ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ (K.S.) ~ 100 MERTEBE

Alt Forumda kotegarize edilmeyen diğer Hakk Dostları.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ (K.S.) ~ 100 MERTEBE

Mesaj gönderen aNKa »

ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ (K.S.)


Anadolu'da yetişen büyük velîlerden.
Babasının ismi Ahmed'dir.
İsmi İsmâil, lakabı Rusûhî'dir.
Ankaravî diye meşhur oldu.
Ankara'da doğdu.
Doğum târihi belli değildir.

İlk tahsîlini doğum yeri olan Ankara'da yaptı.
Aklî ve naklî ilimleri, zamânının âlimlerinden okudu.
Arapça ve Farsça öğrendi.
Din ve fen ilimlerini öğrendikten sonra tasavvufa yöneldi.
Bayrâmiyye yoluna girip feyz aldı.
Tasavvuf derecelerinde yükseldi.
Hocası tarafından insanlara Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirildi.
Halvetiyye yolunda da icâzet alıp, insanlara ilim öğrettiği sırada gözlerinden rahatsızlandı.
Rahatsızlığından dolayı okuyup yazamaz oldu.
Göz hastalıkları tabiplerine mürâcaat edip, bilinen bütün sebeplere yapıştıysa da bir çâre bulamadı.
Gün geçtikçe gözündeki rahatsızlık şiddetleniyordu.
Bu esnâda kalbine, Allah adamlarından, merhamet kaynağı, mânevî bir tabîb bulması lâzım geldiği doğdu.
Dünyâ penceresi gözüne çâre bulacak bir Allah adamını aramak için Konya tarafına doğru yola çıktı.
Yolculuğu sırasında, önemli ihtiyaçlarını temin edebilmek için;
"Çalışıp kazananı Allahü teâlâ sever." hadîs-i şerîfi hükmünce, kendine göre ticâretle uğraşıyordu.
Ayrıca uğradığı yerlerdeki âlimleri de ziyâret âdeti idi.
Konya'ya vardığında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin torunlarından ve o sırada mevlevî şeyhi olan Çelebi Bostan Efendiyi ziyâret etti.
İlk karşılaştıklarında rahatsızlığı ile ilgili olarak Mesnevî'den şiirler okuduktan sonra; "Gözünün iyi olması, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sini şerhetmenizin hediyesi olacaktır. O halde sizin Mesnevî'yi şerh etmeniz lâzımdır. Bu sûretle gamınız gidecek, gözünüzde iyileşme olacaktır." diye müjdeledi.

İsmâil Ankaravî, bu müjdeye sevinerek Çelebi Bostan'ın talebesi oldu.
Bu arada gözlerinin ağrısı hafifledi.
Kısa zamanda Çelebi Bostan'ın sevgisine, teveccühlerine kavuştu.
Bir süre sonra Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî işâreti üzerine hocası tarafından Galata'daki Mevlevî dergâhına şeyh tâyin edildi.
Burada İsmâil Ankaravî bir taraftan insanlara doğru yolu anlatıyor, bir taraftan da Mesnevî'yi şerh ediyordu.
Şerhe başladığında gözünde biraz açılma oldu.
Tamamladığında tamâmen açıldı.
Allahü teâlânın izni ile o hastalığı büsbütün geçti.
İsmâil Ankaravî, bu şerhinde Mesnevî'nin derin ve anlaşılması zor mânâlarını açıkladı.
Bu şerhin önsözünde;
"Bu şerhi, baş gözümün ve kalp gözümün açılmasına devâ yapan, ummadığım yerden yardım ve ihsânı ile rızıklandıran, zâhirî, görünen, bilinen sebeplere beni muhtâc etmeyen ve beni hâl sâhibi kılan Allahü teâlâya hamdolsun" demiştir.

Zamânın sultânı Dördüncü Murâd Hana, tarîkat erbâbı kötülenmiş, onların bâzı işlerinin yasaklanması istenmişti.
Sultan yalnız böyle söyleyenlerin sözleriyle hareket etmeyip, zamânın tasavvuf ehli âlim ve fazîletli kimselere de tarikatla ilgili hususları sorup cevap istemişti.
Bunlar arasında İsmâil Ankaravî de vardı.
O da üç gün içinde yirmi sayfalık bir risâle yazıp arzetti.
Cevaplar, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve diğer zamânın önde gelen âlimleri tarafından incelenip uygun görüldü ve pâdişâh tarafından da kabûl edildi.
Böylece onların vesîlesi ile tasavvuf ehli, sıkıntıdan kurtuldu.
Azîz Mahmûd Hüdâî onun bu cevaplarını beğenip;
"Allahü teâlâ, muhâliflere karşı Rusûhî'nin ayağını sağlam ve sâbit eylesin. Onların inat damarlarını kesmekte söz kılıcını keskin eylesin. Muhâlifleri susturmakta mızrağını tesirli eylesin. Zamânımızda tasavvuf ehline karşı olanlarla onun cihâdı olmasaydı, onların eli hak tâliplerine uzanır, zarar verirdi. Doğru yolda olanlarla olmayanları birbirinden ayırmak zor olurdu. Allahü teâlâ onun delillerinin oklarını en doğru hedefe isâbet ettirdi." diye medhetti.

İsmâil Ankaravî'nin dergâhının civârında bir bakkal dükkanı vardı.
Bir akşam vakti bakkal sâhibi Yûsuf Efendi dükkanını kapayacağı sırada dükkana gâyet yakışıklı ve kendini mânevî hâl kaplamış bir genç girdi.
Genç kendisinden geçmiş ve ne yaptığının farkında olmadığı için, bakkal genci kovmaya hazırlanırken, ansızın dükkan kapısı sarsılarak açıldı, İsmâil Ankaravî göründü ve;
"Bu bîçâre, Allah adamlarının dergâhı civârına îtimâd edip, güvenip geldi ve bu dükkana sığındı. Ev sâhipliği ve insanlık kâidesince sakın ona dokunmayasın. Sakın hâneni harâb etmeyesin." diye îkâz ettikten sonra kayboldu.
Böylece hem genç bakkalın hışmından, hem de bakkal gönül kırmaktan kurtuldu.
Fakat bakkal, İsmâil Ankaravî'nin heybetli teveccühlerinin tesiriyle altı ay yatakta yattı.
Çok tövbe ve istiğfar etti.
Sıhhat ve âfiyete kavuşunca bütün malını dergahdaki talebelere sarf etti.
İsmâil Ankaravî'ye talebe olmakla şereflendi.
Çileli bir hizmetten sonra, icâzet aldıysa da, vefâtına kadar hocasının hizmetinden ayrılmadı.

İsmâil Ankaravî'nin dergâhına talebe olmak için birisi geldi.
İsmâil Ankaravî ona istihâre yapmasını söyledi.
O şahıs istihâre şartlarına elinden geldiği kadar riâyet edip yattı.
Ancak, o gece peşipeşine birkaç defâ ihtilâm oldu.
Sabah olunca, istihâresi soruldu.
Hayâ ve utancından hâlini beyâna cesâret edemedi.
Şaşkınlık ve suskunluğunu gören İsmâil Ankaravî;
"O sâdık âşık, büyüklerin rûhâniyetinin yardımı ile başkalarının riyâzet ve çalışma ile yirmi senede geçtiği, aştığı engeli o bir gecede geçti ve şehvet kirinden temiz oldu." diye müjdeledi.
Bu sûretle onu talebeliğe kabûl etti.
Ona nazar ve teveccüh ederek yüksek derecelere kavuşturdu.
Ona Derviş-i Afîf diye hitâb etti.
O da bu isimle meşhûr oldu.

İsmâil Ankaravî, ilmiyle âmil, fazîlet sâhibi bir zât idi.
Allahü teâlânın emirlerine uyar ve yasaklarından titizlikle sakınırdı.
Allahü teâlâya çok ibâdet eder, dünyâ malına kıymet vermezdi.
Zamanındaki devlet adamları kendisini sever, ilmini takdir eder, hürmette kusûr etmezlerdi.
İlim ehli ve sevenleri ile sohbetlerde bulunur, sohbeti, yalnızlığa tercih ederdi.
İnsanlar arasına karışıp, Allahü teâlânın dînini anlatmayı, bir köşeye çekilip ibâdet ve tâatle meşgûl olmaktan üstün tutardı.
Birçok ilimlerdeki yüksek derecesi yanında şâirliği de olan İsmâil Ankaravî, şiirlerinde Rusûhî mahlasını kullanırdı.
İsmâil Ankaravî'nin her zamanki âdetleri şöyle idi:
Sabahleyin Allahü teâlânın ism-i şerîfleri ile zikirden sonra, talebelerine ders verir, din bilgileri öğretirdi.
Sonra kitap yazmakla meşgûl olurdu.

İsmâil Ankaravî hak ve hakîkat yolunda bulunmak gerektiğini şöyle anlatır:


"Resûlullah efendimizden Abdullah bin Mes'ûd hazretleri şöyle naklediyor:
"Resûlullah efendimiz bize, doğru bir çizgi çizdi ve; "Bu, Allahü teâlânın yoludur." buyurdu. Sonra bu çizginin sağından ve solundan çıkan çizgiler çizip; "Bu yolların her birinde şeytan vardır ve kendine çağırır." buyurdu ve; "Doğru yol budur. Bu yolda olunuz. Fırkalara bölünmeyiniz." meâlindeki En'âm sûresi 53. âyet-i kerîmeyi okudular."


Resûlullah efendimizin yolu tevhîd, birlik ve muhabbet yoludur.
Onun için birçok âlim ve evliyâullah; "İnsanı doğru yoldan ayıran, sapıklığa götüren yollardan çok sakınınız. Biliniz ki, orta yol daha hayırlıdır." demişlerdir.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de bu konuda; "Herkes gücü yettiği kadar, hak yoldan ayrılmadan çok sakınıp, sırât-ı müstekîm üzere olmalıdır." buyurmuştur.
Fahreddîn-i Râzî de sırât-ı müstekîmi tefsîr ederken buyuruyor ki: "Allahü teâlâ niçin sırât-ı müstekîm buyurdu da sebîl-i müstekîm buyurmadı. Çünkü sırât lafzı, Cehennem'deki sırâtla ilgilidir. Öyle ki, insan bu dünyâda olan sırâtta, korku ve ümid üzere bulunmalıdır."
Bir kısım müfessirler de
"Sırât ikidir; biri dünyevî, dünyâ ile, diğeri uhrevî, âhiretle ilgilidir. Dünyâda olan sırât; Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîminde ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinde buyurduklarını Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsîr ederek bildirdiği doğru yoldur. Uhrevî, âhiretle ilgili sırât ise, hadîs-i şerîflerde bildirildiği gibi bütün insanların üzerine sevk edildiği, Cehennem üzerine kurulan kıldan ince, kılıçtan keskin, köprüdür.

Abdullah bin Mes'ûd'dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "Cehennem üzerine kıldan ince kılıçtan keskin olan sırât köprüsü kurulur. Bu köprüden, bir kısım insanlar şimşek gibi, bâzısı fırtına gibi geçer. Bir grup insan da kuş uçar gibi, bir fırka atlı gibi, bir zümre piyâde gibi geçer. Bir cemâat da, ateş onların yüzlerini yalar."

İsmâil Ankaravî hayâ ile ilgili bir soruya şöyle cevap verdiler:

"Bir gün Peygamber efendimiz Eshâbına buyurdu ki:
"Eshâbım! Allahü teâlâdan tam bir şekilde hayâ ediniz."
Eshâb-ı kirâm dediler ki: "Yâ Resûlallah! Bizim hepimiz Allahü teâlâdan utanırız."
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Hayâ bu değildir. O kimse ki Allahü teâlâdan tam bir şekilde hayâ eder. Gözünü, kulaklarını ve diğer uzuvlarını haramlardan, bâtınını ve fercini (edeb yerini) haram ve zinâdan korur, ölümü hatırlar, âhireti diler, dünyânın süs ve zînetlerini terk eder ise, hakîkatte bu kimse Allahü teâlâdan hayâ etmiştir."
Hayâ güzel bir huydur ki dînimizce iyi olduğu bildirilmektedir. Hakdan ve insanlardan hayâ etmelidir. Hayâ edilmeyen işte hayır yoktur."


İsmâil Ankaravî ömrü boyunca iyiliği emr edip, kötülükten sakındırmaktan geri durmadı.
Bu hususlardaki nasîhatleri şöyle oldu:


Hazret-i Ali buyurdu ki: "Doğru bildiğini söylemek, susmaktan daha hayırlıdır. Günahkâr insanlara günah ve haramların kötülüğünü anlatmamak, iyilik değildir."
Kötü bir işi yapanı o işten sakındırmak, ibâdetlerin en fazîletlisidir.
Bir kimse bilmeyen birine yol gösterse, o da onun irşâdıyla hidâyete erse, yol gösteren kişi de, hidâyete kavuşan kimsenin sevâbı ve fazîleti kadar sevap kazanır.
Zîrâ Peygamber efendimiz;
"Başkalarını doğruluğa çağıran kimseye, kendisine uyanların sevâbı gibi sevâb verilir. Bununla berâber onların sevâbından da hiçbir şey eksilmez. Sapıklığa çağıran kimseye de ona uyanların günâhı gibi günah verilir. Bununla berâber ona uyanların günahlarından hiçbir şey eksilmez." buyurdu.
Dînin direği nasîhattır.
Bu sebeple Allahü teâlânın kullarına nasîhat etmeli ve yumuşak davranmalıdır.
Eğer söz tutmazlarsa onlara yumuşaklıkla hakîkati anlatmaya devâm etmelidir.
Zîrâ Peygamber efendimiz;
"Ümmetimden bir tâife, (topluluk) hak üzerine mücâdele etmekte, kıyâmete kadar gâlib olarak devâm edecektir." buyurmuştur.
Nasîhat edince fitne çıkma durumu varsa, bu hayırlı işten vazgeçilir.
Nasîhati, kabûl edenlere, dinleyenlere yapmak gerekir.

