu,
Her yönde O var her şey terk oldu,
AŞkla titredim vuslât zevk oldu,
Düştüm CEZBEye keşke gitmeye..

Gönül titredi gökler yer oldu,
Yıldızlar çaktı her yer NÛR oldu,,
Boyandı semâ rengȃrenk oldu,
Bu nasıl zevktir nolur gitmeye..

Dost Emin kimsin, sen neredesin,
Gök yer bir olmuş hangi yerdesin,
Mâşuk seninle, AŞk içindesin,
Düştün CEZBEye bu zevk bitmeye..


celle celâlihu...

Resim
ResimResim
...M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

ResimDost EminResim
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim


9.10. =>DÎDÂR-DİLDÂR .:


DÎDÂR.: Farsça, yüz, göz, görme, seyretme gibi anlamları olan bir kelime. Tasavvufta anlamı, sevgili, İlâhî Güzelliği seyretmedir.
DİLDÂR.: Farsça gönüle sâhib ve Gönül Sultanı, SEVgiLi demektir. Tasavvufta genişlik (bast) halini ifâde eder, ki bu da, sevinç ve sevginin bileşimi ile olur. (EC)


Resim

HEP GÖRDÜĞÜ DÎDÂR OLUR!.

Her kime açılsa hicâb,
Hep gördüğü DîDâR olur..
Gözüne sed olmaz serâb..
Hep gördüğü DîDâR olur..

Dünyâ ve ukbâbadan geçer,
Vahdet ile kanat açar,
Şer ve sevâbından geçer,
Hep gördüğü DîDâR olur..

Söyler kelâm bakar sana ,
Görmez gözü hiç mâsivâ,
Vermiş gönül HAKk'tan yana ,
Hep gördüğü DîDâR olur..

Ol sırra ermiş mutlaka,
Kalbi secde etmiş HAKk'a,
Seyrânı var Kaf'tan Kaf'a ,
Hep gördüğü DîDâR olur..

Görmez ol hiç nâr-ı azâb,
Geçmeyecek köprü Sırât,
Dünyâda çün vermiş hesâb,
Hep gördüğü DîDâR olur..

Bunlardır HAKk'ın kulları,
Takdîr'e bağlı işleri,
Kur’ÂN okur hep dilleri,
Hep gördüğü DîDâR olur..

FEHMî'ye ol haldâş olur,
YoLu’na ol cân baş verir,
Sırrına ol sırdâş olur ,
Hep gördüğü DîDâR olur..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim


9.11. DÖRT KAPI =>KIRK MAKAM .:

“Dört kapı.: 1. Şeriat, 2. Tarikat, 3. Mârifet, 4. Hakikat.
ŞERİAT =>BABA mesabesinde olup dinin inanç, ibâdet ve muamelât esaslarının tümünü oluşturur. Birinci kapıyı gerçekleştirmek, Şeriatı yaşamakladır.
TARİKAT =>ANAdır. Şeriat bilgilerini oluş bazında tahakkuk ettirmek.
MÂRİFET =>OĞULdur. Bilgi-amel TEVHİDi bütünlüğünün sonucudur.
HAKİKAT =>TORUN olarak varılacak zirve noktasıdır. Her kapının on makamı vardır. (Şeriatın namaz, oruç, hac, zekȃt vs. gibi; Tarikatın tövbe, inâbe, mücâhede, hırka giyme vs. gibi). Dört kapının ayrı ayrı on makamı, toplam kırk makam eder.
Bu dört kapının bir başka ifâde ediliş tarzı vardır: Şeriat farz, Tarikat vâcib, Mârifet sünnet, Hakikat nâfiledir.” (EC)



Resim YOL..

Şeriatı bilmeyen, Tarikata giremez,
Tarikatten geçmeyen, Hakikate eremez..

Şeriati öğrenip, Tarikata girersin,
Çalış çabala biraz, Hakikata erersin..

Hakikatta kalma sen, Mârifete geçsene,
Şaşırıp durma yolda, sen İslamı seçsene..

Şeriat ilkokulsa, ortaokul Tarikat,
Liseye geçersen sen, mertebendir Hakikat..

İnsÂN-ı Kamil olan, Mârifete yükselir,
İyi Müslümân odur, HAKkın Rızasın bilir..

Resûlü tekmil etti, son dini tebliğ etti,
Son din olarak bize, İslamiyeti verdi..

Çalışıp yükselmeli, ALLAH'a yaklaşmalı,
ALLAH'ı çok anarak, huzura kavuşmalı..

Dost Emin'im bu yolda, HAKka ulaşacaksın
Halka Hizmet ettikçe, MEVLÂnı bulacaksın
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim 9.12.. =>EDEB Yâ HÛ.:

Edeb, tasavvuf okulunda önemli bir husustur. Edeble davranma, canlıya, cansıza, İnsÂNa, hayvana, her şeye, herkese yapılmalıdır. Mutasavvıflar cansız varlıklara, bir tür dirilik atfederler (pan-bioism). Bu sebeble, cansız varlıklara da edeb üzere davranırlar. Meselâ kapı çarpılarak gürültü ile örtülmez, yavaşça örtmek gerek. "Kapıyı kapat veya kapattım" denmez, ALLAH kimsenin kapısını kapatmasın, "kapıyı ört" yahut "sırla" demek gerekir. Lamba, mum, elektrik söndürmek yerine "lambayı, elektriği dinlendirmek" veya "sırlamak" gibi tâbirleri kullanmak, edebe daha uygundur. Sûfinin tabiata karşı olan bu tavrı, ona canlı bir İnsÂN varlığı gibi muamele etmesi, çağımızda ekolojik felâketlerin önlenmesi yolunda, bir anahtar rol, yahut kılavuzluk görevi üstlenemez mi?.

