İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Peygamber Efendimizin (sav) mübarek sözleri ve Kudsi Hadisler.
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

ANNE ve BABA..
CeNNete AçıLan Kapıyı İstersen Bırak İstersen Tut!.

Hale ŞAHİN..


ف َن َ أ ِغم َ َ َ ق َال » ر َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ّ ِبى َّ َ ِن الن َ ع ة َ ر ْ ي َ ُر َبِى ه ْ أ َن ع ْ َن ِ َ ق َال » م ُ َول ّٰ الل َس َا ر ْ ي َن ِ َيل م ْ ُف « . ق َن َ أ ِغم َ َّ ر ُم ْ ُف ث َن َ أ ِغم َ َّ ر ُم ث َّ َة « ن َ َ ْد ُخ ِل ْ الج ْ ي َ َلم َ ا ف ْهِ م َلي ِ ْ ك َو َ ا أ ُم َ َده َح ِر أ َ ْ َد ْ ال ِكب ِ ِ عن ه ْ ي َ َو َب َ َك أ ْر َد أ
Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Burnu yere sürtünsün! Burnu yere sürtünsün! Burnu yere sürtünsün!” buyurdu. “Kimin ya Resûlullah?” diye kendisine sorulunca.: ANNE BABAsından birisinin ya da her ikisinin ihtiyarlığında yanlarında bulunup da CeNNete giremeyenin!” buyurdu.
(Müslim, Birr, 9)

ANNE ve BABA… Dünyâya gelişimize vesîle kılınan iki eşsiz İnsÂN. Hz. Âdem ve Hz. Havva’dan beri hayatlarını birleştirip yuva kuran ebeveynler, RABBLerine sorumlulukları gereği o yuvanın sıcaklığında tertemiz yeni nesiller yetiştirmeyi hep borç bilirler. Kendilerine emânet edilen minik canları ALLAH’ın Rızasına uygun yetiştirebilmek için her zorluğa katlanır, her türlü fedâkârlığı göze alırlar. Çocuklarının mutluluklarıyla mutlu olur, hüzünleriyle hüzünlenirler. Evladlarının her ihtiyacında yanlarında olan ANNE BABA, gün gelip ihtiyarladıklarında, kendileri bakıma ve ilgiye muhtaç hale geldiklerinde artık yetişkin bir birey olan evladlarının yanlarında olmasını beklerler. Onların güler yüz ve anlayışlarına her zamankinden çok muhtaçtırlar. Yıllar akıp gittikçe kaçınılması mümkün olmayan, ömrün en düşkün dönemi ihtiyarlık zamanına eriştiklerinde ANNE BABAmızla olan ilişkilerimizin önemi daha da artar.
Sevgili Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün ashabıyla birlikte bulunduğu bir ortamda.: “Burnu yere sürtünsün! Burnu yere sürtünsün! Burnu yere sürtünsün!” buyurur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in sitemle bahsettiği bu kimseyi merak eden ashab.: “Kimin yâ Resûlullah?” diye sormaktan kendini alamaz. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle cevap verir.: ANNE BABAsından birisinin ya da her ikisinin ihtiyarlığında yanlarında bulunup da CeNNete giremeyenin!” (Müslim, Birr, 9)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in İnsÂNın tüylerini ürperten bu sitem dolu ama aynı zamanda ANNE BABAmıza karşı sorumluluğumuzu hatırlatan ifâdeleri, hiçbirimizin kulak ardı edemeyeceği önemli bir ikazdır aslında. Zirâ RABB’imiz’in hoşnutluğu ANNE BABAnın hoşnutluğuna; öfkesi de ANNE BABAnın öfkesine bağlıdır.. (Tirmizî, Birr, 3) Sevgili Peygamberimiz başka bir hadisinde ise.: ANNE BABA, kişinin CeNNete girmesine vesîle olacak en yüce kapılardan birisidir. O kapıyı istersen bırak, istersen tut!” (Tirmizî, Birr, 3) buyurarak ANNE BABAya iyilik etmenin CeNNete ulaştirâcak en kolay yollardan biri olduğuna dikkat çeker. Bu fırsatı kaçırmak da değerlendirmek de İnsÂNın elindedir.
Bizden yalnızca kendisine kulluk etmemizi isteyen RABB’imiz, ANNE BABAmıza iyi davranmamızı da kesin bir şekilde emreder.: “Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘Öf!’ bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kol kanat ger ve ‘RABB’im! Onların beni küçükken (sevgi ve şefkâtle) yetiştirdikleri gibi, sen de onlara merhamet eyle.’ diye DUÂ et.”


وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
Resim---“Ve kadâ rabbuke ellâ ta’budû illâ iyyâhu ve bi’l- vâlideyni ihsânâ (ihsânen), immâ yebluganne indeke’l- kibere ehaduhumâ ev kilâ humâ fe lâ tekul lehumâ uffin ve lâ tenher humâ ve kul lehumâ kavlen kerîmâ (kerîmen).: RABBin, ondan başkasına kul olmamanızı ve ANNE ve BABAya ihsânla davranmanızı kaza etti (takdir etti, hükmetti). Eğer ikisinden birisi veya her ikisi senin yanında yaşlanırlarsa onlara (ikisine).: “Öf!.” deme. Ve onları (ikisini) azarlama ve onlara kerim (güzel, yumuşak) söz söyle!.” (İsrâ 17/23)

وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُل رَّبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِي صَغِيرًا
Resim---“Vahfıd lehumâ cenâhaz zulli mine’r- rahmeti ve kul rabbirhamhumâ kemâ rabbeyânî sagîrâ (sagîren).: Ve onlara (ikisine), merhamet ederek ve tevazu’ ile kanat ger! Ve.: “RABBim, onların beni yetiştirdiği gibi ikisine de merhamet et!” de.” (İsrâ 17/24)

O’nun katında ANNE BABAya yapılan iyilik vaktinde kılınan NAMAZ kadar değerli bir davranış, (Buhârî, Tevhîd, 48) ANNE BABAya isyan etmek ve eziyette bulunmak ise ALLAH’a ortak koşmak kadar büyük bir günâhtır. (Buhârî, Edeb, 6)
ANNE BABAnın yaşlanmasıyla sorumlulukların tersine döndüğü süreçte evladın ebeveynini ihmal etmesi, onlara kötü muamelede bulunması ne ALLAH’ın ne de RASÛLÜ’nün rızasına uygun düşer. Zirâ hiçbir karşılık beklemeden sevmenin, hiçbir çıkar gözetmeden vermenin timsâli olan ANNE ve BABAlar, çocuklarını yetiştirirken onlar farkında olsunlar ya da olmasınlar her türlü sıkıntıya göğüs germişlerdir. Bir ANNEnin sırf yavrusunu karnında taşırken ve Dünyâya getirirken çektiği zahmet.:


وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ إِحْسَانًا حَمَلَتْهُ أُمُّهُ كُرْهًا وَوَضَعَتْهُ كُرْهًا وَحَمْلُهُ وَفِصَالُهُ ثَلَاثُونَ شَهْرًا حَتَّى إِذَا بَلَغَ أَشُدَّهُ وَبَلَغَ أَرْبَعِينَ سَنَةً قَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَى وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضَاهُ وَأَصْلِحْ لِي فِي ذُرِّيَّتِي إِنِّي تُبْتُ إِلَيْكَ وَإِنِّي مِنَ الْمُسْلِمِينَ
Resim---“Ve vassayne’l- insâne bi vâlideyhi ihsânâ (ihsânen), hamelethu ummuhu kurhen ve vadaathu kurhâ (kurhan), ve hamluhu ve fisâluhu selâsûne şehrâ (şehren), hattâ izâ belega eşuddehu ve belega erbaîne seneten kâle rabbi evzı’nî en eşkure ni’metekelletî en’amte aleyye ve alâ vâlideyye ve en a’mele sâlihan terdâhu ve aslıh lî fî zurriyyetî, innî tubtu ileyke ve innî mine’l- muslimîn (muslimîne).: İnsana, ANNE ve BABAsına ihsanla davranmasını vasiyet ettik. ANNEsi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Ve onun taşınması ve sütten kesilmesi 30 aydır. Nihâyet erginlik çağına ulaştığı zaman 40 yaşını tamamladı. Şöyle ded.: “RABBim! Bana, ANNE ve BABAma verdiğin ni'metlere şükretmekte, Senin razı olduğun sâlih amel (nefs tezkiyesi) yapmakta beni başarılı kıl. Ve zürriyetimi ıslâh et. Muhakkak ki ben, SANA tövbe ettim ve muhakkak ki ben (SANA) teslim olanlardanım.” (Ahkâf 46/15)

Bir BABAnın sevâbını yalnızca ALLAH’tan umarak âilesinin geçimini sağlamak üzere gecesini gündüzüne katıp emek sarf etmesi (Buhârî, Îmân, 41) ve âilesinin huzurunu kaçıracak bütün engel ve kötülüklerle mücâdele etmesinden daha üstün bir çaba olmasa gerek. Bu nedenle Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hiçbir evladın ANNE BABAsının Hakkını ödeyemeyeceğini ifâde eder. (Müslim, Itk, 25)

Küçükken ANNE BABAmız olmadan eksik kaldığımızı düşünüp onlarsız bir hayatı dahi tasavvur edemezken, büyüdükçe kendi ayaklarımız üzerinde durabildiğimizi fark edip kimi zaman kendi kendimize yetebildiğimiz yanılgısına düşeriz. Böylesi durumlarda ihmal ettiğimiz kişilerden biri de ANNE BABAmız olur. Halbuki hangi yaşta olursak olalım, her ne kadar kendimize yeni bir yuva kurup eşimizin ve çocuklarımızın sorumluluklarını üzerimize alırsak alalım, ANNE BABAmıza karşı görevlerimizi ihmal etmemizi ve onları yalnız bırakmamızı gerektirecek hiçbir neden yoktur. İmkanları ne kadar iyi olsa da hiçbir huzurevi, hiçbir bakıcı ANNE BABAnın evladından beklediği ilgi ve sıcaklığı hissettiremez. ANNE BABAmızın bizden hayatta bir tek beklentisi vardır, o da onlara hayırlı birer evlad olabilmektir. Bunu isbat edebileceğimiz en uygun zaman ise sevgiye, şefkâte ve anlayışa en çok muhtaç oldukları ihtiyarlık dönemidir. Genç ve sağlıklı zamanlarında gözlerinden sakındıkları evladları uğruna nice zorluklara katlanan fedâkâr ANNE BABAlarımızın ömürlerinin sonbaharında samimî bir gülüşü, hürmet ve ilgiyi kısaca her türlü iyiliği hak ettiği aşikardır. Böylesi hassas bir dönemde ALLAH Katında geri çevrilmeyecek DUÂlardan birisi olan ANNE BABA DUÂsına mazhar olmak evladları için en değerli kazanımdır..
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

RAHMÂN’ın RAHMETİ’ne AÇILAN KAPI =>SILA-i RAHÎM..

Elif ERDEM..


َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ َول ّٰ الل َس ْ ُت ر ِمع َ ٍف َ ق َال: س ْ َو ْ ِن ع َ ِن ب ْ م َّح ِد الر ْ ب َ ْ ع َن ع ُ ِحم َّ َ الر ِهى َ ُ و َن ْ م َّح َا الر َن َ : أ َالى َع ُ ت الل ُ ُول َ : "ق َال َّ ق َ َ ي َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ع َا َه ْ َ ق َطع َن َم ُ و ُه َ ْلت َ ص َا و َ َله َ ص ْ و َن ِمى، م ْ َ اس ِن ً ا م ْ م َا اس ْ ُت َ له َق َشق ."ُ ُّه ت َ ت َ ب
Abdurrahman b. Avf radiyallahu anhu’tan rivâyet edildiği üzere Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAHu zü’L-CeLÂL şöyle buyurur.: “BEN RAHMÂN’ım, o (akrabalık bağlarının adı) da RAHÎMdir. O’na kendi İsmim’den türeyen bir İsim verdim. O’nunla ilişkiyi sürdürenle BEN de ilişkimi sürdürür, O’nunla ilişkiyi kesenle BEN de ilişkimi keserim!.” buyurdu." buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Zekât, 45)

Bismillâhirrahmânirrahîm..: RahmÂN ve Rahîm olan ALLAH’ın adıyla... Yeni güne her hayrın anahtarı olan bu sözlerle merhaba diyen mü’min, gününün hayırlı ve bereketli geçmesini diler Rahmân olan ALLAH’tan. Ağzına ilk lokmayı koyarken, elbisesini giyerken, evinden ayrılıp aracına binerken; belki bir sınava, toplantıya veya ameliyata girerken, RABB’inin huzuruna durup O’na kulluğunu arz ederken hep bu sözler dökülür dudaklarından. Çünkü en sıradan işlerden en önemli vazifelere kadar yaptığı her işin O’nun Rahmetiyle noksansız, dosdoğru ve sağlam olmasını arzu eder. Günün her ÂNı’nda bir Rahmet arayışı içerisindedir âdeta. Kendisine Merhametiyle muamele etmesi, Rahmetini asla esirgememesi için RABB’ine gizli ve âşikâr DUÂ eder. O’nun kâinatı kuşatan Sonsuz Rahmetinden birâz daha pay alabilmek için kendisine vesîleler arar.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in aktardığı bir Kudsi Hadiste, Yüce RABB’imiz, bu vesîlelerden birini şöyle açıklar.: “BEN RahmÂN’ım, o (akrabalık bağlarının adı) da Rahîmdir. O’na kendi İsmim’den türeyen bir İsim verdim. O’nunla ilişkiyi sürdürenle BEN de ilişkimi sürdürür, O’nunla ilişkiyi kesenle BEN de ilişkimi keserim!.”
(Ebû Dâvûd, Zekât, 45)

ALLAH’ın Sonsuz Rahmet Sâhibi olduğunu ifâde eden “Rahmân” ve “Rahîm” isimleri gibi “Rahîm” kelimesi de =>“Merhamet, esirgeme, severek ve acıyarak koruma” gibi mânâları içinde barındıran “rahmet” kökünden türemiştir. RABB’imiz, İnsÂNların birbirlerine soy bakımından bağlanmalarını sağlayan biyolojik yapıya “rahîm” adını vererek onu hem bireyler arası sevgi ve merhameti güçlendirecek hem de kendi rahmetinin yayılmasına vesîle olacak bir bağ kılmıştır. Dolayısıyla akrabalık ilişkilerini sürdürmek mânâsındaki “Sıla-i Rahîm”, İlahî Bir Emir, Âyet ve hadislerde önemi üzerinde ısrarla vurgulanan sâlih bir amel olmanın yanı sıra RABB’imizle olan ilişkimiz bağlamında Hayatî Önem taşıyan bir davranış biçimidir. Sıla-i Rahîm, kan bağı ve evlenme yoluyla oluşan akrabalık bağlarını canlı tutmayı, en yakınından en uzağına kadar tüm akrabalarla iyi ilişkiler içerisinde olmayı ifâde eder. Dolayısıyla başta akrabalık haklarına riâyet etmek (İsrâ, 17/26) olmak üzere tatlı bir tebessümden selâmlaşmaya, telefonla hatır sormaktan ev ziyâretlerine, hayır DUÂ etmekten maddî ve manevî yardımlaşmaya kadar onlarla irtibatın devâmını sağlayan ve samimîyetin göstergesi olan her türlü tutum ve davranış Sıla-i Rahîmin yerine getirilmesini sağlar.


وَآتِ ذَا الْقُرْبَى حَقَّهُ وَالْمِسْكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَلاَ تُبَذِّرْ تَبْذِيرًا
Resim---“Ve âti ze’l- kurbâ hakkahu ve’l- miskîne vebne’s- sebîli ve lâ tubezzir tebzîrâ (tebzîren).: Akrabaya, miskinlere (çalışamayacak durumda olan ihtiyarlara) ve yolda olanlara hakkını ver! Ve savurarak, israf etme!// Akrabalara, çevresi çaresi olmayan yoksullara, yolda kalan muhtaç yolcuya, ALLAH’ın tanıdığı, belirlediği sorumluğu yerine getir, onların hakkını ver. Malını layık olmayan yerlerde harcayarak saçıp savurma.” (İsrâ 17/26)

Hadis-i Şerîfte belirtildiği üzere Sıla-i Rahîmin yerine getirilmesi de Rahmet-i Rahmân’ın mü’mine ulaşmasını mümkün kılar. Bu rahmet sâyesinde Sıla-i Rahîmde bulunan kimsenin rızkı bollaşır, ömrü bereketlenir. (Müslim, Birr ve sıla, 20)

Resim---Enes b. Mâlik radıyallahu anh'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle derken işitmiştir.: “Kim, rızkının genişletilmesini, ecelinin uzatılmasını isterse Sıla-i Rahîm yapsın!.”
(Sahih Hadis; Muttefekun Aleyh)

Dinimizin övdüğü ve inananlara tavsiye ettiği bütün iyilikler, Sıla-i Rahîmle birleşince daha da kıymetlenerek mizana eklenir. Yoksul birine verilen sadaka “bir”, yoksul akrabaya yapılan maddî yardım ise hem sadaka hem de Sıla-i Rahîm olmak üzere “iki” sadaka kabul edilir. (Tirmizî, Zekât, 26)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Biriniz oruç açacağı zaman hurma ile açsın. Çünkü hurma bereketlidir. Eğer hurma bulamazsa su ile açsın. Çünkü su temizdir." buyurduktan sonra sözüne şöyle devam eder.: "Yoksula verilen sadaka bir, akrabaya verilen sadaka iki sadaka yerine geçer. Sadaka ve sıla. Yani biri sadaka sevabı diğeri de akrabayı koruyup gözetme sevabı." buyurur.
(Tirmizî, Zekât, 26; Ebû Dâvûd, Savm, 21; Nesâî, Zekât, 82; İbn Mâce, Sıyâm, 25.)

Sıla-i Rahîmi terk ederek akrabalık bağlarını koparmak ise “kat’ı rahîm” şeklinde ifâde edilir. “…onunla ilişkiyi kesenle ben de ilişkimi keserim.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 45) buyuran RABB’imiz’in belirttiği üzere Kat’ı Rahîm/ Sıla-i Rahîmi kesmek, yalnızca akrabalarla değil RABB’imizle olan irtibatı da sona erdirmek, O’nun rahmetinden uzaklaşmak demektir. Oysaki kâinatın işleyişi bu rahmet üzere kurulmuş, bütün âlem onunla hayat bulmuştur. Kış mevsiminde ölü bir toprağa dönüşen yeryüzünün yemyeşil giysileriyle baharı karşılaması (Rûm, 30/50),


فَانظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim---“Fenzur ilâ âsâri rahmetillâhi keyfe yuhyi’l- arda ba’de mevtihâ, inne zâlike le muhyî’l- mevtâ, ve huve alâ kulli şey’in kadîr (kadîrun).: Öyleyse ALLAH'ın Rahmetinin eserlerine bak. Ölümünden sonra arzı (yeryüzünü) nasıl diriltiyor? Muhakkak ki (O), ölüleri işte böyle gerçekten diriltendir ve O, herşeye Kadîrdir.” (Rûm 30/50)

gecenin dinlenmeye elverişli kapkaranlık bir örtü olup, yaşamın tüm renklerini yansıtan gündüzün tüm canlılığıyla hayata yepyeni sayfa açması (Kasas, 28/73)


وَمِن رَّحْمَتِهِ جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Resim---“Ve min rahmetihî ceale lekumu’l- leyle ve’n- nehâre li teskunû fîhi ve li tebtegû min fadlihî ve leallekum teşkurûn (teşkurûne).: Ve Rahmetinden (olmak üzere) sizin için, içinde sükûn bulasınız (dinlenesiniz) diye ve O'nun fazlından isteyesiniz diye geceyi ve gündüzü kıldı (yarattı). Ve umulur ki siz böylece şükredersiniz.” (Kasas 28/73)

Ve daha niceleri Rahmân’ın Rahmetinin eserlerindendir. Yarattığı her şeyin rızkını üstlenmiştir Yüce Mevlâ ve O’nun Rahmeti gazabını geçmiştir. Böylesine engin bir Rahmetten mahrum kalmak inanan bir İnsÂN için oldukça ağır bir cezâ olsa gerektir ki bu da Sıla-i Rahîmin RABB’imiz’in nezdinde ne kadar değerli olduğunu gösterir.
“Yâ Rasûlelâh! Benim yakınlarım var! Ben onlarla irtibatımı sürdürüyorum, onlar benimle alâkayı kesiyorlar! Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar! Ben onlara yumuşak davranıyorum, onlar bana kaba davranıyorlar!” diyerek Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ne şikâyette bulunan kimsenin durumu gibi Sıla-i Rahîmde bulunulan akrabaların bâzen kıskançlıktan bâzen unutkanlıktan bâzen kin ve nefretten ya da sadece tembellikten kaynaklanan ilgisiz hatta yıkıcı tavırları olabilir. Fakat bunların hiçbiri, hatta akrabaların farklı inançlara mensub olmaları dahi, Sıla-i Rahîme son vermek, akrabalık bağlarını tamamen koparmak (Kat’ı- Rahîm) için geçerli bir mazeret olarak görülmemiştir.

Resim---Ebû Hüreyre radiyallahu anhu bir rivâyetinde.: "Bir Adam.: "Yâ Resûlallah benim akrabam var, ben onlara gidiyor, onları ziyâret ediyorum, onlar bana gelmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum (onlara hâlim ve hoşgörülü davranıyorum), onlar bana kötülük ediyor, câhil ve kaba davranıyorlar." dedi.
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Eğer dediğin gibi isen, sen onlara sıcak kül yediriyorsun demektir, (yani, sana yaptıkları kötülükten ötürü onlar, sıcak kül yiyenin çektiği işkence gibi bir işkenceye maruz kalırlar). Sen böyle yaptığın sürece, dâimâ, ALLAH, onlara karşı sana yardım eder, (onlara karşı ALLAH'tan bir yardımcı seninle beraber olur.)" buyurdu.

(Müslim, Birr, 22; Müsned, II, 300.)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:Sıla-i Rahîm yapan, akrabasından gördüğü iyiliğe iyilikle karşılık veren kimse değil, akrabası kendisine iyiliği kestiğinde dahi onlara iyilik yapandır.”
(Buhârî, Edeb, 15.)

Buyuran Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, kendisine bu şikâyetle gelen kimseye akrabalarının davranışlarına aldırmadan Sıla-i Rahîme devâm etmesini, böylece ALLAH’ın O’na yardımda bulunacağını ifâde etmiştir. (Müslim, Birr ve sıla, 22).
Bireyin dinî ve dünyevî yaşantısına huzur ve esenlik getiren Sıla-i Rahîm, Rahmân’ın Rahmetine açılan bir kapıdır. Bu kapıdan yayılan İlahî Rahmet, toplumun tamamına nüfuz ederek birlik ve beraberliği güçlendirir, parçalanıp bölünmekten uzak olan toplum ise İlahî Rahmetin yansımasına açık hale gelir..
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

İYİ ARKADAŞ İLE KÖTÜ ARKADAŞIN MİSÂLİ..

HâLe ŞAHİN..