Vefâtına yakın İsmâil Ankaravî şöyle dedi:

"Yazdığımız eserlerle yaptığımız hizmetler, bu yolda kalpleri zayıf olanların îtikâdlarını kuvvetlendirmiş ve muhâliflere karşı bir müdâfaa olmuştur. İşimiz tamamlandı."
Bu sözleri ile vefâtlarının yakın oluşunu işâret etti.
1630 (H.1040) senesinde İstanbul'da vefât etti.
Vasiyeti üzerine Galata Mevlevîhânesi bahçesine defnedildi.

İsmâil Ankaravî'nin yazdığı kıymetli eserlerden bâzıları şunlardır:

1) Şerh-i Mesnevî,
2) Minhâc-ül-Fukarâ,
3) Zübdet-ül-Füsûs,
4) Îzâh-ül-Hikem,
5) Miftâh-ül-Belâga ve Misbâh-ül-Fesâha,
6) Fütûhât-ı Ayniyye fî Tefsîr-i Sûreti'l-Fâtiha.



DERVİŞLERİN SUSUZLUĞUNU GİDERMEK

İstanbul'da bâzı kimseler, Hasan Ağa isminde birinin evinde toplanıp, Mevlevîlerin aleyhinde konuştular.
Konuşmalarını; "Eğer mümkün olsa bir lokma ve yudum su verilecek kimseler değil." diye bitirmişlerdi.
Hasan Ağa da onların bu sözlerini tasvip ve tasdik etti.
O anda bedeninde umûmî bir bozukluk, rahatsızlık meydana geldi.
Yakıcı bir hummaya tutuldu.
Humma ateşini gidermek için soğuk su, buz konduğu için vücûdunun tabiî sıcaklığı azaldı.
Şişme ve susuzluk görüldü.
Tanıdık tabipler gerekli çârelere baş vurup bir netice alamayınca, şifâ bulması için İsmâil Rusûhî'ye mürâcaat edip yardım istemesini tavsiye ettiler.
Bunun üzerine edeb ve anlayış sâhibi bâzı zâtlar, Hasan Ağanın durumunu İsmâil Ankaravî'ye arz etti.
İsmâil Ankaravî; "Onun şifâsı, dervişlerin susuzluğunu gidermektedir." dedi.
Bu müjde Hasan Ağanın kulağına varınca, kısa zamanda pekçok sadaka dağıttı ve hayır hasenât yaptı.
Bulunduğu yerde dervişlerin ve gelip geçenlerin içip susuzluklarını gidermeleri için hemen bir çeşme yaptırdı.
İsmâil Ankaravî bu çeşmeden bir kap su doldurup bunu şifâ ve devâ olması için hayır duâda bulunduktan sonra Hasan Ağaya gönderdi.
Allahü teâlânın izni ile âcilen şifâya kavuşacağını müjdeledi.
Ancak o sudan bir yudum olsun kendisinin içmemesini tenbih etti.
Suyu alan Hasan Ağa, Allahü teâlânın izni ile derhal sıhhat buldu.
Hummanın harâreti ve susuzluk hâli gitti.
Bununla birlikte, Mevlevîler hakkındaki bozuk düşüncelerden kurtuldu.
Hemen İsmâil Ankaravî'nin huzûruna varıp, talebesi olmakla şereflendi.



1) Hülâsât-ül-Eser; c.1, s.418
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.259
3) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.25
4) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.765
5) Keşf-üz-Zünûn; s.630,856,1114, 1872
6) Brockelman; Sup.2, s.662
7) Sefînet-ül-Evliyâ; c.5, s.161
8) Mecmuâ-i Terâcim; s.101
9) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; c.2, s.37
10) Ziyâret-i Evliyâ; s.70
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.177
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

İsmail Ankaravî Dede


Minhacü'l Fukara adlı eserden

Resim

Merâtib-i sülûk (Sülûkun mertebeleri) ve Yüz Mertebe


Bu kısım on bâb üzere meydana getirilmiştir.
Ve her bâb onar dereceye şâmildir.

Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ResimResimResimResim 1. BAB ResimResimResimResim



Resim

1. DERECE: YAKAZA (Uyanık Olma Hali)

Hak Teâlâ bir hadis-i kudsî'sinde Davud (as)'a hitaben şöyle buyurdu:
"Ey Davud! Uyanık ol... Din kardeşine karşı yumuşak davran. Sana, benim isteğim doğrultusunda itaat etmeyene ve seninle muvafık olmayana dost ol ma. Çünkü o senin düşmanındır."

Buradaki yakazadan (uyanıklıktan) murad, gaflet uykusundan kurtulmaktır. Ve cehaletten berî olmaktır.
Salike evvela lâzım olan şey; gaflet uykusundan uyanması ve Hak için, onun rızası doğrultusunda kıyama kalkmasıdır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Habibine hitaben şöyle buyurmuştur:
"Ey Muhammed! Sen onlara şöyle de: 'Size birtek öğüdüm var. İkişer ikişer ve teker teker Allah'a yönelin. Sonra düşünün. Arkadaşınızda delilikten hiç bir eser yoktur. O, şiddetli bir azabın gelip çatmasından önce sizi uyaran bir peygamberden başka birşey değildir'." (Sebe, 46)

Şurası hiç şüphesiz ki, insan, fıtratı icabı gaflet uykusuna ve bunun muktezası olarak da cehalete daha fazla meyyaldir.
Canımız Hakk ile uyanık olmazsa uyanıklık bizim için iki dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir.
Resulullah (sav) efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardı: "İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar."
Yani, insanlar ekseriya gaflet uykusudadırlar.
Ve dinin emirlerini her dem uyanık olarak huzur-u kalb ile yeri ne getiremezler.

Bir kimsenin kalbi ve ruhu uyanık ve bilgili olursa, o zahiren (görünürde) uyusa bile, o ehl-i tahkikin nazarında uyanıktır. Ve ona uyuyor denilmez.
Zira onun uyuması, Hz. Peygamberin uyuması gibidir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Benim gözlerim uyusa bile kalbim ve ruhum Rabbimden haberdar ve uyanıktır."

Ruhun ve kalbin bîdar (uyanık) olması ve bu uyanıklığın istikrarlı olarak devam etmesi için bir üstad'a ihtiyaç vardır.
Onun va'z ve nasihatleri talip olan salikin ruhî melekelerini geliştirir.
Bu gelişmelerle beraber kalbî inkişaflar zuhur eder.
Bu zuhurlar saliki daima uyanık tutar.
Bu sayede, salik, hangi derecede ve makamda olduğunu anlamakta güçlük çekmez.
Hangi mertebede olduğunu müşahede etmesi onun aynı zamanda neye ihtiyacı olduğunu ve eksiğini nasıl kapatması gerektiğini ihsas eder.
Uyanıklığın en makbulü, sâlikin nefsine ait fesâid ve mâsiyetleri görmesi ve onları izâle etmeye çalışması hususundaki uyanıklığıdır.
Ve akabinde tevbe ve istiğfara koşabilme isteğidir.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

2. DERECE: Tevbe

"Ey iman edenler! Allah'a samimiyetle tevbe edin. Belki Rabbiniz kötülüklerinizi siler." (Tahrim; 8)
Tevbe demek meşâyihe göre Allah'ın hükmüne muhalefet etmekten rücu' etmektir.
Buradaki rücu'dan kasıt kalbin Allah'a asi olmaktan vazgeçip ona boyun eğmesi demektir.
İşte buna göre bir kimse; kalben fısk-ı fücurdan vazgeçmeyip lisan ile tevbe ederse, onun tevbesi kezzapların (yalancıların) tevbesidr. Ve asla kabul edilmez.
Ali (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Yalancıların yaptıkları tevbe, dillerinin ucuyla yaptıkları tevbedir."
Arapça "Tevbete'n—Nasûha" ifadesi terkip olarak "samimi tevbe" manasına gelir ve âyet-i kerimede de aynen bu şekliyle geçer.
Nasuh (samimi) kelimesi, mânâyı kuvvetlendirmek üzere, mübalağa sigasında kullanılmıştır.
Yani "halis, samimi ve içtenliğinde asla süphe olmayan" demektir.
Nitekim, halk arasında kullanılan bir terkipte "ase-lü'n-nasîh" denir.
Bunun mânâsı; "süzme bal" demektir.
Buradaki nasîh kelimesi "süzme, saf, şeffaf ve içinde herhangi bir iştah kaçırıcı kırıntı veya pis birikintinin bulunmadığı bal" mânâsına gelir.
İşte teşbihi tevbeyle birleştirecek olursak, samimi olarak yapılan tövbe, saf bal gibi süzme, şeffaf ve kirsiz demektir.
Bal nasıl ki içindeki bal mumundan arındırılıp saf hale getiriliyorsa, tevbe de içinden riya ve çirkefliklerin temizlenmesiyle nasuh (samimi) hale getirilir.
Yani, halis, sadık ve tertemiz olması nasuh tevbenin en önemli hususiyetleridir.

Muaz ibn i Cebel, Resulullah (sav) efendimize şöyle sordular; "Tevbe-i nasuh nedir ya Resulullah?"
Resulullah efendimiz cevaben; "Tevbe; Allah'a tevbe edenin, tevbe ettikten sonra, sütün memeden çıktıktan sonra, bir daha ona dönemeyeceği gibi, günahlara dönmemesidir."


Nitekim Hz. Mevlânâ beşinci ciltte bu hadis-i şerifi tefsir ederek şöyle buyuruyor:
Tevbe üç kısımdır.
Birincisi, tevbe-i avam.
İkincisi tevbe-i havas.
Üçüncüsü tevbe-i ehass-ı havas'dır.


Zünnûn hazretleri şöyle buyurdular:
"Avamın tevbesi, zulmetten kurtulmak içindir. Havasın tevbesi, gafletten kurtulmak içindir. Ehass-ı Havas'ın tevbesi ise, herşeyi Allah'tan bilip, her türlü yaptığı şeyden kendini yok saymak ve Allah'ı müşahede etmek içindir."


Zira, ehass-ı havas olan kimseler, hayratı, hasenatı, ibadetleri ve taâtleri kendilerinden bilmezler.
Ve ortada kendilerini görmezler.
Çünkü onların şuhudundan nazar itibariyle, vücudlarını görmek ve birşeyi kendilerinden bilmek büyük günahtır.
Resulullah(sav) bu mevzua münasip olarak şöyle buyurmuştur:
"Senin vücudun (varlığını senden bilmen) hiç bir günahla kıyas edilemeyecek derecede büyük günahtır."
işte bu ehass-ı havas (havasın da havas'ı) olan kimseler yapmış oldukları tevbeyi de Allah'tan bilirler.

Nuri hazretleri şöyle demiştir:
"Ariflerin tevbesi, bütün masivadan Allah'a sığınmaktır."
Belki de asıl tevbe, tevbeden tevbe etmektir.
Revim'in dediği gibi; "Asıl tevbe, tevbeden tevbe etmektir."

Ve Hz. Mevlânâ Mesnevî'sinde şöyle buyuruyor:
Yok olanın yolu başka yoldur.
Çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır.
Haberlerin haber vericisine bîhaber.
Tövben günahından beter.
Ey geçen hallerden tevbe etmek isteyen!
Bu tevbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin? Söyle.
Kâh zir nağmesini kıble edinirsin,
kâh ağlayıp inlemeyi öper durursun.


Ekmel-i Kamilin olanların tevbesi budur:
Mazi (geçmiş zaman) bunların katında zikrolunmaz.
Ve gelecek zamana nazar kılınmaz.
Bulundukları zamanda ise bir an olsun tevbeden geri kalmazlar.
Bunlar ibn-i vakttirler.
Yani vakte uyarlar.
Geçmiş zamanın tevbesi ile meşgul olmak zamanı zayi etmektir derler.

Onlara göre aslında vaktin hükmü, bütün masivadan tevbe edip, taib ola nın vücudundan da tevbe etmesidir.
Hal böyle olunca, fani olanların duası ve tevbe ederek Allah'a yönelmeleri, ebrar (seçkin) olanların tevbesi gibi değildir.
Zira kendini akıllı olarak gören ve tevbeyi kendinden bilenlerin bu zanları bile başlıbaşına bir günahtır.
Akıllılığın gereklerinden ve daha doğru bir ifadeyle söylenecek olursa vehimlerinden biri de kişinin yapmış olduğu hayır ve hase natı kendine maletmesi ve sırf kendinden bilmesidir.
Bunların yoluna vücut sahibi olanlar gidemez.

Şeyh hazretleri Fütuhat'ının yetmişbeşinci babında yer alan "Tövbenin Terki" kısmında şöyle buyuruyor:
Ben ne zaman Hakk'a muhalif oldum ki tevbe edeceğim
Onun içindir ki tevbeyi terkeyledim
Zira terk-i tevbe Hakk'ı müşahedeye delildir
Sen tevbe edenlere de ki; siz mahcup oldunuz
Vürûdla olan hakayıkın idrakinden.

Ey Talip olan kimse, şunu iyi bil ki; salik olan kimse "Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir" hükmünce ve "Allah herşeyi kudretiyle ihata eder" takdir-i ilahisince, her an Allah'la beraber olduğunu hissetmeli ve bilmelidir.

