Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Resim

Ünlü İslam alimi Prof. Dr. Muhammed Hamidullah Amerika'nın Florida eyaletinde vefat etti. Hindistan'ın yetiştirdiği en büyük İslam alimlerinden Üstad Muhammed Hamidullah, 19,12,2002de Amerika Birleşik Devletleri'nin Florida eyaletinde 96 yaşında Hakk'a yürüdü. Özellikle "siyer" (devletlerararası İslam hukuku) alanında dünyanın en büyük uzmanları arasında yer alan Üstad Hamidullah, uzun bir süreden beri yaşlılığa bağlı çeşitli rahatsızlıklardan dolayı tedavi altında tutuluyordu.

İki ayrı üniversitede doktora

Hindistan ile Pakistan'ın henüz tek devlet olduğu 1908 yılında Haydarabad kentinde doğan Muhammed Hamidullah, ilk ve orta öğrenimini bu kentte tamamladı. Üniversite eğitimine de Haydarabad'da devam eden ünlü alim, 1930'ların başında hukuk fakültesinden mezun oldu.

İlk gençlik çağlarından itibaren özellikle "siyer" dalına büyük bir merak duyan Muhammed Hamidullah, bu alanda akademik kariyer yapmak üzere 1936 yılında Paris'e gitti. Paris Üniversitesi'nden "Peygamberimizin Savaş Mektupları" başlıklı teziyle doktora unvanı alan Üstad, kısa bir süre sonra da bu kez Almanya'nın Tübingen Üniversitesi'ne kaydolarak "devletlerarası İslam hukuku" alanında ikinci bir doktora çalışması çalışması daha yaptı.

Üstad Hamidullah, 1947 yılında yükseköğrenim hayatının bir bölümünün geçtiği Paris'e yerleşti ve uzun yıllar boyunca bu kentte yaşadı. Kısa adı CNRS olan Fransız Milli Araştırmalar Merkezi'ne üye olan ünlü araştırmacı, bu kurumun bünyesinde hukuk ve İslam alanlarında sayısız bilimsel çalışmaya imza attı.

Özgün fikirleri ve geliştirdiği yeni araştırma metotlarıyla, 1950'li yıllarda uluslararası akademik çevrelerde ünü adım adım yayılan Üstad, yıllar boyunca tam bir gezgin gibi dolaşarak farklı ülkelerin yükseköğrenim kurumlarında dersler verdi.

Prof. Hamidullah, 1950'lerde "sözleşmeli profesör" olarak ülkemize de gelerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk fakültelerinde, Ankara'da, İzmir'de, Konya Yüksek İslam Enstitüsü'nde uzun süre dersler verdi, bu dönemde pek çok genç Türk akademisyeninin yetişmesine katkıda bulundu.

8 DİL BİLİYORDU

Bir düzineye yakın yabancı dili mükemmelen konuşabilen Hamidullah, bu arada ülkemizde görev yaptığı yıllarda Türkçeyi de kusursuz düzeyde öğrenmişti. Üstad'ın bildiği diğer diller arasında Farsça, Arapça, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fransızca ve Rusça da bulunuyordu.

Prof. Hamidullah'ın bir kısmı dilimize de çevrilen ünlü eserleri arasında "İslam Peygamberi", "Hz. Peygamber'in Savaşları ve Savaş Meydanları", "İslam'ın Hukuk İlmine Yardımları", "İslam Devletler Hukuku" ve "İslam'a Giriş" ilk anda akla gelenlerden bazıları. Ayrıca, kendisinin dünyanın dört bir köşesinde yayımlanmış binlerce makalesi de bulunuyor.

Üstad'ı tanımış ve ders almış olmak büyük bir ayrıcalık

Üstad Muhammed Hamidullah'ın vefatını Viyana'da ders verirken öğrenen Prof. Dr. Sırma, vaktiyle onun derslerine katılmanın bugün Türkiye'de ilahiyat ve hukuk alanında kariyer yapmış, bugün olgunluk çağındaki bir kuşak için gurur verici bir ayrıcalık olduğunu ifade etti.

Ölümün Hakk'ın takdiri olduğunu hatırlatan Prof. Dr. Sırma, "İnsan olarak elbette ki hocamızın kaybına hepimiz üzüldük. Ancak, öylesine kıymetli eserler bıraktı, öylesine donanımlı bir kuşak yetiştirdi ki İslam alemine bu derece faydalı olmuş bir insanın ardından yalnızca Allah ondan razı olsun denilmeli ve dua edilmeli. Türk akademisyenleri, ondan çok şey öğrendiler ve öğrenmeye devam edecekler" şeklinde konuştu.

Metod ve görüşleri bize miras kaldı

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Tuğ, kendisinden uzun süre dersler alıp bazı eserlerini de Türkçeye kazandırdığı Üstad'ın vefat haberini Yeni Şafak'ın telefonuyla öğrendi. "Günümüzde, ilahiyat fakültelerimizde onun metot ve görüşlerinden yararlanarak yetişmiş son derece geniş bir ilim adamları grubu vardır" diye konuşan Tuğ, "Özellikle siyer alanında 20. yüzyıla tartışmasız damgasını vurmuş çok büyük değerlerden birini Hakk'a yolcu ettik" dedi.

----

Bir güneş daha battı Hamidullah’ı kaybettik!..
vakit - 19.12.2002


Fransa’nın Paris kentinde hayatını sürdüren İslâm bilgini Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, uzun süreden beri Amerika’nın Florida eyaletinde yakınlarının yanında bulunuyordu.
İlerlemiş yaşı dolayısıyla çeşitli rahatsızlıkları bulunan Hamidullah, 94 yaşında önceki gece saat 02.00’de hayata gözlerini yumdu.

Dünyanın birçok ülkesinde önemli üniversitelerde görev alan ve bu arada ülkemizde de İstanbul ve Erzurum Atatürk üniversitelerinde öğretim üyeliği yapan değerli bilim adamı Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, ardında yüzlerce eser bıraktı.

İslâm’ın batı dünyasında sağlıklı anlaşılması adına büyük çabalar sarfeden ve eserler veren Hamidullah’ın Türkçe’ye çevrilmiş birçok eseri Beyan Yayınları tarafından okuyucuların istifadesine sunuldu.

Hamidullah’ın kısa hayat hikâyesi

Doğum: 19 Ocak 1908 Haydarabad. Ölüm: 17 Aralık 2002 Florida.

Sekiz çocuklu bir ailenin en küçüğüydü. Ailesinden aldığı ilköğrenimin arkasından medrese öğrenimine başladı. Daru’l-Ulum Medresesi’nden sonra Osmaniye Üniversitesi’nde okudu.

Devletler hukuku alanında lisansüstü çalışma aptı. Daha sonra Hicaz, Suriye, Filistin, Mısır ve Türkiye kütüphanelerinde bulunan İslâm devletler hukuku alanındaki çalışmaları inceledi.

Almanya’da Bonn’daki Friedrich Wilhelm Ren Üniversitesi’nde aynı konuda doktorasını verdi (1933). Çalışmalarını Paris Üniversitesi’nde sürdürdü. Bu arada Kuzey Afrika ülkelerinin kütüphanelerinde incelemeler yaptı. Hindistan’a dönerek Osmaniye Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Bu üniversitede devletler hukuku profesörüyken, görevle yurtdışında bulunduğu bir sırada, Haydarabad’ın Hindistan hükümeti tarafından işgal edilmesi (1948) üzerine geri dönmedi. Siyasal mülteci olarak Fransa’ya yerleşti.

Hamidullah, başta Fransa, Mısır, Pakistan ve Türkiye olmak üzere birçok ülkenin üniversitelerinde dersler, konferanslar verdi. 1952’de İstanbul Üniversitesi’nde çalışmaya başladı, uzun yıllar Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü ile Erzurum’da Atatürk Üniversitesi İslâmi İlimler Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı.

Bu sırada, İslâm Tetkikleri Enstitüsü dergisi ile İlahiyat Fakültesi mecmuası başta olmak üzere birçok süreli yayında bilimsel makaleler yazdı. Paris’teki Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nin (CNRS) üyesi olan Hamidullah’ın beş ayrı dilde (Arapça, Urduca, İngilizce, Fransızca ve Almanca) yazdığı ve yayımladığı yapıtları, İslâm’ı temel kaynaklara inerek kavramada ve günümüz şartlarına uygun biçimde yeniden anlamlandırmada etkili oldu. Batı dünyasında İslâm’ın doğru biçimde tanınmasında rol oynadı.

Hamidullah’ın Türkçe’ye çevrilerek yayımlanan başlıca eserleri şunlardır: İslâm’a Giriş (1961), Hz. Peygamber’in Savaşları (1962), İslâm’ın Hukuk İlmine Yardımları (1962), İslâm’da Devlet İdaresi (1963), İmam-ı Azam ve Eseri (1963), Modern İktisat ve İslâm (1963), İslâm Fıkhı ve Roma Hukuku (1964), Kur’an-ı Kerim Tarihi (1965), İslâm Peygamberi (1966, 2 cilt), Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahifa-i Hemmam b. Münebbih (1967), Resulullah Muhammed (1973), İslâm Hukuku Etüdleri (1984), İslâm Müesseselerine Giriş (1984), İslâm, Bilim ve Felsefe (1990), İlk İslâm Devleti (1992), İslâm’ın Doğuşu (1997), Hz. Peygamberin Altı Orijinal Diplomatik Mektubu (1998), İslâm Anayasa Hukuku (1998), El Vesaiku’s-Siyasiyye (1998), İslâm Tarihine Giriş (1999).


---------------
Büyük âlim Muhammed Hamidullah vefat etti
Mükremin Albayrak - Zaman

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah geçtiğimiz pazartesi günü Amerika’nın Florida eyaletinde yaşadığı evinde vefat etti.

98 yaşındaki Hamidullah hocanın, sabah namazını kıldıktan sonra kahvaltısını yapıp istirahate çekildiği; ancak bir daha uyanamadığı belirtildi. Ailesinin Hamidullah için gıyaben cenaze namazı kılınmasını tavsiye ettiği bildirildi.

Türkiye’deki ilahiyatçılar Hamidullah’ın vefatının İslam âlemi için büyük bir kayıp olduğunu kaydetti. Prof. Dr. Salih Tuğ, Hamidullah’ın 1950’den 1975’e kadar Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri ve İslam enstitülerinde yetişen yüzlerce öğrenciye hocalık yaptığını belirterek, “Prof. Dr. Hamidullah, her yıl sözleşmeli hoca olarak İstanbul Üniversitesi’nde üç ay ders veriyordu. İslami ilimler ile İslam kültürünün canlanmasında büyük rolü olmuştur.” dedi.

Prof. Dr. Hamidullah’ın eserlerinin dünyada birçok dile çevrildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Tuğ, Hamidullah’ın Fransızca, Türkçe, Urduca, İngilizce, Arapça ve Farsça gibi dilleri en az eser yazacak seviyede bildirdiğini belirtti.

Herkes tarafından Hamidullah’ın Pakistanlı olarak bilinmesine rağmen onun aslen Hindistan’ın Haydarabat şehrinden olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Tuğ, “Ne yazık ki 1947 yılında Haydarabat’ın Hindistan tarafından işgal edilmesine gösterdiği tepki ve kaleme aldığı yazılarından dolayı bir daha memleketine girmesine izin verilmedi.” şeklinde konuştu.

Ensar Vakfı Başkanı Ahmet Şişman ise Hamidullah hocayı İstanbul Üniversitesi’nde tanıdığını belirterek, onun mütevazı yapısına dikkat çekti. Şişman, “Bir konferans için kendisini çağırmıştık. Hazırladığımız zengin yemek çeşidi varken kendisi yarım tas çorba içerek sofradan kalkmıştı.” dedi.

Türkiye’ye özel sevgisi olan Hamidullah, Bediüzzaman Said Nursi’nin kendisine gönderdiği bir eserinden dolayı yazdığı mektubunda şöyle diyor: “Eskiden beri sizin yüksek vasıflarınızı ve büyük mücadelenizi işitiyorum. Allah birbirinden uzak olanları kavuşturucudur. Bizleri sevgi ve rızasını kazanmakta muvaffak kılsın.”


Mükremin Albayrak, İstanbul 19.12.2002

-----------------------------
Mustafa İslamoğlu
Hamidullah Hoca'nın ardından

Washington'da mukim Dr. Haşmet Bey dostumuz, Muhammed Hamidullah Hocamız'ın vefat haberini ilettiğinde, kendi kendime "İslam semasının en parlak yıldızlarından biri daha kaydı" dedim. Geçen yılki ABD programımda, çok arzu etmeme rağmen, bir fırsatını bulup da ziyaret edemeyişime bir kez daha hayıflandım.

Alim öldü, bil ki âlem öldü. Yeri doldurulur mu, bilemem. Ama hiç de kolay gözükmüyor. Çünkü o, tam anlamıyla bir "İslam âlimi prototipi" idi. Allah vergisi bir kabiliyet, muhteşem bir kapasite, insanı hayrette bırakan bir dil yeteneği, ilme yatkın bir mizaç, yorulmak bilmeyen bir ilmi tecessüs, devasa bir birikim, dinmek bilmeyen bir tetkik ve tetebbu aşkı ve bütün bunlara zemin olan iman ve ihlasın hepsi onda mevcuttu.

1994 yılında Fransa'da programım vardı. Paris'e geçmişken çıkan ilk fırsatta Hamidullah Hoca'yı ziyaret edelim dedik. Eksik olmasın, Dr. Ali İhsan Bey kardeşim kılavuzluk ettiler. Yanlış hatırlamıyorsam, Sen nehrinin sağ yakasında, Louvre Müzesi'ne ve Milli Kütüphane'ye bir kurşunluk mesafede eski Paris'in taş yapılardan oluşan dar caddelerinden birindeki beş katlı bir apartmanın son katında oturuyordu.

Han kapısı gibi eski bir kapının önünde durduk. Hocamız evde yoktu. Paris'in soğuğunu yeme pahasına bekledik. Bir müddet sonra, baktım, sırtındaki kaşe paltonun içinde adeta kaybolmuş nurani yüzüyle Hamidullah Hoca göründü. Elini öpeyim dedim, kucaklayarak mani oldu.

