Muhiddin-i Arabi Fususu'l Hikem
Gönderilme zamanı: 11 Nis 2008, 21:26
MUHAMMED KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ FERDİYYE
Çeviri : İhsan Balcı
Bütün bir insan türünde varolanların en kâmili olmasından dolayı, onun hikmeti teklik [ferdiyyet] oldu; ve yine bundan dolayı, iş onunla başladı ve onunla sona erdi. Âdem henüz suyla balçık arasındayken, o Nebiydi; unsursal oluşumuyla da Son Nebi oldu.
Üç, tek olanların [efrad] ilkidir; ve, bu tek olanların ilkinden (yani, üçten) birbiri ardınca çoğalan diğer bütün tek olanlar ise, (bu tek olanların ilki olan) üçün açılımlarıdırlar [teferruat]. Bundandır ki, (yani, teklerin bireylerin ilki olmasından dolayıdır ki) O, Rabbine ilk delildir.
Ve kendisine, Âdemin adlandırdığı bütün (ilahi) kelimelerin [cevamiülkelim] verilmiş olmasıyladır ki, (bu kelimelerin yani Birin şuunatının üç asıldan dallanıp budaklanmasına istinaden sahip olduğu) kendi üçlüğünde [teslis] delile benzeşik oldu. Ve onun kendisi, kendinin delili oldu.
Ve Muhammedin (sav) hakikatı, üçlü bir oluşum olmasından dolayı ilk tekliği [ferdiyyet] ortaya çıkardı. Ve o, varlığın aslı olan muhabbete ilişkin olarak, bu üçlüğünden dolayıdır ki, Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi.. dedi. Sonra kadınları ve güzel kokuyu andı ve namazın gözünün aydınlığı kılındığını söyledi. İlk olarak kadınları andı ve namazı en sona bıraktı. Bu, kadının kendi aynının zuhurunun aslında erkeğin bir parçası olmasından dolayıdır; ve bu, insanın Hakkın zuhurunun bir kısmı olması gibidir. İnsanın kendini bilmesi Rabbini bilmesinden önce gelir ve Rabbini bilmesi, kendini bilmesinin sonucudur.
Böylece O, Kendini bilen Rabbini bilir demiştir. Dilersen, bilmeye ve erişmeye güç yetirilemeyeceğini [acz] söyleyebilirsin, çünkü Onun bilinmesine ilişkin olarak böyle söylemek yerindedir [caiz]; veya, dilersen, Onun bilinebilir olduğunu söylersin.
Bunların ilkine göre, eğer kendini (gaybî hakikatı itibarıyla) bilmediğini biliyorsan, gerçekte Rabbini bilmiyorsundur. Ve ikincisine göre de, eğer kendini biliyorsan, o halde, Rabbini biliyorsundur.
İmdi, Muhammed (sav) Rabbine en açık delil oldu ve alemin herbir parçası kendi aslı olan Rabbine bir delildir, öyleyse anla! Ve ona ancak kadınlar sevdirildi ve o da kadınlara şevk duydu [müştak] ki bu, bütünün [küll] kendi parçasına [cüz] şevk duyması türündendir. İmdi o, bu haber ile, Hakkın bu unsursal oluşuma ilişkin olarak, Ve ona ruhumdan üfledim [Hicr Suresi, 15/29] sözündeki işin aslını Hak
tarafından zahir kıldı. Sonra Hak, Kendi nefsini insana kavuşmaya güçlü [şedid] bir şevk duyuyor olarak nitelendirdi ve kendisine şevk duyanlar hakkında, Ey Davud, Benim onlara duyduğum şevk daha da güçlüdür [şedid] dedi. Ve Onun bu şevki, katışıksız ve mahrem bir kavuşma [lika-i hâs] içindir.
Çünkü Resulallah (sav), Deccala ilişkin bir hadisinde, Ölmedikçe, hiçbiriniz Rabbinizi göremezsiniz dedi.
Böyle olunca, bu şekilde (yani, böylesi yeğin bir şevk duyuyor olmakla) nitelenene (yani, Hakka) şevk duyulması kaçınılmazdır. Dolayısıyla da, Hakkın bu yakın olanlara (yani, kendisine şevk duyanlara) kendilerini görüyor olmakla birlikte şevk duyuyor olması apaçık bir durumdur [sabit]. Böylece Kendisini görmelerini arzu eder [muhabbet] ki onları bundan alıkoyan dünya makamıdır. İmdi, Onun (Davuda yönelik) bu sözü, tıpkı biliyor olduğu halde ta ki bilelim demesinde olduğu gibidir. Öyleyse O, ancak ölümle birlikte varlık bulacak olan bu özgül sıfata
(yani, Kendisinin müşahede olunmaklığına) şevk duyar. Ve onların Ona duydukları şevk ancak ölümle diner.
Ve Hak Teala, buna ilişkin olarak şu tereddüdünü dile getirdi: Mümin bir kulumun canını alırken tereddüt ettiğim kadar hiçbir şeyde tereddüt etmem. Ben onu incitmekten duyduğum nefret ölçüsünde o da ölümden
nefret eder; ama Bana kavuşması kaçınılmazdır. Böylece O, ölümü anarak onu (mümin kulunu) kederlendirmemek içinölmesi kaçınılmazdır demek yerine, ona Kendisine kavuşma müjdesini verdi.
Resulün, Ölmedikçe, hiçbiriniz Rabbinizi göremezsiniz sözündeki gibi, insanın Hakka kavuşması ancak ölümle birlikte olduğu içindir ki, Allahu Teala Bana kavuşması kaçınılmazdır dedi. Ve Hakkın duyduğu şevk, bu nisbetin (yani, ölüm sırasında ortaya çıkan görme nisbetinin) varlık bulması içindir.
Sevgili beni görmeyi nasıl da arzuluyor Ama benim duyduğum arzu daha da çok İkimiz de elemliyiz, ama kavuşma vakti henüz gelmedi .
Ben sızlanmaktan şikayetçiyim, O da öyle. O, insana Kendi ruhundan üflediğini söyledi; böylece, Onun duyduğu şevk ancak Kendisinedir. Kendi ruhundan olmasıyla, onu Kendi suretinde yarattığını görmez
misin?
İnsanın oluşumu bedendeki, karışımlar [ahlat] olarak adlandırılan dört unsurdan oluştuğu için; bedende bulunan rutubetten dolayı, Onun üflemesi, nefste bir tutuşma meydana getirdi.
Böyle olunca, oluşumu dolayısıyla, insandaki ruh, ateş oldu.
Bundandır ki, Allahu Teala Musayla, ancak ateş suretinde konuştu; ki, (ateş aramak için yola çıkmış olan) Musanın peşinde olduğu da bu ateşti. Eğer insanın oluşumu (katışıksız bir şekilde) tabii olsaydı, ruhu nurdan olurdu. Allahu Teala, üfleme biçimindeki örtük ifadeyle, bu ruhun Rahmanın Nefesinden geldiğine işaret eder. Ve bu Nefesin üflenmesi sonucunda da, insanın aynı zahir olur.
Bundandır ki, Kendisine ruh üflenenin (oluşumundaki unsurların)istidadından dolayı, tutuşma nur değil de, ateş oldu. Dolayısıyla, insanı insan kılan şeyde (yani, kendisine üflenen ruhta), Hakkın Nefesi bâtın oldu. Sonra Allahu Teala, onun kendi sureti üzere olan ve ona iştiyak duyan bir diğer kişiyi ortaya çıkardı ve buna kadın adını verdi. Ve kendi sureti üzere zahir olduğundandır ki, kadına iştiyak duydu bu, kendi nefsine duyulan iştiyaktır. Ve kadın da, ona şevk duydu bu da, kendi yurduna duyulan iştiyaktır. İmdi, ona kadın sevdirildi, çünkü Allah Kendi sureti üzere yarattığını sevdi ve bundan dolayıdır ki, güçleri [kadr] ve menzilleri azim ve tabii oluşumları yüce olduğu halde, nuranî melekleri onun önünde secde ettirdi.
İmdi, ilişki buradan ortaya çıktı ve suret, ilişki yönünden en büyük, en yüce ve en mükemmel olandır. Bu, çift [zevc] olmadır, yani Hakkın varlığının kutupsallaşmasıdır [şef] tıpkı bir kadının, varlığıyla, erkeği kutupsallaştırması [şef] gibi. Böylece Hak, erkek ve kadın üçlüsü zahir oldu. Kadın, kendi aslı olan erkeğe nasıl iştiyak duyduysa, erkek de, kendi aslı olan Rabbine iştiyak duyar. Böyle olunca, Allahu Teala, Kendi sureti üzere olanı nasıl seviyorsa, Rabbi ona kadınları sevdirdi. Ve sevgi, ancak varlığının kendisinden olduğuna [tekevvün] yöneliktir. Hal böyle olunca, erkek, varlığının Kendisinden olduğunu [tekevvün], yani Hakkı sever. İşte bu nedenledir ki, bana sevdirildi demiştir ve duyduğu sevgi, sureti üzere olduğu Rabbine ilişkilenmiş olduğundan, severim dememiştir hatta kendi hanımına sevgisinde bile.