"Biz ona sizden daha yakınızdır. Fakat siz görmezsiniz" (Vakıa; 85.) âyet-i kerimesindeki sırrı anlamalı ve idrak etmelidir.
Bunu idrak eden tevbe eylemez.
Ancak ve ancak bu yakınlığı idrak edemeyenler tevbe eylerler.
Bir isteği veya ihtiyacı için söz tasarrufunda bulunmaz.
Zira sarf eden de, edilen de mevcut olan Haktadırlar.

İşte salik olan bu sıfatlarla muttasıf olarak Allah'a rücu ederse hakikati müşahede eder.
Yoksa tevbe nevinden gayretkeşliğini bir cemaate isbat etmek için gayret sarfederse onun tevbesi riyadan başka birşey değildir. Ve vücud-u isbat içindir.
Hakikatte en güzel tevbe müşahedeye erer ermez tevbeyi terketmektir.
Bu mertebe ehl-i şuhud mertebesidir.
Ehl-i vücûd'un mertebesi değildir.

Beşeriyet menzilesinde ve tabiat makamında kalanlara ruhsat olsun diye bu mevzuu izah etmiş değiliz.
Zira bu gibi hasletler (tövbeyi terkederek tevbe etmek) kemâl ehline aittir.
Bu, hüccet ittihaz edilerek nefsanî istekler muvace hesinde kullanılmamalıdır.
Zira bakiyye-i nefs bir insanda mevcut iken bu delilleri alarak kendisine teşmil eylemesi büyük vebaldir.
Ama bir kimse ki şimdiye kadar izah ettiğimiz mertebelere ve müşahedelere ermişse o zaman bu delillerin hepsi o kimseye helaldir.
Yeter ki hakkıyla tevbe etsin ve yaptığı tevbesine riâyet etmenin ne olduğunu bilsin...


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

3.DERECE: İnabet

"Size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve ona teslim olun. Sonra yardım olunmazsınız."
(Zümer; 54)

İnabet, lügatte rücû demektir. Daha açık ifadeyle, Allah'a yönelip tevbe etmektir.
Ancak tevbe ile inabet arasında fark vardır.
Tövbe, Allah'a isyan ve muhalefet ettikten sonra Allah'a yönelmek ve af dilemektir.
İnabet ise, bir kulun Allah'a isyan etmese bile normal haliyle de O'na tevbe ederek yönelmesidir.
Nitekim Osman Mağribî hazretleri dahi bu mevzua muvafık olarak şöyle buyurmuştur:
"Bir kimsenin masiyetten ötürü Allah'a yönelmesi tevbedir. Ve ona taib denir, münib denmez. Münib ise; bütünüyle Rabb'ına yönelen demektir."
Ama Ebu Ali Dekkâk hazretleri tevbeyi üç mertebeye ayırmıştır.
Ve bu mertebelerde inabeti, tevbenin orta dereceli olanı diye tarif etmiştir.
Ve Şeyhu'l İslâm hazretleri Menazil-i Sairin'de buyuruyor ki, "İnabet üç şeyden müteşekkildir. Hakk'a rücû eylemek ve bundan taat ve ıslah olmayı gaye edinmektir. Çünkü tevbe, günah ve masiyetten Allah'a
sığınmaktır. Ahdine vefa eylemektir. Tövbesinde vermiş olduğu söze sadık kalmaktır."

"Topluca Allah'a tevbe ediniz ey mü'minler!" emrine icabet etmekle, amelini ve taatini ıslah etmiş sayılmaz.
Ve bu haliyle de Hakka rücû etmiş sayılmaz.

Tövbe etmenin şartı üçtür.
Evvela günahlardan pişman olmak ve onlardan dolayı tevbe etmek gerekir.
Farz ve vacip ibadetlerinden kılmayıp da fevt ettiği ibadetleri varsa onları eda etmek lazımdır.
Hakka rücû etmek ve ahdine vefa göstermek ise üç şeyle mümkündür.
Birincisi, günahlardan alınan lezzeti terketmek lazımdır,
İkincisi, günahkârlara karşı tavır almak ve günahlarından dolayı onları ihtar edercesine tahkirle bakmak gerekir.
Üçüncüsü, günahkârlara Hakk'tan mağfiret dilemek ve kendisinin onlardan daha günahkar olduğunu kabul etme tevazuunu elden bırakmamaktır.

Buna benzer olarak hâlen tevbe etmek de üç esasa dayanır: Birincisi, "Allah sizi yarattı, ancak siz bunu bilmezsiniz" âyetine binaen tek fiil sahibinin Allah olduğunu kabul etmekle hâl tevbesi gerçekleşir,
İkincisi, tevbe edenin Allah karşısında fakrını ve acziyetini ifade eden bir hal içerisine girmesidir.
Üçüncüsü, ise "Ölmeden evvel ölünüz" sırrına matuf olarak inabın sırrını anlamasıdır.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

4. DERECE: Muhasebe

Resulullah efendimiz (a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:
"Hesaba çekilmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz. Kıyamet günü amelleriniz tartılmadan, amellerinizi tartınız. Ve ölmeden
önce ölünüz."


Amellerinizi, aklınızın ve şeriate ait ölçülerin yardımıyla tartınız.
Zira bir âyet-i kerimede;
"O gün, sevap tartısı ağır gelen, razı olacağı bir hayat içindedir. Sevap tartısı hafif gelenin ise, kucağına sığınacağı anası, bir uçurumdur." (Karia/6, 7, 8, 9) buyurulmaktadır.
Ahirete memnun ve mesrur gitmenin yolu, bu dünyada insanın kendisini hesaba çekmesidir.

Şeyh hazretleri Fütuhat'ın otuzüçüncü babında şöyle buyuruyor:
"Bizim şeyhlerimiz, Hz. Peygamberin; 'hesaba çekilmeden evvel, nefislerinizi hesaba çekiniz' emrine imtisâlen, konuştukları ve işledikleri bütün amellerden kendilerini hesaba çekerlerdi. Hatta söyledikledi sözleri ve yaptıkları işleri bir deftere kaydederlerdi. Yatsı namazını kıldıktan sonra evlerine çekilip kendilerini muhasebe ederlerdi. Ve defterlerini hazır hale getirirler di. Deftere yazmış oldukları amellerini okuyarak muhasebe ederler, şayet yaptıkları işlerde mâsiyet mevcut ise tevbe istiğfar ederler, yok şayet şükrü gerektirecek bir husus var ise şükrederlerdi. O gün bu muhasebeyi yapmadan uyumazlardı."

Ve Şeyh hazretleri devamen şöyle dedi:
"Ben bütün bu sıfatları kendisinde taşıyan iki kimseyle karşılaştım. Biri Abdullah bin Mücahid, diğeri ise Abdullah bin Kasım idi. Bunlar bu makama sahip idiler. Ve bunlar tevbe edenlerin kutbuydu âdeta."

Ey Hak talibi olan kimse, işte hakikî muhasebe edenler, bu itinayı ve ihtimamı göstermişlerdir.
En büyük sermayesi olan ömrünü boş işlerle dolduran ne büyük zarardadır bir düşün...
Onun sonu hüsrandır. Hakk'ın huzurunda rezil olmaktır.

Nitekim, Hasan bin Ali'den, Hz. Aişe (anha)'dan ve Hasan-ı Basrî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulullah efendimiz(a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, iki günü birbirine eşitse zarardadır. Kimin günü dününe göre, kötülükle geçiyorsa o mahrum olanlardandır. Kimin günü de ziyadesiz geçerse o apaçık bir noksanlık içerisindedir. Bu haliyle ölüm ona daha hayırlıdır."

Ahmed dedi ki:
İki günü bir olan kimse aldanmıştır ve şüpheye kapılmıştır.
Yakînsiz kimse aptallık içinde yaşar.
Boş torba gibi içi havayla dolu olur.
Bu kapıyı reddeden Cehennem'e doğru gider;
yangın ve izdi rap içinde kalır.

İbnü'l-Ata hazretleri şöyle dedi:
"Allah'ın dahil olmadığı hiç bir vakit ve saniye yoktur. Öyleyse her vakit yeniden Allah'ı müşahede et."

Allah'ı müşahede etmenin yolu zahirî ve bâtınî ibadetleri yerine getirmekle olur.
Zahirî ibadetler; namaz, oruç vs. Bâtınî ibadetler ise münacaat, tevcîhât ve tecelliyât ve varidattır.
Her vakit için bir ibadet vaz'edilmiştir. Ve ibadetlerin vaktinde eda edilmesi, hassasiyetle yapılması gereken bir husustur.
Şayet bir ibadeti zamanında yapamamışsan, onu diğer bir vakitte kaza etmen lazımdır.

Nakledildiğine göre bir gün Cüneyd hazretleri hüzünlü bir vaziyetteydi.
Müridlerden biri onun mahzun olmasının sebebini merak ederek niçin hüzünlü olduğunu sordu.
Cüneyd hazretleri cevaben şöyle buyurdu: "Evrad vaktim geçti onun için hüzünlüyüm."
Arkadaşı ona şöyle dedi: "O halde kaza et."
Cüneyd hazretleri, "Nasıl kaza edebilirim. Her vaktin tasarrufu ve faidesi o vakte aittir."
Cüneyd hazretlerinin bu sözü ibadeti ve virdi zamanında eda etmenin hassaslığını ve geçmiş zamandan daha ehemmiyetli olduğunu ifade eder.
Zamanında eda edilmeyen vird kamil olanlarda ciddi bir eksiklik husule getirir.
Çünkü virdi olmayanın evradı olmaz, ibn-i Ata hazretleri şöyle buyuruyor:
"Virdi hakir görüp onu bırakmak, dalavere ve sahtekârlıktan başka birşey değildir. Veya virdi birtakım hilelerde kullanmak istidractır. İstidrac ise hile yoluyla insanlara bir kısım hayali göz boyama hadiseleri sergilemektir. Zahirdeki bu muvaffakiyet gibi gözüken göz boyamacılık ekseriyeti virdden yüz çevirtir. Ve ibadetlerde tembelliğe yol açar. İstidrac sayesinde kemale erdiğini zannedenler ibadet ve taati de bırakırlar."

Mevlânâ hazretleri Mesnevî'sinde şöyle buyurmuştur:
Kendisini her konakta sofra başına varacak sanmayan kişiye kul olayım.
Adamın, bir gün evine varabilmesi için birçok konakları terketmesi lazımdır.
Kim kendi noksanını görüp anlarsa, yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar.
Kendisini kâmil sanan, ululuk sahibi Allah'ın yolunda uçamaz.
Ey mağrur ve sapık!
Canında kendini kâmil sanmaktan daha beter bir illet olamaz.
Senden bu kendini beğenme illeti defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar, gözünden de!


Bu istidrâcın aslı, hayal ve nefsanî ahvale itimad ve hevâ ve hevese uymakla olur.
Sana gereken ise hevâ ve heveslerinin esiri olup o güzelim ömrünü heder etmemendir.
Zira ömürde kaçırılan fırsatlar ve kıymetli vakitler tekrar geri dönmez.
Güzel vakitlerin kıymetini ise hiçbir şey ödeyemez.

Cüneyd hazretleri bu mevzuda şöyle buyurmuştur:
"Kaybolan vaktin değerini hiçbir şey karşılayamaz. Ve vakitten daha aziz birşey yoktur."

Bu mevzua münasip olarak Mesnevî'de şöyle geçmektedir:
"Birgün Mevlânâ hazretleri mecliste sakin bir vaziyette oturuyorlardı. İnsanlardan birisi meclisteki sükûtu bozmak için lafa girdi; 'Sultanım, bugün şehre şevketli bir paşa hazretleri geldi. Ve filan Beye, Sultan Alaaddin büyük bir beylik yetkisi verip gitti.'
Bunun üzerine Hz. Mevlânâ şöyle buyurdular:
Öküz gelmiş, eşek gitmiş.
Bize ne bu hikâyeden?
Aman ha, ömür çok azizdir.
Bu arbededen kurtul da gel.


Şeyh hazretleri Fütuhat'ın 92. babında şöyle buyuruyor:
Bizim yaranımız dan bazıları seyahatleri esnasında bazı abdallarla karşılaşıyorlarmış.
Karşılaştıkları bu şahıslar bulundukları yerin fısk-ı fücura ait ahvalini bir bir anlatıyorlarmış ihvanımıza.
Bununla da kalmayıp başlarında bulunan hükümdarın yönetimdeki kusurlarını anlatmışlar.
Bunun üzerine ihvanımızdan velî olan birisi kızarak şöyle demiş:
"Efendiyle tebâsı arasına girilmez. Sen kim oluyorsun ki, haddine olmayan meselede ahkam kesiyorsun. Eğer bir meşguliyet istiyorsan o da Allah'a taât ve ibadettir. Nazarını Allah'tan başkasına çevirme."
Ne güzel demiş.
Çünkü umumun işlerine ait lakırdılarla ömrü telef etmek en büyük ziyandır. Ve en güzel sermayeyi mahvetmektir.

Hz. Ali (ra) şöyle buyurmuşlardır:
"Mü'minin ömrünün kıymet karşılığı yoktur, Zira fevt olan şeyleri o güzel ömründe idrak eder."

Eğer sâlik, ömrünü boş yere geçirirse, dünyası da ahireti de hüsrana uğrar.

Yolcu! Kendine gel, kendine...
Vakit geçti; ömür güneşi kuyuya doğruldu.
Bu iki günceğizinde olsun, kuvvetin varken kocalığını Hak yoluna sarfet.
Elinde kalan şu kadarcık tohumu ek de şu iki anlık müddetten uzun bir ömür bitsin.
Bu aydın çerağ sönmeden kendine gel de hemen fitilini düzelt, yağını tazele.
Yarın yaparım deme.
Nice yarınlar geçti.
Ekin zamanı tamamiyle geçmesin.
Uyanık ol.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Cümlemizden Resim İnşaallah...