Tasavvufî Edebler cümlesinden olmak üzere şu uygulamalar zikrolunur.: Kapıdan içeri girer çıkarken sırt çevrilmez, bunun için ayakkabılar hep içeri yönelik, hatta mümkünse burun kısmı Kâbe'yi gösterecek şekilde yerleştirilir; uyuyan kimsenin uyarılması icâb ederse, yastığına hafifçe vurularak hafif bir sesle.: "agâh ol erenler!." denilir ve bu şekilde heyecânlandırmadan uyandırılır, yemek yerken ağız şapırdatılmaz, eşyâlar canlı imiş gibi saygılı ifâdeler kullanılır; çay, kahve, içerken höpürdeterek içilmez; bardak, tabak bir yere konulurken sert hareketlerle değil, yavaşça ve sessizce, bir nevi nezâket üslubu içerisinde konulur; gülmeler yine kahkaha şeklinde değildir. Tasavvuf yolunun yolcusu nâzik ve kibâr İnsÂNdır. Onu bu şekilde davranmaya iten motiv, "ALLAH'ın her an her yerde beraberinde olduğu ve kendisini kesintisiz olarak gözetlediği (ihsân)" bilincidir. Bu husus, şüphesiz Kur’ÂN'daki çeşitli âyetlere dayanmaktadır: "Her nerede olursanız olunuz, O, sizinle beraberdir" (Hadîd 57/4) . İşte bu âyet, bilinç olarak bir mü'minde yerleşirse, artık o hareketini, yüce bir Sultan'ın, bir Cumhurbaşkanının huzurunda imiş gibi düzeltmeye çalışır. Bunun tahakkuku için, bir İnsÂNda "ALLAH ile beraber olma"nın bilinci, mutlaka bulunmalıdır. Tasavvuf; bağlılarına, ALLAH'a vuslât dediğimiz "ALLAH ile beraber olma" bilincini verme iddiasında olan ve tatbikî yönü ağır basan, laf üretmekten hoşlanmayan bir disiplindir. Hedefi de, CeNNet veya cehennemîn motive ettiği İslâmî bir hayattan ziyâde, ALLAH'ı sevmek ve O'nun rızasını kazanmaktan kaynaklanan derûnî bir takvâ yaşantısıdır. İşte sözünü ettiğimiz bu bilinç, tekkelerde her yerde göze ilişecek şekilde, müridlere levhalar halinde yazılı olarak hatırlatılırdı.: "Edeb yâ Hû".

Edebdir tâc-ı Rabbâni,
Komazlar her başa ânı,
Olagör Gaybî rûhanî,
Edeb gözle, edeb gözle..


Gaybî Sun'ullah.. (EC)



Resim 9.13.. =>EHAD.:

EHAD.: Arapça. “Bir”i ifâde eder. Sıfat ve İsimlerin çok olmasına karşılık, ALLAH'ın Zâtı’ndaki Birlik, bu kelime ile ifâde edilir. Cürcânî'nin ifâdesi ile “Bir”in taayyünlerindeki itibâr, iskât ve isbat gözönüne alınmaksızın, ZÂT'ın "O =>O’dur" diye söylenebilecek durumu, "EHAD"i açıklar.

EHADİYYET.: Arapça, BİRLİK demektir. Bir şeye nisbeti olmayan, bir şeyin de kendisine nisbeti bulunmadığı şeye denir. Ehadîyyet Makamı, İlâhî Sıfattan bir makamdır. Bu makam, akıl ve anlatmakla vasfa gelmez. "Onu ilmen hiçbir şey ihata edemez" (Neml 27/84) âyeti ile, O'nun bu Gayb-ı Hüvîyyet-i Mutlaklığı’na işâret vardır.” (EC)


O vâcibü'l- vücȗd idi =>“Ahad” birdir iki olmaz,
Bir ȃmȃ’da nokta idi =>“Ahad” birdir iki olmaz,
Bir şey yokken O var idi =>“Ahad” birdir iki olmaz,
Taayyün-i Evvel’inde ==>“Ahad” birdir iki olmaz!.
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

Resim 9.14.. =>FAKR.:

Fakr, Arapça, fâkirlik, yoksulluk, ihtiyaçlılık gibi mânâları ifâde eder. Varlıktan kurtulup, ALLAH'da fâni olmaktır. Fakr, şerefli bir makamdır. Mutasavvıflara, fukara adı verilir. Zirâ onlar, mülklerden kendilerini boşaltmışlar, yâni içlerinde mal-mülk sevgisi bırakmamışlardır. Fakrın hakikati, kulun ALLAH'tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamasıdır. Fakrın şekli, bütün sebeblerden uzaklaşmaktır. Fâkirlerin en belirgin özelliği şudur.: Onlar yoklukta feryâd etmez, sızlanmaz, sükûnetlerini korurlar, ellerine birşey geçince de, onu başkasına verirler, başkalarını kendi nefislerine tercih ederler. Cüneyd-i Bağdadî, fâkirler Hakkında şunları söyler: "Bir fâkire rastladığında, onunla söze, ilimle değil rıfk ile başla (yâni önce tanış, arada sevgi hâsıl olsun, ondan sonra ilim ile resmiyetle konuş!." Zirâ ilmin resmiyeti onu korkutur, rıfk ısındırır. Fakra ıstilâh olarak yüklenen genel mânâ şudur.: Fakr, bizim bilegeldiğimiz yoksulluk değildir. Bu manevî ihtiyaçlılık hâlidir. Nazarî olan mevhum varlığını terkeden (Ef'âl, Sıfat ve Zâtını) HAKk'ta fânî kılan kimse, hakikî fakra ulaşmış kişidir. Böyle birinin ne kadar malı olursa olsun, hiç birine gönül bağlamaz. Böyle birinin malı cebindedir, gönlünde değildir. Yine buradaki kişiler, malın kölesi değiller bilakis mal onların kölesidir. Bu mânâda, en zengin İnsÂNlardan sayılan Hz. Süleymân aleyhisselâm, onca mal ve servetine rağmen fâkirdir.” (EC)


Resim

Resim 9.14.. =>FENÂ.:

Resim FENÂ Fİ'LLAH.: Arapça, ALLAH'da fâni olmak demektir. Kulun zât ve sıfatının, ALLAH'ın Zât ve Sıfatında fâni olmasıdır. Dünyâ ilgilerini tam anlamıyla ortadan kaldırarak, ALLAH'a yönelmek demektir. Bu yönelişte istiğrak hâli meydana gelir. Sûfi bu makama ulaşmak için, her şeyi terkeder. Tıpkı bir ölünün dünyâyı terkedişi gibi. işte buna "ÖLmeden ÖNce ÖLmek" denir. Ölen kişi nasıl ALLAH'a rücû’ ederse, bu makama gelen kişi de ALLAH'a vâsıl olmuş, O'na rücû’ etmiştir. Hz. Peygamber aleyhisselâm bu konuda.: "Yaşayan ölü görmek isteyen, Hz. Ebû Bekr'e
Baksın!."
demiştir. Gerçekten bütün varlığını ALLAH YoLunda sarfetmekte tereddüd göstermeyen Hz. Ebû Bekir,
ölmeden önce ölmenin sırrına ermiş bir Sahabî-i Celîl idi.