Görmesi ve işitmesi zayıflamıştı. Ama aşkından hiçbir şey kaybetmemişti. Binanın bastıkça gıcırdayan ahşap merdivenlerini son kata kadar çıktık. 90'ına merdiven dayamış bu ihtiyar alimin beş katı her gün nasıl inip çıktığına şaşarken, şaşkınlığım o küçük bir odadan bozma 'ev'e girişimizle daha bir arttı.

Çünkü Hamidullah Hoca, kitaplarla dolu ikiye taksim edilmiş bu taş çatı odasında tek başına yaşıyordu. Ne merdivenden çıkarken koluna girilmesine izin verdi, ne de şekeri bizim tutmamıza.

Sohbetimiz sırasında o selis Arapça'sıyla bize ilk söylediği şey şuydu: "Elhamdülillah, bugün 7 Fransız daha İslam'la şereflendi." Anlaşılıyordu ki, muhatabımızın velut imanı hâlâ adam doğurmayı sürdürüyordu.

Bu müjdeyi verirken, sevinçten yaşlı gözleri parlıyordu. Hamidullah Hoca, Paris'in banliyölerinden birinde bulunan mescitte haftanın belli günlerinde ders veriyor, bu derslere başta Fransızlar olmak üzere her kavimden, her inançtan insan katılıyordu. Orada ilginç ihtida hikayeleri de yaşanıyordu. Her dersin ardından kendi kendisiyle buluşup Allah'a teslimiyetle şereflenen insanlar çıkıyordu. İşte verdiği bu müjde, sadece bir günün hasılatıydı.

Bir buçuk milyarlık ümmet ailesinin gözbebeği bir alimin, apartman izbelerinde odadan bozma bir dairede kimsiz kimsesiz yaşama savaşı vermesi, neye yorulmalıydı? Müslümanlar'ın hal-i pür melaline mi? Bir dava adamının İslam'ı Avrupa'nın dini haline getirmek için ödemek durumunda kaldığı bedele mi? Ya da bir İslam aliminin kimseye eyvallah etmeyen onurlu ve vakarlı duruşuna mı?

Daha sonra hocanın sağlığı iyice bozuldu. Yaşı 90'ı çoktan aşmıştı. Bir de haber aldık ki, ABD'de yaşayan yakınları artık tek başına yaşaması mümkün olmayan hocamızı yanlarına getirtmişler. Hocamız, 17 Aralık Salı günü, Jacksonville'deki ikametgahında sabah namazını kılmış, kahvaltısını yaptıktan sonra istirahata çekilmiş ve bir daha da kalkmamıştı. O, asırlık bir ömrün yüz aydınlığı hasılatını kucağına alarak, gurbetten sılaya yürümüştü.

Şimdi Hamidullah ahiretin misafiri. Dünyanın 'yıldızları' (=starları) olduğu gibi, ukbânın da yıldızları olur. Onların da meleklerden ve iyi ruhlardan hayranları olur. Zannımız o ki, Hamidullah da peygamberlerden, alimlerden, sıddîklardan, salihlerden ve şehitlerden oluşan öteki dünyanın yıldızları arasındaki yerini alacaktır.

Hamidullah Hoca'nın Türkiye Müslümanları'na karşı özel bir muhabbeti vardı. Onun bu muhabbeti İstanbul'daki Osmanlı bakiyesi kütüphanelerde yaptığı keşiflerle, bir tutkuya dönüştü. 1952'den itibaren İstanbul, Ankara ve Erzurum'da, misafir hoca olarak dersler verdi.

Her biri daha sonra kendi alanında söz sahibi olacak birçok talebe yetiştirdi. Prof Dr. Salih Tuğ, Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı bunlardan sadece birkaçıydı. Yani Hamidullah Hoca "hocaların hocası" idi.

O, siyer alanında kendi çağının bir numaralı otoritesiydi. Onun muhalled eseri el-Vesaiku's-Siyasiyye'si, dokümanter bir çalışma olarak alanında rakipsizdi. İslam Peygamberi adıyla Türkçe'ye çevrilen siyerini okuyanlar, Hamidullah farkını hemen farkedeceklerdir. Ayrıca İslam'a Giriş adlı eseri, İslam'ı topyekün inanç sistemi ve bir medeniyetin kurucu öznesi olarak tanımak isteyenlere ilk elde tavsiye edilebilecek bir başucu eseridir.

Türkiye'de kimi sûfî çevreler ona karşı haksız bir husumet beslediler. Eminim ki bu çevreler, tıpkı Afgani, Abduh, Mevdudi ve Kutub'a yaptıkları gibi, onu da hiç tanımadan, okumadan kara listeye almışlardı. Hamidullah'ın talebesi olma makamındaki kimi değerli isimlere, "Baidullah" bile dedirtmişlerdi.

Umarım bu elim kayıp, o çevreler için de bir muhasebe yapma, yanlıştan dönme ve hatalarına istiğfar etme vesilesi olur. Adam kıymeti bilmek için adam kıtlığı çekmek gerekmediği anlaşılır. Zira kıymet bilmeyene kıymet yetmez. Ve dahi kıymet bilmeyenin kıymeti olmaz.

Allah, yüzyılın yüz akı hocamızı, mele-i a'lanın seçkin ruhları arasına katsın.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Resim

Neden Muhammed Hamidullah?

Muhammed Hamidullah; İslamî ilimler, özellikle de Siyer sözkonusu olduğunda, hiç şüphesiz akla ilk gelen önemli isimlerden birisidir.

Hamidullah hoca, ilmi şahsiyetinin yanısıra, yaşam tarzı ile de Ashab-ı Suffa erbabında şahit olduğumuz önemli hususlardan biri olan ilmî ile âmil; yüzyılımızda ender görülen her yönüyle örnek, arif ve zahid bir şahsiyetti.

19 Şubat 1908 tarihinde Hindistan'ın Haydarabad şehrinde dünyaya gelen Muhammed Hamidullah, 17 Aralık 2002'de Amerika'nın Florida eyaletine bağlı Jacksonville kentinde ruhunu Rahman'a teslim ettiği güne kadar; bir gün olsun durup dinlenmeden, gecesini gündüzüne katarak, dünya nimetleri namına pek çok şeyi de terkederek hiç evlenmeden, tüm hayatını ilme ve ümmetin dertlerine adamıştı.


Yüzlerce talebe yetiştirdi

İslâm tarihinin kadîm büyüklerinde görmeye alıştığımız nitelikte ilim edinme ve ilim paylaşma adına rıza-ı İlahî dışında hiç bir karşılık beklemeden, başta nebevî iklimin merkezi olan Hicaz olmak üzere, Suriye, Filistin, Mısır, Türkiye, Almanya, Fransa ve Amerika gibi İslam ve Batı coğrafyasının önemli ilim-kültür merkezlerine seyahatlerde bulunmuş; bir yandan kütüphanelerde sabahlara kadar süren bir arkelog titizliğinde ilmî çalışmalarına devam ederken, diğer yandan seçkin üniversitelerde dersler vermiş ve aralarında ülkemizin değerli ilim adamlarının da bulunduğu yüzlerce talebe yetiştirmiş, başta "İslam Peygamberi" gibi siyer alanında klasikler arasında yer alan değerli eseri olmak üzere; Arapça, İngilizce, Fransızca, ve Urdu dillerinde kaleme aldığı yüzlerce kitap ve binlerce makale ile İslamî ilimlerde hatırı sayılır bir külliyatı ilim dünyasına miras bırakmıştır.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Yazar

Prof.Dr.Muhammed Hamidullah


Türkçesi:

Prof.Dr.İhsan Süreyya SIRMA



İslam Müesseseleri

SUNUŞ

Elinizdeki kitap, değerli Hocam Prof.Dr.Muhammed Hamidullah Bey'in 1974-75 ders yılında İslamî ilimler Fakültesi'nde vermiş olduğu İslam Müesseseleri Tarihi derslerinin sistematik bir şekilde bir araya getirilmiş tercümelerinden meydana gelmektedir. Ben, bu derslere mütercim olarak katıldım. Öğrencilerime yararlı olur düşüncesiyle söz konusu dersleri teksir notları halinde aynı yıl bastırmış, öğrencilerime vermiştim. Bu notları tekrar gözden geçirdiğimde, içindeki değerli bilgilerin sadece fakültemiz talebelerine değil, aynı zamanda İslamî ilimlerle uğraşan tüm ilgililere yararlı olacağı kanaatine vardım.

Şunu da ifade etmek isterim ki, okuyacağınız bu kitap, yazılmayı, yakanda belirttiğim gibi Prof. Hamidullah Bey'in irticalen verdiği derslerdir. Hocamın üslubunu muhafaza etmek için, dersleri yeni bir redaksiyona tabi tutup değişiklik yapmadım. Bu bakımdan dil yönünden olan hataların tamamı bana aittir. Af edeceğinizi umarım.

Tevfik Allah'tandır.

İhsan Süreyya Sırma

Erzurum 1980
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »




DİL KONUSU

Belazuri'nin Fütuhü'l-büldan'ı ve İbn Nedim'in Fihrist'i gibi İslam kaynaklarında, Arapça’nın yazıyla tespitine dair bazı bilgiler vardır.

Bu kaynakların nakillerine göre, Hira'dan Mekke'ye bir adam gelmiş ve bazı sebeplerden ötürü orada yerleşmiş ve evlenmişti. Bu adam, bir şükran borcu olarak, Mekke’li kayınpederine yazıyı öğretmişti.

Mekke'ye gelen bu adam, Hira'da öğrendiği yazıyı, Arapça'yı tespitte kullanmıştı. Fransız alfabesiyle, Arapçayı tesbit etmek gibi. Hira'dan Mekke'ye gelen bu adama kızını veren kişi Ebu Süfyan'ın babası Harb'tı. Resülullah (s.a.v.) ve Ebu Süfyan aynı yaşta idiler.

Ebu Süfyan'ın babasının bu yazıyı ne zaman öğrendiğini kesin olarak bilmiyoruz. Belki o zaman Ebu Süfyan henüz doğmuştu. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) de, o zamanlar doğmuş olması mümkündür. Bunları söylemekteki gayemiz, Arap lisanının bir alfabe ile nasıl yazıldığını tesbit etmek içindir.

Bu hadiseler, İslam’ın gelişinden biraz evveline rastlıyor. Belazuri, İslamiyet'in geldiği sıralarda, Mekke'de onbeş-yirmi kişinin yazı bildiğini belirtiyor. İbn Nedim de, Abbasi Halifesi Me'mun'un müzesinde, Abdülmuttalib tarafından yazılmış bir el yazması bulunduğunu kaydetmektedir ki, bu bir ticari antlaşma metniydi.

Ben Arap dilinin teferruatına dalmayacak, Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimizin, bu konuda getirdiği yenilikler üzerinde duracağım.

Bilindiği gibi, Kur'an-ı Kerîm, Hz. Peygamber zamanında -sözle olduğu gibi- yazıyla da tespit edildi. Hz. Ömer (r.a.), kız kardeşi Fatıma'nın evinde bulduğu Taha süresini okuyarak müslüman oldu.

Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur'an'ın yazılmasına, kaybolmamasına özellikle dikkat ediyordu. Bu konuda
Hz. Muaviye'den şöyle bir rivayet nakledilir. Muaviye, hilafeti zamanında, bir metni yazdırmak için katibini çağırtmış ve ona, «Yaz! lüzum olduğu vakit de rakş yap!» demiştir. Katip, «rakş nedir?» diye sorduğunda, Muaviye şöyle cevap verir: «Biz Hz. Peygamber'in yanında yazı yazarken, bana «rakş yap!» dedi, ben de rakş'ın ne olduğunu Peygamber'den sormuştum. O da, «güç olan harflerin üzerine noktaları koy!» demişti.

Bu rivayet noktalama işaretlerinin, mesela “fe” ile “kaf” arasındaki farkı gösteren noktalamanın Hz. Peygamber zamanına ait olduğunu gösteriyor, irab'ın, yani arapça gramerinin bir kısmının o devre ait olduğu zaten bilinmektedir.

Mesela "izen" kelimesinin "Nün" la olduğu gibi "Elif' ile de yazılabilmekte olduğunu Kur'an-ı Kerim'de görmekteyiz. Bu da bizim için bir delildir.

Bu metodla, papirüs üzerine yazılmış üç mektup görüyoruz ki, bunların tarihi hicri yirmibir yılına aittir. Bunlardan birisi Viyana'da, diğer ikisi Berlin'de muhafaza edilmektedir. Ve bunların üzerinde noktaların bulunduğunu görüyoruz. Haccac Yusuf’dan çok evvel, Hz. Muaviye devrinde yazılmış metinlerde de, harfler üzerinde noktalama işaretlerinin bulunduğuna şahit oluyoruz.

Netice olarak Arap dilinin gelişmesi Hz. Peygamber'e çok şeyler borçludur. Bu aynı zamanda Kur’an sayesindedir.

Yine başka bir misal vereyim: Bieydin kelimesinde "ya" harfi bir tane olması gerektiği halde iki "ya" ile yazılmaktadır. Yani iki harf bir ses olarak okunuyor ki bu bir hata değildir. Bu bir yazılış şeklidir. Daha sonra bir kitabede de amin kelimesinin iki "ya" ile yazıldığını görmekteyiz. Bu da bir hata değil, o zamanlar kullanılan bir yazı özelliğidir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

ARAPÇA

Daha önce Arap lisanı hakkındaki düşüncelerimizi belirtmiştik. Bilindiği gibi Arap lisanı, Hz. Peygamber'in hanımları ve aynı zamanda mü'minlerin annelerinin (Ummehatül-Mü'minin) lisanı olduğundan, dünyadaki bütün müslümanların da ana dilidir.

Şunu belirtmek isterim ki bu lisan Arapların lisanı değil, fakat Allah'ın seçtiği lisandır. Hz. Peygamber'in lisanı bizi alakadar eder. Bilhassa Allah, bu lisanı, son Peygamber'ine, son vahyini bildirmek için seçmiştir.