Muhammedi Muhabbetlerimizle
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

5. DERECE: Tefekkür

Resulullah efendimiz (sav) şöyle buyurdular:
“Tefekkürden büyük ibadet yoktur. Çünkü tefekkür kalbe mahsustur. Ve Hakk'a tahsis edilmiştir.”
Çünkü kalb en şerefli âzadır.
En şerefli âzâya mahsus olan mefhum elbette ki şerefli olacaktır.
Onun için bir saat tefekkür etmek, bir sene ibadet etmekten
efdaldir.
Yine Resulullah efendimiz(sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
“Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibadetten daha hayırlıdır.”
Ancak tefekkürün yapılacağı yerlerin de iyi tayin ve tespit edilmesi şartıyla...
Tefekkür ya hayırlı işlerde, ya Allah'a ait sanatın mucizevî muvâzenesini müşahede etmede yada Allah'ın sıfatlarının tezahürü olan nimetlerinde yapılmalıdır.
Yalnız Allah'ın Zat-ı Nahiyesine ait meselelerde fazla tefekküre dalmak nehyedilmiştir.
Abbas(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre; Resulullah (sav) tefekkür etmekte olan bir kavmi gördü ve onlara hangi hususta tefekkür ettiklerini sordu.
Onlar da cevaben; 'Allah'ın zâtını ya Resulallah' dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdular:
“Allah'ın zâtını düşünmeyiniz. Bilakis O'nun ulûhiyetini tefekkür eyleyiniz.”

Zira Allah'ın zâtını tasavvur etmek insan zihninin güç yetireceği birşey değildir.
Şayet böyle bir tefekküre girerse, kafasında şekillendirdiği saçma sapan ve bâtıla ait hayal unsurlarını Allah'a teşmil eder ki bu son derece tehlikeli bir durumdur.

Nimetler hakkında düşünmek yolun şartıdır.
Fakat Hakk'ın zâtı hakkında düşünmek günaha sebep olur.
Hakk'ın zâtını düşünmek bâtıl olur.
Hâsılı tahsil etmeyi imkânsız bil


Evham ve hayale ait bir kısım tasavvurlar onun celâlini asla müşahede edemez.
İnsan hayalinin Allah u Teâlâ hakkındaki tasavvurunun en son varacağı nokta hayret noktasıdır.
Zira “Allah'ın ilmini hiçbir şey ihâtâ edemez.”
Bu hükme binaen hiç bir kimsenin bilgisi Allah'ı mutlak hüviyetiyle bilmeye yetmez.
Hiç bir akıl onun gaybî hüviyetini idrak edemez.
Sâlike lâzım olan ise; görmüş olduğu eşyadaki ahenk ve muvazeneye binâen Allah'ı sanatında araması ve on da tefekkür etmesidir.
Çûnki Allah'ı yarattığı sanatında düşünmek insana sürür verdiği gibi bilgisizliğini izâle eder.

İbn-i Ata şöyle demiştir:
“Fikir (tefekkür) sadrın nurudur. Ve sürürün kaynağıdır. Tefekkürsüz kalan kalb kararmaya mahkumdur. Ve cehaletle beraber kesif bir gurura kapılır.”

Tefekkür seni bu evden yukarı çeker.
Seni sırlar sarayına doğru çeker.


Bu misilli fikir etfâl-i şeriatin fikridir. Ama eshâb-ı hakikatin fikri ise; Allah'ın sıfatlarına ait sırların tecelliyatını tefekkür etmektir.
Masnûa (yaratılmış güzelliklere) baksalar, onda Sanii görürler.
Müessirden eseri istidlal kılarlar. Ve onun nuruyla bu eşyayı bulurlar.
Bu derinlikteki tefekküre eshâb-ı şeriat vâkıf değildir.

Yılda emekleyen çocukta erlerin düşüncesi nerde?
Nerde onun hayali, nerde dosdoğru hakikat?
Çocukların düşünceleri ya dadıdır ya süt.
Ya kuru üzümdür, cevizdir, yahut bağırıp ağlama.

Abdurrahman Selemi'ye şu soruyu sordular:
“Zikir mi daha evlâdır, fikir mi?
Çünkü zikir, Allah'ın sıfatını zikretmektir.
Allah (c.c.)
'Siz beni zikrediniz ki ben de sizi anayım' buyuruyor.
Fikir ise kulun sıfatıdır.
Nitekim Allah u Teala âyet-i kerimesinde şöyle buyurmuştur:
'Göklerin ve yerin yaratılışını düşünür ler ve şöyle derler; Rabbimiz sen bunu boş yere yaratmadın. Seni teşbih ve tenzih ederiz. Bizi cehennem ateşinden koru' (Âl-i İmran 191)

Bu âyet-i kerimenin ifadesinden de anlaşılacağı üzere, zikir, fikirden (tefekkürden) evlâdır.

Ben bu kadarını söyledim; ötesini sen düşün.
Fikrin donmuşsa, düşünemiyorsan, yürü zikret.
Zikir fikri titretir, harekete getirir.
Zikri bu donmuş fikre güneş yap.



Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

6. DERECE: i'tisâm

Allah u Teâlâ bir ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: "Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın."
(Âl-i İmran, 103)
Allah'ın ipinden murâd "bir tarîk üzere ahdetmek" mânâsıdır.
Bu mânâ istiârî bir üslûpla işaret edilmiştir.
İ'tisam; tutunma, yapışma ve sarılma mânâlarına gelir.
Kur'ân'ın işaret ettiği mânâ ise sıkı sıkıya bağlanmadır.
Böylece sâlik'e düşen; Kur'ân'ın yolundan asla ayrılmaması ve Hakk'ın daimi kulu olmasıdır.
Tâ ki âlem-i mânâyı bulana kadar.

Nitekim Hz. Mevlânâ bu mevzua münâsip şöyle buyuruyor:
Ey Yûsuf canlı! Niçin beden kuyusunda kalıyorsun?
Bu Kur'ân ipine tutun ve subhânî arşa yüksel.


İ'tisâmın üç derecesi vardır:
* Birinci derecesi, avamın i'tisâmıdır.
Onların i'tisâmı zahirî haberleri tasdik edip va'd ve vâidi ikrar etmektir. Ve gücü yettiği müddetçe Hakk'ın emir ve nehiylerini yerine getirmektir.
Bununla birlikte Allah'ın merhametine yönelip onun tecellisi yönünde gayret sarfetmektir.

Halkın i'tisâmı senin mağfiretin içindir.
Vasfedenler aciz kaldı sıfatını.
Tevbeler olsun bize ki; biz beşeriz.
"Mâ arefnâke Hakk'a ma'rifetik."


* İ'tisâmın ikinci derecesi havasın i'tisâmıdır.
Havasın i'tisâmı gizli haberler üzeredir.
Yani zahir ve bâtını terkedip "urvetü'l- vüskâ" ya muhabbet duymaktır.
Diğer bir ifadeyle, urvetü'l vüskâya istimsâk etmektir.
Allah'ın ipi, "muhabbetullahdır".
Buna erişen elbette Allah'a ulaşmış olur.

* İ'tisâmın üçüncü derecesi "ehass-ı havas"dır.
Bu gruba tâbi olanlar mâsivadan el çekip, "Allah'ın ipine sarılınız zira o sizin mevlanızdır" emrince, mevlâları olan Allah'a sarılmışlardır.
Nitekim âyet-i kerimede, "Kim ki, Allah'ın dinine sımsıkı sarılırsa şüphesiz ki o, doğru yola iletilmiştir." (Âl-i İmran 101) buyurulmaktadır.

Allah'a i'tisâm etmek demek, bizzat vasıtasız olarak Allah'ı müşahede kılıp ona temessük (sarılmak) etmektir.
Kur'an-ı Kerim'de dahi, hitap iki kısım üzere olmuştur.
Birincisi avam ve havasa hitaptır ki, "Hep birlikte Allah'ın ipine sarılırız" buyurulur.
İkincisi ise Ehass-ı Havasa hitaptır ki; vasıtasız olarak "Allah'a (dinine) sarılınız" buyuruldu.
Zira avam olanlar Cenâb-ı Allah'a vasıtasız olarak i'tisâm edemezler.
Onlara lâyık olan vasıta ile Allah'a sarılmaktır.
Ancak kamil olanlar için bu vasıta ref edilmiştir (kaldırılmıştır). Ve böylece sebeplerin halkedicisi olan yaratıcıyı müşahede etmişlerdir.
En aziz olan hitab ise, yine onlaradır.
Onun için Seyyid et-Taife hazretleri bu mevzua münâsip olarak "Allah'a vasıtasız olarak i'tisâm ediniz" buyurmuştur.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

7. DERECE: Halktan ve sair şeylerden Hakk'a firar etmek

Allah u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed! Sen onlara şöyle söyle; Allah'a koşun! Şüphesiz ben, Allah tarafından sizlere gönderilen apaçık bir uyarıcıyım." (Zariyat, 50)

Şeyhu'l-İslâm 'menâzil-ü Şâirin' de şöyle buyuruyor:
"Firar, vücudu olmayandan (halktan) vücûdu bakî olana (Hakk'a) kaçmaktır."
Bir kul safayı kalp ile Allah'a firar etmez ise ve buna mukabil Hak Teala onu kendi katına cezbetmek isterse, bunun alâmetleri halkın o kimseye buğz ve düşmanlık göstermeleri şeklinde tezahür eder.
Böylece o kimsenin kalbi halktan soğur ve Hakk'a yönelir.

İbn-i Ata hazretleri şöyle buyurmuştur.
"Allah u Teala birini rahatsız etmek isterse, onun başına zor şeyler musallat eder ki, tâ sükûnete ersinler."
Zira, halkla yetinmek ve onların arasında tatmin bulmak Hakk'tan yüz çevirmeye vesiledir.
Halkın sâlike karşı buğzetmeleri de, onu sevmeleri de aynıdır.

Bu meyanda Hz. Mevlânâ sâlikleri irşad maksadıyla şu beyitleri buyurdular:
Hakikatte dostlar senin düşmanlarındır.
Çünkü Allah'tan seni uzaklaştırır ve meşgul ederler.
Eğer âlemde halkın sana şu cefasını bilsen, bu sence gizli bir altın hazinesi sayılır.
Halkı sana karşı kötü huylu eder de sonunda çaresiz kalır; hepsinden yüz çevirirsin.
Senden yüz çevirdiği için feryad etme.
Kendini ahmak ve bilgisiz bir hale düşürme.
Allah'a şükret; yoksullara ekmek ver ki onun çuvalında eskimedin, yıpranmadın.


Ebu'l-Hasan Şâzelî ve Abdü's-Selâm'ın çoğunlukla ettikleri dua şu imiş:
"Ey Allah’ım! Halkın bana olan nefretini arttır. Ve onların kalplerini benden eğrilt. Tâki yöneleceğim tek yol ve tek merci sen olasın."

Hz. Şeyh Fütuhât'ında şöyle buyurdular:
"Allah u Teala'nın Kur'an'ında anlattığı üzere Hz. Mûsa (as) Firavun ve ona tâbi olanlara şöyle dedi:
"Ben o suçu işlerken cahillerden biriydim. Sizden korkunca da aranızdan kaçtım. Nihayet Rabbim bana hikmet lütfetti ve beni peygamberlerden kıldı. İsrailoğullarını köleleştirmesi karşısında, o başıma kaktığın bir nimetmidir?" (Şuara, 20-21-22)

Şeyh hazretleri buyururlar ki:
"Allah u Teâlâ Mûsa (as)'nın firarına, risâlet, hüküm ve hilâfeti verdi. Halkın şerrinden âşıklara ise; zevk-i hilâfeti, zevk-i vuslatı verir."
Avamın firarı ise, eşyadan hidayete kaçıştır. Ve onların duası;
"Allah’ım yaratmış olduğun şeylerin şerrinden sana sığınırım." duasıdır.
Havasın firarı ise sıfattan sıfatadır.
Onların duası ise; "Allah’ım öfkenden rahmetine sığınırım. Allahın gazabından rızana sığınırım" duasıdır.
Ancak Ehass-ı Havassın duası, Hüdâdan yine Hüdâyadır.
"Allah’ım senden sana sığınırım" derler.


Şeyhü'l-İslâm Menâzil-ü es-sâirîn de şöyle diyor:
"Firar üç derece üzeredir.
Birincisi, avamın cehaletten ilme ve eshab-ı yakine kaçmasıdır. Ve bunlara göre firar, amel etmek ve itikâdî doğrultuda kararlılıkla ibâdetleri devam ettirmektir.
İnsanın tabiatında bulunan tembelliği yenip sa'ye sarılmasıdır.
Havasın firarı ise; sır olan haberlerden şühûd alemine geçmek ve görünüşten muhtevaya (usule) geçmek ve kalabalıktan - tecrid olarak yalnız kaçmaktır.
Yani şeriatin görünüşte va'z ettiği ahkâm ve usûlden, tarikatın bâtınî sırlarına dalmak ve orada Allah'ı müşahedeye ermektir.
Buradaki tarîkin usûlü Allah'ın sıfatları ve onun tecellileridir.
Ehass-ı Havas'ın firarına gelince, bunların firarı, mâsivâdan Hakk'a firar etmektir.
Bu nevi firar, insanın kendi vücudundan halâs olup Hakk'a erişmesidir. Ve Hakk'ta vücud bulmasıdır.
Ondan sonra ise Hakk'a firar.”



Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

8. DERECE: Hulût

Allah u Teâlâ (c.c.) Davud'a (a.s.) vahyetti:
"Yâ Dâvud Benim için bir ev boşalt ki orası Benim olsun."

Kâşânî bu hadisi şöyle tefsir etti:
Buradaki evden murad, Dâvud(a.s.)'un kalbidir.
Evi boşaltmak ise, Dâvud(a.s.)'ın kalbini mâsivâdan temizlemesidir ki Allah u azimüşşan orada tecelli eylesin.
Bir kimse kalb sarayını temizlemek isteyerek yabancılardan emin hale getirmeye azmetmişse, o kimsenin kalb sarayının kapısını ve pencerelerinin perdelerini kapatması lazımdır.
Bu kapı ve pencereler onun beş duyu organıdır.
Bu organları her türlü vesveseye ve şeytanî şeylere kapamak, kalp sarayını tertemiz ve pâk olarak Allah'a açmaktır.
Tarikâtimizin en akıllı ve salim olan kimseleri, halktan kaçıp halvette tecrîd olanlardır.
Bilhassa genç saliklerin bu sayede halkın şeytanî fitnelerinden halâs olmaları mümkün olacaktır.


Bu mevzua münasip olarak Hz. Mevlânâ şöyle buyurmuştur:
Akıllı olan kimse oturmak için kuyu dibini seçmiştir.
Çünkü gönül saf al arı halvetlerdi.
Kuyunun karanlığı halkın verdiği karanlıklardan iyidir.
Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen, başını kurtaramamış, selamete erişmemiştir.


Hulût etmek sünnettir.
Nitekim Hz. Resulullah (sav) efendimiz bidayet hallerinde Hirâ mağarasına çıkarak pek çok kere hulût yapmışlardır.
Ta ki vahiy gelene kadar.
Bu meşhur ve mütevatir haberlerden biridir.
Hz. Mevlânâ bidayet hallerinde halvete epeyi bir müddet devam etmişlerdi.
Bunun böyle olduğu menâkıblarında yazılı olduğu gibi halk arasında da meşhurdur.
Ancak daha sonra Şems ile görüştükten sonra halvetten çıkmış celveti ihtiyar eylemiştir.
Fakat çoğu vakitte yine de halveti terketmemiştir.
Selefimizin de yolu budur.
Tarikimizde sâlike halvet yapması şarttır.
Ancak çoğu halifeler halveti terkederek, celveti ihtiyar eylemişlerdir. Ve tarikatte bu minval üzere devam etmişlerdir.
Zira, halvetten maksat kalbi, kötülüklerden ve yabancı olan şeylerden temizlemektir. Ve kalbi yârin (Allah'ın) tahtgâhı olarak hazır tutmaktır.
Bu ise mâsivâdan perhiz etmekle, ve nefsi terbiye etmekle mümkün olacak birşeydir.

Hz. Mevlânâ Mesnevisinde şöyle buyurmuşlardır:
Ağyardan halvet etmek gerek, yardan değil.
Kürk kışın işe yarar, baharın değil.


Hakikat şu ki halvet hâne olan kalbi, ağyardan (mâsivadan) temizlemek ve gönlü yârin evi kılarak kesret içerisinde vahdete erişebilmektir.
Eğer bir kimse ömür boyu halvette olsa bile kalbini mâsivadan temizlemediği müddetçe asla halvet yapmış olamaz.
Ama bir kimsenin kalbi mâsivadan temizlenmişse, o kimse kesrette de olsa ehl-i halvettir.

Fütuhatta zikredildiğine göre; İnsanlardan bazıları halvet sahibi olan birine şöyle dediler;
"Rabbinin katında halvete girdiğin anı bize anlat."
Adam şöyle cevap verdi:
"Ben sana bunu anlattığımda O'nunla halvette olamıyorum."


Allah u Teâlânın lisanından Hz. Mevlânâ şu beyitleri irâd eylediler:
Mademki bizim mahallemize geliyorsun, gönlünü yabancılardan tahliye et.
Mademki bizim yüzümüzü görmeye niyetlenmişsin, bizden başkasına bakma.


Şeyh hazretleri Fütuhât'ın tâk-i halvet kısmında şöyle dedi:
"Vahdet-i zâtın keşfi, halveti meneder. Bu durum halvette olan için de aynıdır. Eğer bir kimse halvet anında olmadan, kendi basınayken vahdet-i zâtı müşahede etse ve bu müşahededen sonra da halvete girse, bu hareketi onun cahilliğine delildir. Zira bu kimse zâten âlem-i ağyardan ve mâsivadan halâs olmuştur."
İnsan zahirde ve bâtında Allah'tan başka kimseyi görmeyince halvet ona muhal olur.
Bu kadar izâhdan sonra sana lâzım olan müşahede sahibi olman ve halveti terkedip celvette karar kılmandır.
[/color]


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

9. DERECE: Uzlet

Allah u Tealal(cc) Dâvud(a.s.)'a şöyle vahyetti:
"Ya Dâvud! Sana ne oluyor ki halktan kopuyorsun ve tecrîd oluyorsun?"
Dâvud (as) şöyle cevap verdi:
"Ey Rabbim halkı senin için terkediyorum."
Allah(cc) şöyle buyurdu:
"Ey Dâvud! Uyanık ol. Ve kendine din kardeşi edin. Kim ki bana itaat hususunda sana mutabık olmazsa, onunla asla dost olma. Çünkü o, senin apaçık düşmanındır."
Bu hadis-i şerifte tâlib-i Hak olmayanlardan kaçarak uzlete girmenin caiz olduğunu anlıyoruz.
Ve tarikimizin en önemli şartlarından biri de avamdan olan insanlardan i'tizâl etmektir (uzaklaşmaktır).
Bu mânâya muvafık olarak Hz. Mevlânâ "Dünya ve âhiret iyiliği için insanlardan kaçmak daha hayırlıdır" buyurmaktadır.

Ebu Bekir el-Verrâk şöyle dedi:
"Dünya ve ahirete ait hayrı, uzlette buldum. Hem dünya ve hem ahiretin şerrini ise kesrette (insanların çok oldukları yerlerde) buldum."
İhlâs ve sıdk, ancak halktan kaçınıp onlara olan muhabbeti kalbten söküp atmakla mümkündür.

Zünnûn-u Mısrî şöyle buyurdular:
"İhlas ve Sıdk'ın husule gelmesinde uzletten daha güzel birşey görmedim. Bir kimse uzletin ipine sarılırsa, ihlâsı mutlaka yakalayacaktır."
Çünkü, insanları görmek ve onlarla hemhal olmak, çoğunlukla sâlikin ihlâsını fevt eder.

İmam Gazâlî hazretleri bu mevzuda şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki insanlar, ibadetten ve taatten husule gelen ihlası ifsâd ediyorlar. Allah'a âsi olmak istemiyor ve ihlâsını muhafaza etmek istiyorsan uzlete çekil. Ta ki insanların şerrinden de emin olursun."

Sâlik'e lâzım olan, hücresinde Allah'ı zikrederek kalbini mâsivadan temizlemesidir.
Abdurrahman es-Selemî şöyle diyor:
"Kim uzlet yapmak istiyorsa, girmiş olduğu uzlette samimi bir kalp bile bütün isteklerden sıyrılmış olarak Allah'ı zikretsin. Kim uzletini bu minval üzere yapmaz ise, onun uzleti fitne olur."

İşte bu hakikat gereğince sâlikin uzleti, Allah'ın rızâsı için olmalıdır.
Bunun aksine halk arasında şöhret bulmak için, halkın kendisine rağbet etmesi için ve bu sayede birtakım dünyevî menfaatlerden
istifâde etmek için yapılan uzlet şeytanî bir uzlettir. Ve riyadan başka birşey değildir.
Tarikatimizde dahi bazılarının halkın teveccühünü kazanmak, alakalarını avlamak için bu yola başvurduklarını görüyoruz.
Halbuki uzlet kelimesinin her harfi ayrı bir hususiyete işaret eder.
Şöyleki Arapça yazılış itibariyle (uzlet) kelimesinin birinci harfi olan "ayın" harfi ilme işaret eder.
"Zâ" harfi zühd'e işaret eder.
"Lam" harfi Allah için olmasına ve "ta" harfi de takvaya işaret eder.
Bu dört esasın olmadığı bir uzlet, zilletten başka birşey değildir.
Zira "ayın" harfini kaldırdığınızda geriye kalan harfler "zillet" kelimesini meydana getirir.
Zühd'e işaret eden "za"yı kaldırdığınızda "illet" olur.
Hal böyle olunca bu hususiyetleri gözönünde bulundurmadan uzlete giren bir kimsenin hayvandan farkı kalmaz.
Uzletin her harfi bir şartı muhtevidir.
Uzlete giren kimsenin bu dört şartı katiyyetle göz önünde bulundurması icap eder.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

10.DERECE: Riyazet

Riyazet kelimesi lügatta, yabanî ve vahşî olan bir atı ehlileştirmek mânâsına gelir.
Diğer bir mânâyla, nefsi kırmak, terbiye etmek ve ezmek mânâlarına gelir.

Şeyh Hazreteri Fütûhât'ında şöyle buyuruyor:
Riyâziyyet; nefsi zelil etmek ve onu ubûdiyyet yularıyla bağlamaktır.
Bizim katımızda riyazet, nefsi tıpkı toprak gibi mütevâzi hâle getirmektir.
Bundan gaye ise, iyi ve kötü ona ne türlü ayak basarsa bassın, elem ve ızdırap çekmesine manî olmaktır.


Onun için Hz. Mevlânâ şöyle buyurmuştur.
Toprak ol, toprak ki gül bitsin.
Çünkü gülü topraktan başka birşey göstermez.

diyerek bu mertebeye işaret buyurmuşlardır.

Taş, baharla nasıl yeşerir? Mümkün mü?
Toprak ol da renk renk gül bitsin.

diye nasihat kılar.

Şeyh hazretleri Fütûhât'ında şöyle buyuruyor:
"Meşâyih-i Sûfiyyeye göre riyazet iki kısımdır.
Birincisi, riyâzet-i edep; ikincisi riyâzet-i talep'tir ve riyazet onların katında nefsin tabiatından çıkmaktır (kurtulmaktır).
Riyâziyet-i talep ise, riyazeti istemedeki niyyetin hâlis ve samimi olmasıdır, istemenin sıhhati ve hâlis olması, Hakk'a olup olmamasıyla tâyin edilir."


Ve devamında şöyle buyuruluyor:
"Bizim katımızda riyazet ahlâkî temizliktir.
Yani hoş karşılanmayan huyları izâle etmektir.
Neticede Allah'ın emrettiği bir ahlâka erişebilmektir."


Şeyhu'l İslâm hazretleri Menâzilü's-Sâirin'de, riyâziyeti üç dereceye taksim eder.

Birincisi, avamın riyazetidir. Ki bu riyazet ilimle olur.
Yani ilim doğrultusunda ahlaka yön verip bu bilgiler muvacehesinde farza, vacibe ve sünnete ait ibadetleri yerine getirmektir, insanlarla karşılıklı münasebetlerde onlara merhametle yardım eylemektir.


Havas'ın riyazeti ise, bâtınî tefrikayı kesmesi ve bulunduğu makama iltifat etmeden huzuru kalb ile Allah'a yönelmesidir.
Bu minval üzere merâtib-i âliyyeye devam etmesidir.


Ehass-ı Havas'ın riyazeti ise, şâhid ve meşhûd ikiliğinden tecrid olup, mutlak şühûda ermesidir.
Cenâb-ı Allah'ın sıfatları biribirine zıt veya uygun olabilir.
Meselâ; affedici sıfatıyla beraber müntakim (intikam alıcı) sıfatının olması gibi.
Ehass-ı Havasın riyazetinde ise bu sıfatlar, bu âlemdeki tecellileri nezdinde cem'edilir. Ve mertebe-i cem'e yükselinir.



Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ResimResimResimResim 2. BAB ResimResimResimResim



Resim

1 . DERECE: Hüzün

Hüzün; sürürün zıddıdır.
Meşayihin ıstılahına göre ise, "Bir insanın geçmişte kaybettiği birşey için üzülmesi ve elem duymasıdır."
Kaybolan şey nev'ine göre tedârik edilebilir veya edilemez mahiyette olabilir.
Meselâ, vaktinde kılınmamış namaz ve vaktinde tutulmamış oruç gibi...
Bu nevî tembellikten veya başka bir sebepten dolayı fevt olmuş ibâdetler kaza edilebilir.
Eğer üzülmek lazımsa bu nevi kayıplara üzülmek evladır.
Fakat bir de ölüm gibi tedâriki ve kazası mümkün olmayan şeyler vardır.
O zaman tarikimizce bu neviden olan şeylere üzülmenin mânâsı da lüzumu da yoktur.
Kaçırmış olduğu namazından vesair ibadetinden dolayı elem duymak ve teessüf ederek Rabb'e karşı pişmanlığını arzetmek, elbette güzel bir şeydir.
Bu söylediğimiz mânâda mahzun olan kulların hakkında, Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur;
"Allah (CC) bütün hüzünlü kalb sahiplerini sever" ve bu hüzün merâtibden güzel bir mertebedir.