Resim FENÂ Fİ'Ş-ŞEYH.: Arapça, şeyhte fâni olmak demektir. Müride göre şeyhi, gözü önünde görmekte olduğu en olgun müslümân tipidir. Mürid onun bütün söz ve hareketlerini taklid edip kendini ona benzetmeye çalışarak, onun şeklinden hareketle, sâhib olduğu mânâya ulaşır. Buna, sûretten sîrete intikâl de denir.

Resim FENÂ Fİ'L-PÎR.: Pîr; Farsça ihtiyar, şeyh gibi mânâları ihtiva etmekle birlikte, bu terim, şeyhte fâni olmak anlamına gelir. Bütün varlığını şeyhin manevî varlığında eritmek, “fenâ fi'l-pîr” diye tâbir olunan bir haldir.
Müridin bağlı olduğu tarikatın ilk Efendisi, Rasûlullah'ın YoLu’ndan giderek, kendini O'na benzetmeye çalışan Kâmil bir Mü'min tipidir. Mürid, bu örnekliği nedeniyle onu taklid ederek, kendisini sûreten ve sîreten ona benzetmeye çalışır. Hedef müridin aynı olgunluğa ermesidir.

Resim FENÂ Fİ'R-RASÛL.: Arapça, Rasûlullah'da fâni olmak. Müridin bütün varlığını Rasûlullah aleyhisselâm'ın şahsiyetinde yok etmesi mânâsına gelir. Mertebe olarak Fenâ fi'l-Pîr (Fenâ fi'ş-Şeyh)'den sonra, Fenâ Fillah'dan önce gelir. Hz. Peygamber aleyhisselâm’ı tam olarak taklid ve O'na uymakla, bu hal teşekkül eder.

Resim FENÂ Fİ'Ş-ŞUHÛD.: Arapça şuhûd'da fâni olmak demektir. Sûfinin ALLAH'dan başka bir şey görmemesi.
Buna Vahdet-i Şuhûd mertebesi denir. Bu, "lâ mevcûda illALLAH" Sırrı olarak da kabul edilir.

Resim FENÂ Fİ'L-VUCÛD.: Varlıkta fenâ olmak anlamında Arapça bir ifâde. Fenâ derecelerinden birisi de, her şeyde ALLAH'ı görmek ve bilmektir ki, bu hale zevkle ulaşılır. Bu hali elde edenler "la mevcûde illALLAH" derler.” (EC)

Resim

Dost Emin der =>Zikrullaha devâm et,
Varlık BİRdir =>gayrı yoktur fikir et,
Ölmeden öl =>benliğini sen terk et,
FENÂFİLLAH” OLdun ise bayram et!.
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

Resim 9.16.. =>FEYZ-i AKDES - FEYZ-i MUKADDES.:


“FEYZ-İ AKDES.: Arapça, en kudsal feyz demektir. Feyz-i Akdes; önce ilim, sonra, ayn mertebesinde, nesneler ve yeteneklerinin var olmasını gerekli kılan zâtî-hubbî tecellîdir. Bu, İlâhî İlimde subûtü vâcib olan tecellîdir.

FEYZ-İ MUKADDES.: Ayân-ı sâbitenin yeteneklerine göre hariçte ortaya çıkışına "feyz-i mukaddes" denir.
Yâni sâbit ayn'ların İlâhî İlimle sübût bulması "feyz-i akdes" sonucu iken, yine onun hariçte sûrî (şeklî) olan mümkinattaki ortaya çıkışı "feyz-i mukaddes" neticesinde olmaktadır. Bu durumda mevcûd (varolan) mümkinler ile sâbit aynlar aynı şeyler değildir. Mevcûd (var olan) mümkinler yâni şu dış âlemde var olan nesneler, sâbit aynların, "feyz-i mukaddes" vasıtasıyla gözle görülür alanda ortaya çıkan sûret (şekil) leridir. Feyz-i mukaddes, feyz-i akdes üzerinde tertib olunmuştur. Feyz-i akdes ile âyân-ı sâbite ve onlardaki aslî
istîdât (yetenek) ler, ilimde meydana gelir; feyz-i mukaddesle o ayan, levâzım ve tevâbiiyle dış âlemde husul bulur.” (EC)


Resim 9.17.. =>HALVET.:

“Halvet Arapça, yalnız kalıp, tenha bir köşeye çekilmek” demektir. Tasavufta ise, zihinsel konsântrasyonu ve bazı özel zikirlerle riyazetleri gerçekleştirmek üzere, şeyhin müridini, karanlık, dış dünyâdan soyutlanmış bir yere, belirli bir süre için koyması. ALLAH ile gizlice konuşmak, kalbi yanlış inançlardan ve kötü huylardan temizlemek, kurtarmak da halvet olarak değerlendirilir. Kâşânî, bu anlamda kulun, kendini bütün varlığıyla ALLAH'a verip, O'ndan gayri her şeyden uzaklaştığını ifâde eder.
Halvet; Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın vahy gelmeden önce Hira'da uzlete çekilme uygulamasından doğmuştur. Hz.
Musa'nın, Tûr'daki kırk günlük, ALLAH ile olan özel görüşmesinden esinlenilerek, halvet genelde kırk güne hasredilmiştir. Bu kırk güne bağlı kalınarak, halvet'e erbain ve çile de denmiştir. Ancak halvetin ana espirisi; düşünceyi ALLAH'tan gayri herşeyden uzak tutmaktır. Nûr Sûresindeki "ticaretin ve alışverişin, ALLAH'ı hatırlamaktan alıkoymadığı kişiler" (Nûr/37) âyeti ile bu hususa işâret olunur..