Hiçbir zaman için değişmeyen ve her zaman geçerli olan bir din için, aynı şekilde hiç bir zaman değişmeyecek bir lisan lazımdır. Gerçekte diğer diller, bir müddet sonra değişmektedir. Hz. Peygamber zamanında Arap lisanı, bugün için gazetelerde radyoda veya başka yerlerde kullanılan Arapça'nın ta kendisidir. Hz. Peygamber zamanındaki Arapça'nın ne kelime yönü, ne telaffuzu ve ne de grameri değişmemiştir. Bunları kısaca belirttikten sonra, aynı lisanın birkaç hususiyeti üzerinde daha duracağız.

Arap lisanının ne kadar zengin olduğu bilinmektedir. Aynı kelime için yüzlerce eş anlamlı kelime vardır. Yalnız aslan kelimesi için, dört bin Arapça kelime olduğu söylenir.

Deve, kap (çanak) ve diğer kelimeler için de öyle bir zenginlik vardır ki bu insanı hayrete düşürür. Bunun izahı nedir? Ben şahsen zannediyorum ki, bu lügatçıların kelimeleri toplamaya başladıklarında, bile bile yaptıkları bir şeydir. Her dilde olduğu gibi, Arapça'da da birçok lehçe mevcuttur. Bir kabilenin kelimeleri diğer bir kabile için anlaşılır bir durumda değildi.

Mesela; bir hadis-i şerif vardır: «Ebu Hureyre
diyor ki: Bir gün Hz. Peygamber benden, kendisi için bir bıçak bulmamı istedi.» Bunun için Hz. Peygamber öyle bir kelime kullandı ki, Ebu Hureyre bunu anlayamadı. Ve Hz. Peygamber'in ne istediğini sordu: Hz. Peygamber tekrar ederek, bu sefer daha başka bir kelime kullandı.

Bunun üzerine Ebu Hureyre anladı ve; «Hayatımda ilk defa bu kelimenin bıçak manasına geldiğini duydum» dedi. Şu halde Arap lisan ilmi başlayınca, lügat toplayanlar, lehçeler arasında bir fark gözetmediler. Arabistan'daki bütün lehçelerin kelimelerini topladılar ve Mekke lehçesi ile (Kureyş lehçesi) yetinmediler; bilakis bütün Arap kabilelerinin lehçelerini aldılar. Netice olarak, bu lügat toplayıcılar öyle müteradif kelimeler aldılar ki, bunlar ancak bazı bölgelerde biliniyordu.

Bu metotta birçok faydalar (avantajlar) vardı. Arap lügatlerine bütün lehçeler alındığı için her kabile «Benim lehçem de Arapça'dır» deyip memnun oluyordu. Bu psikolojik bir mesele idi. Ayrıca bunda ilmî bir fayda da vardı: Araplar, yabancı dillerden tercümeler yapmaya başlayınca, küçük nüanslar için, müteradif kelimelere ihtiyaç duydular, işte, bu kelimeler koleksiyonu, müteradif kelimeleriyle, Araplara ilmî ıstılahları kullanmalarında yardımcı oldu.

Netice olarak, Sanskritçe'den olsun, Yunanca'dan olsun yapılan tercümelerde, bütün kelimelere karşılık bulundu. Ve hemen hemen, yabancı kelimeleri Arapçalaştırmaya ihtiyaç duyulmadı.

Hatta ilk başlarda, bu mütercimlerden bazıları yabancı kelimelerden birkaçının karşılığını bulamayıp, Arapçalaştırdıysa da, hemen kendisine Arapça'da bulunan karşılığı olduğu söylenmiş ve bu yabancı kelimelerin yerine Arapça'ları konmuştur. Bu konuya ait bir misal vereyim.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Kelam ilmine dair tercümeler yapılırken, bir ıstılaha ihtiyaç duyuldu. Bu theologie kelimesiydi.

Yunanca olan Theologia kelimesi Usulojya olarak alındı ve yazıldı. Bugün dahi mevcut olan bazı el yazması kitaplarda, Usulojya kelimesinin kullanıldığını görüyoruz. Bir zaman sonra bu ıstılah, Rububiyye olarak değiştirildi. Bu kelime, Rab, Allah kelimesinden gelmektedir.

Daha sonra bu ıstılah da değiştirildi, ilahiyat dendi ki bu günümüze kadar devam etmektedir ve Theoloji kelimesine artık ihtiyaç kalmamıştır.

Mesela; Müsbet ilimlerde kullanılan bir başka kelimeyi de bu konuda misal olarak verebiliriz. Eski elyazması kitaplarda Matematika diye bir kelime vardır. Bu Yunancadaki Matematika'dır. Bir zaman sonra, bir Arapça kelime bulundu ve daha sonra ta'lîm denmeye başladı. Ve daha sonra bunun yerine Riyaziyat kelimesi kondu ki, bu kelime de bugün devam etmektedir. Ve böylece, Arap lisanının zenginliği, her sahada, her ilimde hizmet etti.

Ben biraz botanik tahsili yaptım. Ve şu neticeye vardım ki, Arap lisanında, botanikle ilgili bir tek yabancı ıstılah yoktur. Ne Arap botaniğinin başlangıcında ve ne de devamında yabancı ıstılah yoktur. Yalnız istisna olarak Arap memleketlerinde (ki üç kıt'aya yayılmıştı) mevcut olmayan nebatattan bazılarının ismi alınarak, «Bu nebat falan memlekette yetişir» diye de kayıt konmuştur. Bu şekilde bazı yabancı ıstılahlar kullanılmıştır. Bunun birkaç nadir istisnası vardır.

Felsefeye dair olsun, tıbba dair olsun, coğrafyaya dair olsun. Mesela Felsefe kelimesi: Bu Yunanca olan Philosophie kelimesinden gelmektedir.

Önce Felsefe kelimesi kullanılmaya başlandı. Müteakiben Hikmet kelimesi alındı; fakat daha sonra farkına varıldı ki Arapça'daki Hikmet kelimesi, Yunanca'daki philosophie kelimesinin tam karşılığı değil, bunun için, felsefe kelimesi Arapça bir kelime gibi muhafaza edildi. Coğrafya kelimesi de aynı şekildedir: Önce Coğrafya kelimesiyle başlandı. Müteakiben Süretü'l-Arz kelimesi kullanıldı.

Çünkü coğrafya kelimesi iki kelimeden müteşekkildir. «Ceo» (Geo) kelimesi yer (arz), «rafya» (graphy) kelimesi de «suret» manasına gelir. Fakat daha sonra farkına varıldı ki Süretü'l-Arz, bir tek kelime olarak kullanılamaz, sıfatlar vs. için. Fakat Coğrafya kelimesi, coğrafî, Coğrafiyyun vs. gibi tek kelime olarak daha kolay kullanıldığı için yine eski kelime olan coğrafya'ya dönüldü ve bu Arapça bir kelime haline geldi.

Tıpta da birkaç nadir kelime vardır, ki, bazı hastalıkları ifade eden bu kelimeler de muhafaza edildi. Mesela; Kulenç kelimesi: Bu bir mide hastalığıdır. Bu colic (kolik) kelimesinden alınmıştır. Herhalde bu hastalık, Araplar'da çok nadir olan bir hastalıktır ki, Araplar ilk defa bunu, Yunanca'dan yaptıkları tercümelerde gördüler ve muhafaza ettiler. Fakat bu kelime biraz değişmişe benziyor. «Colic» kelimesi, «Kolink» olarak alınmış ve bir «n» harfi ilave edilerek kulenç şekline sokulmuştur.

Bir başka kelime de vardır «Malenkoliya» Bu bir nevi cünün veya deliliktir. Fakat bu tam manasıyla cünün değil, biraz farklıdır. Bu kelime, Yunanca'dan tıbba dair yapılan tercümelerde, «melankoliye» kelimesinden alınmıştır. Ve bu kelimede de «n» kelimesi düşmüş ve «melakoliya» şekline girmiştir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Arap lisanının Arapçalaştırmak için, yabancı kelimelere ihtiyacı yoktu. Ve bu çeşitli Arapça lehçelerinden alınan birçok kelime sayesinde Arap lisanı, dünyanın en zengin lisanı haline geldi. Bilhassa aynı manaya gelen müteradif kelimeler yönünden...

Arap lisanının bir diğer özelliği de, daha ilk devirlerde, telaffuz için kaideler konmuş olmasıdır. Bu Kur'an-ı Kerîmin kıraatı içindi. İlm-i tecvid hangi seslerin uzatılacağı, telaffuz'un nerelerde kesileceğini sistemli bir şekilde öğreten bir ilimdir. Bu ilimdeki bütün kaideler, Kur'an-ı Kerim'in doğru okunması içindir. Ve bu, Arapça telaffuzun asırlarca muhafazasına yardım etmiştir.

Araplardaki bu kıraat ilmi nereden gelmiştir? Bu tartışılan bir sorudur.

Bazı müsteşrikler, bu kıraat ilminin, yani Arapça yazılmış bir yazıyı okuma sanatının Necd'den geldiğini iddia etmişlerdir. Dil olarak, bugün dahi Necd bölgesinden ve dış dünya ile hiçbir temasda bulunmamış olan bir Arabın, Arapça yazılı bir metni tıpkı Kur'an-ı Kerim'i okur gibi okuduğunu ileri sürmektedirler.

Şayet Kur'an-ı Kerîm bilinmeden bu Arap dinlenmiş olsa, Kur'an-ı Kerim okuduğu zannedilir. Bu müsteşrikler demektedirler ki, Necd bölgesi asırlarca dış dünyadan kopuk vaziyette idi ve bunun için adetlerini muhafaza etmişlerdir. Bu mümkündür, fakat benim başka bir görüşüm var:

Hadis kitaplarında, Hz. Peygamber'in ashabının Kur'an-ı Kerim'i nasıl okuduklarını, bu okuma işini
(kıraatı) ashabdan kimlerin daha iyi yerine getirdiğini, bu sebeple Hz. Peygamberin övgüsüne mazhar olanları incelediğimizde görüyoruz ki, bu kaide daha ziyade Yemen'de mevcuttur.

Ebu Musa El-Eş'ari'ye ait meşhur bir hadis vardır: Bir sabah Hz. Peygamber, Ebu Musa El-Eş'ari'ye şöyle der: «Biliyor musun? Dün akşam nafile namazımı kılarken senin Kur'an-ı Kerim okuduğunu duydum ve bu çok güzeldi». Ebu Musa El-Eş'ari cevaben: «Eğer sizin beni duyduğunuzu bilseydim, daha güzel bir makamla okurdum» dedi.

Hz. Peygamber O'na «Gerçekten Hz. Davud ehlinin kavalı sana verilmiş» dedi. Hz. Peygamber'in Ebu Musa El-Eş'ari'ye söylediklerinden şu anlam çıkmaktadır: «Makama göre okudun, kıraatında makam kaideleri vardı ve bu çok güzeldi».

Bir diğer hadis-i şerife göre, bir gün Hz. Peygamber yatsı namazından sonra Hz. Aişe'nin evine gitti. Hz. Aişe orada yoktu. Bir zaman sonra Hz. Aişe eve dönünce Hz. Peygamber O'na: «Nereye gitmiştin?» diye sordu.
Hz. Aişe cevaben: «Camide Kur'an-ı Kerim okuyan birisi vardı ve okuyuşu çok hoşuma gittiği için, camide kalıp onu dinledim». Hz. Peygamber ayağa kalktı ve caminin içine bakarak, Hz. Aişe'ye «O'nun kim olduğunu biliyor musun?» dedi. Hz. Aişe, «Hayır» deyince, Hz. Peygamber: «O, Ebu Musa el-Eş'ari idi» dedi.

Hz. Ebu Musa El-Eş'ari bir Yemenliydi. Bu konudaki rivayetlerde, Kur'an-ı Kerim'i güzel okuyan Necdli bir sahabenin adına rastlanmamaktadır.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Arapça'nın bir diğer özelliği de, bizzat kendi grameridir. Bu husus da çok önemlidir.

Arap lisanı çok kelime ihtiva eden bir dildir. Yani Arapça'yı başka bir dile çevirince, diğer dilden birçok kelimeye ihtiyaç vardır. Arapça bir cümle tercüme edilince, birçok cümle ile ancak ifade edilebilmektedir. Arapça'da sadece harf-ı ta'rif olan (el) değil, kelimelerdeki müennes ve müzekkerlikten başka fiil de müennes veya müzekkerdir.

Çoğumuz biliyoruz ki “kale” (o dedi) erkek içindir, fakat "kalet" olunca bu, «kadın dedi» olur. Mesela; Türkçe'de «dedi» kelimesi kadın için de erkek için de, aynı şekilde kullanılır. Hal­buki Arapça'da böyle değildir. Fiil dahi müennes veya müzekker olmaktadır. Bu, Arap lisanının belirleme kaidesidir.

Arap lisanının bir başka yönü vardır ki, belki sadece Türkiye'yi ilgilendirir.

Türkiye kütüphanelerinde diğer memleketlerde mevcut olmayan külliyetli bir miktarda Arapça elyazması kitaplar vardır. Paris'teki «Bibliotheoue Nationale» için Arapça el yazmaları yönünden çok zengin olduğu söyleniyor.

Bu kütüphanede yedi bin Arapça elyazması vardır, İstanbul'da ise yarım milyon Arapça el yazması vardır. Böylece Türkiye'nin Arap dili, Arap edebiyatı ve Arapça eserler yönünden ne kadar büyük bir zenginliğe sahip olduğu anlaşılabilir. Bu el yazmalarını sadece İstanbul’da değil, küçük köylerde dahi gördüm.

Erzurum'da hicrî 3. asra ait bir el yazmasının olduğunu söylediler ki, bu eser dünyanın başka hiçbir yerinde yoktur.

Şüphesiz, bu eserleri yayınlamak ve başka memleketlerin de bu hazineden istifade edebilmesini sağlamak, bu hazineye sahip olan memleket insanlarına düşen bir vazifedir. Şüphesiz ki Arap eserleriyle meşgul olan yabancılar, her zaman için Türkiye’ye gelememektedirler. Arapça ile uğraşan Türklerin sayısı artacak olursa, bunlar bu hazineden faydalanacaklar ve başkalarını da faydalandıracaklardır.

