EL-HİKEMܒL-ATÂİYYE (Tâcüddîn Atâullah İskenderî ks)

Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXIV


لا نِهَايةَ لمذامِّكَ إنْ أرْجَعَكَ إلَيْكَ ، و لا تَفْرُغُ مداءِحُكَ إنْ أظْهَرَ جُودَهُ عَلَيْكَ

Eğer seni yine sana döndürecek olursa kötü işlerinin nihâyeti yoktur.
Eğer ihsanını üzerinde izhar edib açıklarsa senin senâ ve sitayiş lerin bitmez ve tükenmez olur.


Allah u Teâlâ her kimi nefsine döndürüp aklına havale ederse onu kapısından kovmuş ve huzurundan uzaklaştırmıştır.
Bütün işleri alçakça ve çirkindir.
Çünkü nefsin şerre doğru gidişi cibilliyeti muktazasıdır.
Lâkin Hak Teâlâ herhangi bir kulu üzerinde lütuf ve ihsanını açıklıyacak olursa bunun da senâ ve medihlerinin hitip tükeneceği yoktur.
Bunlardan anlaşılıyor ki nefsin gaile­lerinden kurtulup necat bulmak için Allahu Teâlâ'ya dehâlet ve ilticadan başka bir yol yoktur.


Cibilliyet : Huy, fıtrat, yaradılış, tabiat, cibillet.
Muktaza : Gereği olan.
Gaile : Dert, sıkıntı, baş belâsı. Tasa, zor iş. * Düşünce.
Necat : Kurtuluş, selâmet. * Hırs ve hased. * Yüksek mekân. * Ağaç budağı. * Mantar.
Dehâlet : Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş.
İltica : Sığınmak. Melce' ve penaha varmak. Birinden himâye istemek.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXV


كُنْ بأوْصَافِ ربُوبِيَّتِهِ مُتَعَلِّقاً ، و بأوْصَافِ عُبُودِيَّتِكَ مُتَحَقِّقَاً

Hakk’ın Rububiyetinin vasıflariyle müteaâlik ve kendi ubudiyetinin vasıflariyle mütehakkik ol.

Rububiyetin vasıflariyle müteallik olmak: Bütün varlığın ve levâzımın ne senin için ne de senden olmadığını bilerek bunların sende hep
emânet olduğunu; varlık, kuvvet ve kudret, bekâ
ve izzet hep onun varlığı ve kuvvet, kudret, bekâ ve izzetiyle durduğunu bilmektir.
Bu biliş ubu­diyetinin yokluğunu anlatır ve ihtiyaç ve âciz ve zilletin tamamlanmasiyle ancak tahakkuk eder.
Taallûk ve tahakkuk mütelâzimdirler.
belki ikisi de bir şeydir.
Hakikatte ayrı ayrı şeyler değildirler.


Müteallik : Alâkalı. Bir yere bağlı, bir şeye mensub.
Levâzım : İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde. * Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir.
Taallûk : Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
Tahakkuk : Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.
Mütelâzim : Gerekli, lazım olan
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »


HİKMET : CXXVI

منعَكَ أنْ تدَّعيَ ما ليس لك ممَّا للمَخْلُوقينَ ، أفَيُبِيحُ لك أنْ تَدَّعيَ وَصْفَهَ و هو ربُّ العالمينَ ؟

Senin olmayıp da mahlük­lara ait bulunan bir şeyi iddia etmekten seni nehyeylemiştir.
O Senin olmayıp da mahlüklara ait bulunan bir şeyi iddia etmekten seni nehyeyle­miştir.
O bütün âlemin Rabbi olduğu hâlde kendine has bir vasfını iddia etmekliğin sana mubah olabilir mi?


Bu hikmet: Kulun Mevlâsının sıfatından hiçbir sıfatta haz ve nasibi olmadığının delili gibidir.
Bunlardan bir şey hakkında iddiada bulunmak kalbin en büyük mâsiyetlerindendir.

Abdullah ibn-i Abbas'ın rivayetiyle Hak Teâlâ :


الكبرياء ردداءي و العظمة ازارى فمن نازعنى و لحدة منها القيته في النار

Kudsal hadisinde :
--- “Kibriyâ benim kaftanım ve azamet benim örtümdür. Bunlardan birinde benimle kim münazaa ederse onu cehenneme atarım!” buyurmuştur.
Hik­metler Müellifinin bu meselede açıkladığı mânâ, Sofiye taifesinin en büyük gaye ve maksatlarıdır.
Ne yazmışlar, ne söylemişler ve ne emir ve nehyetmişlerse hep bu yüksek makama erişebilmek yolun­dadır.
Tasavvuf ehlinin daima işleri gücleri nefis­lerini öldürmek ve nefislerinin hoşlanacağı her şeyi kendilerinden uzaklaşurmaktır.
Bunların yegane dilekleri; varlıkta ve varlık. levâzımında Allahu Teâlâ'yı münferit görmek ve hiçbir şeyde şerik olmamaktır.
Asıl saâdetin kimyası işte budur.
Bu kimyayı bulmak için halkın çoğu çalışmış ve iflas eylemiştir.