Çünkü hanımını Allahın kendisini sevmesi vasıtasıyla ilahî hallenimden [tahalluk-ı ilahî] dolayı sevdi.
Bir erkek, bir kadını sevdiğinde, ona kavuşmak ister, yani aşkın amacı olan kavuşmayı diler ve insanın unsursal oluşum suretinde eşlerin birleşmesinden daha büyük bir vuslat yoktur. Ve bundandır ki, şehvet bütün bir bedenine yayılır. Ve bundan dolayı, kendisine gusletmesi emrolundu. Böylece, şehvetin ortaya çıkışıyla kadındaki hiçliğe erme [fenâ] genel olduğu için, temizliğin de genel olması gerekti.
Allah, kulunun Kendisinden başkasında haz bulabileceğini [iltizaz] sanmasını kıskanır, böylece O, kulunu, Hakka dönebilsin ve hiçliğe erdiği [fenâ] kadından doğru Kendisine bakabilsin diye gusülle arındırır; çünkü kadında gördüğü Ondan başkası değildir.
Erkek, Hakkı kadında müşahede ettiğinde, (Hakkın kadında edilgin bir tarzda zuhur etmiş olmasından dolayı) Onu (zuhurunun) edilgin [münfail] olmaklığında görür. Öte yandan Hakkı, kadının kendinden zuhur etmiş olması (yani, kendinden bir parça olması) dolayısıyla, kendi nefsinde müşahede ettiğinde, Onu (Hakkın kadındaki-kendinde etkin bir tarzda zuhur etmiş olmasından dolayı) etkin [fail] olmaklığında görür. Ne var ki, Onu, kendisinden olanın [mütekevvin] suretini aklına [istihzar]getirmeksizin müşahede ettiğinde, Onu doğrudan Haktan edilgin [münfail] olmaklığında görür. Ne var ki, erkek Hakkı en eksiksiz ve en kâmil olarak kadında görür [şuhud], çünkü bu şekilde Hakkı hem etkin [fail] olmaklığında hem de edilgin [münfail] olmaklığında müşahede eder. Öte yandan, Hakkı yalnızca kendinde müşahede ettiğinde, Onu ancak edilgin olmaklığında görür [şuhud].
Bu nedenledir ki, Resul, Hakkın kadınlarda kâmil bir şekilde görülmesinden [şuhud] dolayı, onları sevdi [muhabbet]. Hak, hiçbir zaman maddeden soyut olarak sonsuza dek müşahede edilemez, çünkü O, Kendi Zatında alemlerden ganidir. Hakkın görülmesi bu yönden olanaksız olup, bu ancak maddede sözkonusudur ve Hakkın kadınlarda [nisa] görülmesi [şuhud], Hakkı görmenin [şuhud] en azim ve en kâmil olanıdır. Ve en büyük kavuşma [vuslat] da cinsel birleşmedir. Ve bu, Hak Tealanın, Kendi Halifesi kılmak ve böylece onda Kendi nefsini görebilmek için Kendi suretinde halk ettiğine yönelik ilahi yönelime benzer.
İmdi, ona şekil verdi, onu düzgün kıldı, ve ona Kendi Nefesi olan ruhundan üfledi. Böyle olunca, onun zahiri halk ve batını da Haktır. Bu nedenle Allah, onu (yani, ruhu) bu bedeni yönetmeklikle nitelendirdi. Ve Allahu Teala varlığı semadan yönetir ve sema, arza nisbetle yücedir ve arz ise erkânın aşağısı olduğu için aşağıların en aşağısıdır.
Resul (sav), kadınları nisa olarak adlandırdı ve nisa tekili olmayan çoğul bir sözcüktür. Bundan dolayı, Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadınlar [nisa].. buyurdu, kadın [mire] demedi. Böylelikle, varlıkta kadınların [nisa] erkeklerden sonra gelmelerine riayet etti.
Gerçekte nüset, geciktirme demektir. Allahu Teala, Geciktirme küfürde aşırı gitmektir [Tevbe Suresi, 9/37] buyurdu ve veresiye, yani geciktirerek satmak da böyledir. Böylece, kadınlar demiştir. Onları sevmesi ancak mertebelerinden dolayıdır ve onlar edilginlik [infial] mahallidirler. Kadınların erkeğe nisbeti, Tabiatın (Küllî Nefsin) Hakka olan nisbeti gibidir ki Hak, iradî yönelim ve İlahi Emirle, alemin suretlerini Tabiatta (Külli Nefste) açımlamıştır. Ve bu iradî yönelim ve İlahi Emir, unsursal suretler aleminde eşlerin birleşmesi [nikah], nurani ruhlar aleminde himmet ve manalar aleminde çıkarım için öncüllerin düzenlenişidir.
O halde herkim kadına bu sınır içerisinde sevgi [muhabbet] duyacak olursa, bu ilahi sevgidir. Her kim kadınlara tabii şehvet yoluyla sevgi duyacak olursa, bu şehvetin ilmi onda eksik kalır.
Bu kimseler için sevgi duydukları kadın, ruhtan yoksun bir surettir; her ne kadar bu suretin gerçekte bir ruhu olsa da, hazzın kime olduğunu bilmeksizin, eşine veya başka bir kadına yalnızca ondan haz almak için dokunan kişi açısından (bu yöneldiği suretin ruhu) yoktur.
Böylece, bu kimse nefsini (kendi nefsinin ilahi zuhur mahallerinden bir mahal olduğunu ve ilahi sevgi ile haz aldığını ve Hakkın kadında etkinlik ve edilginlik ile müşahede olunduğunu) bilmez, tıpkı başka birinin kendisi ona söylemedikçe (yani, ona ben kadınlara yönelik sevgide, ilahi sevgiyle haz alırım demedikçe) bilmediği gibi.
Nitekim, (ariflerden biri) şöyle demiştir: Benim aşık olduğumu düşünmekte haklılar; öyle ama, kime aşık olduğumu bilmiyorlar. Bunun gibi, (arif olmayan) bir başkası da, hazza sevgi duyar ve sonuçta haz aldığı mahalle, yani kadına sevgi duyar ama, meselenin ruhu kendisinden örtülü [gaib] kalır. Eğer bilseydi, kimden zevk aldığını ve zevk alanın kim olduğunu bilirdi; ve kâmil olurdu.
Nasıl ki kadınlar, Hak Tealanın, Erkeklerin onlar üzerinde bir dereceleri vardır [Bakara Suresi, 2/228] sözünde belirttiği gibi, erkeklerden daha alt bir derecede bulunuyorlarsa, erkekler de kendilerini Kendi sureti üzre yaratan [inşa] Haktan Onun sureti üzre yaratılmış olsalar bile daha alt bir derecededirler. İşte bu dereceyledir ki, Hak, erkeklerden ayrışık oldu ve bununla alemlerden gani ve ilk eyleyici [fail-i evvel] oldu. Çünkü suret (yani, bu bağlamda, taayyün-i evvel mertebesi) ikinci eyleyicidir [fail-i sani].
Dolayısıyla Hak için sözkonusu olan evveliyet, suret için sözkonusu değildir. Böyle olunca, aynlar, mertebeler halinde birbirinden (belirli niteliklerle) ayrıştı. Ve (aynların hakikatlerini bilen) her arif kişi,
Hak sahibi olan herbir şeye (yani, herbir ayna) hakkını verdi. İşte bunun içindir ki, Muhammedin (sav) kadınlara sevgisi, Allahın sevdirmesiyle oldu. O, her şeye halkını verdi [Taha Suresi, 20/50] ve bu da onun (yani, o aynın) Hakkının ta kendisidir. O halde, bu Hakkı her şeye ancak hakettiğince verdi ki hakeden de, bunu kendi zatıyla hak etti.
Ve (Resulallah kendisine sevdirilen şeyleri anarken) kadınları öne aldı, çünkü kadınlar edilginlik mahallidirler. Nitekim (dişil nitelikte olan) tabiat (da) kendisinden suret ile varolan şeylerden önce gelir. Ve tabiat gerçekte ancak Rahmanî Nefestir. Çünkü Nefes, heyulanî cevherde, özellikle (de) yıldızlar aleminde yayındığı için, ona alem suretlerinin yücesi ve aşağısı [ala ve esfel] üflendi.