Hedef; zihnin ALLAH dışındaki her şeyden sıyrılması, zihnî saflığın elde edilmesidir. Bu durum, halvette sürdürülür. Her yerde ALLAH ile beraber olma bilinci, tasavvufta bu şekilde oluşturulmaya çalışılır. Ancak, halvet bu konuda yegâne metot değildir, bu iş için başka usuller de vardır.

HALVET DER-ENCÜMEN.: Farsça, toplum içinde yalnızlık mânâsına gelir. Nakşî ıstilâhı olarak, toplulukta ALLAH ile yalnız kalabilme san'atını ifâde eder. Nûr Sûresindeki "ticaret ve alışverişin ALLAH'ı hatırlatmaktan alıkoymadığı kişiler" (Nûr/37) espirisi, bu prensiple terimlendirilmiştir. Nakşîlikte sohbet esastır. Yâni, tek başına halvete çekilmek yerine, toplulukta halvet temel alınır. Nakşîlik, bu yönü ile pasivist olmaktan uzaktır.” (EC)


Resim
BEN SANIRDIM..

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı.

Cümle eşyâda görürdüm hâr var gülzâr yok,
Hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı..

Gece gündüz zâr u efgân eyleyüb inlerdi dil,
Bilmezem n’oldu kesildi âh ile zâr kalmadı..

Gitti kesret, geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep HAKk oldu cümle âlem çarşı pâzar kalmadı..

Dîn diyânet âdet ü şöhret kamu vardı yele,
Ey Niyâzî n’oldu sende kayd-ı dindâr kalmadı..


Resim 9.18.. =>HİCÂB.:

“Hicâb, Arapça, perde, engel” demektir, istenen ile isteyen arasına giren engele hicâb denir. İnsÂN, hicâbla, ALLAH'a yakınlıktan perdelenir. Bu, ya nurânî (aydınlık), ya da zulmânî (karanlık) olur. Nurânî olan rûhun nuru iken, zulmânî de, cismin zulmeti (karanlığı)dir. Nefs, akıl, sır, rûh, hafi gibi müdriklerin her birinin, kendine göre hicâbı vardır. Nefsin perdeleri, şehvetler, lezzet ve lehviyyat; kalbin hicâbı, Hak'dan gayrisini düşünmek; aklın hicâbı, makûl mânâlara saplanıp kalmak; hafi'nin hicâbı azamet ve kibriya'dır. Vâsıl kişi
(olgun İnsÂN)'nin, bunlara iltifatı yoktur.
Kettanî, “sevâbı görmek de hicâbı görmek de: bir tür hicâbtır” der.
Sevâb görmek, kulun yaptığı ibâdetine karşılık beklemesi şeklinde açıklanır. Kalbe yerleşen ve orada hakikatlerin tecellîsine engel olan sûretlere, maddî izlere de, hicâb denir.” (EC)



Resim
HİCÂB..

Ne dersin ey Sevgili kalmasın hicâbımız,
Yüz yüze görüşelim olmasın aracımız,
Ne varsa aramızda kalksın ayrı gayrımız,
Ne dersin ey Sevgili kalmasın hicâbımız..

Ben Sen’leyim burada Sen’i göremiyorum,
Yıkamışlar beynimi Sen’i bilemiyorum,
Yanlış yerde arıyor Sen’i bulamıyorum,
Ne dersin ey Sevgili kalmasın hicâbımız..

Hȃlbuki buradasın kalbimin içindesin,
Sen’le birlik olmuşum birlikte benimlesin,
İstediğin şekilde değişen biçimdesin,
Ne dersin ey Sevgili kalmasın hicâbımız..

Her hareket ZÂT’dandır görünen Sıfatındır,
Maddî gözle bakar da İnsÂNoğlu aldanır,
Her şeyin temelinde BİR şey olan HAKk vardır,
Ne dersin ey Sevgili kalmasın hicâbımız..

Perdeyi açtım bugün kabuğumdan sıyrıldım,
Ne SEN kaldı ne de ben zȃhir bȃtın TEK oldum,
Arıyorken ben SEN’i kendimde SEN’i buldum
Ne dersin ey Sevgili kalmasın hicâbımız..

Dost Emin’im iyi bak nerede CÂNÂNımız,
CÂNÂN diye bildiğin oymuş bizim CÂNımız,
Zevk içinde izle sen burada yansımayız,
Ne dersin ey Sevgili kalmasın hicâbımız..


Resim 9.19.. =>İBNÜ'L-VAKT.:

Arapça, “Vaktin Oğlu” demektir. Tasavvufta geçmiş ve gelecek endişesinden kurtulmuş, şimdiki ânı yaşayan sufî'ye “İbnu'l-Vakt” denir. (EC)
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

Resim 9.20.. =>İLM-i LEDÜNN.:

ALLAH tarafından öğretilen ilim. Şer'î ve zâhirî ilimler, melek ve Resûl aracılığı ile gelir, ilham ise direkt HAKk'tan gelir. Bu sebeble, ilhama, “ilm-i ledünn” denmiştir. Hz. Mûsâ'nın Hz. Hızır'dan bu ilmi öğrenmek istemesi, Kehf Suresi'nin 60-82. âyetlerinde ayrıntılı olarak anlatılır. Zâhirî ilim konuşarak, kitab, kalem, defterle tahsil edilmesine rağmen bu âyetlere göre ilm-i ledünn, susarak ve yaşamakla (kal ile değil hâl ile) öğrenilir.” (EC)


Resim 9.21.. =>KABZ-BAST.:

KABZ.: Arapça, tutmayı ifâde eden bir kelimedir. Daralma, kapanma gibi mânâları da vardır. Bu terim, bast ile birlikte kullanılır. Bu durumda kabz ve bast, sâlikte bulunan iki zıt hali anlatır. Biri emîn olunan şeyden korkmak, diğeri de korkulan şeyden feraha çıkmak ve ondan emîn olmak anlamlarını ihtiva eder. Kabz kelimesi Kur’ÂN-ı Kerim'de çeşitli yerlerde geçer.
Sûfiler kabz ile korkuyu, bast ile de ümidi kasdederler. ALLAH'ın tehdidinden korkan sûfî, kabz hâlinde olur. ALLAH'ın müjdesi ile sufî, bast durumuna geçer. Sûfilerden bazıları, ALLAH cemȃl sıfatı ile tecellî ettiğinde kulu bast, celâl ile tecellî ettiğinde kabz halindedir, diye yorum yapmışlardır. ALLAH, kabz halinde; kulunu, yeme, içme, konuşmadan alıkorken, bast halinde; yeme, içme ve konuşmaya sevkeder. Ebu'l-Hasen eş-Şazilî'ye göre bast, nur içinde nur, kabz nur altında zulmettir. Havf(korku) ve recâ(umut) ile kabz ve bast arasındaki fark şudur: Havf ve Recâ, iyi olsun, kötü olsun, istikbâlde vuku’u düşünülen bir şeye aittir. Kabz ve Bast ise, geleceğe değil içinde bulunduğumuz zaman (hȃl)'e aittir.