Yahya bin Muaz-i Razî, Bayezid-i Bistamî’yi şöyle müşahede eylediğini anlatıyor:
“Yatsı namazından sonra fecrin doğuşuna kadar ayakları üzerinde başı göğsüne dayalı ubudiyet makamında duruyordu.
Seher zamanı secdeye vardı.
Secdeden başını kaldırınca Hak Teâlâ'ya karşı şu niyazlarda bulunmaya başladı:
İlâhî bir kavim senden dilediler.
Su üzerinde ve havada yürümeyi verdin.
Buna razı oldular.
Ben bundan sana sığınırım ve bir kavim senden az bir zaman içinde çok büyük mesafelerin aşılmasını istediler. Verdin; razı oldular.
Ben bundan yine sana sığınırım ve bir kavim yerin hazinelerini istediler. Verdin.
Ben yine sana sığınırım.
Bir kavim kulun Hızır'ı istediler. Verdin diyerek evliyanın kara­metlerinden yirmi sekiz kadar kerametler saydı, sonra döndü beni gördü.
“Yahya!” deyince:
“Buyurun!” dedim.
“Ne zamandan beri buradasın?” dedi.
“De­minden beri” dedim. Sükut etti.
“Bir şey söylemez misiniz?” dedim.
“Sana yarıyacak bir şey söyliyeyim” dedi ve bunları anlattı.
Allahu Teâlâ beni aşağı âleme indirdi.
Aşağı melekût içinde beni dolaştırdı.
Yerin tabakalarını ve bunların altını gösterdi.
Sonra beni yüksek âleme geçirdi ve semavatı gezdirdi.
Cennetlerde olanı arşa kadar gösterdi.
Sonra beni önünde durdurdu:
“Aşağı, yukarı âlem­lerde ne gördün ise söyle bunları sana bağışlıyayım” dedi.
“Hoşuma gidecek bir şey görmedim ki senden dileyeyim” dedim.
“Sen benim hakkiyle kulumsun, doğrulukla bana taparsın dedi.
Yahya Bin Muaz diyor ki: Bu hâl beni hayrete düşürdü. Taaccüb ettim.
“Padişahlar padişahı sana: “dile ne dilersen vereyim dediğinde ne için kendini sana bildir­mesini istemedin?” dedim.
Bunun üzerine bir sayha vurdu.
“Ne söylüyorsun? O, onun üzerine benim gayretimdir, kendinden başkasının kendini bilmesini ben sevmem, onun mahiyetini ancak kendi bilir!” dedi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXVII


كيف تُخْرَقُ لك العَواءِدُ ؟ و أننتَ لم تَخْرِقْ من نَفْسِكَ العَواءِدَ .


Sen kendi nefsinin âdetlerini değiştirmeyince senin
için âdetler nasıl değiştirilebilir?


Hark kelimesi Arab lûgatinde yırtmak de­mektir. Halkın âdetleri hilafına peygamberlerin mucizelerine ve evliyanın kerametlerine terim edilmiştir.
Halkın âdetleri hilafına âdetin harkı :
Kudret âleminin inkişafiyle tecellî edecek harikalardır.
Bu tecellîyi Hak Teâlâ nefsin yemek ve içmek ve yatmak gibi âdetlerini bozan ve yırtıb atan kullarına ihsan eder.
Böyle beşerî ihtiyaç ve âdetlerini silkib atmıyan insan evliyanın nail olacakları keramet makamlarına eremez.
Şâyet kendinde böyle bir keramet görülecek olursa
bunun bir istidraç olabilmesinden korkulur.”


Hark : Yarma. Yırtma. * Su akacak yarık yer.
İstidraç : Derece derece yükselmeyi isteyiş. * Ist: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azab ve gazab-ı İlâhiyeye yaklaşması.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXVIII


ما الشَّأْنُ وُجودَ الطَّلَبِ ، إنما الشَّأْنُ أن تُرْزَقَ حُسْنَ الأدَبِ

İstekler insan için şan değildir.
Şan ancak sana edeb güzelliğinin kısmet oluşudur.