Fakat Rahmanî Nefesin nurani ruhlar aleminde ve arazlarda yayınımına gelince, buradaki yayınım başkadır. Sonra, Resulallah (sav) bu (Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi..) hadisinde dişil olanı eril olana üstün [galib] kıldı ve bu şekilde kadınlara ihtimam gösterdi. Böylece üç derken ancak dişil çoğulluk için kullanılan selas kelimesini kullandı.
Ne var ki (saydığı üç şey, yani kadınlar, güzel koku ve namaz kelimelerinden) biri, yani güzel koku [tîb] kelimesi erildir ve Arapların adeti her zaman için eril olana öncelik vermektir. (Dolayısıyla Arapçanın bu temel kuralı göz önünde bulundurulursa Resulallahın selas yerine, eril olana öncelik vererek selase demesi gerekirdi.)
Örneğin, Arapçada Fatmalarla Zeyd çıktılar denildiği zaman, fiil dişil olarak değil, eril olarak söylenir; yani erkeğin tek ve kadınların birden fazla olmalarına karşın, fiil yine de dişil değil, eril olarak kullanılır.
Halbuki Resul, Araptır (ve dolayısıyla Arapçanın bu kuralını bilmediğinden değil, başka bir şeye işaret etmek için, bilerek böyle kullandı). İmdi Nebi (sav), kadınlara yönelik sevgisinin kendi nefsinin bir tercihi [ihtiyar] olmadığına işaret etti. Böylece Allah, ona bilmediği şeyi öğretti. Ve (kadınların, insan türünün varlığının aslı olduğu ve edilginlik mahalli olduğunu öğretmesiyle ve bu şekilde kadınları sevdirmesiyle) Allahu Tealanın ona verdiği lütuf çok büyük oldu. Resulallahın (sav) dişili eril olandan üstün tutması işte bu nedenledir.
Resulallah (sav) hakikatleri nasıl bilmekte ve her şeyin hukukunu nasıl gözetmektedir, bir bak! Daha sonra, son söylediğini (yani, namazı) dişil olmaklığı itibarıyla ilkine (yani, kadınlara) benzer kılarak, bu ikisinin arasına eril olanı (yani, güzel koku anlamına gelen tîbsözcüğünü) koydu.
Kadınlarla başladı ve namazla bitirdi ve bunların her ikisi de dişildir ve (eril bir terim olan) güzel koku bunların arasındadır tıpkı
(iki dişil arasında bulunan) kendi varlığında olduğu gibi. Çünkü erkek, kendisinden zuhur ettiği Zat ile (ki bu dişil bir terimdir) kendisinden zuhur eden kadın arasında bir yerdedir. Böylece o, biri gerçekten dişil ve diğeri itibarî olarak dişil olan iki dişil ayn arasındadır. Böylece, nisa gerçekten dişil, salat kelimesi ise itibarî olarak dişildir. Güzel kokuya gelince, bu kelime, bu ikisi arasına, Âdemin, her şeyin Kendisinden varolduğu Zat ile, mevcudiyeti (Âdemin) kendisinden olan Havva arasında olması gibi, (eril olarak) yerleştirilmiştir.
İmdi, eğer dilersen (Âdemin varlık sebebi) sıfattır dersin, ve eğer dilersen (ilahi) kudrettir dersin ki her ikisi de (zat gibi) dişildir.
Böylece, hangi mezhepten olmak istersen ol, ancak dişil olanı önde gelir bulursun. Hatta, alemin varlığında Hakkı sebep [illet] olarak ele alanlar için bile bu böyledir çünkü illet kelimesi de dişildir.
Ve Resulallahın (sav) güzel kokuyu anmasındaki ve bunu kadınlardan sonra anmasındaki hikmete gelince: Bunun hikmeti, kadında yaratılış [tekvin] kokusu olmasından dolayıdır. Çünkü, atalar sözünde denildiği gibi, Kokunun en güzeli sevgiliyle kucaklaşmadadır. Muhammed (sav) (bütün bir taayyünatın mebdei olarak) katıksız bir kul olarak yaratıldığında, hiçbir zaman efendilik peşinde olmadı (ilahi tasarruflar için) edilgin [münfail] olmaklığıyla, (uluhiyet hazretinde) secde edici ve (rububiyet kapısında) kıyamda durucu olmaktan başka bir şey yapmadı.
Ve Allahu Teala ondan (yani, taayyün-i evvel olan bu hakikat-ı Muhammediyeden) yaratacağı [tekvin] şeyi (yani, bütün bir mükevvenatı) yarattığında [tekvin], ona etkin olmaklık rütbesini ve (varoluşun) en güzel kokuları olan Nefesler aleminde etkide bulunmaklığı vermiştir. Bundandır ki ona güzel koku sevdirilmiştir. İşte bundan dolayı, güzel kokuyu, kadınlardan sonra anarak Hakkın, O, derecelerin
yükseğidir [Mümin Suresi, 40/15] sözüyle ortaya koyduğu derecelenmeyi gözetti. Çünkü Hak Teala Arşın üzerine Rahman İsmi ile oturmuştur. O halde, Arşın ihata edip de ilahi rahmetin isabet etmediği hiçbir kimse yoktur. Rahman Arş üzerine istiva etti [Nur Suresi, 24/26] ve Arş her şeyi içerisine alır ve Arşın üzerine oturmuş olan Rahmandır. İmdi, alemde Rahmanın hakikatı ile rahmetin yayınımı gerçekleşir.
Biz bundan hem bu kitapta hem de Fütühat-ı Mekkiyede söz ettik. Hak Teala, güzel kokuyu (tîb, aynı zamanda iyilik ve temizlik anlamına da gelir)
Hz. Ayşenin masumiyetini beyan eden Kuran ayetinde, kadın ve erkek arasındaki nikaha ilişkin olarak kullanılmıştır: Habis kadınlar habis erkeklere, habis erkekler habis kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara yaraşırlar. Onlar (yani, Resulallahın eşleri) kendileri hakkında söylenenlerden berîdirler [Nur Suresi, 24/26].
Hak Teala temiz [tayyib] olanların kokularını güzel kıldı. Çünkü söz nefestir ve nefes de güzel kokunun ta kendisidir. Böylelikle nefes söz biçiminde ağızdan çıktığında, tayyib olan kimseden tayyib ve habis olan kimseden de habis olarak dışarı çıkar. İlahi Nefes olmaları itibarıyla, bütün nefesler tayyibdir. Övülesi [mahmud] ve yerilesi [mezmum] olmaları itibarıyla da tayyib ve habistirler. Sarmısak hakkında Resulullah Efendimiz (sav), Ben sarmısağın kokusunu kerih görürüm buyurdu, yoksa, Ben sarmısağı kerih görürüm buyurmadı. Böylece, bir şeyin aynının kerih olduğundan söz edilemez, ancak ondan zahir olan şeyin kerih olmasından söz edilebilir. Ve çirkinlik [kerahet], bir şeyin örfe uygun olmamasında, tabiata uygun olmamasında, bir maksada uygun olmamasında, Şeriata uygun olmamasında veya bir şeyin kemal düzeyinden noksanlık derecesine düşmesindedir. Bu sebepler dışında bir şeyin kerih görülmesi sözkonusu değildir.
Az önce ortaya koyduğumuz gibi, İlahi Emr habis ve tayyib olmak üzere ikiye ayrılmasıyla, Resulallaha (sav) habis şeyler değil, tayyib olan şeyler sevdirildi. Ve o, meleklerin habis kokulardan tiksinti duyduklarını söyledi; insanın unsursal oluşumunda kötü koku bulunduğundan dolayı ki insan kokuşmuş çamurdan yaratılmıştır melekler insanın tabiatını kerih görürler. Öte yandan, benzer bir şekilde, pislik böceği de, mizacı gereği, gülün kokusundan rahatsız olur halbuki, gülün kokusu güzeldir.
Benzer şekilde, manen ve suret olarak pislik böceğinin benzeri bir mizacı olan kimseler hakkı işittiklerinde, ondan rahatsız olurlar ve batıldan hoşlanırlar. Hak Teala onlar için, Onlar ki, batıla inandılar ve Allahı inkar ettiler [Ankebut Suresi, 29/52] buyurmuştur. Ve Hak Teala onları, hüsranda olan kimseler olarak nitelendirdi:
İşte onlar nefslerine yazık eden hüsran ehlidirler [Ankebut Suresi, 29/52].
Çünkü habisi,tayyibdenayırdedemeyen kimse idraktan yoksundur.
İmdi, Resulallaha (sav) ancak tayyib olan sevdirildi ki varlıkta ancak tayyib olan vardır. Ve alemde yalnızca tayyib olanı bulup, habis olanı bilmeyen bir mizacın varlığı düşünülebilir mi yoksa düşünülemez mi diye sorulacak olursa, biz böyle bir şey olmaz deriz. Çünkü biz kendisinden alemin zahir olduğu asılda yani Hakta böyle bir mizac görmedik. İmdi, biz Hakkı kerih görür ve sever bulduk ve habis kerih görülen ve tayyib ancak sevilen şeydir. Ve alem, Hakkın sıfatı
üzeredir. İnsan ise iki suret (Hakkın ve alemin sureti) üzeredir.
