MİRAÇ GECENİZ HÜRMETİNE

Dinimizde mübarek gün ve geceler hakkında bilgiler.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

MİRAÇ GECENİZ HÜRMETİNE

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

MİRACINIZ KUTLU OLSUN,
HER KILDIĞINIZ NAMAZINIZ, MİRACDA OLSUN...
MİRAC PEYGAMBERİ OLAN RESULALLAH'A SONU OLMAYAN SELAT VE SELAMLAR OLSUN ....(SAV)
SABAH NAMAZINDA GÖNLÜME DÜŞEN BU SATIRLARI, YAZAN VE HİSSEDERK YAŞAYAN ZÂT-I MUHTEREME ŞÜKRANLARIMLA SİZLERLE PAYLAŞMAK İSTEDİM,
OKUYUN, NE İSE NASİBİNİZ ANLAR VE ALIRSINIZ....

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriyâ-i azametinden tesettür etmiş olan Sâni-i Hakîm ve Hàlık-ı Rahîm!
Bütün eşcar ve nebâtâtın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle, Seni kusurdan, aczden, şerikten takdîs ederek hamd ü senâ ederim.
Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Müdebbîr-i Hakîm! Ey Mürebbî-i Rahîm!
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ve îman ettim ki, nasıl nebâtât ve eşcar Seni tanıyorlar, Senin sıfat-ı kudsiyeni ve Esmâ-i Hüsnânı bildiriyorlar. Öyle de, zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanâttan hiçbirisi yoktur ki, cisminde gàyet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dahilî ve haricî âzâlarıyla ve bedeninde gàyet ince bir nizam ve gàyet hassas bir mîzan ve gàyet mühim faydalar ile yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gàyet sanatlı bir yapılış ve gàyet hikmetli bir tefriş ve gàyet dikkatli bir muvâzene içinde konulan cihazât-ı bedeniyesiyle, senin vücûb-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehâdet etmesin. Çünkü, bu kadar basîrâne nâzik sanat ve şuurkârâne ince hikmet ve müdebbirâne tam muvâzeneye, elbette, kör kuvvet ve şuursuz tabiat ve serseri tesâdüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül edip öyle olması ise, yüz derece muhâl içinde muhâldir. Çünkü, o halde herbir zerresi, herbir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, belki dünyada alâkadar olduğu herşeyini bilecek, görecek, yapabilecek, âdetâ ilâh gibi ihâtalı bir ilmi ve kudreti bulunacak. Sonra, teşkil-i cesed ona havâle edilir ve "Kendi kendine oluyor" denilebilir.
Ve heyet-i mecmuasındaki vahdet-i tedbîr ve vahdet-i idâre ve vahdet-i neviye ve vahdet-i cinsiye ve umûmun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalardá ittifak
cihetinde müşâhede edilen sikke-i fıtratta birlik ve herbir nevin efrâdı sîmâlannda görülen sikke-i hikmette ittihat ve iâşede ve îcadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, Senin vahdetine katî şehâdette bulunmasın. Ve herbir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla, vâhidiyet içinde Senin ehadiyetine işareti olmasın.
Hem, nasıl ki, insan ile beraber hayvanâtın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envâı, muntazam bir ordu gibi teçhiz ve tâlimât ve itaat ve musahhariyetle ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, Rubûbiyetin emirleri, intizamıyla cereyanlarıyla o Rubûbiyetinin derece-i haşmetine; ve gàyet çoklukla beraber gàyet kıymetli; ve gàyet mükemmel olmakla beraber gàyet çabuk yapılmaları; ve gàyet sanatlı olmakla beraber gàyet kolay yapılışlarıyla kudretinin derece-i azametine delâlet ettikleri gibi; şarktan garba, şimalden cenuba kadar yayılan, mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların nzıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs’atine; ve herbiri emirber nefer gibi vazife-i fıtriyesini yapmak, zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silâha alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle hâkimiyetinin nihayetsiz genişliğine katî delâlet ederler.
Hem, nasıl ki hayvanâttan herbirisi, kâinatın bir küçük nüshası ve bir misâl-i musağğar hükmünde, gàyet derin bir ilim ve gàyet dakîk bir hikmetle, karışık eczâları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı sûretlerini şaşırmayarak, hatâsız, sehivsiz, noksansız yapılmalarıyla, ilminin her şeye ihâtasına ve hikmetinin her şeye şümûlüne, adetlerince işaretler ederler. Öyle de, herbiri birer mu’cize-i sanat ve birer hârika-i hikmet olacak kadar sanatlı ve güzel yapılmasıyla, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin sanat-ı Rabbâniyenin kemâl-i hüsnüne ve gàyet derecede güzelliğine işaret ve herbirisi, husûsan yavrular, gàyet nazdar, nâzenin bir sûrette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, Senin inâyetinin gàyet şirin cemâline hadsiz işaretler ederler.