Bir kul ihtiyaçlarını Mevlâsından istiyerek başkasından bir şey istemezse üzerine vâcib olan Rububiyetin hakkını ifâ ettiğini zannetmesin.
Çünkü muhakkıklara göre bu hâl: itibara lâyık bir şan değildir.
Şan ancak Mevlâsına karşı güzel bir edeble teeddüb etmesi ve bütün umurunu Mevlâsına tefviz evlemesidir.
Bu sûretle ubudiyeti ifâ edecek olursa makbul bir şe'niyet sahibi olur.


Teeddüb : Edebli olma. Utanma. Çekinme. Edebini takınma.
Tefviz : Birisine bırakma. * İşini Allah'a (C.C.) havâle etme. * Sipariş ve ihâle etme.
Şe'n : İş, yeni olan hal. * Şan. * Tavır. * Hâdise. * Vâkıa. * Kasdetmek. * Emr ü hal.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXIX


ما ظلب لك شيءٌ مثلُ الاضْطِؤارِ ، و لا أسْرَعَ بالمواهِبِ إليك مثل الذِّلَّةِ و الافْتِقارِ


Allah senin için çaresizlik gibi çetin bir şey istememiştir.
Sana vereceği nimetle­rini de yoksulluk ve iftikar gibi daha çabuk bağışlamamıştır.


Iztırar: Çaresizlik ve çaresiz kalmak de­mektir.
Bu hâl Ubudiyet vasfının en değerlisidir.
Abdullah ibn-i Menazil: “Çaresiz kalmak her şeyde Allahu Teâlâ'ya dönüp yalvarmaktır” diyor.

Çaresizlik hâlinde Mukaddes kitabımız :

أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء الْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ قَلِيلًا مَّا تَذَكَّرُونَ

--- “(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!” (Neml 27/62)

Çaresiz kalan yalvardığı zaman Allah'tan başka kim onun yalvarışını kabul eder?
Âyeti ile dileğinin kabul edileceği vaad buyurulmuştur.
Çaresizlik: Kulun kendi yapabileceği hiçbir kuvvet, ve kudret görmeyip denize batmış yahut da çölde yolunu kaybetmiş bir adam gibi Mevlâsından gayri kendini helâkten kurtaracak kimse olmadığını görmesi ve bilmesidir.
Zillet ve iftikar Hakk’ın bağışlıyacaklarının sürati sebeblerindendir.


İftikar : Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu'. Alçak gönüllülük.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXX


لو أنَّكَ لا تَصِلُ إليهِ إلاَّ بعدَ فَنَاءِ مسَاويكَ ، و محْوِ دعاوك ، لم تصلْ إليه ابداً . و لكنْ إذا أرادَ أنْ يوصِلَكَ إليهِ غَطَّى وصْفكَ بوصْفِهِ ونَعَتَكَ بنَعْتِكَ إليه بما منه إليك لا بما منك إليهِ


Eğer sen kötülüklerinin ve davalarının mahiv ve ifnasiyle ona dahil olamaz isen hiçbir zaman vâsıl olamazsın.
Lâkin seni kendine vâsıl etmek isterse kendi vasfı ile senin yasfını örter, senden ona değil ondan sana gelen feyiz ve vâridat ile seni vâsıl eyler.


Allah u Teâlâ'ya vâsıl olmak: Ancak nefsin sıfatlarını mahvetmek ve kalbin ilişiklerini kesmek ile olur.
Kulun kul olması haysiyetiyle ondan böyle bir şey tasavvur olunamaz.
Çünkü tabiat ve cibilleti icâbıdır.
Kulun iradesi ve çalışması kendi nefsiyle ancak Hakk’a vâsıl olmak için olsa bile bu dahi davalardan ve mahvi icâbeden kötü­lüklerdendir.
Ebu’l- Abbas-i Mürsî: “Velinin Allah'a vâsıl olmak isteği kendinden kesilmedikçe Allah'a vâsıl olamaz” buyurmuştur.
Allahu Teâlâ bir kulunu kendine vâsıl etmek isterse kendinin yüksek ve mukaddes sıfatları ile kulunu öyle sarar ki, kulun kendi sıfatları kapanır ve gaib olur.
Nasıl ki Kudsal ilâhî hadisde bu hâlete işaret buyurul­maktadır.


لا يزال العبد يتقرب الى بالنوافل حتى احبه فاذا احببته كنت سمعه الذى يسمع بي و بصره الذي يبصر بي و يده اليّ يببطش بها و رجله اليّ يمشي عليها


---“Kul kendini seveceğim zamana kadar nafile ibâdetler ile bana yakınlaş­maya devam eder, kendini sevdiğim zaman kulun işiten kulağı ve gören gözü ve şiddetle kavradığı eli ve üzerinde yürüüğü ayağı ben olurum.” buyu­ruyor.
Kul, Mevlâsının fazıl ve keremiyle böyle mukaddes bir tecellîye mazhariyetinde vuslat ma­kamında bulunmuş oluyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXXI


لو لا جَمِيلُ سِتْرِهِ لمْ يَكُنْ عَمَلٌ للقَبولِ

Eğer Allahu Teâlâ'nın güzel örtüsü ile örtülmemiş olsaydı hiçbir iş kabule lâyık olmazdı.