Şeyhu'l-İslâm'a göre hüznün üç mertebesi vardır.
Birincisi avamın hüznüdür ki bu, Allah'a olan ibâdetlerindeki aksamalara ve bu sayede geçip giden ömrüne üzülmektir.
Şayet bu kimsenin gücü yeterse geçirdiği ibadetlerini kaza eder.
Böylece hüznü de kabul olur.
Yok, yine tembelliğe devam ediyorsa, onun hüznü boşu boşuna olan bir hüzündür.
Hiçbir kıymeti yoktur.
Hüznün ikinci derecesi müridlerin hüznüdür.
Müridlerin hüznünün sebebi ise, kalblerinin şuhûd-u Hakk'tan gâfıl olması hasebiyledir. Ve gönüllerinin mâsivâya meyl gösterdikleri içindir.
Hüznün üçüncü derecesi ise ehass-ı havasındır.
Onların hüznü yoktur.
Zira hüznü normal insanlar çekebilir.
Hâlbuki onlar, vecd halindedirler ve bunlar;
"Onlara o gün korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de..." âyeti kerimesinin işaret buyurduğu makamdadırlar.
Lakin şu kadar var ki, bazı arıza ve eksiklikler sebebiyle üzüntü duyarlar. Ve hüznü başkaları için çekerler.
Tıpkı Resulullah'ın ümmetine olan hüznü gibi...
Nitekim Allah u Teala âyeti-i kerimesinde şöyle buyurmuştur:
"Ey Muhammedi Demek onların sana indirdiğimiz bu Kur'an'a inanmayıp davetinden yüz çevirmelerine üzülerek, arkalarından kendini âdeta mahvedeceksin!" (Kehf, 6)

Rasûlullah efendimiz(sav) şöyle buyuruyor:
"O gün kıyametin dehşetinden herkes, nefsî nefsî diyecek. Ben ise, ümmetî ümmetî diyeceğim."


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

2. DERECE: Korku

Allah'(cc) bir hadis-i kudsîsinde şöyle buyuruyor:
"Kuluma iki korkuyu birden vermem. Ve iki emniyeti de vermem. Eğer kulum Benden dünyada korkarsa, âhirette korkmaz. Ve eğer dünyada Benden emin olursa ahirette olmaz."
Bir kimse ahirette Rabbinin huzuruna çıkmadan evvel, ondan korkarak kendini dünyada hesaba çekerse ve hevâ ve heveslerinden sıyrılırsa onun varıp kalacağı yer "cennâtü'l-me'vâ"dır.
Nitekim Allah u Teala âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
"Rabbinin azametinden korkup kendini şehevî arzularından koruyana gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka cennettir." (Naziat, 40-41)

"Korkmayın" sözü korkanlara sunulan hazır yemektir.
Ve bu yemek tam onlara layıktır.
Korkanı emîn ederler, gönlünü yatıştırırlar.

Korku ve hüznün arasındaki fark şudur:
Hüzün, geçmişte kaybedilen şeyler için çekilen elemdir.
Korku ise, gelecekte vuku bulacak menfi şeyler için üzüntü duymaktır.
Korkunun üç derecesi vardır.
Avamın korkusu, havasın korkusu ve ehass-ı havasın korkusu. Nitekim Şeyhü'l-islâm hazretleri şöyle buyuruyor:
Avamın korkusu, ahiret azabındandır.
Şayet bir kimsede bu korku olmaz ise imanı sahih olmaz.
Diğer bir ifadeyle ahireti kabul etmemiş olsaydı zaten cehennem azabından korkmasına gerek kalmayacaktı.
Dolayısıyla korku imanın muktezasıdır.
Havas, avamın korktuğu azaptan korkmaz.
Hatta hadis-i şerifte geçtiği gibi Allah u Teala, onları cennetle müjdelese ve cehennemden emin eylese, bu (garantiye rağmen) yine de isyan eylemezler.
Belki ihticâb ederler (gizlenirler).

İkinci derece, eshâb-ı murakabe ve ashâb-ı müşahede'nin korkusudur.
Bunlar mekr-i ilâhîden ve istidrâc-ı Rabbânî'den korkarlar.
Mekr-i ilahiden, hüsrana uğrayanlardan başkası emin olamaz.
Allah u Teala şöyle buyurmuştur:
"Yoksa onlar, Allah'ın kendilerini ansızın yakalayıvermesinden emin mi oldular? Allah'ın ansızın yakalamasından ancak hüsrana uğrayan bir topluluk emin olur." (A'raf, 99)

Şeyh hazretleri Fütuhatının 231. babında şöyle buyuruyorlar:
Ey sâlik şunu iyi bil ki mekr, bizim katımızda Allah'ın kendisine ilim verdiği kimsenin amelinin olmaması, şayet ameli varsa ihlasının olmamasıdır.
Bu zikrettiğim hasleti kendinde veya başkasında görüyorsan, o zaman bil ki Allah'ın mekriyle karşı karşıyasın.
Eğer Allah u Teâlâ bir kimseyi mekrinden muhafaza edip ona hayır ihsan etmişse o kimse şeriatın ölçülerini asla terketmez.
Çoğu meşayih mekri şöyle tarif ederler: Mekr, bir kimsenin Allah'a muhalefet ederek isyan içerisine battıkça, Allah'ın ona olan nimetlerini ve rızkını arttırmasıdır. Yani Allah onu hesabını aceleyle görmez.
Biraz mühlet verir. Ve bu mühletle beraber nimetlerini de arttırır ki o kimsenin azgınlığı artsın.
İçine düştüğü gafletten dolayı Allah'ın azabından emin olduğunu zannetsin ve bu minval üzere ölünceye kadar oyalansın dursun.
İşte bu Hakk'ın kula olan mekridir.


İbn-i Atâ hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
Mekr demek, kulun, Allah'tan gelecek azabın kendisine tesadüf etmeyeceği vehmine kapılması demektir.
Onun için bu noktay-ı nazarda çok dikkatli ve hassas olmak lâzımdır.
Çünkü Allah'ın azabı tedricî olarak da gelebilir.
Buna mukabil, birden helak etme şeklinde tezahür etmeyebilir.
İşte burada sâlike lâzım olan dakik bir nefs muhasebesine sahip olabilmesi ve bu yöndeki kabiliyetini azami derecede kullanması gerekir.


Şeyh hazretleri; "kötü edep, nimetin bollaşması, ve muahezenin kalkması avamın mekridir" buyuruyorlar.
Eshab-ı tarikin ve ashab-ı tahkikin mekri ise, Allah tarafından bahşedilen kerameti ve vecd halini bahane ederek: "Biz Hakk yolunda olmasaydık, bütün bu haller bize verilmezdi" deyip gururlanmalarıdır.
Halbuki, kerameti gizlemek ve setretmek evliyanın şânındandır. Ve kerameti setretmek vaciptir.
Resuller için ise tam tersi, izhar etmek vaciptir.
Veli ise resul makamında değildir.

Ve Allah, Resullerini daha bir donatmıştır.
Ve onların tasarrufları ve yetkileri veliye nazaran daha fazladır.
Onun için veli yaptığı daveti ve tebliği, sanki kendisi resulmüş gibi kendi ağzından yapmaz.
O ancak Allah'ın gönderdiği resullerin söylediklerini (vahyi) onların dilinden hikâye ederek anlatır ve insanları bu minval üzere irşad eder.
Yoksa kendinden birşey ihdas edemez.

Şeyh hazretleri Fütûhât'ında şöyle buyuruyor:
"Erbâb-ı tarikatte, zevk-i bitmenin devamını sağlamak için birtakım edebe mugayir hareketler yapılır. Bu küstahlıklara ve edepsizliklere rağmen sözkonusu olan eshab-ı tarikten keramet ve vecd halleri kesilmez. Bunun ke-silmemesinin sebebi bu kimselerin Allah'ın mekrine uğramaları hasebiyledir.
Yani Allah (cc) bir nevi onların daha da azması ve azaplarının artması için, göstermekle övündükleri kerametlerini vererek, hesabın görüleceği güne kadar oyalar. Onlar da zannederler ki, eğer biz Hakk'ın rızası üzere olmasaydık, Allah u Teala bizden bu halleri çoktan keserdi. Halbuki bu Allah'ın onlara vermiş olduğu mekirden başka birşey değildir. Ve onların sergiledikleri ve adına keramet dedikleri şey, istidrâctan başka birşey değildir."


Allah u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz ben onlara mühlet veririm. Muhakkak ki benim tedbirim çok kuvvetlidir." (A'raf, 183)

Şeyh hazretleri havasın mekri hakkında şöyle buyuruyor;
Allah'ın izni olmaksızın harikulade hadiseler ve kerametler izhar etmektir.
Nitekim Resul, kendine ait lisanıyla Hakk'ın kendine vahyettiği hususları insanlara aktarabilir.
Veli ise, Resule mutabakatla bu işi yapmak durumundadır.
Bazı meşâyih keşf-i kerametle gururlanarak izhar ettiği keşf-i kerametine meftun (âşık) olur.
Bu lezzet onu şaşırtır ve Allah'ın mekrine uğramış olur.
Havasın korkusu bu zikredilenlerden ibarettir.


Üçüncü derece ise ehass-ı havasın korkusudur.
Bu üçüncü derecede olanların korkusu, avamın korkusuna benzemez.
Ehass-ı havas müşahede makamında olanlardır.
Bunların korkusu ise; hey'et-i ilâhînin bir noktada dayanılmaz olan celâlinin, kendilerini yakıp mahvetmesidir.
Zira ayet-i kerimede geçtiği ifadesiyle, Musa(as) "Allah'ın dağa tecelli etmesiyle beraber bayılmıştı."
Bu mânâya işaret eder mahiyette Hz. Mevlânâ şöyle buyurmuştur:
Heybet ateşini parlatırsa, ciğer onun parlaklığından kebab olur.
Onun kahır denizi kunfekâne, dalgasını meydana çıkarırsa, herşey harab olur.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

3. DERECE: Recâ (ümit)

Recâ (ümit) ariflerin en zayıf menzilleri ve taliplerin en güzel mertebelerindendir.
Taliplerin ittihâz etmesi gereken güzel bir sıfattır.
Ancak recâ yani ümit etmek, bir yönüyle Allah'ın iradesine ters düşmek mânâsına yorulmuştur.
Şöyle ki Allah (cc) bütün eşyanın mâlikidir.
Bir mâlike yakışan ise; mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunabilmesidir.
Bir kulun ümit ettiği mevzuda recâya sarılması bir yönüyle Allah'ın iradesine muarız olmaktır.
Meselâ; Allah'ın takdir ettiğinin aksine; "şöyle olmasaydı da, böyle olsaydı" kabilinden isteklerde bulunması, bir mânâda Allah'ın iradesine itiraz etmek ve serzenişte bulunmaktır.
Böylece kul kendi isteğini, Allah'ın isteği üzere tercih etmiştir.
Asıl kula layık olan ise; mâlikin takdir ettiği emrine teslim olmasıdır.
Ve iradesini Allah'ın iradesi istikametinde yapmasıdır.

Ben sana ulaşmak isterken,
Sen beni terk ediyorsun.
Öyleyse Rabbim sen isterken,
Ben muradımı terkediyorum.

diyen, azizlerin mertebesini bulur.
Recâ edenin mertebesinin zayıf olmasının sebebi, ümit ettiği şeyin, Rabbin murad ettiği şeyden daha evlâ olduğunu zannetmesidir.
Arif olanlar ise, Hakk'ın irâdesi ve isteği karşısında sükût eder ve ondan gelen herşeye razı olurlar.
Ancak rec'a; kokunun hararetini (dozunu) ve ümitsizliğe ait ateşi söndürmede ve ayarlamada çok mühim ve faydalıdır.
Eğer korku, ümit tarafına galip gelirse, ye's kendisinden izâle olur ve tehlike olmaktan çıkar.
Nitekim âyet-i kerimede; "...Allah'ın merhametinden ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü Allah'ın merhametinden ancak kafir bir millet ümidini keser." (Yusuf, 87) belirtildiği gibi, Allah'ın rahmetinden ümidini kesen ancak ve ancak kafirlerdir.

Şayet ümit tarafı, korku tarafına ağır basarsa o zaman kişi "Yoksa onlar Allah'ın kendilerini ansızın yakalayıvermesinden emin mi oldular?
Allah'ın ansızın yakalamasından ancak hüsrana uğramış bir kavim emin olabilir."
(A'raf 99) Âyet-i kerimesine muhatab olur.
Kula yakışan, havf (korku) ve recâ (ümit) arasında bir denge kurup, kendisini bu şekil ayarlamasıdır.
Recâ'nın bir diğer faydası da; ümit sayesinde kalblerin Allah'a yönelmekten sürür bulması, Hakk'a olan hüsn-ü zanla aşk ve şevkin muhafaza edilmesidir.
Bu ibadetlerin istikrarlı yapılması yönünde de bir teşviktir.
Şayet reca olmasa, kul yapmış olduğu ibadetlerinden soğur ve tembellesin Böylece kemale doğru ilerlemekten ve din-i mübîn-i islâmâ hadim olmaktan geri kalır.
Netice olarak sâlike lazım olan, kendisine havf ve recâ'nın arasında bir menzile bulmasıdır.
Bu onun üzerine vaciptir.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

4. DERECE: Huşu

Allah u Teâlâ, âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
"İman edenlerin Allah'ın zikrine ve indirilen Hakk'a karşı kalblerinin huşu içinde olması, daha önce kendilerine kitap verilip üzerlerinden uzun zaman geçince kalbleri katılaşan kimseler gibi olmamalarının zamanı gelmedi mi? Onlar doğru yoldan çıkarılmış kimselerdir." (Hadid, 16)

Huşu demek; kalbin yumuşaklığı ve nazikliği yanında, Allah'a karşı olan tevazuu ve inkiyâdı demektir.
Mümin olan kimsenin, kalbi katı olması mevzuunda hiçbir bahanesi yoktur.
Tevazu ve huşu müm'inin şiarıdır. Ve katı kalblilik mü'minlikte asla yoktur.
Istılahi olarak huşu: Allah'ın büyüklüğü karşısında kulun korku ve muhabbetle onun merhametine sığınması halidir.
Bu hale vasıl olan kimse, nefsanî ve şehvanî isteklerini izale etmelidir.
Eshâb-ı tertîbe ve erbab-ı ibadete en lazım olan sıfat huşudur.