Ey Rahmânü’r-Rahîm! Ey Sâdıku’l-Va’di’l-Emîn! Ey Mâlik-i Yevmiddîn!
Senin Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmının tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîminin irşâdıyla anladım ki: Mâdem kâinatın en müntehap neticesi hayattır; ve hayatın en müntehap hulâsası ruhtur; ve zîrûhun en müntehap kısmı zîşuurdur; ve zîşuurun en câmii insandır. Ve bütün kâinat ise, hayata musahhardır ve onun için çalışıyor; ve zîhayatlar zîruhlara musahhardır, onlar için dünyaya gönderiliyorlar; ve zîruhlar insanlara musahhardır, onlara yardım ediyorlar. Ve insanlar fıtraten Halıkını pek ciddi severler; ve Halıkları onları hem sever, hem Kendini onlara her vesîle ile sevdirir; ve insanın istidâdı ve cihazât-ı mâneviyesi, başka bir bâkî âleme ve ebedî bir hayata bakıyor; ve insanın kalbi ve şuuru bütün kuvvetiyle bekà istiyor; ve lisânı, hadsiz duâlarıyla bekà için Hàlıkına yalvarıyor. Elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbûb ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle,
ebedî bir muhabbet için yaratılmış iken, ebedî bir adâvetle gücendirmek olamaz ve kàbil değildir. Belki başka bir ebedî âlemde mesûdâne yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecellî eden isimlerin bu fânî ve kısa hayattaki cilveleriyle, âlem-i bekàda onların âyinesi olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler. Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir.
Hayvanların ruhları bâkî kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymânî (a.s.) ve neml’i, ve nâka-i Sâlih (a.s.) ve kelb-i Ashâb-ı Kehf gibi bâzı efrâd-ı mahsûsa, hem ruhu, hem cesediyle bâkî âleme gideceği ve herbir nevin, ara sıra istimâl için birtek cesedi bulunacağı, rivâyât-ı sahîhadan anlaşılmakla beraber, hikmet ve hakîkat, hem Rahmet ve Rubûbiyet öyle iktizâ ederler.
Ey Kadîr-i Kayyûm!
Bütün zîhayat, zîruh, zîşuur, Senin mülkünde, yalnız Senin kuvvet ve kudretinle ve ancak Senin irâde ve tedbîrinle ve rahmet ve hikmetinle, rubûbiyetinin emirlerine teshîr ve fıtrî vazifelerle tavzif edilmişler. Ve bir kısmı, insanın kuvveti ve galebesi için değil, belki fıtraten insanın zaafı ve aczi için, Rahmet tarafından ona musahhar olmuşlar. Ve lisân-ı hâl ve lisân-ı kàl ile Sâni’lerini ve Mâbudlarını kusurdan, şerikten takdîs ve nîmetlerine şükür ve hamd ederek, herbiri ibâdet-i mahsûsasını yapıyorlar.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyâsından perdelenmiş olan Zât-t Akdes!
Bütün zîruhların tesbihâtıyla Seni takdîs etmek niyet edip, diyorum.
Yâ Rabbe’l-Âlemîn! Yâ İlâhe’l-Evvelîne ve’l-Âhirîn! Ya Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Arâdîn!
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ve îman ettim ki; nasıl semâ, fezâ, arz, berr ve bahr, şecer, nebat, hayvan, efrâdıyla, eczâsıyla, zerrâtıyla Seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehâdet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de, kâinatın hulâsası olan zîhayat; ve zîhayatın hulâsası olan insan; ve insanın hulâsası olan enbiyâ, evliyâ, asfiyânın hulâsası olan kalblerin ve akılların müşâhedât ve keşfıyât ve ilhâmât ve istihrâcâtla, yüzer icmâ ve yüzer tevâtür kuvvetinde bir katiyetle Senin vücûb-u vücuduna ve Senin vahdâniyet ve ehadiyetine şehâdet edip ihbar ediyorlar. Mu’cizât ve kerâmât ve yakînî bürhanlarıyla, haberlerini ispat ediyorlar.
Seni tesbih ederiz, ey her canlı şeyi sudan Yaratan! (Enbiyâ Sûresi 30. âyetten iktibasla yapılan duâ)
Evet, kalblerde, perde-i gaybda ihtar edici bir Zâta bakan hiçbir hâtırât-ı gaybiye; ve ilhâm edici bir Zâta baktıran hiçbir ilhâmât-ı sâdıka; ve hakkalyakîn sûretinde sıfat-ı Kudsiye ve Esmâ-i Hüsnânı keşfeden hiçbir îtikàd-ı yakîne; ve enbiyâ ve evliyâda bir Vâcibü’1-Vücudun envârını aynelyakîn ile müşâhede eden hiçbir nûrânî kalb; ve asfıyâ ve sıddıkînde bir Hàlık-ı Küll-i Şeyin âyât-ı vücûbunu ve berâhin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, ispat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki, Senin vücûb-u vücuduna ve sıfat-ı kudsiyene ve Senin vahdetine ve ehadiyetine ve Esmâ-i Hüsnâna şehâdet etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.
Ve bilhassa, bütün enbiyâ ve evliyâ ve asfıyâ ve sıddîkînin imamı ve reisi ve hulâsası olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbârını tasdik eden hiçbir mu’cizât-ı bâhiresi; ve hakkàniyetini· gösteren hiçbir hakîkat-i âliyesi; ve bütün mukaddes ve hakîkatli kitapların hulâsatü’l-hulâsası olan Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyânın hiçbir âyet-i tevhîdiye-i kàtıası; ve mesâil-i îmâniyeden hiçbir mesele-i kudsiyesi yoktur ki, Senin vücûb-u vücuduna ve kudsî sıfatlarına ve Senin vahdetine ve ehadiyetine ve esmâ ve sıfatına şehâdet etmesin ve delâleti olmasın ve işareti bulunmasın.