BAST.: Arapça, tutukluk (kabz) halinin zıddı olan zihnî açıklık, kalbî ricâ, niyâz, yalvarma hali. Bast, hal olarak, kabul, lütuf, rahmet ve ünse işârettir. Recâ'nın zıddı Havf olduğu gibi, bunun zıddı da, Kabz'dır. Sûfî, Bast halinde her şeyi kuşatır ve herşeyde tesir ederken, hiçbir şey ona te’sir edemez. sufî önce, kabz'a, sonra bast'a maruz kalır. İleri makamlarda sûfîde Kabz ve Bast kalmaz, zirâ bu ikisi mevcûdda (kendisinde varlık bulunanda) oluşur. Nefsinden fânî olmuş, HAKk'ın Sıfatlarında süreklilik kazanmış kişilerde, Kabz ve Bast olayı vuku’ bulmaz. İbn Arabî bast'ı, sufînin eşyâyı kuşattığı, eşyânın sufîyi kuşatamadığı bir hal olarak görür. Bu durumda olan sûfîye, ALLAH, mahlûkla beraber iken bir genişlik (Bast) verirken, içten kendisine ulaşmaya, yönelmeye bir Kabz (tutukluk) ihsân eder. Bu durum mahlûkât için bir Rahmettir.(EC)


Resim 9.22.. =>KEŞF.:

Keşf, Arapça, açığa çıkarma, örtülü olanı açma, sezme, tahmin etme gibi anlamları olan bir kelime. Keşf bir şeyi örten perdenin kalkması anlamındadır. Mükaşefe, hakikatleri görmek anlamında maddî değil, manevî gözle olur. Basar gözü ile basiret gözü, aynı anlamda değildir. İlkiyle madde, ikincisiyle mânâ görülür. Kitab ve sünnetle çelişmeyen keşf, haktır. Gerçek mürid, Keşf peşinde değil Kur’ÂN ve Sünnet peşinde koşar. Sûfilere göre, Kitab ve Sünnete uymayan Keşifle amel edilmez. Keşf çeşitleri şu şekilde ele alınabilir.:
1. Keşf-i Manevî.: Riyâzet ve tasfiye sonucu, gaybı örten perdenin kalkıp, bilgilerin elde edilmesini sağlayan Keşif.
2. Keşf-i Hissî.: Aklî bilgiler ile değil de, bizzât görme ile olan keşiflere, Keşf-i Hissî denir. Bunun için Keşf-i İyanî tâbirî de kullanılır.
Başkalarının tefekkür Dünyâsında gezen fikirleri sezme olayına keşf-i zamair, kâbirde olanın hâlini sezmeye de Keşf-i Ahval-i Kubur denir. Bir de, rüyâ türünden hayal ürünü olarak ortaya çıkan ve tâbiri gereken keşif vardır ki, buna Keşf-i Muhayyel denir.

MÜKȂŞEFE.: Arapça, ortaya çıkarmak demektir. Tasavvufta Velîlerin kalblerindeki gaybî işlerin ortaya çıkması, bir hususun keşif yoluyla bilinmesi gibi anlamlara gelir. Muhyiddin İbn Arabî.: “Mükȃşefenin konusu, mânâlar, yâni gözle görünmeyen şeyler iken; müşâhedeninki gözle görünen şeylerdir.” der. Akıl ve Duyu Organlarıyla elde edilemeyen bilgiler, keşf yoluyla bilinir. Bu bilim, satırlarda değil, sadırlarda yazılıdır. Okulda öğrenilmez, yaşayarak öğrenilir. Kitablarda yazılmayışı, herkesin anlamasına kapalı olduğu içindir. Bu yüzden yanlış anlaşılabilir, okuyanı, anlamadığı için inkȃra götürür. Mükaşefe Makamı, müzâkereden sonra gelir. Elde etmek için, yorucu mücâhedelere ihtiyaç vardır.. (EC)
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim

Resim 9.23.. =>MA'RİFET.:

“Arapça'da bilgi anlamına bir söz. Tasavvufta, dört kapı da denilen dört mertebe vardır: 1-Şeriat, 2-Tarikat, 3- Hakikat, 4- Ma'rifet.
Şeriat olmadan Tarikat, Hakikat ve Ma'rifet olmaz, her şeyin başı, şeriatı yâni islâm dinini iyi yaşamaktan geçer, islâm'ı yaşama ve anlamada, takvâ boyutunda olmak üzere derinleşme sonucu, bu mertebeler teşekkül etmiştir. Bu durumda, herkesin normal gündelik kurallara uyarak yaşadığı islâm'a şeriat; dinde biraz takvâ cihetine ağırlık verenlerin yaşadığı ve ulaştığı inceliğe tarikat; takvâ ve verâda titizlikle varılan sonuca, hakikat; ve nihâyet bu yaşamanın, mânâ açısından kişide ifâde ettiği bilgi planındaki sonuca ma'rifet denir ki, meydana gelişi, yaşamakla sıkı sıkıya irtibâtlıdır. Bunlardan ilki avama, ikincisi havassa aittirdirler.
Hacı Şa'ban Velî bu dört mertebeyi şöyle anlatır.:
Şeriat beden için,
Tarikat kalb için,
Hakikat rûh için,
Ma'rifet HAKk içindir..
Mârifetin, sırra ait olduğunu söyleyenler de vardır, ilim ile ma'rifet bir imiş gibi gözükmesine rağmen, aralarında ince bir fark vardır.:
İlmin zıddı cehil iken, ma'rifetin zıddı, inkȃrdır. İlim kesbî iken, ma'rifet vehbîdir.