ُل ث َ َ ا م َّم َ َ ق َال ِ » إن َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ّ ِبى َّ َ ِن الن َ ى ع ُوس َبِى م ْ أ َن ع ِ ِخ ْ ال ِك ِير َاف ن َ ْ ِك و ِ ِل ْ ال ِمس َ ام َح ِ ك ْ ء َّ و ِ ِيس الس َ ل َ ْالج ِ ِح و َّ ال ِ ِيس الص َ ل ْالج َ ِجَد َ ْن ت َّا أ ِإم َ ُ و ْه ِ ن َ م َاع ت ْ َب َ ْن ت َّا أ ِإم َ َ َك و ِذي ْ ُح َ ْن ي َّا أ ْ ِك ِ إم ِ ُل ْ ال ِمس َ ام َح ف َ ِجَد َ ْن ت َّا أ ِإم َ َ َك و اب َ ِي ْ ِرَق ث ُح َ ْن ي َّا أ ِ ُخ ْ ال ِك ِير ِ إم َاف ن َ ًة و َ ِب ّ ً َ ا طي ُ ِ ريح ْه ِ ن م َ ًة « ا خِبيث َ ً ِريح
Ebû Mûsâ el-Eş’arî radiyallahu anhu’den nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İyi arkadaşla kötü arkadaş misk taşıyan kimse ile körük üfüren kimse gibidir. Misk taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan (miski) satın alırsın ya da ondan güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren kimse ise ya elbiseni yakar ya da ondan kötü bir koku duyarsın!” buyurmuştur.
(Müslim, Birr, 146)

Her İnsÂNın temennisidir bâki dostluklar. İnsan, güvenebileceği iyi bir arkadaşın, samimî bir dostun varlığına en az anne-babası, kardeşi ya da eşi kadar ihtiyaç duyar. İyi gününde sevincini, kötü gününde üzüntüsünü ve kederini, ihtiyacı anında derdini ve tasasını yakınları kadar dostuyla da paylaşmak ister. Hatta yeri gelir âilesiyle, yakınlarıyla paylaşamadığı şeyleri onunla paylaşır. Lâkin kolay değildir iyi bir dost edinmek ve aynı şekilde iyi dost olabilmek. Etkileri ve sonuçları i’tibâriyle hem Dünyâdaki hem de âhiretteki hayatımızı etkileyen bu zor tercih dikkatli olmayı gerektirir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem arkadaş seçiminin önemine binâen şöyle bir benzetmede bulunur:
“İyi arkadaşla kötü arkadaş misk taşıyan kimse ile körük üfüren kimse gibidir. Misk taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan (miski) satın alırsın ya da ondan güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren kimse ise ya elbiseni yakar ya da ondan kötü bir koku duyarsın!”
(Müslim, Birr, 146)

Buna göre “iyi” yani hadisin Arapça metninde zikredildiği şekliyle “sâlih” arkadaş, dinî ve ahlâkî açıdan iyi davranışlara sâhib, yaşantısıyla, ilmiyle, edebiyle, takvâsıyla örnek olan ve her hâlükârda çevresine faydası dokunan kimsedir. Tıpkı Sevgili Peygamberimiz tarafından kokuların en güzeli sayılan miski (Ebu Davud, Cenâiz, 32, 33) taşıyan kimse gibi.


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sürünme/koku maddelerinin en iyisi, misktir” buyurmuştur.
(Tirmîzî, Cenâiz 16, Nesâî, Znet 31; Ebû Dâvud, Cenâiz 37.)

O, doğrudan miski ikram etmese ya da kendisinden misk satın alınmasa bile en azından etrafına yaydığı güzel kokuyla İnsÂNı etkiler. İyi arkadaş da böyle güzel koku satan bir kimse gibi gerek bu Dünyâda gerekse âhirette mutlaka faydalı olacaktır. Kötü arkadaş ise çirkin davranışları, günâhta ısrar edişi, gıybet ve dedikodu gibi zemmedilen fiilleri işleyişiyle etrafına hem dinî hem de dünyevî bakımdan zararı dokunan kimsedir. Tıpkı körük üfüren kişi gibi. O, körüğe her üfleyişinde etrafa saçtığı kıvılcımlarla yanında bulunan kimsenin ya elbisesini yakar ya da yakmasa bile üzerine kötü kokusu siner, isi pası bulaşır. Kötü arkadaş da aynı şekilde hem bu Dünyâda hem de âhirette neden olacağı zararla şüphesiz pişmanlık vesîlesi olacaktır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in iyi arkadaş ve kötü arkadaşla ilgili yaptığı bu benzetme, arkadaş seçiminde dikkatli olunması gerektiğine dâir bir başka tavsiyesi olan.:
“Kişi dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz, kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 16; Tirmizi, Zühd, 45)
Hadisinin daha somut ve akılda kalıcı ifâdesidir.

Kur’ÂN-ı Kerim’de arkadaşlık ve dostluk kavramları benzer şekilde zikredilmekle birlikte daha geniş boyutuyla da ele alınır. ALLAH’ın İnsÂNlara dost olması, İnsÂNın ALLAH’a dost olması, İnsÂNın Şeytânı dost edinmesi ve iyilerle kötülerin birbirlerini dost edinmelerine dâir pek çok âyet vardır. Bu doğrultuda imân edenlerden ALLAH’a karşı gelmekten sakınmaları ve doğru kimselerle beraber olmaları istenir.:


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ
Resim---“Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû mea’s- sâdikîn (sâdikîne).: Ey iman edenler, ALLAH'a karşı takvâ sâhibi olun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe 9/119)

Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeleri yasaklanır.:


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَتُرِيدُونَ أَن تَجْعَلُواْ لِلّهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا مُّبِينًا
Resim---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettehızûl kâfirîne evliyâe min dûni’l- mu’minîn (mu’minîne). E turîdûne en tec’alû lillâhi aleykum sultânen mubînâ (mubînen).: Ey imân edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri velîler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde ALLAH'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nisâ 4/144)

Muttakilerden başka dostların birbirine düşman olacağı belirtilen Kıyamet Günü,


الْأَخِلَّاء يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ إِلَّا الْمُتَّقِينَ
Resim---“El ehillâu yevme izin ba’duhum li ba’dîn aduvvun ille’l- muttekîn (muttekîne).: İzin günü, takvâ sâhibleri hariç, samimî dostlar birbirine düşmândır.” (Zuhruf 43/67)

pişmanlık içerisinde ellerini ısırarak “keşke falanı dost edinmeseydim”.:


وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا
Resim---“Ve yevme yeaddu’z- zâlimu alâ yedeyhi yekûlu yâ leytenîttehaztu mea’r- resûli sebîlâ (sebîlen).: Ve o gün, zâlim ellerini ısırır.: “Keşke RESÛLLe beraber (ALLAH'a giden) bir yol ittihaz etseydim.” der.” (Furkân 25/27)

يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا
Resim---“Yâ veyletâ leytenî lem ettehız fulânen halîlâ (halîlen).: Yazıklar olsun, keşke ben fil+anı (o kişiyi) dost edinmeseydim.” (Furkân 25/28)

dememesi için İnsÂNoğlu uyarılır.
Zirâ mü’minlerin Gerçek Dostu ALLAH TeÂLÂ, RASÛLÜ ve ALLAH’ın Emirlerine boyun eğerek NAMAZı kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.:


إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ
Resim---“İnnemâ veliyyukumullâhu ve resûluhu vellezîne âmenullezîne yukîmûne’s- salâte ve yu’tûne’z- zekâte ve hum râkıûn (râkıûne).: Sizin velîniz (dostunuz) sadece ALLAH ve O'nun RESÛL'ü ve imân eden, namazı kılan, zekâtı veren kimselerdir ve onlar rükû edenlerdir.” (Mâide 5/55)

ALLAH’ın Dostlarına hiçbir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir de.:


أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim---“E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn (yahzenûne).: Muhakkak ki ALLAH'ın Evliyâsına (Dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?” (Yûnus 10/62)

ALLAH’ı bırakıp Şeytânı dost edinenler ise hiç şüphesiz apaçık bir hüsrâna düşmüşlerdir.:


لَّعَنَهُ اللّهُ وَقَالَ لَأَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصِيبًا مَّفْرُوضًا
Resim---“Leanehullâh (leanehullâhu), ve kâle le ettehizenne min ibâdike nasîben mefrûdâ (mefrûdan).: ALLAH, o’na (şeytâna) lânet etti. Ve (şeytân) şöyle dedi.: "Ben mutlaka, SENin kullarından belli bir nâsib (pay alacağım-kendime uşak) edineceğim." (Nisâ 4/118)

وَلأُضِلَّنَّهُمْ وَلأُمَنِّيَنَّهُمْ وَلآمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الأَنْعَامِ وَلآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللّهِ وَمَن يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيًّا مِّن دُونِ اللّهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُّبِينًا
Resim---“Ve le udillennehum ve le umenniyennehum ve le âmurannehum fe le yubettikunne âzâne’l- en’âmi, ve le âmurannehum fe le yugayyirunne halkallâh (halkallâhi. Ve men yettehızi’ş- şeytâne veliyyen min dûnillâhi fe kad hasira husrânen mubînâ (mubînen).: Ve onları mutlaka dalâlette bırakacağım. Ve onları, mutlaka emanîyyeye (kuruntuya) düşüreceğim ve mutlaka onlara emredeceğim. Böylece onlar, mutlaka davarların kulaklarını kesecekler ve onlara emredeceğim, öyle ki mutlaka, ALLAH'ın yarattığını değiştirecekler. Ve kim, ALLAH'tan başka, Şeytanı dost edinirse artık o, apaçık bir hüsranla hüsrana uğramıştır.” (Nisâ 4/119)
Arkadaş seçiminin Kıyamet Günündeki etkisini vurgulayan “O gün ALLAH’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dostlar birbirine düşman olurlar.”.:


الْأَخِلَّاء يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ إِلَّا الْمُتَّقِينَ
Resim---“El ehillâu yevme izin ba’duhum li ba’dîn aduvvun illel muttekîn (muttekîne).: İzin günü, takvâ sâhibleri hariç, samimî dostlar birbirine düşmandır.” (Zuhruf 43/67)

Âyetiyle ilgili olarak Kurtubî’nin Tefsir’inde şöyle bir rivâyet nakledilir.:
İki mü’min ve iki kâfir dost vardır. Mü’minlerden birisi ölür ve RABB’inin huzuruna vardığında RABB’im! Filân kişi bana, SANA ve RASÛLü’ne itaati emrediyordu. İyiliği emrediyor, kötülükten alıkoyuyordu. Benim SENin Huzuruna çıkacağımı söylüyordu. RABB’im!. Benden sonra onu saptırma, beni hidâyete eriştirdiğin gibi o’nu da hidâyete eriştir. Bana kereminden lütfettiğin gibi o’na da lütfet!.” der.
Nihâyet diğer mü’min arkadaşı da vefât edince, ALLAH her ikisini bir araya getirir ve birbirlerini övmelerini ister. İkisinin de birbirlerinden hayırla bahsetmeleri üzerine ALLAHu zü’L-CeLÂL.: “Ne güzel dost, ne güzel kardeş ve ne güzel arkadaş!” buyurur.
Kâfirlerden birisi ölünce ise.: RABB’im! Filân kişi bana, SANA itaati, RASÛLÜ’ne itaati yasaklıyor, kötülüğü emrediyor, beni iyilikten alıkoyuyordu. SENin Huzurun’a çıkmayacağımı söylüyordu. RABB’im, SENden dileğim; benden sonra o’nu hidâyete eriştirme, beni saptırdığın gibi o’nu da saptır. Beni hakir düşürdüğün gibi, onu da hakir kıl.”
Diğer kâfir arkadaşı da ölünce ALLAHu zü’L-CeLÂL her ikisinden birbirlerini övmelerini ister. Fakat övmek bir yana ikisi de birbirlerinin kötülüklerini anlatırlar. Bunun üzerine ALLAHu zü’L-CeLÂL.: “Ne kötü dost, ne kötü kardeş ve ne kötü arkadaşmışsın!” buyurur ve her biri diğer arkadaşına lânet eder..
(Kurtubi, el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ÂN, Riyâd, 2003, XVI, 109-110)

Rivâyette işâret edildiği üzere Dünyâda edinilecek iyi bir arkadaş âhirette saadete vesîle; kötü arkadaş ise hüsrâna neden olacaktır. Maddî çıkarların ön plana alındığı günümüz yaşantısında arkadaşlık algısı giderek değişmektedir. Arkadaş seçiminin uhrevî boyutu çoğu zaman unutularak yanlış tercihlere gidilebilmektedir. Hâlbuki arkadaşların birbirleri üzerinde kaçınılmaz bir şekilde olumlu ya da olumsuz etkileri vardır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in de arkadaşlığın kaçınılmaz etkisine sâde ama çarpıcı bir ifâdeyle vurguda bulunduğu bu hadis, arkadaş tanımımızı tekrar gözden geçirmemize vesîle olacaktır..
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

ÂHİRET SERMÂYEMİZİ TEHDİD EDEN BÜYÜK GÜNÂH
=>KUL HAKKI..


ELif ERDEM..


... " : َ َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس َ َ ق َال َ ق َال ر ة َ ر ْ ي َ ُر َبِى ه ْ أ َن ع ِ ِه َات َ ن َ س ْ ح ِن ُ ِخ َذ م ات أ ٌ َ َ ن َ س ُ ح َ ْت َ له َان َِإ ْن ك ٌ ف َم ْ ه ِر َ د َ ال ٌ و َار ِ ين َّ د َم ْس َ ث َ َلي و ." ْ ِهِ م َات ِئ ّ ي َ ْ س ِن ِ م ه ْ َ َلي َّ ُلوا ع َ م ات ح ٌ َ َ ن َ س ُ ح ْ َ له َ ُكن ْ ت ِإ ْن َ لم َ و
Ebû Hureyre radiyallahu anhu’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “...Âhiret gününde ne altın ne de gümüş para vardır. Bu nedenle haksızlık yapanın iyilik ve sevâbları varsa bunlardan alınıp hak sâhibine verilir. Şâyet sevâbı yoksa o kişi, mağdur ettiği kişinin günâhlarını yüklenir.” buyurmuştur. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 2)

Peygamber Efendimizin Safa Tepesi’ne çıkıp.: “Haberiniz olsun ki ben, şiddetli bir azâb öncesinde sizin için gönderilmiş bir uyarıcıyım.” (Müslim, Îmân, 355) dediği zamandan itibâren bir ömür boyu İnsÂNları . uyardığı bir gün vardır: Âhiret Günü.
Geleceği hakkında asla şüphe olmayan bu günün varlığına inanmak mü’min olabilmenin vazgeçilmez bir kaidesidir. Bütün İnsÂNların kabirlerinden çıkacağı “Yevmü’l-Hurûc”.:


يَوْمَ يَسْمَعُونَ الصَّيْحَةَ بِالْحَقِّ ذَلِكَ يَوْمُ الْخُرُوجِ
Resim---“Yevme yesmeûne’s- sayhate bi’l- hakk (hakkı), zâlike yevmu’l- hurûci.: O gün hak olan sayhayı işitirler. İşte bu (ölümden sonra topraktan), çıkış günüdür.” (Kâf 50/42)

Yeniden dirilişin yaşanacağı “Yevmü’l-Ba’s”.:


وَقَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَالْإِيمَانَ لَقَدْ لَبِثْتُمْ فِي كِتَابِ اللَّهِ إِلَى يَوْمِ الْبَعْثِ فَهَذَا يَوْمُ الْبَعْثِ وَلَكِنَّكُمْ كُنتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
Resim---“Ve kâlellezîne ûtû’l- ilme vel îmâne lekad lebistum fî kitâbillâhi ilâ yevmi’l- ba’si fe hâzâ yevmu’l- ba’si ve lâkinnekum kuntum lâ ta’lemûn (ta’lemûne).: Ve ilim ve îmân verilenler: "Andolsun ki ALLAH'ın Kitabı'ndaki beas (yeniden diriliş) gününe kadar (mezarda) kaldınız." dediler. İşte bu beas (yeniden diriliş) günüdür. Lâkin siz bilmiyordunuz.” (Rûm 30/56)

Bazı İnsÂNların yaya bazı İnsÂNların binekli bazılarının ise yüz üstü sürünerek toplanıp bir araya geleceği.: (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ÂN, 17) “Yevmü’l-Cem” yani toplanma günüdür o gün.:


وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِّتُنذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَتُنذِرَ يَوْمَ الْجَمْعِ لَا رَيْبَ فِيهِ فَرِيقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَرِيقٌ فِي السَّعِيرِ
Resim---“Ve kezâlike evhaynâ ileyke kur’ânen arabiyyen li tunzire ummel kurâ ve men havlehâ ve tunzire yevme’l- cem’i lâ reybe fîh(fîhi), ferîkun fî’l- cenneti ve ferîkun fî’s- saîr (saîri).: İşte böylece sana, Arapça Kur'ÂN'ı vahyettik, şehirlerin anasını (Mekke halkını) ve onun etrafındakileri, hakkında şüphe olmayan toplanma günü (kıyâmet günü) ile uyarman için. Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli ateştedir (cehennemde)dir.” (Şûrâ 42/7)

“Yevmü’t-Teğâbün” diye ifâde edilen aldanışın ortaya çıkacağı gündür.:


يَوْمَ يَجْمَعُكُمْ لِيَوْمِ الْجَمْعِ ذَلِكَ يَوْمُ التَّغَابُنِ وَمَن يُؤْمِن بِاللَّهِ وَيَعْمَلْ صَالِحًا يُكَفِّرْ عَنْهُ سَيِّئَاتِهِ وَيُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Resim---“Yevme yecmeukum li yevmil cem’i zâlike yevmut tegâbun (tegâbuni), ve men yû’min billâhi ve ya’me’l- sâlihan yukeffir anhu seyyiâtihî ve yudhılhu cennâtin tecrî min tahtihe’l- enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ (ebeden), zâlike’l- fevzu’l- azîm(azîmu).: Sizi toplanma günü için biraraya toplayacağı gün, işte o, aldanma günüdür. Ve kim ALLAH'a îmân eder ve sâlih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, onun seyyiatini (günahlarını) örter. Ve orada ebediyyen kalmak üzere, altından nehirler akan cennetlere koyar. İşte bu Fevzü’l- Azîmdir (büyük kurtuluştur).” (Teğâbün 64/9)

“Bir yığın kemik, bir yığın toz olduğumuz zaman mı yeniden diriltilecekmişiz?”


وَقَالُواْ أَئِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَدِيدًا
Resim---“Ve kâlû e izâ kunnâ izâmen ve rufâten e innâ le meb’ûsûne halkan cedîdâ (cedîden).: Ve “Biz, kemik ve kırıntı (ufalanmış toprak) olduğumuz zaman mı? Gerçekten biz, mutlaka yeni bir yaratılışla mı beas edileceğiz (diriltileceğiz)?” dediler.” (İsrâ 17/49)

diyerek Rasûlullah’ı ciddîye almayanların ve bu günün geleceğine inandığı halde pervasızca yaşayan İnsÂNların aldandıklarını anlayacakları gündür. İşte o gün herkesin Dünyâ Hayatında kazandıklarıyla yüzleşeceği, RABB’ine ince ince hesâb vereceği “Yevmü’l-Hisâb” ->Hesâb Günüdür.:


هَذَا مَا تُوعَدُونَ لِيَوْمِ الْحِسَابِ
Resim---“Hâzâ mâ tûadûne li yevmi’l- hisâb (hisâbi).: Hesap günü konusunda size vaadedilen budur.” (Sâd 38/53)

O gün, suçluların.: “Bu nasıl bir kitab! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!"


وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا فِيهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هَذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً إِلَّا أَحْصَاهَا وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا
Resim---“Ve vudıa’l- kitâbu fe tere’l- mucrimîne muşfikîne mimmâ fîhi ve yekûlûne yâ veyletenâ mâli hâze’l- kitâbi lâ yugâdiru sagîreten ve lâ kebîreten illâ ahsâhâ, ve vecedû mâ amilû hâdırâ (hâdıren), ve lâ yazlimu rabbuke ehadâ (ehaden).: Ve kitap (hayat filmi ortaya) kondu. O zaman mücrimleri görürsün. Onun (kitabın) içindekilerden korkarlar ve “Bize yazıklar olsun. Bu kitap, nasıl ki (nasıl bir kitap ki), küçük ve büyük hiçbir şeyi sayıp hesap etmeden bırakmıyor.” derler. Ve yaptıkları şeyleri (hayat filmlerinde) hazır buldular. Ve senin RABBin, (hiç) kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)

Sözleriyle dehşete kapıldıkları amel defterleri ortaya konur ve artık onların dilleri değil elleri konuşur, ayakları da şâhidlik eder tüm yaptıklarına.:


الْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Resim---“El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculuhum bimâ kânû yeksibûn (yeksibûne).: Bugün onların ağızlarını mühürleriz. Kazanmış olduklarını (yaptıklarını) Bize, onların elleri anlatır, ayakları şahitlik eder.” (Yâsîn 36/65)

Artık geri dönüp iyilik yapmak için yalvarmaları beyhudedir. Adalet terazilerinin kurulacağı o gün zerre kadar iyilik yapan da zerre kadar kötülük yapan da yaptığının karşılığını görecek.:


فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ
Resim---“Fe men ya’mel miskâle zerretin hayren yereh (yerehu).: Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür.” (Zilzâl 99/7)

وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
Resim---“Ve men ya’me’l- miskâle zerretin şerren yereh (yerehu).: Ve kim zerre kadar şerr işlerse onu görür.” (Zilzâl 99/8)

Ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır. Dünyâ Hayatında haksızlığa uğramış olan kimseler de işte bu adil hesâblaşmada haklarını tastamam alacaklardır. Böylece kişi kendisiyle ve RABB’iyle yüzleşmekle kalmayacak, diğer İnsÂNlarla da hesâblaşarak sorgusunu tamamlayacaktır. Malın mülkün hükümsüz kaldığı, âile akraba ve dostun fayda sağlamadığı âhiret gününde kişinin tek sermâyesi Dünyâda işlediği iyilik ve güzellikler, sâlih ameller olacaktır. Dolayısıyla İnsÂNlar arasındaki davaların görülmesi, hakların ödenmesi de bu sermâyeyle mümkündür.
Peygamber Efendimiz, hadis-i şerîflerinde meseleyi şöyle açıklamaktadır.: “Âhiret Gününde ne altın ne de gümüş para vardır. Bu nedenle haksızlık yapanın iyilik ve sevâbları varsa bunlardan alınıp hak sâhibine verilir. Şâyet sevâbı yoksa o kişi, mağdur ettiği kişinin günâhlarını yüklenir.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 2)