Kul kendi nefsini görmek ve yaptığı ibâdeti kendi nefsine nisbet eylemekle beraber kendi güc ve kuvvetinin şühûduna mübteladır.
Allah'ın meşiyetinden başka bir sûretle bunlardan kurtuluş çâresi dahi yoktur.
Olabilir ki, şühûdundaki perdenin açılmasiyle ibâdetlerinde riyâ ve gösteriş­lerde bulunarak halkın kendi hakkında sitayişte bulunmalarını ister.
Bu hâller hep gizlice Allah'a şirk etmekten ibarettir ve baştan başa hakiki ihlasa münafidir.


Ebu Abdullah-ı Kureşî: “Allahu Teâlâ kullarından ihlası isteyince yaptıkları işleri hep hiç olur.
İşleri hiç olunca yoksulluk ve ihtiyaçları artar ve bunun neticesinde kendileri için ve ken­dilerinden olan her şeyden teberri ederler” diyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXXII


أنت إلى حِلْمِهِ إذا أطَعْتَهُ أحْوَجُ منك إلى حِلْمِهِ إذا عَصَيْتهُ


Sen isyanında Allah'ın hilmi ne muhtaç oluşundan ziyâde itâatinde hilmine muhtaç bulunmaktasın.

Kulun şerefi ve kadir ve kıymetinin yüksek­liği ancak Rabbine bakışı ve ona doğru müte­vecdh oluşu ve sükuniyle itimad edişi iledir.
Bunların aksine alçaklığı ve hisseti ve Allah'ın gözünden sükutu nefsini görmesi ve Allah'ın gayrine müteveccih olması ve başkalarına istinad eylemesiyledir.
Kul, tâatte iken böyle pek büyük hatalara maruz bulunmaktadır.
Mâsiyet hâli ise bunun aksinedir.
Çünkü mâsiyet Allah'ın gazabından korkmaya ve iftikar ve zillette bulunmaya sebeb olur.
Onun için isyanında Allah'ın hilmine muhtaç oluşundan ziyâde itâatinde hilmine muhtaç bulunmaktasın denilmektedir.

Ebu Yezid-i Bistamî : “Mâsiyetin tövbesi bir tövbedir, tâatin tövbesi bin tövbedir!” demiştir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXXIII



السِّتْرُ على قِسْمينِ : سِتْرِعنْ المعْصيَةِ ، و سِتْر فيها . فالعامَّةُ يطْلُبُونَ من اﷲ تعلى السِّتْر فيها خشْيَةَ سُقُوطِ مرْتَبَنِهم عِنْدَالخلْقِ ، والخاصَّةُ يَطْلُبُونَ مِنَ اﷲ السِّتْر عنها خشْيَةَ سُقُوطِهم من نظَرَ الملِكِ الحقِّ .

Setr örtül­mek iki kısım üzerinedir.
Biri mâsiyetten örtülmek ve diğeri masiyette örtülmektir.
Halkın avam kısmı mâsiyette örtülmek isterler ki, halk kendilerini
gördüğü zaman onların nazarından düşmemeyi düşünürler.
Havastan olanlar ise mâsiyetten örtülmek isterler ki, asla mâsiytte bulunamasınlar ve mâsiyette bulunup da Hakk’ın nazarından düşme­sinler.


Avam takımı daima en ziyâde halkı görmektedirler. Halka karşı yapmacık iyiliklerle ken­dilerini iyi göstermek ve senâlarmı kazanmak kaygusundadırlar.
Bir masiyette bulundukları za­man halk duyacak olursa gözlerinden düşmek korkusundan mâsiyetlerinin gizli kalmasını Allahu Teâlâ'dan niyaz ederler.
Bu misillu insanlar hak­kında mukaddes kitabımızın âyetlerinde:


يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وَلاَ يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللّهِ وَهُوَ مَعَهُمْ إِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لاَ يَرْضَى مِنَ الْقَوْلِ وَكَانَ اللّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطًا

---“İnsanlardan gizler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, O'nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O, onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır (O'nun ilminden hiçbir şeyi gizleyemezler).” (Nisâ 4/108)

“Nastan korkarlar, Allah kendileriyle beraber olduğu hâlde Allah'tan korkmazlar” buyuruluyor.
İman ehlinin havasından olan zevat ise avam takımının büsbütün aksine olarak himmetleri Teâlâ ve Tekaddes hazretlerine bağlıdır.
Bunlar her an Allah'ın kendilerini görmekte olduğu murakabe ve kanaatindedirler.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXXIV



من أكرمكَ فإنَّما أكرمَ فيكَ جَمِيلَ سِتْرِهِ ، فالحَمْدُ لمنْ ستركَ ، ليس الحمْدُ لمنْ أكرَمَكَ وشَكَرَكَ .

