TASAVVUF RİSÂLESİ > Yûsuf-ı Hakîkî Baba k.s
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
TASAVVUF RİSÂLESİ > Yûsuf-ı Hakîkî Baba k.s
TASAVVUF RİSÂLESİ
Yûsuf-ı Hakîkî Baba
Günümüz Türkçesi :
Yard. Doç. Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU
Gelin yoklukta yok olup, sevginin yüce göğünde doğalım!
Çünkü Allahı severseniz o da sizi sever.
Onu sevmeyen Peygamberin izinden gidemez...
Yûsuf-ı Hakîkî Baba
TASAVVUF RİSÂLESİ
Hayatı türbesi Mescidi
.
ÖZET
.
GİRİŞ
1. Giriş :
2. Bir Mürşide Bağlanmak
3. Müridlik ve İcâzet
4. Nefsle Cihad, Kâmil Şey
5. Tasavvuf Nedir?
6. Gerçek Sofî Kimdir?
7. İrşada Liyakat, Gerçek Şeyhlik
8. Gönül ve Kalb
9. Şeyhe Bağlanmak ve Tâlibin
10. Keşf ve Kerâmet
11. Hacı Paşa ve Şeyhi nin Büyüklüğü
12. Şeyhin Hizmetine Girmenin Şartları
13. Mümin Nasıl Bir İnsandır?
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
YUSUF HAKİKİ BABA TÜRBESİ VE MESCİDİ
Aksaray il merkezinde, kuzeydoğuda Şeyh Hamid mahallesindedir.
Türbe ve mescide ulaşım Eğri Minarenin bulunduğu yol üzerinden sağlanmaktadır.
Mescid ve türbe büyük taşla çevrilmiş bir avlu içerisinde yer almaktadır. Büyük avluya giriş kapısı taştan yapılmış olup sağında ve solunda ve iç kısımlarında 4 adet mihrapcık bulunmaktadır.
Avlu içindeki su kanalı bir küçük kemer köprü kurularak geçirilmiştir.
Mescid kısmına girişte sağ kısımda kütüphane, abdesthane kısımları konulmuştur.
Plan itibariyle komplex L şeklinde yapılmıştır.
Mescide giriş kısmında 5 tane yuvarlak içi semerdam yuvarlağı olan ara bölümüne girilmektedir.
Sol tarafta yer alan mescid kapısı demirden yapılmıştır.
Mescid kısmı yeniden yapılmıştır.
Kubbeli taş yapının içi günümüz sıvası ile sıvanmıştır.
Üst kısımları boyanmış alt kısımlarda lambiri tahta ile kaplanmıştır.
Sağ kısımda hutbe okunması amacıyla ağaçtan minber vardır.
Güney kısmında sonradan yapılmış olan tahta mihrap yer almaktadır.
Mihrabın her iki tarafında mescidin aydınlanması amacıyla kalın duvar içinde dıştan iki adet pencere yapılmıştır.
Türbe: Mescid içinde yine bir kapıyla Yusuf Hakik-i Babaya ait türbe kısmına geçilmektedir.
Taştan yapılmış olan bu bölüm yuvarlak kubbelidir.
Odanın orta kısmında doğu-batı istikametinde yatan ve batı kısmında baş tarafı yeşil sanduka sarığı bulunan tahta sanduka yer almaktadır.
Sandukanın üzerine yeşil renkli sanduka örtüsü serilmiştir.
Sanduka taş platform üzerine ağaç olarak semerdam çatı şeklinde yapılmıştır.
Türbenin aydınlatması batı ve güney istikametine konulan iki pencereden yapılmaktadır.
Kuzey istikametinde iki adet dikdörtgen kemerli niş yer almaktadır.
Yapı 1990 yılında yeniden tamir görmüştür.
Yusuf Hakiki Baba Türbesi ve Mescidi (Merkez) :
Aksaray Şeyh Hamit mahallesir17;nde Eğri Minare yakınlarında bulunan Yusuf Hakiki Baba Türbe ve Mescidir17;nin ne zaman yapıldığı bilinmemektedir.
Günümüze kitabesi gelmediği gibi kaynaklarda da onunla ilgili bilgiye rastlanamamıştır.
Türbe ve mescit bir avlu içerisinde, su kanalı üzerindeki küçük bir köprüden geçilmektedir.
Mescidr17;in L şeklinde bir planı olup, 1990 yılında onarılmıştır.
İç mekan iki pencere ile aydınlatılmıştır.
Mescit mimari yönden herhangi bir özellik taşımamaktadır.
Mescidin içerisinden Yusuf Hakiki Baba Türbesir17;ne geçilmektedir. Taştan kare planlı türbenin üzeri kubbe ile örtülüdür.
Batı ve güney yönündeki iki pencere ile aydınlatılan türbenin içerisinde Yusuf Hakiki babar17;nın sandukası vardır.
Türbe, mescit ile birlikte 1990 yılında onarılmıştır.
Mimari yönden bir özelliği bulunmamaktadır.
YÛSUF HAKÎKÎ BABA
Aksaray'da medfûn evliyâdan.
Halk arasında Somuncu Baba diye meşhur olan Hamîd-i Velî hazretlerinin oğludur.
Çocukluğundan îtibâren babasının terbiyesi altında yetişip kemâle eren Yûsuf Hakîkî Baba, Konya ve Aksaray medreselerinde de okudu. Babasından sonra vefâtına kadar Aksaray'daki hankâhda şeyhlik yaptı.
Hakîkînâme, Muhabbetnâme, Metâli-ül-Îmân kitapları yanında tasavvuf âdâbıyla ilgili eseri ve babasının Şerh-i Hadîs-i Erba'în adlı eserine hâşiyesi olan Yûsuf Hakîkî Baba'nın türbesi Aksaray'da Şeyh Hamîd Mahallesindeki hankâhın bahçesindedir.
Aksaray il merkezinde, kuzeydoğuda Şeyh Hamid mahallesindedir.
Türbe ve mescide ulaşım Eğri Minarenin bulunduğu yol üzerinden sağlanmaktadır.
Mescid ve türbe büyük taşla çevrilmiş bir avlu içerisinde yer almaktadır. Büyük avluya giriş kapısı taştan yapılmış olup sağında ve solunda ve iç kısımlarında 4 adet mihrapcık bulunmaktadır.
Avlu içindeki su kanalı bir küçük kemer köprü kurularak geçirilmiştir.
Mescid kısmına girişte sağ kısımda kütüphane, abdesthane kısımları konulmuştur.
Plan itibariyle komplex L şeklinde yapılmıştır.
Mescide giriş kısmında 5 tane yuvarlak içi semerdam yuvarlağı olan ara bölümüne girilmektedir.
Sol tarafta yer alan mescid kapısı demirden yapılmıştır.
Mescid kısmı yeniden yapılmıştır.
Kubbeli taş yapının içi günümüz sıvası ile sıvanmıştır.
Üst kısımları boyanmış alt kısımlarda lambiri tahta ile kaplanmıştır.
Sağ kısımda hutbe okunması amacıyla ağaçtan minber vardır.
Güney kısmında sonradan yapılmış olan tahta mihrap yer almaktadır.
Mihrabın her iki tarafında mescidin aydınlanması amacıyla kalın duvar içinde dıştan iki adet pencere yapılmıştır.
Türbe: Mescid içinde yine bir kapıyla Yusuf Hakik-i Babaya ait türbe kısmına geçilmektedir.
Taştan yapılmış olan bu bölüm yuvarlak kubbelidir.
Odanın orta kısmında doğu-batı istikametinde yatan ve batı kısmında baş tarafı yeşil sanduka sarığı bulunan tahta sanduka yer almaktadır.
Sandukanın üzerine yeşil renkli sanduka örtüsü serilmiştir.
Sanduka taş platform üzerine ağaç olarak semerdam çatı şeklinde yapılmıştır.
Türbenin aydınlatması batı ve güney istikametine konulan iki pencereden yapılmaktadır.
Kuzey istikametinde iki adet dikdörtgen kemerli niş yer almaktadır.
Yapı 1990 yılında yeniden tamir görmüştür.
Yusuf Hakiki Baba Türbesi ve Mescidi (Merkez) :
Aksaray Şeyh Hamit mahallesir17;nde Eğri Minare yakınlarında bulunan Yusuf Hakiki Baba Türbe ve Mescidir17;nin ne zaman yapıldığı bilinmemektedir.
Günümüze kitabesi gelmediği gibi kaynaklarda da onunla ilgili bilgiye rastlanamamıştır.
Türbe ve mescit bir avlu içerisinde, su kanalı üzerindeki küçük bir köprüden geçilmektedir.
Mescidr17;in L şeklinde bir planı olup, 1990 yılında onarılmıştır.
İç mekan iki pencere ile aydınlatılmıştır.
Mescit mimari yönden herhangi bir özellik taşımamaktadır.
Mescidin içerisinden Yusuf Hakiki Baba Türbesir17;ne geçilmektedir. Taştan kare planlı türbenin üzeri kubbe ile örtülüdür.
Batı ve güney yönündeki iki pencere ile aydınlatılan türbenin içerisinde Yusuf Hakiki babar17;nın sandukası vardır.
Türbe, mescit ile birlikte 1990 yılında onarılmıştır.
Mimari yönden bir özelliği bulunmamaktadır.
YÛSUF HAKÎKÎ BABA
Aksaray'da medfûn evliyâdan.
Halk arasında Somuncu Baba diye meşhur olan Hamîd-i Velî hazretlerinin oğludur.
Çocukluğundan îtibâren babasının terbiyesi altında yetişip kemâle eren Yûsuf Hakîkî Baba, Konya ve Aksaray medreselerinde de okudu. Babasından sonra vefâtına kadar Aksaray'daki hankâhda şeyhlik yaptı.
Hakîkînâme, Muhabbetnâme, Metâli-ül-Îmân kitapları yanında tasavvuf âdâbıyla ilgili eseri ve babasının Şerh-i Hadîs-i Erba'în adlı eserine hâşiyesi olan Yûsuf Hakîkî Baba'nın türbesi Aksaray'da Şeyh Hamîd Mahallesindeki hankâhın bahçesindedir.
En son Hacer tarafından 22 Nis 2009, 05:57 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
YÛSUF-I HAKÎKÎNİN TASAVVUF RİSALESİ
Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU
(Erciyes Üniversitesi, İlâhiyat Fak., Türk-İslâm Edebiyatı Öğr. Gör.
ÖZET
Meşhur adıyla Somuncu Babanın oğlu olan Yûsuf-ı Hakîkî edebiyatımızda yeterince tanınmamış önemli bir kişidir.
Mahabbet-nâme adlı mesnevisinin, Hakîkî-nâme adlı divanının, Tasavvuf Risalesi adlı mensur eserinin hem zengin bir kelime hazinesine hem de zengin bir içeriğe sahip olması, üzerinde önemle durmamızı gerektiriyor.
Hacı Bayram-ı Velînin Somuncu Babanın öğrencisi ve halifesi olması, Yûsufun da Hacı Bayram-ı Velî tarafından yetiştirilmesi; onun halifelerinden olması, Türk tasavvuf ve kültür hayatı açısından göz ardı edilmemesi gereken bir konumda olduğunu gösterir. Burada söz konusu edeceğimiz Tasavvuf Risalesi de onun, temsil ettiği silsilenin ve dönemin tasavvuf anlayışını ortaya koyabilmemiz açısından önemlidir. Yûsuf, bu risalede tasavvufu ve tasavvufî hayatı nasıl algıladığını anlatırken kendi görüşlerinden ziyade meşhur mutasavvıfların görüşlerinden yararlanır ve onların eserlerinden alıntılar yapar. Söz konusu görüşleri Kuran ve hadislerden nakiller yaparak da desteklemeye çalışır.
Eser temelde şeyh-mürid arasındaki ilişki, iyi ve kötü şeyh ile mürid tanımlamaları, tasavvufun ne olduğu, bir şeyhe bağlanmanın gerekleri, şöhretin ne denli büyük bir bela olduğu ve müminin nasıl bir insan olduğu konuları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu ve benzer konular çerçevesinde tasavvuf hayatıyla ilgili olarak onun ulaştığı görüşleri şu şekilde ifade edebiliriz: Kişi, iç dünyasını düzenlemek ve bazı ruhsal üstünlüklere erişmek amacıyla kâmil bir şeyhe bağlanmalı; fakat bir kez bağlanınca da nitelik araştırması yapmadan işine bakmalı, söylenenleri yerine getirmelidir. Çünkü bilinmeyen bir yola ancak bir rehber eşliğinde girilebilir. Yûsufa göre tasavvuf; bir bilinmezlik içerisinde olmak; addan ve sandan arınmak, yüce yaratıcıya ulaşmaya çalışmaktır. İyi bir müminin dayanağı Allah, rehberi ise Peygamberdir.
İyi bir mümin bal arısı gibi olmaktır. İyi bir mümin bal arısı gibi sürekli başkaları için çalışır ve onlara bal verir.
Anahtar Kelimeler: Yûsuf-ı Hakîkî, Tasavvuf, Sofi, Hacı Bayram-ı Velî,
Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU
(Erciyes Üniversitesi, İlâhiyat Fak., Türk-İslâm Edebiyatı Öğr. Gör.
ÖZET
Meşhur adıyla Somuncu Babanın oğlu olan Yûsuf-ı Hakîkî edebiyatımızda yeterince tanınmamış önemli bir kişidir.
Mahabbet-nâme adlı mesnevisinin, Hakîkî-nâme adlı divanının, Tasavvuf Risalesi adlı mensur eserinin hem zengin bir kelime hazinesine hem de zengin bir içeriğe sahip olması, üzerinde önemle durmamızı gerektiriyor.
Hacı Bayram-ı Velînin Somuncu Babanın öğrencisi ve halifesi olması, Yûsufun da Hacı Bayram-ı Velî tarafından yetiştirilmesi; onun halifelerinden olması, Türk tasavvuf ve kültür hayatı açısından göz ardı edilmemesi gereken bir konumda olduğunu gösterir. Burada söz konusu edeceğimiz Tasavvuf Risalesi de onun, temsil ettiği silsilenin ve dönemin tasavvuf anlayışını ortaya koyabilmemiz açısından önemlidir. Yûsuf, bu risalede tasavvufu ve tasavvufî hayatı nasıl algıladığını anlatırken kendi görüşlerinden ziyade meşhur mutasavvıfların görüşlerinden yararlanır ve onların eserlerinden alıntılar yapar. Söz konusu görüşleri Kuran ve hadislerden nakiller yaparak da desteklemeye çalışır.
Eser temelde şeyh-mürid arasındaki ilişki, iyi ve kötü şeyh ile mürid tanımlamaları, tasavvufun ne olduğu, bir şeyhe bağlanmanın gerekleri, şöhretin ne denli büyük bir bela olduğu ve müminin nasıl bir insan olduğu konuları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu ve benzer konular çerçevesinde tasavvuf hayatıyla ilgili olarak onun ulaştığı görüşleri şu şekilde ifade edebiliriz: Kişi, iç dünyasını düzenlemek ve bazı ruhsal üstünlüklere erişmek amacıyla kâmil bir şeyhe bağlanmalı; fakat bir kez bağlanınca da nitelik araştırması yapmadan işine bakmalı, söylenenleri yerine getirmelidir. Çünkü bilinmeyen bir yola ancak bir rehber eşliğinde girilebilir. Yûsufa göre tasavvuf; bir bilinmezlik içerisinde olmak; addan ve sandan arınmak, yüce yaratıcıya ulaşmaya çalışmaktır. İyi bir müminin dayanağı Allah, rehberi ise Peygamberdir.
İyi bir mümin bal arısı gibi olmaktır. İyi bir mümin bal arısı gibi sürekli başkaları için çalışır ve onlara bal verir.
Anahtar Kelimeler: Yûsuf-ı Hakîkî, Tasavvuf, Sofi, Hacı Bayram-ı Velî,
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
Giriş :
Yûsuf-ı Hakîkî, Somuncu Baba adıyla anılan Hâmid-i Aksarâyînin (1) oğludur; dedesi de Mûsâ-yı Kayserî adıyla anılan meşhur bir zattır. Aslen Türkistanlı oldukları bilinmektedir. Kayseriye ne zaman geldikleri kaynaklarda belirtilmiyor ise de Şeyh Hâmid-i Aksarâyînin neslinin Yûsufla devam ettiği ifade edilir. Yûsuf, Hakîkî-nâme adlı eserinde yer alan, Zikr-i isnâd-ı Hırka başlıklı şiirde ailesi ve tarikatı hakkında bilgi verir.
Yûsuf-ı Hakîkînin ne zaman doğduğu belli değildir, fakat babasının 815 (m.1412)te öldüğü ve oğlu Hakîkînin eğitimini müridi Hacı Bayrama havale ettiği (2) düşünülecek olursa o sıralarda henüz bir çocuk olmalıdır. Zira Mahabbet-nâmenin Manisa nüshası müstensihinin, eserin sonunda verdiği tarih de bunu göstermektedir. Mahabbet-nâmenin Manisa nüshasının müstensihi eserin sonuna ilave ettiği ve kendisine ait olan on beş beyitlik Târih bölümünde yaşının 86 olduğunu söylerken kitabı temize çektiği tarihin de müellifin ölümünden bir sene sonra olduğunu ifade ederMahabbetnâmenin Manisa nüshasının ketebe kaydı ise 894tür. Milâdî takvime göre bu da 1488dir; bir eksiği ise Yûsuf-ı Hakîkînin vefat tarihidir. Kabri Aksaraydadır.
Evliya Çelebi ondan : El-Hac Bayram Velî (3) öğrencilerinden olup Ankarada ledün ilmini tamamlayıp Aksarayda Bayramî tarîkatinde öncü olmuştur. (4) diye söz eder.