Hafnî de, bu konuyu şu şekilde açıklar.:
Kul, ALLAH'ı sıfat ve isimleri ile bilir, ALLAH'la arasındaki kulluk muamelesinde ciddi, samimî ve doğru olur, sonra kötü ahlâkını düzeltme yoluna gider. HAKk'ın kapısından sürekli olarak ayrılmaz, yâni kalbi ile sürekli itikâf halindedir (yâni ihsânı yaşar).
Sonra kendisine hatıralar gelir, sürekli içten ALLAH ile münâcât (söyleşi, yalvarı) halinde olur. ALLAH tarafından kalbine gelen sırlardan bahseder, işte bu durumda olan kişiye Ârif ve bu kişinin bilgisine de Ma'rifet denir.
Nefsinin kötülüklerinden ne denli uzak olursa, RABB’i Hakkındaki ma'rifeti, o denli artar. Bir kimsede ma'rifetin meydana geldiğinin belirtisi, o kişide ALLAH'dan heybetin zühûr etmesidir. Ma'rifeti fazla olanın, heybeti fazla olur. Bazıları da
ma'rifeti fazla olanın sekîneti fazla olur, demiştir.” (EC)

Resim

Sen TEVHİDe girer isen hakikate erdin bil,
İrfân ile ârif olup Mârifeti buldun bil!.


MÂRİFET..

ALLAH ALLAH deyince neler olmaz ȃlemde,
Olmaz olmaz ȃlemde Yaratan “Ol!” deyince,
Sen kalbden isteyince açılır nice perde,
Devâ olur her derde Rahmân rahmet edince..

Ne dert kalır ne tasa ALLAH’ı Dost bilince,
Yer yoktur hiçbir şansa hikmet O’ndan deyince,
Deme olsa olmasa şükret O’ndan gelince,
Düşme yeise yasa ALLAH’a güvenince..

Dert kalmazmış ȃlemde fâili HAKk bilince,
Kötü de yok iyi de Sıfat HAKkın deyince,
Sen de gel gir TEVHİDe mevcûdu HAKk görünce,
Dost Eminim var olur Mârifete erince..


Resim

Resim 9.24.. =>MASİVÂ.:

“Arapça istisnâ edatı olan “sivâ”, “mâ” mevsûlü ile birleşince başkası anlamına gelir. Tasavvufta ALLAH'ın dışındaki her şey mâsivâdır. Bütün yaratılanları içine alan bir sınırı vardır.
Tasavvufta, gönülde ALLAH'dan başka neyin sevgisi varsa, onun sevgilisi, hattâ ilâhı odur. Bu yüzden, kalbden mâsivâ putunun değiştirilmesi, sevginin, hep ALLAH üzerinde yoğunlaşması büyük önem arzeder. "Ey Muhammed (s.) nefsinin, hevâsını ilâh edineni görmedin mi?"


أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلًا
“E raeyte menittehaze ilâhehu hevâh (hevâhu), e fe ente tekûnu aleyhi vekîlâ (vekîlen).: Hevâsını ilâh edinen kişiyi gördün mü? Yoksa sen mi ona vekîl olacaksın?” (Furkân 25/43)

أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَن يَهْدِيهِ مِن بَعْدِ اللَّهِ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
“E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh (gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh (ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn (tezekkerûne).: Hevâsını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve ALLAH, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda ALLAH'tan sonra onu kim hidâyete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?” (Câsiye 45/23) .” (EC)

Resim

Çok da dalma kesrete ki, boşa geçer zamanın,
Vahdeti gör, boş geçmesin, tatlı geçsin hayatın,
Silkin hemen mâsivâdan adını an SULTÂN’ın,
TEVHİD eyle mahlȗkatı gör didarın MEVLÂnın..

Dost Emîn der kendini bil, değer verme mȃsivâya,
Perdeleri kaldır da gör ereceksin hakikata,
Hayat nedir bu telâş ne dünyâ için etme tasa,
HAKka kul ol huzura er düşme dünyâ telâşına..

Resim MȂSİVÂ..

Tek SEN varsın ȃlemde mȃsivâ yok SEN varsın,
Fâil SEN’sin fiilde mȃsivâ yok SEN varsın,
Sıfatta mevsuf SEN’sin mȃsivâ yok SEN varsın,
Tek SEN varsın ȃlemde mȃsivâ yok SEN varsın..

Fiilde fâil SEN’sin her işi SEN yaparsın,
Sonsuz esmâ görünür bilinen müsemmâsın,
Canlı cansız mahlȗkta her an ayrı ŞA’Ndasın,
Lȃ fâile illALLAH mȃsivâ yok SEN varsın..

Başka yoktur ȃlemde mevsuf SEN’sin SEN varsın,
Hayat, İlim, İrade, Kudret SEN’sin SEN varsın,
Semi, Basar, sıfatın kevni kelâm SEN varsın,
Görünen görünmeyen mȃsivâ yok SEN varsın..

Dost Emin SEN’den gelir mahlȗkat yok SEN varsın,
Varlık SEN’i gösterir ezel, ebed SEN varsın,
Eşyâ göze perdedir içte dışta SEN varsın,
Ârif olanlar bilir mȃsivâ yok SEN varsın..
Resim
Kullanıcı avatarı
dostemin
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 525
Kayıt: 19 May 2007, 02:00

Re: VARLIK

Mesaj gönderen dostemin »

Resim 9.25.. =>MURAKÂBE.:

“Arapça gözetlemek, korumak, kontrol etmek demektir. ALLAH'ı kalb ile düşünmek. ALLAH'ın, her zaman, her yerde hâzır ve nazır olup kendini görüp, işittiğini bilinç olarak yaşamak. Tasavvuf okullarında murakâbe, bir ders olup, gece yarısı dizüstü oturularak, vücûdun hiçbir uzvunu kımıldatmadan, gözleri yummak sûretiyle yapılır. Sâdece ALLAH düşünülür, 15 dakikadan 3 saate kadar bu durumda devâm edilir. Bu durumda, dervişe manevî âlemden çeşitli feyzler gelir. Bir kanaate göre, murakâbenin hakikati, ALLAH'ı görür gibi ibâdet etmektir. Avammın murakâbesi, ALLAH'tan korkmak (havf) iken, havassınki ALLAH'tan ümit etmektir (recâ). ibn Atâ'ya en faziletli taâtın ne olduğu sorulunca.: "Her zaman HAKk'a murakâbeye devâm etmektir" karşılığını vermiştir. Yine murakâbenin alametinin, ALLAH'ın tercih ettiğini tercih etmek, O'nun yücelttiğini yüceltmek, küçülttüğünü küçültmek olduğu, kaydedilir. Gizli ve açıkta ALLAH için ihlaslı olmak da, havassın murakâbesi sayılmıştır.
MURAKÂBEYE VARMAK.: Gözleri yumup ALLAH'a teveccüh etmek ve bu durumda zikir ile meşgul olmaya, murakâbeye varmak, denir .” (EC)


Resim 9.26.. =>MÜRİD.:

“Arapça, isteyen demektir. ALLAH'a vuslâtı arzu eden, bir başka deyişle, ALLAH'ın ahlakıyla ahlâklanmak isteyen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir şeyhe (veya mürşide) bağlanan (öğrenci olarak kaydını yaptıran, bey'at eden) kişiye mürid denir. Tasavvufî anlamdaki olgunlaşmada 4 merhale vardır. 1-Talib, 2- Mürid, 3-Mutasavvıf, 4- Sûfi. Mürid, bir tekamülî oluşumda ikinci sırayı işgal etmektedir. Son sırada bulunan sûfiye, vâsıl denir. Müridi üç gruba ayırırlar:
1- Mutlak mürid: Şeyhine "niçin?" sorusu sorarak dili ve kalbiyle itirazda bulunmayan, şeyhinin sözlerine karşı delil istemeyen müride, mutlak mürid denir.
2- Mücâz mürîd: iç ve dişâ ait her hususta şeyhinin rey ve iradesi altında bulunan dervişe denir.
3- Mürted mürid: Şeyhine emrettiği, yasakladığı konularda karşı çıkan müriddir ki, zamanımızda bu türden olanlar çoktur. İlk iki grub makbuldür. Müridin herşeyden önce şeriate sımsıkı yapışması (takvâ), edeb ve sıdk (doğruluk) üzere olması gerekir.
Kendi isteğini şeyhinin isteğinde eriten, fanî kılan kişiye, mürid denir ki, bu eğitim, kulu ALLAH'ın iradesine teslim olmaya götürür.” (EC)


Resim 9.27.. =>MÜRŞİD.:

“Arapça, doğru yolu gösteren, uyaran, irşad eden demektir. Gerçek mürşid Hz. Muhammed (aleyhisselâm)'dir. Diğer mürşidler, O'nun manevî mirasını elde etmeğe muvaffak olmuş kişilerdir. Cürcânî, mürşidi, doğru yolu gösteren, sapıklıktan önce Hak yola ileten kişi, olarak tanımlar. Tasavvufî terim olarak, tarikat lideri anlamına da gelir. Aynı anlamda olmak üzere postnişin, şeyh, seccâdenişin, ifâdeleri de kullanılır.
Mürşid olan kişinin, ALLAH'ın ahlâkını tahakkuk ettirmiş olması, yâni, en azından fenâ makamına ulaşması şarttır.
Her mürşid, kâmil olmayabilir. Bu yüzden mürşidin kâmil olmayanları da bulunabilir.
Mürşidin en makbulü, hem "kâmil" (kendi olgun), hem de mükemmil (başkasını olgunlaştıran) olanıdır.” (EC)


Resim

Resim 9.28.. =>NEFS.:

“Arapça bir kelime olup çok sayıda mânâları ihtiva eder: Rûh, akıl, İnsÂNın bedeni, cesed, kan, azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir şeyin cevheri, hamîyyet, işkence, ukubet, arzu, murad. Tasavvufî olarak Kâşânî'nin ifâde ettiği gibi, kendisinde iradî hareket, his, ve hayat kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir.
Kötülüğü emreden mânâsında anlaşıldığı gibi, ALLAH tarafından İnsÂNa üflenen ve rûh-i Rahmânî, ilâhî ben mânâsına da kullanılmıştır. Hakîm Tirmizî bunu şöyle tanımlar: O, hayvanî rûhdur, kalb (nefs-i natıka) ile beden arasında vâsıtadır.
Türkçemizde bu kelime çeşitli şekillerde kullanılmıştır.:
Nefsine hâkim olmak.: Arzu ve isteklerine veya öfkesine hakim olmak, sabretmek demektir.
Nefisle mücâdele, dünyevî muharebeden güçtür: Burada, Tebûk seferinden dönen Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın
"Küçük cihaddan, büyük cihada (Ramazan ayındaki oruç) döndük" sözlerine telmih vardır. İnsÂNın nefsini terbiye etmesinin, kontrol altında tutmasının zor olduğuna, bu söz ile işâret edilir.
Nefsini bilen RABB’ini bilir: Bu sözün, hadis olması hususu tartışmalıdır. Ancak sûfîler, bu ifâdeyi sık sık kullanırlar. İnsÂNın, kendisi üzerinde düşünmesini tavsiye eden çeşitli âyetler vardır. Bu, âyetler, âfâk denilen dış dünyâ Hakkında düşünerek HAKk'a ulaşmanın mümkün olduğunu gösterdiği gibi, enfüs denilen iç dünyâ üzerinde de düşünerek aynı sonuca varılabileceğini gösterir. Gölpınarlı bu ifâdeyi, şu şekilde açıklamıştır:
"Nefsini bilen, yâni, kendisini acz ile, noksanlıkla, bilgisizlikle, yoklukla bilen, RABB’isini bilir, yâni RABB’isini kudretiyle, yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir".” (EC)


NEFSin MERTEBELERİ.:

1-) NEFS-i Emmâre.:
Devâmlı kötü işler emreden nefis demektir. Bu nefsin sıfatı, hep kötü işleri istemektir. Kötü işleri güzel görür, kalbi devâmlı o tarafa çeker. Âhiret derdi, ölüm düşüncesi, hesap sorgusu, azap kaygısı yoktur. Sâdece keyfini, şehvetini, rahatını düşünür. Buna ulaşmak için helâl haram diye sınır taşımaz. Her yolu kullanmak ister.