Hem, nasıl ki, bütün o yüz binler muhbir-i sâdıklar, mu’cizâtlarına ve kerâmâtlarına ve hüccetlerine istinad ederek Senin varlığına ve birliğine şehâdet ederler. Öyle de, her şeye muhît olan Arş-ı Âzamın külliyât-ı umûrunu idâreden, tâ kalbin gàyet gizli ve cüz’î hâtırâtını ve arzularını ve duâlarını bilmek ve işitmek ve idâre etmeye kadar cereyan eden rubûbiyetinin derece-i haşmetini ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden îcad eden, hiçbir fıil bir fiile, bir iş bir işe mâni olmadan, en büyük bir şeyi en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini icmâ ile, ittifak ile îlân ve ihbar ve ispat ediyorlar.
Hem, nasıl ki bu kâinatı, zîrûha, husûsan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren; ve Cenneti ve saadet-i ebediyeyi cin ve inse ihzar eden; ve en küçük bir zîhayatı unutmayan; ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrâttan tâ seyyârâta kadar bütün envâ-ı mahlûkàtı emirlerine itaat ettiren ve teshîr ve tavzif eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atini haber vererek, mu’cizât ve hüccetleriyle ispat ederler. Öyle de, kâinatı, eczâları adedince risâleler içinde bulunan bir kitâb-ı kebîr hükmüne getiren; ve Levh-i Mahfûzun defterleri olan İmâm-ı Mübîn ve Kitâb-ı Mübînde, bütün mevcudâtın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazan; ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristelerini ve programlarını ve zîşuurun başlarında, bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız muntazaman yazdıran ilminin her şeye ihâtasına; ve herbir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ herbir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren; ve herbir zîhayatta âzâlan, belki eczâları ve hüceyrâtları adedince maslahatları tâkip eden; hattâ insanın lisânını çok vazifelerde tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince, zevkî olan mîzancıklar ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin herbir şeye şümûlüne; hem, bu dünyada numûneleri görülen celâlî ve cemâlî isimlerinin tecellîleri, daha parlak bir sûrette ebedü’1-âbâdda devam edeceğine; ve bu fânî âlemde numûneleri müşâhede edilen ihsanâtının daha şâşaalı bir sûrette dâr-ı saadette istimrârına ve bekàsına; ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refâkatlerine ve beraber bulunmalarına bilicmâ, bilittifak şehâdet ve delâlet ve işaret ederler.
Hem, yüzer mu’cizât-ı bâhiresine ve âyât-ı kàtıasına istinâden, başta Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’ân-ı Hakîmin olarak, bütün ervâh-ı neyyire ashâbı olan enbiyâlar ve kulûb-u nûrâniye aktâbı olan evliyâlar ve ukùl-ü münevvere erbâbı olan asfiyâlar, bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede Senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinâden; ve Senin, kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve izzet-i celâline ve saltanât-ı rubûbiyetine îtimâden ve keşfiyât ve müşâhedât ve ilmelyakîn îtikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cin ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalâlet için Cehennem bulunduğunu haber verip îlân ediyorlar ve îman edip şehâdet ediyorlar.
Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahmân-ı Rahîm! Ey Sâdıku’l-Va’di’l-Kerîm! Ey izzet ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl!
Bu kadar sâdık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfat ve şuunâtını tekzib edip, saltanât-ı rubûbiyetinin katî mukteziyâtını ve sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaatle kendilerini Sana sevdiren hadsiz makbul ibâdının hadsiz duâlarını ve dâvâlarını reddederek, küfür ve isyan ile ve Seni vaadinde tekzib etmekle Senin azamet-i kibriyâna dokunan ve izzet-i celâline dokunduran ve ulûhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rubûbiyetini müteessir eden ehl-i dalâlet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüz bin derece mukaddessin. Ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten Senin nihayetsiz adâletini ve cemâlini ve rahmetini takdîs ediyorum. , vücudumun bütün zerrâtı adedince söylemek istiyorum!
Belki Senin o sâdık elçilerin ve o doğru dellâl-ı saltanâtının hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn sûretinde Senin uhrevî rahmet hazînelerine ve âlem-i bekàda ihsanâtının defìnelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehâdet, işaret, beşâret ederler. Ve bütün hakîkatlerin mercîi ve güneşi ve hâmîsi olan Hak isminin en büyük bir şuâı, bu hakîkat-i ekber-i haşriye olduğunu îman ederek, Senin ibâdına ders veriyorlar
.
Resim
Cevapla

“Mübarek Gün ve Geceler” sayfasına dön