Dolayısıyla alemde herşeyde ancak tek bir şeyi (yani, yalnızca habisi veya yalnızca tayyibi) idrak eden bir mizac bulunmaz. Olsa olsa, bir şeyin deneyimleme ile habis ve deneyimleme olmaksızın (yani, uzaktan görünüş itibarıyla) tayyib olduğunu bilmekliğiyle, habis olandaki tayyib olanı idrak eden bir mizac bulunur. Böyle olunca, ondaki tayyib
olanın idrakı, ondaki habis olanı duyumsamaktan onu alıkoyar. Ama bunun olması azdır. Ama alemden, yani kevnden habisliğin kaldırılması hiç kuşkusuz sahih değildir. Ve habis ve tayyibde Allahın rahmeti vardır. Ve habis, kendi açısından tayyibdir ve tayyib olan şey onun açısından habistir. Dolayısıyla varlıkta, bir yönüyle belli bir mizaç için habis olmayan hiçbir şey yoktur ve bunun tersi de böyledir.
Ve kendisiyle tekliğin [ferdiyyet] kusursuz hale geldiği üçüncü şey namazdır. Bundandır ki, Resulallah (sav), Benim göz aydınlığım namazdır buyurdu.
Çünkü namaz müşahededir ve böylece Allah ile kul arasında bir münacattır. Allah şöyle der: Beni anın, ben de sizi anayım [Bakara Suresi, 2/152].
...Resulallahın (sav), Namaz benim gözümün aydınlığı kılındı sözüne gelince; kendisi bunun böyle olmasını kendini nisbet etmedi, çünkü Hakkın namaz kılana tecellisi, namazı kılandan değil, Haktan gelir.
Gerçekte, eğer Hak bu sıfatı (yani, tecelli ve şuhudun kendi tarafından vuku bulmasını) Resule Kendisi zikretmiş olmasaydı; Kendisinden ona tecelli olmaksızın namaz kılmasını buyururdu. Ama eğer tecelli Hak tarafından bağış [imtinan] yoluyla olduysa, o halde Resulün müşahedesi de aynı şekilde Hak tarafından bağış yoluyla olmuştur.
Bundandır ki, Namaz gözümün aydınlığı kılındı demiştir. Ve bu (gözün aydınlığı), Sevgilinin müşahede edilmesidir ve göz aydınlığı [kurre] karar bulma [istikrar] sözcüğünden türer: Böylelikle sevenin gözü, geri kalan hiçbir şeye gözü kaymaksızın (Sevgilinin görümüne) takılıp kalır. Bu nedenledir ki, Hak Teala namazda sağa sola bakmayı kuluna yasaklamıştır [nehy]. Çünkü namaz sırasında sağa sola bakmak, kulun kıldığı namazdan Şeytanın çaldığı bir şeydir; bununla, kulu Sevgilisini müşahede etmekten alıkoyar. Eğer Hak, sağına soluna bakınan bir kimsenin (gerçekten) Sevgilisi olsaydı, bu kimse (sağına soluna bakınmak yerine) namazında bakışını kıbleden ayırmazdı. Ne var ki insan bu özel ibadette Hakkı müşahede edip etmediğini nefsinin haline bakarak bilir. Çünkü insan kendi nefsini bilir. Ve bir kimse nefsinde olanlara dış görünüşten dolayı mazeretler getirse bile, nefsini mazur gösterdiğini ve onun hakkında doğruyu söylemediğini bilir. Çünkü hiçbir şeyin
kendi nefsini bilmezliği sözkonusu değildir. Çünkü bir kimse, kendi halini deneyimler. Ve namaz olarak adlandırılanın bir diğer bölümlenişi daha vardır.
Hak Teala, bir yandan Kendisine namaz kılmamızı buyurdu ve bir yandan da bizim üzerimize namaz kılıcı [musalli] olduğunu haber verdi böylece namaz bizden ve Ondandır. İmdi, O namaz kılıcı olduğunda, ancak Ahir İsmi ile namaz kılıcı olur. Böyle olunca Hak, kulun varlığından sonra gelir. Ve O, kulun kıblesinde kendi düşünsel kurgulamasıyla veya taklit yoluyla tahayyül ettiği Haktır. Ve bu itikat edilen ilah, herbir kişide varolan istidadın farklı olmasından dolayı çeşitlenir. Nitekim Allahın
bilinmesi ve arifler hakkında sorulan soruya Cüneyd-i Bağdadi Allahın rahmeti onun üzerine olsun şöyle demiştir: Suyun rengi, kabının rengidir. Ve bu, durumu bütün açıklığıyla ortaya koyan bir cevaptır. İşte bu Hak, bizim üzerimize namaz kılıcı olan Haktır. Namaz kılıcı [musalli] biz olduğumuzda ise, (önce Hakkı tahayyül edip, ondan sonra namaz kıldığımızdan) bizim için Ahir İsmi ortaya çıkar ve bu İsimde gerçekleniriz. Kendisinde bu İsim ortaya çıkan kişinin halinden daha önce söz etmiştik. Bundandır ki, Onun indinde, halimizce oluruz ve O da bize, ancak bizim Ona ilişkin olarak getirdiğimiz suret üzre bakar. (Ve namaz kılanın, Ahir isminde gerçeklenmesinden dolayıdır ki, ona musalli adı verilmiştir.)
Çünkü (Arapçadaki) musalli kelimesi, yarışta öndekinden bir sonra gelen demektir. Ve Hakkın, Her şey salâtını ve tesbihini bilir [Nur Suresi, 24/41] sözü, her şey Rabbine ibadette sonradan gelme rütbesini ve istidadı ölçüsünce Onu tenzih ettiği tesbihini bilir, demektir. İmdi, Halim ve Gafur olan Rabbine hamdetmeyen hiçbir şey yoktur. İşte bundandır ki biz, alemin, kendini oluşturan parçalarıyla tek tek ayrıntılanımlı olarak Hakkı nasıl tesbih ettiğini anlayamayız. Ve, Kendi hamdıyla Onu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur [İsra Suresi, 17/44] ayetinde bir mertebe vardır ki, burada geçen kendi hamdıyla sözündeki belirsiz zamir, tesbih eden kula işaret eder. Yani o şey, Allahı kendine mahsus hamd ile tesbih eder, demek olur. Böyle olunca kendi hamdıyla sözündeki zamir, şeyin kendisine ait olur ve bu söz kulun üzerine olduğu senâ ile anlamını kazanır. Nitekim, itikat edenin ancak itikat ettiği İlaha senâ ettiğini belirtmiştik. Ve o, nefsini, itikat ettiği İlaha raptetmiştir. Ve işlediği ameller, kulun kendisine döner. Öyleyse, ancak kendi nefsine senâ etmiş olur.
Çünkü hiç kuşkusuz sanatı öven kimse, sanatçıyı övmüş olur. Çünkü sanat eserinin güzel olması veya güzel olmaması, gerisingeri sanatçıya döner. Ve, itikat edilen ilah, onu kendi tahayyülünde oluşturan kimsenin oluşturduğu bir şeydir. İmdi, itikat ettiği şey üzerine senâsı, (sonuçta) kendi nefsi üzerine senâsıdır. Ve bundan dolayı, kendi itikadından başka olanları yerer. Ve eğer insaf etseydi, böyle olmazdı. Bu özgül mabuda sahip olan kişi, kendinden başkalarının itikadına itirazından dolayı, Allah hakkında itikat ettiği şeyde hiç kuşkusuz cahildir. Çünkü, eğer Cüneyd-i Bağdadinin, Suyun rengi, kabının rengidir sözünü anlasaydı, her itikat sahibinin itikatını teslim eder, ve Allahu Tealayı her itikatta ve her surette bilirdi. Ne var ki mabudu kendine özgü kılan, zan üzredir, ilim sahibi değildir. Bundan dolayıdır ki, Allahu Teala, Ben kulumun zannı üzereyim buyurdu. Bu söz, Allahın kuluna ancak kulunun itikat ettiği surette zahir olduğu anlamına gelir kul ister mutlak kılsın ister kayıtlasın, bu böyledir. İmdi, itikat edilen ilah, sınırlılığa sahiptir. Ve bu sınırlılığa sahip olan ilah, kulun kalbine sığan ilahtır. Çünkü, mutlak ilah, hiçbir şeye sığmaz.
Çünkü o, şeylerin ta kendisidir ve nefsinin ta kendisidir. Gerçekte, bir şeyin kendi nefsine sığdığı ya da sığmadığı söylenemez. İyi anla! Ve Allah doğruyu söyler, doğru yola iletir.
www.esselam.net/muhyiddiniarabi sitesinden alıntıdır.