Türklerle ilgili bir hususu da belirtmek isterim. Deniliyor ki -hatta bunu Türkler de tekrar ediyor- Türkler Arap topraklarını, İrak'ı Suriye'yi vs.yı fethettiklerinde, bu memleketlerdeki kütüphaneleri soydular ve kitapları çalıp,
İstanbul’a götürdüler. Hatta Diyanet İşleri eski başkanlarından Şerafettin Yalıtkaya, aynı şeyi Prof. Ritter'e tekrar etmiştir. Ritter O'na «Bu zenginlik nereden geliyor?» diye sorduğunda O, «kılıçla» cevabını vermiştir. Bir tarih talebesi olduğum için, bu ifade bana dokundu; çünkü bunun böyle olmadığını biliyorum. Uzun zamandan beri Türkiye'ye gelmekteyim ve yirmi iki seneden beri İstanbul Üniversitesi'nde çalışmaktayım.

Sadece İstanbul’un değil, hemen hemen Türkiye'nin bütün büyük şehirlerindeki kütüphanelerde çalıştım. Bu çalışmalarda bir neticeye vardım: «Acaba Türkler, bu eserleri harp ganimeti olarak mı, başka yoldan mı aldılar?» Bunun cevabını vermek için önce Selçuklularla başlayalım: Selçuklular, Arap memleketlerindeki fetihlerini çok erken bir devirde yaptılar; yaklaşık bin sene kadar önce. Allah'a şükürler olsun ki, fethettikleri topraklar, daima kendilerinde kalmış, yabancılar, mesela; Rumlar vs. bu toprakları Türklerden alamamışlardır.

Şu halde, farz edelim ki Selçuklular, Bağdat vs. gibi yerlerdeki kitapları elde ettiler. Bu durumda söz konusu kitapların, Selçukluların fetihlerinden evvel yazılmış olması lazımdı. Çünkü ben, bugün bir şehri fethedecek olsam, bu şehirde bulacağım eserler, bu güne ait değil daha önceye ait olacaktır.

Fakat ben, İstanbul, Ankara, Eskişehir, Çorum vs. gibi şehirlerdeki eserlerden, Türk fetihlerinden evvel yazılmış olanına rastlayamadım. Belki yirmi-otuz kadar olabilir. Bunun dışında hepsinin tarihi, Türk hakimiyetinden sonraya aittir.

Yani bir Türk alimi, hakan olsun, kadı olsun, müftü vs. olsun, herhangi bir Arap'tan kitabını ödünç olarak alır ve onu istinsah ettikten sonra aslını, sahibine geri verirdi. Bugün kütüphanelerde mevcut olan el yazmaları, bu kabil istinsahlardır.

Arap alimi, kitaplığını iyi muhafaza edemediği için bu eserlerin asılları kaybolmuş ve bugün elimizde sadece istinsah edilenler kalmıştır ki, ilim için bunlardan istifade ediyoruz.

Bu demek oluyor ki, Türklerin, siyasi fatihleri olsun, ilmî fatihleri olsun (yani alimler), daima kitap toplayıcıları olmuşlardır. Satın alamadıkları kitapları da istinsah etmişlerdir. Bu şekilde İslami ilimlerin çoğu Araplar sayesinde değil, Türkler sayesinde muhafaza edilebilmiştir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Arap lisanına dair son bir hususu da belirteyim. Müslümanlığı kabul eden bütün kavimler, Kur'an-ı Kerîm ve Hadis için, Arapça' ya hürmet etmişler ve bizzat kendi dillerinde her zaman Arapça kelimeler kullanmışlardır. Türkçe'de, Farsça'da, Urduca'da vs. de durum böyledir; Arapça kelimeler, İslam’ı kabul eden muhtediler tarafından kendi lisanlarına sokulmuştur.

Bu hususu, bütün İslam dünyası için de söyleyebiliriz. Kendi öz lisanlarında, birçok Arapça kelime kullanmışlardır. Sultan II. Abdülhamid devrine ait bir Türkçe cümlenin belki %60’ı Arapça, %40’ı da Türkçe'dir. Yani müslüman lisanlarının Arapça'laştırılması isteniyordu. Gaye, sadece hissi bir şey olmayıp, bunda maddi bir fayda da vardır.

Bir müslüman mesela bir Türk, Arapçayı öğrenmek istediğinde, bu onun için çok kolay olacaktır. Kendi öz lisanında bir çok Arapça kelime olunca, onun Arapça öğrenmesi çok kolaylaşacaktır.

Hatta bugün dahi, Türk lisanım öztürkçeleştirmek, yani yabancı kelimelerden arındırmak (bilhassa Arapça'dan) siyasetine rağmen, Türk dilinde her gün kullanılan önemli bir sayıda Arapça kelime vardır. Mesela Kur'an-ı Kerîm'de herkesin bildiği ve Arapça olan «Fatiha» suresini alalım:

Öyle zannediyorum ki, bütün Fatiha süresinde, Türklerin bilmedikleri bir tek “iyyake" kelimesi vardır. «Bismillah» daki isim kelimesi Türkçede de kullanılan bir kelimedir. «Allah», «Rahman», «Rahim» de bilinen kelimelerdendir. «Elhamdü lillahi rabbil alemin» cümlesinde geçen, «Hamd», «Allah», «Rab» ve «Alemin» kelimelerinin ne anlama geldiğini hemen hemen bütün Türkler bilirler.

«Rahman», «Rahim», «Malik», «Yevm», «Din» kelimeleri de bilinir. «îyyake na'budu» da sadece «iyyake» kelimesi bilinmeyebilir. «Na'budu» kelimesinin «îbadet»
kelimesinden geldiğini söylediğimizde, herkes bunu anlar.

Aynı şekilde «Ve iyyake nestein» de, «ve» bilinir, «Nestein» de bugün kullanılmasa bile Osmanlıca'da kullanılmış olan «istiane» kelimesinden geldiği belirtilirse, anlaşılır, «îhdines-sıratel-mustakim»de aynı şekilde bilinmektedir. «En'amte Aleyhim» de «En'amte» «in'am»dan geliyor ki anlamı bilinir. «Gayril mağdubi aleyhim»de de durum aynıdır.

Netice olarak, Fatiha süresinin bütün kelimelerini veyahut, bu kelimelerden türemiş başka kelimeler bilinir.

Hocalarımdan biri (Allah rahmet eylesin) bana diyordu ki: «Bütün müslümanların, Arapçayı kolaylaştırmaları ve bunu kendi öz lisanlarına almaları bir vazifedir. Kendi memleketlerindeki müslümanlar için, Arapça'yı kolaylaştırmak, onların vazifesidir.» Bu nasıl olacak? O şöyle diyordu: «Kur'an-ı Kerîm'de kullanılmış olan kelimeler on bin kadardır, hatta daha da az. Altı binden fazla ayet olmasına rağmen, mükerrer kelimeler çıkarıldığında, geriye bin veya daha az kelime kalır.»

Şayet Kur'an-ı Kerîm'de kullanılan kelimelerin köklerini alacak olursak» Arapça lisanı bizim için son derece kolaylaşır, işte Arapça kelimelerin, diğer İslam lisanlarına alınmasında gaye budur.

Aynı gayeyle, Arapça yazışını bile almışlardır ki, gaye Arapça'yı kolaylaştırmaktır. Madrid'de ispanyol dilinde fakat Arapça yazılmış yüzlerce elyazması gördüm. Polonya'da Arapça yazılmış Polon dilinde el yazmaları var; diğer Avrupa dillerinde de yazılmış olanlar mevcuttur.

Hatta bazı Doğu Avrupa ülkelerinde Arapça alfabe alınmıştır. Dediğim gibi, bu Arapça dilini bilmeyi kolaylaştırıyordu.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

HACC VE KABE




Arap lisanıyla ilgili değerlendirmelerden sonra, İslam müesseseleri ve İslam kültürü konularına geçebiliriz. Çünkü İslam kültürü birinci derecede Arapça'ya dayanır ve bu bakımdan Arapça, İslam kültürünün temelidir.

Şimdi esas konumuza geçebilir ve İslam müesseselerinden söz edebiliriz.

Müesseseler mevzuunda Avrupa'nın modern anlayışı ile, müslümanların klasik anlayışı arasında temel bir fark vardır.

Batılılar Devlet ve Kiliseyi yani siyasi meselelerle, dinî meseleleri birbirinden ayırırlar. Batılılarda dinî ve siyasî meselelerden ayrı ayrı bahsetmek mümkündür. Şayet birisi, maddî hayattan söz ediyorsa, hiçbir zaman dinî hayata ait olan kiliseden, oruçtan, hacdan vs. den bahsetmez. Aynı şekilde, birisi dinî müesseselerden bahsediyorsa, hiçbir zaman siyasî müesseselerden söz etmez. Aralarında tam bir ayrılık mevcuttur.

Bunun aksine olarak, Müslümanlarda böyle bir ayrılık yoktur. İslam’ın ilk devirlerinde Halife, hem ordu kumandanı olarak siyasi başkandı ve aynı zamanda camide imamdı. Şu halde Müslümanlarda, hayatın bu her iki cihetine taalluk eden müesseselerde, bu ayırım yoktur.

Bu konuda şöyle bir örnek vermek mümkündür: Halifeler ve aynı şekilde Hz. Peygamber, müslümanlara dini mevzuda va'z etmek istedikleri zaman minbere çıkar ve müslümanlara hitap ederlerdi. Aynı şekilde, herhangi bir düşmanla savaşmak için bir o cami gönderildiği zaman aynı minbere çıkar, siyasi ve tamamen maddi olan meselelerden konuşurlardı.

Aynı cami, hem siyasi, hem de dinî bir müessese olarak kullanılıyordu. Daha da ileri gideceğim. Mesela; Namazı ele alalım. Hiç kimse, namazın manevi bir şey olduğunu ve siyasetle hiçbir alakası olmadığını inkar etmez. Bu tamamen manevi bir meseledir. Fakat namaz imamı Hz. Peygamber'in tatbikatına göre, dinin reisi olabildiği için, otomatik olarak hem dini ve hem de siyasi olan bir özelliği vardı.
Her bölgede, o bölgenin siyasi temsilcisi aynı zamanda caminin imamıydı.

Şu halde, bu bölgedeki müslümanlardan herhangi birinin bir şikayeti olduğunda kadıya gideceğine doğrudan doğruya camiye gider ve şikayetini caminin imamına bildirirdi. Çünkü imam o bölgenin aynı zamanda siyasi lideriydi.

Bu durumda müessese olarak camiden başlayabiliriz. Müslümanlar için cami, hem manevi ve hem de siyasi bir müessesedir, ibadet olarak da «hacc»dan söze girmeliyiz. Çünkü Hacc, ibadetin Allah'ın evinin önünde yapılması anlamına gelir;

Fakat yeryüzündeki bütün müslümanlar, her zaman Kabe'nin önünde olamayacakları için, bunun yerine geçmek üzere müslümanlar dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar ibadetlerini Kabe'ye yönelerek yaparlar. Bunun için «Hacc»tan başlıyorum.

Hacc'ın tarihi çok ilginçtir. Hadis-i şeriflerde belirtildiğine göre, Allah Hz. Adem'i Cennet'ten çıkardıktan sonra Hz. Adem, uzun bir müddet işlediği günah için ağladı ve Allah'a tövbe etti.

Allah onun tövbesini kabul ettikten bir müddet sonra, Hz. Adem, kendi manevi vazifesini düşünmeye başladı. Ve Allah'a şöyle yalvardı: «Ey Allah'ım! Ben cennette iken meleklerin, ibadet olarak Sen'in tahtının etrafında döndüklerini gördüm ve burada ben bundan mahrumum». Bu hadiste bir husus vardı ki, bilmiyorum benim istidlalim doğru mu? Hz. Adem de aynı şeyi yapıyordu. Hz. Adem’in de ibadeti aynı şekildeydi. Yani Allah'ın Arşı etrafında dönmek.

Bir başka hadiste. Arş yerine Arş altında olan bir camiden bahsedilmektedir. Ve ben bu ikinci yönünü tercih ediyorum. Çünkü Allah sonsuzdur. Melekler veya Hz. Adem, Allah'ın etrafında dönemezlerdi. Bu mümkün değil, Arş'ın etrafı demek, Allah'ın etrafı demektir ki, bu mümkün değil, bunun içindir ki, Allah, Arş'ın altında bir ev, bir cami yapılmasını emretmişti ki onun etrafında dönsünler.


''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Bir hadiste, -Buhari'de olduğunu zannediyorum- yeryüzünde inşa edilen Kabe, Arş'ın altındaki caminin tam altına tesadüf etmektedir. Ve Hz. Peygamber ilave ediyor: Kabe, Arş altındaki caminin o derece hizasındadır ki, bu camiden atılacak bir taş, Kabe'nin damına düşer.

Başka bir tabirle, Kabe, Allah'ın Arş'ına açılan bir penceredir. Netice olarak, Hz. Adem’in tövbesi Allah tarafından kabul edilince O, Allah'a şöyle yalvardı: «Allah'ım ben burada, cennetteki ibadetten mahrumum». Bunun üzerine Allah, bir vahiyle Hz. Adem'e şöyle dedi; «Sen de gökteki meleklerin camisi gibi bir camiyi yeryüzünde inşa et ve melekler gibi sen de ibadetini yap». Melekler Hz. Adem'in yardımına geldiler; böylece Hz. Adem Mekke'de Kabe'yi inşa etti. Şüphesiz, Hz. Adem zamanında kaleme alınmış tarih kitapları yoktur. Bu malumattan, hadisler bahsetmektedirler.

Bu hadislerde okuyoruz ki, Hz. Adem, cennetten çıkarılınca, beraberinde iki şey getirmişti. Bir cennet taşı ve bir asa. Fazla malumat olmamasına rağmen, deniliyor ki bu asa daha sonra Hz. Musa tarafından bulundu. Taşa gelince, bu bir cennet taşıydı ve cennetin bir hatırası olarak Hz. Adem bu taşı Kabe’ye yerleştirmiştir.

Hadis-i Şerifte Hz. Peygamber diyor ki, başlangıçta bu taş, bembeyazdı, daha sonra siyahlaşıp bugünkü duruma gelmiştir. Ve Hadîs-i Şerif diyor ki; hacca gelen günahkârların dokunmasındandır ki, taş tedricen siyahlaştı.