Sana kim ikram ederse ancak Allah'ın seni saran gözel örtüsüne ikram ediyor demektir.
Şu hâlde hamd ve senâ seni örtenedir, sana ikram edene değildir.


Kulun varlığı âfetlerin ve kötülüklerin yeridir.
Bunları kapatan Allah'ın örtüsü halkı birbirlerine sevdirmektedir.
Bir adam sana bir ikramda bulu­nacak olursa zannetmiyesin ki sende iyilik ve güzel bir fazilet olduğu için ikram ediliyorsun.
Şu hâlde nefsinin ne olduğunu bilmez olursun.
Hem de halkın sana ikramları senin asıl hâlini bilmedik­lerindendir.
Allah kötülüklerini setretmiş ve halka iyiliklerini izhar eylemiş olduğundan sana ikramda bulunmuş oluyorlar.
Bu vaziyetinden Settar olan Allah'a hamd ve senâda bulunmak icâbederken ikram eden halka hamd ve senâ edersen Allah'ın nimetlerine küfran etmiş olursun.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXXV


ما صَحِبَكَ إلَّا مَنْ صَحِبَكَ و هو بعيْبِكَ عَلِيمٌ ، و ليس ذلك إلَّ موْلاكَ الكَريم . خيْر مَن تصْحَبُ مَن تطْلُبُكَ لا لسيْءٍ يَعُودُ مِنْكَ إليهِ .

Seninle her kim sohbet edecek olursa herhâlde
aybının yâni gizli kalan kötülüğünün bilicisidir.
Bu ise ancak kerim olan Mevlânın sıfatıdır.
Sohbet edeceklerin hayırllsı: Senden ona bir şey geçmemek üzere seni istiyendir.


Sohbet Arabçada güzelce ülfet etmek ve yar ve hemdem olmak anlamında kullanılır. Peygamberimizin mübarek asrında iman ile mukaddes huzurlarına devam ve mülâzemet edenlere verilen ashab ve sehabe ismi hususî bir sıfat olarak kullanılmaktadır.
Allahu Teâlâ’nın ilmi bütün mâsivayı
muhit olduğundan Allah her an bizimle beraber. Hakikaten sahib olacak zât sana ihsanını bezleden ve sende bildiği çok kötülüklerin ihsan ve in'amına engel olmıyandır ki, bu ancak Allahu Teâlâ Hazretleridir.
En hayırlı sahib olması dahi senden kendine erişecek hiçbir menfaat olmadığı hâlde daima seni nimetlerine gark etmiş olmasıdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »


HİKMET : CXXXVI


Eğer yakînin nuru sana işrak etmiş olsaydı âhireti oraya göçüp gitmekten önce sana daha yakın görürdüm ve dünyanın görünüşteki güzellikleri üzerinde güneşin tutkunluğu gibi fâniliğin tutkunluğu âşikâr olduğunu görmüş olurdun.

Yakînin nuru ile her şeyin hakikati olduğu gibi görülür.
Hak onunla hak ve bâtıl onunla bâtıl olur.
Âhiret hak ve dünya bâtıldır.
Kulun kalbinde yakînin nuru parladıkta kendinden gaib olan âhireti yanında hazır bulur.
Âhirete göçüp gitmeye ve bu sûretle bulmaya lüzum kalmıyarak âhiretin hak olduğu anlaşılır. Yanında hazır olan dünyaya bakınca nurları tutulmuş bitmiş olduğunu ve fâniliğin süratle yaklaştığını görür.
Yakînin nuru ile böyle bir nazar dünyada zehâdetle aldanışlardan uzaklaşarak âhirete müteveccih olmayı perdele icabeder.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HAS-AN yazdı:Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXXVII

ما حجبَكَ عنِ اﷲ وجودُ موْجُوودٍ معهُ ، وولكنْ حجبك عنه تَوَهُّمُ موْجُوودٍ معهُ .

Allah ile beraber bir varın var oluşu:
Seni Allah'tan perdelemiştir.
Lâkin Allah ile beraber bir varın var oluşu tevehhümü O’nu senden perdelemiştir.