İnsan olarak en büyük yanılgımız İnsÂNlarla olan hukukumuzu yeteri kadar önemsemeyerek âhiret sermâyemizi yalnızca ALLAH’a karşı yükümlülüklerden ibâret sanmamızdır. Elbetteki ilk ve öncelikli görevimiz O’na inanmak, ibâdet ve taatimizi eksiksiz bir şekilde yerine getirmektir. Ancak bunların yanı sıra RABB’imiz bizden, birbirine sevgi ve muhabbet duygularıyla yaklaşan, iyiliği tavsiye edip kötülükten nehyeden, kırgınlık ve dargınlıklara asla fırsat vermeyen “ALLAH’ın kardeş olan kulları” olmamızı (Müslim, Birr, 32) ve böylece örnek bir toplum oluşturmamızı istemektedir. Bu nedenledir ki Yüce Kitabında sosyal hayatın düzenlenmesi ve beşeri münâsebetlerin geliştirilmesi ne dâir pek çok hükme yer vermiş, hukukun gözetilmesi ve adaletin hâkim kılınması gerektiğinin altını ısrarla çizmiştir.
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey İnsÂNlar! Bu (zilhicce) Ayınızda, bu (Mekke) Şehrinizde bu (arefe) gününüz nasıl saygın ise kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (şeref ve haysiyetiniz) da aynı şekilde saygındır (dokunulmazdır)...” (Müslim, Hac, 147)

Hadisiyle İnsÂNların dokunulmaz haklarını en genel anlamda beyân ederken âyet ve hadislerde anne babanın, çocukların, yakın ve uzak akrabanın, komşuların ve toplumda bulunan her bir bireyin birbirleri üzerindeki hakları ayrıntılı olarak ifâde edilmiştir. Bu doğrultuda kalb kırmadan adam öldürmeye, iftirâdan gasb ve hırsızlığa kadar İnsÂN haklarının her türlü şekilde ihlali kul HAKkına girmek olarak değerlendirilmiş ve suç kabul edilmiştir. Rahmeti gazabını geçmiş olan RABB’imiz, kullarına karşı işlenen bu suçları kendi affı kapsamında tutmamış, kul haklarının asıl sâhiblerine ödenmesini uygun görmüştür. Sözgelimi cihad ederken şehîd olan kimsenin günâhları ALLAH tarafından bağışlansa da borcunun affolunmayacağı bildirilmiştir. (Müslim, İmâre, 120; Nesâî, Cihâd, 32)

Zirâ borç, KuL HAKkı kapsamındadır ve asıl muhatabıyla helâlleşmeden bu yükümlülükten kurtulmak mümkün değildir. Her hak sâhibine hakkını vermenin esâs olduğu dinimizde ihlal edilen her bir hakkın gerek bu Dünyâda gerekse âhirette telâfisi gerekmektedir. Nitekim âhireti anlamlı kılan en önemli şeylerden biri, bu Dünyâda ödenmeyen hakların orada ödenecek olması ve böylece İlahî Adaletin tam anlamıyla gerçekleşecek olmasıdır.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:Kim kardeşine haksızlık etmişse, onunla helâlleşsin…” (Buhârî, Rikâk, 48)

Buyuran Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ihlal edilen hakların Dünyâda telâfi edilmesini tavsiye etmektedir. Zirâ âhirette telâfisi durumunda yegâne sermâyemiz olan sâlih amellerimiz bizi güzel bir sona eriştirmeden tükenebilir. Bu duruma düşen kimseyi “müflis” diye adlandıran Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, onun âhiretteki halini şöyle tasvir etmiştir.: “Müflis, Kıyamet Gününde kıldığı NAMAZ, tuttuğu oruç ve verdiği zekâtla gelir. Ancak Dünyâda iken şuna sövmüş, buna iftirâ atmış, ötekinin malını yemiş, berikinin kanını dökmüş, bir başkasını da dövmüştür. (İhlâl ettiği bu hakların karşılığı olarak) iyiliklerinden alınıp hak sâhiblerine verilir. Şâyet hesâbı görülmeden iyilikleri biterse, mağdur ettiği İnsÂNların günâhlarından alınarak bunun üzerine yüklenir, sonra da CeheNNeme atılır.” (Müslim, Birr, 59)

“Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak RABB’ine dön! Artık (iyi) kullarımın arasına, CeNNetime gir!.”


يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
Resim---“Yâ eyyetuhen nefsu’l- mutmainneh (mutmainnetu).: Ey o rabbına muti' olan nefs-i mutmeinne!” (Fecr 89/27)

ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً
Resim---“İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh (mardıyyeten).: RABBine dön (ALLAH'tan) razı olarak ve ALLAH'ın rızasını kazanmış olarak!” (Fecr 8928)

فَادْخُلِي فِي عِبَادِي
Resim---“Fedhulî fî ibâdî.: Artık kullarımın arasına gir.” (Fecr 89/29)

وَادْخُلِي جَنَّتِي
Resim---“Vedhulî cennetî.: Ve cennetime gir.” (Fecr 89/30)

Hitabını beklerken Bekâ Yurdunda “müflis” konumuna düşmemek için hem ALLAH’a hem İnsÂNlara hem de tüm Kâinata karşı görev ve sorumluluklarımızı eş zamanlı olarak yerine getirme gayretinde olmalı ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in.: “ALLAH’ın huzuruna, hiç kimseye haksızlık yapmadan çıkayı umuyorum.” (Ebû Dâvûd, Büyû’ (İcâre), 49) buyurduğu gibi biz de Huzuru İlahîye üzerimizde Kul HAKkı olmadan çıkabilmek için DUÂ etmeliyiz..
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

SOĞUK AYNALAR!.

Rukiye Aydoğdu DEMİR..


م ُ ؤ ْ الم
َ ق َال: َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ِول ّٰ الل َس ْ ر َن َ ع ة َ ر ْ ي َ ُر َبِى ه ْ أ َن ع ِ ِن ِ ْ م ُ ؤ ُ ْ الم ْ آة ِر ُ م ِن ْ م ُ ؤ ْ ا
Ebû Hureyre radiyallahu anhu’den nakledildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’min mü’minin AYNAsıdır…” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Edeb, 49)

Yorgundu. Çalışmaktan değildi yorgunluğu. Aramaktandı. Sonra bulamamaktan. Sonra meraktan, hırstan… Sonra bitkinlikten, sonra bezginlikten, sonra… Kendisinden yorulmuştu aslında. Ardı arkası kesilmeyen sorularından, bulamadığı cevaplarından… Bilmek istiyordu kendisini öyle yalın, öyle gerçek, öyle olduğu gibi. Görmek istiyordu ayan beyân içindekileri, dışındakileri, fazlasıyla eksiğini. Yüzleşmekti aslında derdi kendisiyle, içindeki beniyle, görmek istiyordu kendisini. Buydu bunca çabanın sebebi. Kendisine yakınlaşmak ister İnsÂN bâzen, usulca yanına yaklaşıp elini omzuna koymak ister. Uzun zamandır görmediği kadim bir dostla karşılaşmışçasına gözlerinin içine bakıp başkalarından sakladıklarını görmek ister. Gündüz saklanan yaraları karanlığa sığınıp sarmak ister. Kimse duymasın diye söyleyemediklerini herkes sustuğunda dinlemek ister. Farkında olmadan kendisinin üstüne kapattığı onlarca kapıyı açmak, paslı kilitleri kırmak ister. Elinde bir fener, nefsinin dehlizlerinde gezinip en ücra köşelerini aydınlatmak, aydınlanmak ister. Bâzen kendisini bile utandıran taraflarını, kendisine yakıştıramadıklarını, nasıl söylemişim nasıl yapmışım dediklerini, kendisine bile itirâf etmekten çekindiklerini bir bir ister. Kendi gözleriyle kendisine bakmak ve neyle karşılaşacağını bilemese de bu belirsizlik onu tedirgin etse de mutlaka “görmek” ister.
- Kendini görmek midir muradın?
- Evet!
- Kibrinin azameti korkutmaz mı seni, nefsinle yüzleşebilir misin?
- Kırdım bütün putlarımı, istemekten yoruldum, haydi göreyim kendimi.
- SUya bak!
- Baktım, halka halka büyüdü, dalgalandı bütün sular.
- İmajın, tarzın bir fikir vermedi mi? Çizdiğin profil yansıtır belki seni.
- Aradığım hakikat!
- Kendi hakikatini kardeşinde izle der Nebî (aleyhisselâm).
Kardeşin AYNAndır, o’nda seyret kendini!
Kardeşime çevirdim yüzümü, aydınlandı AYNAlar…
Mâdem AYNAsıydı mü’minin mü’min, uzun uzun baktım, onda gördüm kendimi. Sûretim değildi sadece yansıyan; hakikatimdi. Oysa ben her baktığımda, başka bir ben görürdüm içimde. Bâzen kendimden daha küçüktür gördüğüm, bâzense bir dev’e dönüşmüştür. Ancak her dâim temizdir benim içim; içim dışım birdir. Hatalarımı yok sayar, kusurlarıma yokmuş gibi davranırım. Hastalıklarımı iyileşmiş sayarım. Başkalarına olmadığı kadar iyi davranırım kendime. Azımı çok sayarım; boşumu dolu. Görmezden geldiğim olur bâzen; göz yumduğum da gözümde büyüttüğüm de doğru. Kendi gözlerimle kendime baktığımda gördüğüm “ben” değilimdir aslında. O yüzden kardeşimin gözüyle bakıp onun AYNAsında seyrederim kendimi. Ferâsetli bir bakışla kardeşim yakalar beni. Yansıtmamaya çalıştığım ne varsa işte ordadır, onda izlerim kendimi. ALLAH’ın NÛRU’yla bakan basîretli bir kalbden ne gizlenebilir ki? Biz mü’minler, birbirimize yansıyanız. Ne güzel söylemiş Peygamberimiz, birbirimizin AYNAsıyız. (Ebû Dâvûd, Edeb, 49) O yüzden benzeriz birbirimize, birbirimizi tamamlarız. Bize gizli olan kardeşimize ayandır. Onun görmediği görüp bilmediği ise benim AYNAma yansıyandır. Bu yüzden Hz. Ömer kusurlarını öğrenmek için Selman-ı Farisî’nin kapısını çalmıştır. Bu yüzden Sevgili Peygamberimiz Ebû Zer’deki câhiliye izlerine işâret edip onun karanlık yanlarını aydınlatmıştır. AYNAsı Nebî olduğundan Peygamber Dostu Ebu Bekir radiyallahu anhu’n yüzü o kadar aydınlıktır. Ömer radiyallahu anhu’n AYNAsına adalet, Osman radiyallahu anhu’nkine hayâ, Ali radiyallahu anhu’nkine ise cesâret yansır. Hepsinin yüzü Peygamber’e dönük olduğundan o devirde AYNAlar o kadar parlaktır. Yüzümüz kime dönük şimdi, neden parlamıyor AYNAlar? AYNAlar mı paslandı sûretler mi karardı, neden sustu bütün yansımalar? AYNAm susarsa ben konuşamam, o paslanırsa ben parlayamam. Onda görürüm kendimi, onunla bilirim hakikatimi. Ben onunla varım. Onunla birim, bütünüm. Yarası yaramdır kardeşimin, eksiği eksiğim. Kendimi düzeltmeden ona eğri diyemem. Bilirim ki ondaki eksiklik bendeki fazlalıktandır. Onun yanlışını düzeltmeden ondan şikâyet edemem. Onun acısını dindirmeden hâlime şükredemem. Kardeşimde gördüğüm kendi vicdânımdır, benim İnsÂNlığımdır. Ben onun kadar mü’minken o benim kadar Müslümandır. Kendimde olmayanı onda arayıp da onu incitemem. Kardeşiz biz. Ayrı bedenlerde gezsek de birdir ruhumuz. AYNAmız kırılırsa eğer ne asıl kalır ne sûret, paramparça oluruz. Bu yüzden AYNAmıza yansıyan her hüzünden her acıdan yine biz sorumluyuz. AYNAları kırmadan hakikati yansıtmak, birbirimize hem AYNA hem kardeş olmak bizim sorumluluğumuz. Kendimizi değil sadece kardeşimizi de bütün bir ümmetin hali pür melâlini de ancak AYNAmızda görürüz.
Tutalım AYNAmızı kardeşlerimize. Neler yansır görelim. Hüzünler, umutlar, çabalar, DUÂlar, bahâneler, hesâblar, kaygılar, kavgalar nasıl görünür AYNAlarda? Hayatımızın anlamı, yaşam gâyelerimiz, gönlümüzdeki türlü sevdalar, söz geçiremediklerimiz, gündemlerimiz nasıl yansır AYNAlara? Mü’min beldeler ne haldedir, mabedlerimizin aksi nasıldır AYNAlarda? Tutalım AYNAmızı ümmetin çocuklarına. Peki neden buğulanmıyor, bu kadar soğuk AYNAlar?.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

PEYGAMBERİMİZ aleyhisselâm’ın YETİMLERİ..

Rukiye Aydoğdu DEMİR..
[/b]

َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس ْ ٍل َ ق َال ر َه ْ س َن ع ْ َطى ، ُ س َ ْالو ِ و ة َ اب َّ ب َّ َ بِالس َ َشار أ َ َ َك َذا. و ِ ه َّة ن َ ِ ْى الج ِ ِيم ف ت َ ُل ْ الي ِ َاف َك َا و َن أ ًا ئ ْ َ َ ا شي ُم َه ن ْ ي َ َ ب َّج َر َ ف و
Sehl b. Sa’d radiyallahu anhu’dan nakledildiğine göre "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: Ben ve YETİMe kol kanat geren kimse CeNNette böyle (yan yana) olacağız…”buyurdu ve aralarını hafifçe ayırarak işâret parmağıyla orta parmağını gösterdi.”
(Buhârî, Talak, 25)

Çölün tam ortasında, göğün en tepe noktasına geldiğinde güneş, en çok onların içini kavururdu çöl sıcağı. Gece olup, karanlık aynı çölü bağrına bastığında, soğuk çöl rüzgârları en çok onları savururdu. Kimi bir savaştan arta kalandı, kimiyse hastalıktan. Çoğu, bitmek bilmeyen kan davalarında kaybetmişti biricik babasını. Bazısı, bakımsızlık ve fâkirliğe kurban vermişti tutunacak en sağlam dalını. Babasız kaldıklarından beri isimlerini unuttular, onlara bundan böyle “YETİM” dendi. YETİM, yani “yalnız”, yani “tek başına.” Lügatler “yalnızlıkla, muhtaçlıkla, geride kalmakla” birlikte andı onların adını. (İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, XII, 645-646)
Yalnız lügatler mi? Adları ağır sözlerle birlikte anıldı yıllar yılı, bedenleri en ağır işlerde kullanıldı. Küçücük yürekleri, kibirli bakışlar altında ezildi. Malları talan, haklarıysa gasb edildi. Kendi babalarının mallarına vâris olmaları engellendi. Enes, Abdullah, Beşir, Sehl, Süheyl ve diğerleri… Şimdi onların her biri Peygamber aleyhisselâm’ın YETİMleriydi. Bakışları Peygamber aleyhisselâm’ın bakışlarına kenetlenmiş, onun mübârek ağzından çıkacak sözlere dikkat kesilmişlerdi. Öyle ki söylenecek olan onlarla ilgiliydi. YETİMlerin Peygamber’i, mübârek iki parmağını kaldırdı, bu defâ kime, neyi müjdeleyecekti? Belli ki parmakları, CeNNete giden yola işâret edecekti.: “Ben ve YETİMe kol kanat geren kimse CeNNette böyle (yan yana) olacağız.” buyurdu. Nebî, aralarını hafifçe ayirârak işâret parmağıyla orta parmağını gösterdi.” (Buhârî, Talak, 25)
Kanadı kırık YETİMlere kol kanat gereni, onların yaralarına merhem olanı, gözlerindeki yaşı sileni CeNNetle müjdeliyordu Nebî aleyhisselâm. Kimsesizlerin kimsesi olanlara, gönlünde gariblere yer verenlere, YETİM Peygamber CeNNette, yanı başında yer ayırıyordu. Zirâ o, YETİMliğin, bir yanı eksik, bir tarafı yarım yaşamanın ne demek olduğunu herkesten iyi bilirdi. RABB’inin kendisini YETİM bulup barındırdığı gibi.:


أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيمًا فَآوَى
“E lem yecidke YETİMen fe âvâ.: Seni YETİM bulmadı mı? Sonra (seni) (himaye edecek bir kimsenin yanında) barındırmadı mı?” (Duhâ 93/6) İnananların da hânelerinde YETİMlere yer açmalarını öğütlüyordu.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içinde kendisine iyi davranilân bir YETİMin bulunduğu evdir. Müslümanlar arasında en kötü ev ise içinde kendisine kötü davranılan bir YETİMin bulunduğu evdir.” buyurmuştur.
(İbn Mace, Edeb, 6)

Saadet Asrında, hâneler içinde Peygamber aleyhisselâm’ın Hânesi, YETİMlerin en çok huzur buldukları yerdi. Kanadı kırık yavrular için Peygamber aleyhisselâm’ın kanatları altında yer bulmak ne yüce bir saadetti! Öyle ki Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kendi Fatıma’sı ihtiyaçları için babasının kapısını çaldığında.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bedir’in YETİMleri sizden daha önceliklidir.” buyurmuştu. (Ebu Davud, Harac, 19-20)
Yuva sıcaklığını Hâne-i Saadette bulan YETİMlerden biri Enes radiyallahu anhu’tu. Babasız kaldıktan sonra Medine’de Annesi ile birlikte yaşayan Küçük Enes, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hizmetine verilmiş, on yıl onun yanında bulunmuştu.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yavrucuğum” (Müslim, Âdab, 31) Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Enescik” (Ebu Davud, Edeb, 1) diye seslendiği Enes’e bir kez olsun “öf!.” bile dememiş ve herhangi bir şey için onu asla azarlamamıştı. (Müslim, Fedâil, 51)
Sevgili Peygamberimiz, ashabından savaşlarda şehîd düşenlerin YETİMleriyle de yakından ilgilenmişti. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in amcasının oğlu Cafer b. Ebu Tâlib, Mute’de şehîd düştüğünde, ardında boynu bükük üç YETİM bırakmıştı. Onlardan biri olan Abdullah b. Cafer, babasının şehadetiyle, kuş yavruları gibi kalakaldıklarını, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in kendilerine sâhib çıktığını, üzerlerindeki mâtem havasından kurtulmaları için onların evlerine gelerek perişan hâldeki kardeşleriyle beraber kendisini tıraş ettirdiğini, yıllar sonra tatlı bir anı olarak yâd etmişti. (Nesâî, Zinet, 57; Ebu Davud, Tereccül, 13) Babasını Uhud Savaşı’nda kaybeden gözü yaşlı Beşir’i de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem teselli etmiş, ona.: “Ben senin baban olayım, Âişe de annen olsun istemez misin?” diyerek bu mahzun yavrunun gönlünü en güzel şekilde almayı başarmıştı. (İbn Hacer, İsabe, I, 302)
Babasının yerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i koyan Beşir, artık Medine’de bulunan tüm çocukların olmayı arzu ettikleri bir yerdeydi. Enesler, Abdullahlar, Beşirler… Her biri Saadet Asrında âyin etrafını çevreleyen hâle misâli Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in etrafında kendilerine yer edinmişlerdi. Her biri Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in engin merhametinden nâsiblenmiş, Peygamber aleyhisselâm’ın YETİMleri olma saadetine ermişlerdi. Bugün de şefkât dolu bir bakışın hasretini çeken, kuytularda anılmayı bekleyen, çaresizliğin belini büktüğü YETİMler var ve onların her biri inananlara Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in emâneti… YETİMe şefkât, imânın üzerimize yüklediği bir kulluk, bir ümmet görevi. Ancak bugün perdelenmiş gözlerimizle onları göremez, kaskatı kesilmiş yüreklerimizle onların acısını hissedemez olduk. Kibirden başımızı indiremediğimiz için YETİMlerin gözyaşlarını silemez olduk, onlarla aynı Dünyâda yaşadığımızı unuttuk. Nefsimiz sarp yokuşlarda kaldı da onları aşamaz olduk.:


فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ
“Fe laktehame’l- akabete.: Fakat o akabeyi (sarp yokuşu) aşmadı.” (Beled 90/11)

وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ
“Ve mâ edrâke mel akabeh (akabetu).: Ve akabenin ne olduğunu sana bildiren nedir?” (Beled 90/12)

فَكُّ رَقَبَةٍ
“Fekku rekabetin.: (Akabeyi aşmak) kölenin azâdıdır.” (Beled 90/13)

أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ
“Ev ıt’âmun fî yevmin zî mesgabeh (mesgabetin).: Veya yorgun ve aç olduğu günde doyurmaktır.” (Beled 90/14)

Dünyâlıklarla doldurduğumuz yüreğimizde YETİMe, yoksula, kimsesize yer bırakmadık, kimseye acıyamaz olduk. Göz pınarlarımızı kuruttuk, kimse için ağlayamaz olduk. Oysa katı kalbliliğin şifâsının YETİM başı okşamak olduğunu haber vermişti Nebî. (İbn Hanbel, II, 387) Şefkatle YETİMin başını okşayana ellerinin değdiği saç teli sayısınca mükâfat verileceğini müjdelemişti.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:"Bir kimse sırf Allah rızası için bir YETİMin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır." (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, V, 250.)

YETİMe kol kanat gerenle CeNNette komşu olacağını haber vermişti.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim mes’ûliyeti altındaki kız veya erkek YETİM çocuğuna iyi davranırsa; o ve ben cennette (şöylece) beraber bulunacağız.” buyurarak iki parmağını yanyana getirmişlerdi. (Buhârî, Edeb, 24, Talak, 25)
Sevgili Peygamberimizin YETİMleri O’nun yanı başındaydı. Ve bizler, YETİMlerimize yakınlığımız kadar yakınız Rasûl-i Ekrem’e. Peki, bizim YETİMlerimiz nerede!.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

GÖKYÜZÜ ve MeRHaMet..