Normal olarak tarihçiler, bu meseleyi bu şekilde nakletmektedirler. Bunlardan bir istisna vardır.

Bu da ibni Abdil-Berr'in el-'ikdül-feridi'inde geçmektedir. İbni Abdil-Berr bu hadiseyi olduğu gibi anlattıktan sonra, diğer Hadis kitaplarında
rastlanmayan şu hususu ilave ediyor, «Sadece günahkârların dokunmasıyla değil, aynı zamanda kurban edilen hayvanların kanlarının bu taşa sürülmesinden ötürü taş, siyah olmuştur» Yüzbinlerce sene, beyaz bir taşa kan sürüldüğünü düşünecek olursak, bu taş, kandan ötürü siyah olabilir. İbn Adi Rebbih bu görüşünü teyid etmek için diyor ki: «Abdullah b. Zübeyr zamanında tekrar inşa edilmek üzere Kabe yıkıldığında, Hacerü'l-Esved'in sadece dışta kalan kısmının siyah olduğu iç tarafta olan kısmının beyaz olduğu görüldü».

Bu Hacerü'l-Esved diye bilinen taşın bir metre kadar uzunluğunda olduğunu yine İbn Abi Rebbih söylüyor. Ben bunun aslını bilmiyorum, görmedim; çünkü taşın beyaz kısmı, binanın iç tarafında kalmıştır. Fakat ben, sadece İbn Adi Rebbih'in bundan bahsettiğini söylemek istiyorum.

Bugün için Hacerü'l-Esved, tavafın başlangıç noktasıdır. Binanın taş rengi ile, Hacerü'l-Esved'in rengi birbirinden ayrı olduğu için, bu hemen fark edilir ve eller Hacerül-Esved'in üzerine yapıştırılarak tavafa başlanır. Hz. Adem'in Kabe etrafında nasıl tavaf yaptığına dair, elimizde fazla malumat olmadığı için bilmiyoruz. Hz. Peygamber'in ve daha sonra bizlerin tavaf ettiği şekilde, Hz. Adem'in de tavaf etmiş olması mümkündür.

Kabe'yi tavaftaki sembolizmden bahsetmeden önce, Kabe'nin tarihi hakkında bilgi vermek istiyorum. Bu mevzuya dair en yoğun bilgiyi, el-Ezraki kitabında birçok rivayetle birlikte nakletmektedir. Hz. Adem'den sonra neler olduğunu kesinlikle bilmiyoruz. Bu konuda değişik rivayetler vardır.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Rivayetlerden birine göre, Hz. Adem'in vefatından sonra Allah, Kabe'yi göğe çekti ve daha sonra Hz. İbrahim, bunun yerine yeni bir Kabe inşa etti.

Bir başka rivayete göre, Hz. Adem'in vefatından sonra Allah Kabe'yi göğe çekmedi, fakat Kabe, Hz. Nuh zamanındaki tufan esnasında göğe çekildi.

Bir üçüncü rivayette deniliyor ki, Kabe hiç bir zaman göğe çekilmedi. Bilakis Tufan zamanında Kabe yıkıldı, harab oldu.

Bir dördüncü rivayete göre, Hz.Adem, Kabe'yi elmas, inci vs. gibi çok değerli taşlardan bina etmişti. Fakat Hz. Adem'in ölümünden sonra, Kabe göğe çekildi ve çocukları bunun yerine adi taş ve topraktan, Kabe'yi yeniden inşa ettiler.

Geçmişe ait ve kesinlikle bilemeyeceğiniz şeyleri bir kenara koymak zorundayız. Her halükarda, Hz. Nuh zamanındaki tufandan sonra Hz. İbrahim’e kadar, Kabe'nin hiçbir izine rastlanmamaktadır.

Bir gün Allahu teala, Hz. İbrahim’e Kabe'yi yeniden inşa etmesini vahiyle bildirdi.

Ve Hz. İbrahim; «Ya Rabbi, ben Hz. Adem zamanındaki Kabe'nin nerede olduğunu bilmiyorum.»dedi. Allah ona «Önünde hareket halinde olan şu buluta bak ve onu takip et. O nerede durursa, gölgesinin düştüğü yerde Kabe'yi inşa et» dedi. Hz. İbrahim o bulutun gölgesini takib ederek Mekke'ye kadar gitti. Mekke'ye varınca bulut durdu ve hareket etmedi. Hz. İbrahim bu bulutun gölgesinin düştüğü yerlerin ölçüsünü işaretledi ve temellerini kazmaya başlayarak, Kabe'yi inşa etti. Ondan sonra o bulut da kayboldu.

Başka rivayetlere göre; Hz. İbrahim’e yardım etmek için melekler de gelmiştir.

Her halü kârda, Kur'an-ı Kerîm tasrih ediyor ki, Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile ve Allah'ın yardımıyla bu «Beytullah»ı inşa etti. Duvar, biraz
yükseldikten sonra, Hacerül-Esved'in yerleştirilme meselesi ortaya çıktı. Hz. İbrahim, oğlu İsmail’e dedi ki; «Git, buraya uygun düşecek bir taş getir». Hz. İsmail gidip bir taş getirdi. Fakat Hz. İbrahim’in hoşuna gitmedi. Hz. İsmail tekrar gidip başka bir taş getirdi; bu da Hz. İbrahim’in hoşuna gitmedi. Ve bu, birkaç defa tekrar etti.

Nihayet, Hacerü'l-Esved'in aslı, Hz. Nuh tufanına rağmen Mekke dağlarından birinde kalmıştı. Taş, Hz. İbrahim’e seslendi: «Ey İbrahim ben buradayım, gel beni götür ve Kabe'ye yerleştir.» Hz. İbrahim, onu aldı ve istenen yere yerleştirdi. Ondan sonra Oğlu İsmail bir taş daha getirdi, fakat Hz. İbrahim, «Hayır, lüzumu yok artık, ben gereken taşı buldum» dedi.

Bina biraz yükseldikten sonra» öyle bir an geldi ki Hz. İbrahim, binayı artık yükseltemez oldu. Bunun için, yani duvarların üst kısmını tamamlamak için, gerekli bir vasıta bulmak lazımdı.

Çünkü insan boyu yetmiyordu. Hz. İbrahim, büyük bir taş bulup, onu Kabe duvarının önüne koydu ve üstüne çıkıp, inşaatına devam ediyordu. Bu taş, günümüzde «Makam-ı İbrahim» dediğimiz yerde bulunuyor. Bu taş, Kabe duvarları etrafında nakledildi. Hz. İbrahim taşın üzerine çıktı ve Kabe'nin diğer duvarlarını tamamladı.

İslam’ın ilk devirlerinde tarih kitaplarında bu taşın Kabe duvarına yapışık bir vaziyette olduğunu görüyoruz. Hz. Ömer zamanında bu taş, Kabe duvarından uzaklaştırıldı. Çünkü Kabe'yi tavaftan sonra iki rekat «tavaf nafile namazı» kılınır. Bu iki rekat namazın, Makam-ı İbrahim önünde kılınması tercih edilir.

Burada namaz kılınması, Kabe etrafında tavaf eden hacılara imkan bırakmıyordu. Bunun için Hz. Ömer, bu nafile namazın Methaftan uzakta kılınması gayesiyle, Makam'ı İbrahim taşını biraz uzaklaştırmış ve Methafın biraz dışında bir yere yerleştirmiştir. Böylece, tavaf edenlere açık yer bırakılmıştır. Bu, Hz. Ömer'in bir uygulamasıdır.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

İbn Cübeyr meşhur seyahatmesinde belirtiyor ki, kendi zamanında, bir gün Makam-ı İbrahim’i, seller alıp götürdü. Daha sonra bu taş bulundu ve kaybolmaması için Kabe'nin içine yerleştirildi. Bu, taşın ne zaman Kabe'den çıkarıldığını ve şimdiki yerine konduğunu bilemiyorum.

Bir zaman önce, bu taşı kapatan bina yıktırıldı. Ve şimdi bu taş büyük bir camın altına yerleştirilmiştir; görülebilir. Mekke'ye ilk gittiğimde bunu görememiştim; fakat daha sonraki gidişimde, bu taşı dediğim vaziyette gördüm. Bu taş (Makam-ı İbrahim), mermerdendir ve üzerinde çukur vardır. Bu çukurun, Hz. İbrahim’in ayak izi olduğu söyleniyor. Ben, bunu kesin olarak söyleyemem. Fakat tırnak izlerinin olmadığını gördüm. Sadece bir çukur var.

Şimdi, niçin tavaf yapıldığını ve tavafa başlamak için Hacerü'l-Esved'in üzerine niçin ellerin konduğunu, bunun ne manaya geldiğini, gayesinin ne olduğunu izah etmek üzere, bazı açıklamalarda bulunalım.

Filhakika, bu açıklamaların hiçbiri ne Kur'an-ı Kerîm'de ve ne de Hadislerde mevcuttur. Bunlar, ulemanın fikirleridir. Ulemanın herbiri ayrı şeyler söylemişlerdir; İmam Gazali bir türlü, diğerleri de başka bir türlü görüş ileri sürmüşlerdir. Ben, hoşuma giden görüşü naklediyorum.

Allah Bir'dir; fakat birçok ismi vardır ve bunlar Allah'ın sıfatlarıdır. Mesela Allah, Rahim'dir, Rahman'dır, Gaffar'dır, Rezzak'tır, vs. Bunlar Allah'ın sıfatlarıdır.

Meşhur Hadis-i Şerifinde, Hz. Peygamber, Allah'ın doksan dokuz güzel ismi olduğunu söylüyor. (Esmaullahi'l-Hüsna). Kur'an-ı Kerîm ve Hadis-i Şeriflerde geçen Allah'ın isimlerinden, insanın, yaratıcısı ile olan alakasını en çok ifade edeni «Melik» sıfatıdır. Çünkü bu isim, insan ile Yaratıcısı arasındaki bağlantıyı çok güzel ifade etmektedir.

Kral her şeye muktedirdir. Onun zenginliği vardır. O hakim olan, cezalandırandır. Halbuki, bir kul ve köle olan insanın hiçbir şeyi yoktur;
ne kuvveti, ne zenginliği vs. Ve bu cemiyette de böyledir, insan cemiyetinde, Kral en kuvvetli, köle de en kuvvetsiz insandır. Madem ki insan Allah için «Melik» ismini kabul etmiştir, bunun neticelerini de kabul etmesi lazımdır. Kur'an-ı Kerîm'de görüyoruz ki, «Melik» sıfatı geçtiği yerlerde bir kral için lüzumlu olan diğer sıfatlar da geçmektedir. (el-Melikü'l-Kuddus) vs. insan cemiyetinde bir kral varsa, bu Kral, nelere sahiptir?

Her şeyden önce, onun tahtı vardır, (Arş). Kur'an-ı Kerîm «Arş» (taht) kelimesini Allah için kullanıyor «Arş’ın sahibidir» (Bürüc süresi, 15). Bundan başka, bir kral, hazinelere sahip olur. Yine Kur'an-ı Kerîm: «Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır» buyuruyor. (el-Münafikun süresi, 7). Bundan başka bir Kralın orduları vardır. Kur'an-ı Kerîm diyor ki;

«Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır» (Fetih süresi, 4). Kralın sahip olduğu diğer şeyler arasında, araziler vardır. Kur'an'da şöyle buyuruluyor. «Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır» (Casiye süresi, 27). Şayet arazi çok büyükse, bu arazinin bir merkezinin olması lazımdır, yani başşehir. Çok hayret vericidir ki, Kur'an-ı Kerim, Mekke için «Ummul-Kura» tabirini kullanmaktadır. (En'am, 92; Şura, 7). «Umm» anne, «Kura» da şehirler manasındadır. «Şehirlerin annesi», yani başşehir.

İngilizce’de «Metropolis» denmektedir ki, bu «Ummu'l-Kur'a»nın tam tercümesidir. «Metro», anne; «Polis» şehirler demektir. Ummu'l-Kura, uzun zamandan beri Mekke için kullanılan isimlerden biridir. Yani İslamiyet'ten evvel de Mekke'ye «Ummu'l-Kura» deniyordu. Ve Kur'an-ı Kerîm bu ismi kullanmaktadır. Şahsen ben, Mekke'ye niçin «Ummu'l-Kura» dendiğini ve bu ismin ne zamandan beri kullanıldığını bilmiyorum. Bu hususta teferruatlı bilgi yoktur.

Bir başşehirde, kralın sarayı olması icabeder ki, «Beytullahi'l-Haram» Allah-ü Teala'nın evidir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Şimdi de bir devleti ele alalım. Bir devlette vatandaşlar vardır. Bu vatandaşlar ne yaparlar? Bu tür insan cemiyetlerinde görüyoruz ki vatandaşlar, kendi evlerinden Kral'ın sarayının önüne gelip, ona sadakat yemininde bulunurlar.

Çok hayret vericidir ki, bu husus aynen, Kabe için de mevcuttur. Bir Hadis-i Şerifte -ve bunu en az üç sahabe rivayet etmektedir- Hz. Peygamber diyor ki «Hacerü'l-Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir». Yani Kabe'deki Hacerü'l-Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elini temsil ediyor.

Şu halde, Mekke'ye giden hacılar, ellerini Allah'ın sağ eli üzerine koyarak sadakat yemininde bulunurlar. Hacıların, Hacerü'l-Esved'e ellerini koyma hareketinin iki adı vardır: «İstilam» ve «Bey'a». «İstilam»ın kelime manası, «elde etmek» demektir. O halde «antlaşmanın elde edilmesi» Allah, bizim sadakat anlaşmamızı elde ediyor demektir. «Bey'a», bilindiği gibi «Kontrat» demektir. O halde bu, bizim Allahu Teala'ya itaat edeceğimize dair bir kontrat, bir söz vermedir.

Bir kralın, kendi vatandaşlarından birine çok güvenmesi halinde Kralın bu vatandaşa vereceği en şerefli vazife, kendi evinin muhafazasıdır. Filhakika bir evi muhafaza etmek demek, içinde yaşayanları ve bunların mallarını muhafaza etmek demektir.

Sembolik olarak, Allah ve onun sahip olduğu şeyler Kabe'dedir. Ve biz, onları korumakla mükellefiz.