Tasavvuf ehlinin tahkiki üzere Allah'ın gayri hiçbir mevcud olmadığı yukarıki hikmetlerde geç­mişti. Mâsivanın var görünenleri ancak mücerret bir tevehhümden ibarettir.
Tevehhüm ise bâtıldır.
Kâinâtın görünüşüne en ziyâde benzeyen gölgelerdir.
Gördüğümüz bu gölgeler, varlık ve yokluk mertebelerinin cümlesinde ne vardır, ne de yoktur. Görünen bu eserlerin gölgelikleri sabit olunca müessirin ehâdiyeti izale edilmemiş olur.
Çünkü bir şey ancak kendi misliyle çift olabilir. Eserlerin gölgeliklerini görenlerin bu hakiki görüşleri Allah'ı görmeye mâni olamaz.
Nasıl ki bir gölün kıyı­larındaki ağaçların gölgeleri gölün içinde kayık­ların gidişi gelişine mâni olamıyacağı bu hakikatı gâyet açık gösteren bir misaldir.
Demek oluyor ki, Allah ile bizim aramızda bir perde yoktur.
Eğer olsaydı o perde bize yakın olurdu.
Hâlbuki bize en yakın olan Hak Teâlâ Celle ve Âlâdır.


Tevehhüm : Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXXVIII

لو لا ظُهُورُه في المكوَّناتِ ما وَقَعَ عليها وجودُ إبْصَارِ . لو ظَهَرَتْ صِفَاتُهُ ، اَمحلَّتْ مكوَّنَاتُه

O, mükevvenat içinde zuhur etmemiş olsaydı gözlerin bakışları bunların üzerine düşmezdi.
Eğer sıfatları açıktannuş olsaydı kâinât mahvolur, bir hiçten ibaret kalırdı.


Mükevvenatın perdeleri arkasından zuhur etmemiş olsaydı gözlerin görüşleri O perdeler üzerine düşmezdi.
Mükevvenatın perdeleri bun­ların arkasından zuhurunu ve gözlerin bu perdeleri görüşlerini mucib olmuştur.
Eğer perdelerin perdelikleri olmasaydı gözlerin görüşü bunların üzer­lerine düşmezdi.
Hakiki tecellîde bütün kâinât hiç olurdu.


Mükevvenat : Yapılmış ve yaratılmışlar. Bütün mahlukat.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXXXIX


أظْهرَ كُلَّ شيءٍ لأنَّه البلطِنُ ، وطَوَى وجودَ كُلِّ شيءٍ لأنَّه الظاهرُ .

Bâtın olduğu için her şeyi izhar eyledi ve zâhir
olduğu için her şeyi dürüp bükerek gizledi.


Zâhir ve bâtın Allah’ın güzel isimlerindendir.
Zâhir ismi kendinden gayri beraberince hiçbir zâhir olmadığından her şeyin dürülmesini ve Bâtın İsmi kendiyle beraber hiçbir Bâtın olmadığı için her şeyin zuhurunu iktiza etmekle şu hâlde her itibara göre Hak Teâlâ'nın ancak zâtının var olduğu âşikâr olur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXL


أباحَ لك أن تنْظُرَ ما في المكوَّناتِ ، و ما أَذِنَ لك أَنْ تَقِفَ مع ذواتِ المكوَّناتِ قُلِ انظُرُوا مَاذَا فِي السَّمَاوَاتِ فتحَ لك بابَ الأفْهامِ ، و لم تقُلْ انظروا السَّمَاوَاتِ ؛ لِءَلَّا يدُلَّكَ على وجودِ الأجرامِ


Mükkevvenata bakmayı sana mubah eyledi.
Mü­kevvenatın zâtlariyle beraber durub kalmaya izin vermedi.
Semavata bakınız neler var demekle anlayış kapısını açtı.
Yoksa semavatın kılıklarını sana göstermek için Semavata bakın demedi.


Allah'ın mükevvenata bakmak emri yalnız bunlara bakmak için değildir.
Çünkü böyle bir bakış Allah'ın gayriyle uğraşmak ve Allah'tan uzaklaşmaktır.
Emir bunun için değildir.
Allah’ın mükevvenat içinde oluşuna erişebilmek içindir.


قُلِ انظُرُوا مَاذَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا تُغْنِي الآيَاتُ وَالنُّذُرُ عَن قَوْمٍ لاَّ يُؤْمِنُونَ

Resim ---" De ki: «Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın!)» Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz.” (Yunus 10/101)

Semavat ve yerin içinde neler olduğuna bakınız âyetinde zarf edâtı olan
(Fi) harfiyle kasdedilen anlama işaret edilmektedir.
Letaifü'l-Minen kitabında: Kâinatın kuruluşu görünmek için değildir. Bu kuruluşun içinde Hak Teâlâ'yı görmek içindir. diyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »


HİKMET : CXLI


الأكوانُ ثابِتَةٌ بإثْباتِهِ ، وممْحوَّةٌ بأحَدِيَّةِ ذَاتِهِ

Ekvan onun isbatiyle sabit ve zâtın ehâdiyyetiyle mahvolmuş bir hâldedir.