Rukiye Aydoğdu DEMİR


: َ َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل َّ ص ِبى َّ ِ الن ُ بِه ُلغ ْ ب َ ٍرو ي ْ َم ْ ِن ع ِ ب ّٰ الل ِد ْ ب َ ْ ع َن ع ْ َن ْ م ْ ُكم َ م ْ ح ر َ ِض ي ْ َر ْ َل األ َه ُ وا أ َ م ْح ُ ار َن ْ م َّح ُ الر ُم ُه َ م ْ ح ر َ ُ َون ي ِ احم َّ الر . ِ َ اء َّ م ِى الس ف
Abdullah b. Amr radiyallahu anhu’dan nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur.: MeRHaMet edene RAHMÂN da MeRHaMet eder. Siz yerdekilere MeRHaMet edin ki, göktekiler de size MeRHaMet etsin!.”
(Ebu Davud, Edeb, 58)

Kuş sesleriyle uyanırken biz kendi Dünyâmıza, her şey olağan bir şekilde yolunda giderken, keyfimize diyecek yokken, kendimizi şımartırken, kendimize yatırım yaparken, kendi(liği)mizi muhkem kaleler hâline getirip sadece onun içinde yaşarken, yaşam kalitemizi yükseltip konforumuza konfor katarken, zevkimizi inceltirken, inceliğimizle övünürken, güneş sayısız kez tüm bunların üzerine doğup batarken, çocuklar sessiz sedâsız Dünyâmızı terk etti… Üstelik kimseye hissettirmeden yaptılar bunu. Vicdânlarımızı rahatsız etmemek için ayaklarının ucuna basarak, içimizde uyuttuğumuz duygularımızı uyandırmadan, usulca gidiverdiler. Ve Dünyâmızdan ayrılan her bir çocukla birlikte, yerle göğü birleştiren milyonlarca görünmez ipten bir tanesi görünmez bir makasla kesiliverdi. Yerle göğü birleştiren iplerin geri kalanı, çocuklarının cansız bedenini kucaklarında taşıyan annelerle birlikte bizi terk etti. Bir kısmı çocuklarıyla birlikte Karanlık SUların derinliklerine doğru yol alan babalarla birlikte bizi terk etti. Bir kısmı çocuklarla anne babaları arasına dikenli teller çekildiğinde bizi terk etti. Bir kısmı kucağında çocuğuyla birlikte yeryüzünden kovulan, koskoca gezegende kendisine sığınacak bir yer bulamayan babaların gözyaşlarıyla bizi terk etti. Bir kısmı henüz annesinin karnındaki minik bir bebeğin minik bedenine Dünyâmıza ait bir kurşunun isâbet etmesiyle bizi terk etti. Bir kısmı sahilde oynayan çocukların üzerine bombalar yağmaya başlayınca bizi terk etti. Bir kısmı Dünyâmızın kıyılarına çocuklar vurmaya başlayınca bizi terk etti… Hâsılı göklerden yeryüzüne uzanan sayısız görünmez ip bir anda görünmez bir makasla kesildi ve yağmurlar dindi. Öyle susuz öyle kurak kalakaldı topraklarımız. RAHMEt Damlaları yeryüzünde kirleneceklerini düşünmüş olacaklar ki, yağmaktan vazgeçtiler üzerimize. Sadece yağmur mu?. Göklerle irtibatımızı kestiğimizden beridir yüreklerimiz çorak topraktan daha çelimsiz hale geldi, hiçbir canlıya yer kalmadı üzerinde. Oysa Peygamber aleyhisselâm bu duruma düşmememiz için tüm samimîyetiyle uyarmıştı bizi. Yeryüzündeki RAHMEti muhafaza etmediğimizde, yüreğimizi MeRHaMetle yeşertmediğimizde, yağmurların bize küseceğini, bereketin bizi terk edeceğini, RABBimiz’in RAHMEtini bizden esirgeyeceğini haber vermişti. Ateşe giden pervâneler gibi üşüşmüştük ateşin etrafına da o bizi tutup engellemişti. Göklere kapılarımızı açmamızı, göklerle irtibatımızı koparmamamızı istemiş ve bu şekilde RahmÂN’ın RAHMEtine nâil olabileceğimize işâret etmişti:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: MeRHaMet edene RahmÂN da MeRHaMet eder. Siz yerdekilere MeRHaMet edin ki, göktekiler de size MeRHaMet etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 58)
Yerdekilere RAHMEt ettikçe göğün RAHMEtinden nâsiblenebileceğimizi söylemişti Nebî aleyhisselâm ancak v o kadar kirliydi ki onun tertemiz sözlerini hayatımıza dâhil edemedik. MeRHaMet diyordu Nebî aleyhisselâm, acıları tatlandırmaktan bahsediyordu, biz acıları yarıştırmayı tercih ettik. Şefkât diyordu Nebî aleyhisselâm, can taşıyan her bir varlığa cinsi, kimliği, rengi ne olursa olsun yürekte yer açmaktan bahsediyordu, biz şefkâti yalnız biz ve bize benzeyenler için hissetmeyi tercih ettik. MeRHaMette seçici davranıp sadece bize benzeyenin acısını işittik, başkalarının acısına sağır kalmayı seçtik. Ateşin sadece düştüğü yeri yakması sevindirdi bizi, yanan hâneleri söndürmeye gayret etmedik. Düşene el uzatmaktan, başkalarının yarasını sarmaktan çekindik. Kendimizi ötekinin yerine koymayı, ona kendimizmiş gibi bakmayı ve onda kendimizi görmeyi hiç denemedik. Neticede kendimize hapsolduk kaldık. Oysa biz birâz da başkaları ile biz olabiliriz. Kendimiz olabilmek ancak kendimizi aşıp başkalarının Dünyâsına dâhil olmakla mümkün. O zaman kendimizi yüceltebilir, yüce bir gönle sâhib olabiliriz. O zaman ayaklarımız yerden kesilir ve göklerin kapısını aralayabiliriz. RahmÂN’ın RAHMEtinden o zaman ümitvâr olabiliriz.
“Ne zaman?.”
MeRHaMetin Sıcaklığını içimizde, başkalarının sorumluluğunu da omuzlarımızda hissettiğimiz zaman.
MeRHaMetli olmak için onu kalbimizde hissetmek yetmez mi?”
Hayır tabii ki! MeRHaMet kalbe hapsedilemez.
“Kim söylüyor bunu?”
Kalbin türlü hâllerini, hastalıklarını ve dahi şifâsını yazan âlim, kalblerin kâşifi, Gazalî
“Ne diyor peki?”
MeRHaMetli olmak için MeRHaMet duymak, acımak yetmez!.” der Gazalî, “Kalbinde ılıklığını sırtında yükünü hissetmeli İnsÂN. İhtiyacını karşılamalı âcizin, yoksulun, mazlumun. Üstelik kendisini rahatlatmak, vicdânını susturmak, acımanın verdiği elemden kendisini kurtarmak için de yapmamalı bunu; muhtacı, çâresizi rahata kavuşturmak olmalı amacı. O zaman kemâle erer MeRHaMeti.”
Hayır, Gazalî zorlaştırmamış, elinde MeRHaMet Lambasıyla şehrin bütün sokaklarını gezerek bütün bir şehri aydınlatması kolay değildir İnsÂNın. Ancak aydınlanmaya değmez mi? Zordur MeRHaMet etmek, rahatını kaçırır İnsÂNn. Gözlerinde yaşlar birikir, boğazı düğümlenir. MeRHaMet, kişinin başkasının yerine kendisini koyabilmesini gerektirir ve bu bâzen İnsÂNa omuzlarına tonlarca ağırlık koymasından daha zor gelir. Eğer.: “ALLAH’ın doyurmadığını biz mi doyuracağız?”


وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ أَنفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمْ اللَّهُ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنُطْعِمُ مَن لَّوْ يَشَاء اللَّهُ أَطْعَمَهُ إِنْ أَنتُمْ إِلَّا فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
“Ve izâ kîle lehum enfikû mimmâ rezakakumullâhu kâlellezîne keferû lillezîne âmenû e nut’imu men lev yeşâullâhu at’ameh(at’amehu), in entum illâ fî dalâlin mubîn(mubînin).: Ve onlara "Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden infâk edin (verin)." denildiği zaman kâfirler, imân edenlere.: "Allah'ın dileseydi, doyuracağı kişiyi biz mi doyuracağız? Siz ancak apaçık bir dalâlet içindesiniz." dediler.” (Yâsîn 36/47)

Diyenlerdenseniz işiniz çok daha zor demektir. Zirâ “İnsÂN” olabilmek zordur. İnsÂNlığımızdan MeRHaMeti çıkardığımızda ise bizden, yeryüzünün en şerefli varlığından geriye seyyar bir suç makinesi, ayaklı bir şiddet ve terör aleti kalır. Acımasızlığı ve saldırganlığı ile hayvanları ürkütür o zaman İnsÂN. MeRHaMetli olduğunu zannetse de sadece bir avuntudur onunki. MeRHaMetli olduğunu düşünerek MeRHaMetli olunmaz; acıyarak acılara son verilmez. MeRHaMeti bir lütuf gibi sunarak, başkalarının yüzüne hayasızca çarparak da MeRHaMetli olunmaz. Ekranların karşısında MeRHaMeti kabarıp kabarıp kılını kıpırdatmamak da İnsÂNı MeRHaMet Sâhibi yapmaz. Yorulur sadece, MeRHaMet yorgunluğundan bitâb hâle gelir ama sadra şifâ olmaz. Yalnızca aynı Mahalleyi paylaştığı kimselere değil bütün bir Gökkubbe’yi paylaştığı varlıklara şefkât gösterebildiğinde şefkâtli olabilir ancak İnsÂN.. O zaman Göklerle Yerin irtibatının kesilmediğini fark eder. GÖKYÜZÜnden yeryüzüne indirilen engin RAHMEti o zaman hisseder. Elleri yağmurla ıslanır o zaman!.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim


HAYR'a =>ANAHTAR,
ŞERR'e =>KİLİT!.


Rukiye Aydoğdu DEMİR


َّن َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس ِ ٍك َ ق َال َ ق َال ر َال ْ ِن م ِس ب َ َن ْ أ َن ع َ ِيح َ َفات َّ ِاس م َ الن ِن ِإ َّن م َ ِ و ّ ِ َّلشر ِ َيق ل َال َغ ِر م ْ ْل َخي ِ َ ل ِيح َ َفات َّ ِاس م َ الن ِن م ِ ه ْ َ َدي َ َلى ي ِر ع ْ َ ْ ال َخي ِيح َ َفات ُ م الل َ َل َّ َع ْ ج َن ِم َى ل ُوب َط ِر ف ْ ْل َخي ِ ِ َيق ل َال َغ ِ م ّ ِ َّلشر ل ِ ه ْ َ َدي َ َلى ي ِ ع ّ َ َّ الشر ِيح َ َفات ُ م الل َ َل َّ َع ْ ج َن ِم ْ ٌل ل ي َ َ و و
Enes b. Mâlik radiyallahu anhu’ten rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur.: “İnsanlardan öyleleri var ki, HAYRın (önünü açan) Anahtarları gibidir ve ŞERRin de (önünde duran, ona mâni olan) Sürgüleri gibidir. Kimisi de ŞERRin Anahtarı ve HAYRın Sürgüsü gibidir. ALLAHu zü’L-CeLÂL’in, HAYRın Anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere ne mutlu!. Ve ne yazık ALLAHu zü’L-CeLÂL’in ŞERRin Anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere!.”
(İbn Mâce, Sünne, 19)

Sayısız Kapı var önümüzde… Kimi açılmayı bekliyor hasretle, kimi ise hiç açılmamış olmayı diliyor. Sayısız Kapı var önümüzde… Her biri yeni Kapılara gebe… Sayısız Kapı var önümüzde… Hayır!. Anahtarları dipsiz kuyulara atılmamış, anahtarları elimizde…
- Ellerimizde anahtarlar mı var?
- Evet!
- Kim söylüyor bunu?
- Peygamber aleyhisselâm!
- Hangisi?
- HAYRu’l-BeŞeR, İnsÂNların en hayırlısı, Son Peygamber aleyhisselâm!
- Ne diyor peki?

Enes b. Mâlik radiyallahu anhu’ten rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsanlardan öyleleri var ki, HAYRın (önünü açan) Anahtarları gibidir ve ŞERRin de (önünde duran, ona mâni olan) Sürgüleri gibidir. Kimisi de ŞERRin Anahtarı ve HAYRın Sürgüsü gibidir. ALLAHu zü’L-CeLÂL’in, HAYRın Anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere ne mutlu!. Ve ne yazık ALLAHu zü’L-CeLÂL’in ŞERRin Anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere!.” (İbn Mâce, Sünne, 19)

Eliyle işâret ediyor bir bir. Şu HAYR Kapısıdır, şunun tamamı HAYRdır, şunda ise hiç HAYR yoktur. En HAYRlı olanı da haber veriyor, en ŞERRli olanı da. ŞERRinden en çok sakınılması gerekeni de bildiriyor, ŞERRinden ALLAH’a sığınılması gerekeni de. Bâzen İnsÂNların en HAYRlılarını haber veriyor, bâzen ise amellerin. HAYR görünen ŞERRi de bildiriyor çok sevdiği ÜMMetine, ŞERR sanılan HAYRı da. Büyük bir dikkatle, özenle, hiçbir ayrıntıyı atlamadan, en az bir annenin yavrusuna olan şefkâti kadar şefkat göstererek, usanmadan, açılacak Kapıları da gösteriyor, kilit vurulacak olanları da. HAYRın Anahtarlarını ellerine alıp da HAYR Kapılarını üşenmeden, çekinmeden.: “Nasıl olur, ne denir?” demeden, bu davranışıyla sadece RABB’inin Hoşnutluğunu dileyerek açanları, İnsÂNların en HAYRlılarını işâret ediyor Nebî aleyhisselâm. Hanımlarına karşı en iyi şekilde davrananları (İbn Mâce, Nikâh, 50), kimseyi incitmeden borç verenleri (İbn Mâce, Ticaret, 62), Kur’ÂN öğrenen ve öğretenleri (İbn Mâce, Sünnet, 16), ömrü uzun, ameli güzel olanları (Tirmizi, Zühd, 22), Güzel Ahlâk sâhiblerini (Buhârî, Edeb, 39), HAYRı umulan ve ŞERRinden emîn olunanları (Tirmizi, Fiten, 76) “İnsÂNların en HAYRlıları” arasında sayıyor. Hayânın sırf HAYR olduğunu (Müslim, Îmân, 61), Yumuşak Huylu (rıfk sâhibi) kimselerin HAYRdan nâsibini aldıklarını (Tirmizî, Birr, 67), HAYR konuşmamaktansa susmanın daha iyi olduğunu (Müslim, İman, 74), ölümün dahi HAYRlı olanının dilenmesi gerektiğini (Buhârî, Merdâ, 19) bildiriyor. Arkadaşın en HAYRlısının arkadaşına faydası dokunan, komşunun en HAYRlısının ise komşusuna iyi davranan olduğunu buyuruyor. (Tirmizi, Birr, 28) Eşine huzur veren kadının (Nesâî, Nikah, 14), el emeğiyle elde edilen kazancın (Ahmed b. Hanbel, II/334), borcunu güzel bir şekilde ödeyen tüccarın (Ahmed b. Hanbel, II/19)
HAYRlı” olma vasfını kazandığını bildiriyor. Aslında O, her İnsÂNı kendisine en yakın olan HAYR Kapısına yönlendiriyor, o Kapıya yaklaştırıyor. Elindeki HAYRın Anahtarını hatırlatarak bir ÂN evvel o Kapıyı açması için onu teşvik ediyor.
- Ellerimizde anahtarlar mı olduğunu söyledi Nebî aleyhisselâm?
- Evet!
- Kapılar neden bu kadar uzakta peki?
- Kapılar =>ÖNünde, onlardan kaçan sensin! HAYRın sayısız Kapısı önümüzde, onların Anahtarları ise elimizde. Buna rağmen bunca kötülük nerden geliyor? Kapıları açmayı erteledikçe, bazılarını açmayı gözümüzde büyütüp bazlarını küçümsedikçe, açtığımızın sadece bir Kapı değil koca bir çığır olduğunu fark edemedikçe, örümcek ağlarına mahkum olacak HAYR Kapıları.
Üzerine kilit vurmayı düşünmediğimiz, gündemimize almadığımız, elbet bir başkası kapatır dediğimiz her Kötülük Kapısı ise farkında olmadan ve hızla Dünyâmızı kirletmeye devâm edecek.
“Bunca kötülük de nerden çıktı biz mutlu mesud yaşarken!?.” dediğimiz her kötülük, engel olmadığımız bir kötüden sadır olsa gerek! Ya da ihmal ettiğimiz bir iyilikten! Peki neden iyiler bu kadar ihmalkâr iken, kötüler bu derece çalışkan? Neden iyiler bu kadar kırılgan iken kötüler bu kadar sağlam? Neden iyilik nadide nazlı bir çiçekken bu bahçede, kötülük zehirli, arsız bir sarmaşık? ŞERR, ŞERRi doğuruyor çünkü, ŞERR çoğalmaya meyyâl. Her kötülük diğerini cesâretlendirirken ve bütün kötüler birlikte hareket etmeye bu kadar hevesliyken iyiliğin boynu bükük kalıyor. İyiliğin boynu bükük gönlü kırık olduğu zamanları yaşıyoruz; âhir zamanda iyi olmak zor zirâ. İyiliğin kendisinin değil resminin paylaşıldığı zor zamanlara tanıklık ediyor İnsÂNlık. İnsanlar iyilik namına heybelerine doldurdukları her bir şeyi pervasızca ortalığa dökmekten büyük zevk duyuyorlar. Oysa iyilik sadece yapılır, ifşâ edilmez. Üzerinde konuşuldukça değerinden bir şeyler kaybettiğine, ma’sumîyetini yitirdiğine inanılır. İyi niyeti şeffâf bir tül gibi her iyiliğin üzerini kaplamıştır ve iyi niyetle yapılmayan her iyilik üzerinde siyah bir leke kalır. Rengi beyazdır iyiliğin, tabiatı i’tibâriyle hiçbir lekeyi kaldirâmaz. Lekelendiğinde ise kötülükten bir farkı kalmaz. Sonra karışır iyi ve kötü, HAYR ve ŞERR. Her bir iyinin yerine kötülük ikâme edilir. Böyle zamanlarda kendine sormalıdır kişi.: “Kendini iyi hissedip hissetmediğini”.
Zirâ iyi olmadan, kendini iyi hissetmeden iyilik yapılmaz. İyi olunmadan HAYRa Anahtar, ŞERRe Kilit olunmaz. Sayısız Kapı var önümüzde… Hangi Kapısından girelim =>CeNNete..
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

SÖZ?.
SÜKÛt Mu?!.


Rukiye Aydoğdu DEMİR



َ َ ق َال َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ِول ّٰ الل َس ْ ر َن َ ع ة َ ر ْ ي َ ُر َبِى ه ْ أ َن ع ُ ْت... ْ م َص ِي ْ ل َو ً ا أ ر ْ خي ُ ْل َ ق َ َ ْلي ِ ِ اآلخِر ف ْم و َ َ ْالي ِ و ُ ّٰ بِالل ِن ْ م ؤ ُ َ َ ان ي ْ ك َن م
Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’ten rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Her kim ALLAH’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır konuşsun yahut sussun !.” buyurmuştur.
(Buhârî, Rikâk, 23; Müslim, Îmân, 74)

Her biri birer canlı aslında. Ayak seslerini işitmemiz ondan bazılarının. Bazılarının soğukluğunu içimizde hissetmemiz ondan. Her biri birer canlı aslında. Yapan, yıkan, onaran, yaralayan, yara saran… Yeri geldiğinde savaşı, yeri geldiğinde başı kesen… İçimize atılan, içimizde büyüyen, içimize dert olan… Evet, kelimelerin de rûhu var, sözler yaşıyor aramızda; kimi can çekişiyor, kiminin tabutu omuzlarımızda… Kendi Rûhu’ndan üfler İnsÂN sözlerine, bu yüzden âit olduğu rûh kadar yücedir sözler, kimi ulvî kimi süflîdir. Bu yüzden ALLAH Kelâmı bu kadar eşsizken Peygamber Kelâmı bu kadar vecizdir. Rûhun sesidir sözler, bu yüzden yüce sözler ancak yüce rûhlardan işitilir.
- Nasıl yücelir ki söz, rûhun sesi nasıl güzelleşir, bağırarak mı?
- Hayır!
- Sürekli konuşarak mı?
- Hayır!
- Söze yalan katarak mı güzelleşir rûhun sesi, sürekli başkaları hakkında konuşarak mı yoksa her işittiğini aktararak mı?
- Ah bir susabilsen işiteceksin, kulak ver sözlerin yücesine bak ne diyor Peygamber aleyhisselâm?
- Hangisi?
- Kendisine sözün özü verilen, cevâmiu’l-kelim olan (Müslim, Mesâcid, 5), Son Nebî aleyhisselâm buyurdu ki.: “Her kim ALLAH’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır konuşsun yahut sussun.” (Buhârî, Rikâk, 23; Müslim, Îmân, 74)
Konuşmanın da bir ritmi olduğunu söylüyor Nebî aleyhisselâm, söz ve sükûtun dengesinden bahsediyor. Bu denge kurulduğunda sözdeki notalar yerli yerine oturuyor ve melodi ritmini buluyor. O zaman laf kalabalığından yükselen kuru gürültüden ibâret olmuyor konuşmalarımız, o zaman hoş bir sedâ kalıyor Gök Kubbemizde. O zaman rûhumuzun yüceliği sözümüze yansıyor. Rûhumuzun derinliği kadar derinleşiyor sözlerimiz, doluluğu kadar doluyor, inceliği kadar inceliyor. Öyle ki kendisine sözün özü lütfedilen ve sözün en özlü hallerini zarafetle nakledebilen Nebî aleyhisselâm konuştuğu zaman, kâinat susuyor. Ashabı O'nu dinlerken âdeta başlarının üstündeki kuşları ürkütmekten çekiniyor. O konuşuyor, hak ve hakikate dâir söz sayfalarındaki boşluklar bir bir doluyor. O konuşuyor, şâirlerin, ediblerin övüncü olan mısralar yalın kalıyor. O konuşuyor iyilik ve güzelliğe dâir söylenecek yeni sözlere ilham oluyor. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem konuştuğu zaman herkes kendi kabınca nâsiblenirdi onun ikramından. O’nun söz bahçesinden herkes kendi nâsibince bir şeyler devşirirdi. O’nun her bir sözü ile karanlığın bir yönü aydınlanırdı, şehirler üzerindeki kara bulutlar dağılırdı o konuştuğu zaman. İşitildiği her çağda muhatablarının üzerinde hoş bir koku bırakırdı onun sözleri. Sâdeliği ile dinleyenleri büyülerdi; hikmetinin yanında zarâfeti ile de muhatablarını etkilerdi. O'nun sözlerinde tevazu’nun yüceliği hissedilirdi. Bâzen susarak en etkili sözleri söylerdi, onun tek bir susuşu kelimelere sığmayan nice mesâjlar verirdi. Konuşması hayır olduğu gibi sükûtu da hayırdı onun, sözleri boş olmadığı gibi susması da çok şey ifâde ederdi. O'nun sükûtundan ashabı neler öğrenmişti. Ka’b b. Mâlîk’e susarak neler söylemiş, ne dersler vermişti. Söz ve sükûtun muhteşem dengesi onun şahsında bir araya gelmişti. Sadece sözün değil sükûtun da bir değerinin olduğunu, sözü de sükûtu da yerli yerinde kullanmak gerektiğini öğretmişti Nebî aleyhisselâm. Buna göre her bir değerli susuş aslında bir Peygamber aleyhisselâm Tavsiyesi. Eğer ağzımızdan şerr çıkacaksa, sözlerimiz işiteni incitecekse, yaralayacaksa, karalayacaksa susmak daha hayırlı. Hayra dâir bir söz dökülmeyecekse dudaklarımızdan, ağzımızdan çıkanlar kalbimizde kirli tortular bırakacaksa ve bir zaman sonra sırf bu yüzden kalbimiz kaskatı kesilecekse susmak daha hayırlı. Sözlerimiz ağzımızda iğrenç bir tat bırakacaksa, her bir sözümüz bir basamak olup bizi CeheNNeme bir adım daha yaklaştıracaksa, konuştukça bakırdan tırnaklarımız uzayacaksa, susmak daha hayırlı. Ağzımızdan çıkan her bir kelime ile yalandan iftirâdan köprüler inşâ’ edeceksek, sözlerimiz kini nefreti besleyecekse, susmak daha hayırlı. Her bir sözümüz Rûz-i Mahşer’de ete kemiğe bürünüp karşımıza dikildiğinde, hiç birini görmeye cesâret edemeyeceksek, gözlerimizi kaçıracaksak sözlerimizden ve o ÂNda.: “Keşke toprak olsaydım!.” diyeceksek susmak daha hayırlı. Her söylediğimizi görmeye, her bir sözümüzle yüzleşmeye tahammül gösteremeyeceksek, ağzımızdan çıkan her bir söz bize söylendiğinde onları dinlemeye takat yetiremeyeceksek, susmak daha hayırlı. Kendi sözlerimizden kaçmak isteyeceksek bunca laf kalabalığı niye? Neyin muhabbetini ediyoruz? Dudaklarımızla kendi kuyumuzu kazmak mı niyetimiz? Kendi sözlerimizle kendimizi esâret altına alıyoruz farkında olmadan. Kırmak lâzım zincirleri o vakit, kurtulmalıyız söz esâretinden!. Bize düşen değerli bir sükut yahut hayrı söylemek! Ancak bu sanıldığı kadar kolay değil. Zirâ incelmeden ince, doğrulmadan doğru konuşamaz İnsÂN. Hayırsızken de hayır dökülemez dudaklarından. Hayırla aramızdaki mesâfe bu kadar artmışken nasıl hayır konuşsun dilimiz? Hâlimiz nefret ettirirken nasıl müjdelesin kâlimiz? Hayra dâir konuşabilmesi için yeterince hayrı olmalı İnsÂNın. Öyle ya içinde ne varsa dışına da o sızar küpün! Bize ait olan her bir kelime ve dahi her bir harf ağzımızdan çıktığı ÂN’dan itibâren bir “biz” inşâ’ etmeye başlar. Ve aslında biz nasılsak ona göre kelimeler dökülür ağzımızdan. Derinliğimiz kadar, bilgeliğimiz kadar, inancımız kadar. Mânâyla, hakla, hakikatle ilişkimiz kadar. Bu yüzden mânâsını yitirmiş her bir söz uzaklaştırıyor bizi kendimizden. Hakikat kaybı, mânâ yoksunluğu kelimeler kadar bizim de içimizi boşaltıyor. Yalan, gıybet, iftirâ kimyamızı bozuyor. Şahsiyetimiz, İnsÂNiyetimiz, inancımız yara alıyor ve kırk yamaya dönmüş bir şahsiyetten de hayır gelmiyor. Çöp yığınları gibi söz yığınları birikiyor etrafımızda. İnsanlar bize kulak kesildiğinde hayır namına tek bir esâslı söz bulamıyoruz konuşacak. Mü’minden beklenen sözler söyleyemiyoruz söz sırası bize geldiğinde. Ceplerimizi yokladığımızda yıllar yılı biriktirdiğimiz mâlâyâni kırıntılarıyla karşılaşıyoruz. İdrakimize giydirdiğimiz gömlekleri yırtıp da hakikate dâir tek kelime edemiyoruz. Herkesin kapıldığı o sele mü’min olarak biz de kapılıp onca gürültünün içinde sesimizi duyuramıyoruz. Günübirlik telâşların ortasında bizden, bize dâir, bize ait, sadra şifâ değerli bir söz ve dahi sükut sunamıyoruz. Oysa kendisini başkalarının gürültüsüne kaptırıp da kendi şarkısını söyleyememesi ne acıdır İnsÂNın! İnandığı gibi yaşamayınca yaşadığı gibi konuşması ne acıdır! Konuşması için kendisi işâret edildiğinde sağına ve soluna bakıp ürkek gözlerle.: “Ben mi?!.” demesi ne acıdır eğer biriktirdiği sadece laf kırıntılarıysa. Kulak kesilecek söz bulamaması ne acıdır eğer kulaklar hep işgal altındaysa. Ve ne acıdır söz terazileri kurulduğunda sözlerinin incir çekirdeğini doldurmadığını görmesi. Sâdece SÖZLerinin değil ve dahi =>SÜKÛTunun!.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:

جوامع وأوتيت بالرعب نصرت.: Düşmanımın kalbine salı nan) korku ile yardım edildim ve bana “cevâmi’ül-kelim” verildi.”
(Sahîh-i Müslim=>Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahih, nşr. Muhammed Fuad Abdulbaki, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, ty., “Mesâcid”, 8.)


َ ُو ِض َع ْت َ ْر ِض، ف ِ ِن ْ ال ِ َ خ َزائ ِيح َات ِ َمف ْ ِ ج َيء ب ِذ ٌِم إ َائ َا ن َن َا أ َ ْين ِِم َ ، وب ْ َكل ُ ْع ِط ُ يت َ ج َو ِ ام َع ال ِ ُّ الر ْع ِب َ ، وأ ُ ِص ْر ُت ب ن َ َد َّي ِي ي ف .: Korku ile yardım edildim, Bana “cevâmiʿül-kelim” verildi, uykuda olduğum bir vakitte, dünyanın hazineleri bana getirildi ve elime konuldu.”
(Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i=>Ahmed b. Hanbel, Müsned, 13: 71,16: 307, Müsned’in muhakkiki Şu’ayb el-Arnaût’a göre rivâyet, Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahihtir.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hiçbir peygambere verilmeyen hasletler bana verildi.”
Biz.: “Onlar nedir, Yâ Resûlullah?.” Dediğimizde,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bana korku ile yardım edildi, bana yeryüzünün anahtarları verildi, AhMed diye isimlendirildim, toprak bana tâhir kılındı ve Ümmetim en hayırlı Ümmet kılındı.” buyurdu.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2: 156.=> Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem => Ali b. Ebû Talib kerremallahu vechehu =>Muhammed b. Ali =>Abdullah b. Muhammed b. Akîl =>Züheyr =>Abdurrahaman => Ahmed b. Hanbel, Müs ned, 2: 156.)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

HAYÂ =>İMANDANDIR..

Rukiye Aydoğdu DEMİR..


ق َال َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ َول ّٰ الل َس َ َّن ر َ... أ َر ُم ْ ِن ع ِ ب ّٰ الل ِد ْ ب َ ْ ع َن ع َ ِ ان َ ِ اإليم ِن َ م َاء ي َ َِإ َّن ْ الح ُ ف ْه َع د
Abdullah b. Ömer radiyallahu anhu’in naklettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hayâ imândandır.” buyurmuştur.
(Buhârî, İman, 16)

Kaygılı gözler, her yerde onu arıyor, kulaktan kulağa herkes birbirine onu soruyordu.: “Nerdeydi?” Herkes telâş içindeydi. Erkekler kadınlara sordu, büyükler küçüklere. Onu yitirmekten utanarak sordular, onu kaybettiklerini kimseye fark ettirmemeye çalışarak aradılar. Çünkü utanılacak bir şeydi.: “HAY” hiçbir yerde yoktu… Onsuz olmuyordu. O olmadan kızarmıyordu yüzler, aksine yüzü kızaranlar utanıyordu. O olmadan çirkinlik akıyordu yüzlerden, gözlerden ve sözlerden… Nağmeler hep HAYÂsızlığa dâvet ediyordu. O olmadan İnsÂN çalıyordu, sövüyordu, öldürüyordu, tüm bunlardan HAYÂnın yüzü kızarıyordu da İnsÂNların kızarmıyordu. HAYÂnın başı önüne eğiliyordu da HAYÂsızlık yapanlar başı dik yürüyordu. Çirkinlikler fazilet sayılıyor, HAYÂsızlığın kendisi bir erdem zannediliyordu. Türlü ahlâksızlıklar İnsÂNı tamamlıyordu da zavallı HAY eksiklik olarak görülüyordu. Ancak şimdi anlıyorlardı ki HAY olmadan İnsÂN tam olamıyordu, asıl onun yokluğu büyük bir eksiklikti. Ardından ağıtlar yakıyorlardı, HAY onları terk etmişti. Kimseler onu görmemiş miydi? Atına atlayıp çok uzak diyarlara mı gitmişti? Masal Ülkesinden haberler getiren o kahraman nerdeydi şimdi? Hangi taşın altına saklanmıştı? Yoksa ahlâksızlıklardan utanıp yerin dibine mi girmişti? Sözlüklere mi hapsedilmişti? Aradılar, lügatlerin “H” harfine sordular, kütüphânelerin tozlu raflarına baktılar. Onun izini kitabların satırlarında sürdüler. Ve bir gün, güvenilir hadis kitablarının başında gelen Buhârî’nin sayfaları arasından, Peygamber aleyhisselâm’ın sahabisi Abdullah b. Ömer radiyallahu anhu getirdi müjdeli haberi. Çağlar ötesinden, HAYÂnın yüzüne en çok yakışanının haberini. Göğsünde HAYÂyı en güzel taşıyanın haberini. Adı güzel, kendi güzel olanın haberini. MuhaMmed Mustafa’nın haberini getirdi. HAY timsâli Nebî aleyhisselâm, kayıp hazinenin kaynağına şöyle işâret etti.: HAY imândandır.” (Buhârî, İman, 16)
Bu sözle İnsÂNlar huzura erdi çünkü aradıkları uzaklarda değil, kendi içlerindeydi. Sevgili Peygamberimizin işâretiyle, her bir İnsÂN özlemini çektiği, yokluğundan şikâyet ettiği HAYÂyı kendi özünde, fıtratında, imân dolu kalbinde bulabildi. Demek ki kişi, Semî’ olup her şeyi işiten, Basîr olup her şeyi gören, Alîm olup kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen RABB’ine imân ettiğinde HAYÂnın tadına varabiliyordu. Zirâ RABB’i onu her ÂN gözetlemekteydi.


إِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِ
“İnne RABBeke le bil mirsâd (mirsâdi).: Muhakkak ki senin RABBin elbette gözleyendir.” (Fecr 89/14)

Gözler O’nu göremese de O, gözleri görmekteydi. (Buhârî, Tefsir, 31)
Her ÂN huzurda olmanın bilincini taşıyan kalb, nasıl gaflette bulunabilirdi? “İHSÂN” şuuruna eren İnsÂNın eli harama, dili yalana, yüreği nifâka nasıl bulaşabilirdi? Ağızların susup ellerin, ayakların konuşacağı, gözlerin ve kulakların şâhidlik yapacağı güne inanan bir mü’min, HAYÂsızlığa nasıl cüret edebilirdi?.:


الْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
“El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculuhum bimâ kânû yeksibûn (yeksibûne).: Bugün onların ağızlarını mühürleriz. Kazanmış olduklarını (yaptıklarını) Bize, onların elleri anlatır, ayakları şâhidlik eder.” (YâSîn 36/65)

حَتَّى إِذَا مَا جَاؤُوهَا شَهِدَ عَلَيْهِمْ سَمْعُهُمْ وَأَبْصَارُهُمْ وَجُلُودُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“Hattâ izâ mâ câûhâ şehide aleyhim sem’uhum ve ebsâruhum ve culûduhum bimâ kânû ya’melûn (ya’melûne).: Hatta ona (ateşe) geldikleri zaman yapmış oldukları şeylere, onların gözleri, kulakları ve derileri (uzuvları), (hayat filmlerinde) onların aleyhine şâhidlik etti.” (Fussilet 41/20)

وَقَالُوا لِجُلُودِهِمْ لِمَ شَهِدتُّمْ عَلَيْنَا قَالُوا أَنطَقَنَا اللَّهُ الَّذِي أَنطَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُوَ خَلَقَكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
“Ve kâlû li culûdihim lime şehidtum aleynâ, kâlû entakanallâhullezî entaka kulle şey’in ve huve halakakum evvele merretin ve ileyhi turceûn (turceûne).: Ve kendi ciltlerine (uzuvlarına).: “Niçin bizim aleyhimize şâhidlik ettiniz?” dediler. (Onlar da) dediler ki.: “Bizi, herşeyi söyleten ALLAH söyletti. Sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürüleceksiniz.” (Fussilet 41/21)

وَمَا كُنتُمْ تَسْتَتِرُونَ أَنْ يَشْهَدَ عَلَيْكُمْ سَمْعُكُمْ وَلَا أَبْصَارُكُمْ وَلَا جُلُودُكُمْ وَلَكِن ظَنَنتُمْ أَنَّ اللَّهَ لَا يَعْلَمُ كَثِيرًا مِّمَّا تَعْمَلُونَ
“Ve mâ kuntum testetirûne en yeşhede aleykum sem’ukum ve lâ ebsârukum ve lâ culûdukum ve lâkin zanentum ennellâhe lâ ya’lemu kesîren mimmâ ta’melûn (ta’melûne).: Kulaklarınızın, gözlerinizin ve cildinizin (uzuvlarınızın) sizin aleyhinize şâhidlik etmesinden (edeceğinden) sakınmıyordunuz. Ve lâkin yaptıklarınızdan çoğunu ALLAH'ın bilmediğini zannediyordunuz.” (Fussilet 41/22)

وَذَلِكُمْ ظَنُّكُمُ الَّذِي ظَنَنتُم بِرَبِّكُمْ أَرْدَاكُمْ فَأَصْبَحْتُم مِّنْ الْخَاسِرِينَ
“Ve zâlikum zannukumullezî zanentum bi RABBikum erdâkum fe asbahtum mine’l- hâsirîn (hâsirîne).: Ve işte RABBiniz hakkındaki sizin bu zannınız, sizi helâka sürükledi. Böylece hüsrana düşenlerden oldunuz.” (Fussilet 41/23)

RABB’inden HAYÂ etmeksizin başkalarını nasıl incitebilir, ağlatabilir, aldatabilirdi? Zor sorulara cevaplar sunup kalblerimizi yatıştıran, bizlere izini sürdüğümüz HAYÂnın adresini gösteren Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kendisinden HAYÂ edilip utanılmaya en lâyık olanın RABB’imiz olduğunu haber vermişti. (Tirmizî, Edeb, 22)
Bunun hakkıyla nasıl yapılacağı yine O’nun sözlerinde gizliydi.: ALLAH’tan hakkıyla HAYÂ etmek, baş ve başta bulunan organlarla, karın ve karnın içine aldığı organları (her türlü günâh ve haramdan) korumak, ölümü ve (toprak altında) çürümeyi dâima hatırlamaktır. Âhireti arzu eden, Dünyânın süsünü terk eder. Kim bu şekilde davranırsa ALLAH’tan gereği gibi HAYÂ etmiş olur.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 24)
Buna göre, ALLAH’tan gereği gibi sakınmanın, takvâ elbisesini kuşanmanın yolu HAYÂdan geçer.:


يَا بَنِي آدَمَ قَدْ أَنزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارِي سَوْءَاتِكُمْ وَرِيشًا وَلِبَاسُ التَّقْوَىَ ذَلِكَ خَيْرٌ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللّهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
“Yâ benî âdeme kad enzelnâ aleykum libâsen yuvârî sev’âtikum ve rîşâ (rîşâen) ve libâsu’t- takvâ zâlike hayr (hayrun), zâlike min âyâtillâhi leallehum yezzekkerûn (yezzekkerûne).: Ey Âdemoğulları! Sizlere ayıp yerlerinizi gizleyip örtecek elbise ve süslenecek şeyler (elbise) ve takvâ elbisesini indirdik. Bu daha hayırlıdır. İşte bu ALLAH'ın âyetlerindendir. Böylece onlar tezekkür ederler.” (A’râf 7/26)

HAYÂdan takvâya giden ince bir yol vardır. HAYÂ, kalbi ALLAH’a bağlamaktan kaynaklanan bir rikkat, bir inceliktir. Böyle kalb sâhiblerinde bulunan vakarlı bir duruş, edepli bir bakıştır. Bu latif hal, kalbin günâhlarla kirletilmesi neticesinde kişiyi terk eder. Her bir ahlâksızlık, kalbdeki hassasiyeti birâz daha öldürür ve onu katılaştırır. Her günâh, edebimizden bir parça koparır, her çirkinlik güzelliğimizde bir leke bırakır. Her bir ahlâksızlık, utanan yüzümüzü, yaşaran gözümüzü bizden alır ve kişinin bütün sermâyesi bir kızarmaz yüz, bir yaşarmaz göz oluverir. Yüzdeki o ince HAYÂ perdesi kalkınca, kişi aynadaki yüzünü tanıyamaz hale gelir. Oysa bu çirkinliğin sebebini, HAYÂyı kendisinden öğrendiğimiz, genç bir kız kadar kendisine HAYÂyı yakıştıran Sevgili Peygamberimiz (Buhârî, Edeb, 73) şöyle haber vermiştir.: “Ahlâksızlık bulunduğu şeyi çirkinleştirir; HAYÂ ise bulunduğu şeyi süsler.” (Tirmizî, Birr, 47)
Öyle bir süstür ki HAYÂ, İnsÂNı Yûsuf aleyhisselâm kadar güzelleştirir. HAYÂsızlık, Yûsuf tabiatlılara zindandan daha karanlık gelir. Öyle bir süstür ki HAYÂ, İnsÂNı zârifleştirir, vakurlaştırır, Meryem aleyhasselâm gibi iffet timsâli haline getirir. Osman radiyallahu anhu gibi Peygamber övgüsünü hak ettirir, meleklerin dahi kendisinden HAYÂ ettiği bir mertebeye ulaştırır. (Müslim, Fezâil, 26) Makamlardan makamlara, imândan İHSÂNa, mürüvvetten takvâya HAYÂ ile varılır.
Zirâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: HAYÂ, bütünüyle hayırdır.” (Müslim, İman, 61)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

KALBİ ESİR ALAN EN KÖTÜ HASTALIK =>HASED ve KİN..

Hale ŞAHİN

ام َو َ ْ الع ْن َ ب ر ْ ي َ ُّ ب َ َّن الز ُ أ َه َّ ث َ د ِر ح ْ ي َ ُّ ب ْ َلى الز َ و َ َّن م ِ ِيد أ ل َ ْ ِن ْ الو ِ َ يش ب ع َ ْ ي َن ع ُ َل ُكم ْ ِم َ قب َ ُم ُ األ َاء ْ د ْ ُكم َّ ِ إَلي َب َ َ ق َال » د َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل َّ ص ِبى َّ َ َّن الن ُ أ َه َّ ث َ د ح َ ِ ين الد ُق ّ ِ ْ ل َح ْ ت َ َل ِكن َ و ْر ُق َّ الشع ِ ْ ل َح َُق ُول ت َ أ َ ُة ال ِق َ ال َ ْ الح ُ ِ هى ْ َضاء غ َ َ ْالب َ ُد و َ س ْالح ُّوا َ اب َح َّى ت ت َ ُوا ح ِ ن ْ م ُؤ َ ت َ ال ُوا و ِ ن ْ م ُؤ َّى ت ت َ َّ َة ح ن َ َ ْد ُخُل ْ وا الج َ ت ِ ال ِده َ َ ْفِسى بِي َ َّال ِذى ن و » ْ َ ُكم ن ْ ي َ َ ب َم َّ ال ْ ُشوا الس َف ْ أ ْ َ ل ُكم ُم ِ ُت َ ذاك ّ َب ث ُ َ ا ي ْ بِم ُ ُكم ِئ ّ َب ُن َ أ َال َف أ


Yaîş b. Velîd’in Zübeyir’in azatlı kölesinden, onun da Zübeyir b. Avvâm’dan rivâyet ettiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle dedi.: “Geçmiş toplumların hastalığı size de bulaştı: Hased ve kin beslemek! İşte bunlar, kökten yok edicidir. Saçı tıraş eder demiyorum, aksine dini kökünden kazıyıp yok eder. Canım elinde olan ALLAH’a yemin ederim ki imân etmeden CeNNete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de mü’min olamazsınız. Birbirinizi sevmenizi sağlayacak şeyi size haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.”
(Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 56)

Kalbi esir alan en kötü hastalıklardan biriydi. İblisi RABB’ine isyan ettirip kıyamete kadar lânetlenmeye mahkûm eden de, Kâbil’e yeryüzündeki ilk cinâyeti işleten de, Yâsuf’un kardeşlerine babayla oğlu yıllarca birbirine hasret bırakacak tuzağı hazırlatan da hep aynı duyguydu. Uzun lafın kısası çok eskilerden beri vardı bu hastalık.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Ashabını uyarmadan edemiyordu.: “Geçmiş toplumların hastalığı size de bulaştı.: “Hased ve kin beslemek! İşte bunlar, kökten yok edicidir. Saçı tıraş eder demiyorum, aksine dini kökünden kazıyıp yok eder. Canım elinde olan ALLAH’a yemin ederim ki imân etmeden CeNNete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de mü’min olamazsınız. Birbirinizi sevmenizi sağlayacak şeyi size haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Sıfatü’lkıyâme, 56)

Birlik ve beraberliğe engel olan hased ve kin duyguları ne kadar da tehlikeliydi. Sevgi, muhabbet, ülfet ve samimîyet gibi bütün güzel duyguları bıçakla kesmişçesine yok ediyordu. Lâkin bu saçın tıraş edilmesi gibi basit bir kesme eylemi ve maddî bir kayıp değildi. Hased ve Kin Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ifâdesiyle “dini kökünden kazıyıp yok ediyor” yani kişiye hem Dünyâda Kalbi Esir Alan hem de âhirette ciddî zararlar veriyor, iyi olan ne varsa hepsini ortadan kaldırıyordu. Bu ise telâfisi imkânsız bir kayıptı. Ümmetine çok düşkün olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bütün çabası onların selâmeti içindi. Dünyâ ve âhiret mutluluğuna giden yolda ALLAH’a ve Rasûlü’ne imân edenlere rehberlik ederek RABBleri’nin Rızasına birlikte nâil olmak en büyük arzusuydu. Göz göre göre ateşe düşmelerine müsaade edemezdi. Özellikle de hased, kin, nefret, düşmanlık ve bozgunculuk gibi müminlerin birliktelik rûhuna darbe vuracak ve hiçbir şekilde imânla beraber zikredilmesi mümkün olmayan kötü hastalıkların pençesine düşmeleri söz konusuysa. Hâlbuki mü’minin kalbinde bu kötü duygular barınmamalıydı. Mü’minin kalbi “mahmûm” olmalıydı. ALLAH’tan korkan, tertemiz bir kalb… Onda günâha, zulme, kine ve hasede yer yoktu asla. (İbn Mâce, Zühd, 24) Rasûlullah tarafından CeNNetlik diye övülen Medineli bir sahabiyi, Abdullah b. Amr’ın.: “İşte seni yücelten bu! Bizim yapamadığımız da bu!.” diyerek takdir ettiği gibi.
Nitekim bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ashabıyla birlikte otururken.: “Şimdi CeNNetlik bir adam geliyor.” demiş, o esnâda sakalından abdest suyu damlayan, nalınları elinde bir sahabi çıkagelmişti. Bu olay iki gün daha tekrar etmiş, gelen yine aynı kişi olmuştu. Abdullah b. Amr onu CeNNetlik yapan özelliğin ne olduğunu merak etmiş, sahabinin peşine düşmüştü. Babasıyla tartıştığı ve üç gün eve gitmeyeceğine yemin ettiği bahânesiyle CeNNetlik sahabiden evinde kalmak için izin istemişti. Böylece onu yakından gözlemleme imkânı bulacaktı. Üç gün boyunca gece gündüz ne yaptığını izlemiş, ibâdet yönünden pek de farklı bir yönünü görmemiş hatta küçümseyecek olmuştu. Bununla birlikte konuşurken hep güzel şeyler söylediğini işitmişti. Sonunda ona babasıyla tartışmadığını, sırf CeNNetlik diye nitelenmesinin sebebini öğrenmek ve aynısını yapmak istediği için yanında kaldığını söyledi.: “Seni Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in söylediği mertebeye ulaştıran şey nedir?” diye sordu. CeNNetlik sahabi.: “Yalnızca gördüklerin.” dedi. Abdullah b. Amr yanından ayrılacağı esnâda ise tekrar çağırdı ve şöyle dedi.: “Ancak bir şey daha var. Ben kalbimde hiçbir Müslüman’a karşı kin ve nefret beslemem. ALLAH’ın kendisine İHSÂNda bulunduklarından dolayı hiç kimseye hased etmem!.”
(Ahmed b. Hanbel, III, 166)

ALLAH’a yeminle sesleniyordu Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İman etmeden CeNNete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de mü’min olamazsınız.” diye. Zirâ mü’minler kardeşti.:


إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
“İnnemel mû’minûne ihvetun fe aslihû beyne ehaveykum vettekûllâhe leallekum turhamûn (turhamûne).: Mü'minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Ve ALLAH'a karşı takvâ sahibi olun. Umulur ki, böylece siz rahmet olunursunuz.” (Hucurât 49/10)

Mü’minler birbirlerinin dostuydu.:


وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Vel mu’minûne ve’l- mu’minâtu ba’duhum evlîyâu ba’din, ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne ani’l -munkeri ve yukîmûne’s- salâte ve yu’tûne’z- zekâte ve yutîûnallâhe ve resûlehu, ulâike se yerhamuhumullâh (yerhamuhumullâhu), innallâhe azîzun hakîm (hakîmun).: Ve mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirlerinin dostlarıdır. Ma'ruf ile emreder ve münkerden nehyederler (yasaklarlar) ve namazı ikâme ederler ve zekâtı verirler. ALLAH ve O'nun RESÛLÜne itaat ederler. İşte onlar, ALLAH, onlara rahmet edecek. Muhakkak ki ALLAH; AZÎZ'dir, HAKÎM'dir.” (Tevbe 9/71)

Nasıl vücudun bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle aynı acıyı paylaşıyorsa, mü’minler de birbirlerini sevmede, birbirlerine MeRHaMet ve Şefkât göstermede tek bir vücûd gibiydiler. (Müslim, Birr, 66)
Birbirine hased etmek, birbirine kin beslemek, birbirine sırt çevirmek kardeşliğe asla sığmazdı. (Müslim, Birr, 28)
Aksi takdirde mü’minin çevresindekilere güven veren vasfından nasıl söz edilebilirdi? Mü’mine yakışan kardeşliğe yaraşır davranmak, kendisi için istediğini kardeşi için de isteme erdemini göstermekti. (Buhârî, Îmân, 7)
Ashabını hased ve kin besleme hususunda uyaran, birbirini sevmeden gerçek imândan bahsedilemeyeceğini vurgulayan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in söyleyecekleri henüz bitmemişti. Birbirini sevmenin, birbirinin iyiliğini istemenin en güzel yolu neydi öyleyse?
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Birbirinizi sevmenizi sağlayacak şeyi size haber vereyim mi?” diye soran Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, sorunun cevabını vermekte de gecikmiyordu.: “Aranızda selâmı yayın.”
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Canım kudret elinde olan ALLAh’a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi?. Aranızda selamı yayınız!”
(Ebû Hureyre radiyallahu anhu’dan; Müslim, İman 93-94)

Abdullah ibn-i Ömer radiyallahu anh.: “Resulullah’a İslâm’ın hangi ameli daha hayırlı?” diye sordum.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermen.” diye cevab verdi.”