Bildiğimiz gibi tavaf yedi defa, yani yedi turdur. Bu, devamlılık ve sonsuzluğu temsil eder. Niçin? Farz edelim ki gözlerimiz kapalı olsun. Bu halde gece ve gündüzü ayırt edemeyiz. Zaman sonsuz olur. Zamanın başlangıcı, sonucu olmaz ve zaman sonsuz gibi olur. Buna rağmen, eski devirlerde, insan zamanı ölçmek isteğinde haftanın yedi gününü seçmiştir. Bir haftada yedi gün vardır. Sekizinci gün hiç bir zaman gelmez ve yedi gün, devamlı olarak birbirini tekrar eder. Şu
halde yedi sayısı, sonsuzluğu temsil eder.

Biz Allah'ın Evini (Kabe'yi) bekçi olarak muhafaza etmek istediğimizde, bunu devamlı olarak yapmamız lazımdır, yani edebi olarak. Fakat insanın bunu yapması imkansız olduğu için, o yedi rakamını sembolik olarak almış ve böylece yedi tür tavafla, bunu ebedi olarak yaptığını ifade etmek istemiştir.

Hz. Peygamber doğduğunda, Hacc vardı. Kabe, Mekkelilere, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den miras kalmıştı. Mekkeliler, atalarının kimileri iyi, kimileri de kötü olmak üzere bazı gelenek ve adetlerini muhafaza etmişler, bazılarını da terk etmişlerdi.

Kabe'nin etrafına koydukları putları kötü adetlerine bir örnek olarak verebiliriz. Burada da bir sembolizm vardı. İmam Buharî'ye göre, Kabe'nin etrafında 360 tane put vardı. Neden 360 put? Çünkü her ay 30 gün çeker, on iki ayda da bu 360 gün eder. O halde, demek istiyorlar ki; «Biz her gün Tanrımıza ibadet ediyoruz». Çünkü bu 360 gün her sene aynı olup, değişmeden devam eder.

Daha başka adetler vardı ki İslam bunları kaldırmak istedi. Mesela; Kabe'nin önünde bazı oklar vardı ve Mekkeliler oraya giderek bu oklarla fal çekerlerdi. Oklar yerleştirilir ve üzerine bazı kelimeler yazılırdı: Birine «evet» diğerine «hayır», bir başkasına «bekle» vs. Ve bir şey yapılmak istendiğinde, bu oklara müracaat edilirdi. «Bu kızı almalı mıyım?», «Seyahate çıkmalı mıyım?» gibi meselelerde kendilerince mukaddes fal okları çekilirdi.

Bunun için hususi surette bir memur vardı. Bu memur okları bir çantada taşıyordu. Müşteri, falına bakmak istediği zaman, bu memura bir ücret (300 dirhem veya bir deve vs.) verir ve memur da elini çantaya sokarak bir ok çekerdi. Bu oklara «Ezlâm» deniliyordu
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Hz. Peygamber'in risaletinden evvel, Hz. Muhammed (s.a.v.) Kabe ibadetini diğer hemşehrileri gibi yapıyordu. Fakat bir kaç istisnası vardı. Mesela; Hz. Muhammed (s.a.v.) hiç bir zaman putların önünde secde etmiyordu.

Mekkelilerden Hac ibadetini yapmak isteyenler, önce Mina'ya, sonra Müzdelife'ye ve daha sonra Arafat'a giderlerdi. Filhakika Mekke'nin doğusunda, Mina, sonra Müzdelife ve daha sonra da Arafat vardır.

Bazı Mekkeliler, kendilerini imtiyazlı sayıyorlardı ve bunun için Müzdelife'de bekleyip, Arafat'a gitmiyorlardı. Hacılar Arafat'tan döndüklerinde, bu imtiyazlı Mekkeliler Müzdelife'de Mekke'ye dönmek üzere bunlara katılırlardı.

Tarihçiler belirtiyorlar ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) Mekkelilerin tenkidlerine rağmen, İslamiyetten evvel dahi Arafat'a kadar gidiyordu. Mekkeliler ona «sen imtiyazlısın» dediklerinde o, «hayır, bu eski tatbikattır, bunu takip etmek lazımdır» diyordu.

İslam’ın ilk dönemlerinde Hz. Peygamber on üç sene müddetince Mekke'de kaldı.

Bu konuda fazla teferruat olmamasına rağmen, sanıyorum ki Hz. Peygamber, Mina'ya gidiyor ve oraya gelen diğer kabilelere şöyle hitab ediyordu: «Aranızda, beni
memleketine davet edip, beni dinleyecek var mı? Çünkü, çok yakın bir zamanda beni dinleyecek olan, Bizans'ın ve İranlıların efendisi olacaktır.» Ensar'ın (yani Medinelilerin) İslam'ı kabulleri böyle olmuştu.

Daha sonra Hz. Peygamber, doğduğu şehir olan Mekke'yi terk eder ve Medine'ye yerleşir. Yedi sene boyunca Medine'de yaşayan Allah Rasulü, Mekke'ye gidip hac yapamaz. Hicri 8. senede Mekke fethedilir.

Mekke fethinden sonra Huneyn Savaşı, akabinde Taif kuşatması olur. Zilkade ayının son günlerinde Mekke'ye dönen Hz. Peygamber (s.a.v.) Zilhicce ayında gayr-ı müslimlerle beraber hac yapar. Hicri 9. senede, Hz. Peygamber, Hacc'ı idare etmek için Hz. Ebu Bekir'i seçer; bu senede de Hacc'da hem müslümanlar, hem de gayr-ı müslimler vardır. Bu seneden itibarendir ki, Hz. Peygamber gayr-ı müslimlerin artık Hacc'a gelemeyeceklerini ilan eder. Müteakip sene, yani Hicri 10. yılda bizzat Hz. Peygamber Mekke'ye Hacc'a gider ki bu, meşhur VEDA HACCI'dır.

Hz. Peygamber'in o sene yaptığı şeyler, bizim için bugün takip edilmesi zaruri olan modellerdir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Resim

KABE


Kabe'nin bir çok isminin olması, dikkati çeken hususlardan biridir. Ona Kabe, Beytullah, Mescidü'l-Haram vs. denir. Konumuz itibariyle, bunlardan Mescidü'l-Haram isminin özel bir ehemmiyeti vardır.
Çünkü, İslamiyette ibadetten ve İslamî bir müessese olarak camiden söz etmek istediğimde, Kabe'den başlamak zorundayım. Kabe'nin kendisi de zaten Mukaddes mescid olarak adlandırılır. Yani Mescidü'l-Haram.

Bir müslümanın, Rabbi’nin önünde ibadet etmesi lazımdır, yani bizzat Allah'ın önünde. Çünkü bizler, O nun kullarıyız: Kur'an-ı Kerim'in dediği gibi «Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.» (Zariyat süresi, 56). İnsanın bizzat yaratılış gayesi, Allah'a ibadet etmek içindir. Bu ibadetin de Rabb'in önünde yapılması lazımdır. Fakat Allah bizim için gaibdedir, görünmez. Bu gayeyle, Hz. Adem'den beri insanlar, Allah'a ibadeti bir bina vasıtasıyla sembolleştirmek istemişlerdir, yani evle, Allah'ın eviyle.

Diğer din salikleri Tanrıyı putlar vasıtasıyla sembolleştirmişlerdir. Bu putlarla Tanrı'nın herhangi bir sıfatını sembolleştirmek istemişler ve sanatkârane putlar yapmışlardır. Hatta bildiğiniz gibi Hristiyanlar da haç'a hürmet ederler.

Bu haç onlar için, Tanrı'nın bir sıfatını temsil etmektedir. Diğer dinlerde, mesela Brahmanizm'de dört elli bir put varsa bu demektir ki, Tanrı insanlardan daha kuvvetlidir. Hristiyanlarda bunun aksine, Tanrı insanlara karşı olan merhametini günahkar insanlara göstermek için öz oğlu olan Hz. İsa’yı kurban etmiştir.

Hristiyan inancına göre Hz. İsa haç'ın üzerinde öldüğü için bu haç, Tanrı'nın merhamet sıfatını temsil eder. Bunların aksine Hz.Adem'le başlayan İslam dini, bir put değil, fakat Allah'ın evini seçmiştir. Bundan kasıt şudur:

Her evde, mutlaka evin reisi olur. Bundan hareketle, ne Allah'ın ve ne de sıfatlarının resimlerinin yapılmasına lüzum kalmamıştır. Bizzat ev reisinin yani Allah'ın sembolik olarak kaldığı bu yere Mescidü'l-Haram denmektedir, yani mukaddes cami.

Mescid'in kelime manası, secde edilen yer demektir. Bu ıstılah, İslamiyet'ten evvel, değişik dinlerde de kullanılmıştır. Mesela; Kur'an-ı Kerim Ashab-ı Kehfden bahsetmektedir. Ashab-ı Kehfin yeniden canlandırıldığı ve mağaradan çıktıkları öğrenilince, onların mezarının üzerine cami yapıldı. «Onların işine galib (ve vaakıf) olanlar ise; «Mutlaka yanlarında bir mescid edineceğiz» dedi. (Kehf süresi,21). Şu halde Ashab-ı Kehf zamanında, «Mescid» kelimesi kullanılıyordu. «Es-senian» diye bir din daha vardır. Bu belki bir nevi Hristiyan mübeşşiri veya bir yahudi mezhebidir.

Yakın bir zamanda Lut gölünde bunlara ait bazı vesikalar bulundu. Onlarda da «Mescid» kelimesi kullanılmıştır. Onlar diyorlar ki; Bizim ibadet ettiğimiz yer, Tanrı için başımızı yere koyduğumuz yerdir. Ne olursa olsun «Mescid» kelimesi, Rabbimize karşı olan hürmetimizin en iyi sembolüdür. İbadet, çeşitli dinlerde ayrı ayrı şekillerde yapılmaktadır.

Bu konuda bir kaç misal vermek istiyorum. Hindistan'daki Brahmanlarda, bir puta yaklaşınca gürültü yapılır, eller çırpılır, naralar atılır. Bunun izahını da şöyle yaparlar: «Biz bu hareketimizle şeytanı uzaklaştırıp, sadece Tanrı'ya ibadet etmek istiyoruz». Muhtemelen, İslamiyet’ten evvel Mekkelilerde de bu adet vardı. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de şunu okuyoruz. «Onların Kabe önündeki ibadetleri ıslık çalmaktan, el çırpmaktan başka bir şey değildir.» (el-Enfal süresi, 35).
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Mekkeliler, ibadet edince, el çırpıyor ve ıslık çalıyorlardı. Bazıları, el çırpmakla, ıslık çalmakla Tanrı'ya hürmet ettiklerini sanıyorlardı. Bazıları da, putlarının önüne bir takım hediyeler takdim ederlerdi.

Hristiyanlarda ise diz çökülür, yani dizler yere konur. Bu hareket ne rüku ve ne de secdedir. Vücut dik kalmak şartıyla dizler yere konur.

Yahudi havralarında ise ibadet yapan herkes ayakta durur. Hahamları Tevrat'ı açar ve okur. Bu bir-iki saat kadar uzun sürer.

Müslümanların ibadetlerinde ise bilindiği gibi, birçok hareket vardır. Ayakta durulur, rüku' yapılır, secde edilir ve bu arada da bir çok dua okunur.

Hz. Peygamber doğduğu zaman, Mekke'de tek Tanrı inancının olduğunu görüyoruz. Fakat buna rağmen, taptıkları bir çok put vardı. Ulu Tanrı'ya inanıyorlar ve buna «Allah» diyorlardı, İslamiyet de bu kelimeyi muhafaza etmiştir. Ve bu Allah için Kabe'yi inşa etmişlerdi ki, buna «Beytullah, Allah'ın Evi» diyorlardı. Çünkü onlar da Allah'ın görünmez olduğuna inanıyorlardı ve sembolik olarak ona bir ev inşa etmişler ve onun önünde ibadet ediyorlardı.

Bütün bunlar, muhtemelen Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den gelen bazı adetlerin muhafaza edilmesinden kaynaklanıyordu. Bu adetlere Peygamber olmayan bazı kişilerin adet ve geleneklerini de ilave etmiş olmaları muhtemeldir. Putların Kabe'ye konması da bazı insanların teşebbüsüyle olmuştur. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail
zamanında Kabe inşa edilince, tabii ki putlar yoktu.

Mescidü'l-Haram denen Kabe'nin, kendine has bazı ibadet tarzları vardı. Senede bir defaya mahsus olmak üzere sadece Mekkeliler değil, Kabe'ye hürmet eden diğer Araplar da hac için Mekke'ye gelirlerdi. Tabii, bu İslam’dan evvelki tatbikattı.

İbn Hişam'a göre, Hicretten üç yıl evvel, Hz. Peygamber, Mina'ya gidiyor ve orada onbeş kadar kabileye hitab ediyordu. Hz. Peygamber, bu kabilelerden her birine ayrı ayrı hitap etmiş ve onlara; «Beni memleketinize götürün, beni dinleyin, zira beni dinleyenler, yakın bir zamanda Bizans'ın ve İran’ın hakimleri olacaklardır» diyordu.

İbn Hişam, bu kabilelerin isimlerini de zikretmektedir. Ben bu kabileleri harita üzerine yerleştirip, nerelerden geldiklerini tespite çalıştım, Arabistan'ın kuzeyinden, güneyinden, doğusundan, batısından, kısaca her taraftan, Mekke'ye hac yapmak için kabilelerin gelmiş olduğunu gördüm. Bu da gösteriyor ki, Kabe sadece Mekkelilerin değil, aynı zamanda Mekke dışındaki bütün Arapların da dini merkezi durumundaydı. Denilebilir ki, İslamiyet’ten evvel dahi Mekke, o zamanki bütün Arapların dinî federasyonunun merkezi idi.