Kur’ÂN-ı Kerimde (Hiç şüphesiz nefis devâmlı kötülüğü emreder. RABB’imin acıyıp korudukları müstesnâ) Yûsuf 12/53 âyeti bu sıfattaki nefsi tanıtmaktadır.:

وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Ve mâ uberriu nefsî, inne’n- nefse le emmâretun bi’s- sûı illâ mâ rahime RABBî, inne RABBî gafûrun rahîm (rahîmun).: Ve ben, nefsimi ibrâ edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. RABBimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki RABBim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm'dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).” (Yûsuf 12/53)

2-) NEFS-i Levvâme.:
Kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan nefis demektir. Tövbe ve terbiye ile bir derece uyanan nefis, bu merhalede kendi işlediği kötülükleri önce zevk alıp yapsada peşinden pişman olur, kendisini kınar yapmamak için karar verir. Ancak günah önüne gelince duramaz, yine içine düşer. Sonra pişman olur. İyilik ile kötülük arasında bocalar durur.
Eğer nefs, ilâhî rahmet ve mânevî bir feyiz ile desteklenirse bu halden kurtulur.

Kur’ÂN-ı Hakimde: (Kıyamet gününde ve devâmlı kendini kınayan nefse yemîn ederim ki) Kıyame 75/1-2 âyeti bu sıfattaki nefse işârettir.

لَا أُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ
وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
“Lâ uksimu bi yevmil kıyâmeh (kıyâmeti). Ve lâ uksimu bin nefsil levvâmeh (levvâmeti).: Hayır, kıyâmet gününe yemin ederim. Ve hayır, levvâme (kınayan) nefse yemin ederim.” (Kıyame 75/1-2)

3-) NEFS-i Mülhime.:
İlham, feyiz ve keşfe ulaşan ve hayırda kalbe yoldaş olan nefis demektir.
Nefsi tövbe ve günahların ağırlığından ve şehvet batağından kurtulup itaate yönelirse, ilham ve feyz almaya kabiliyet kazanır. Artık, haramdan kaçar, hayra koşar. İbâdet ve zikirden lezzet alır. Kalbinde İlâhî AŞk ateşi parlamaya başlar. Bu nur ile iyi ve kötüyü seçer.
Ancak şeytân bu kimsenin de kalbine girmeye yol arar. Peşini bırakmaz. Onu günah ile kandıramazsa, ibâdetleri için kandırmaya çalışır. Ona (İnsÂNlar helâkte ama sen kurtuldun) der. Haktan koparmaya uğraşır. Bu yoldaki hak yolcusu mânevî terbiye altına girerse tehlikeden kurtulur. Yoksa gizli yollarla tehlikeli hallere düşme ihtimali mevcûddur.

4-) NEFS-i Mutmainne.:
Huzur bulmuş, sakin olmuş, rahatlamış, ıstırabı dinmiş, şek ve şüphesi gitmiş nefis demektir. Bu mertebe yüce ALLAHa dostluk yâni velâyet mertebesidir. Bu merhalde nefis, kalble birlikte bütün ilâhî emirlere sevgiyle uyar. Şek ve şüphesi kalmaz ıstıraptan kurtulur. Mânevî tecellîlere ulaşır; feyizlenir, tatlanır, artık her işte cenâbı HAKkın rızasını hedef alır. Ona teslim olur. İtaati süreklidir.

Kur’ÂN-ı Hakimde:
(Ey mutmain olmuş ALLAH ile huzur ve sukuna ulaşmış nefs. Sen ondan razı, O da senden razı olarak RABB’ine dön. Gir Salih kullarımın arasına; gir CeNNetime.) Fecr 89/27 âyetiyle anlatılan nefis, ALLAH AŞkı ve zikri ile mutmain olmuş nefistir.

يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
“Yâ eyyetuhen nefsu'l- mutmainneh (mutmainnetu).: Ey mutmain olan (tatmin bulmuş) nefs!” (Fecr 89/27)

5-) NEFS-i Radiye.:
ALLAHtan razı olan, Ondan gayri her şeyi gözünden silip atan ve sâdece RABB’ine nazar eden nefis demektir. Bu sıfata ulaşan nefis, kendi iradesini yüce ALLAHın iradesine teslim eder. Onun için sever, Onun için kızar; onun için yaşar. Acı tatlı her şeyde ilâhî rızayı arar, edebi korur. Herkese rahmet olur, kimseye sıkıntı vermez. Bütün İnsÂNlara şefkat gözüyle bakar.

6-) NEFS-i Merdıyye.:
Yüce ALLAHın kendisinden razı olduğu nefistir. Bu nefis sâhibi öyle terbiye olmuştur ki, ne yapsa ALLAH rızasına uygun olur. Günahları unutur; İlâhî AŞk denizinde yüzer; her şeyi ile ȃleme rahmet olur. Ona keşif ve keramet olarak ne verilirse, o ALLAH rızasında başka bir şeye iltifat etmez. Bu makam büyük Velîlerin, âriflerin, kâmil İnsÂNların makamıdır.

7-) NEFS-i Kȃmile.:
Kȃmil, olgun, tertemiz, safi nefis demektir. Bu makamdaki nefs sâhibler ALLAHu Tealânın en seçkin ve en has kullarıdır. Onlar İlâhî AŞkı ve edebi en üst düzeyde temsil eden kutup İnsÂNlardır. Onlar ALLAHın yer yüzündeki delili ve peygamber varisidirler. Halkı irşad ile görevlidirler. Bütün güzel ahlakları bünyelerinde toplamışlardır. Gavs, Kutup diye anılan zâtlar bu makamdadır.
Bu yola giren ve kâmil İnsÂNı kendisine rehber eden herkes, derece derece nefsini terbiye edip yüce ALLAHa yakın olur. Böylece İnsÂNlığın tadını tadar, ebedî saadeti bulur. Bunun için ne yapılsa ne kadar emek verilse azdır. ( Dr. Dilâver Selvi” )
Resim
Cevapla

“Dost Emin” sayfasına dön