(Ebu Dâvud)


وَإِذَا حُيِّيْتُم بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّواْ بِأَحْسَنَ مِنْهَا أَوْ رُدُّوهَا إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَسِيبًا
“Ve izâ huyyîtum bi tahıyyetin fe hayyû bi ahsene minhâ ev ruddûhâ. İnnallâhe kâne alâ kulli şey’in hasîbâ (hasîben).: Ve bir selâmla selâmlandığınız zaman, o takdirde siz, ondan daha güzeli ile selâm verin veya onu (aynen) iâde edin. Muhakkak ki ALLAH, herşeyi en iyi hesab edendir.” (Nisâ 4/86)

Selâm imânın, barışın ve iyi niyetin en somut göstergesiydi çünkü. Karşılaştığı kimseye ALLAH’ın selâmıyla esenlik dileyen, DUÂ eden kişi Müslümanlığını beyân etmekte, dolayısıyla güvenilir olduğunu kendisinden ona herhangi bir zarar gelmeyeceğini bildirmekteydi. Selâm ilk bakışta İnsÂNların birbirini sevmesini sağlayan oldukça kolay bir yöntem gibi görünse de, içinde barındırdığı derin mânâ ve mesâjları düşününce bugün karşımızdaki bir İnsÂNa selâm verirken ona vaad ettiğimiz üzere gerçekten kendisini güvende hissettirebiliyor muyuz? İyi niyetimizi ne kadar yansıtıyoruz? Birbirimize güven sorunu yaşadığımız böyle bir zamanda özeleştiri yapmaya, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bu hadisini hakkıyla anlayıp toplumsal ilişkilerimizde uygulamaya oldukça ihtiyacımız var. Kalblerimizi ancak bu şekilde bütün kötü duygulardan arındırabilir ve birbirimizle iyi ilişkiler geliştirebiliriz. Bu doğrultuda RABB’imizden niyazımız şudur: “Ey RABB’imiz! Bizi ve bizden önce imân etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalblerimizde, imân edenlere karşı hiçbir kin tutturma!”


وَالَّذِينَ جَاؤُوا مِن بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِّلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
“Vellezîne câû min ba’dihim yekûlûne rabbenâgfir lenâ ve li ihvâninellezîne sebekûnâ bi’l- îmâni ve lâ tec’al fî kulûbinâ gıllen lillezîne âmenû rabbenâ inneke raûfun rahîm (rahîmun).: Ve onlardan sonra gelenler.: “RABBimiz bizi ve bizden önce îmân ile geçmiş (göç etmiş) olan kardeşlerimizi mağfiret et. Ve kalblerimizde imân edenlere karşı kin bırakma. RABBimiz, muhakkak ki SEN; RAÛF'sun, RAHÎM'sin.” derler.” (Haşr 59/10)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHümme elif beyne kulubinâ ve aslih zâte beyninâ ve’hdinâ sübüle’sselâmi ve neccinâ mi-ne’z-zulümâti ile’n-nûri ve cennibne’l fevâhişe mâ zahare minhâ ve mâ betane.: Kalblerimizi birleştir. Aramızı düzelt ve bizi kurtuluş yollarına ilet. Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkar ve büyük günahların açığından da gizlisinden de uzaklaştır!.” (Ebu Dâvûd, Salât 182)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

ZULÜM =>EBEDÎ KARANLIK..

Rukiye Aydoğdu DEMİR

ق َال َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ َول ّٰ الل َس َ َّن ر ِ أ ّٰ الل ِد ْ ب َ ْ ِن ع َ ِ ابِر ب ْ ج َن ع ِ َة َام ِي َ ْ الق ْم و َ ات ي ٌ َ ُُلم َ ظ َِإ َّن الظُّْلم َ ف ُوا الظُّْلم َّق ات

Câbir b. Abdullah radiyallahu anhu’ın naklettiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle dedi.: Zulümden kaçının; zulüm (zâlim için) Kıyamet Gününde zifiri karanlıklardır...”
(Müslim, Birr, 56)

Her bir kelimeye bir renk bahşedildiğinde, onun payına karanlık düştü. Bundan böyle karanlığın karasıyla anılır oldu adı. Öyle bir karanlıktı ki onunki, yıldızsız geceleri kıskandırıyordu, zindanlar onun yanında aydınlık kalıyordu, dipsiz kuyular onu görünce haline şükrediyordu. Söylendiği her dilde, yazıldığı her satırda kara bir leke bırakıyordu. Tarihte adının anıldığı sayfalara kara damgalar vuruluyordu. Onun geçtiği sokaklarda evlerin ışıkları bir bir sönüyor, ardında sadece kesif bir karanlık kalıyordu. Küçük sevimli kız çocuğunun altın sarısı saçları, deniz mavisi gözleri, elindeki elma şekeri de kararıyordu. Neşeyi söndürmeyi başarıyor, tebessümler dudaklarda yarım kalıyor, umudun bin bir rengi yerini siyaha bırakıyordu. En ağır günâhın kalbde bıraktığı leke kadar koyuydu rengi. Ve aydınlıklardan haber getiren Nebî aleyhisselâm, ebedî karanlıklar içinde bırakan bu kelimeye karşı uyardı sâhibini, dedi ki.:
Zulümden kaçının; zulüm (zâlim için) Kıyamet Gününde zifiri karanlıklardır.” (Müslim, Birr, 56)
Lügatler.: “Bir şeyi ona ait olmayan yere koyma, sınırları çiğneme, HAKkı bırakıp bâtıla yönelme, haksızlık etme, hak sâhibine Hakkını vermeme” diye açıkladılar zulmü. (Lisânü’l-Arab, “zlm” md.)
Âlimler ise olsa olsa “şirk”tir dediler İnsÂNı ebedî karanlıklarda bırakan, Nebî aleyhisselâmın işâret ettiği karanlığın sebebi. (Aynî, Umde, 12/293.)

Öyle ya, eğer zulüm bir şeyi ona ait olmayan yere koymaksa, İnsÂNın sahte ilâhlara gönlünde yer vermesi zulmün en hakikisi değil midir? Zulüm, haksızlık etmek demekse, en büyük zulüm İnsÂNın kendisini yaratan RABB’ine karşı nankörlük etmesi, RABB’inin Hakkını başkasına vermesi değil midir? Bundan olsa gerek Lokmân aleyhisselâm.:


وَإِذْ قَالَ لُقْمَانُ لِابْنِهِ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ
“Ve iz kâle lukmânu libnihî ve huve yaızuhu yâ buneyye lâ tuşrik billâh(billâhi), inneş şirke le zulmun azîm (azîmun).: Ve Lokman, oğluna vaazederek (öğüt vererek) şöyle demişti: "Ey yavrum, Allah'a şirk koşma! Muhakkak ki şirk, azîm (çok büyük) bir zulümdür." (Lokmân 31/13) diyerek oğlunu uyarmıştır.

Mevlâna ise.: “Dikeni Sulamaktır!.” der zulüm için, ağaçları bırakıp dikenleri büyütmektir. Sessizce dikenlerin büyümesini izlemektir zulüm, ağaçlar kururken dikenlerin büyümesine izin vermektir. Hak etmeyene hak bahşetmek, haklının ise payını esirgemektir.
Zulüm; HAKkı, adaleti yok ederek kendi varlıklarını güçlendirmeye çalışanların tabiatıdır. Başkalarına acı çektirirken, vicdânının sesini duyamayacak kadar sağırlaşmış olanların davranışıdır. Zâlim, kibrini yüceltmek adına bütün değerleri ayaklarının altına alabilen İnsÂNdır. Ve Dünyâ, zâlimlerin adaletine mahkûm edildiği zaman, zâlimin gözünün karalığı kadar karanlığa mahkûm olur. Bâzen öyle bir zaman gelir ki o güzelim Dünyâ, arzıyla semâsıyla, dağıyla taşıyla zâlimlerin birbirleriyle olan yarışına şâhidlik eder. Her bir zorba, âdeta hedefe diğerinden önce varabilmek için yarışmaktadır. Daha fazla kan, daha çok gözyaşı akıtılmalıdır. Bu yüzden sesleri kısilâna kadar bâtılı haykırırlar; karanlığın aydınlığa galip gelmesi adına gecelerini gündüzlerine katıp çalışırlar; zulümde yardımlaşmayı ihmal etmeden tek vücûd olup mazlumun Dünyâsını karartırlar. Öyle ki onlardan pâyinı Habil alır, Nûh aleyhisselâm alır. Mûsâ aleyhisselâm alır, İsâ aleyhisselâm alır. Sümeyyeler, Ammârlar alır. Yaşama HAKkı tanınmayan kız çocukları alır. Sahilde oynarken üzerlerine bombalar yağdırılan dört küçük arkadaş alır.
Firâvunlar, Nemrudlar, Ebu Cehiller, Ebu Lehebler aslında hiç ölmez, her devirde kıtaları dolaşır ve onların ardında zifiri bir karanlık kalır. Çocukların hayatı, üzerlerine yağan bombalarla karartıldığı zaman, bugün kararıyor, yarın kararıyor. Gökte yapılıp yere indirilen şehrin semâsı kararıyor. Peygamberlere şâhidlik eden mukaddes semâ barut kokuyor. Destânlar yazan şehirlerin adı mazlumîyyetle anılıyor. Tarihin sayfalarından mazlumların kanı damlıyor. Kara sıfatlar ALLAH’ın Dinine yakıştırılmaya çalışılıyor; kan kokan kelimeler, ALLAH’ın Dininin adıyla yan yana yazılıyor. İşte o zaman mürekkep kararıyor, Beytullah’ın örtüsü kararıyor… Peygamberlerin Şehirleri yanıyor, yanan her bir şehir kendisini ateşe veren zâlimin aleyhine şâhidlik yapacağı günü bekliyor. Yükselen sadece dumanlar değil, hâneleri virân olan mazlumların âhı da göğe yükseliyor. Mazlum için toprağın üstünü karartan zâlim, altının kendisi için daha karanlık olduğunu unutuyor. Ve yeryüzü her bir zerresiyle yapılan zulme şâhidken, Arş-ı Âlâ titrerken, taşlar neredeyse dile gelecekken, İnsÂN susuyor. Susuyor ve sadece izliyor. Zulüm kuyusundan sadece ona karşı direnerek kurtulabileceğinden habersiz, derin bir gaflet, anlamsız bir neşe, aşırı bir vurdumduymazlık içerisinde, sahte kaygı gösterilerinde bulunmayı tercih ediyor.
Oysa zulmü izleyen herkesin eline kan bulaşıyor, vicdânı lekeleniyor. Zulme tanık olan herkesin İnsÂNlığından bir parça eksiliyor ve alnına sürülen bu utanç verici karayla yaşamını sürdürüyor. Oysa kötülük yapmak kadar iyilik yapmamak da zulüm değil midir? Kötülüğü engellemeyenin yapandan bir farkı var mıdır? En küçük bir iyiliği esirgeyerek, kardeşinin zor zamanında ona elini uzatmayan ne kadar Müslümandır? Müslümanız dediğimiz anda omuzlarımıza binen yükün ağırlığını hissetmek zorundayız. Zâlimlerin zulmü alkışlarken gösterdiği birlikteliği bizler de zulme tavır almada göstermek zorundayız. Sevgili Peygamberimizden aleyhisselâm.: “…Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz ve onu hor görmez.” (Müslim, Birr, 32)
Sözünü işittikten, mazlumun DUÂsının da bedDUÂsının da makbul olduğunu öğrendikten sonra (Buhârî, Zekât, 63; Tirmizi, Birr, 7), Müslümanlar olarak mazlumun yanında yer almak tek seçeneğimiz. Aksi halde zulmedip durduğumuzun aslında kendi nefsimiz olduğunu fark edeceğiz. Ma’sum çocuklara niçin öldürüldüğünün sorulduğu gün elbet gelecek. Bizlere de çocuklar öldürülürken ne yaptığımız elbet sorulacak. Keşke Müslümanlar bazı Şehirler kadar zulme başkaldırmada cesâret sâhibi olabilse, onlar kadar onurunu korumayı başarabilse, o aziz şehirler kadar izzetli davranabilse, onların rûhunu kendi rûhlarına katabilse… İşte o zaman RABB’imiz bizi karanlıklardan aydınlığa çıkaracaktır..


اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّوُرِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
“Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilen nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).: ALLAH, iman edenlerin Velîsi/Dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) ZULMetten ->NÛRa çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalblerini) NÛRdan ->ZULMete çıkarırlar. İşte onlar, Ateş Ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.” (Bakara 2/257)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

VÜCÛDDA DOLAŞAN SİNSİ DÜŞMAN =>ŞEYTÂN..

Elif ERDEM

ط َ ان َ ِ : "إ َّن َّ الشي َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس َ َال ر َق ٍس: ... ف َ َن ْ أ َن ع ." ِ َّم َى الد ْر َج َ ِ ان م ْس َ ِ اإلن ِن ْ ِرى م َج ي

Enes radiyallahu anhu’ın naklettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle dedi.: Muhakkak ki Şeytân, İnsÂNın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır.”
(Müslim, Selâm, 24)

Ramazan-ı Şerîfin son günleriydi. Rasûl-i Ekrem aleyhisselâm her yıl olduğu gibi mescidde itikâfa çekilmiş, kendini ibâdete vermişti ki bir gece vakti Safiyye radiyallahu anha kendisini ziyârete geldi. Bir müddet sohbet ettikten sonra Safiyye Vâlidemiz, Üsame b. Zeyd mahallesindeki evine dönmek üzere ayağa kalktığında, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de kendisini uğurlamak için onunla birlikte kalktı. Mescidin kapısına vardıklarında, yanlarından geçmekte olan iki kişi Rasûlullah’a selâm vererek adımlarını hızlandırdılar. Yanı başında hanımı varken Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i oyalayıp rahatsız etmek istememiş olmalıydılar. Fakat bu durumdan rahatsızlık duyan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Medineli iki adama.: “Ağır olun!.” diye seslendikten sonra hiç beklemedikleri bir açıklamada bulundu.: “Bu yanımda bulunan (kadın yabancı değil, eşim) Safiyye bint. Huyey’dir.” Bir ağızdan.: “SübhanALLAH” diyerek şaşkınlıklarını dile getiren iki adam.: “Hâşâ biz senin Hakkında başka türlü nasıl düşünebiliriz Yâ Resûlullah!.” diyerek Efendimizin açıklama ihtiyacı duymasına birâz da içerlediklerini ifâde ettiler. Oysaki RABB’imiz’in ümmetine düşkünlüğüyle andığı O MeRHaMetli Elçi, Şeytânın olur olmaz telkinlerle bu iki mü’minin imânına zarar vermesine engel olmak istiyordu. Sözlerine şu çarpıcı ifâdelerle açıklık getirdi.: “Muhakkak ki şeytân, İnsÂNın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Ben, şeytânın sizin kalblerinize kötü bir şüphe atmasından endişe ettim.” (Müslim, Selâm, 24; Buhârî, Farzu’l-Humus, 4)
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in seçilmiş bir kulu olarak İnsÂNlığa en güzel örnek olarak takdim edilen Peygamber aleyhisselâm Efendimiz, ne O’nun katındaki bu yüksek mertebeye ne de.: “Anam babam sana fedâ olsun!” diyerek etrafında pervâne olan sahabe arasındaki eşsiz konumuna güvenmiş, tedbiri elden bırakmamıştı. En üstün vasıflarla donanmış olmasına rağmen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in mescidde karşılaştığı iki sahabiye, yanlış bir harekette bulunmadığını beyân etme gayreti, bu davranışının nedenini izâh kabilinden söylediği sözlerin ne denli önemli olduğunu göstermektedir.: “Muhakkak ki Şeytân, İnsÂNın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır.”
Hadis-i Şerîfte Şeytânın İnsÂNla ilişkisini harikulade bir benzetmeyle ifâde eden Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, sinsice hareket eden Şeytâna karşı her an teyakkuzda olmak gerektiğine dikkatleri çekmektedir. Vücudu baştanbaşa kaplayan kanın damarlarda sessiz sedâsız ama dâimi deveranı gibi şeytân da bin bir türlü hilesi ve vesvesesiyle İnsÂNı çepeçevre kuşatır ve onu mütemâdiyen kötülüğe çağırır. Zirâ o, kibrine yenik düşüp RahmÂN’a âsi olduğu ve böylece Huzur-u İlahîden kovulduğu gün, lânetlenmesine sebeb olarak gördüğü İnsÂNa düşman kesilmiştir. Onun da kendisi gibi İlahî RAHMEtten uzak kalması için bütün yolları denemeyi kendine görev kabul etmiş ve ALLAH’a şöyle yemin etmiştir.: “…Andolsun ben de onları (İnsÂNları) saptırmak için muhakkak SENin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden kimseler bulamayacaksın.” (A’râf 7/16-17)

Bu doğrultuda İnsÂNa çok çeşitli yollardan yaklaşarak onu günâha dâvet eden şeytân, onun RABB’inin koyduğu sınırları aşması için elinden geleni yapar. En büyük yardımcıları, İnsÂNın Nefsanî arzuları ve zaaflarıdır. Zirâ nefsin azgınlaştığı, zaafların çoğaldığı, akıl ve vicdânın sesini duyuramadığı bir bedende onun telkinleri eyleme dönüşmekte çok gecikmeyecektir. Bu nedenle şeytân bir yandan İnsÂNa yeme, içme, şehvet gibi Dünyevî Arzulara düşkünlüğü emrederken bir yandan da açlık, fâkirlik gibi korkularla onu paylaşmaktan, hayır hasenattan ve infâktan alıkoyar. Bir yandan kibir ve gurur telkiniyle benliğini güçlendirirken bir yandan da onu diğer İnsÂNlara karşı menfi düşünceler ve tavırlar içerisinde olmaya sevk eder. Dâima “haklı” olduğunu söyler İnsÂNa, yaptığı tüm kötülükleri süslü gösterir (En’âm, 6/43) ve dahası onu sahte vaadleriyle kandırır. (Nisâ, 4/120) Böylece onun sevgi, kardeşlik, sabır, dürüstlük, dayanışma, fedâkârlık ve îsâr gibi ahlâkî erdemlerle latif bir varlık olmak yerine süflî arzular, kin, nefret, öfke, hased gibi düşmanca duyguların esâretinde olan, Dünyâya düşkün, açgözlü, haris, cimri ve/veya bencil bir varlığa dönüşmesi için çabalayıp durur. Kulun tevbe etmesine, DUÂ, zikir ve ibâdet gibi güzel amellerle günâhlarından arınıp ALLAH’a yaklaşmasına asla razı olamaz. Bu yüzden onu sâlih amellerden uzaklaştırmaya çalıştığı gibi RABB’ine karşı görevlerinde gevşeklik göstermeye de teşvik eder. İbadete başladığında ise kişiyi bu ibâdetin ruhundan uzaklaştırıp sevâbından mahrum etmeyi hedefleyerek vesveselerini daha da artırır. Tıpkı.: “Şunu hatırla, bunu hatırla…” diyerek hiç aklında olmayan düşüncelerle NAMAZ kılan kimsenin zihnini bulandırdığı ve nihâyetinde kaç rekât kıldığını dahi bilmez hale getirdiği gibi. (Buhârî, Ezân, 4)
Hz. Âdem’in CeNNetten çıkarılmasından Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesine; Firâvunların “ilâhlık” iddialarından Müslümanlar arasında yaşanan fitne olaylarına kadar, tarihte yaşanan her olumsuz olayda şeytânın yıkıcı izlerini sürmek mümkündür. Onun telkinlerine kapılan nice ma’sum İnsÂNlar günâh çukurlarına yuvarlanmış, ona uyarak âdeta suç makinesine dönen nice İnsÂNlar tüyler ürperten katliamlara, kıyımlara imza atmış, onun saçtığı nifâk tohumlarıyla âilelerden devletlere nice bütünler parçalanmıştır. Oysaki şeytânın inanan ve RABB’ine sığınan, O’na güvenip dayanan kulları üzerinde hiçbir gücü yoktur. (Nahl 16/99) İnsan irâdesini iyiye de kötüye de kullanmakta, şeytâna uyup uymamakta özgürdür. İşte bu yüzden şeytânın.: “İnsanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaştığı”nı söyleyen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, her şeyden önce inananlara şeytânın bitmek bilmeyen vesveseleri hususunda bir “farkındalık” kazandırmaya çalışmaktadır. Bu farkındalık, kişinin söz ve davranışlarında, tıpkı Rasûlullah gibi, şeytânın kışkırtmalarına fırsat vermeyecek şekilde tedbirli olmasını sağlayacaktır. Aynı zamanda bu farkındalık, kişinin başkaları Hakkında hüküm verirken aceleci davranmasını önleyecek, kendisine yapılan kötülüklerde şeytânın rolünü düşünerek karşısındakine kin tutmak yerine onu affetmesini kolaylaştıracaktır. Elbette ki bu farkındalığı kazanan kişinin şeytânın telkinlerine uymama hususunda güçlü bir irâdeye ve İlahî Desteğe de sâhib olması gerekir. İşte buna binâen RABB’imiz bizlere İlahî Kelâmında şöyle demektedir.: “Eğer şeytândan gelen kötü bir düşünce seni ayartmaya çalışırsa, hemen ALLAH’a sığın.” (Fussilet 41/36)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

Hem DÜNYÂda Hem de ÂHİRETte =>İYİLİKLeRe TÂLİB OLMAK..