Çeviri : İhsan Balcı
Bütün bir insan türünde varolanların en kâmili olmasından dolayı, onun hikmeti teklik [ferdiyyet] oldu; ve yine bundan dolayı, iş onunla başladı ve onunla sona erdi. Âdem henüz suyla balçık arasındayken, o Nebiydi; unsursal oluşumuyla da Son Nebi oldu.
Üç, tek olanların [efrad] ilkidir; ve, bu tek olanların ilkinden (yani, üçten) birbiri ardınca çoğalan diğer bütün tek olanlar ise, (bu tek olanların ilki olan) üçün açılımlarıdırlar [teferruat]. Bundandır ki, (yani, teklerin bireylerin ilki olmasından dolayıdır ki) O, Rabbine ilk delildir.
Ve kendisine, Âdemin adlandırdığı bütün (ilahi) kelimelerin [cevamiülkelim] verilmiş olmasıyladır ki, (bu kelimelerin yani Birin şuunatının üç asıldan dallanıp budaklanmasına istinaden sahip olduğu) kendi üçlüğünde [teslis] delile benzeşik oldu. Ve onun kendisi, kendinin delili oldu.
Ve Muhammedin (sav) hakikatı, üçlü bir oluşum olmasından dolayı ilk tekliği [ferdiyyet] ortaya çıkardı. Ve o, varlığın aslı olan muhabbete ilişkin olarak, bu üçlüğünden dolayıdır ki, Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi.. dedi. Sonra kadınları ve güzel kokuyu andı ve namazın gözünün aydınlığı kılındığını söyledi. İlk olarak kadınları andı ve namazı en sona bıraktı. Bu, kadının kendi aynının zuhurunun aslında erkeğin bir parçası olmasından dolayıdır; ve bu, insanın Hakkın zuhurunun bir kısmı olması gibidir. İnsanın kendini bilmesi Rabbini bilmesinden önce gelir ve Rabbini bilmesi, kendini bilmesinin sonucudur.
Böylece O, Kendini bilen Rabbini bilir demiştir. Dilersen, bilmeye ve erişmeye güç yetirilemeyeceğini [acz] söyleyebilirsin, çünkü Onun bilinmesine ilişkin olarak böyle söylemek yerindedir [caiz]; veya, dilersen, Onun bilinebilir olduğunu söylersin.
Bunların ilkine göre, eğer kendini (gaybî hakikatı itibarıyla) bilmediğini biliyorsan, gerçekte Rabbini bilmiyorsundur. Ve ikincisine göre de, eğer kendini biliyorsan, o halde, Rabbini biliyorsundur.
İmdi, Muhammed (sav) Rabbine en açık delil oldu ve alemin herbir parçası kendi aslı olan Rabbine bir delildir, öyleyse anla! Ve ona ancak kadınlar sevdirildi ve o da kadınlara şevk duydu [müştak] ki bu, bütünün [küll] kendi parçasına [cüz] şevk duyması türündendir. İmdi o, bu haber ile, Hakkın bu unsursal oluşuma ilişkin olarak, Ve ona ruhumdan üfledim [Hicr Suresi, 15/29] sözündeki işin aslını Hak
tarafından zahir kıldı. Sonra Hak, Kendi nefsini insana kavuşmaya güçlü [şedid] bir şevk duyuyor olarak nitelendirdi ve kendisine şevk duyanlar hakkında, Ey Davud, Benim onlara duyduğum şevk daha da güçlüdür [şedid] dedi. Ve Onun bu şevki, katışıksız ve mahrem bir kavuşma [lika-i hâs] içindir.
Çünkü Resulallah (sav), Deccala ilişkin bir hadisinde, Ölmedikçe, hiçbiriniz Rabbinizi göremezsiniz dedi.
Böyle olunca, bu şekilde (yani, böylesi yeğin bir şevk duyuyor olmakla) nitelenene (yani, Hakka) şevk duyulması kaçınılmazdır. Dolayısıyla da, Hakkın bu yakın olanlara (yani, kendisine şevk duyanlara) kendilerini görüyor olmakla birlikte şevk duyuyor olması apaçık bir durumdur [sabit]. Böylece Kendisini görmelerini arzu eder [muhabbet] ki onları bundan alıkoyan dünya makamıdır. İmdi, Onun (Davuda yönelik) bu sözü, tıpkı biliyor olduğu halde ta ki bilelim demesinde olduğu gibidir. Öyleyse O, ancak ölümle birlikte varlık bulacak olan bu özgül sıfata
(yani, Kendisinin müşahede olunmaklığına) şevk duyar. Ve onların Ona duydukları şevk ancak ölümle diner.
Ve Hak Teala, buna ilişkin olarak şu tereddüdünü dile getirdi: Mümin bir kulumun canını alırken tereddüt ettiğim kadar hiçbir şeyde tereddüt etmem. Ben onu incitmekten duyduğum nefret ölçüsünde o da ölümden
nefret eder; ama Bana kavuşması kaçınılmazdır. Böylece O, ölümü anarak onu (mümin kulunu) kederlendirmemek içinölmesi kaçınılmazdır demek yerine, ona Kendisine kavuşma müjdesini verdi.
Resulün, Ölmedikçe, hiçbiriniz Rabbinizi göremezsiniz sözündeki gibi, insanın Hakka kavuşması ancak ölümle birlikte olduğu içindir ki, Allahu Teala Bana kavuşması kaçınılmazdır dedi. Ve Hakkın duyduğu şevk, bu nisbetin (yani, ölüm sırasında ortaya çıkan görme nisbetinin) varlık bulması içindir.
Sevgili beni görmeyi nasıl da arzuluyor Ama benim duyduğum arzu daha da çok İkimiz de elemliyiz, ama kavuşma vakti henüz gelmedi .
Ben sızlanmaktan şikayetçiyim, O da öyle. O, insana Kendi ruhundan üflediğini söyledi; böylece, Onun duyduğu şevk ancak Kendisinedir. Kendi ruhundan olmasıyla, onu Kendi suretinde yarattığını görmez
misin?
İnsanın oluşumu bedendeki, karışımlar [ahlat] olarak adlandırılan dört unsurdan oluştuğu için; bedende bulunan rutubetten dolayı, Onun üflemesi, nefste bir tutuşma meydana getirdi.
Böyle olunca, oluşumu dolayısıyla, insandaki ruh, ateş oldu.
Bundandır ki, Allahu Teala Musayla, ancak ateş suretinde konuştu; ki, (ateş aramak için yola çıkmış olan) Musanın peşinde olduğu da bu ateşti. Eğer insanın oluşumu (katışıksız bir şekilde) tabii olsaydı, ruhu nurdan olurdu. Allahu Teala, üfleme biçimindeki örtük ifadeyle, bu ruhun Rahmanın Nefesinden geldiğine işaret eder. Ve bu Nefesin üflenmesi sonucunda da, insanın aynı zahir olur.
Bundandır ki, Kendisine ruh üflenenin (oluşumundaki unsurların)istidadından dolayı, tutuşma nur değil de, ateş oldu. Dolayısıyla, insanı insan kılan şeyde (yani, kendisine üflenen ruhta), Hakkın Nefesi bâtın oldu. Sonra Allahu Teala, onun kendi sureti üzere olan ve ona iştiyak duyan bir diğer kişiyi ortaya çıkardı ve buna kadın adını verdi. Ve kendi sureti üzere zahir olduğundandır ki, kadına iştiyak duydu bu, kendi nefsine duyulan iştiyaktır. Ve kadın da, ona şevk duydu bu da, kendi yurduna duyulan iştiyaktır. İmdi, ona kadın sevdirildi, çünkü Allah Kendi sureti üzere yarattığını sevdi ve bundan dolayıdır ki, güçleri [kadr] ve menzilleri azim ve tabii oluşumları yüce olduğu halde, nuranî melekleri onun önünde secde ettirdi.
İmdi, ilişki buradan ortaya çıktı ve suret, ilişki yönünden en büyük, en yüce ve en mükemmel olandır. Bu, çift [zevc] olmadır, yani Hakkın varlığının kutupsallaşmasıdır [şef] tıpkı bir kadının, varlığıyla, erkeği kutupsallaştırması [şef] gibi. Böylece Hak, erkek ve kadın üçlüsü zahir oldu. Kadın, kendi aslı olan erkeğe nasıl iştiyak duyduysa, erkek de, kendi aslı olan Rabbine iştiyak duyar. Böyle olunca, Allahu Teala, Kendi sureti üzere olanı nasıl seviyorsa, Rabbi ona kadınları sevdirdi. Ve sevgi, ancak varlığının kendisinden olduğuna [tekevvün] yöneliktir. Hal böyle olunca, erkek, varlığının Kendisinden olduğunu [tekevvün], yani Hakkı sever. İşte bu nedenledir ki, bana sevdirildi demiştir ve duyduğu sevgi, sureti üzere olduğu Rabbine ilişkilenmiş olduğundan, severim dememiştir hatta kendi hanımına sevgisinde bile.