Putperest olmalarına rağmen bu Arapların hepsi, Kabe'yi Allah'ın evi olarak kabul ediyor ve hac yapmak için Mekke'ye geliyorlardı. Denilebilir ki, Arapların müşterek olarak Kabe'yi böyle kabul etmeleri, onlar arasında İslamiyet’in kolayca yayılmasına vesile olmuştur.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Acaba İslamiyet’ten evvel Kabe önünde yapılan ibadet ne şekilde idi? Bilindiği gibi senede bir defa, Mekkeliler ve diğer Araplar, hatta Suriye ve Irak'taki Araplar, Kabe'yi ziyarete gelip hac yaparlardı. Fakat Suriye, Irak ve Filistin'e ait yeterli derecede vesikalar olmadığı için, bu konudaki görüşlerim tahmine dayanıyor.

Haccın bir çok menasik'i yani kuralları vardı. Arafat'ta, Müzdelife'de, Mina'da toplanıyor ve daha sonra da Mekke'ye geliyorlardı. Bu tatbikatlardan bir çoğu, İslamiyet tarafından muhafaza edilmiştir. Aynı zamanda hayvanları kurban etme adeti de vardı. Bu da, Kabe etrafında olan uygulamalardan biriydi.

İkinci bir husus da şuydu; Bütün, Mekkeliler, her gün bir defa hatta iki defa Kabe önüne gelip, ibadet yapıyorlardı. Bu ibadetlerde bir karışıklık vardı, yani herkes, kendine göre bir ibadet yapmaktaydı.

Mekke'deki Haniflerden -yani tek Allah'a inanıp, putlara tapmayan- Zeyd bin Amr, Kabe önüne gidip secde ediyor ve Allah'a şöyle dua ediyordu: «Allah'ım, ben sana nasıl ibadet edileceğini bilmiyorum. Senin hoşuna gidecek ibadetin nasıl olduğunu bilsem, öyle ibadet ederdim. Fakat bunu bilmediğim için başımı önüme koyup, secde ediyorum.»

İslamiyet’ten evvel, Kabe'de uygulanmakta olan başka bir husus daha vardı. Herhangi bir Mekkeli, seyahatten
dönünce evine gitmeden Kabe'ye gider, orada tavafını yapar, ondan sonra evine giderdi.

Bunlar, Kabe'nin ibadete taaluk eden hususları idi. Fakat İslamiyet’ten evvel Kabe başka şeyler için de kullanılıyordu. Mesela: yemin ve söz verme işi de Kabe'nin önünde olan «Hatim» kısmında yapılırdı. Mekkelilere' göre, burada yapılan yeminler, herhangi bir yerde yapılan yeminden daha çok tesirliydi.

Bilindiği gibi Kabe, iki bölümden müteşekkildir. Bir tarafı kare şeklinde ve üstü kapalı, diğer taraf ise yarım daire şeklinde ve üstü açıktır. Kesin olarak bilmememize rağmen sanıyorum ki, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in doğumu'nun 35. senesine rastlayan Kabe inşaasında, çatıyı kapatmak için tahtalar kafi gelmemiş ve Kabe'nin bir tarafının çatısı kapatılamamıştır. Tarihlerde, bu malumat mevcuttur.

Filhakika, tarihçiler, yemin merasiminin Kabe'nin «Hatim» bölümünde yapıldığını zikrediyorlar.


Resim
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Darü'n-Nedve

Kabe'nin tam karşısına gelen yerde parlamento vardı, yani «Darü'n-Nedve». «Makam-ı Hanefi» de burada bulunuyordu. Yani Suudilerden evvelki Osmanlı imparatorluğu döneminde dört mezhep imamının, yani Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli'nin, Kabe'nin dört tarafında makamları vardı. Zamanla hacıların sayısı arttığından, tavafı kolaylaştırmak için, bu makamlar yıktırılmıştır. Tarihçiler Makam-ı Hanefi'nin olduğu yerde, Darü'n-Nedve'nin olduğunu belirtmektedirler.

Darü'n-Nedve, Mekke Şehir Devletinin parlamentosu niteliğinde idi. Mühim meseleler olunca, burada toplanılıyor ve umumi müşavere yapılıyordu. Bu evin daha başka kullanma yönleri de vardı. Dışarıdan, Mekke'ye bir kervan gelecek olursa Darü'n-Nedve'de durur ve Mekkeliler gelip bunlarla konuşur, alışveriş yaparlardı.

Geceleri, yabancılar olsun, Mekkeliler olsun, Darü'n-Nedve'de toplanırlar ve bugün kulüplerde yapıldığı gibi, orada konuşurlardı. Hatta «Darü'n-Nedve» aynı zamanda şehrin tiyatrosu niteliğindeydi. Çünkü, tarihçiler burada, bazen birisinin ayağa kalkıp hikayeler anlattığını nakletmektedirler.

Bunlar gerçek hikaye olmayıp, masallardı. Kur'an-ı Kerîm de bundan bahsetmektedir. «Geceleyin de (Cemaat halinde ve Beyt'in etrafında) hezeyanlarda bulunuyordunuz» (Şu'ara süresi, 67). Çünkü ayette geçen «Samir», geceleri masal anlatan kimse demektir, ikinci kelime olan «Tehcurün» ise, edepsizce fuhüşattan ve zevk-i selimi rencide edecek şeylerden konuşulurdu ki bu
durum, bugün olduğu gibi, o zaman da bazı insanları rahatsız ediyordu.

Darü'n-Nedve'de yapılan başka bir merasim de şuydu: Herhangi bir kız buluğa erdiği zaman Darü'n-Nedve'ye getiriliyor ve ona yeni bir elbise giydiriliyordu. Bunun manası şuydu:. «Bu kız artık buluğa erdi. Bununla evlenmek isteyen evlenebilir». Bu merasim herkesin gözü önünde cereyan etmekteydi.

Hz. Peygamberimize ait şöyle bir olay nakledilir. Hz. Hatice, Zeyd b. Harise'yi köle olarak satın alıp Hz. Peygamber'e hediye ettikten sonra, Zeyd'in babası, yani Harise Mekke'ye gelip, oğlunun Hz. Peygamber'de olduğunu öğrenmiş ve O'nu satın almak istemişti.

Hz. Peygamber, Zeyd'in başından geçenleri yani O'nun çalınıp satıldığını, kendisinin büyük bir kabile reisinin oğlu olduğunu öğrendiğinde üzülmüş, bunun için de onlara iyilik yapmak istemişti.

Hz. Peygamber, Harise'ye şöyle dedi: «Zeyd'e karşılık sizden para alma yerine, Zeyd'i getirip kendisine soralım. Sizinle gelmek isterse, bedelsiz olarak gelsin, serbesttir. Gelmek istemezse istediğini yapsın». Zeyd getirilir ve sorulduğunda babasını tanır, «Bu babamdır» der. Hz. Peygamber Zeyd'e: «Babanla gitmek istiyor musun?»dedi. Zeyd; «Hayır» dedi ve ilave etti. «Ben sende öyle bir kibarlık gördüm ki, bu seni babama tercih ettirdi, bunun için, senin yanında köle olmayı, kabilemde şef olmaya tercih ederim.» Bunun üzerine babası üzülerek ve fakat oğluna iyi muamele yapıldığından emin olarak kabilesine döndü.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Zeyd'in bu cevabı, bizzat Hz. Peygamber'e çok dokundu. Zeyd'in elinden tutup, Kabe önüne götürdü ve herkesin yanında O'nu azad ettiğini ve kendisine evlatlık olarak aldığını ilan etti. Bu son cümle konumuzu ilgilendirir. Bu olayda şu ana kadar belirttiğimiz özelliklerin yanında. Kabe önünde, kölelerin azad edildiğini ve evlatlıklar alındığını görüyoruz.

Hz. Muhammed Peygamberlik görevini alınca, bunu ilan ediyor ve tek olan Allah'a tapmayı, ellerinden ne iyilik, ne de kötülük gelen putlara tapmamayı söylüyor. Fakat bilindiği gibi müslümanlara karşı hemen zulüm ve işkence başlıyor; müslümanların Kabe önünde ibadet etmeleri, Mekke'li müşrikler tarafından yasaklanıyor. Başlangıçta, Hz. Peygamber ve müslümanlar günde iki defa (sabah, ikindi) Kabe’ye gidiyorlar, ibadetlerini yapıyorlardı. Mîraç'tan sonra ise namaz, günde beş vakit olarak kılınmaya başlanmıştır.

Mekke'lilerin zulmü müslümanlara, Kabe önünde namaz kılmayı yasakladığında Hz. Peygamber, ashabından biri olan Erkam'ın evinde namaz kılmaya başladı. Erkam'ın evi Kabe'ye yakın, Safa tepesinde idi. Hz. Ömer müslümanlığı kabul edince, Hz. Peygamber'le bu evde karşılaşmıştı.

Darü'n-Nedve'de yapılan başka bir merasim de şuydu: Herhangi bir kız buluğa erdiği zaman Darü'n-Nedve'ye getiriliyor ve ona yeni bir elbise
giydiriliyordu. Bunun manası şuydu:. «Bu kız artık buluğa erdi. Bununla evlenmek isteyen evlenebilir». Bu merasim herkesin gözü önünde cereyan etmekteydi.

Hz. Peygamberimize ait şöyle bir olay nakledilir. Hz. Hatice, Zeyd b. Harise'yi köle olarak satın alıp Hz. Peygamber'e hediye ettikten sonra, Zeyd'in babası, yani Harise Mekke'ye gelip, oğlunun Hz. Peygamber'de olduğunu öğrenmiş ve O'nu satın almak istemişti.

Hz. Peygamber, Zeyd'in başından geçenleri yani O'nun çalınıp satıldığını, kendisinin büyük bir kabile reisinin oğlu olduğunu öğrendiğinde üzülmüş, bunun için de onlara iyilik yapmak istemişti.

Hz. Peygamber, Harise'ye şöyle dedi: «Zeyd'e karşılık sizden para alma yerine, Zeyd'i getirip kendisine soralım. Sizinle gelmek isterse, bedelsiz olarak gelsin, serbesttir. Gelmek istemezse istediğini yapsın». Zeyd getirilir ve sorulduğunda babasını tanır, «Bu babamdır» der. Hz. Peygamber Zeyd'e: «Babanla gitmek istiyor musun?»dedi. Zeyd; «Hayır» dedi ve ilave etti. «Ben sende öyle bir kibarlık gördüm ki, bu seni babama tercih ettirdi, bunun için, senin yanında köle olmayı, kabilemde şef olmaya tercih ederim.» Bunun üzerine babası üzülerek ve fakat oğluna iyi muamele yapıldığından emin olarak kabilesine döndü.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Nesi Takvimi

Bu konuyu bitirmeden evvel, İslam öncesi devreye ait bir uygulama olan «Nesi»den bahsetmek istiyorum. «Nesi», takvimde ayarlama, yani şemsi ayları kameri aylara uygun düşürmek demektir. Bilindiği gibi Kameri yılda 354 gün vardır, halbuki, şemsi yılda günlerin sayısı 365 dir.

Netice olarak, kameri seneye göre Hacc yapıldığında Hacc mevsimi her sene, bir önceki seneden onbir gün evvel olurdu. Böylece baharda başlayan hac mevsimi, ilerleye ilerleye yaza, sonbahara, yani bütün mevsimlere tesadüf edebilirdi. Fakat Mekkeliler, haccın her zaman aynı mevsime, yani bahara tesadüf etmesini istemişler ve bunun için de «Nesi» usulüne başvurmuşlardır. İki takvim yılı arasında on bir günlük fark olduğunu belirtmiştik.

Bu nedenle Mekkeliler her üç seneden sonra, seneye bir on üçüncü ay ilave ediyorlardı. Buna rağmen üç günlük bir fark kalıyordu. (11x3=33,33-30=3) ve on seneden sonra bu üç günlük fark bir ay oluyordu (10x3=30). Bundan dolayı seneye bir ay daha ilave gerekirken, onlar iki ay ilave ediyorlardı.

İşte bu uygulama da Kabe'nin önünde cereyan ediyordu. Ve takvim bakanı, -buna «Nasi» deniyordu- Kabe'nin kapısında, yardımcısı da «Hatim»de duruyordu. Nasi şöyle bağırıyordu: «Ben, hiç bir zaman sözüne tecavüz edilmeyen değil miyim?» Yardımcısı da onun sözünü tekrar ediyordu.

Orada bulunanlar da «Senin sözüne hiç bir zaman tecavüz olunmayacak, onu kabul ediyoruz» diyorlardı. Bundan sonra «Nasi» şöyle bağırıyordu: «Önümüzdeki sene, «Nesi» hadisesi olacak ve Muharrem ayı Zilhicce'den hemen sonra değil bir ay sonra gelecektir».
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

CAMİ


Kabe, tek olan Allah'ın evi olduğu için, İslam’da bunun yerine başka bir yer aramak prensip olarak yoktur.

İşte bunun için Mekke'de Hz. Peygamber (s.a.v.) ve İslamiyet'i kabul eden herkes, ibadet etmek için Kabe'ye gidiyordu. Aynı şekilde, İslam’dan evvel Mekke'lilerin yaptığı gibi, onlar da Kabe'yi tavaf ediyor, etrafında dönüyorlardı.

Daha sonra, siyasi sebeplerden dolayı Kabe'de ibadet yapılamadı ve camiler inşa edildi. İslam’ın başlangıcında, Mekke'liler müslümanlara karşı kayıtsızdılar; fakat daha sonra müslümanlara işkence yapmaya başladılar. Bu işkenceler, bilhassa Mekke'ye yerleşmiş olan yabancı müslümanlara tatbik ediliyordu.

İslam’ın büyük müfessir, müverrih (tarihçi) ve muhaddisi olan İbn Kesir eserinde, İslam’da ilk mescidin Ammar b. Yasir tarafından yapıldığını söyler. Ammar b. Yasir, Mekke'li olmayıp, oraya yerleşen bir yabancı idi. Belazuri'nin «Ensab'ül-Eşraf» adlı eserinde, müşriklerin Ammar'a nasıl işkence ettikleri ve O'nu İslam’ı terke zorladıkları kayıtlıdır.

Bu hususta söz konusu kitapta şunları okuyoruz: «Müşrikler, Ammar'a o derece işkence yapıp dövdüler ki, Ammar tahammül edemez oldu ve onlara istedikleri şekilde hareket edeceğini söyledi. Bunun üzerine müşrikler, her türlü kötü şeyi söylediler ve Ammar'a tekrar ettirdiler. Gayr-ı müslimler, O'nunla alay etmek için, uçan bir sineği gösterip «Bu Allah'ımdır» dedirtiyorlardı, o da «evet bu benim Allah'ımdır» diyordu. Çünkü işkenceler, tahammül edilemez bir hal almıştı.