Ekvan kendi zatında sırf yokluktan ibarettir.
Sübut vasfı ancak Allah’ın isbatiyle hasıl olmuş arazî bir keyfiyettir.
Lâzım olacak ehâdiyyetin varlığıdır.
Ehâdiyyet: nahdet kelimesinin müba­lâğa siygasıdır.
Bu siyganın icâbı daha eşed ve ekmeli bulunamıyacağı tahakkuk etmiş olmasıdır.
Şu hâlde Ehediyyetin muktazası ekvanın mahvı ve butlanıdır.
Çünkü başka bir ehâdiyyet olamaz ve bulunamaz bulunsa da ehâdiyyet olmaz ve ikiliği istilzam eder.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXLII


النّاسُ يَمْدَحُونَكَ لما يظنُّنَه فيكَ ، فكن أنت ذاماً لنفسِكَ لما تَعْلمُهُ منها

Nas sende iyilik bulunduğunu zan­nettikleri için seni medhederler.
Sen nefsinde ne olduğunu bildiğinden nefsini zemmedici ol.


Bir kulun kendi nefsinin fenalıklarını pek iyi bilmesi dolayısiyle nefsini istihkar ve zemmetmesi kendinden istenilmektedir.
Çünkü bu hâl nefsinin gurur ve şerrinden sakınmaya ve işlerinin iyileş­mesine sebeb olur. Nasın kendini medhetmesi seni sakınmaktan alıkoymamalıdır.
Çünkü insan baş­kalarının bilmedikleri kötülükleri kendi nefsinde pek âlâ bilir.
Urefadan bir zât: “Medhedilmekle hoşlanan bir adam Şeytanı gönlüne yerleştirmiş olur” demiştir. Urefadan diğer bir zât: Hangi bir adama: sen ne iyi adamsın denilecek yerde ne kötü adamsın denilmesinden daha ziyâde hoşlan­mazsa o adam nallâhî kötü adamdır diyor.


Urefa : (Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXLIII


المؤْمنُ إذا مُدِحَ استحيا من اﷲ أن يُثْني عليه بوصفٍ لا يشهدُهُ من نفسِهِ

Hakiki imanlı bir zât medhedilirse kendi nefsinde olmadığını bildiği bir sıfattan dolayı
övüldüğü için Hak Teâlâ'dan utanmaya başlar.


Hakiki iman sahibi kendi nefsinde medih ve senâya lâyık iyi bir sıfat görmiyen zâttır.
Böyle bir mü'min nas tarafından iyilikleri söylenerek medhedilirse Allah'ın azamet ve celâletine karşı utancından nefsini hakir görür. Kendi nefsine düş­manlığı ve nefreti ziyâdeleşir ve bu vesile ile Allah'ın ihsan ve nimetlerine ait görüşü kuvvet­lenir.
Allah’ın nimetlerini ziyâdeleştiren şükür, işte böyle şükürdür.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXLIV


أجهلُ النَّاسِ مَنْ تركَ يقينَ ما عنده لظَنِّ ما عند النَّاسِ

Nasın en cahili yakîn ile bildiğini halkın zanniyle bildiklerine terk eden kimsedir.

Halkın senâsiyle mağrur olmak: Cehâlet ve hamakatin son haddidir.

Sofiyenin büyüklerinden, Haris-i Muhasibî: “Butlan ile medhedilen kimsenin hoşnut olmasına misal olarak diyor ki: Böyle bir adamın hâli senin içinde aşağıdan çıkan şeylerin kokusu misk kokuları gibidir, denildikte sevinip hoşnut olmasına benzer.
Hâlbuki bir kulun kendi nefsinde bildiği kötülüklerinin kokuları daha iğrenç ve daha mülevves şeylerdir.”


Mülevves : Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış. * Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan. * Tazelenmek için suda ıslatılmış şey. * Karışık, intizamsız.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXLV


إذا أطْلقَ الثناءَ عليكَ و لست بأهلِ ، فأثْنِ عليه بما هو أهْلُهُ

Senâ ve sitayişe ehliyetin olmadığı hâlde Hak Teâlâ sana sitayişle halkın dilini açarsa sen Hak Taalâ’nın ehli olduğu hamd ve senâlarda bulun.