Osmanlı Müelliflerinde ilim ve irfan sahibi bir zat olduğu, Hakîkî-nâme isminde iki cilt üzerine tertip edilmiş bir divanının, Mahabbet-nâme ve Metaliul-İman adlı eserlerinin de olduğundan söz edilir (5). Yûsuf-ı Hakîkînin, Türkiye kütüphanelerinde, hususî kütüphanelerde ve yurt dışında bulunan, kendisine ait olduğunu tespit ettiğimiz yedi eseri bulunmaktadır. Bunlar:
Hakîkî-nâme adıyla anılan divanı;
Mahabbet-nâme isimli tasavvuf ve ahlâka dair olan mesnevisi;
Tasavvuf Risâlesi isimli, tasavvufa dair mensur eseri;
BabasınınHadîs-i Erbaînine yazdığı bir şerh;
Tercüme bir eser olan Metâliul-İman;
Ayrıcaet-Tesnîm;
Ve er-Rahîk el-Mahtum isimli eserlerdir.
Son ikisi Kahirede Hidiviye Kütüphanesinde bulunmaktadır; ancak bu eserlerin katologda belirtildiği şekilde varlıkları, içerikleri ve hacimleri henüz tespit edilememiştir.
Burada Tasavvuf Risalesini içerik olarak günümüz Türkçesiyle vermeye çalışacağım. Hayatı ve Eserleri ile ilgili daha geniş bilgi için Yûsuf-ı Hakîkînin Mahabbet-nâmesinin Tenkitli Metni ve İncelenmesi adındaki doktora çalışmamıza bakılabilir (6).Kaynaklarda Yûsuf-ı Hakîkînin Tasavvuf Risalesinin varlığından söz edilmez. Eserin içinde de ismiyle ilgili herhangi bir bilgi bulamayız; ancak Süleymaniye, Hacı Mahmud, 2974 numarada kayıtlı Metâliul-Îmânla bir arada bulunup 27a-57a varaklar arasındadır. Her iki eser de aynı hatla yazılmıştır ve eserin başında başka bir hatla Yusuf Hakîkînin Tasavvuf Risâlesi kaydı bulunmaktadır.
Tasavvuf Risâlesinde andığı isimler ve eserin içeriği de kültür çevresi bakımından bu eserin ona ait olduğu konusundaki düşüncemizi desteklemektedir.
Ayrıca bu eserdeki şiirlerinin bir kısmı Hakîkî-nâme adlı eserinde daha hacimli olarak yer almaktadır.
Tasavvuf Risalesi, Müellifin eserde andığı meşhur mutasavvıflar, onların sözlerinden nakiller ve bir takım yorumlar içermesi dolayısıyla tasavvuf tarihi bakımından önemli bir eserdir. Bu itibarla günümüz Türkçesiyle, anlaşılır bir hâlde eserin içeriğini yayınlamayı düşündüm.
Eseri içerik olarak vermeye çalışırken aslında olan tekrarlardan burada kaçınmaya çalıştım. Bir de çok sık yer alan Farsça şiirlerden ve çok az yer alan müellifin kendisine ait olan Türkçe şiirlerden birer ikişer beyit alabildim.
Metnin hacimli olması dergi ilkelerine göre basma güçlüğü doğurduğundan
Hakîkînin naklettiği hikâyelerin bir kısmını da kısaltarak vermek zorunda kaldık. Bu da hâliyle bazı varakların hacimce daha az görünmesine sebep oldu.
Risalenin içerik olarak daha anlaşılır bir hâle gelmesi için risaledeki konuları her bölümün başında konu başlıkları olarak kullandım. Şimdi risaleyi günümüz Türkçesiyle tanımaya çalışalım.
DİPNOTLAR :
(1) Hakîkînin babası, Somuncu Baba adıyla meşhur, aslen Kayserili Şeyh Hâmid bin Musadır. Somuncu Baba Künhül-Ahbarda söylendiğine göre zâhir ve bâtın ilimlerinde şöhret sahibi olmuş, kendisini gizlemek için Bursada ekmekçilik yaparak geçimini sağlamış ve Şemseddin Fenâri kendisinin öğrencisi olmuştur. Bayezidin, yaptırdığı camide ona vaizlik vermesi ve halkın kendisine teveccühünün artması üzerine burayı terk etmiş ve Aksaraya yerleşmiştir. Zâhiren Şeyh Alî-i Erdebilîden tarîk alıp Veysîlere dahil olmakla birlikte, bâtınen Bayezid-i Bistâmî hazretlerinin ruhaniyyetinden istifade etmiş olduğu ve Hazret-i Hızırla sohbette bulunduğunun ehl-i keşfin şehâdetleriyle sabit olduğu da ifade edilir. Hacı Bayram-ı Velînin mürşidi olan Somuncu Baba h.815te vefat etmiş ve buna Tâc-ı Ârifîne terkibiyle tarih düşülmüştür.
Bu bilgilere ilave olarak Ali Rıza Karabulut, Kayseri İlmiyye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar isimli eserinde Somuncu Babanın mezarının Aksarayda olduğunu ve bu hususta eski kaynakların hiçbir şüpheye mahal vermeyecek kadar ittifak içerisinde olduklarını kaydeder (Bak. Ali Rıza Karabulut Kayseri İlmiyye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar., s. 118, Seyyid Burhaneddin Hazretleri Hizmet Vakfı Yay., Kayseri 1994)
Somuncu Babanın eserleri şunlardır:
(1) Şerhu Hadis-i Erbain,
(2) Risaletüz-zikr (Bu eser de Ali Rıza Karabulut tarafından tercüme edilerek adı geçen eserinde nakledilmiştir.)
(3) Silahul-Müridîn
(4) Kâşiful-Esdâr an-Vechil-Esrâr ve ayrıca şiirleri de bulunmaktadır. (Bak. Ali Rıza Karabulut a.g.e.) (Bak. Hayrettin İvgin, Somuncu Babanın Yeni Bulunan Bir Eseri ve Diğer Eserleri, Erciyes Yöresi 1. Folklor, Halk Edebiyatı ve Etnoğrafya Sempozyumu Bildirileri, s. 55 Kayseri 1991)
Karamanlı Şeyh Şücâ, Sultan Şücâeddin de Hâmid-i Kayserînin öğrencilerindendir.
(Bak. Ali Rıza KARABULUT, Kayseri İlmiyye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar, s.64, Kayseri 1994)
(2) Ahmet AKGÜNDÜZ, Somuncu Baba, s.138
(3) Hacı Bayram-ı Velî: Tarîkat silsilesi için bak. Şakâik-ı Nûmaniyye ve Zeyilleri, I. Hadâikuş-Şakâyık, Haz. Dr. Abdulkâdir ÖZCAN, Çağrı yay., c.1 s.64, İstanbul 1989;
Bak. Selçuk ERAYDIN, Tasavvuf ve Tarikatler, Marifet Yayınları, s.255, İstanbul 1981
(4) Evliya Çelebi, Seyahatname, Haz. Üçdal Neşriyat, c.3, s.845, İstanbul (Tarihsiz)
(5) Bursalı M. TAHİR, Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınevi, c.1, s.224, İstanbul (Tarihsiz)
(6) Ali Çavuşoğlu, Yûsuf-ı Hakîkînin Mahabbet-nâmesinin Tenkitli Metni ve İncelenmesi
Yûsuf-ı Hakîkî, Somuncu Baba adıyla anılan Hâmid-i Aksarâyînin (1) oğludur; dedesi de Mûsâ-yı Kayserî adıyla anılan meşhur bir zattır. Aslen Türkistanlı oldukları bilinmektedir. Kayseriye ne zaman geldikleri kaynaklarda belirtilmiyor ise de Şeyh Hâmid-i Aksarâyînin neslinin Yûsufla devam ettiği ifade edilir. Yûsuf, Hakîkî-nâme adlı eserinde yer alan, Zikr-i isnâd-ı Hırka başlıklı şiirde ailesi ve tarikatı hakkında bilgi verir.
Yûsuf-ı Hakîkînin ne zaman doğduğu belli değildir, fakat babasının 815 (m.1412)te öldüğü ve oğlu Hakîkînin eğitimini müridi Hacı Bayrama havale ettiği (2) düşünülecek olursa o sıralarda henüz bir çocuk olmalıdır. Zira Mahabbet-nâmenin Manisa nüshası müstensihinin, eserin sonunda verdiği tarih de bunu göstermektedir. Mahabbet-nâmenin Manisa nüshasının müstensihi eserin sonuna ilave ettiği ve kendisine ait olan on beş beyitlik Târih bölümünde yaşının 86 olduğunu söylerken kitabı temize çektiği tarihin de müellifin ölümünden bir sene sonra olduğunu ifade ederMahabbetnâmenin Manisa nüshasının ketebe kaydı ise 894tür. Milâdî takvime göre bu da 1488dir; bir eksiği ise Yûsuf-ı Hakîkînin vefat tarihidir. Kabri Aksaraydadır.
Evliya Çelebi ondan : El-Hac Bayram Velî (3) öğrencilerinden olup Ankarada ledün ilmini tamamlayıp Aksarayda Bayramî tarîkatinde öncü olmuştur. (4) diye söz eder.
Osmanlı Müelliflerinde ilim ve irfan sahibi bir zat olduğu, Hakîkî-nâme isminde iki cilt üzerine tertip edilmiş bir divanının, Mahabbet-nâme ve Metaliul-İman adlı eserlerinin de olduğundan söz edilir (5). Yûsuf-ı Hakîkînin, Türkiye kütüphanelerinde, hususî kütüphanelerde ve yurt dışında bulunan, kendisine ait olduğunu tespit ettiğimiz yedi eseri bulunmaktadır. Bunlar:
Hakîkî-nâme adıyla anılan divanı;
Mahabbet-nâme isimli tasavvuf ve ahlâka dair olan mesnevisi;
Tasavvuf Risâlesi isimli, tasavvufa dair mensur eseri;
BabasınınHadîs-i Erbaînine yazdığı bir şerh;
Tercüme bir eser olan Metâliul-İman;
Ayrıcaet-Tesnîm;
Ve er-Rahîk el-Mahtum isimli eserlerdir.
Son ikisi Kahirede Hidiviye Kütüphanesinde bulunmaktadır; ancak bu eserlerin katologda belirtildiği şekilde varlıkları, içerikleri ve hacimleri henüz tespit edilememiştir.
Burada Tasavvuf Risalesini içerik olarak günümüz Türkçesiyle vermeye çalışacağım. Hayatı ve Eserleri ile ilgili daha geniş bilgi için Yûsuf-ı Hakîkînin Mahabbet-nâmesinin Tenkitli Metni ve İncelenmesi adındaki doktora çalışmamıza bakılabilir (6).Kaynaklarda Yûsuf-ı Hakîkînin Tasavvuf Risalesinin varlığından söz edilmez. Eserin içinde de ismiyle ilgili herhangi bir bilgi bulamayız; ancak Süleymaniye, Hacı Mahmud, 2974 numarada kayıtlı Metâliul-Îmânla bir arada bulunup 27a-57a varaklar arasındadır. Her iki eser de aynı hatla yazılmıştır ve eserin başında başka bir hatla Yusuf Hakîkînin Tasavvuf Risâlesi kaydı bulunmaktadır.
Tasavvuf Risâlesinde andığı isimler ve eserin içeriği de kültür çevresi bakımından bu eserin ona ait olduğu konusundaki düşüncemizi desteklemektedir.
Ayrıca bu eserdeki şiirlerinin bir kısmı Hakîkî-nâme adlı eserinde daha hacimli olarak yer almaktadır.
Tasavvuf Risalesi, Müellifin eserde andığı meşhur mutasavvıflar, onların sözlerinden nakiller ve bir takım yorumlar içermesi dolayısıyla tasavvuf tarihi bakımından önemli bir eserdir. Bu itibarla günümüz Türkçesiyle, anlaşılır bir hâlde eserin içeriğini yayınlamayı düşündüm.
Eseri içerik olarak vermeye çalışırken aslında olan tekrarlardan burada kaçınmaya çalıştım. Bir de çok sık yer alan Farsça şiirlerden ve çok az yer alan müellifin kendisine ait olan Türkçe şiirlerden birer ikişer beyit alabildim.
Metnin hacimli olması dergi ilkelerine göre basma güçlüğü doğurduğundan
Hakîkînin naklettiği hikâyelerin bir kısmını da kısaltarak vermek zorunda kaldık. Bu da hâliyle bazı varakların hacimce daha az görünmesine sebep oldu.
Risalenin içerik olarak daha anlaşılır bir hâle gelmesi için risaledeki konuları her bölümün başında konu başlıkları olarak kullandım. Şimdi risaleyi günümüz Türkçesiyle tanımaya çalışalım.
DİPNOTLAR :
(1) Hakîkînin babası, Somuncu Baba adıyla meşhur, aslen Kayserili Şeyh Hâmid bin Musadır. Somuncu Baba Künhül-Ahbarda söylendiğine göre zâhir ve bâtın ilimlerinde şöhret sahibi olmuş, kendisini gizlemek için Bursada ekmekçilik yaparak geçimini sağlamış ve Şemseddin Fenâri kendisinin öğrencisi olmuştur. Bayezidin, yaptırdığı camide ona vaizlik vermesi ve halkın kendisine teveccühünün artması üzerine burayı terk etmiş ve Aksaraya yerleşmiştir. Zâhiren Şeyh Alî-i Erdebilîden tarîk alıp Veysîlere dahil olmakla birlikte, bâtınen Bayezid-i Bistâmî hazretlerinin ruhaniyyetinden istifade etmiş olduğu ve Hazret-i Hızırla sohbette bulunduğunun ehl-i keşfin şehâdetleriyle sabit olduğu da ifade edilir. Hacı Bayram-ı Velînin mürşidi olan Somuncu Baba h.815te vefat etmiş ve buna Tâc-ı Ârifîne terkibiyle tarih düşülmüştür.
Bu bilgilere ilave olarak Ali Rıza Karabulut, Kayseri İlmiyye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar isimli eserinde Somuncu Babanın mezarının Aksarayda olduğunu ve bu hususta eski kaynakların hiçbir şüpheye mahal vermeyecek kadar ittifak içerisinde olduklarını kaydeder (Bak. Ali Rıza Karabulut Kayseri İlmiyye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar., s. 118, Seyyid Burhaneddin Hazretleri Hizmet Vakfı Yay., Kayseri 1994)
Somuncu Babanın eserleri şunlardır:
(1) Şerhu Hadis-i Erbain,
(2) Risaletüz-zikr (Bu eser de Ali Rıza Karabulut tarafından tercüme edilerek adı geçen eserinde nakledilmiştir.)
(3) Silahul-Müridîn
(4) Kâşiful-Esdâr an-Vechil-Esrâr ve ayrıca şiirleri de bulunmaktadır. (Bak. Ali Rıza Karabulut a.g.e.) (Bak. Hayrettin İvgin, Somuncu Babanın Yeni Bulunan Bir Eseri ve Diğer Eserleri, Erciyes Yöresi 1. Folklor, Halk Edebiyatı ve Etnoğrafya Sempozyumu Bildirileri, s. 55 Kayseri 1991)
Karamanlı Şeyh Şücâ, Sultan Şücâeddin de Hâmid-i Kayserînin öğrencilerindendir.
(Bak. Ali Rıza KARABULUT, Kayseri İlmiyye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar, s.64, Kayseri 1994)
(2) Ahmet AKGÜNDÜZ, Somuncu Baba, s.138
(3) Hacı Bayram-ı Velî: Tarîkat silsilesi için bak. Şakâik-ı Nûmaniyye ve Zeyilleri, I. Hadâikuş-Şakâyık, Haz. Dr. Abdulkâdir ÖZCAN, Çağrı yay., c.1 s.64, İstanbul 1989;
Bak. Selçuk ERAYDIN, Tasavvuf ve Tarikatler, Marifet Yayınları, s.255, İstanbul 1981
(4) Evliya Çelebi, Seyahatname, Haz. Üçdal Neşriyat, c.3, s.845, İstanbul (Tarihsiz)
(5) Bursalı M. TAHİR, Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınevi, c.1, s.224, İstanbul (Tarihsiz)
(6) Ali Çavuşoğlu, Yûsuf-ı Hakîkînin Mahabbet-nâmesinin Tenkitli Metni ve İncelenmesi
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
YÛSUF-I HAKÎKÎNİN TASAVVUF RİSALESİ
Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU
(Erciyes Üniversitesi, İlâhiyat Fak., Türk-İslâm Edebiyatı Öğr. Gör.
1. Giriş :
Besmele, Hamdele, Salvele
(27a) Bismillahirrahmânirrahîm
El-hamdu lillahi Rabbil-âlemîn. Ves-salâtu alâ Resûlihî seyyidil-enbiyâi vel-mürselîn. Ve alâ âlihî ve eshâbihî ecmaîn.
2. Hakkı Talep ve Bir Mürşide Bağlanmak :
Amma bad. İyi bil ki Hakkı talep edenler bu yolda dünyayı ve nefislerini
terk ederek mesafe almışlardır. Bu yola gösteriş, iki yüzlülük ve gururla girilmez. Bu yola ancak bir mürşide bağlanılarak girilir; er-refîk sümmet-tarîk (7).
Allah buyurur: Yâ eyyühel-lezîne âmenût-tekullâhe veb-tegû ileyhil-vesîlete ve câhidû fî sebîlihî lealleküm tuflihûn" (8).
Allah yine Mûsâya: Hel ettebiuke âlâ en tuallimeni mimmâ ullimte rüşden (9), buyurur.
Necmü Dâye (10) şöyle der:
Mûsâ aleyhis-selâm nübüvvet ve risalete sahip olduğu hâlde on yıl Şuayb aleyhis-selâma hizmet etti (27b). Böylece Allahla bizzat konuşma derecesine, Ve kellemallâhu Mûsâ teklîmen (11) ve ve ketebnâ lehu fil-elvâhı min külli şeyin illâ (12) ulaştı.