Elif ERDEM
[/b]

ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ُّ ص ِبى َّ َا الن ُو بِه َ ْدع َ َ ان ي ٍ ك ة َ ْ و َع َ ُّى د ً ا: أ َس َن ُ أ َة َاد ََل َ قت أ َ س ِى َا ف ِن َّ آت ُم ُ ُول َّ : "الله ق َ َا ي ُو بِه َ ْدع ٍ ي ة َ ْ و َع ُ د َر ْث َك َ َ ان أ َ َ ؟ ق َال: ك َر ْث َك َ أ َ َّلم َ س و َّ ِار". َ الن َ َذاب َا ع ِن َ ق َ ًة و َ ن َ س ِ ح ة َ ِ ِ ى اآلخر َ ف َ ًة و َ ن َ س َا ح ْي الدن ُّ


Katade Enesradiyallahu anhu’e sordu. Nebî aleyhisselâm en çok hangi DUÂyı ediyordu. Dedi ki, en çok yaptığı DUÂ şu idi.: “ALLAH’ım, bize Dünyâda iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi CeheNNem azâbından koru!”
(Müslim, Zikir, 26)

On yıl boyunca kendisine hizmet etmek sûretiyle Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizi yakından tanımış, onunla hemhal olmuş ve bizzat onun terbiyesinde yetişmiş bir genç olan Enes b. Mâlik, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in en çok yaptığı DUÂnın şu DUÂ olduğunu bildirmektedir.: “ALLAHümme âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten ve gınâ azâbe’n-nâr.: ALLAH’ım, bize Dünyâda iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi CeheNNem azâbından koru!.”
(Müslim, Zikir, 26)

Efendimizden, sonraki nesillere mirâs kalan bu güzel DUÂ, her şeyin mâlîki olan ALLAHu zü’L-CeLÂL’den neyin, nasıl istenmesi gerektiğine dâir pek çok ipucunu içinde barındıran veciz bir DUÂdır. Doğumla başlayan hayat serüveninde çok çeşitli süreçlerden geçmek durumunda kalan İnsÂN için her dönem, yeni heyecanların, beklentilerin, sorunların ve sorumlulukların habercisidir. Bitmek bilmeyen telâşlarla öylesine kuşatılırız ki nefsanî arzuların da etkisiyle birçoğumuz, Dünyâ Hayatının geçici, âhiret hayatının ise ebedî olduğu inancını benimsemiş olmamıza rağmen, akıntıya kapılır gideriz. Zaman içerisinde tüm isteklerimizin, endişe ve korkularımızın Dünyâ Hayatındaki hâlimizi iyileştirip güzelleştirmeye, dünyevî sıkıntılarımızı gidermeye yönelik olmaya başladığının farkına bile varmayız. Dünyâ hırsı öylesine sarar ki ruhlarımızı, Dünyâ Hayatına aldanmamamız konusunda bizleri defâlarca uyaran RABB’imizle baş başa kaldığımızda dahi O’na yalnızca bu yöndeki dileklerimizi arz ederiz. Ellerimizi açıp semâya, Âlemlerin RABB’i’nden daha fazla mal mülk, daha iyi bir kariyer, daha başarılı çocuklar ve daha nice Dünyâlık sevdalara dâir DUÂlar ederiz. Başlangıçta ma’sum görünen bu isteklerin kalbimize taht kurarak benliğimizi esir alması halinde Dünyâperest bir İnsÂNa dönüşüvermemiz hiç de zor değildir. Nihâyetinde âhireti tamamen unutma ve onun yerine Dünyâ Hayatını “gâye” edinme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.
İşte bu nedenle ALLAHu zü’L-CeLÂL, DUÂlarında yalnızca Dünyâlık dileklere yer veren kişilerin âhiretten hiçbir nâsibi olmayacağını vurgulayarak böyle kimseleri kınamış;


فَإِذَا قَضَيْتُم مَّنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَذِكْرِكُمْ آبَاءكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ
“Fe izâ kadaytum menâsikekum fezkurûllâhe ke zikrikum âbâekum ev eşedde zikrâ(zikren), fe minen nâsi men yekûlu rabbenâ âtinâ fî’d- dunyâ ve mâ lehu fî’l- ahirati min halâk (halâkın).: Böylece (hacca ait) ibâdetlerinizi (ve kuralları) tamamladığınız zaman, artık atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha kuvvetli bir zikirle ALLAH'ı zikredin. Fakat insanlardan kim.: “RABBimiz bize dünyâda ver.” derse, ahirette onun bir nasibi yoktur.” (Bakara 2/200)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin yaptığı gibi Dünyâ ve âhiret güzelliklerine tâlib olanlardan ise övgüyle bahsetmiştir.


وِمِنْهُم مَّن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“Ve minhum men yekûlu rabbenâ âtinâ fî’d- dunyâ haseneten ve fî’l- âhirati haseneten ve kınâ azâbe’n- nâr (nâri).: Ve onlardan (insanlardan) kim.: “RABBimiz bize dünyâda hasene (güzellik ve iyilikler) ver ve ahirette de hasene (güzellik ve iyilikler) ver. Bizi ateşin azâbından koru.” derse...” (Bakara, 2/201)

Dünyâya aşırı düşkünlük göstermek kişinin âhirete yönelik sorumluluklarını ihmal ederek âhirette hüsrâna uğramasına, daha da kötüsü Dünyâ ni’metleriyle şımararak bu ni’metlerin sâhibini inkar etmesine yol açar. Bu meyanda Firâvun ve Karun gibi kimselerden kıssalar aktaran RABB’imiz, aynı hataya düşmememiz için âhiret hayatının önemi üzerinde ısrarla durmuştur. Âyetlerde Dünyâ Hayatının bir oyun ve eğlenceden ibâret olmasına karşın âhiret hayatının daha hayırlı olduğu;


وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَلدَّارُ الآخِرَةُ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
“Ve mâl hayâtu’d- dunyâ illâ leibun ve lehv (lehvun), ve le’d- dâru’l- âhiretu hayrun lillezîne yettekûn (yettekûne), e fe lâ ta’kılûn (ta’kılûne).: Dünyâ hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Âhiret yurdu, takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akıl etmez misiniz?” (En’âm 6/32)

Âhirettekilere nazaran Dünyâ ni’metlerinin ne kadar geçici ve basit olduğu;


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انفِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الأَرْضِ أَرَضِيتُم بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا مِنَ الآخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ قَلِيلٌ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû mâ lekum izâ kîle lekumunfirû fî sebîlillâhissâkaltum ilâ’l- ard (ardı), e radîtum bi’l- hayâti’d- dunyâ mine’l- âhirah (âhirati), fe mâ metâu’l- hayâti’d- dunyâ fî’l- âhirati illâ kalîl (kalîlun).: Ey iman edenler! Size ne oldu? Size.: “ALLAH'ın yolunda cihada çıkın (nefsinizle cihad ederek, ruhunuzu ALLAH'a ulaştırın) (düşmanlarınızla, kâfirlerle cihad edin).” denildiği zaman, siz (bulunduğunuz) yere meyledip kaldınız (ruhunuz ALLAH'a doğru yola çıkmadı) (İslâm ordusu içinde savaşa katılmadınız). Âhiretten (ruhunuzu ALLAH'a ulaştırmaktan) (vazgeçip) dünyâ hayatına mı razı oldunuz? Dünyâ hayatının metaı (malı, faydası), ahiretten (ruhu ALLAH'a ulaştırmaktan) daha azdır.” (Tevbe 9/38)

Fâni olan Dünyâ Hayatını baki olan âhiret yaşamından üstün tutmanın ne kadar hatalı olduğu vurgulanmış;


بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
“Bel tu’sırûne’l- hayâte’d- dunyâ.: Hayır, siz dünyâ hayatını üstün tutuyorsunuz (tercih ediyorsunuz).” (A’lâ 87/16)

وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى
“Ve’l- âhıretu hayrun ve ebkâ.: Ve âhiret hayatı daha hayırlıdır ve bâkidir (devamlıdır).” (A’lâ 87/17)

Hadislerde de Dünyâyla âhiret kıyaslandığında Dünyânın ne kadar değersiz bir konuma haiz olduğuna işâret edilmiştir. (Müslim, CeNNet, 55 vd.) Dünyevîleşmenin, Dünyâya gereğinden fazla değer vermenin önüne geçmek üzere serdedilen bu âyet ve hadislerden hareketle Dünyâ Hayatının anlamsız ve gereksiz olduğu kanaatine varmak bizleri bekleyen ikinci bir tehlikedir. Zirâ bazılarımız da âhiret hayatının önemini kavramakla birlikte Dünyâ Hayatının âhireti kazanmadaki rolünü görmezden gelir. Böyleleri için Dünyâ, içinde yaşamak mecburiyetinde bulunduğumuz bir yer olmaktan öteye geçemez. Dünyâda ihtiyaç duyduğumuz yeme, içme gibi maddî; sağlık, huzur ve afiyet gibi manevî gereksinimlerimizi karşılamak ve hatta bunlar için ALLAH’a niyazda bulunmak dindarlığımıza zarar verir. Oysaki Dünyânın ve tüm Dünyâ ni’metlerinin mutlak mânâda kötü olduğu anlayışına dayanan ve ruhbanlığı çağrıştıran bu tutumu da dinimiz tasvip etmemektedir. Bu hususta Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin şu beyânı oldukça mânidârdır:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Dünyâya rağbet etmemek (zâhidlik) demek, kişinin helâl olan şeyleri kendisine haram kılması veya malını dağıtıp tüketmesi değildir. Bilâkis Dünyâ Hayatında zâhidlik demek, elinde olan şeylere ALLAH Katında olanlardan daha fazla güvenmemendir.” buyurmuştur.
(İbn Mâce, Zühd, 1)

RABB’imiz’in bizden istediği, Dünyânın esiri olmamakla birlikte bu hayatın âhiretimizi ma’mur edebilmemiz için yegane fırsat olduğunun farkına vararak, bu Dünyâda heybemizi imân ve itaatle, hayır ve hasenatla, sâlih amellerle doldurabilmemizdir. Bunun için de başta imân ni’meti olmak üzere, bizi RABB’imiz’e yaklaştıracak amelleri işlememize vesîle olacak maddî ve manevî ni’metlere, beden ve ruh sağlığına ihtiyacımız vardır. Dolayısıyla âhiretimizi kazanma yolunda RABB’imizden öncelikle bu Dünyâda iyilik ve güzellikler istememiz uygun olacaktır. Hangi ni’metlerin bizim için daha hayırlı olduğunu bilemeyeceğimiz için bu güzelliklerin tâyinini RABB’imiz’e bırakarak maddî ve manevî her türlü hayrı içine alan “hasene” ifâdesini kullanmak da ayrı bir inceliktir. Ashabından.: “ALLAH’ım! Beni âhirette ne ile cezâlandirâcaksan onu şimdiden Dünyâda bana ver.” diye DUÂ ettiğini söyleyen hastaya Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bunun yanlış bir davranış olduğunu bildirerek ona.: “ALLAH’ım, bize Dünyâda iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi CeheNNem azâbından koru!” diye DUÂ etmesini tavsiye etmiş ve kendisi için hayır DUÂda bulunmuştur. (Müslim, Zikir, 23)

Dünyâda ne kadar sıkıntı çekilirse âhirette muhakkak sûrette o kadar mükafatla karşılaşacağımız veya bu hayatta elde edilen imkanların/ni’metlerin âhiretteki kazancımıza mani olacağı düşüncesiyle Dünyâda çalışmadan, gayret sarfetmeden, başa gelen sıkıntılarla mücâdele vermeden yaşamak içine düştüğümüz en büyük yanılgılardan biridir. Zirâ herkesin farklı imtihanlara tabi tutulduğu bu Dünyâda İnsÂN fâkirlikle sınandığı gibi zenginlikle; hastalıkla sınandığı gibi sağlıkla da sınanabilir. Önemli olan, takvâ ölçütünü belirleyen, bizim bu imtihanları “nasıl” karşıladığımız ve her bir durumda “nasıl davrandığımız”dır.


الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ
“Ellezî halaka’l- mevte vel hayâte li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ (amelen), ve huve’l- azîzu’l- gafur (gafûru).:
“Sizin hanginizin en güzel ameli yapacağını” imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur. Ve O; Aziz'dir, Gafûr'dur.” (Mülk 67/2)

Kur’ÂN-ı Kerim’de olumlu ve olumsuz İnsÂN örneklerinden bahsedilirken ALLAH TeÂLÂ’nın gazâbını hak edenlerin hem Dünyâda hem de âhirette cezâlandırılacakları vurgulanırken; [/b]

فَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُواْ فَأُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَمَا لَهُم مِّن نَّاصِرِينَ
“Fe emmellezîne keferû fe uazzibuhum azâben şedîden fî’d- dunyâ ve’l- âhıreti, ve mâ lehum mi’n- nâsirîn (nâsirîne).: Fakat inkâr edenlere ise, o takdirde dünyâda ve ahirette şiddetli azâbla azâb edeceğim. Ve onların bir yardımcısı yoktur.” (Âli-İmrân 3/56)

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ لاَ يَحْزُنكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ مِنَ الَّذِينَ قَالُواْ آمَنَّا بِأَفْوَاهِهِمْ وَلَمْ تُؤْمِن قُلُوبُهُمْ وَمِنَ الَّذِينَ هِادُواْ سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ سَمَّاعُونَ لِقَوْمٍ آخَرِينَ لَمْ يَأْتُوكَ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ مِن بَعْدِ مَوَاضِعِهِ يَقُولُونَ إِنْ أُوتِيتُمْ هَذَا فَخُذُوهُ وَإِن لَّمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُواْ وَمَن يُرِدِ اللّهُ فِتْنَتَهُ فَلَن تَمْلِكَ لَهُ مِنَ اللّهِ شَيْئًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَمْ يُرِدِ اللّهُ أَن يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
“Yâ eyyuhe’r- resûlu lâ yahzunkellezîne yusâriûne fî’l- kufri minellezîne kâlû âmennâ bi efvâhihim ve lem tu’min kulûbuhum, ve minellezîne hâdû semmâûne li’l- kezibi semmâûne li kavmin âharîne lem ye’tuk (ye’tuke) yuharrifûne’l- kelime min ba’di mevâdııh (mevâdııhî), yekûlûne in utîtum hâzâ fe huzûhu ve in lem tu’tevhu fahzerû ve men yuridillâhu fitnetehu fe len temlike lehu minallâhi şey’â (şey’en) ulâikellezîne lem yuridillâhu en yutahhire kulûbehum lehum fî’d- dunyâ hızyun ve lehum fî’l- âhıreti azâbun azîm (azîmun).: Ey Resûl! Ağızlarıyla îmân ettik deyip, kalpleri îmân etmeyenlerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Ve yahudilerden dinleyenlerin bir kısmı, sana gelmeyen başka bir kavme yalan söylemek için dinleyenlerdir. Kelimeleri sonradan yerlerinden kaydırıp, değiştirirler ve.: “Eğer size bu verilirse o zaman onu alın, eğer (böyle) verilmezse o takdirde kaçının.” derler. Ve ALLAH, kimin fitne içinde kalmasını dilerse, artık sen, onun için ALLAH'tan bir şeye asla mani olacak değilsin. İşte onlar öyle kimselerdir ki ALLAH, onların kalblerini temizlemeyi dilemez. Onlar için, dünyâda bir rezillik vardır, ahirette de onlara “büyük azâb” vardır.” (Mâide 5/41)

O’nun rızasına uygun yaşayanların her iki Dünyâda güzelliklere erişeceği ifâde edilmiştir.


أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn (yahzenûne).: Haberiniz olsun; Allah'ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.” (Yûnus 10/62)

الَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ
“Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn (yettekûne).: Onlar iman edenler ve (Allah'tan) sakınanlardır..” (Yûnus 10/63)

لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَياةِ الدُّنْيَا وَفِي الآخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
“Lehumul buşrâ fî’l- hayâti’d- dunyâ ve fî’l- âhırah (âhırati), lâ tebdîle li kelimâtillâh (kelimâtillâhi), zâlike huve’l- fevzu’l- azîm (azîmu).: Onlara, dünyâ hayatında ve âhirette müjdeler (mutluluklar) vardır. ALLAH'ın sözü değişmez. İşte O, fevz-ül azîmdir..” (Yûnus 10/64)

O halde asıl olan iki Dünyâda da kendilerine ni’met verilen sâlih kullardan olabilmektir. Bunun için işe, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Sünnetine uyarak hem Dünyâda hem de Âhirette iyiliklere tâlib olarak, her gün NAMAZlarımızda okuduğumuz “RABBenâ” DUÂsını bu hissiyatla yaparak başlayabiliriz.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

HER KEMÂLİN =>BİR ZEVÂLİ VARDIR..

HaLe ŞAHİN


َ م ُس َ ت َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ِول ّٰ الل َس ِر َ َاقٌة ل َ ْت ن َان ٍس َ ق َال ك َ َن ْ أ َن ع َا ، َه ق َ َ ب َس ُ ف ٍ َ له ُود َ َل َى قع ٌّ ع َ ابِى ْر َع َ أ َ اء َج َ ُق ، ف ْ ب ُس َ ت َ ْت ال َان َك َ ، و َاء َ ْضب ْالع ُ ُول َس َ َال ر َق ُ ، ف َاء َ ْضب َ ِت ْ الع ِبق ُ ُوا س َ َقال َ و ِ ِمين ْ ل ُس َ َل ْى الم ِ َك ع َّ َ ذل َد َ ْاشت ف َ ِن ًا م ئ ْ َ َ شي َع ف ْ ر َ َ ي َ ْن ال ِ أ َ َل ّٰ ى الل َ ًّقا ع َ ِ » إ َّن ح َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ّٰ الل . » ُ ه َ َ َضع َّ و َ ِ ا إال ْي الدن ُّ
Enes b. Mâlîk radiyallahu anhu anlatıyor: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in “Adba” isminde (seferde, yarışta) geçilemeyen dişi bir binek devesi vardı. Bir ara genç yük devesi üstünde bir Bedevî geldi ve (yapılan koşuda Bedevînin devesi) Adba’yı geçti. Bu durum Müslümanlara ağır geldi.: Adba yenildi!.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Dünyâda yükselttiği her şeyi geri indirmek ALLAH’ın bir Kanunudur!.” buyurdu.
(Buhârî, Rikak, 38)

Medine’de heyecan ve coşkunun zirvede olduğu zamanlardan biriydi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in dişi binek devesi Adba ile bir Bedevînin genç yük devesi yarışacaktı. O güne dek Adba’yı geçebilen hiçbir deve olmamıştı. Ashab bu yarışta da aksinin olacağını düşünmüyordu. Derken yarış başladı. Bir müddet sonra Bedevînin devesi Adba’yı geçti. Kimsenin aklına gelmezdi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Devesinin yenileceği. Bu durum Müslümanların gücüne gitti.: "Adba yenildi!.” dediler. Ashabının şaşkınlığına rağmen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu durumu gâyet tabii karşılamıştı, üzülmeye gerek yoktu. Zirâ her kemâlin bir zevâli vardı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Dünyâda yükselttiği her şeyi geri indirmek ALLAH’ın bir Kanunudur!” buyurdu. (Buhârî, Cihad, 59, Rikak, 38)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu hadisle aslında hayatımızı kuşatan ama çoğu zaman unutmaya yüz tuttuğumuz İlahî bir Kanunu hatırlatır.: Dünyâ Hayatı, iniş ve çıkışlarla doludur. Göz alıcı parlaklığıyla gündüzleri semâyı süsleyen güneş, geceleri yerini aya ve yıldızlara bırakırken; baharda rengârenk çiçeklerle, yaz mevsiminde çeşit çeşit meyvelerle kuşanan ağaçlar, kış geldiğinde kurumuş dallarıyla bir başına kalırken; asırlarca hüküm süren devletler bir anda yeryüzünden silinip giderken hep aynı gerçekle yüzleştirir İnsÂNı.. Dünyâ ve içindeki her şey gelip geçicidir, her şeyin bir sonu vardır, Dünyâdaki her şey nakıstır, hiçbir şey mükemmel değildir. Dünyâdaki bu vazgeçilmez kanuna, her canlı gibi Âdemoğlu da tabidir. Öyle ki İnsÂN, anne karnındaki hâlinden başlayarak ihtiyarlığına kadar hayatı boyunca geçirdiği evreleri gözlemlediğinde,


اللَّهُ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن ضَعْفٍ ثُمَّ جَعَلَ مِن بَعْدِ ضَعْفٍ قُوَّةً ثُمَّ جَعَلَ مِن بَعْدِ قُوَّةٍ ضَعْفًا وَشَيْبَةً يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَهُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ
“Allâhullezî halakakum min da’fin summe ceale min ba’di da’fin kuvveten summe ceale min ba’di kuvvetin da’fen ve şeybeh (şeybeten), yahluku mâ yeşâu, ve huve’l- alîmu’l- kadîr (kadîru).: O ALLAH ki, sizi güçsüz (zayıf) bir şeyden (nutfeden) yarattı. Sonra zayıflığın ardından (sizi) kuvvetli kıldı. Sonra (sizi), kuvvetin ardından zayıf ve ihtiyar kıldı. O (ALLAH), dilediğini yaratır. Ve O; Âlim'dir (en iyi bilen), Kaadir'dir (herşeye gücü yeten).” (Rûm 30/54)

Ömrü uzadıkça yaratılışının tersine çevrildiğini ve böylece gücünü kaybettiğini,


وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلَا يَعْقِلُونَ
“Ve men nuammirhu nunekkishu fî’l- halk (halkı), e fe lâ ya’kılûn (ya’kılûne).: Ve kimin ömrünü uzatırsak, onun yaratılışını tersine çeviririz (kuvvetini gideririz). Hâlâ akıl etmezler mi?” (YâSîn 36/68)

Nihâyetinde her canlı gibi ölümü tadacağını düşündüğünde,


كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَن زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَما الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ
“Kullu nefsin zâikatu’l- mevt (mevti), ve innemâ tuveffevne ucûrekum yevme’l- kıyâmeh (kıyâmeti), fe men zuhziha ani’n- nâri ve udhıle’l- cennete fe kad fâz (fâze), ve mâ’l- hâyâtu’d- dunyâ illâ metâu’l- gurur (gurûri).: Her nefs, ölümü tadıcıdır ve lâkin ecirleriniz (amellerinizin karşılığı) kıyamet günü ödenir. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa o takdirde o kurtulmuştur. Ve dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân 3/185)

Şunu yakînen idrak eder: Her türlü eksiklikten ve kusurdan münezzeh tek mükemmel varlık, Bâki olan ALLAHu zü’L-CeLÂL’dir. Dünyâ Hayatının geçiciliği ve aldatıcılığı Kur’ÂN-ı Kerim’de şöyle bir benzetmeyle ifâde edilir: Gökten yağmur iner ve onun sâyesinde yeryüzündeki bitkiler boy verip birbirine karışır. Nihâyet yeryüzü ziynetini takınıp rengârenk süslenir. Sâhibleri tam da onun üzerinde kudret sâhibi olduklarını sandıkları zaman ansızın bir afet/rüzgâr geliverir ve onları sanki dün yerinde hiç yokmuş gibi kökünden yolunmuş bir hâle getirir.