Çünkü hanımını Allahın kendisini sevmesi vasıtasıyla ilahî hallenimden [tahalluk-ı ilahî] dolayı sevdi.
Bir erkek, bir kadını sevdiğinde, ona kavuşmak ister, yani aşkın amacı olan kavuşmayı diler ve insanın unsursal oluşum suretinde eşlerin birleşmesinden daha büyük bir vuslat yoktur. Ve bundandır ki, şehvet bütün bir bedenine yayılır. Ve bundan dolayı, kendisine gusletmesi emrolundu. Böylece, şehvetin ortaya çıkışıyla kadındaki hiçliğe erme [fenâ] genel olduğu için, temizliğin de genel olması gerekti.
Allah, kulunun Kendisinden başkasında haz bulabileceğini [iltizaz] sanmasını kıskanır, böylece O, kulunu, Hakka dönebilsin ve hiçliğe erdiği [fenâ] kadından doğru Kendisine bakabilsin diye gusülle arındırır; çünkü kadında gördüğü Ondan başkası değildir.
Erkek, Hakkı kadında müşahede ettiğinde, (Hakkın kadında edilgin bir tarzda zuhur etmiş olmasından dolayı) Onu (zuhurunun) edilgin [münfail] olmaklığında görür. Öte yandan Hakkı, kadının kendinden zuhur etmiş olması (yani, kendinden bir parça olması) dolayısıyla, kendi nefsinde müşahede ettiğinde, Onu (Hakkın kadındaki-kendinde etkin bir tarzda zuhur etmiş olmasından dolayı) etkin [fail] olmaklığında görür. Ne var ki, Onu, kendisinden olanın [mütekevvin] suretini aklına [istihzar]getirmeksizin müşahede ettiğinde, Onu doğrudan Haktan edilgin [münfail] olmaklığında görür. Ne var ki, erkek Hakkı en eksiksiz ve en kâmil olarak kadında görür [şuhud], çünkü bu şekilde Hakkı hem etkin [fail] olmaklığında hem de edilgin [münfail] olmaklığında müşahede eder. Öte yandan, Hakkı yalnızca kendinde müşahede ettiğinde, Onu ancak edilgin olmaklığında görür [şuhud].
Bu nedenledir ki, Resul, Hakkın kadınlarda kâmil bir şekilde görülmesinden [şuhud] dolayı, onları sevdi [muhabbet]. Hak, hiçbir zaman maddeden soyut olarak sonsuza dek müşahede edilemez, çünkü O, Kendi Zatında alemlerden ganidir. Hakkın görülmesi bu yönden olanaksız olup, bu ancak maddede sözkonusudur ve Hakkın kadınlarda [nisa] görülmesi [şuhud], Hakkı görmenin [şuhud] en azim ve en kâmil olanıdır. Ve en büyük kavuşma [vuslat] da cinsel birleşmedir. Ve bu, Hak Tealanın, Kendi Halifesi kılmak ve böylece onda Kendi nefsini görebilmek için Kendi suretinde halk ettiğine yönelik ilahi yönelime benzer.
İmdi, ona şekil verdi, onu düzgün kıldı, ve ona Kendi Nefesi olan ruhundan üfledi. Böyle olunca, onun zahiri halk ve batını da Haktır. Bu nedenle Allah, onu (yani, ruhu) bu bedeni yönetmeklikle nitelendirdi. Ve Allahu Teala varlığı semadan yönetir ve sema, arza nisbetle yücedir ve arz ise erkânın aşağısı olduğu için aşağıların en aşağısıdır.
Resul (sav), kadınları nisa olarak adlandırdı ve nisa tekili olmayan çoğul bir sözcüktür. Bundan dolayı, Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadınlar [nisa].. buyurdu, kadın [mire] demedi. Böylelikle, varlıkta kadınların [nisa] erkeklerden sonra gelmelerine riayet etti.
Gerçekte nüset, geciktirme demektir. Allahu Teala, Geciktirme küfürde aşırı gitmektir [Tevbe Suresi, 9/37] buyurdu ve veresiye, yani geciktirerek satmak da böyledir. Böylece, kadınlar demiştir. Onları sevmesi ancak mertebelerinden dolayıdır ve onlar edilginlik [infial] mahallidirler. Kadınların erkeğe nisbeti, Tabiatın (Küllî Nefsin) Hakka olan nisbeti gibidir ki Hak, iradî yönelim ve İlahi Emirle, alemin suretlerini Tabiatta (Külli Nefste) açımlamıştır. Ve bu iradî yönelim ve İlahi Emir, unsursal suretler aleminde eşlerin birleşmesi [nikah], nurani ruhlar aleminde himmet ve manalar aleminde çıkarım için öncüllerin düzenlenişidir.
O halde herkim kadına bu sınır içerisinde sevgi [muhabbet] duyacak olursa, bu ilahi sevgidir. Her kim kadınlara tabii şehvet yoluyla sevgi duyacak olursa, bu şehvetin ilmi onda eksik kalır.
Bu kimseler için sevgi duydukları kadın, ruhtan yoksun bir surettir; her ne kadar bu suretin gerçekte bir ruhu olsa da, hazzın kime olduğunu bilmeksizin, eşine veya başka bir kadına yalnızca ondan haz almak için dokunan kişi açısından (bu yöneldiği suretin ruhu) yoktur.
Böylece, bu kimse nefsini (kendi nefsinin ilahi zuhur mahallerinden bir mahal olduğunu ve ilahi sevgi ile haz aldığını ve Hakkın kadında etkinlik ve edilginlik ile müşahede olunduğunu) bilmez, tıpkı başka birinin kendisi ona söylemedikçe (yani, ona ben kadınlara yönelik sevgide, ilahi sevgiyle haz alırım demedikçe) bilmediği gibi.
Nitekim, (ariflerden biri) şöyle demiştir: Benim aşık olduğumu düşünmekte haklılar; öyle ama, kime aşık olduğumu bilmiyorlar. Bunun gibi, (arif olmayan) bir başkası da, hazza sevgi duyar ve sonuçta haz aldığı mahalle, yani kadına sevgi duyar ama, meselenin ruhu kendisinden örtülü [gaib] kalır. Eğer bilseydi, kimden zevk aldığını ve zevk alanın kim olduğunu bilirdi; ve kâmil olurdu.
Nasıl ki kadınlar, Hak Tealanın, Erkeklerin onlar üzerinde bir dereceleri vardır [Bakara Suresi, 2/228] sözünde belirttiği gibi, erkeklerden daha alt bir derecede bulunuyorlarsa, erkekler de kendilerini Kendi sureti üzre yaratan [inşa] Haktan Onun sureti üzre yaratılmış olsalar bile daha alt bir derecededirler. İşte bu dereceyledir ki, Hak, erkeklerden ayrışık oldu ve bununla alemlerden gani ve ilk eyleyici [fail-i evvel] oldu. Çünkü suret (yani, bu bağlamda, taayyün-i evvel mertebesi) ikinci eyleyicidir [fail-i sani].
Dolayısıyla Hak için sözkonusu olan evveliyet, suret için sözkonusu değildir. Böyle olunca, aynlar, mertebeler halinde birbirinden (belirli niteliklerle) ayrıştı. Ve (aynların hakikatlerini bilen) her arif kişi,
Hak sahibi olan herbir şeye (yani, herbir ayna) hakkını verdi. İşte bunun içindir ki, Muhammedin (sav) kadınlara sevgisi, Allahın sevdirmesiyle oldu. O, her şeye halkını verdi [Taha Suresi, 20/50] ve bu da onun (yani, o aynın) Hakkının ta kendisidir. O halde, bu Hakkı her şeye ancak hakettiğince verdi ki hakeden de, bunu kendi zatıyla hak etti.
Ve (Resulallah kendisine sevdirilen şeyleri anarken) kadınları öne aldı, çünkü kadınlar edilginlik mahallidirler. Nitekim (dişil nitelikte olan) tabiat (da) kendisinden suret ile varolan şeylerden önce gelir. Ve tabiat gerçekte ancak Rahmanî Nefestir. Çünkü Nefes, heyulanî cevherde, özellikle (de) yıldızlar aleminde yayındığı için, ona alem suretlerinin yücesi ve aşağısı [ala ve esfel] üflendi.
Fakat Rahmanî Nefesin nurani ruhlar aleminde ve arazlarda yayınımına gelince, buradaki yayınım başkadır. Sonra, Resulallah (sav) bu (Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi..) hadisinde dişil olanı eril olana üstün [galib] kıldı ve bu şekilde kadınlara ihtimam gösterdi. Böylece üç derken ancak dişil çoğulluk için kullanılan selas kelimesini kullandı.