Saadete ulaşan kimseler kâmil şeyhlerin kontrolünde süluka girenlerdir.
Şeyh Evhadüd-din-i Kirmânî (13) rahmetul-lâhi aleyh buyurur: Herkes önce yoldaş arar / O zaman yola düşer (28a) Er dediğin kişi şeriate tam bağlanır ve kulluk makamında doğru yolu bularak şeyhine saygı içerisinde hizmet eder.(28b) Çünkü sâlikin kalbi zikre devam ederek temizlenir; ruh tecellîlerine kabiliyetli bir hâle gelir; Enel-Hak ve Sübhânî zevki ona yüz gösterir.
Şâyet bir şeyhin yardımı olmazsa aklı bunu anlayamaz, hulûl ve ittihâd belâsına düşer. Bu durumda imanının gitmesinden korkulur.
Necmü Dâye şöyle der:
Eğer kerametlerini kendinden bilirsen Sen bir firavunluk ve Tanrılık iddiasında bulunmuş olursun
Pek çok insan doğruluktan ayrılarak sapıtmışlardır. Bu anlamda Şeyh
Attâr (14) şöyle buyururur:
O senin için bir nûrsa da o ateşten başka bir şey değildir. Sen bu cılız gurur ışığında yürüme
Hz. Peygamber de şöyle buyurur: Şerrül-umûrı muhdesâtühâ ve küllü muhdesetin bidatün ve küllü bidatin" (29a) dalâletün (15).
DİPNOTLAR :
(7) Önce yoldaş, sonra yol.
(8) El-Mâide 5/35 : Ey iman edenler! Allahtan sakının, ona yaklaşmak hususunda vesile arayın, yolunda cihad edin ki felah bulasınız.
(9) El-Kehf 18/66 : Musa ona Sana öğretilen rüşd ve hayır ilminden bana öğretmek üzere sana tabi olayım, olur mu? dedi.
(10) Necmeddin Dâye: 1256da ölen Necmeddin Dâye Râzî, Anadoluda yaşıyordu ve o devirde Kübrevîliğin en büyük temsilcisi idi. Onun Mirsadul-İbad adlı eseri Alâeddin Keykubad adına yazılmıştır. Sadreddin Konevî ve Mevlâna ile sohbetlerde bulunan bu mutasavvıf Kübrevîliğin Anadoluda yayılmasında büyük rol oynamıştır. Bu akımın bir temsilcisi de Mevlânanın babası Bahaeddin Veled idi (öl.1230).(Mehmet Bayraktar,
Davudül-Kayserî, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara 1988, s.4)
(11) En-Nisa 4/164 : ... Allah Musa ile söz söylemiştir.
(12) El-Araf 7/145. Biz, Musa için elvahta din ve dünya için muhtaç olan her bir şeyi..(mevizeyi ve tafsilî ahkamdan hepsini) yazdık...
(13) Anadoluda İşrâkîliğin temsilcisi olan Evhadüd-din-i Kirmânî İran doğumlu olup (ö.685/1238)de ölmüş. Muhyiddin İbni Arabî ile Konyada görüşmüş. Hayatı hakkında en önemli kaynak kendi adıyla anılan menakıb-namesidir. Malatya, Konya, Sivasta ikâmet etmiş, fakat çoğunlukla Kayseride kalmıştır. Mirsâdül-İbâd müellifi Necmeddin Dâye ile muhtemelen Sivasta görüşmüş. Horasan ve Maveraünnehir seyahati sırasında Necmeddin-i Kübrâ ile görüşdüğü rivâyet edilmektedir. Bir süre Erdebilde kaldıktan sonra Şamda İbni Arabînin sohbetlerine katılmıştır. Şehabeddin-i Sühreverdînin (634/1237)de ölümü üzerine Bağdadda Merzubâniyye Hankâhına şeyh tayin edildi. 21 Mart 1238de vefat etti. Evhadüddin, Allahın cemâl sıfatının tecellîlerini varlıkta temaşa etmeyi esas alan Şâhid-bâzî denilen tasavvufî meşrebe sahip bir sufîdir. Gençlerle sema etmekten büyük zevk duyduğu söylenmektedir. Bidatçi olduğu gerekçesiyle Sühreverdî, Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî tarafından tenkit edilmiştir.
(Daha fazla bilgi için bak. DİA.,c.11, s.519)
(14) Feridüddin Attâr(ö.618/1221); Horasan Selçukluları zamanında Nişaburda doğmuş.
Gençliğinde attarlıkla uğraşmış; tasavvufî bilgiler edinmiş, şeyhlere hizmet etmiş. Kendisi bizzat peygamberler ve velîlerle ilgili pek çok kitap okuduğunu, otuz dokuz yıl müddetle tasavvufla ilgili şiir ve hikayeler topladığını söyler. Pek çok seyahatten sonra Nişaburda inzivaya çekildi. Mevlâna, Mahmud-ı Şebüsterî, Sadî, Hâfız ve Molla Câmî onun önderlik ettiği kişilerdir. Özellikle Mevlâna, Attarı âşıkların önderi sayar. Eserlerinde Attar, Ehl-i beyte hürmet ve sevgide kusuru bulunmayan, müsamahalı ve taassuba karşı bir sünnîdir. Yanlış olarak ona şiilik isnad edilmiştir. Gazellerinde özellikle vahdet- i vücud düşüncesini işler. Kasidelerinde dünyanın geçiciliğinden bahsederek insanı hak yola davet eder. Attar, tasavvufun esası kabul edilen tarikat, marifet ve hakikat merhalelerini talep, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve fenâdan ibaret yedi merhaleye çıkarır. Son makama çok önem verir: İnsan vücudu Hakkın aynası ve cilvegâhıdır. - Farkına varmadan bazan ittihad, bazan hulul akîdelerine yaklaşmıştır.- Şiirlerinin yüz bin beyiti aştığı söylenir; en çok hikaye anlatımına yer vermiştir.
Eserleri arasında başlıcaları: İlâhî-nâme, 2. Esrar-nâme, 3. Musîbet-nâme, 4. Hüsrev-nâme, 5. Muhtarnâme 6. Mantıkut-Tayr, 7. Divan, 8. Tezkiretül-Evliya
(Daha fazla bilgi için bak. M. Nazif Şahinoğlu, Attar, DİA., c.4,s. 95-98)
(15) İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir ve her sonradan konan bidattir ve bütün bidatler dalâlettir.
Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU
(Erciyes Üniversitesi, İlâhiyat Fak., Türk-İslâm Edebiyatı Öğr. Gör.
1. Giriş :
Besmele, Hamdele, Salvele
(27a) Bismillahirrahmânirrahîm
El-hamdu lillahi Rabbil-âlemîn. Ves-salâtu alâ Resûlihî seyyidil-enbiyâi vel-mürselîn. Ve alâ âlihî ve eshâbihî ecmaîn.
2. Hakkı Talep ve Bir Mürşide Bağlanmak :
Amma bad. İyi bil ki Hakkı talep edenler bu yolda dünyayı ve nefislerini
terk ederek mesafe almışlardır. Bu yola gösteriş, iki yüzlülük ve gururla girilmez. Bu yola ancak bir mürşide bağlanılarak girilir; er-refîk sümmet-tarîk (7).
Allah buyurur: Yâ eyyühel-lezîne âmenût-tekullâhe veb-tegû ileyhil-vesîlete ve câhidû fî sebîlihî lealleküm tuflihûn" (8).
Allah yine Mûsâya: Hel ettebiuke âlâ en tuallimeni mimmâ ullimte rüşden (9), buyurur.
Necmü Dâye (10) şöyle der:
Mûsâ aleyhis-selâm nübüvvet ve risalete sahip olduğu hâlde on yıl Şuayb aleyhis-selâma hizmet etti (27b). Böylece Allahla bizzat konuşma derecesine, Ve kellemallâhu Mûsâ teklîmen (11) ve ve ketebnâ lehu fil-elvâhı min külli şeyin illâ (12) ulaştı.
Saadete ulaşan kimseler kâmil şeyhlerin kontrolünde süluka girenlerdir.
Şeyh Evhadüd-din-i Kirmânî (13) rahmetul-lâhi aleyh buyurur: Herkes önce yoldaş arar / O zaman yola düşer (28a) Er dediğin kişi şeriate tam bağlanır ve kulluk makamında doğru yolu bularak şeyhine saygı içerisinde hizmet eder.(28b) Çünkü sâlikin kalbi zikre devam ederek temizlenir; ruh tecellîlerine kabiliyetli bir hâle gelir; Enel-Hak ve Sübhânî zevki ona yüz gösterir.
Şâyet bir şeyhin yardımı olmazsa aklı bunu anlayamaz, hulûl ve ittihâd belâsına düşer. Bu durumda imanının gitmesinden korkulur.
Necmü Dâye şöyle der:
Eğer kerametlerini kendinden bilirsen Sen bir firavunluk ve Tanrılık iddiasında bulunmuş olursun
Pek çok insan doğruluktan ayrılarak sapıtmışlardır. Bu anlamda Şeyh
Attâr (14) şöyle buyururur:
O senin için bir nûrsa da o ateşten başka bir şey değildir. Sen bu cılız gurur ışığında yürüme
Hz. Peygamber de şöyle buyurur: Şerrül-umûrı muhdesâtühâ ve küllü muhdesetin bidatün ve küllü bidatin" (29a) dalâletün (15).
DİPNOTLAR :
(7) Önce yoldaş, sonra yol.
(8) El-Mâide 5/35 : Ey iman edenler! Allahtan sakının, ona yaklaşmak hususunda vesile arayın, yolunda cihad edin ki felah bulasınız.
(9) El-Kehf 18/66 : Musa ona Sana öğretilen rüşd ve hayır ilminden bana öğretmek üzere sana tabi olayım, olur mu? dedi.
(10) Necmeddin Dâye: 1256da ölen Necmeddin Dâye Râzî, Anadoluda yaşıyordu ve o devirde Kübrevîliğin en büyük temsilcisi idi. Onun Mirsadul-İbad adlı eseri Alâeddin Keykubad adına yazılmıştır. Sadreddin Konevî ve Mevlâna ile sohbetlerde bulunan bu mutasavvıf Kübrevîliğin Anadoluda yayılmasında büyük rol oynamıştır. Bu akımın bir temsilcisi de Mevlânanın babası Bahaeddin Veled idi (öl.1230).(Mehmet Bayraktar,
Davudül-Kayserî, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara 1988, s.4)
(11) En-Nisa 4/164 : ... Allah Musa ile söz söylemiştir.
(12) El-Araf 7/145. Biz, Musa için elvahta din ve dünya için muhtaç olan her bir şeyi..(mevizeyi ve tafsilî ahkamdan hepsini) yazdık...
(13) Anadoluda İşrâkîliğin temsilcisi olan Evhadüd-din-i Kirmânî İran doğumlu olup (ö.685/1238)de ölmüş. Muhyiddin İbni Arabî ile Konyada görüşmüş. Hayatı hakkında en önemli kaynak kendi adıyla anılan menakıb-namesidir. Malatya, Konya, Sivasta ikâmet etmiş, fakat çoğunlukla Kayseride kalmıştır. Mirsâdül-İbâd müellifi Necmeddin Dâye ile muhtemelen Sivasta görüşmüş. Horasan ve Maveraünnehir seyahati sırasında Necmeddin-i Kübrâ ile görüşdüğü rivâyet edilmektedir. Bir süre Erdebilde kaldıktan sonra Şamda İbni Arabînin sohbetlerine katılmıştır. Şehabeddin-i Sühreverdînin (634/1237)de ölümü üzerine Bağdadda Merzubâniyye Hankâhına şeyh tayin edildi. 21 Mart 1238de vefat etti. Evhadüddin, Allahın cemâl sıfatının tecellîlerini varlıkta temaşa etmeyi esas alan Şâhid-bâzî denilen tasavvufî meşrebe sahip bir sufîdir. Gençlerle sema etmekten büyük zevk duyduğu söylenmektedir. Bidatçi olduğu gerekçesiyle Sühreverdî, Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî tarafından tenkit edilmiştir.
(Daha fazla bilgi için bak. DİA.,c.11, s.519)
(14) Feridüddin Attâr(ö.618/1221); Horasan Selçukluları zamanında Nişaburda doğmuş.
Gençliğinde attarlıkla uğraşmış; tasavvufî bilgiler edinmiş, şeyhlere hizmet etmiş. Kendisi bizzat peygamberler ve velîlerle ilgili pek çok kitap okuduğunu, otuz dokuz yıl müddetle tasavvufla ilgili şiir ve hikayeler topladığını söyler. Pek çok seyahatten sonra Nişaburda inzivaya çekildi. Mevlâna, Mahmud-ı Şebüsterî, Sadî, Hâfız ve Molla Câmî onun önderlik ettiği kişilerdir. Özellikle Mevlâna, Attarı âşıkların önderi sayar. Eserlerinde Attar, Ehl-i beyte hürmet ve sevgide kusuru bulunmayan, müsamahalı ve taassuba karşı bir sünnîdir. Yanlış olarak ona şiilik isnad edilmiştir. Gazellerinde özellikle vahdet- i vücud düşüncesini işler. Kasidelerinde dünyanın geçiciliğinden bahsederek insanı hak yola davet eder. Attar, tasavvufun esası kabul edilen tarikat, marifet ve hakikat merhalelerini talep, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve fenâdan ibaret yedi merhaleye çıkarır. Son makama çok önem verir: İnsan vücudu Hakkın aynası ve cilvegâhıdır. - Farkına varmadan bazan ittihad, bazan hulul akîdelerine yaklaşmıştır.- Şiirlerinin yüz bin beyiti aştığı söylenir; en çok hikaye anlatımına yer vermiştir.
Eserleri arasında başlıcaları: İlâhî-nâme, 2. Esrar-nâme, 3. Musîbet-nâme, 4. Hüsrev-nâme, 5. Muhtarnâme 6. Mantıkut-Tayr, 7. Divan, 8. Tezkiretül-Evliya
(Daha fazla bilgi için bak. M. Nazif Şahinoğlu, Attar, DİA., c.4,s. 95-98)
(15) İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir ve her sonradan konan bidattir ve bütün bidatler dalâlettir.
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
3. Müridlik ve İcâzet :
Hazret-i Resûl zamanından tâ bu zamâna dek meşâyihden ve hulefâdan hiç kimse icâzet olmaksızın meşâyih elinden diyerek lâ-aletta yîn" (16) ya da kendi adını anarak filan elinden diye tevbe vermemiştir.
Mürîdin şeyhten icâzet talep etmesi doğru değildir. Çünkü (29b) mürid
tam teslimiyet içinde olmalıdır. "Aleyküm bis-sem-i vet-tâati velev kâne abden habeşiyyen" (17).
Necmü Dâye der ki:
Mürîdlik Hakkın zatıyla sıfatlanmaktır. Hak Teâlâ bu sıfatla kula tecellî etmeyince irâdet nûru aksi kulun gönlünde zâhir olup mürid olmaz. Şâyet mürid kendi varlığını ortadan kaldıramazsa zillet vâdisine düşer ve imanı tehlikeye girer.
Hak Teâlâ buyurur ki:
Velâ tülkû bi-eydiyeküm ilet-tehlüketi (18) (30a).
Bu sebeple icâzet talep etmek mürid için iflas demektir. İcâzet talep etmek küstahlığını ancak kendini beğenenler yapar.
Şeyh, müride es-seyrü ilal-lâhi (19) deki nefs menzillerinden ilâhî tecellîlerin başlangıcı olan kalb makamının sonuna ulaştığında icâzet verir.
İstidatları olmadığı hâlde icâzet talep edenlere de icâzet verirler, fakat bu
icâzet onlar için doğru yoldan sapma sebebidir. Ancak şeyh icâzeti kendi
isteğiyle verirse o başka. (30b.)
Bu durum Yunus Emrenin bir şiirinde dediği gibidir:
Bir devlüngeç yuva yapar yürür ilden yavrı kapar
(31a) Dogan ileyinden sapar zîre elinde murdârı var
Devlügeçin kaptığı yavru nefsi emrde murdâr degildir temiz yumurtadır.
Zîre elinde murdârı varın mânâsı şudur: Mürid, mürebbî huzûrunda ve meşâyih tarîkında iç yönünü güçlendirmeden iddia sahiplerinin kışkırtmasıyla dalalete düşerler; itikatları temizken murdar olur. Şeytanın vesveseleri zâhir azaya sirâyet eder. Böylece nefs ne şeriata itaat eder ne şeyhin emirlerine.
DİPNOTLAR :
(16) Gelişigüzel.
(17) Habeşli bir köle bile olsa size düşen, dinlemek ve itaat etmektir.
(18) Bakara 2/195 : ....ellerinizle tehlikeye atmayın, ....
(19) Allaha yürüyüş.
Hazret-i Resûl zamanından tâ bu zamâna dek meşâyihden ve hulefâdan hiç kimse icâzet olmaksızın meşâyih elinden diyerek lâ-aletta yîn" (16) ya da kendi adını anarak filan elinden diye tevbe vermemiştir.
Mürîdin şeyhten icâzet talep etmesi doğru değildir. Çünkü (29b) mürid
tam teslimiyet içinde olmalıdır. "Aleyküm bis-sem-i vet-tâati velev kâne abden habeşiyyen" (17).
Necmü Dâye der ki:
Mürîdlik Hakkın zatıyla sıfatlanmaktır. Hak Teâlâ bu sıfatla kula tecellî etmeyince irâdet nûru aksi kulun gönlünde zâhir olup mürid olmaz. Şâyet mürid kendi varlığını ortadan kaldıramazsa zillet vâdisine düşer ve imanı tehlikeye girer.
Hak Teâlâ buyurur ki:
Velâ tülkû bi-eydiyeküm ilet-tehlüketi (18) (30a).
Bu sebeple icâzet talep etmek mürid için iflas demektir. İcâzet talep etmek küstahlığını ancak kendini beğenenler yapar.