إِنَّمَا مَثَلُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الأَرْضِ مِمَّا يَأْكُلُ النَّاسُ وَالأَنْعَامُ حَتَّىَ إِذَا أَخَذَتِ الأَرْضُ زُخْرُفَهَا وَازَّيَّنَتْ وَظَنَّ أَهْلُهَا أَنَّهُمْ قَادِرُونَ عَلَيْهَآ أَتَاهَا أَمْرُنَا لَيْلاً أَوْ نَهَارًا فَجَعَلْنَاهَا حَصِيدًا كَأَن لَّمْ تَغْنَ بِالأَمْسِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“İnnemâ meselu’l- hayâti’d- dunyâ ke mâin enzelnâhu mine’s- semâi fahteleta bihî nebâtu’l- ardı mimmâ ye'kulu’n- nâsu ve’l- en'âm (en'âmu), hattâ izâ ehazeti’l- ardu zuhrufehâ vezzeyyenet ve zanne ehluhâ ennehum kâdirûne aleyhâ etâhâ emrunâ leylen ev nehâren fe cealnâhâ hasîden ke en lem tagne bi’l- ems (emsi), kezâlike nufassilu’l- âyâti li kavmin yetefekkerûn (yetefekkerûne).: Dünya Hayatının durumu (örneği) sadece semadan indirdiğimiz, böylece yeryüzünde, insanların ve hayvanların yediği, arzın bitkileri ile karışan SU gibidir. Hatta yeryüzü onun güzelliğini alıp güzelleştiği zaman onun sahibi, ona, kendilerinin kaadir (muktedir) olduğunu zannetti. Ona emrimiz gece veya gündüz geldi ve böylece onu hasat ettik (kökünden kopardık). Sanki dün hiç olmamış (zenginleşmemiş) gibi oldu. İşte böylece âyetleri tefekkür eden bir kavim için ayrı ayrı açıklıyoruz.” (Yûnus 10/24)

وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ فَأَصْبَحَ هَشِيمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُّقْتَدِرًا
“Vadrıb lehum mesele’l- hayâti’d- dunyâ ke mâin enzelnâhu mine’s- semâi fahteleta bihî nebâtul ardı fe asbeha heşîmen tezrûhu’r- riyâh (riyâhu), ve kânallâhu alâ kulli şey'in muktedirâ (muktediren).: Onlara dünya hayatını örnek ver ki; o, semadan indirdiğimiz su gibidir. Yeryüzünün nebatları (bitkileri), onunla karıştı (yeşerdi, büyüdü). Sonra da kuruyup, ufalandı ki rüzgâr, onu savurur. Ve ALLAH, herşeye muktedir olandır (gücü yetendir).” (Kehf 18/45)

اعْلَمُوا أَنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ كَمَثَلِ غَيْثٍ أَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَاهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٌ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
“İ’lemû enneme’l- hayâtu’d- dunyâ leibun ve lehvun ve zînetun ve tefâhurun beynekum ve tekâsurun fî’l- emvâli ve’l- evlâd (evlâdi), ke meseli gaysin a’cebe’l- kuffâre nebâtuhu summe yehîcu fe terâhu musferren summe yekûnu hutâmâ (hutâmen), ve fî’l- âhıreti azâbun şedîdun ve magfiretun minallâhi ve rıdvân (rıdvânun), ve me’l- hayâtu’d- dunyâ illâ metâu’l- gurur (gurûri).: Dünya Hayatının oyun, eğlence ve bir süs olduğunu bilin, aranızda bir övünme ve mal ve evlâd çokluğudur. (Dünya hayatı), yağmurun bitirdiği, ekincinin hoşuna giden ekin gibidir. Bir süre sonra kurur, böylece onu sararmış görürsün. Sonra da o çöp olur. Âhirette şiddetli azâb, ALLAH'tan mağfiret ve ALLAH'ın rızası vardır. Ve dünya hayatı aldatıcı metâ’dan başka bir şey değildir.” (Hadîd 57/20)

RABB’imiz’in tâyin ettiği gün gelince “aldatıcı metadan başka bir şey olmayan”


كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَن زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَما الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ
“Kullu nefsin zâikatu’l- mevt (mevti), ve innemâ tuveffevne ucûrekum yevme’l- kıyâmeh (kıyâmeti), fe men zuhziha anin nâri ve udhıle’l- cennete fe kad fâz (fâze), ve mâ’l- hâyâtu’d- dunyâ illâ metâu’l- gurur (gurûri).: Her nefs, ölümü tadıcıdır ve lâkin ecirleriniz (amellerinizin karşılığı) kıyamet günü ödenir. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa o takdirde o kurtulmuştur. Ve dünya hayatı, aldatıcı metâ’dan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân 3/185)

Dünyâ da kuruyup kaybolan bu bitkiler misâli yok olup gidecektir. İnsan bu hakikatin farkında olduğu sürece üstünlük, şan şöhret, asalet, mal mülk, güzellik, makam mevki, zenginlik vb. geçici Dünyâ menfaatlerine aldanmayacaktır. “Sakın Dünyâ Hayatı sizi aldatmasın.”


يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ
“Yâ eyyuhe’n- nâsu inne va’dallâhi hakkun fe lâ tegurrennekumu’l- hayâtu’d- dunyâ, ve lâ yegurrennekum billâhi’l- garûr (garûru).: Ey insanlar! Muhakkak ki ALLAH'ın vaadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sizi sakın aldatmasın. Aldatıcılar da sizi ALLAH ile (affına güvendirerek) aldatmasınlar.” (Fâtır 35/5)

Buyuran ALLAH TeÂLÂ’nın da kullarından beklentisi, geçici bir eğlenceden ibâret olan Dünyâ Hayatına aldanmadan ebedî kalınacak gerçek yurt olan âhirete hazırlanmalarıdır. Yarışta kaybeden taraf olmak gibi hayatta herkesin başına gelebilecek basit bir örnekten hareketle Dünyâlık ni’metlerin geçiciliğine dikkat çeken bu hadis, aynı zamanda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in mütevâzi kişiliğini de yansıtır. Nitekim ashabının gerek sevinçli gerekse üzüntülü anlarında hep yanlarında olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir Bedevîyle devesini yarıştıracak ve ona yenilmeyi gurur meselesi hâline getirmeyecek kadar İnsÂNî ve mütevâzı bir tavır sergilemiştir. Dünyâ Ni’metleri ile ALLAH Katındakiler arasında seçim yapması hususunda serbest bırakıldığı zaman ALLAH Katındakileri seçen (Müslim, Fedâilü’s-Sahabe, 2) ve “kul peygamber” olmayı “kral peygamber” olmaya tercih eden (İbn Hanbel, II, 230) Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ashabını da mütevâzı olmaya teşvik etmiştir.
“ALLAH bana, mütevâzı olup birbirinize karşı övünmemenizi ve birbirinize karşı haddi aşan davranışlarda bulunmamanızı vahyetti.” (Müslim, CeNNet, 64)
Buyurarak Dünyâdaki geçici üstünlüklerin övünç ve kibir vesîlesi yapılmamasını istemiştir. ALLAH Katında sivrisineğin kanadı kadar bile değeri bulunmayan Dünyâda (Tirmizi, Zühd, 13) kimsesiz bir garib gibi yahut bir yolcu gibi olmayı (Buhârî, Rikak, 3) ve dünyevî isteklerde mu’tedil davranmayı tavsiye etmiştir. (İbn Mace, Ticaret, 2)
Bir imtihan yeri olan Dünyâda her şey gelip geçicidir. İnsanoğlu için varlık da yokluk da, sağlık da hastalık da, kolaylık da zorluk da, kazanmak da kaybetmek de imkân dâhilinde olup bunların her biri imtihan vesîlesidir. Dünyevî Menfaatlere aşırı hırs göstermek ve Dünyâ Metaı’yla övünüp kibirlenmek ne kadar aldatıcı ise geçici ni’metlerin, üstünlüklerin vb. yokluğuna hayıflanıp hayattan ümidini kesmek de aynı şekilde yanıltıcı olur. Hayatın bu inişli çıkışlı yollarında İnsÂNa düşen, tevazu’u ve i’tidâli elden bırakmadan yaratılış gâyesine uygun bir yaşam sürdürmektir..
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim


ÖLÜM =>KAÇINILMAZ HAKİKAT..

HaLe ŞAHİN


َ ُ وا ِر ْث َك َ » أ َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس َ َ ق َال َ ق َال ر ة َ ر ْ ي َ ُر َبِى ه ْ أ َن ع ِ َّ الل َّذ ِ ات « ِم َاذ َ ه ْر ِك ذ
Ebû Hüreyre radiyallahu anhu anlatıyor: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Lezzetleri yok edeni (yani ÖLÜMü) çok hatırlayın!.” buyurdu.
(Tirmizî, Zühd, 4)

Hayat hızla akmaya devâm ediyor. Herkesin günlük telâşeleri, gelecekle ilgili planları, beklentileri var. Sürekli bir koşuşturmaca halindeyiz. Zaman acımasız, zamanın nasıl geçtiğini anlamak ise imkânsız. Geçen her saniye, her dakika bizi birâz daha yaşlandırıyor, ömrümüzden çalıyor. Her ÂN ona bir adım daha yaklaşıyoruz fakat unutuyoruz. Belki de nefes aldığımız her defâ aklımıza getirmemiz gerekir onu. Saatler sonra uykudan uyandığımızda düşünmeliyiz belki bir ÂN. Ya hiç beklemediğimiz ÂN’da kesilirse nefesimiz? Uyumak üzere kapattığımız gözlerimizi bir daha hiç açamazsak? Hayatımızdaki en kıymetli varlığı; annemizi, babamızı, eşimizi, gözümüzden sakındığımız evlâdımızı ya da en iyi dostumuzu hiç beklemediğimiz bir ÂN’da kaybedersek? Ne kendimize ne de sevdiğimiz İnsÂNlara onu yakıştirâmıyoruz bir türlü. Onun adı anıldığında çoğumuzun tüyleri diken diken oluyor, bakışlarımız donuklaşıyor, rengimiz soluyor. ÖLÜMün her ÂN kapımızı çalacağını aklımızdan bile geçirmiyoruz. Bugün çoğumuzun unuttuğu gibi belki de, Ashabdan bazıları bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in mescidinde oturmuş gülüşüyorlardı. O esnâda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem içeri girdi. Gülüşmelerini görünce şöyle nasihatte bulunma ihtiyacı hissetti.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Aslında sizler ÖLÜMü çok sık hatırlamış olsaydınız şu gördüğüm vaziyette olmazdınız. Öyleyse lezzetleri yok edeni (yani ÖLÜMü) çok hatırlayın.” buyurdu.
(Tirmizî, Sıfâtü’l-Kıyâme, 26; Zühd, 4)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hatırlattığı üzere ÖLÜM ağız tadını kaçıran bir gerçektir. Hatta İnsÂNın Dünyâdaki serüvenine dikkatle baktığımızda bu hayatta tek hakikat varsa o da ÖLÜMdür. Dünyâya gelen her canlı muhakkak ÖLÜMü tadacaktır.:


كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَن زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَما الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ
“Kullu nefsin zâikatu’l- mevt(mevti), ve innemâ tuveffevne ucûrekum yevme’l- kıyâmeh (kıyâmeti), fe men zuhziha anin nâri ve udhıle’l- cennete fe kad fâz (fâze), ve mâ’l- hâyâtu’d- dunyâ illâ metâu’l- gurur (gurûri).: Her nefs, ÖLÜMü tadıcıdır ve lâkin ecirleriniz (amellerinizin karşılığı) kıyamet günü ödenir. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa o takdirde o kurtulmuştur. Ve dünya hayatı, aldatıcı metâ’dan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân 3/185)

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
“Kullu nefsin zâikatu’l- mevt (mevti), ve neblûkum biş şerri ve’l- hayri fitneh (fitneten), ve ileynâ turceûn (turceûne).: Bütün nefsler, ÖLÜMü tadıcıdır. Sizi, hayır ve şerr fitneleri ile imtihan ederiz. Ve Bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21/35)

İnsan nerede olursa olsun, ne kadar kaçarsa kaçsın, ne kadar çâre ararsa arasın nâfile… ÖLÜM herkese ulaşacaktır.:


أَيْنَمَا تَكُونُواْ يُدْرِككُّمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُّشَيَّدَةٍ وَإِن تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُواْ هَذِهِ مِنْ عِندِ اللّهِ وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُواْ هَذِهِ مِنْ عِندِكَ قُلْ كُلًّ مِّنْ عِندِ اللّهِ فَمَا لِهَؤُلاء الْقَوْمِ لاَ يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا
“Eyne mâ tekûnû yudrikkumu’l- mevtu ve lev kuntum fî burûcin muşeyyedeh (muşeyyedetin). Ve in tusıbhum hasenetun yekûlû hâzihî min indillâh (indillâhi), ve in tusıbhum seyyietun yekûlû hâzihî min indike. Kul kullun min indillâh (indillâhi). Fe mâli hâulâi’l- kavmi lâ yekâdûne yefkahûne hadîsâ (hadîsen).: Nerede olursanız olun, ÖLÜM size ulaşır. Hatta sağlam kalelerde olsanız bile. Eğer onlara bir iyilik isâbet ederse.: “Bu ALLAH'tandır.” derler. Ve eğer onlara bir kötülük isâbet ederse:. “Bu sendendir.” derler. De ki.: “Hepsi ALLAH'ın katındandır.” Artık bu topluluğa ne oluyor ki söz anlamaya yanaşmıyorlar?” (Nisâ 4/78)

قُلْ إِنَّ الْمَوْتَ الَّذِي تَفِرُّونَ مِنْهُ فَإِنَّهُ مُلَاقِيكُمْ ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
“Kul inne’l- mevtellezî tefirrûne minhu fe innehu mulâkîkum summe tureddûne ilâ âlimi’l- gaybi ve’ş- şehâdeti fe yunebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn (ta’melûne).: De ki.: “Muhakkak ki o, sizin kendisinden kaçtığınız ÖLÜM, işte o mutlaka size mülâki olacak (siz ÖLÜMle karşılaşacaksınız). Sonra görünmeyeni ve görüneni bilen (ALLAH'a) döndürüleceksiniz. O zaman (ALLAH), yapmış olduklarınızı size haber verecek.” (Cum’a 62/8)

كَلَّا إِذَا بَلَغَتْ التَّرَاقِيَ
“Kellâ izâ belegati’t- terâkıy(terâkıye).: Hayır, (can) köprücük kemiğine geldiği zaman (can boğaza gelince, ölmek üzere iken).” (Kıyâme 75/26)

وَقِيلَ مَنْ رَاقٍ
“Ve kîle men râk (râkın).: Ve: “Kurtaracak kimdir?” denir.” (Kıyâme 75/27)

وَظَنَّ أَنَّهُ الْفِرَاقُ
“Ve zanne ennehu’l- firâk (firâku).: Ve o (dünyadan) ayrılacağını (öleceğini) anlamıştır.” (Kıyâme 75/28)

وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ
“Velteffetis sâku bi’s- sâk(sâkı).: Ve ayakları birbirine dolaşmıştır.” (Kıyâme 75/26)

إِلَى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمَسَاقُ
“İlâ RABBike yevme izini’l- mesâk (mesâku).: İzin günü, sevk senin RABBinedir.” (Kıyâme 75/30)

Bununla birlikte maddîyatın hükmü altına girdiğimiz günümüzde geleceğe dâir bitmek bilmeyen emellerimiz uğrunda çabalarken ÖLÜMü aklımızın ucundan dahi geçirmiyor, yaratılış amacımızı unutuyoruz. Hatta öylesine bir gaflet içindeyiz ki her gün haber bültenlerinde karşılaştığımız ÖLÜM olaylarını bile sıradan karşılıyor, aldırış etmiyoruz. Açlık, hastalık, kaza ve savaşlar nedeniyle nice İnsÂNlar hayatını kaybediyor. Çocuk-yetişkin, kadın-erkek, hasta-sağlıklı, güçlü-zayıf demeden ÖLÜM herkesi buluyor. ZamÂNı asla bilinmeyen, kim olursa olsun herkes için kaçınılmaz bir gerçek olan ÖLÜMden ürküyoruz ve onu unutmak istiyoruz. Kimimiz korkudan, kimimiz Dünyânın aldatıcı ni’metlerine kapılıp gittiğinden, kimimiz de onu bir yok oluş saydığından…
ALLAHu zü’L-CeLÂL, hayatı da ÖLÜMü de Dünyâda kimin daha güzel ameller işleyeceğini sınamak için takdir etmiştir.:


الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ
“Ellezî halaka’l- mevte ve’l- hayâte li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ (amelen), ve huve’l- azî zu’l- gafûr (gafûru).: “Sizin hanginizin en güzel ameli yapacağını” imtihan etmek için ÖLÜMü ve hayatı yaratan O'dur. Ve O; AZÎZ'dir, GAFÛR'dur.” (Mülk 67/2)

Ve kullarını ÖLÜM gelinceye dek kendine ibâdetle sorumlu tutmuştur.:


وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
“Va’bud RABBeke hattâ ye’tiyeke’l- yakîn (yakînu).: Ve sana “yakîn” gelinceye (son yakîne, Hakku’l- yakîne, ALLAH'a kul olmaya ulaşıncaya) kadar RABBine kul ol!// Ve sana ÖLÜM gelinceye kadar, RABBine ibâdet et.” (Hicr 15/99)

Dolayısıyla İnsÂNın Dünyâya geliş amacını unutmaması, hayatını istikâmet üzere devâm ettirerek âhiretini kazanabilmesi için ÖLÜMü hatırından çıkarmaması gerekir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem;
Dünyâda bir garib ya da bir yolcu gibi olunmasını tavsiye etmiş, (Buhârî, Rikâk, 3)
ÖLÜM ÂN sızın gelmeden iyi işler yapmak için acele edilmesini istemiştir. (Tirmizî, Zühd, 3)
Âhireti hatırlatması hasebiyle kabirlerin ziyâret edilmesine izin vermiştir. (Tirmizî, Cenâiz, 60)
Mü’minlerin en akıllısının ÖLÜMü en çok hatırlayanlar ve ÖLÜMden sonrası için en güzel şekilde hazırlananlar olduğunu belirtmiş,
(İbn Mâce, Zühd, 31)
Gaflete dalan, gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan, azıp haddi aşan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini unutan kimsenin ise ne kadar bedbaht bir kul olduğuna dikkat çekmiştir. (Tirmizî, Sıfâtü’l-kıyâme, 17)

Osmanlılar zamanında Ecdadımız da, Peygamberimiz aleyhisselâm’ın ÖLÜMü hatırda tutmakla ilgili hadislerini göz önünde bulundurmuş olmalılar ki, mezârlıklar için şehrin en güzel yerlerini, herkesin gelip geçtiği, kolayca görebileceği alanları tercih etmişlerdir. Böylece ÖLÜMün korkulacak bir şey olmayıp aksine hayatla iç içe ve hayatı anlamlandıran yönünü ön plana çıkarmak istemişlerdir. Zirâ ÖLÜM bir yok oluş değil, bizi bizden daha çok seven ve gözeten RABB’imiz’e kavuşmanın ilk adımıdır. İmtihan Dünyâsının sonu olmakla birlikte âhiretteki sonsuz hayatımızın başlangıcıdır. Bize nereden gelip nereye gittiğimizi hatırlatan en güzel nasihatçıdır. Dünyâya gelen her İnsÂN kendisine takdir edilen ömrü yaşayacak ve sonunda mutlaka ölecektir. Bu süre zarfında önemli olan, istikâmetimizi şaşırmadan ALLAH’a lâyık bir kul olabilmektir. Bunu başarabildiğimiz takdirde ÖLÜMden korkmamızı ve ÖLÜM düşüncesini ötelememizi gerektirecek hiçbir sebeb kalmaz. Artık ÖLÜMün anlamını kavramışız demektir. Biliriz ki RABB’imiz bizden hoşnut biz de RABB’imizden hoşnut bir şekilde O’na döneceğiz. Fakat Dünyânın aldatıcılığına kapılıp geçici zevkler peşinde bir ömür tüketirsek ÖLÜMle yüzleşmekten korkar, hatta onu hatırlamak bile istemeyiz. Bu durumda ise ÖLÜMün anlamını yitirmiş ve RABB’imiz’in huzuruna hazırlıksız bir şekilde çıkacağız demektir. Dünyâda ve Âhirette hüsrâna uğrayanlardan olmamak için ÖLÜMü her zaman hatırımızda tutmalı, ÖLÜMden sonrası için en güzel şekilde hazırlanmalı ve ALLAHu zü’L-CeLÂL’den Hayatın da ÖLÜMün de hayırlısını niyaz etmeliyiz..


Resim ELİF ERDEM.:
Elif Erdem =>Edebi Eserler, İslâm, Meal, Tefsir ve Hadisler kategorilerinde eserler yazmış bir yazardır.:
Başlıca kitabları alfabetik sırayla; Hikmetin 40 Kapısı, Sahabe Hatıraları, İsraf olarak sayılabilir..

Resim HALE ŞAHİN.:
Hale Şahin =>Edebi Eserler, İslâm, Meal, Tefsir ve Hadisler kategorilerinde eserler yazmış bir yazardır.:
Başlıca kitabları alfabetik sırayla; Hikmetin 40 Kapısı, Sahabe Hatıraları, İsraf olarak sayılabilir..

Resim RUKİYE AYDOĞDU DEMİR.:
Rukiye Aydoğdu Demir =>Araştırma - İnceleme, Diğer, Edebi Eserler kategorilerinde eserler yazmış bir yazardır.:
Başlıca kitabları alfabetik sırayla; Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevi, Hikmetin 40 Kapısı, Ramazanın Bereketi Oruç, Sahabe Hatıraları olarak sayılabilir..
Resim
Cevapla

“►Hadis-i Şerifeler◄” sayfasına dön