Allah u Teala bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor; "O gün bir kısım yüzler zelil ve perişandır. Uğraşmış, yorulmuşlardır". (Gaşiye 2-3)
Huşu, tecelliyi ilahîden hasıl olan bir sıfattır.
Ahirette bu sıfat bunlardan gidip bir ehline naklolunur.
Yukarıdaki âyet buna işarettir.
Huşu tecelliyi ilâhîden hasıl olan bir sıfattır ki; her neye tecelli ederse o şey Allah'a huşu duyar.
Resûlullah efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
Allah neye tecellî ederse, o ona tevazu gösterir. Onun için Allah'tan
en çok korkan âlimlerdir. Zira âyet-i kerimede
"Muhakkak ki Allah'tan en çok korkan âlimlerdir" buyrulmaktadır.
Ve Resûlullah efendimiz(sav) "Ben sizin Allah'ı en çok bileniniz ve ondan en çok korkanınızım" buyuruyorlar.
Allah(cc) bir kalbe tecelli ettiğinde, o kalp Allah korkusu ve muhabbetiyle huşu içerisine girer, insanın kalbi bu huşûyu yaşadığı an, diğer vücut azalarında ona tabi olur.
Ama bir kimsenin kalbi Allah'a karşı huşu duymuyorsa, sâir azaları da huşu duymaz.
Nitekim Resûlullah efendimiz (sav) namaz kıldığı esnada bir kimsenin sağa sola sallandığını görünce şöyle buyurdu:
"Eğer bu adamın kalbi huşu duysaydı muhakkak ki azaları da huşu duyacaktı."
Kısacası, zahir bâtının bir nevi aynasıdır.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

5. DERECE Zühd

Zühd; bütün isteklerden, özellikle eşyaya ait isteklerden vazgeçmektir.
Dünyadan ve onda olandan, dünya malına muhabbetten yüz çevirmektir.

Avamın zühdü Allah'a yaklaşmak içindir. Mertebeyi iradede olanlar zühd sayesinde kemâle erişir.
Kemâle erişenler sahip oldukları bir önceki dereceyi çok aşağıda görerek bir üst mertebeye ulaşmak için, dünyaya ve masivâya ait herşeyi terkederek tecrid olurlar.
Böylece Hakk'a yaklaşmaya yol bulurlar. Ve müridler nefislerini masivâdan tecrid etmekle cemiyyet-i batına vâsıl olurlar.
Ehass-ı havasın zühdüne gelince, bunların gözleri Hakk'ın şühuduyla doludur; Ve gözlerinde Hakk'tan başkasına yol yoktur.
O'nun içindir ki onlar baktıkları şeye Hak nazarıyla bakarlar.
Onların gözünde bu dünyanın çöp kadar bir değeri yoktur.
Resûllulah efendimiz bunları işaret eder mâhiyette şöyle buyurmuştur:
"Eğer Allah'ın indinde dünyanın bir değeri olsaydı, hiç bir kâfire ondan bir içimlik dahi su içirmezdi."

Şeyh hazretleri, Beyâzıd hazretlerinden naklen Futûhat'ında şöyle buyuruyor.
"Beyâzıd-ı Bestâmî hazretleri şöyle buyurdu: Ben üç gün zühde girdim. Zühdümün birinci günü dünyaya yüz çevirdim, ikinci günü ahirete ait zühde girdim. Üçüncü günü ise, bütün masivâdan yüz çevirip zühde girdim. Bunun üzerine Rabbim bana nida ederek; "Ne istiyorsun ya Beyazıd" buyurdu.
Cevaben şöyle dedim: "İstememeyi istiyorum. Zira ben muradım sen mürîd'sin".

Çoğu talebe buna benzer kelam ve sözleri öğrenmekle kemale erdiklerini zannederek; dünyanın kendilerine göre bir hiç olduğunu söylüyorlar.
Oysa ki hemen akabinde bir şeyleri kaybolsa veya fevt olsa üzülüyorlar.
Ama hakk-ı kemal sahiplerinin şanı ise; isterse bütün dünyâya malik olsun ve elindeki herşey bir anda fevtolsun, bundan dolayı asla üzülmemelidirler.
Sâlikin bu mertebeye ulaşabilmesi için hem maddî ve hem de manevî çoğu şeyi terketmesi icap eder.

Sâlikin hususiyetle dikkat etmesi gereken hususlardan bir tanesi de haram olduğu belli olan şeylerin haricinde bir de şüpheli olan şeylerden sakınmasıdır. Ve bu nevi şüpheli şeylere meyil ve muhabbet göstermemesidir.
Zira şüpheli olan şeylere meyleden mal ve servet sevgisini bir kenara bırakıp, sâlikin elinde bulunan mallarından infak etmesi gerekir.
İbnü'l-Fârız hazretleri; "Kolay, sade ve halk namına olan bir hayatı yaşamanın yolu, Allah yolunda infak etmektir" buyurmuşlardır.
Bundan sonra sâlike lazım olan; âcile olan zevklerini ve lezzetlerini ve Hûda'dan başka mâsiva hükmündeki herşeyi terketmesi ve kalbinde Hûda'dan gayrisine muhabbet duymamasıdır.
İşte bu düsturlar üzere olursa büyüklerimizden olan meşayih-i kiramın ve kemal ehlinin aldığı gönül lezzetini alır. Ve onların mertebesini bulmuş olur. Ve ariflerin zühdüne vâsıl olmuş olur.
Zira zühdün üç derecesi vardır.
Birincisi, avamın zühdü. İkincisi, havasın, üçüncüsü ise ariflerin zühdü.
Avamın zühdü haramı terketmektir.
Havasın zühdü, zaruret üzerindeki ihtiyacı terketmektir.
Ariflerin zühdü ise, mâsivâullâhı terketmektir.

Bir kimse Allah'tan gayrı olan mâsivâya ait muhabbeti atarak kalbine yalnızca Allah sevgisini yerleştirmişse; o kimsenin mülkü altında ne kadar zenginlik olursa olsun, o kimseye menfi yönde zarar veremez.
Zira o kimse kalbini Huda'ya bağlamıştır.
Bu neviden misaller çoktur.
Meselâ; Hz. İbrahim'in malı mülkü çoktu ama bu mal ve mülk onun kalbini, Hûda'dan koparmadı.
Hz. Süleyman ve evliyaullahdan nicelerinin bol serveti, tahtları ve tadarı olmasına rağmen, onları Allah'a boyun eğmekten alıkoymadı. Ve malları kendileriyle Al-lah (cc) arasına perde olmadı.
Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde; "Senin helakin sevdiğin şeydendir. O sevdiğin şey ise dünyadır" buyurmuşlardır,

Hz. Mevlânâ Mesnevi'sinde bu mevzu'a münasip şöyle buyurmuşlardır:
Dünya nedir? Allah'tan gafil olmaktır.
Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir.
Mal mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman ancak yoksul adını takındı.



Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

6. DERECE: Takva

Allah u Teala bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
"Allah indinde en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır"

Resûlullah efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, "Dünyalık üstünü, zengin olanlardır. Ahirette üstün olacaklar ise; takva yönüyle üstün olanlardır."

Allah katında, nesep, mal, şöhret gibi üstünlükler hiçbir şey ifade etmez.
Allah indinde üstünlükte tek miras, takvadır. Allah'tan korkmaktır.
Nitekim Peygamberimiz(sav) "Kim Allah katında en üstün olmak istiyorsa, Allah'tan korksun" buyuruyor.
Çünkü Allah'ın katında nesep, şan , şeref ve mevki diye bir sınıflandırma yoktur.
Üstünlük takvayladır.

Ebu Hüseyin(ra) nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Peygamberimiz(sav) şöyle buyuruyor:
"Sizden birinizin diğerinden üstünlüğü, takvayladır."

Şeriat ehline göre takva; ahirette kötü neticeye yol açabilecek zararlı alışkanlık ve fiilden kaçınmaktır. Ve nefsi bu tür kötülüklerden korumaktır.

Takvanın üç derecesi vardır.
Evvela nefsi şirk ve küfür gibi hastalıklardan uzak tutmaktır.
Bu sayede sâlikin kendisini cehennem azabından kurtarmalıdır,

ikincisi, sâlikin işlemiş olduğu bütün günahlardan dolayı pişmanlık duyup tevbe etmesidir.
Bu havasın takvâsıdır.
Şeriat ehlinin katında ariflerin takvadaki derecesi budur.
Hz. Mevlânâ bu mevzua muvafık şöyle buyurmuştur:

Takva sahibi de, Firavunun gittiği yoldan usanan, Musalaşan kişidir.

Muttakî olan kimse; zarurî olan şeyin korkusundan dolayı terketmelidir ki bu sayede muttakîlerin derecesine ulaşsın.
Nitekim Hz. Rasulullah bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar :
"Bir kişi; zarurî olmayan birşeyi, zarurî olan bir şeyden dolayı terketmediği müdetçe, takva derecesine erişemez."

Meşâyih-i kiram muttakî olanları şöyle tarif ediyor :
"Takva demek; tariki Mustafa'dan giderek haramları terkedip, ihlasla Allah'tan çekinme ve bu uğurda bütün cefalara göğüs germektir".

Takvanın üçüncü derecesi ise; mâsivâullahtan temizlenmektir.
Kısacası âyet-i kerimede ifade edildiği üzere;

"Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun ve ancak müslüman olarak ölün." (Âl-i imran, 102)
Allah'tan hakkıyla korkmaktır.

Gayrılık kavgasından kurtulmadıkça, yârin halveti için sana yol vermezler.

Hakikî takva; Hasan-ı Basrî'nin sahip olduğu mâsivadan vazgeçebilme, havf-ı îlahiyesidir.
Ve İmam-ı Kuşeyrî hazretlerinin buyurdukları gibi, kendini muttâkî kılmaktan ittika etmektir.
Ve daima Hakk'a muttakî ve mu'temed olmaktır.


Ezelî lütuftan medet um.
Çünkü sülük yolunda kendi tâat ve takvana dayanamazsın.



Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

7. DERECE: Verâ

Verâ lügatta; şüpheli olan şeylerden kaçınmak mânâsında kullanılır.
Helal ve haram aşikar olarak ortada olduğuna göre; bir de dikkate alınması lazım gelen şüpheli şeyler vardır.
Mü'niinin şüpheli şeyler hususunda iradesini tayin edecek merci, kalbidir.
Mü'minin kalbi onun danışması gereken manevî müftüsüdür.
Eğer bir hususun-haramlığı veya helalliği mevzuunda şüpheye sahipse, vicdanına danışır.
Takva ölçülerinin verdiği hassasiyete göre, o hususun haramlığı ve helalliği mevzuunda kalbi bir kanaate varır. Ve bu kanâatini ameliyle tatbik eder.
Eğer haramsa ondan kaçınır, helalse gönül rahatlığıyla alır.
Nitekim bir hadis-i şerifte:
"Kalbinin zerre kadar da olsa şüpheye düştüğü birşeyi terket" buyrulmuştur.
Kalbin birşeye ait şüphe duyması, o şeyin haram olduğuna delildir.
Kalbin o şey hakkında itimâd ve sükûn bulması ise, o şeyin helâl olmasına delildir.
Sâlike verâdan daha güzel bir haslet yoktur.
Çünkü bütün hasletlerin en güzeli ve efdali verâ'dır.

Câbir hazretleri'nden rivayet edildiğine göre bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
"Bir gün bir kimse; Resûlullah'ın huzurunda güzel ahlakıyla, ibadetiyle, itaatıyla, cihadıyla ve hayrâtıyla zikredildi.
Diğer bir kimse ise verâ sahibi olmasıyla övüldü.
Bunun üzerine Rasûlullah efendimiz(sav) şöyle buyurdu:
"Hiçbir şey verâ'ın yerini tutamaz. Zira verâ, hasletlerin en güzelidir".


Diğer bir hadis-i şerifte Resûlullah efendimiz(sav) şöyle buyuruyor:
"Dinimizin özü verâ'dır."

Şibli hazretlerine vera hakkında sorulduğunda şu cevabı verdi:
"Halkın Hak canibinden başka yöne yönelmemesidir".

Havastan bazılarına vera sorulduğunda ise; "ister kızgınlık anı olsun isterse rızâ, daima Hakk'la mükaleme eylemendir" diye cevap verdiler.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

8. DERECE: Tebettül

Allah u Azimüşşan bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor;
"Rabbi'nin adını an ve her şeyi kalbinden çıkarıp sadece O'na yönel". (Müzzemmil,8)

Beyzâvî şöyle dedi: "Rabbinin adını anmaktan murad; teşbih etmek ve gece gündüz O'na ibadet etmektir. Kur'an okumak ve ilim tahsil etmektir."