Ne var ki (saydığı üç şey, yani kadınlar, güzel koku ve namaz kelimelerinden) biri, yani güzel koku [tîb] kelimesi erildir ve Arapların adeti her zaman için eril olana öncelik vermektir. (Dolayısıyla Arapçanın bu temel kuralı göz önünde bulundurulursa Resulallahın selas yerine, eril olana öncelik vererek selase demesi gerekirdi.)
Örneğin, Arapçada Fatmalarla Zeyd çıktılar denildiği zaman, fiil dişil olarak değil, eril olarak söylenir; yani erkeğin tek ve kadınların birden fazla olmalarına karşın, fiil yine de dişil değil, eril olarak kullanılır.
Halbuki Resul, Araptır (ve dolayısıyla Arapçanın bu kuralını bilmediğinden değil, başka bir şeye işaret etmek için, bilerek böyle kullandı). İmdi Nebi (sav), kadınlara yönelik sevgisinin kendi nefsinin bir tercihi [ihtiyar] olmadığına işaret etti. Böylece Allah, ona bilmediği şeyi öğretti. Ve (kadınların, insan türünün varlığının aslı olduğu ve edilginlik mahalli olduğunu öğretmesiyle ve bu şekilde kadınları sevdirmesiyle) Allahu Tealanın ona verdiği lütuf çok büyük oldu. Resulallahın (sav) dişili eril olandan üstün tutması işte bu nedenledir.
Resulallah (sav) hakikatleri nasıl bilmekte ve her şeyin hukukunu nasıl gözetmektedir, bir bak! Daha sonra, son söylediğini (yani, namazı) dişil olmaklığı itibarıyla ilkine (yani, kadınlara) benzer kılarak, bu ikisinin arasına eril olanı (yani, güzel koku anlamına gelen tîbsözcüğünü) koydu.
Kadınlarla başladı ve namazla bitirdi ve bunların her ikisi de dişildir ve (eril bir terim olan) güzel koku bunların arasındadır tıpkı
(iki dişil arasında bulunan) kendi varlığında olduğu gibi. Çünkü erkek, kendisinden zuhur ettiği Zat ile (ki bu dişil bir terimdir) kendisinden zuhur eden kadın arasında bir yerdedir. Böylece o, biri gerçekten dişil ve diğeri itibarî olarak dişil olan iki dişil ayn arasındadır. Böylece, nisa gerçekten dişil, salat kelimesi ise itibarî olarak dişildir. Güzel kokuya gelince, bu kelime, bu ikisi arasına, Âdemin, her şeyin Kendisinden varolduğu Zat ile, mevcudiyeti (Âdemin) kendisinden olan Havva arasında olması gibi, (eril olarak) yerleştirilmiştir.
İmdi, eğer dilersen (Âdemin varlık sebebi) sıfattır dersin, ve eğer dilersen (ilahi) kudrettir dersin ki her ikisi de (zat gibi) dişildir.
Böylece, hangi mezhepten olmak istersen ol, ancak dişil olanı önde gelir bulursun. Hatta, alemin varlığında Hakkı sebep [illet] olarak ele alanlar için bile bu böyledir çünkü illet kelimesi de dişildir.
Ve Resulallahın (sav) güzel kokuyu anmasındaki ve bunu kadınlardan sonra anmasındaki hikmete gelince: Bunun hikmeti, kadında yaratılış [tekvin] kokusu olmasından dolayıdır. Çünkü, atalar sözünde denildiği gibi, Kokunun en güzeli sevgiliyle kucaklaşmadadır. Muhammed (sav) (bütün bir taayyünatın mebdei olarak) katıksız bir kul olarak yaratıldığında, hiçbir zaman efendilik peşinde olmadı (ilahi tasarruflar için) edilgin [münfail] olmaklığıyla, (uluhiyet hazretinde) secde edici ve (rububiyet kapısında) kıyamda durucu olmaktan başka bir şey yapmadı.
Ve Allahu Teala ondan (yani, taayyün-i evvel olan bu hakikat-ı Muhammediyeden) yaratacağı [tekvin] şeyi (yani, bütün bir mükevvenatı) yarattığında [tekvin], ona etkin olmaklık rütbesini ve (varoluşun) en güzel kokuları olan Nefesler aleminde etkide bulunmaklığı vermiştir. Bundandır ki ona güzel koku sevdirilmiştir. İşte bundan dolayı, güzel kokuyu, kadınlardan sonra anarak Hakkın, O, derecelerin
yükseğidir [Mümin Suresi, 40/15] sözüyle ortaya koyduğu derecelenmeyi gözetti. Çünkü Hak Teala Arşın üzerine Rahman İsmi ile oturmuştur. O halde, Arşın ihata edip de ilahi rahmetin isabet etmediği hiçbir kimse yoktur. Rahman Arş üzerine istiva etti [Nur Suresi, 24/26] ve Arş her şeyi içerisine alır ve Arşın üzerine oturmuş olan Rahmandır. İmdi, alemde Rahmanın hakikatı ile rahmetin yayınımı gerçekleşir.
Biz bundan hem bu kitapta hem de Fütühat-ı Mekkiyede söz ettik. Hak Teala, güzel kokuyu (tîb, aynı zamanda iyilik ve temizlik anlamına da gelir)
Hz. Ayşenin masumiyetini beyan eden Kuran ayetinde, kadın ve erkek arasındaki nikaha ilişkin olarak kullanılmıştır: Habis kadınlar habis erkeklere, habis erkekler habis kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara yaraşırlar. Onlar (yani, Resulallahın eşleri) kendileri hakkında söylenenlerden berîdirler [Nur Suresi, 24/26].
Hak Teala temiz [tayyib] olanların kokularını güzel kıldı. Çünkü söz nefestir ve nefes de güzel kokunun ta kendisidir. Böylelikle nefes söz biçiminde ağızdan çıktığında, tayyib olan kimseden tayyib ve habis olan kimseden de habis olarak dışarı çıkar. İlahi Nefes olmaları itibarıyla, bütün nefesler tayyibdir. Övülesi [mahmud] ve yerilesi [mezmum] olmaları itibarıyla da tayyib ve habistirler. Sarmısak hakkında Resulullah Efendimiz (sav), Ben sarmısağın kokusunu kerih görürüm buyurdu, yoksa, Ben sarmısağı kerih görürüm buyurmadı. Böylece, bir şeyin aynının kerih olduğundan söz edilemez, ancak ondan zahir olan şeyin kerih olmasından söz edilebilir. Ve çirkinlik [kerahet], bir şeyin örfe uygun olmamasında, tabiata uygun olmamasında, bir maksada uygun olmamasında, Şeriata uygun olmamasında veya bir şeyin kemal düzeyinden noksanlık derecesine düşmesindedir. Bu sebepler dışında bir şeyin kerih görülmesi sözkonusu değildir.
Az önce ortaya koyduğumuz gibi, İlahi Emr habis ve tayyib olmak üzere ikiye ayrılmasıyla, Resulallaha (sav) habis şeyler değil, tayyib olan şeyler sevdirildi. Ve o, meleklerin habis kokulardan tiksinti duyduklarını söyledi; insanın unsursal oluşumunda kötü koku bulunduğundan dolayı ki insan kokuşmuş çamurdan yaratılmıştır melekler insanın tabiatını kerih görürler. Öte yandan, benzer bir şekilde, pislik böceği de, mizacı gereği, gülün kokusundan rahatsız olur halbuki, gülün kokusu güzeldir.
Benzer şekilde, manen ve suret olarak pislik böceğinin benzeri bir mizacı olan kimseler hakkı işittiklerinde, ondan rahatsız olurlar ve batıldan hoşlanırlar. Hak Teala onlar için, Onlar ki, batıla inandılar ve Allahı inkar ettiler [Ankebut Suresi, 29/52] buyurmuştur. Ve Hak Teala onları, hüsranda olan kimseler olarak nitelendirdi:
İşte onlar nefslerine yazık eden hüsran ehlidirler [Ankebut Suresi, 29/52].
Çünkü habisi,tayyibdenayırdedemeyen kimse idraktan yoksundur.
İmdi, Resulallaha (sav) ancak tayyib olan sevdirildi ki varlıkta ancak tayyib olan vardır. Ve alemde yalnızca tayyib olanı bulup, habis olanı bilmeyen bir mizacın varlığı düşünülebilir mi yoksa düşünülemez mi diye sorulacak olursa, biz böyle bir şey olmaz deriz. Çünkü biz kendisinden alemin zahir olduğu asılda yani Hakta böyle bir mizac görmedik. İmdi, biz Hakkı kerih görür ve sever bulduk ve habis kerih görülen ve tayyib ancak sevilen şeydir. Ve alem, Hakkın sıfatı
üzeredir. İnsan ise iki suret (Hakkın ve alemin sureti) üzeredir.