Şeyh, müride es-seyrü ilal-lâhi (19) deki nefs menzillerinden ilâhî tecellîlerin başlangıcı olan kalb makamının sonuna ulaştığında icâzet verir.
İstidatları olmadığı hâlde icâzet talep edenlere de icâzet verirler, fakat bu
icâzet onlar için doğru yoldan sapma sebebidir. Ancak şeyh icâzeti kendi
isteğiyle verirse o başka. (30b.)
Bu durum Yunus Emrenin bir şiirinde dediği gibidir:
Bir devlüngeç yuva yapar yürür ilden yavrı kapar
(31a) Dogan ileyinden sapar zîre elinde murdârı var
Devlügeçin kaptığı yavru nefsi emrde murdâr degildir temiz yumurtadır.
Zîre elinde murdârı varın mânâsı şudur: Mürid, mürebbî huzûrunda ve meşâyih tarîkında iç yönünü güçlendirmeden iddia sahiplerinin kışkırtmasıyla dalalete düşerler; itikatları temizken murdar olur. Şeytanın vesveseleri zâhir azaya sirâyet eder. Böylece nefs ne şeriata itaat eder ne şeyhin emirlerine.
DİPNOTLAR :
(16) Gelişigüzel.
(17) Habeşli bir köle bile olsa size düşen, dinlemek ve itaat etmektir.
(18) Bakara 2/195 : ....ellerinizle tehlikeye atmayın, ....
(19) Allaha yürüyüş.
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
4. Nefsle Cihat, Kâmil Şeyhin Nitelikleri :
İmam Cafer-i Sâdık (20) buyurur ki:
El-mevtü hüvet-tevbetü" (31b) yani mevt tevbe getirmektir. Allah buyurur: "Fetûbû ilâ bâriiküm fektulû enfüseküm" (21). Femen tâbe katle nefsehu (22).
Hz. Peygamber buyurur:
Recanâ minel-cihâdil-asgari ilel-cihâdil-ekberi (23).
Bir başka hadiste:
El-mücâhidu men câhede nefsehü femen tâbe an hevâhu fekad hayye bihüdâhu yani kim nefsin arzularından tevbe etti, yani kâmil bir şeyhin gözetiminde mücâhedât kılıcıyla nefsini öldürdü, hidâyet nûru ile dalâletten kurtuldu ve marifetle de cehâletten kurtulup ebedî bir hayat kazandı.
Allah buyurur: Ve men kâne meyten feahyeynâhu, yani meyten bil-cehli feahyeynâhu bil-ilmi (24).
Derviş yüce himmetli olmalıdır (32a), masivaya iltifat etmemeli ve ehil olamayan kişilere elini uzatmamalıdır.
Fakirlik dava edip meşayih giysisi içerisinde köy köy dolaşıp lafla şöhret kazanmaya çalışmak iş değildir.
Ne yular urılup yidil halka
Ne hımâr arkasında palan ol...
(ne kendine yular takılıp halkın çekip gitsin-Ne de bir eşek sırtında palan ol!)
Tahallakû bi-ahlâkil-lâhi (25) nûrlu emri cana ışık göstermeden âşık Vallâhu ganiyyün anil-âlemîne (26) sıfatıyla sıfatlanmış ola.
Şöhret din için büyük bir belâdır.
Eş-şöhretü âfetü evliyâillâhi (27).
Elhumûlü râhatü evliyâi Hak (28).
Cilbâb-ı kıbâb-ı evliyai tahte kıbâbî lâ yarifühüm gayri (29). (32b)
Şeyh Safî kardeşi Salahaddin-i Reşîdi Şiraz pazarında peşinde yetmiş kadar çavuş ve başka kişilerle birlikte azamet içinde yürüken gördü. Derhâl yanlarından uzaklaşmak istedi, ancak izdihamdan dolayı şeyhin elbisesi Selahaddinin elbisesine değdi. Şeyh derhâl elbisesini çıkarıp bir su kenarında yıkadı. İşte şöhret afetinden böyle kaçınmak gerekir.
Senin elbisenin altında yüz putun varken
Nasıl olup da kendini halka sufî gösteriyorsun
Bayezid (30) den nakledilir ki; Bayezid Şâma varınca bütün Şamlıların kendisini karşılamak, izzet ve ikramda bulunmak için beklediklerini gördü.
Bayezid derhâl bir taş üzerine çıktı ve :
Festekım limâ yûhâ innenî enellahu Lâ-ilâhe illa ene (31), âyetine kadar yüksek sesle okudu. Şamlılar bunu duyunca :
Hey bu zındıkmış. (33a) diyerek yanından uzaklaştılar. O da böylece
şöhret belasından kurtuldu, kendi yoluna gitti.
Zün-Nûn (32) der ki:
Bana marifet ehlinden bir kişiyi anlattılar . Ben de Likâm dağında onu görmek için yola çıktım ve mahzun bir sesle kulağıma şu sözler geldi.
Ey kalbimin dostu olan senin hatıranla
Senden başka isteğim yok
Bu sesin sahibine selâm verdim, selâmımı aldı ve şöyle dedi:
Kale Resûlullahi sallallahu aleyhi ve sellem :
İzâ erâdellahu bi-abdin hayran amâhu ve esammehu ve ahresehu ve echelehu alâ gayrihî (33) "sadaka Resûlullahi men lâ-yechelü alâ gayrihî keyfe yarifuhu (34) Allahtan başkasını bilen Allahı nasıl bilir; Ondan başkasını işiten Onu nasıl işitir; dilsiz olmayan Onunla nasıl söyleşir! (33b)
Şiblîye, summun bükmün umyun (35)den soruldu; dedi ki : summun an istimâil-hakkı" yani sumdur Hakkı istimadan; bükmdür tekellümden; Hakkile umydur nazardan âhirete ve Hakka; fehüm lâ yerciûne (36) ki onlar rücu etmezler, nefislerinin emrinden ve dünyadan ukbaya dönmezler, ârif ve sıddîk bunların zıddıdır. summun felâ yesmeu gayrelhakkı minel-hakkı, bükmün felâ yentiku illâ bil-hakkı anil-hakkı lilhakkı (37),
Heyhât ehli dilin :
ameyte aynî anid-dünyâ ve zînetehâ (38) dediği nerede ve İllâ raeytüke beynel-cifni vel-hadakı (39) buyurduğu nerede!
Ârif ve sofinin nazarında
Tanınmış olmaktan başka büyük bir suç yoktur
Meşayihten bazıları münacatlarında :
Beni halka unutturdun, onları da bana unuttur, halk içinde gösterilmeye takatim yoktur. derler.
DİPNOTLAR :
(20) Cafer es-Sâdık (ö.148/765); Şianın altıncı, İsmâiliyyenin beşinci imamı, Caferî Fıkhının kurucusu; baba tarafından Hz. Aliye ana tarafından Hz. Ebu Bekire ulaşmaktadır.
Tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahiptir. Attar, Tezkiretül Evliyasına onunla başlar. Nakşibendiyye ve Bektaşiyye, silsilelerinde ona yer verirler. Bayezid-i Bistâmîyi onun müridi olarak görürler. Bir ekol olan Aşkıyye mensupları da silsilelerine Caferle başlarlar. Şia ise Caferin tasavvufla hiçbir ilgisi bulunmadığını iddia eder. Pekçok eseri bulunmaktadır.
(Daha fazla bilgi için bak. Mustafa Öz, Cafer-i Sadık, DİA, c.7, s.1-3)
(21) Bakara 2/54: ...Yaratanınıza tevbe edin, nefislerinizi öldürün...
(22) Kim nefsini öldürmeye yönelirse.
(23) Küçük cihattan büyük cihada döndük.
(24) Cehaletten dolayı ölü iken bilgiyle ilimle dirilttik.
(25) Allahın ahlâkıyla ahlâklanınız.
(26) Âli İmrân3/97: ... (feinnellahe) Allah âlemlerden müstagnîdir.
(27) Şöhret Allah dostlarının âfetidir.
(28) Şöhretten bütünüyle uzak durmak Hak dostları için rahatlıktır.
(29) Evliyanın örtüsü benim örtümün altındadır, onları benden başkası bilmez.
(30) Bayezid-i Bistâmî (ö.234/848(?) İlk büyük mutasavvıflardan; menkıbeleri, sözleri ve şathıyyelerine dair olup bunlar arasında hayatıyla ilgili pek az bilgi bulunmaktadır. Şiî kaynaklar Bayezidin altıncı imam Cafer es-Sâdıkın talebeleri arasında yer aldığını kaydederler. Bayezid, tasavvuf tarihinde sekr, fenâ, melâmet, tevhid, marifet, muhabbet, mirac ve îsâr gibi konulardaki sözleri ve şathıyyeleriyle tanınır. O, sâlikin kendinden geçip (sekr) benliğini yok ederek (fenâ) Hakka ermesi gerektiği düşüncesindedir. Heme ust (her şey Odur) sözünü kullanmıştır. Sühreverdî-i Maktûl onu, İslâm öncesi İran manevî hayatının bir temsilcisi sayar. Dedesinin mecûsî olması da bu davayı doğrulamak için delil gösterilmiştir. Üstadı Ebû Ali es-Sindînin Hindistanlı olması, Bayezidin vedaların ve Budizmin tesirinde kaldığının bir delili olarak öne sürülmüştür.
Bayezidin düşünceleri ile şiîlik arasında da kuvvetli ilişkilerin varlığından söz edilir.
İbnül-Cevzî Telbîsü İbliste Bayezidi şiddetle tenkit eder. (Daha fazla bilgi için bak. DİA., c.5, s.238)
(31) Tâ-Hâ 20/13-14: ... Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle, Tanrı benim benden başka tapacak yoktur...
(32) Zün-Nûn İbn İbrahim el Mısrî, Ebul-Fayd (245/859). İsminin Sevban olduğu, Zun- Nunun lakabı olduğu söylenir. Kureyşin mevlâsıdır. Âlim, müttakî bir zat idi. Onu, halife Mütevekkile çekiştirdiler. Mütevekkil, Zun-Nunu Mısırdan celbedip ifadesini aldı. Zun-Nun, Mütevekkilin huzurunda vaz edince halife ağladı. İkram ve izaz ile tekrar Mısıra gönderdi. Mütevekkilin huzurunda takva ehlinden bahsedilince ağlar : Ne güzel adamdı Zün-Nun derdi. Cizede öldüğü zaman köprü izdihamdan yıkılır korkusuyla cenazesi sandal içinde taşınmıştı. Cenaze kabre konuluncaya kadar uçan yeşil kuşlar görüldüğü rivâyet edilir. (Bak. Süleyman Ateş, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, Sönmez Neşriyat, İst. 1969, s.95)
(33) Allah bir kula iyilik etmek istediğinde onu kendisinden başkasına kör, sağır, dilsiz ve bilgisiz kılar.
(34) Allahtan başkasına câhil olmayan Allahı nasıl tanır.
(35) Bakara 2/18: ... Sağırlar, dilsizler, körlerdir...
(36) Bakara 2/18: ... Artık onlar tuttukları yoldan dönmezler.
(37) Haktan başkasını dinlemez, dilsizdirler; Haktan Hak ile ve Hak için almanın dışında konuşmaz.
(38) Gözlerimi dünyadan ve nimetlerinden aldın.
(39) Gözümün önünde hep sen varsın.
İmam Cafer-i Sâdık (20) buyurur ki:
El-mevtü hüvet-tevbetü" (31b) yani mevt tevbe getirmektir. Allah buyurur: "Fetûbû ilâ bâriiküm fektulû enfüseküm" (21). Femen tâbe katle nefsehu (22).
Hz. Peygamber buyurur:
Recanâ minel-cihâdil-asgari ilel-cihâdil-ekberi (23).
Bir başka hadiste:
El-mücâhidu men câhede nefsehü femen tâbe an hevâhu fekad hayye bihüdâhu yani kim nefsin arzularından tevbe etti, yani kâmil bir şeyhin gözetiminde mücâhedât kılıcıyla nefsini öldürdü, hidâyet nûru ile dalâletten kurtuldu ve marifetle de cehâletten kurtulup ebedî bir hayat kazandı.
Allah buyurur: Ve men kâne meyten feahyeynâhu, yani meyten bil-cehli feahyeynâhu bil-ilmi (24).
Derviş yüce himmetli olmalıdır (32a), masivaya iltifat etmemeli ve ehil olamayan kişilere elini uzatmamalıdır.
Fakirlik dava edip meşayih giysisi içerisinde köy köy dolaşıp lafla şöhret kazanmaya çalışmak iş değildir.
Ne yular urılup yidil halka
Ne hımâr arkasında palan ol...
(ne kendine yular takılıp halkın çekip gitsin-Ne de bir eşek sırtında palan ol!)
Tahallakû bi-ahlâkil-lâhi (25) nûrlu emri cana ışık göstermeden âşık Vallâhu ganiyyün anil-âlemîne (26) sıfatıyla sıfatlanmış ola.
Şöhret din için büyük bir belâdır.
Eş-şöhretü âfetü evliyâillâhi (27).
Elhumûlü râhatü evliyâi Hak (28).
Cilbâb-ı kıbâb-ı evliyai tahte kıbâbî lâ yarifühüm gayri (29). (32b)
Şeyh Safî kardeşi Salahaddin-i Reşîdi Şiraz pazarında peşinde yetmiş kadar çavuş ve başka kişilerle birlikte azamet içinde yürüken gördü. Derhâl yanlarından uzaklaşmak istedi, ancak izdihamdan dolayı şeyhin elbisesi Selahaddinin elbisesine değdi. Şeyh derhâl elbisesini çıkarıp bir su kenarında yıkadı. İşte şöhret afetinden böyle kaçınmak gerekir.
Senin elbisenin altında yüz putun varken
Nasıl olup da kendini halka sufî gösteriyorsun
Bayezid (30) den nakledilir ki; Bayezid Şâma varınca bütün Şamlıların kendisini karşılamak, izzet ve ikramda bulunmak için beklediklerini gördü.
Bayezid derhâl bir taş üzerine çıktı ve :
Festekım limâ yûhâ innenî enellahu Lâ-ilâhe illa ene (31), âyetine kadar yüksek sesle okudu. Şamlılar bunu duyunca :
Hey bu zındıkmış. (33a) diyerek yanından uzaklaştılar. O da böylece
şöhret belasından kurtuldu, kendi yoluna gitti.
Zün-Nûn (32) der ki:
Bana marifet ehlinden bir kişiyi anlattılar . Ben de Likâm dağında onu görmek için yola çıktım ve mahzun bir sesle kulağıma şu sözler geldi.
Ey kalbimin dostu olan senin hatıranla
Senden başka isteğim yok
Bu sesin sahibine selâm verdim, selâmımı aldı ve şöyle dedi:
Kale Resûlullahi sallallahu aleyhi ve sellem :
İzâ erâdellahu bi-abdin hayran amâhu ve esammehu ve ahresehu ve echelehu alâ gayrihî (33) "sadaka Resûlullahi men lâ-yechelü alâ gayrihî keyfe yarifuhu (34) Allahtan başkasını bilen Allahı nasıl bilir; Ondan başkasını işiten Onu nasıl işitir; dilsiz olmayan Onunla nasıl söyleşir! (33b)
Şiblîye, summun bükmün umyun (35)den soruldu; dedi ki : summun an istimâil-hakkı" yani sumdur Hakkı istimadan; bükmdür tekellümden; Hakkile umydur nazardan âhirete ve Hakka; fehüm lâ yerciûne (36) ki onlar rücu etmezler, nefislerinin emrinden ve dünyadan ukbaya dönmezler, ârif ve sıddîk bunların zıddıdır. summun felâ yesmeu gayrelhakkı minel-hakkı, bükmün felâ yentiku illâ bil-hakkı anil-hakkı lilhakkı (37),
Heyhât ehli dilin :
ameyte aynî anid-dünyâ ve zînetehâ (38) dediği nerede ve İllâ raeytüke beynel-cifni vel-hadakı (39) buyurduğu nerede!
Ârif ve sofinin nazarında
Tanınmış olmaktan başka büyük bir suç yoktur
Meşayihten bazıları münacatlarında :
Beni halka unutturdun, onları da bana unuttur, halk içinde gösterilmeye takatim yoktur. derler.
DİPNOTLAR :
(20) Cafer es-Sâdık (ö.148/765); Şianın altıncı, İsmâiliyyenin beşinci imamı, Caferî Fıkhının kurucusu; baba tarafından Hz. Aliye ana tarafından Hz. Ebu Bekire ulaşmaktadır.
Tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahiptir. Attar, Tezkiretül Evliyasına onunla başlar. Nakşibendiyye ve Bektaşiyye, silsilelerinde ona yer verirler. Bayezid-i Bistâmîyi onun müridi olarak görürler. Bir ekol olan Aşkıyye mensupları da silsilelerine Caferle başlarlar. Şia ise Caferin tasavvufla hiçbir ilgisi bulunmadığını iddia eder. Pekçok eseri bulunmaktadır.
(Daha fazla bilgi için bak. Mustafa Öz, Cafer-i Sadık, DİA, c.7, s.1-3)
(21) Bakara 2/54: ...Yaratanınıza tevbe edin, nefislerinizi öldürün...
(22) Kim nefsini öldürmeye yönelirse.
(23) Küçük cihattan büyük cihada döndük.
(24) Cehaletten dolayı ölü iken bilgiyle ilimle dirilttik.
(25) Allahın ahlâkıyla ahlâklanınız.
(26) Âli İmrân3/97: ... (feinnellahe) Allah âlemlerden müstagnîdir.
(27) Şöhret Allah dostlarının âfetidir.
(28) Şöhretten bütünüyle uzak durmak Hak dostları için rahatlıktır.
(29) Evliyanın örtüsü benim örtümün altındadır, onları benden başkası bilmez.