Tebettül; masivayı bırakıp herşeyi ile Allah'a yönelmektir.
Hatta ehl-i tahkike göre cennet ve ahiret hayalini bırakıp Allah'a erişmek ve O'na muttasıl olmak için tevhide girmektir.
Meselâ bir kimse yalnızca cennet beklentisiyle ve ahret endişesiyle Allah'a yönelse, bu yöneliş hakikî bir yönelme değildir. Ve bu yolda dünyadan tecrit olmuş olur ve tebettül, bütün mâsivadan kopup Allah'a yönelmektir.
Nefsin heva ve hevesinden el çekmektir. Ve bununla beraber; Allah'tan başkasına itimat etmekten, O'ndan başkasından korkmaktan, medet ummaktan ve yardım beklemekten ictinâb etmektir.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

9. DERECE: İbadet ve ubûdet

İbadet, Allah'a karşı alçakgönüllülüktür.
Meşâyihin çoğu ibadetle ubûdet arasında fark olduğunu beyan etmişlerdir.
Ama bazı muhakkikler lafzan ve manen ikisinin de arasında fark olmadığını belirtmişlerdir, ibadet, kulluğa denir.
Ubûdet ise, kul olmaya denir, ibadet edene âbid denir.
Sahib-i ubûdete ise, abd ıtlak olunur.
Bu iki sıfat, sâlike lâzım olan sıfatlardır.
Bir kimse bütün ibadetlerin esrarına vakıf olup nuruyla nürlanmazsa, o kimse ubûdet sahibi olamaz. Ve ibadeti Allah katında makbul değildir. Ve bu kimse bu nev'i ibadetle kemâle eremez.

Allah'a ibadet ve kulluk et.
Çünkü bunların her ikisiyle gönlün hayat bulur.
İbadet gönlü başka şeylerden uzak tutar.
Kulluğu itaat etmeye doğru çeker.


Cenab-ı Hakk'a ibadet iki türlüdür.
Birincisi, mutlak olan Zât'a ibadet, ikincisi safâiyyet-i mukayyedeye ibadettir.
İbadet-i zâtiyye-i mutlaka, herşeyi ilm-i Hakk'ta iken emrine imtisal etmek ve tekvini ve tayini kabul kılıp vücûda gelmesidir, istikrarlı olan ibadet, rahmet-i Rahmanın tecellisinde en önemli vasıtadır.
Bu rahmet-i rahmaniyye kesintisiz yapılan amelin varlığına şâmildir.
Kul şayet teklif ve tekellüfsüz olarak teslimiyette ise kuldur.
Ama ibadet-i sıfâtiyye-i mukayyede ise, rahmet-i rahmiyye-i hâssa mukabelesinde vaki olmuştur.
Nebiler ve Resuller vasıtasıyla namaz insanlara teklif edilmiştir.

Rahmet-i rahmiyye-i hâssanın vusulü için bu ibadet şarttır.
Bu ibadet istekle yapılan ibadettir.
İbadet diye, ihtiyarla (istekle) yapılan fiillere denir.
Hz. Mevlânâ şöyle buyuruyor:
İhtiyarla yapmak kudreti ibadetin tuzudur, lezzetidir.
Yoksa bu gökyüzü de ihtiyarsız dönüp durmada.


İbadetle yükümlü olanların âbid olanı, ibadet-i sıfâtiyye ile zahir olur.
Nitekim bazıları ibadetsizlikleriyle farklı bir mercidedirler.
Yani ibadet ayırtedici bir vasıftır.
Nitekim bazısı ibadet ederek itaat eder.
Bazısı ise ibadet etmemekle isyan eder.
İsteyerek ibadet edenler cennet nimetlerine erişecektirler. Ve isteyerek ibadet etmeyip isyan edenler, elbette ki cehennemi tadacaklardır.

İbadette biri makam mevki sahibi oldu,
diğeri de serkeşlikle kuyunun dibini buldu.
Kulluk itibarın ölçüsü oldu.
Bu mihenk taşından her birinin ayarı bellidir.


Hakk'a hakkıyla ibadet etmek, Hakk'ın fermanını, kendi hevâ ve hevesinin fermanına tercih etmektir.
Fermân-ı Hüdâya mutabık olmaktır.

Ya dostun rızası gerekir ya da kendi heva hevesin.

Allah u Teâlâ bir ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
"Hevasını ilah edineni gördün mü?"

Ehl-i tarikin yapması gereken nefsini ilah edinmeyip, Rabbini ilah edinmesidir.

Heva hevesine uydukça Allah'a ibadet etmen mümkün olmaz.

Hüdâya ibadet edenler dört kısımdır.
Bir kısmı sahiden samimi olarak Hüdâ'ya tapar.
Bir kısmı ise hevaperesttir.
Birinci kısım ibadet edenler, ibadeti cennet için yaparlar.
Bunlar tacirlerdir.
İkinci kısım ibadet edenler ise, ubudiyyet korkusu yüzünden ibadet ederler.
Bunlar kölelerdir.
Üçüncü kısım ise, Allah'tan utandığı için ibadet ederler.
Bunlar sâdikân ve müridândır.
Dördüncü kısım ise, yanlızca, Allah'ın rızasını talep ederek ibadet edenlerdir.
Bunlar ise husûsî âşıklardır.
Râbia (r.anha)'nın dediği gibi: "Allahım sana yaklaşmak ve senin rızanı kazanmak için ibadet ediyorum. Senin ateşinden korktuğum için değil ve cennetini elde etmek için değil."

Bu mertebeye ubûdet denir, ibadet müşkilât, havf (korku), recâ (ümid) ve külfetle yapılır.
Ubûdet ise, ne meşakkat, ne havf ve reca ve ne de külfetle yapılır.
Zevk-i ilahî ve şevkle yapılır.
Nitekim ibn-i Farız hazretleri bu mânâya işaret ederek şöyle diyor:
Her bir makamı, sülûkun makamlarından katettim.
Ubûdetle, ubûdiyyeti tahkik ve tesbit eyledim.
Havasın taâti, daima zevk ve şevkle yapılır.
Avamın ibadeti ise kerhen ve zorlama iledir.

Bu nev'i ibadet (avamın ibâdeti) ise makbul değildir.
Bir âyet-i kerimede Allah u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sonra Allah'ın irâdesi duman halinde bulunan semâya yöneldi. Semâya ve yere isteyerek veya istemeyerek gelin." dedi. Onlar da: "isteyerek geldik dediler." (Fussilet, 11)

Akıllıların yuları "zorla gelin" emridir;
gönlünü kaptıranların baharı "dileyerek gelin" emri.


Nebiler, Resuller, Enbiyalar, Evliyalar ve cümle kâmilinden olan kimseler ibâdetlerini aşk ve şevkle yapmışlardır.
Allah u Teâlât(cc) şöyle buyuruyor:
"Ne isâ Mesih Allah'a kulluk yapmaktan kaçınır. Ne de Allah'a yaklaştırılmış melekler. Kim Allah'a kulluk etmekten çekinir ve kibirlenirse, bilsin ki, hepsini huzurunda toplayacaktır." (Nisa, 172)

Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum.
Ben senin hizmetinde kul olup, başımı koydum.
Âzâd olan kul şâd olur. Ben sana kul olduğum için şâdım.



Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

10. DERECE: Hürriyet

Hürriyet, insanı dünyaya bağlayan herşeyden nefsi kurtarmak âzâd etmek demektir.
Hz. Mevlânâ bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
Ey oğul! Bağı çöz; âzâd ol.
Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın?


Bu halkın her birisi birşeylerin kulu olmuştur ve onu kendine put edinmiştir.
Kimisi dünyanın esiri, kimisi şehvetin esiri, kimisi nefsinin ve gururunun esiri, kimisi ise şöhretin esiri olmuştur.
Onun için Hz. Peygamber(sav) bu sıfattaki insanlara beddua ederek şöyle buyurmuştur:
"Dünyanın esiri olan helak oldu, dirhemin esiri olan helak oldu, midesinin esiri olan helak oldu, kadının esiri olan helak oldu."
İşte sâlike lazım olan, bütün bu kötü hasletlerden salim olmasıdır.

Cüneyd hazretlerine şöyle soruldu: "Kul ne zaman Allah'ın rızası doğrultusunda kul olabilir?"
Cüneyd hazretleri cevap verdi: "Hür olduğu zaman. Gerçek hürriyet, Allah'a kul olmakla mümkündür."

Hakk'a kullukla şâd olan o gönül iki dünyanın gamı, kederinden de kurtulur.

Şeyh hazretleri Fütuhatında şöyle buyuruyorlar:
“Hürriyet, Allah'tan başka eşyanın bağlantısından kurtulup, yalnız ve yalnız Allah'a kul olmaktır. Ve mâsivâullahdan hür olmaktır. Allah'tan başkasını Rab edinmemektir. Bu sayede dirhem ve dinara esir olmaktan kurtulmaktır. Bununla beraber, benlikten ve nefse ait hürriyet esiri olmaktan kurtulmaktır.”
Nitekim bu mevzua münasip olarak Hz. Beyâzıd'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Adamın birisi ona sordu: Senin hürriyetin nedir? O da cevaben; "benlikten kurtulmaktır" dedi. Bunun üzerin adam; Allah senin himârını (merkebini) öldürdü ki, sen onun kulu olmayasın. Ve bilakis Allah'ın kulu olasın" dedi.

Sen beden lezzetine kapılıp onun esiri olmuşsun
Senin gönül âleminde hiç bir hayat hazır değil



Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ResimResimResimResim 3. BAB ResimResimResimResim



Resim

1. DERECE: Murakebe

Murakabe, kişinin kalbiyle Allah'ı(cc) mülâhaza etmesi demektir.
Allah'ı kalbiyle mülâhaza etmek ise onu daima kendisine yakın hissetmek ve yaptığı her işte kendisini seyrediyor olmasını düşünmektir.
Zira Allah u Teâlâ her yerde hâzır ve nazırdır.
Zira Allah u Teâlâ'nın iradesi ve müşahedesi dışında hiçbir şey vuku bulmaz.

Allah u Teâlâ(cc) bu mevzua münasip olarak şöyle buyurmuştur:
"Ey Muhammed! Bizim şehadetimiz olmaksızın ne Kur'an'dan okuyabilirsin, ne de birşey yapabilirsin. Ve ey kullarım! Allah'ın gözetimi dışında amellerden hiçbir amel yapamazsınız. Siz bâtıla daldığınızda biz onu gözetiyoruzdur."

Sâlike lazım olan, "Allah'ın her an kendisini gözetiyor" olmasına müdrik olmasıdır.
Allah u Teâlâ bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
"Allah u Teâlâ(cc) o âsî ve kâfir olanları bilmez mi?"
Yani bunun mânâsı, Allah kâfirin küfrünü ve müslimin teslimiyyetini görür.
Ona göre azap veya mükafatını verir.
Onun hakimiyetinde olmayan hiç bir fiil, eşya ve tasarruf yoktur.
Âyet-i kerimenin hitabı hususi olmakla beraber şümulü umûmîdir.
Bu âsi olanlara tevbe etmeleri yönünde bir uyarıdır.
Zira Allah kimin ne yaptığını bilir.

Mü'minlere de ayrı bir hitap vardır.
O da şudur:
Ey mü'min kişi, boş ve yalnız kaldığın tenha vakitlerde, yapayalnız olduğunu zannederek sakın hataya düşme.
Zira Allah(cc) seni görüyor.
O halde ihlâs ile amel et.
Hiçbir zaman başıboş olmadığını iyice anla.
Meşayih-i Kiram bu hususta şöyle demişlerdir:
"Rabbine âsî olduğunda şunu iyi bil ki, Rabbin her tarafta seni görür".

Rivayet edildiğine göre Cüneyd-i Bağdadî hazretleri müridlerinden bir tanesine daha bir yakınlık ve alâka gösteriyordu.
Bu hal diğer müritler arasında rahatsızlık yarattı.
Ve "Niçin ona böyle davranıyor?" diye dedikodu etmeye başladılar.
Derken bir gün Cüneyd hazretleri bütün müridânını toplayıp ellerine birer bıçakla tavuk tutuşturdu.
Ve onlara şöyle dedi: "Gidin bunu kimsenin olmadığı bir yerde kesin getirin."
Herkes gidip bir tenha yerde tavuğu keserek getirdi.
Ancak içlerinden biri elindeki tavuğu kesmeden geri getirdi.
Bu mürid önceden Cüneyd hazretlerinin iltifat eylediği kimseydi.
Cüneyd hazretleri ona niçin kesmediğini sordu.
O da: "kesmek için hiç kimsenin olmadığı bir yer bulamadım. Zira her yerde Allah var" diye cevap verdi.
Bunun arkasından Cüneyd hazretleri müridâna dönerek şöyle dedi:
"İşte bunu sizin üzerinize üstün tutmamın sebebi budur, işte Allah'ın her yerde var olduğunu idrak eden bir kimse, asla çirkin bir davranışta bulunmaz."

Hz. Mevlânâ bu mevzuda şöyle buyurmuşlardır.
Allah herşeyi görür.
Bu görüş de daima seni korkutsun diye kendisine "gören" dedi.
Kötü sözlerden dudağını yumasın diye de kendisini "duyan" diye anlattı.
Korkasın da bir fesat düşünmeyesin diye "bilen" adını takındı.


Bu beyitlere münasip olarak Vâsitî şöyle der:
"Murakabe kalbi kötü düşüncelerden alıkoymak, korumak ve zahirde de bâtında da Hakk'ı müşahede etmektir."

Kâşânî de şöyle der:
Murakabe, Hakk'ın sana olan şuhûdunun devamlı olmasıdır. Ve böylece senin de daima onu müşahede etmendir. Ve fiillerini bu müşahedeye göre ayarlamandır.

Ayrıca murakabe mertebesine ulaşanlara karşı hürmette kusur etmemek lâzımdır.
Murakabe sahibi olan birisi daima, hürmetle ve muvazeneli olarak davranışlarını ayarlaması lâzımdır.


Resim
Resim
Cevapla

“►Diğerleri k.s.◄” sayfasına dön