Yine bir gün müşrikler eziyet edip, Ammar bu sözleri tekrarladıktan sonra ağlayarak Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gitti. Hz. Peygamber (s.a.v.) O'na ne olduğunu sordu. O da olup biteni anlattı, işte tam o sırada «Kalbi iman üzere (sabit ve bununla) mutmain (ve müsterih) olduğu halde (cebr-ü) ikrahe uğratılanlar müstesna» (Nahl süresi, 106) ayet-i kerimesi nazil oldu.

Bu ayetle, zor karşısında kalan bir müslüman, kalbinde iman olduğu müddetçe, dine aykırı konuşmak zorunda bırakıldığında, konuşmasında bir beis olmadığı vurgulanıyordu. Aynı şekilde Ammar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e: «Müşriklerin zoruyla sana küfrettim ve böylece Peygamberin aleyhinde konuştum» dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) O'na: «Zararı yok, ben sana müsaade ediyorum» dedi. Bu nedenle, dışa (müşriklere) görünüşü itibariyle Ammar b, Yasir, artık müslüman değildi.

İşte bunun için, Kabe'nin önünde İslamî bir şekilde ibadet etmesi mümkün değildi. Aksi halde, Mekke'liler O'na, «yalan söylüyorsun» deyip dövebilirlerdi. Bunun için Ammar b. Yasir'in, İslamî bir şekilde ibadetini yapması gayesiyle evinde bir mescid bina etmesi ve Kabe'nin önünde ibadet yapmaması gayet tabii bir şeydi.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

İkinci mescid de yine Hicret'ten evvel, Hz. Ebu Bekir'in kendi evinde inşa ettirdiği mesciddir. Bu durum hayretle.karşılanabilir. Niçin Hz. Ebu Bekir? Mekke'de on bakanlığı olan bir hükümet konseyi vardı. Hz. Ebu Bekir bu bakanlardan biriydi.

Bunun için prestiji vardı ve aynı zamanda O'nu koruyacak kabilesi de vardı. Şu halde evine çekilip, orada ibadet etmesinin sebebi neydi?

Kaynaklar, bu hususta bize fazla bir malumat vermiyor; fakat bu konuda benim bazı düşüncelerim var. Huzaa kabilesini bertaraf edip, Kureyş için kuvveti eline alan, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in atalarından biri «Kusay»dı. Mekke'li büyük aileler, Kusayın neslinden geliyorlardı. Halbuki Hz. Ebu Bekir'in kabilesi «Teym»den geliyordu.

Bunun için Teym kabilesi şehri idare eden, Benu Umeyye, Benu Haşim ve diğer kabilelere nazaran daha aşağı sayılıyordu. Bu nedenle, birisi «Teym» kabilesini tenkid etmek isterse, deniyordu ki, «Halka taalluk eden bir hususta istişare etmek için Teym kabilesini davet etmiyelim» veya, davet ediliyor fakat görüşü sorulmuyordu. Bu hususta bir şair, bir beyitte şöyle demiştir: «Amme meselelerinde Teym kabilesini istişareye çağırmayalım, hatta çağıracak olursak bile, görüşünü sormayalım».

Teym kabilesi, diğer kabilelere nazaran çok daha

zayıf bir durumdaydı. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir, müslümanlığını büyük bir ihtişamla açıklayamıyordu.

İkinci bir sebep de şudur: Bi'setin beşinci senesinde bazı müslümanlar, müşriklerin işkencelerinden kurtulmak için Habeşistan'a hicret ettiklerinde, Hz. Ebu Bekir de bunların arasındaydı.
O dönemin Arabistanında herhangi bir şahıs, memleketini terk edince, bu O'nun milliyetini reddettiği anlamına da geliyordu. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir artık Mekke'li sayılmıyordu ve O, Mekke'ye şahıs olarak değil, ancak birisinin himayesiyle geri dönebilirdi.

Kinane kabilesinden İbn Duğunna adındaki birisi Hz. Ebu Bekir'in başından geçenleri öğrenince üzülmüş ve Habeşistan yolundayken O'na: «Mekke’ye geri dön, ben seni himayeme alıyorum» deyip, Hz.Ebu Bekir'i Mekke'ye geri getirmişti. Mekke'de itibarı vardı; çünkü O, Mekke'lilerin askeri müttefiki idi.

Bunun için İbn Duğunna, Hz. Ebu Bekir'le Mekke'ye dönünce, Mekke'lilere: «Ben bunu himayeme alıyorum, kimse O'na kötülük yapmasın» demiş ve Mekke'liler de bunu kabul etmişti. Yalnız Mekke'lilerin şöyle bir şartı vardı: Hz. Ebu Bekir müslümanlığını açıkça izhar etmeyecekti ve ibadetini gizli yapacaktı. Buhari'nin dediği gibi muhtemelen, Hz. Ebu Bekir'i evinin avlusunda bir mescit yapmaya sevk eden sebep buydu.

Bir başka husus da şudur: Hz. Ebu Bekir'in çok tatlı bir sesi vardı. O namazı yüksek sesle kıldığında veya evinin avlusunda olan mescitte Kur'an-ı Kerîm'i yüksek sesle okuduğu zaman, Mekkeliler müzik dinler gibi Hz. Ebu Bekir'i dinlemeye gidiyorlardı. Çünkü sesi çok güzeldi. Bu husus gündüz için varid olduğu gibi, gece için de geçerli idi. Hz. Ebu Bekir'in Kur'an okuyuşunu, müzik olarak dinlemeye gelenlerin sayısı her gün biraz daha artıyordu.

Gerçekte bu, müslümanlar için Kur'an-ı Kerim'in tilaveti iken, Hz. Ebu Bekir'i dinlemeye gelenler gayr-i müslim oldukları için buna müzik diyorum. Onlar için bu güzel okuyuş müziği ifade ediyordu.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Hz. Ebu Bekir'i dinlemeye gelenler çoğalınca, (aralarında kadın, erkek, çocuk, yaşlılar vardı) bunlar Hz. Ebu Bekir'in Kur'an-ı Kerîm'de okuduğu, putlar ve putperestlik aleyhindeki ayetleri de dinliyorlardı. İşte bunun için Mekke'liler, Hz. Ebu Bekir'in bu yolla islamiyet'i yaymasına mani olmak istediler

Fakat Mekkeliler, kendi askeri müttefiklerinin himayesi altında olan Hz. Ebu Bekir'e doğrudan doğruya hücum etme yerine, O'nun hamisi İbn Duğunna'ya müracaat edip, Hz. Ebu Bekir'in bu faaliyetini durdurmasını istediler.

İbn Duğunna, Hz. Ebu Bekir'e şöyle söyledi: «Ben seni insanî bir vecibe olarak himayeme aldım. Ben müslüman değilim, sen müslümansın. Bunun için, Mekke'illerle, ortaya siyasi sorunlar çıkaracak şeyler yapmaman lazım» Başka bir tabirle Hz. Ebu Bekir'e, evinin mescidinde, yüksek sesle namaz kılmamasını söylüyordu. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ebu Bekir olduğu için, O'na hemen şu cevabı verdi: «Benim, senin himayene ihtiyacım yok, bana yalnız Allah yeter».

Müşrikler tarafından aynı şekilde işkence gören Hz. Peygamber'in, bu sırada ne yaptığını bilmiyoruz. O'nun bazen gündüz, bazen gece, hiç kimsenin olmadığı bir zamanda Kabe'ye gittiğini biliyoruz. Fakat, evinde namaz kılmak için özel bir mescidi olup olmadığına dair kaynaklarımızda hiç bir yok.

Mesela, kaynaklarda şunu okuyoruz: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.), Kabe'de namaz kılarken onu gören Ebu Cehil, arkadaşlarına şöyle söylemişti: «Bugün, falan yerde bir deve kesildi. Gidin onun bağırsaklarını ve işkembesini getirin de Peygamber'e bir şeyler yapalım». Mekke'liler bu devenin pis bağırsaklarını ve işkembesini getirdiler ve Hz. Peygamber (s.a.v.) namazda, secdedeyken, bu pislikleri başının üstüne koydular.

Bu pislik çok ağır olduğundan, Hz. Fatıma'ya haber verilinceye ve O da koşa koşa gelip, bu pislikleri babasının başından kaldırıncaya kadar, başını yerden kaldıramadı ve secdede kaldı.

Diğer ashaba gelince, onların, şehir dışında, mağaralarda yahut hiç kimsenin bulunmadığı yerlerde namaz kıldıklarını biliyoruz.

Netice olarak şunu demek istiyorum ki, başlangıçta davet için sadece Allah'ın evi Kabe vardı. Mekke'li müşrikler olsun, müslümanlar olsun, ibadetlerini burada yapıyorlardı. Fakat daha sonra; içtimai işkenceler neticesinde, müslümanlar başka çözümler aradılar ve namaz kılmak için evlerinde mescidler inşa etmeye başladılar.

Şüphesiz, o zamanlar, yani müslümanların Mekke'de azınlıkta oldukları, işkence gördükleri bir devirde cami, İslamî bir müessese olarak mühim bir rol oynayamazdı. Fakat Müslümanlar Mekke'yi terk edip, Medîne'ye yerleştiklerinde, caminin önemi artacaktı.

Muhakkak ki Caminin inşası, Ensarın hicretten evvel. Hac zamanında Mina'da müslüman olmalarından sonradır. İlk sene müslüman olan Medîne'lilerin sayısı altı kadardı. Bunlar Medine'ye döndükten sonra nasıl ibadet ettiklerine, nerede namaz kıldıklarına dair, elimizde fazla malumat yoktur; umumi camileri mi, yoksa evlerde hususi mescidleri mi vardı, bilemiyoruz.

Fakat ikinci sene, Medine'lilerden Mekke'ye gidip, Resülullah'ı ikinci Akabe biatında görüp, müslüman olan grup hakkında, bazı malumata sahibiz.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Bu mevzuda iki rivayet vardır: Bunlardan birincisine göre bu kişiler Medine'ye döndükten sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara bir mektup yazıp, namaz hakkında bilgiler vermiştir.

İkinci rivayete göre de, önce Medineliler, nasıl ibadet edeceklerine dair sorular sormuş, Hz. Peygamber (s.a.v.) de onlara, bu hususlara dair bir mektup yazmıştır.

Bu mektupta Hz. Peygamber (s.a.v.) Medineli müslümanlara şunu yazıyordu: «Cuma günü, yani yahudilerin «şabat»ları (cumartesi ibadetleri)ne başladıkları gün, zeval vaktinden sonra güneş eğilmeye başlayınca, toplanınız ve iki rek'at namazı cemaatle kılınız»

Karşımıza küçük bir mesele çıkıyor: Niçin Hz.Peygamber (s.a.v.) Yahudilere atıfta bulunmuştur?

O sadece, «Cum'a günü iki rek'at namaz kılın»diyemez miydi? Niçin Hz. Peygamber, (s.a.v.) bu şeyleri tasrih ediyor? Ben öyle sanıyorum ki, bunun sebebi, «Cum'a» kelimesinin henüz bilinmemesiydi. Bir çok kelimeler mevcuttu; mesela, bazı yerlerde (Aruba) deniyordu. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v,)'in, Cuma'dan ne kastettiğini yazması lazımdı. Bu hususta küçük bir açıklama daha yapalım:

Yahudiler, cumartesi günkü ibadetleri için bir gün evvel hazırlığa başlarlar. Bütün yiyecek ve ihtiyaçlarını cuma günü hazırlarlar; çünkü onlar cumartesi günü yemek dahi pişiremezler. İşte Hz. Peygamber (s.a.v.) diyor ki: «Yahudilerin, ibadetlerine hazırlık yaptıkları günde cum'a namazı kılınız».

Cuma namazının kılınması şekli hakkında, karşımıza bir kaç mesele çıkmaktadır. Mesela; İmam Hanefî'nin Mezhebine göre, İslamî hükümet olmayan bir yerde cuma namazı kılınamaz.
Mesela ben Paris'te yaşıyorum.

Acaba cuma namazına gitmeli miyim, yoksa öğle namazını mı kılmam lazım? Bu tartışılan bir meseledir. Bu örnekte, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v. )'in Medine'deki ümmetine cuma namazını kılmalarını yazdığını görüyoruz ki, o zamanlar Medine'de İslamî bir hükümet yoktu. Medine'nin nüfusu on bin kadar kabul ediliyordu ve bunların içinde müslümanların sayısı yirmiye kadar bile varmıyordu.

İlk sene altı kişi, ikinci sene de oniki kişi müslüman olmuştu ve bunlar aileleriyle birlikte olsa olsa yüz kişi idiler. Medine halkının tamamı müslüman değildi, Yahudiler, Hristiyanlar, putperestler vardı ve müslümanlar, henüz Medine'nin hakimi değillerdi.

Şu halde, gayr-ı Müslim olan bir beldedeki müslümanların cuma namazını kılmaları için, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) emir vermiştir. Bu husustaki rivayet açıktır. Bu rivayete göre: «Bu ilk kılınan cuma namazında sadece oniki kişi vardı.» Yani, cuma namazı oniki kişi ile kılınabilir. Her hal-ü kârda oniki kişi varsa, cumaya izin verilmiştir. Fakat bilindiği gibi, cuma namazının kılınabilmesi için İmam Şafii'ye göre kırk kişinin olması lazımdır.

Netice olarak, Ammar b. Yasir ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın mescidinden sonra, üçüncü olarak bu cami vardı. Maalesef, bazı malumat eksikliği olduğundan, bu hadiseyi müteakip caminin nasıl yapıldığını, cuma namazının bu mescidde mi kılındığına dair bir şey bilmiyoruz.

Aynı şekilde, o gün hutbe okunup okunmadığına dair de malumat yoktur. Her hal-u kârda, daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) doğduğu şehri terk edip, Medine'ye yerleşince, caminin çok büyük bir rol oynadığını görüyoruz.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Cevapla

“İz Bırakanlar” sayfasına dön