(30) Bayezid-i Bistâmî (ö.234/848(?) İlk büyük mutasavvıflardan; menkıbeleri, sözleri ve şathıyyelerine dair olup bunlar arasında hayatıyla ilgili pek az bilgi bulunmaktadır. Şiî kaynaklar Bayezidin altıncı imam Cafer es-Sâdıkın talebeleri arasında yer aldığını kaydederler. Bayezid, tasavvuf tarihinde sekr, fenâ, melâmet, tevhid, marifet, muhabbet, mirac ve îsâr gibi konulardaki sözleri ve şathıyyeleriyle tanınır. O, sâlikin kendinden geçip (sekr) benliğini yok ederek (fenâ) Hakka ermesi gerektiği düşüncesindedir. Heme ust (her şey Odur) sözünü kullanmıştır. Sühreverdî-i Maktûl onu, İslâm öncesi İran manevî hayatının bir temsilcisi sayar. Dedesinin mecûsî olması da bu davayı doğrulamak için delil gösterilmiştir. Üstadı Ebû Ali es-Sindînin Hindistanlı olması, Bayezidin vedaların ve Budizmin tesirinde kaldığının bir delili olarak öne sürülmüştür.
Bayezidin düşünceleri ile şiîlik arasında da kuvvetli ilişkilerin varlığından söz edilir.
İbnül-Cevzî Telbîsü İbliste Bayezidi şiddetle tenkit eder. (Daha fazla bilgi için bak. DİA., c.5, s.238)
(31) Tâ-Hâ 20/13-14: ... Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle, Tanrı benim benden başka tapacak yoktur...
(32) Zün-Nûn İbn İbrahim el Mısrî, Ebul-Fayd (245/859). İsminin Sevban olduğu, Zun- Nunun lakabı olduğu söylenir. Kureyşin mevlâsıdır. Âlim, müttakî bir zat idi. Onu, halife Mütevekkile çekiştirdiler. Mütevekkil, Zun-Nunu Mısırdan celbedip ifadesini aldı. Zun-Nun, Mütevekkilin huzurunda vaz edince halife ağladı. İkram ve izaz ile tekrar Mısıra gönderdi. Mütevekkilin huzurunda takva ehlinden bahsedilince ağlar : Ne güzel adamdı Zün-Nun derdi. Cizede öldüğü zaman köprü izdihamdan yıkılır korkusuyla cenazesi sandal içinde taşınmıştı. Cenaze kabre konuluncaya kadar uçan yeşil kuşlar görüldüğü rivâyet edilir. (Bak. Süleyman Ateş, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, Sönmez Neşriyat, İst. 1969, s.95)
(33) Allah bir kula iyilik etmek istediğinde onu kendisinden başkasına kör, sağır, dilsiz ve bilgisiz kılar.
(34) Allahtan başkasına câhil olmayan Allahı nasıl tanır.
(35) Bakara 2/18: ... Sağırlar, dilsizler, körlerdir...
(36) Bakara 2/18: ... Artık onlar tuttukları yoldan dönmezler.
(37) Haktan başkasını dinlemez, dilsizdirler; Haktan Hak ile ve Hak için almanın dışında konuşmaz.
(38) Gözlerimi dünyadan ve nimetlerinden aldın.
(39) Gözümün önünde hep sen varsın.
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
5. Tasavvuf Nedir? :
Biri de der ki: Kime yetiştimse ona tasavvufun ne olduğunu sordum;
biri bir şekilde tanımladı, başka biri başka bir şekilde. Bu tanımlamalar beni tatmin etmedi. Sonunda Hz. Peygamberi rüyamda gördüm ve mübârek ayaklarına yüz sürerek sordum. Halk ile bilişmeyi terk et dedi. Daha dedim; halk ile bilişliği inkâr et dedi. Daha dedim; elinden gelirse öyle bir hâlde ol ki ne kimse seni bilsin ne de sen kimseyi bil dedi.
Biri de der ki: Kime yetiştimse ona tasavvufun ne olduğunu sordum;
biri bir şekilde tanımladı, başka biri başka bir şekilde. Bu tanımlamalar beni tatmin etmedi. Sonunda Hz. Peygamberi rüyamda gördüm ve mübârek ayaklarına yüz sürerek sordum. Halk ile bilişmeyi terk et dedi. Daha dedim; halk ile bilişliği inkâr et dedi. Daha dedim; elinden gelirse öyle bir hâlde ol ki ne kimse seni bilsin ne de sen kimseyi bil dedi.
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
6. Gerçek Sofî Kimdir? :
Hadayıkul-Hakayıkta şöyle denir:
Gerçek sofinin alâmeti, bilinirken bilinmez olmak; zenginken fakir olmak; izzet içindeyken mezelleti seçmektir; yalancı sofinin alâmeti ise bunun tam tersidir.
Tıpkı mert adamlar gibi kendini aşağılamayı tercih et (34b)
Şimdiki sofîlerin tanımı tegayyürüş-şekli li-eclil-ekl (40) dendiği gibidir.
Şimdiki sofîlerin çoğunun tâclarının ve hırkalarının ellerinden alınmasının
sebebi ehil olmayan her küstahı mahrem sanıp onlara kisvet giydirmeleridir
Mesnevîde der ki bir sofî asılmış bir sofrayı gördü (35a) heyecanlandı,
bağırıp çağırmaya başladı; insanlar onun çevresinde toplandılar. İçlerinden biri, o gördüğünüz sofra boştur, yiyecek yoktur dedi.
Lokma perest sofiler iç aydınlığı meydana getiremezler. Onların dinleri
paraları, himmetleri mideleri, kıbleleri ise kadınlardır.
DİPNOTLAR :
(40) Şekil değişikiği mide (yemek) içindir.
Hadayıkul-Hakayıkta şöyle denir:
Gerçek sofinin alâmeti, bilinirken bilinmez olmak; zenginken fakir olmak; izzet içindeyken mezelleti seçmektir; yalancı sofinin alâmeti ise bunun tam tersidir.
Tıpkı mert adamlar gibi kendini aşağılamayı tercih et (34b)
Şimdiki sofîlerin tanımı tegayyürüş-şekli li-eclil-ekl (40) dendiği gibidir.
Şimdiki sofîlerin çoğunun tâclarının ve hırkalarının ellerinden alınmasının
sebebi ehil olmayan her küstahı mahrem sanıp onlara kisvet giydirmeleridir
Mesnevîde der ki bir sofî asılmış bir sofrayı gördü (35a) heyecanlandı,
bağırıp çağırmaya başladı; insanlar onun çevresinde toplandılar. İçlerinden biri, o gördüğünüz sofra boştur, yiyecek yoktur dedi.
Lokma perest sofiler iç aydınlığı meydana getiremezler. Onların dinleri
paraları, himmetleri mideleri, kıbleleri ise kadınlardır.
DİPNOTLAR :
(40) Şekil değişikiği mide (yemek) içindir.
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
7. Dini Dünyaya Âlet Etmek, İrşada Liyakat, Gerçek Şeyhlik ve Mükemmellik :
Olgunlaşmamış bir şeyhe mürid olan ehadiyyet cemâlini göremez.
Eşeğin kıçını öpen o dudak
Mesihin öpüşünün tadını nasıl bulur (35b)
Hoca Abdul-Melik-i Serâvî der ki:
Şeyh kaddesallahu sırrahu Kurânı dünyevî kazançlara vesîle edenlerin durumunu ulaşamadığı bir yere, Kuranı ayağının altına koyarak ulaşmaya çalışanların durumuna benzetir.
Velâ teşterû biâyâtî semenen kâlilâ (41)
Şeyh Sadreddin (42) der ki:
(36a) Peygamber miracdan dönerken kadınlardan bir topluluğun cehennemde, ateşten yapılmış kesici âletlerle kendi etlerini kesmekte olduklarını gördü ve bunların kimler olduklarını sordu.
Onların zina ile çocuk dünyaya getirip kocalarına senden diyen kişiler oldukları söylendi.
Şeyh buyurdu ki: Nefsin arzu ve istekleriyle dopdolu oldukları hâlde gönül ve irşad davasında bulunuyorlarsa onların azapları bu kadınların gördüğü azaptan şiddetlidir.
Cebrail, Pîre : Allahın davetçisine cevap verin. sadası ve irşad sesi cihana düştü, sıddıklar ve enbiyalar nesline cevap verin ecîbû dâiyallahi mesâmi i, der.
Şeyh Zahidin oğlu Cemâleddin Ali şeyhin huzûrına geldi dedi ki: (36b.) Bir kişiye irşad seccadesine çok uzaklardaki insanların durumlarından manevî güçleriyle haberdar olabilen ve çok uzaklardaki, ölmek üzere olan müridlerinin imanlarını kurtarabilen kişiler oturabilir.
Ahî Ferec-i Zengânîden kâmil velînin kim olduğu soruldu. O da dedi ki:
Önünden geçen bir kişiden nasıl nesiller dünyaya geleceğini, hangisinin itaatkâr, hangisinin âsî olacağını bilmeli, bu da yetmez; müridlerinden biri ölmek üzere olsa onun imdadına yetişir ve şeytanın aldatmasından korur; bu da yetmez, müridlerinden biri ölse, Münker ve Nekirin sualleri sırasında yanında olur ve soruları cevaplamasına yardım eder; ancak yine de Şeyhliğin ş si gönlünden geçerse erlikten nasibi yoktur. (37b)
Gerçekte gönül sahibinin kim olduğu soruldu; Ahî :
Müridi kıyamet gününde bütün durumlardan koruyan ve münâdînin Cebrâil, Kadının Allah olduğu o gün müridi Peygamberin sancağı altına iletendir. dedi. (38a)
Üçüncü seferden sonrası ayn-ı cema ve vilâyetin sonu olan ehadiyyet hazretine çıkmaktır.
Dördüncü sefer ki, Allahtan Allahla birlikte yürüyüş olan bekâ makamıdır. Mutlak fetih olan fenâdan sonradır. Hak Teâlânın kullarına : İzâcâenasrullahi vel-fethu (43) ol vahdet kapusı açılır. Mutlak fenâ ve istigrakla ayn-ı cemde zâtî şühud ve birlik nûrı izâcâenasrullahi verilince irşad seccadesi helâl olur. Bu da şeyh hazretlerinden icâzet ve hazret-i izzetten işaret ile olur. İyi bilinsin ki mutlak fetih denen es-seyrü billah anillahta vahdet kapısı açılmayınca (38b) kimse şeyhlik makamına yetişmez.
Feth-i karîb denen es-seyrü ilalla ta apaçık ufka ulaşıp feth meydana gelmeyince, yani nefis makamından yükselip nasrun minellah verilmeyince pek çok ganimetler ve yakın bilgisi meydana gelmeyince, kudsî gerçek keşifler gerçekleşmeyince, yüce ufuklara ulaşmak kesinleşmeyince; es-seyrü fillahide gönül fethi olan ruh nûrlarının ortaya çıkmasıyla oluşan feth-i mübîn karanlıklardan, nûrlardan ve kazançlardan muhakkak olmayınca kimse hilâfete lâyık olmaz. Ancak burada büyük bir tehlike vardır; çünkü kalb sırrın kontrolüne yükselince nefs, kalb makamına yükselir. Önceki sıfatları kalbî nûrlarla örtülür. Bil ki nûranî görünüşlerden, renklerle ortaya çıktığından kalb makamı tamam ve kâmil olmaz; ancak ruh makamına yükseldikten sonra olur. (39a) Eselüke şevkan ilâ likâike min gayri zarrâe muzirretin velâ fitnetin muzilletin (44) bu hatara işaret etmektedir.
Es-seyrü meallah, ayn-ı ceme ve ehadiyyet hazretine terakkîdir. İstiğrak ve istihlâk makamıdır. Havas mertebesidir. Orada ne irade ne hilafet ne de meşîhat vardır. Meşâyih, o makâma harabet derler.
Hak Teâlânın kula boyun damarından yakın olması ve nahnü akrebu ileyhi min habli-verîdi (45) , es-seyrü ilallahi mânâsına olur. Nefsin hicapla hazretten uzaklığı hasebiyle kulun hicapta yükselmeye çalışmasına es-seyrü ilallahi derler. Ne zaman bu mesafeyi aşıp kendisinden dışarıya ayak bastı o zaman es-seyrü ilallahi sona erer. (39b)
Soru; Allah içten, dıştan, yürümekten münezzehtir; es-seyrü fillah ne demektir?
Cevap; esseyrü fillah yani fî sıfâtillahi (46) Allahın sıfatlarında ilerlemektir. Salik bir sıfattan başka sıfata terakkî içindedir ve renkten renge girer. Hak gerçeğine ulaştığı zaman temkîn makamındadır. Ondan sonra temkîn hâletinde esseyrü meallahi olur.
Soru: Hak Teâlâ ile seyirde olmak nasıl olur?
Cevap: Bu birliğin ikilik olması mânâsında değildir. Nasıl ki bir kimse bir damlayı denize atsa damla denizde yok olur; fakat ittihat olmaz; damla damladır, deniz denizdir. Eğer derya coşsa dalga vursa bu seçim damlaya değil denize aittir. (40a) Eğer meşayih kendisini halka mutasavvıfların sıfatında ve terbiye ehlinin görünüşüyle gösterir, içi de bunun zıddı olursa koyun sûretinde kurt gibidir. Halk onu koyun gibi bildiği için ondan emin olur, o da hile ve aldatmayla işini yürütür.
Meşayih, zâhirî faziletlerden çok bâtınî faziletlere de önem verirler; ilim ve amel kanatlarıyla yüce âlemlerde uçmazlar. Bu şekilde onlar ten tuzağında kalırlarsa melekût bahçelerinde nasıl dolaşırlar! (40b)
Aşk bağına hoş ezgiler şakıyan tutî yaraşır
Yoksa kötü sesli karga bülbül sesini nasıl çıkarır.
Hoca Sadreddin der ki: Tebrizde zamanın meşhurlarından Ârif adında biri vardı. Şeyhin yanına geldi; Şeyh ona adını sordu.; o da Adım Muhammed, fakat bana Ârif derler. diye cevap verdi. Bunun üzerine şeyh :
Sen kendini tanıyor musun ki sana Ârif diyorlar? dedi. O da: Ben şeyhlerin kitaplarından ve menkabelerinden, tasavvuftan pek çok şey okudum ve öğrendim. dedi. Şeyh, Onların işi senin okuduklarındır, seninki hani? dedi. Bu okumak şuna benzer: Hocanın biri kölesini çeşitli iyi ve ucuz kumaşlar alması için Mısıra gönderdi. Neler aldığını da yazıp kendisine göndermesini istedi. Şimdi bu hoca, arkadaşlarını çağırıp kumaş yerine bu belgeyi satabilir mi? İşte senin okudukların o insanların yaşadıkları hâllerdir. Sen de kumaş göstermelisin, kitap ve makale göstermek işe yaramaz.
Gönül sahiplerinden biri rüyasında hamile bir köpek gördü; eniklerin ses verdiğini duydu. Köpeğin havlaması ya gözcülük ya yardım ya da süt talep etmek içindir. Anne karnında da böyle bir şey söz konusu olmaz.
Bu zat kendine gelince şaşırdı. Bunun tevilini Allahtan başkası bilmez diyerek Allaha niyaz etti. Gaybdan gelen ses şöyle dedi: Bu, henüz perdelerden kurtulmayan ve bâtın gözleri açılmayan insanların hâlidir. Öyle olduğu hâlde basîret davasına kalkışırlar ve makaleler söylerler. Onların bu söylediklerinden ne kendilerine bir (41b) kuvvet ve yardım erişir ne de onların söylediklerini kullananlara bir olgunluk ve kurtuluş. (42a)
DİPNOTLAR :
(41) Bakara2/41: ...Âyetlerimi az para ile alıp satmayın...
(42) Şeyh Sadreddin Muhammed b. İshakul-Konevî, Konyada doğmuştur. Şeyh Ekber, Konyaya geldikten sonra, Sadreddinin babası ölmüş ve validesi dul kalmıştı. Şeyh Ekber bu dul kadınla evlendiğinden, Sadreddin onun manevi terbiyesi ile inkişaf etmiş ve Vahdet-i vücud meslekinin Anadoluda tutunmasına pek çok hizmet etmiştir. Zaten eserlerinin çoğu, Muhyiddin Arabinin fikir ve itikatlarını şerh ve tenkide münhasır gibidir.
Sadeddin Hamevî ve Necmeddin Dâye gibi başlıca Necm-i Kübra halifeleriyle mülakat eden, Mevlâna ile aralarında karşılıklı bir samimi muhabbet bulunan Sadreddin Konevînin vefatı, Mevlânadan sonradır. (Bak. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 1981, s.202)
(43) (Nasr 110/1): Allahın yardımı gelip Mekke fethi müyesser olunca...
(44) Zarar verici nesneler ve saptırıcı fitneler olmaksızın sana kavuşma şevkini istiyorum.
(45) (Kaf 50/16): ...Biz ona şah damarından daha yakınız.
(46) Allahın sıfatlarından.
Olgunlaşmamış bir şeyhe mürid olan ehadiyyet cemâlini göremez.
Eşeğin kıçını öpen o dudak
Mesihin öpüşünün tadını nasıl bulur (35b)
Hoca Abdul-Melik-i Serâvî der ki:
Şeyh kaddesallahu sırrahu Kurânı dünyevî kazançlara vesîle edenlerin durumunu ulaşamadığı bir yere, Kuranı ayağının altına koyarak ulaşmaya çalışanların durumuna benzetir.
Velâ teşterû biâyâtî semenen kâlilâ (41)
Şeyh Sadreddin (42) der ki:
(36a) Peygamber miracdan dönerken kadınlardan bir topluluğun cehennemde, ateşten yapılmış kesici âletlerle kendi etlerini kesmekte olduklarını gördü ve bunların kimler olduklarını sordu.
Onların zina ile çocuk dünyaya getirip kocalarına senden diyen kişiler oldukları söylendi.