Dolayısıyla alemde herşeyde ancak tek bir şeyi (yani, yalnızca habisi veya yalnızca tayyibi) idrak eden bir mizac bulunmaz. Olsa olsa, bir şeyin deneyimleme ile habis ve deneyimleme olmaksızın (yani, uzaktan görünüş itibarıyla) tayyib olduğunu bilmekliğiyle, habis olandaki tayyib olanı idrak eden bir mizac bulunur. Böyle olunca, ondaki tayyib
olanın idrakı, ondaki habis olanı duyumsamaktan onu alıkoyar. Ama bunun olması azdır. Ama alemden, yani kevnden habisliğin kaldırılması hiç kuşkusuz sahih değildir. Ve habis ve tayyibde Allahın rahmeti vardır. Ve habis, kendi açısından tayyibdir ve tayyib olan şey onun açısından habistir. Dolayısıyla varlıkta, bir yönüyle belli bir mizaç için habis olmayan hiçbir şey yoktur ve bunun tersi de böyledir.
Ve kendisiyle tekliğin [ferdiyyet] kusursuz hale geldiği üçüncü şey namazdır. Bundandır ki, Resulallah (sav), Benim göz aydınlığım namazdır buyurdu.
Çünkü namaz müşahededir ve böylece Allah ile kul arasında bir münacattır. Allah şöyle der: Beni anın, ben de sizi anayım [Bakara Suresi, 2/152].
...Resulallahın (sav), Namaz benim gözümün aydınlığı kılındı sözüne gelince; kendisi bunun böyle olmasını kendini nisbet etmedi, çünkü Hakkın namaz kılana tecellisi, namazı kılandan değil, Haktan gelir.
Gerçekte, eğer Hak bu sıfatı (yani, tecelli ve şuhudun kendi tarafından vuku bulmasını) Resule Kendisi zikretmiş olmasaydı; Kendisinden ona tecelli olmaksızın namaz kılmasını buyururdu. Ama eğer tecelli Hak tarafından bağış [imtinan] yoluyla olduysa, o halde Resulün müşahedesi de aynı şekilde Hak tarafından bağış yoluyla olmuştur.
Bundandır ki, Namaz gözümün aydınlığı kılındı demiştir. Ve bu (gözün aydınlığı), Sevgilinin müşahede edilmesidir ve göz aydınlığı [kurre] karar bulma [istikrar] sözcüğünden türer: Böylelikle sevenin gözü, geri kalan hiçbir şeye gözü kaymaksızın (Sevgilinin görümüne) takılıp kalır. Bu nedenledir ki, Hak Teala namazda sağa sola bakmayı kuluna yasaklamıştır [nehy]. Çünkü namaz sırasında sağa sola bakmak, kulun kıldığı namazdan Şeytanın çaldığı bir şeydir; bununla, kulu Sevgilisini müşahede etmekten alıkoyar. Eğer Hak, sağına soluna bakınan bir kimsenin (gerçekten) Sevgilisi olsaydı, bu kimse (sağına soluna bakınmak yerine) namazında bakışını kıbleden ayırmazdı. Ne var ki insan bu özel ibadette Hakkı müşahede edip etmediğini nefsinin haline bakarak bilir. Çünkü insan kendi nefsini bilir. Ve bir kimse nefsinde olanlara dış görünüşten dolayı mazeretler getirse bile, nefsini mazur gösterdiğini ve onun hakkında doğruyu söylemediğini bilir. Çünkü hiçbir şeyin
kendi nefsini bilmezliği sözkonusu değildir. Çünkü bir kimse, kendi halini deneyimler. Ve namaz olarak adlandırılanın bir diğer bölümlenişi daha vardır.
Hak Teala, bir yandan Kendisine namaz kılmamızı buyurdu ve bir yandan da bizim üzerimize namaz kılıcı [musalli] olduğunu haber verdi böylece namaz bizden ve Ondandır. İmdi, O namaz kılıcı olduğunda, ancak Ahir İsmi ile namaz kılıcı olur. Böyle olunca Hak, kulun varlığından sonra gelir. Ve O, kulun kıblesinde kendi düşünsel kurgulamasıyla veya taklit yoluyla tahayyül ettiği Haktır. Ve bu itikat edilen ilah, herbir kişide varolan istidadın farklı olmasından dolayı çeşitlenir. Nitekim Allahın
bilinmesi ve arifler hakkında sorulan soruya Cüneyd-i Bağdadi Allahın rahmeti onun üzerine olsun şöyle demiştir: Suyun rengi, kabının rengidir. Ve bu, durumu bütün açıklığıyla ortaya koyan bir cevaptır. İşte bu Hak, bizim üzerimize namaz kılıcı olan Haktır. Namaz kılıcı [musalli] biz olduğumuzda ise, (önce Hakkı tahayyül edip, ondan sonra namaz kıldığımızdan) bizim için Ahir İsmi ortaya çıkar ve bu İsimde gerçekleniriz. Kendisinde bu İsim ortaya çıkan kişinin halinden daha önce söz etmiştik. Bundandır ki, Onun indinde, halimizce oluruz ve O da bize, ancak bizim Ona ilişkin olarak getirdiğimiz suret üzre bakar. (Ve namaz kılanın, Ahir isminde gerçeklenmesinden dolayıdır ki, ona musalli adı verilmiştir.)
Çünkü (Arapçadaki) musalli kelimesi, yarışta öndekinden bir sonra gelen demektir. Ve Hakkın, Her şey salâtını ve tesbihini bilir [Nur Suresi, 24/41] sözü, her şey Rabbine ibadette sonradan gelme rütbesini ve istidadı ölçüsünce Onu tenzih ettiği tesbihini bilir, demektir. İmdi, Halim ve Gafur olan Rabbine hamdetmeyen hiçbir şey yoktur. İşte bundandır ki biz, alemin, kendini oluşturan parçalarıyla tek tek ayrıntılanımlı olarak Hakkı nasıl tesbih ettiğini anlayamayız. Ve, Kendi hamdıyla Onu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur [İsra Suresi, 17/44] ayetinde bir mertebe vardır ki, burada geçen kendi hamdıyla sözündeki belirsiz zamir, tesbih eden kula işaret eder. Yani o şey, Allahı kendine mahsus hamd ile tesbih eder, demek olur. Böyle olunca kendi hamdıyla sözündeki zamir, şeyin kendisine ait olur ve bu söz kulun üzerine olduğu senâ ile anlamını kazanır. Nitekim, itikat edenin ancak itikat ettiği İlaha senâ ettiğini belirtmiştik. Ve o, nefsini, itikat ettiği İlaha raptetmiştir. Ve işlediği ameller, kulun kendisine döner. Öyleyse, ancak kendi nefsine senâ etmiş olur.
Çünkü hiç kuşkusuz sanatı öven kimse, sanatçıyı övmüş olur. Çünkü sanat eserinin güzel olması veya güzel olmaması, gerisingeri sanatçıya döner. Ve, itikat edilen ilah, onu kendi tahayyülünde oluşturan kimsenin oluşturduğu bir şeydir. İmdi, itikat ettiği şey üzerine senâsı, (sonuçta) kendi nefsi üzerine senâsıdır. Ve bundan dolayı, kendi itikadından başka olanları yerer. Ve eğer insaf etseydi, böyle olmazdı. Bu özgül mabuda sahip olan kişi, kendinden başkalarının itikadına itirazından dolayı, Allah hakkında itikat ettiği şeyde hiç kuşkusuz cahildir. Çünkü, eğer Cüneyd-i Bağdadinin, Suyun rengi, kabının rengidir sözünü anlasaydı, her itikat sahibinin itikatını teslim eder, ve Allahu Tealayı her itikatta ve her surette bilirdi. Ne var ki mabudu kendine özgü kılan, zan üzredir, ilim sahibi değildir. Bundan dolayıdır ki, Allahu Teala, Ben kulumun zannı üzereyim buyurdu. Bu söz, Allahın kuluna ancak kulunun itikat ettiği surette zahir olduğu anlamına gelir kul ister mutlak kılsın ister kayıtlasın, bu böyledir. İmdi, itikat edilen ilah, sınırlılığa sahiptir. Ve bu sınırlılığa sahip olan ilah, kulun kalbine sığan ilahtır. Çünkü, mutlak ilah, hiçbir şeye sığmaz.
Çünkü o, şeylerin ta kendisidir ve nefsinin ta kendisidir. Gerçekte, bir şeyin kendi nefsine sığdığı ya da sığmadığı söylenemez. İyi anla! Ve Allah doğruyu söyler, doğru yola iletir.
www.esselam.net/muhyiddiniarabi sitesinden alıntıdır.