Hakiki mü'min olan zât kendi nefsinde medh ve senâya hiçbir ehliyet görmiyen kimsedir.
Çünkü yukarıdaki bahislerde geçtiği üzere medih ve senâyı mucib olacak hâllerin hiçbiri kendisinde yoktur.
Şu hâlde bir kimse ehliyeti olmadığı hâlde Hak Teâlâ onun medih ve senâsiyle halkın dilini açarsa ona yaraşacak şey Hakk’ın ehlini bilmektir.
Kul istihkakı yok iken Hak Teâlâ kendi medih ve sitayişiyle halkın dilini açtığından dolayı Hakk’ın hakkiyle ehli olduğu hamd ve şükran ile nefsini uğraştırmalıdır.


İstihkak : Kazanılan şey, hak edilen. * Hakkını almak. Hakkını istemek.
Medih : Medih için yazılan kaside, övme.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXLVI


الزُّهادُ إذا مُدِحوا انقبضوا لشهودِهم الثَّنضاءَ من الخلْقِ ، والعارفونَ إذا مُدِحوا انبسطوا لشهودِهم ذلك من الملِكِ الحقِّ

Zâhidler medhedilince medih ve senâyı halktan müşahede ettikleri için munkabız olurlar.
Ârif olanlar medhedildiklerinde medih ve senâyı Hak Teâlâ'dan müşahedeleri dolayısiyle mun­basit olurlar.


Evvelki bahislerde geçmiş olduğu üzere zâhidler görüşlerinde Allah'ı görmezler, daima halkı görürler.
Bu görüşlerinden dolayı mağrur olacak olurlarsa Hak Teâlâ'dan bekledikleri nasib ve kısmetlerini kaçıracakları korkusu ile munkarız olurlar.
Bunlara göre âriflerin mertebeleri daha yüksektir. Ârifler, Rabları ile beraber daima hu­zurdadırlar. Medih ve senâyı Haktan müşahede ettikleri için munbasit olurlar.
Nefislerini kaybet­miş olduklarından bu sûretle hâl ve makamları ziyâdeleşmiş olur.
Bu misillü âriflerden bir zât yüzüne karşı medhedilirken hiçbir şey söylemi­yordu.
Kendine bir şey söylemiyorsunuz denilince: “Bana ne, ben arada değilim, medih ve senâ eden Hak Teâlâ hazretleridir” demiştir.



إذا مدح المؤْمن في وجهه ربا بالإيمان في قلبه

Resim--- “Mü'min yüzüne karşı medhedildiği zaman kalbinde iman ziyâdeleşir.” meâlinde rivayet edilen şerefli hadis böyle yüksek bir makama işaretle söylenmiş olduğu irfan erbabına müsellemdir.
Gavsi azam Abdülka­dir-i Geylânî ve Ârif-i Billah Ebu’l- Hasan Ali Şâzelî'nin kendi nefisleri hakkında söylemiş oldukları manzum ve mensur kasidelerle nutukların ehâdiy­yetin cemi makamında söylenmiş olduğuna tasavvuf ehli müttefiktir .


Munkabız : Sıkıntılı. Mânevi sıkıntı. * Çekilmiş. Büzülmüş. Daralmış. Toplanmış. * Barsakları sıkışmış. Kazâ-i hâcet edemeyen. Kabız.
Mun­basit : İnbisat eden, yayılan, genişleyen. Yaygın, münteşir, yayılmış, açık. Şen.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : CXLVII


متى كنت إذا أُعطِيتَ ببسطاءُ و إذا مُنِعْتَ قَبَضَكَ المنْعُ ، فاستدِلَّ بذلك على ثبوتِ طُفولِيَّتِكَ ، و عدم صدقِكَ في عبودِيَّتِنَ .

Ne zaman sana bir şey verilince bu vergi seni bast ederse ve ne zaman verilmeyince verilmemek seni kabzederse bununla ubudiyetinde doğruluk olmadığına ve çocukluğunun sübutuna istidlâl et.

Verilirse Bast verilmezse Kabz hâletleri âriflerin nazarında ubudiyete münafidir.
Bu hâl nefsin henüz istekleri peşinde olduğuna alâmettir.
Allah yoluna sâlik olan böyle durumda bulunursa ubudiyetinde hakiki doğruluk olmadığını bilmeli ve Allah'ın ehli arasında yüksek makamları araştırmakta bir tufeyli olduğunu anlamalıdır. Tufeyl, Küfe ahalisinden bir Arabın ismidir.
Düğün veli­melerinde davet edilmeksizin davetliler arasına karışıp gitmeyi âdet edinmişti.
Kitabın müellifi sâlikler arasında henüz ehliyet kazanmadan yüksek makam yolcularına karışmak isteyeni Tufeyl'e benzetiyor.


İstidlâl : Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.
Tufeyli : (Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.
Resim
Cevapla

“►Allah Dostları Divan Şerhleri◄” sayfasına dön