Şeyh buyurdu ki: Nefsin arzu ve istekleriyle dopdolu oldukları hâlde gönül ve irşad davasında bulunuyorlarsa onların azapları bu kadınların gördüğü azaptan şiddetlidir.
Cebrail, Pîre : Allahın davetçisine cevap verin. sadası ve irşad sesi cihana düştü, sıddıklar ve enbiyalar nesline cevap verin ecîbû dâiyallahi mesâmi i, der.
Şeyh Zahidin oğlu Cemâleddin Ali şeyhin huzûrına geldi dedi ki: (36b.) Bir kişiye irşad seccadesine çok uzaklardaki insanların durumlarından manevî güçleriyle haberdar olabilen ve çok uzaklardaki, ölmek üzere olan müridlerinin imanlarını kurtarabilen kişiler oturabilir.
Ahî Ferec-i Zengânîden kâmil velînin kim olduğu soruldu. O da dedi ki:
Önünden geçen bir kişiden nasıl nesiller dünyaya geleceğini, hangisinin itaatkâr, hangisinin âsî olacağını bilmeli, bu da yetmez; müridlerinden biri ölmek üzere olsa onun imdadına yetişir ve şeytanın aldatmasından korur; bu da yetmez, müridlerinden biri ölse, Münker ve Nekirin sualleri sırasında yanında olur ve soruları cevaplamasına yardım eder; ancak yine de Şeyhliğin ş si gönlünden geçerse erlikten nasibi yoktur. (37b)
Gerçekte gönül sahibinin kim olduğu soruldu; Ahî :
Müridi kıyamet gününde bütün durumlardan koruyan ve münâdînin Cebrâil, Kadının Allah olduğu o gün müridi Peygamberin sancağı altına iletendir. dedi. (38a)
Üçüncü seferden sonrası ayn-ı cema ve vilâyetin sonu olan ehadiyyet hazretine çıkmaktır.
Dördüncü sefer ki, Allahtan Allahla birlikte yürüyüş olan bekâ makamıdır. Mutlak fetih olan fenâdan sonradır. Hak Teâlânın kullarına : İzâcâenasrullahi vel-fethu (43) ol vahdet kapusı açılır. Mutlak fenâ ve istigrakla ayn-ı cemde zâtî şühud ve birlik nûrı izâcâenasrullahi verilince irşad seccadesi helâl olur. Bu da şeyh hazretlerinden icâzet ve hazret-i izzetten işaret ile olur. İyi bilinsin ki mutlak fetih denen es-seyrü billah anillahta vahdet kapısı açılmayınca (38b) kimse şeyhlik makamına yetişmez.
Feth-i karîb denen es-seyrü ilalla ta apaçık ufka ulaşıp feth meydana gelmeyince, yani nefis makamından yükselip nasrun minellah verilmeyince pek çok ganimetler ve yakın bilgisi meydana gelmeyince, kudsî gerçek keşifler gerçekleşmeyince, yüce ufuklara ulaşmak kesinleşmeyince; es-seyrü fillahide gönül fethi olan ruh nûrlarının ortaya çıkmasıyla oluşan feth-i mübîn karanlıklardan, nûrlardan ve kazançlardan muhakkak olmayınca kimse hilâfete lâyık olmaz. Ancak burada büyük bir tehlike vardır; çünkü kalb sırrın kontrolüne yükselince nefs, kalb makamına yükselir. Önceki sıfatları kalbî nûrlarla örtülür. Bil ki nûranî görünüşlerden, renklerle ortaya çıktığından kalb makamı tamam ve kâmil olmaz; ancak ruh makamına yükseldikten sonra olur. (39a) Eselüke şevkan ilâ likâike min gayri zarrâe muzirretin velâ fitnetin muzilletin (44) bu hatara işaret etmektedir.
Es-seyrü meallah, ayn-ı ceme ve ehadiyyet hazretine terakkîdir. İstiğrak ve istihlâk makamıdır. Havas mertebesidir. Orada ne irade ne hilafet ne de meşîhat vardır. Meşâyih, o makâma harabet derler.
Hak Teâlânın kula boyun damarından yakın olması ve nahnü akrebu ileyhi min habli-verîdi (45) , es-seyrü ilallahi mânâsına olur. Nefsin hicapla hazretten uzaklığı hasebiyle kulun hicapta yükselmeye çalışmasına es-seyrü ilallahi derler. Ne zaman bu mesafeyi aşıp kendisinden dışarıya ayak bastı o zaman es-seyrü ilallahi sona erer. (39b)
Soru; Allah içten, dıştan, yürümekten münezzehtir; es-seyrü fillah ne demektir?
Cevap; esseyrü fillah yani fî sıfâtillahi (46) Allahın sıfatlarında ilerlemektir. Salik bir sıfattan başka sıfata terakkî içindedir ve renkten renge girer. Hak gerçeğine ulaştığı zaman temkîn makamındadır. Ondan sonra temkîn hâletinde esseyrü meallahi olur.
Soru: Hak Teâlâ ile seyirde olmak nasıl olur?
Cevap: Bu birliğin ikilik olması mânâsında değildir. Nasıl ki bir kimse bir damlayı denize atsa damla denizde yok olur; fakat ittihat olmaz; damla damladır, deniz denizdir. Eğer derya coşsa dalga vursa bu seçim damlaya değil denize aittir. (40a) Eğer meşayih kendisini halka mutasavvıfların sıfatında ve terbiye ehlinin görünüşüyle gösterir, içi de bunun zıddı olursa koyun sûretinde kurt gibidir. Halk onu koyun gibi bildiği için ondan emin olur, o da hile ve aldatmayla işini yürütür.
Meşayih, zâhirî faziletlerden çok bâtınî faziletlere de önem verirler; ilim ve amel kanatlarıyla yüce âlemlerde uçmazlar. Bu şekilde onlar ten tuzağında kalırlarsa melekût bahçelerinde nasıl dolaşırlar! (40b)
Aşk bağına hoş ezgiler şakıyan tutî yaraşır
Yoksa kötü sesli karga bülbül sesini nasıl çıkarır.
Hoca Sadreddin der ki: Tebrizde zamanın meşhurlarından Ârif adında biri vardı. Şeyhin yanına geldi; Şeyh ona adını sordu.; o da Adım Muhammed, fakat bana Ârif derler. diye cevap verdi. Bunun üzerine şeyh :
Sen kendini tanıyor musun ki sana Ârif diyorlar? dedi. O da: Ben şeyhlerin kitaplarından ve menkabelerinden, tasavvuftan pek çok şey okudum ve öğrendim. dedi. Şeyh, Onların işi senin okuduklarındır, seninki hani? dedi. Bu okumak şuna benzer: Hocanın biri kölesini çeşitli iyi ve ucuz kumaşlar alması için Mısıra gönderdi. Neler aldığını da yazıp kendisine göndermesini istedi. Şimdi bu hoca, arkadaşlarını çağırıp kumaş yerine bu belgeyi satabilir mi? İşte senin okudukların o insanların yaşadıkları hâllerdir. Sen de kumaş göstermelisin, kitap ve makale göstermek işe yaramaz.
Gönül sahiplerinden biri rüyasında hamile bir köpek gördü; eniklerin ses verdiğini duydu. Köpeğin havlaması ya gözcülük ya yardım ya da süt talep etmek içindir. Anne karnında da böyle bir şey söz konusu olmaz.
Bu zat kendine gelince şaşırdı. Bunun tevilini Allahtan başkası bilmez diyerek Allaha niyaz etti. Gaybdan gelen ses şöyle dedi: Bu, henüz perdelerden kurtulmayan ve bâtın gözleri açılmayan insanların hâlidir. Öyle olduğu hâlde basîret davasına kalkışırlar ve makaleler söylerler. Onların bu söylediklerinden ne kendilerine bir (41b) kuvvet ve yardım erişir ne de onların söylediklerini kullananlara bir olgunluk ve kurtuluş. (42a)
DİPNOTLAR :
(41) Bakara2/41: ...Âyetlerimi az para ile alıp satmayın...
(42) Şeyh Sadreddin Muhammed b. İshakul-Konevî, Konyada doğmuştur. Şeyh Ekber, Konyaya geldikten sonra, Sadreddinin babası ölmüş ve validesi dul kalmıştı. Şeyh Ekber bu dul kadınla evlendiğinden, Sadreddin onun manevi terbiyesi ile inkişaf etmiş ve Vahdet-i vücud meslekinin Anadoluda tutunmasına pek çok hizmet etmiştir. Zaten eserlerinin çoğu, Muhyiddin Arabinin fikir ve itikatlarını şerh ve tenkide münhasır gibidir.
Sadeddin Hamevî ve Necmeddin Dâye gibi başlıca Necm-i Kübra halifeleriyle mülakat eden, Mevlâna ile aralarında karşılıklı bir samimi muhabbet bulunan Sadreddin Konevînin vefatı, Mevlânadan sonradır. (Bak. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 1981, s.202)
(43) (Nasr 110/1): Allahın yardımı gelip Mekke fethi müyesser olunca...
(44) Zarar verici nesneler ve saptırıcı fitneler olmaksızın sana kavuşma şevkini istiyorum.
(45) (Kaf 50/16): ...Biz ona şah damarından daha yakınız.
(46) Allahın sıfatlarından.
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
8. Gönül ve Kalb :
Fakra ulaşanlar sebat edenlerdir. Yoldan çıkarak gözden düşmüş olanlara
uyanlar onlar gibi olur. Allah, Âdemin hamurunu bizzat hazırladı.
Melekler o kadar düşündüler ve Âdemin yapısının nasıl olduğunu bilemediler. İblis, Âdemin çevresinde dolaşırken ağzını açık görüp girdi. Âdemin yaratılışını anlamaya çalıştı. Kalbe kadar ulaştı, ancak gönlüne girmeye yol bulamadı; çünkü Âdemin gönlüne girmek için Şeytana yol yoktur. Vesvese mahalli göğüstür (sadrdır), kalb değil. Allah buyurur: Yüvesvisü fî sudûrin-nâsi minel-cinneti ven-nâs (47).
Bin endişeyle geri döndü. Âdemin kalbine giremedi ve herkes tarafından da böylece reddedildi. (42b) Bundan dolayı tarikat büyükleri demiştir ki : kim bir gönül reddetse bütün gönüllerde reddedilmiş olur. Kim bir gönül kabul etse bütün gönüller de onu kabul eder. Ancak halkın çoğu gönlü nefisten ayıramaz. Fukara dilinde : Halkın reddi, Hakkın kabulüdür. sözündeki halk, nefsi kalbten ayıramayan halktır.
DİPNOTLAR :
(47) (Nâs 114/5-6) : Gerek insanlardan olsun gerek cinlerden (o) insanların göğüslerine vesvese verendir.
Fakra ulaşanlar sebat edenlerdir. Yoldan çıkarak gözden düşmüş olanlara
uyanlar onlar gibi olur. Allah, Âdemin hamurunu bizzat hazırladı.
Melekler o kadar düşündüler ve Âdemin yapısının nasıl olduğunu bilemediler. İblis, Âdemin çevresinde dolaşırken ağzını açık görüp girdi. Âdemin yaratılışını anlamaya çalıştı. Kalbe kadar ulaştı, ancak gönlüne girmeye yol bulamadı; çünkü Âdemin gönlüne girmek için Şeytana yol yoktur. Vesvese mahalli göğüstür (sadrdır), kalb değil. Allah buyurur: Yüvesvisü fî sudûrin-nâsi minel-cinneti ven-nâs (47).
Bin endişeyle geri döndü. Âdemin kalbine giremedi ve herkes tarafından da böylece reddedildi. (42b) Bundan dolayı tarikat büyükleri demiştir ki : kim bir gönül reddetse bütün gönüllerde reddedilmiş olur. Kim bir gönül kabul etse bütün gönüller de onu kabul eder. Ancak halkın çoğu gönlü nefisten ayıramaz. Fukara dilinde : Halkın reddi, Hakkın kabulüdür. sözündeki halk, nefsi kalbten ayıramayan halktır.
DİPNOTLAR :
(47) (Nâs 114/5-6) : Gerek insanlardan olsun gerek cinlerden (o) insanların göğüslerine vesvese verendir.
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
9. Bir Şeyhe Bağlanmak ve Tâlibin Nitelikleri :
Necmeddin-i Kübrâ der ki:
Kim tarikate girer, sonra ayrılırsa mürtedi tarîkat olur. Tarikatten kovulmak, şeriatten kovulmaktan beterdir. Çünkü şeriatten çıkan kelimei tevhidi (43a) söylemekle kurtulur. Ancak tarikatten kovulan amel-i sakaleyn ile bile işe yaramaz. talebül-hâl ez-zevâli muhâlün (48) . Bu zaîf de der ki:
Her kime kim inâyetün olmazise delîl-i râh
Kande varurısa ana zulmet ola fürûg-ı mâh (49)
Necmi Dâye der ki:
Mürid zâhirinde ve bâtınında şeyhine tam teslim olmalıdır; onun işlerine ve sözlerine hiç itiraz etmemelidir. Şâyet yumurta kuşun tasarrufundan dışarı düşse bâtıl olur. Artık ondan bir hayır gelmez; ne kuş olur ne yumurta. (43b) Yumurta kuşun tasarrufundan çıkıp fasit olunca cihanın bütün kuşları toplansalar yine o yumurtayı ıslah edemezler. Bunun gibi şâyet mürid, şeyhin vilâyetinden reddedilirse artık hiç bir şeyh onu bir yere ulaştıramaz; bütün şeyhlerce reddedilmiş olur. Ancak bir özür ile, onun inâyeti delîl-i râh olanlar için ümit var.
Bayezide :
Tâlibe ne gerektir? diye sordular.
Doğuştan devlet. dedi.
O olmazsa? dediler.
Güçlü bir vücut. dedi.
O da olmazsa? diye sorduklarında ise :
O zaman ölmek olmaktan yeğdir. cevabını verdi.
Meşayihten bazıları Allaha giden yolda pek çok menzil ve aşamaların olduğunu, pek çoğunun ilk basamakta kaldığını, men (44a) yuzlilillâhu felâ hâdiyeleh ve yezerühüm fî tugyânihim. (50) âyeti gereğince Allahın yardımı ulaşanların ise ileri gittiğini söylemişlerdir.
Sümme reşşe aleyhim min nûrihî (51) kime yetişirse sülûkünde ona yol gösterir.
Fe men esâbe min zâliken-nûri ihtedâ (52) kime ulaşmazsa karanlıkta, dalalette kalır.
Artık o, mürşid talebiyle nereye gitse ayın ışığı ona zulmet olur. Yani evliyanın keşif nûrları ona şüphe karanlıkları olur. Bir mürşidin hizmetine girdiğinde de tam bir teslim, saygı ve bağlılıkla hizmet etmeyeceği için inat ve itiraz karanlıklarında kalır.
Necmü Dâye der ki:
Sadık bir mürid başlangıçta vellezîne câhedû fînâ (53) kaziyyesi üzere ayağını talep yoluna koyarsa Rabbanî yardımın cezbesi onun gönül yüzünü nefsten dönderir ve onun tarafına yöneltir.
Allah, (44b) Lenehdiyennehüm sübülenâ (54) sünneti üzere şeyhin cemâlini onun kalb aynasına arz eder; mürid bu cemâle aşık olur. Artık kararı kalmaz. Bütün saadetlerin kaynağı bu âşıklıktır. Mürid, şeyhin vilâyetinin cemâline âşık olmayınca kendi irade ve ihtiyarından çıkmaz, kendini şeyhe tam teslim edemez. Kim, vellezîne câhedû fînâ kaziyyesi üzere yola girerse inâyetin ona delîl-i râh, yardımcı olmasın; yani hangi şeyhin hizmetini seçip ona mürid olursa ay ışığı ona zulmet ola, yani şeyhin parlak cemâli onun kalb aynasına parlaklık göstermesin, vücut perdesinde kalsın. (45a)
DİPNOTLAR :
(48) Geçmiş hâli talep etmek muhaldir.
(49) Beyt adı altında burada yer alan ve açıklaması yapılan beyitler Hakîkînin Divanında Der-tazarru ve Arz-ı Niyaz ve Nasîhat başlığı altında 293b varağında yer alan 9 beyitlik bir şiirdir ve ilk üç beyti şu şekildedir:
Her kime kim inâyetün olmaz ise delîl-i râh
Kande varurısa ana zulmet ola fürûg-ı mâh
Câziben irmeyen kişi ne yüz agarda say idüp
Neyleye nide kaldı ol tâlii gibi rû-siyâh
Pertev-i talatün kimün cânına şule salmadı
Vasluna layık olmadı müzdi anun kamu günah
(50) Araf 7/186: Allah kimi şaşırtırsa onu doğru yola götürecek yoktur, Allah onları şaşkın bir halde azgınlıkları içinde bırakır.
(51) Sonra onların üzerine kendi nûrundan serpti.
(52) Bu nûrdan kim nasipdar olduysa hidâyete ermiştir.
(53) Ankebut 29/69 : ... Uğrunuzda mücahede edenleri...
(54) Ankebut 29/69: ... elbette yolumuza götürürüz.
Âyetin tamamı mealen şöyledir: Uğrumuzda mücahede edenleri elbette yolumuza götürürüz; Allah iyi iş işleyenlerle beraberdir.
Necmeddin-i Kübrâ der ki:
Kim tarikate girer, sonra ayrılırsa mürtedi tarîkat olur. Tarikatten kovulmak, şeriatten kovulmaktan beterdir. Çünkü şeriatten çıkan kelimei tevhidi (43a) söylemekle kurtulur. Ancak tarikatten kovulan amel-i sakaleyn ile bile işe yaramaz. talebül-hâl ez-zevâli muhâlün (48) . Bu zaîf de der ki:
Her kime kim inâyetün olmazise delîl-i râh
Kande varurısa ana zulmet ola fürûg-ı mâh (49)
Necmi Dâye der ki:
Mürid zâhirinde ve bâtınında şeyhine tam teslim olmalıdır; onun işlerine ve sözlerine hiç itiraz etmemelidir. Şâyet yumurta kuşun tasarrufundan dışarı düşse bâtıl olur. Artık ondan bir hayır gelmez; ne kuş olur ne yumurta. (43b) Yumurta kuşun tasarrufundan çıkıp fasit olunca cihanın bütün kuşları toplansalar yine o yumurtayı ıslah edemezler. Bunun gibi şâyet mürid, şeyhin vilâyetinden reddedilirse artık hiç bir şeyh onu bir yere ulaştıramaz; bütün şeyhlerce reddedilmiş olur. Ancak bir özür ile, onun inâyeti delîl-i râh olanlar için ümit var.
Bayezide :
Tâlibe ne gerektir? diye sordular.
Doğuştan devlet. dedi.
O olmazsa? dediler.
Güçlü bir vücut. dedi.
O da olmazsa? diye sorduklarında ise :
O zaman ölmek olmaktan yeğdir. cevabını verdi.
Meşayihten bazıları Allaha giden yolda pek çok menzil ve aşamaların olduğunu, pek çoğunun ilk basamakta kaldığını, men (44a) yuzlilillâhu felâ hâdiyeleh ve yezerühüm fî tugyânihim. (50) âyeti gereğince Allahın yardımı ulaşanların ise ileri gittiğini söylemişlerdir.
Sümme reşşe aleyhim min nûrihî (51) kime yetişirse sülûkünde ona yol gösterir.
Fe men esâbe min zâliken-nûri ihtedâ (52) kime ulaşmazsa karanlıkta, dalalette kalır.
Artık o, mürşid talebiyle nereye gitse ayın ışığı ona zulmet olur. Yani evliyanın keşif nûrları ona şüphe karanlıkları olur. Bir mürşidin hizmetine girdiğinde de tam bir teslim, saygı ve bağlılıkla hizmet etmeyeceği için inat ve itiraz karanlıklarında kalır.
Necmü Dâye der ki:
Sadık bir mürid başlangıçta vellezîne câhedû fînâ (53) kaziyyesi üzere ayağını talep yoluna koyarsa Rabbanî yardımın cezbesi onun gönül yüzünü nefsten dönderir ve onun tarafına yöneltir.
Allah, (44b) Lenehdiyennehüm sübülenâ (54) sünneti üzere şeyhin cemâlini onun kalb aynasına arz eder; mürid bu cemâle aşık olur. Artık kararı kalmaz. Bütün saadetlerin kaynağı bu âşıklıktır. Mürid, şeyhin vilâyetinin cemâline âşık olmayınca kendi irade ve ihtiyarından çıkmaz, kendini şeyhe tam teslim edemez. Kim, vellezîne câhedû fînâ kaziyyesi üzere yola girerse inâyetin ona delîl-i râh, yardımcı olmasın; yani hangi şeyhin hizmetini seçip ona mürid olursa ay ışığı ona zulmet ola, yani şeyhin parlak cemâli onun kalb aynasına parlaklık göstermesin, vücut perdesinde kalsın. (45a)
DİPNOTLAR :
(48) Geçmiş hâli talep etmek muhaldir.
(49) Beyt adı altında burada yer alan ve açıklaması yapılan beyitler Hakîkînin Divanında Der-tazarru ve Arz-ı Niyaz ve Nasîhat başlığı altında 293b varağında yer alan 9 beyitlik bir şiirdir ve ilk üç beyti şu şekildedir:
Her kime kim inâyetün olmaz ise delîl-i râh
Kande varurısa ana zulmet ola fürûg-ı mâh
Câziben irmeyen kişi ne yüz agarda say idüp
Neyleye nide kaldı ol tâlii gibi rû-siyâh
Pertev-i talatün kimün cânına şule salmadı
Vasluna layık olmadı müzdi anun kamu günah
(50) Araf 7/186: Allah kimi şaşırtırsa onu doğru yola götürecek yoktur, Allah onları şaşkın bir halde azgınlıkları içinde bırakır.
(51) Sonra onların üzerine kendi nûrundan serpti.
(52) Bu nûrdan kim nasipdar olduysa hidâyete ermiştir.
(53) Ankebut 29/69 : ... Uğrunuzda mücahede edenleri...
(54) Ankebut 29/69: ... elbette yolumuza götürürüz.
Âyetin tamamı mealen şöyledir: Uğrumuzda mücahede edenleri elbette yolumuza götürürüz; Allah iyi iş işleyenlerle beraberdir.
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
10. Keşf ve Kerâmet :
Nasıl ki Peygamberin cihanı aydınlatan cemâlini münafıklar ve kafirler
pek çok mucize ile gördükleri hâlde görmezlerdi. Çünkü onlara nübüvvet
ve risalet aydınlık göstermedi. Bir başka deyişle hangi keşf ve keramete
ulaşırsa gurur ve kibir oluşur, ayın ışığı, yani mükaşefat nûrları ona
zulmet olur.
Sultan Hoca Ali, keşfin keşişlerde bile olduğunu söylemiştir. İstidrac denen keramet şeytanîdir. Tayy-ı mekan denen olay cine aittir ki bir anda çok mesafeler kat edebilir. (45b.) Bu keramete keşişler bile sahip olabilir.
Talip, gönlünü Allahtan başka her şeyden temizlemelidir. Onların işi keşişler, cinler ve şeytanların yaptığı gibi keşf ve keramet değildir. Bakınca sûretin bile aksettiği su pis bir kapta olsa içilmez, temiz bir kapta olan durgun su ise içilir. Bidat ehlinin içleri pislenmiştir. Keşifleri, kerametleri, himmetleri ve sözleri de murdardır.
Ferîdüddin Muhammed Attâr şöyle der:
O kötü ışıkta boğulup gitme
(Tû bedân nûrı necis garre meşev)
Onların sözleri kötü kaptaki durgun su gibi hiçbir işe yaramaz, belki insanı helake sürükler. (46a)
Derler ki : keşf kendi hata ve eksiklerini bilmektir.
Men arefe nefsehu bil-ubudiyyeti fekad arefe Rabbehu bir-rubûbiyyeti (55) hünerine ve sırların içine ulaşmaktır. Keramet bütün bağları kesip mücerret olmaktır.
Kadem kendiliğinden dışarıya ayak basmaktır ki sülukte maksada ulaşılsın. Himmet; iki âleme, Hakkın aşağısına baş eğmektir. Bütün bu keşf, keramet, kadem ve himmet Hak ile meşgul olmaktır. Bunun aksi, başkalarıyla oyalanmaktır ve perdedir.
Ayrıca demişlerdir ki:
Keramet ya havada uçmak ya su üzerinde yürümektir; oysa havada uçmak erenlerin yanında bir sivrisinek derecesidir. Deniz üzerinde yürümek ise bir saman çöpü gibi olmaktır. Bunlara itibar edilmez. (46b) Yine demişlerdir ki:
Alışılmışın dışında bu gibi işler bir kimsede görülse ve o kişi bu kerametlerle halk içinde sevilip sayılsa muhtemelen ona öbür dünyada :
ez hebtüm tayyıbâtiküm fî hayâtikümüd-dünya ves-temtatüm bihâ (56) nasip olmaz.
Şimdi bir başka söze geldik; kişi hangi ilim ve fenni elde ederse maksadı
amel değil de şöhret ve makam ise; ayın aydınlığı, yani ilim ve amelin
bir araya gelmesiyle ortaya çıkan yakin nûru ona zulmet olur. Bu bağlamda Monla (molla) da bir mesnevî söylemiştir:
Seciyesi kötü olana ilim ve fen öğretmek
Haydudun eline kılıç vermek gibidir.
(47a) Kişi yaptığı ibadetleri sırf Allah için yapmazsa ibadet nûrları ona yüz göstermez ve yaptığı ibadetler onun için gurur ve bir perde olur.
Yapılan ibadetlerle ve ehibbuhu yardımı yol gösterici olmazsa ay ışığı ona zulmet olur. Küntü lehü seman ve basaran (57).
Bir başkası; kişi kendisini salik, âbid, zahid, ârif; hangi makamda gösterirse göstersin : cezebetün min cezebâtil-Hakkı (58) yardımı ona yol gösterici olmazsa ay ışığı ona zulmet olur. (47b)
DİPNOTLAR :
(55) Kim kendi nefsinin zatının kulluğunu bilirse şüphesiz Rabbının da Rabblığını bilir.
(56) Ahkaf 46/20 : ...lezzetlerinizi dünya diriliğinde zayi ettiniz, orada safa sürdünüz....
(57) Ben onun kulağı ve gözü olurum.
(58) Hak cezbelerinden bir cezbe.
Nasıl ki Peygamberin cihanı aydınlatan cemâlini münafıklar ve kafirler
pek çok mucize ile gördükleri hâlde görmezlerdi. Çünkü onlara nübüvvet
ve risalet aydınlık göstermedi. Bir başka deyişle hangi keşf ve keramete
ulaşırsa gurur ve kibir oluşur, ayın ışığı, yani mükaşefat nûrları ona
zulmet olur.
Sultan Hoca Ali, keşfin keşişlerde bile olduğunu söylemiştir. İstidrac denen keramet şeytanîdir. Tayy-ı mekan denen olay cine aittir ki bir anda çok mesafeler kat edebilir. (45b.) Bu keramete keşişler bile sahip olabilir.
Talip, gönlünü Allahtan başka her şeyden temizlemelidir. Onların işi keşişler, cinler ve şeytanların yaptığı gibi keşf ve keramet değildir. Bakınca sûretin bile aksettiği su pis bir kapta olsa içilmez, temiz bir kapta olan durgun su ise içilir. Bidat ehlinin içleri pislenmiştir. Keşifleri, kerametleri, himmetleri ve sözleri de murdardır.
Ferîdüddin Muhammed Attâr şöyle der:
O kötü ışıkta boğulup gitme
(Tû bedân nûrı necis garre meşev)
Onların sözleri kötü kaptaki durgun su gibi hiçbir işe yaramaz, belki insanı helake sürükler. (46a)
Derler ki : keşf kendi hata ve eksiklerini bilmektir.
Men arefe nefsehu bil-ubudiyyeti fekad arefe Rabbehu bir-rubûbiyyeti (55) hünerine ve sırların içine ulaşmaktır. Keramet bütün bağları kesip mücerret olmaktır.
Kadem kendiliğinden dışarıya ayak basmaktır ki sülukte maksada ulaşılsın. Himmet; iki âleme, Hakkın aşağısına baş eğmektir. Bütün bu keşf, keramet, kadem ve himmet Hak ile meşgul olmaktır. Bunun aksi, başkalarıyla oyalanmaktır ve perdedir.
Ayrıca demişlerdir ki:
Keramet ya havada uçmak ya su üzerinde yürümektir; oysa havada uçmak erenlerin yanında bir sivrisinek derecesidir. Deniz üzerinde yürümek ise bir saman çöpü gibi olmaktır. Bunlara itibar edilmez. (46b) Yine demişlerdir ki:
Alışılmışın dışında bu gibi işler bir kimsede görülse ve o kişi bu kerametlerle halk içinde sevilip sayılsa muhtemelen ona öbür dünyada :
ez hebtüm tayyıbâtiküm fî hayâtikümüd-dünya ves-temtatüm bihâ (56) nasip olmaz.
Şimdi bir başka söze geldik; kişi hangi ilim ve fenni elde ederse maksadı
amel değil de şöhret ve makam ise; ayın aydınlığı, yani ilim ve amelin
bir araya gelmesiyle ortaya çıkan yakin nûru ona zulmet olur. Bu bağlamda Monla (molla) da bir mesnevî söylemiştir:
Seciyesi kötü olana ilim ve fen öğretmek
Haydudun eline kılıç vermek gibidir.
(47a) Kişi yaptığı ibadetleri sırf Allah için yapmazsa ibadet nûrları ona yüz göstermez ve yaptığı ibadetler onun için gurur ve bir perde olur.
Yapılan ibadetlerle ve ehibbuhu yardımı yol gösterici olmazsa ay ışığı ona zulmet olur. Küntü lehü seman ve basaran (57).
Bir başkası; kişi kendisini salik, âbid, zahid, ârif; hangi makamda gösterirse göstersin : cezebetün min cezebâtil-Hakkı (58) yardımı ona yol gösterici olmazsa ay ışığı ona zulmet olur. (47b)
DİPNOTLAR :
(55) Kim kendi nefsinin zatının kulluğunu bilirse şüphesiz Rabbının da Rabblığını bilir.
(56) Ahkaf 46/20 : ...lezzetlerinizi dünya diriliğinde zayi ettiniz, orada safa sürdünüz....
(57) Ben onun kulağı ve gözü olurum.
(58) Hak cezbelerinden bir cezbe.
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
11. Hacı Paşa (Hacı Bayram-ı Velî) ve Şeyhi (Somuncu Baba)nin Büyüklüğü :
Şeyhin makbullerinden olan Kösece Ömer der ki:
Nice zamandır şeyhin hizmetinde bulundum, dolayısıyla artık irşad etmeye lâyık hâle geldiğimi düşündüm. Böylece pek çok kişiyi irşad etmek için halvete soktum. Ansızın Hacı Paşam (59) geldi; sırtımdan bastırıp göğsümden sıyırıverdi. Bende dervişlikten bir eser kalmadı. Bana hâlimi bildirdi, yeniden başa dönüp işe başladım. (48a)
Künci Sinan, Hacı Paşam hazretlerinden rivâyetle der ki:
Şeyh buyurdu ki, şeyh hazretlerinin irşaddaki kemaline üç kez iman getirdim. Bir anda beni bir makama ulaştırdı ki fî makadi sıdkın inde melikin muktedir (60), ondan ibarettir. Bir kez o olmaksızın müşahede etmek istedim ve beni geri dönderip şeyhinle gel dediler. Bir keresinde de on sekiz bin âlemi pamuk torbası gibi koltuğumun altında gördüm. Bu hâlde iken bir el omuzuma dokundu, şeyh hazretleri idi. Monla Hacı sakın mağrur olma hâ! dedi. Kendime gelince şeyhin kemâline inandım. (48b)
Meşrebimiz Allaha minnet, yolumuz pak, senedimiz açık, isnadımız sağlam, önderimiz Nebiyyüllâh (sallallahu aleyhi ve selem) Hz. Peygamberin Miractaki gibi olmasının sebebi mübârek cisminin ruhanî olması idi; gölgesi yoktu. Diğer sıfatları halkın sıfatları gibiydi. Halkın sıfatlarının seyr ettiği yerde onun sûreti seyr ederdi. Halkın mânâsının seyr ettiği yerde onun sıfatı seyr ederdi. Halkın sırrının seyr ettiği yerde Resûlün mânâsı seyr ederdi. Resûlün sırrının yetiştiği yeri ise hiç kimse bilememiştir.
(49a) Evliyanın ne kadar kemalâtı varsa Resûlün şeriatine ve sünnetine uymakla olur. Bizim için şeriatten çıkmak şeyhimizin yolunu terk edip, bendini, yolunu, mertebesini bilmeyen, kendini beğenmişlere iltifat etmek mümkün değildir.
DİPNOTLAR :
(59) Buradaki Hacı Paşa, Hacı Bayram-ı Velîdir. Diğer Hacı Paşa ise (ö.827/1424(?)); Anadolunun İbni sinası diye anılan hekim, kelâm âlimi, müfessir bir kişi olan Celâleddin Hızırdır ve Konyalıdır. Kâhirede Hanefî fakîhi Ekmeleddin el-Bâbertîden dinî ve aklî ilimleri okumuş. Anadoludan okumak için Mısıra gelen Molla fenârî, Ahmedî, Bedreddin Simâvî ve Müeyyed b. Abdülmümin gibi kişiler ondan yakınlık görmüşler; bir ders arkadaşı da Seyyid Şerif Cürcânîdir. Pek çok eseri arasında Siraceddin el- Urmevînin mantık konusundaki eseri Metâliul-Envârın Kutbiddin et-Tahtânî tarafından yapılmış şerhi Levâmiul-Esrâr üzerine bir haşiye olan Şerhu Levâmiul-Esrâr fi Şerhi Metâliul-Envâr isimli eser de bulunmaktadır.
(60) Kamer 54/55 : ..kudert sahibi melikin yanında sıdk meclisindedirler..
Şeyhin makbullerinden olan Kösece Ömer der ki:
Nice zamandır şeyhin hizmetinde bulundum, dolayısıyla artık irşad etmeye lâyık hâle geldiğimi düşündüm. Böylece pek çok kişiyi irşad etmek için halvete soktum. Ansızın Hacı Paşam (59) geldi; sırtımdan bastırıp göğsümden sıyırıverdi. Bende dervişlikten bir eser kalmadı. Bana hâlimi bildirdi, yeniden başa dönüp işe başladım. (48a)
Künci Sinan, Hacı Paşam hazretlerinden rivâyetle der ki:
Şeyh buyurdu ki, şeyh hazretlerinin irşaddaki kemaline üç kez iman getirdim. Bir anda beni bir makama ulaştırdı ki fî makadi sıdkın inde melikin muktedir (60), ondan ibarettir. Bir kez o olmaksızın müşahede etmek istedim ve beni geri dönderip şeyhinle gel dediler. Bir keresinde de on sekiz bin âlemi pamuk torbası gibi koltuğumun altında gördüm. Bu hâlde iken bir el omuzuma dokundu, şeyh hazretleri idi. Monla Hacı sakın mağrur olma hâ! dedi. Kendime gelince şeyhin kemâline inandım. (48b)
Meşrebimiz Allaha minnet, yolumuz pak, senedimiz açık, isnadımız sağlam, önderimiz Nebiyyüllâh (sallallahu aleyhi ve selem) Hz. Peygamberin Miractaki gibi olmasının sebebi mübârek cisminin ruhanî olması idi; gölgesi yoktu. Diğer sıfatları halkın sıfatları gibiydi. Halkın sıfatlarının seyr ettiği yerde onun sûreti seyr ederdi. Halkın mânâsının seyr ettiği yerde onun sıfatı seyr ederdi. Halkın sırrının seyr ettiği yerde Resûlün mânâsı seyr ederdi. Resûlün sırrının yetiştiği yeri ise hiç kimse bilememiştir.
(49a) Evliyanın ne kadar kemalâtı varsa Resûlün şeriatine ve sünnetine uymakla olur. Bizim için şeriatten çıkmak şeyhimizin yolunu terk edip, bendini, yolunu, mertebesini bilmeyen, kendini beğenmişlere iltifat etmek mümkün değildir.
DİPNOTLAR :
(59) Buradaki Hacı Paşa, Hacı Bayram-ı Velîdir. Diğer Hacı Paşa ise (ö.827/1424(?)); Anadolunun İbni sinası diye anılan hekim, kelâm âlimi, müfessir bir kişi olan Celâleddin Hızırdır ve Konyalıdır. Kâhirede Hanefî fakîhi Ekmeleddin el-Bâbertîden dinî ve aklî ilimleri okumuş. Anadoludan okumak için Mısıra gelen Molla fenârî, Ahmedî, Bedreddin Simâvî ve Müeyyed b. Abdülmümin gibi kişiler ondan yakınlık görmüşler; bir ders arkadaşı da Seyyid Şerif Cürcânîdir. Pek çok eseri arasında Siraceddin el- Urmevînin mantık konusundaki eseri Metâliul-Envârın Kutbiddin et-Tahtânî tarafından yapılmış şerhi Levâmiul-Esrâr üzerine bir haşiye olan Şerhu Levâmiul-Esrâr fi Şerhi Metâliul-Envâr isimli eser de bulunmaktadır.
(60) Kamer 54/55 : ..kudert sahibi melikin yanında sıdk meclisindedirler..
- Hacer
- Kıdemli Üye
- Mesajlar: 506
- Kayıt: 03 Nis 2007, 02:00
12. Bir Şeyhin Hizmetine Girmenin Şartları :
Fîhimâfîhte der ki:
Zamanın güzellerini bir yere topladılar ve Mecnuna :
Bak, Allah kudretiyle neler yapmıştır. dediler. Mecnun başını kaldırıp bakmadı. Bakması için ısrar ettiler. O zaman dedi ki:
Leylanın sevgisi başımın üzerinde keskin bir kılıç tutmaktadır; başımı kaldırdığımda boynumu vurmasından korkarım.
Mürid şeyhin cemâlinin vilâyetine âşık olup siyaset vilâyetinin saltanatı gönlüne iz bırakmayınca manevî ilgi ortaya çıkmaz ve şeyhin bâtınından müride bir yardım ulaşmaz.
Necmü Dâye der ki:
Şâyet şifâ dağıtan doktor hasta olsa kendi kendini tedavi edemez. (49b) Çünkü hastalıktan dolayı artık eski doktor değildir. Ona sağlıklı, iyi görüşlü bir doktor gerek. Şâyet bulunmazsa hasta doktorun tedavisi pek fayda vermez. Müride bir yardım ulaşmaz.
Seni bilen uyumakta sen uyumaktasın
Uyuyan uyuyanı nasıl uyandırsın.
Artık hata ile nefse ve şeytana aldanmamak, kendi ilmine ve aklına güvenmemek gerektiği iyice anlaşılmış olmalı. İradet tohumu gönle düşünce, gaybın hizmetçilerine saygı göstermeli, onları bir ganimet olarak görmelidir.
Bir ulunun hizmetine girince onun kâmil olup olmadığını bilmiyorsa da aleyküm bis-semi vet-tâati (61) işaretini kendisi için bilmeli. Şöyle buyrulur:
Velev kâne abden habeşiyyen. (62)
Meşâyih bu konuda :
kendi tasarrufunda olmaktansa bir kedinin tasarrufunda olmak daha iyidir. demişlerdir.
Velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete aynin. (63)
Ayrıca demişlerdir ki :
Kafdan Kafa uçmaktansa bir sivrisineğin kanadı altında olmak daha iyidir.
(50a) Bu sözlerin hepsi şöhret âfetinden kaçınmak gerektiğine işaret etmektedir.
Ben kendi çalışmamla ne yapabilir ne iş başarabilirim. Senden bir yardım ulaşmayan o kula yazık! (50b)
Halktan ve nefsten, kim talibi şeyhe hizmetten alıkoyarsa irade gücüyle buna engel olunmalıdır. Böylece fakr devletinden mahrum kalınmaz: Ondan mahrum olan iki cihan devletinden mahrumdur.
Şartlardan biri de müridin, şeyhine dost olana dost, düşman olana düşman olmasıdır.
Allah buyurur: Lâ tecidu kavmen yüminûne bil-lâhi vel-yevmil-âhiri yûadûne men hâddellahe ve Resûlehu velev-kâne âbâehüm ev ebnâehüm ev ihvânehüm ev aşîretehüm. (64)
Dostluğun belirtisi dostun dostunu dost, düşmanını düşman tutmaktır. (51a)
El-manâ :
ennehu lâyectemiul-îmânü mea vidâdı adâillâhi yani iman, Allahın düşmanlarına sevgi ile bir arada olmaz. Kim bir kimseyi sevmezse onun düşmanını da sevmesi şu iki yönden yasaklanmıştır: Kalbte Allahın düşmanına karşı sevgi varsa kişi ya münafık olur ya da büyük bir günah işlemiş olur. Sahih iman ve halis tevhide ulaşanlar mübtedîlerle bir arada oturmaz, yiyip içmezler.
Hakayık-ı Süllemîde:
Ve men dâhene mebtedian selebehullâhu halâvetes-süneni ve men dahike ilâ mübtediin nezeallahu nûrel-îmâni min kalbihi ve in lem yusaddak felyücerreb. (65) denilir.
Daha önce bir şeyhin dostunu dost, düşmanını düşman bilmekten söz edilmişti. Buna hadiste de işaret vardır: (51b)
Men etâküm ve emereküm cemîun alâ raculin vâhidin yürîdu en yeşukka asâküm ve teferraka cemâateküm faktulûhu. (66).
Men bâyea imâmen featâhu safkate yedîhi ve semerete kalbihî felyutfihu inistetaa fein câe âhare yünâzihu fedribû unukal-âhari. (67)
Men etâküm yani, kim ki size geldi emereküm yani din meselelerini gören ya doğruluk ve iradenize ya şeyh ile kalb bağınıza itikat ve istimdat ile cemîun yani toplanmış iken, bağlıyken alâ reculin vâhidin bir kişinin bağlılığı ile yürîdu en yeşukk asâküm yani diler ki igvâ ile yere karıştıra güzel inancınızı boza. İnkâr ile sıdk ve irâdenizi, nifâk ve karışıklık ile şeyhe ve tarîka teveccühünüzü, yüz çevirme ile şeyhin emirlerine teslim ve bağlılığınızı, inat ve itirazile ve teferraka cemâatüküm, kardeşlik topluluğunuzu dağıda; nefsinizi mücahadeden alıkoya, (52a) ruhunuzu, murakabeden ve Hakkı temaşadan, sırrınızı ibadete bağlılıktan alıkoya; faktulûhu ey kezibuhu yani katilden murat biatı ortadan kaldırmaktır demişler; (...) fektulûhu vezribû unukalâhiri kavliyle beyati sâniye ibtaline işarettir. Hak Teâlâ kelâmı kadîminde buyurur:
Men yutiir-Resûle fekad etâellâhe ve men tevellâ femâ erselnâke aleyhim hafîzan (68).
Bir âyetde dahi:
Felâ ve Rabbike lâ yüminûne hattâ yuhakkimûke fîmâ şecere beynehüm sümme lâyecidû fî enfüsihim haracen mimmâ kazeyte ve yüsellimû teslîmâ ( 69).
Ve hazret-i (52b) Resûl buyurur:
Men etâanî fekad etâallâhu ve men asânî fekad asallahe (70).
Bir hadiste dahi buyurur:
Vellahi lâ yüminü men lem yettebi hevâhu bimâ citü (71).
DİPNOTLAR :
(61) Size gereken dinlemek ve itaat etmektir.
(62) Habeşli bir köle bile olsa.
(63) Göz açıp kapayacak bir süre kadar bile beni nefsime bırakma.
(64) Mücâdele 58/22 : Allaha ve âhiret gününe iman edenlerin babaları veya oğulları veya kardeşleri veyahut soyu sopu aşiretleri olsa da yine Allahı ve peygamberini düşman tutanlara dostluk ettiğini göremezsin.
(65) Kim bir bidatçıya yalakalık ederse Allah ondan sünnetlerin lezzetini kahran alır, kim bir bidatçıya gülerse Allah ondan iman nûrunu söküp alır, eğer bunun öyle olmadığı düşünülüyorsa denensin!
(66) Kim size gelir ve siz bir adam üzerinde ittifak etmişken topluluğunuzu dağıtmak ve cemâatınızı ayrılığa düşürmek isteyerek size emrederse onu öldürünüz.
(67) Kim bir imama biat ederse ona itaat edin ve ona muhabbet edin. Şâyet onunla çekişen bir diğeri gelirse o diğerinin boynunu vurunuz.
(68) Nisa 4/80: Kim Peygambere itaat ederse Allaha itaat etmiş olur. Kim ki ondan yüz çevirirse kulak asma, çünkü seni onlar üzerine muhafız göndermedik.
(69) Nisa4/65: Öyle değil, Rabbın hakkı için onlar, aralarındaki karışık işlerde seni hakem kılmadıkça, hem de verdiğin hükümden dolayı can sıkıntısı duymaksızın sana tamamıyla münkad olmadıkça iman etmiş olmazlar.
(70) Kim bana itaat ederse Allaha itaat etmiş olur, kim bana asi olursa Allaha asi olmuş olur.
(71) Allaha yemin olsun ki gönlü benim getirdiklerime tabi olmayan iman etmiş olmaz.
Fîhimâfîhte der ki:
Zamanın güzellerini bir yere topladılar ve Mecnuna :
Bak, Allah kudretiyle neler yapmıştır. dediler. Mecnun başını kaldırıp bakmadı. Bakması için ısrar ettiler. O zaman dedi ki:
Leylanın sevgisi başımın üzerinde keskin bir kılıç tutmaktadır; başımı kaldırdığımda boynumu vurmasından korkarım.
Mürid şeyhin cemâlinin vilâyetine âşık olup siyaset vilâyetinin saltanatı gönlüne iz bırakmayınca manevî ilgi ortaya çıkmaz ve şeyhin bâtınından müride bir yardım ulaşmaz.
Necmü Dâye der ki:
Şâyet şifâ dağıtan doktor hasta olsa kendi kendini tedavi edemez. (49b) Çünkü hastalıktan dolayı artık eski doktor değildir. Ona sağlıklı, iyi görüşlü bir doktor gerek. Şâyet bulunmazsa hasta doktorun tedavisi pek fayda vermez. Müride bir yardım ulaşmaz.
Seni bilen uyumakta sen uyumaktasın
Uyuyan uyuyanı nasıl uyandırsın.
Artık hata ile nefse ve şeytana aldanmamak, kendi ilmine ve aklına güvenmemek gerektiği iyice anlaşılmış olmalı. İradet tohumu gönle düşünce, gaybın hizmetçilerine saygı göstermeli, onları bir ganimet olarak görmelidir.
Bir ulunun hizmetine girince onun kâmil olup olmadığını bilmiyorsa da aleyküm bis-semi vet-tâati (61) işaretini kendisi için bilmeli. Şöyle buyrulur:
Velev kâne abden habeşiyyen. (62)
Meşâyih bu konuda :
kendi tasarrufunda olmaktansa bir kedinin tasarrufunda olmak daha iyidir. demişlerdir.
Velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete aynin. (63)
Ayrıca demişlerdir ki :
Kafdan Kafa uçmaktansa bir sivrisineğin kanadı altında olmak daha iyidir.
(50a) Bu sözlerin hepsi şöhret âfetinden kaçınmak gerektiğine işaret etmektedir.
Ben kendi çalışmamla ne yapabilir ne iş başarabilirim. Senden bir yardım ulaşmayan o kula yazık! (50b)
Halktan ve nefsten, kim talibi şeyhe hizmetten alıkoyarsa irade gücüyle buna engel olunmalıdır. Böylece fakr devletinden mahrum kalınmaz: Ondan mahrum olan iki cihan devletinden mahrumdur.
Şartlardan biri de müridin, şeyhine dost olana dost, düşman olana düşman olmasıdır.
Allah buyurur: Lâ tecidu kavmen yüminûne bil-lâhi vel-yevmil-âhiri yûadûne men hâddellahe ve Resûlehu velev-kâne âbâehüm ev ebnâehüm ev ihvânehüm ev aşîretehüm. (64)
Dostluğun belirtisi dostun dostunu dost, düşmanını düşman tutmaktır. (51a)
El-manâ :
ennehu lâyectemiul-îmânü mea vidâdı adâillâhi yani iman, Allahın düşmanlarına sevgi ile bir arada olmaz. Kim bir kimseyi sevmezse onun düşmanını da sevmesi şu iki yönden yasaklanmıştır: Kalbte Allahın düşmanına karşı sevgi varsa kişi ya münafık olur ya da büyük bir günah işlemiş olur. Sahih iman ve halis tevhide ulaşanlar mübtedîlerle bir arada oturmaz, yiyip içmezler.
Hakayık-ı Süllemîde:
Ve men dâhene mebtedian selebehullâhu halâvetes-süneni ve men dahike ilâ mübtediin nezeallahu nûrel-îmâni min kalbihi ve in lem yusaddak felyücerreb. (65) denilir.
Daha önce bir şeyhin dostunu dost, düşmanını düşman bilmekten söz edilmişti. Buna hadiste de işaret vardır: (51b)
Men etâküm ve emereküm cemîun alâ raculin vâhidin yürîdu en yeşukka asâküm ve teferraka cemâateküm faktulûhu. (66).
Men bâyea imâmen featâhu safkate yedîhi ve semerete kalbihî felyutfihu inistetaa fein câe âhare yünâzihu fedribû unukal-âhari. (67)
Men etâküm yani, kim ki size geldi emereküm yani din meselelerini gören ya doğruluk ve iradenize ya şeyh ile kalb bağınıza itikat ve istimdat ile cemîun yani toplanmış iken, bağlıyken alâ reculin vâhidin bir kişinin bağlılığı ile yürîdu en yeşukk asâküm yani diler ki igvâ ile yere karıştıra güzel inancınızı boza. İnkâr ile sıdk ve irâdenizi, nifâk ve karışıklık ile şeyhe ve tarîka teveccühünüzü, yüz çevirme ile şeyhin emirlerine teslim ve bağlılığınızı, inat ve itirazile ve teferraka cemâatüküm, kardeşlik topluluğunuzu dağıda; nefsinizi mücahadeden alıkoya, (52a) ruhunuzu, murakabeden ve Hakkı temaşadan, sırrınızı ibadete bağlılıktan alıkoya; faktulûhu ey kezibuhu yani katilden murat biatı ortadan kaldırmaktır demişler; (...) fektulûhu vezribû unukalâhiri kavliyle beyati sâniye ibtaline işarettir. Hak Teâlâ kelâmı kadîminde buyurur:
Men yutiir-Resûle fekad etâellâhe ve men tevellâ femâ erselnâke aleyhim hafîzan (68).
Bir âyetde dahi:
Felâ ve Rabbike lâ yüminûne hattâ yuhakkimûke fîmâ şecere beynehüm sümme lâyecidû fî enfüsihim haracen mimmâ kazeyte ve yüsellimû teslîmâ ( 69).
Ve hazret-i (52b) Resûl buyurur:
Men etâanî fekad etâallâhu ve men asânî fekad asallahe (70).
Bir hadiste dahi buyurur:
Vellahi lâ yüminü men lem yettebi hevâhu bimâ citü (71).
DİPNOTLAR :
(61) Size gereken dinlemek ve itaat etmektir.
(62) Habeşli bir köle bile olsa.
(63) Göz açıp kapayacak bir süre kadar bile beni nefsime bırakma.
(64) Mücâdele 58/22 : Allaha ve âhiret gününe iman edenlerin babaları veya oğulları veya kardeşleri veyahut soyu sopu aşiretleri olsa da yine Allahı ve peygamberini düşman tutanlara dostluk ettiğini göremezsin.
(65) Kim bir bidatçıya yalakalık ederse Allah ondan sünnetlerin lezzetini kahran alır, kim bir bidatçıya gülerse Allah ondan iman nûrunu söküp alır, eğer bunun öyle olmadığı düşünülüyorsa denensin!
(66) Kim size gelir ve siz bir adam üzerinde ittifak etmişken topluluğunuzu dağıtmak ve cemâatınızı ayrılığa düşürmek isteyerek size emrederse onu öldürünüz.
(67) Kim bir imama biat ederse ona itaat edin ve ona muhabbet edin. Şâyet onunla çekişen bir diğeri gelirse o diğerinin boynunu vurunuz.
(68) Nisa 4/80: Kim Peygambere itaat ederse Allaha itaat etmiş olur. Kim ki ondan yüz çevirirse kulak asma, çünkü seni onlar üzerine muhafız göndermedik.
(69) Nisa4/65: Öyle değil, Rabbın hakkı için onlar, aralarındaki karışık işlerde seni hakem kılmadıkça, hem de verdiğin hükümden dolayı can sıkıntısı duymaksızın sana tamamıyla münkad olmadıkça iman etmiş olmazlar.
(70) Kim bana itaat ederse Allaha itaat etmiş olur, kim bana asi olursa Allaha asi olmuş olur.
(71) Allaha yemin olsun ki gönlü benim getirdiklerime tabi olmayan iman etmiş olmaz.